YAZARKAFA ÖZEL SAYI

Page 1



“Seni tanımadan önce ağaçların çiçek açtığı ve yaprak döktüğü mevsimleri hep kaçırırdım...” Oğuz Atay


OĞUZ ATAY ÜZERİNE BİR DENEME Tuba Karamuklu

Hangi kelimeler tam anlamıyla onun naif ruhunu anlatır? Kim onun hayatı boyunca yakındığı onu anlamaya çok yaklaşabilir? Şüphesiz Oğuz Atay üzerine yazmak sadece bir ‘deneme’den ibaret kalacaktır. Onun derin ruhu kitaplarında yer alsa da sadece onun anlattığı kadardır. Zira küçük yaşlarda geçirdiği zatürre nedeniyle annesinin aşırı korumacı tavırları onun yaşıtlarıyla sokaklarda oynamasına engel olmuş, pencereden dış dünyayı izleyen ve içinde ‘derin bir ruh’ biriktiren bir çocuk olmasına neden olmuştur. Kız kardeşi Okşan evin yaramaz, erkek çocuklarına özgü haşarı çocuk rolünü üstlenirken; Oğuz Atay sürekli fanilası değiştirilen adeta kız çocuk rolü sergilemiştir. ‘Tutanamayanlar’ romanında Selim’in ağzından kendi çocukluğunu konuşturmuştur: ‘Bahçede bir dut ağacı vardı. Ben çıkmazdım, kız çıkardı.’ Nitekim kız kardeşi onun yapmak istediği her şeyi yapan içindeki haşarı erkek çocuğudur. Diğer çocuklardan çok farklıdır. Az konuşan, terbiyeli, sürekli kitap okuyan adeta ‘harika bir çocuk’tur. Ancak Oğuz Atay, insanların ve ailesinin algısında yarattığı bu harika çocuktan memnun değildir. Hatta bu harika çocuk imajı üzerinde fazlaca baskı yaratmaktadır. Kimselere anlatamadığı kendini romanlarındaki kişiler üzerinden anlattığı için bu konuda da ‘Tutanamayanlar’ romanının başkişisi Selim’in ağzından hissettiklerini anlatmıştır. ‘Selim büyük adam olamayacağını hissediyordu. Belki Türkiye savaşa girerse, Selim’in büyük adam olma meselesi unutulur ve Selim de bu kadar insana mahcup olmazdı.’ cümlesi onun korkularını ortaya koymaktadır. Aslında Oğuz Atay’ın korkması için nedeni yoktur. Annesi ilkokul öğretmeni, babası önemli bir hukuk adamıdır. Bilgili ve kültürlü bir aileden gelmektedir. Annesi ilk öğretmeni olmuş, onun küçük yaştan eğitimini ele almıştır. Bu ilgi sonuç vermiş olacak ki beş yaşında okumayı öğrenmiştir. Onun nitelikli edebiyat eserleriyle buluşmasını sadece annesi değil, kuzeni Füruzan da sağlamıştır. Maksim Gorki ve Dostoyevski hayranıdır. Hayranı olduğu yazarın ‘Benim Üniversitelerim’ kitabını ‘Benim İncilim’ şeklinde anmaktadır.


Kitaplar kadar resimlere de hayrandır. Resim yapmak en sevdiği uğraşlardandır. Üstelik öğretmeni Ressam Eşref Üren de en büyük destekçilerindendir. Oğuz Atay’a Güzel Sanatlar Fakültesine gitmesini öğütler. Ancak babası bu öneriye şiddetle karşı çıkar. Para kazanabileceği bir meslek dalını seçmesi gerektiğini bildirir oğluna. Bu konuşma bir rica değil, bir nevi emirdir. Oğlunun önüne ya doktor ya da mühendis olmayı koyar. Oğuz Atay’ın kişiliğine hiç uygun olmayan bu iki mesleği seçmesi gerektiğini öğretmenine iletir. Eşref Bey oldukça sinirlenir ve ‘Babana söyle, sana köşe başında işlek bir yerde bir bakkal dükkanı açsın o zaman. İyi para kazanırsın.’ der. Yapacak bir şey elbette yoktur terbiyeli Oğuz’un. Babasının ricasını(!) İTÜ İnşaat Mühendisliğini kazanarak yerine getirir. Ancak en büyük arzusu hayranı olduğu Dostoyevski gibi mühendis olduktan sonra bir gün istifa etmektir. Mühendis olmayı hiçbir zaman sevmemiştir. Çekingen ve utangaç Oğuz’un kendini iyi hissettiği ve konuşmaktan çekinmediği iki konu vardır: Felsefe ve matematik. İnşaat mühendisliğinin ona hissettirdiği ruhsuz dünyasını istemez. Nitekim fakülteden yakın arkadaşı Rasin Demirsoy’la sürekli arka sıralarda kelime oyunu oynamaktadır. Üniversitede Rasin Demirsoy gibi birkaç sağlam dost daha edinir. Turgut Yavuzalp, Ural Özyol’la da dostlukları gün geçtikçe sağlam bağlara dönüşmüştür. Onların yanında ‘kendisi’ olabilmektedir. Bu iki dostu da ‘Tutunamayanlar’ romanına konu olmuştur. Nitekim Oğuz Atay’ın romanlarının her biri onun yaşamından ipuçları vermektedir. Turgut Yavuzlap ile tanışma sahnesi birebir kitapta da yer almaktadır. Rasin Demirsoy’la kelime oyunu oynadıkları bir gün kendilerinden neredeyse on yaş büyük Turgut Bey yaklaşır ve ne oynadıklarını sorar. Oğuz Atay, Turgut Beyi önce asistanlardan biri sanır. Ancak ardından çok sağlam bir dostluğun temeli atılır. Yine kitabın başkahramanı Selim’in intiharı yakın arkadaşı Ural Özyol’un intiharından etkilenilerek yazılmıştır. Gerçek yaşamda konuşmayan Oğuz Atay romanlarıyla hayatını ortaya koyduğunu şu cümlelerle adeta itiraf etmiştir: ‘Evliliğimin içyüzünü bir roman tefrikası gibi parça parça ederek ayaklarınızın dibine sermedim mi? Peki Oğuz Atay bu eserleri neden yazmıştır? Cevabı içinde olan sorulardan birine değiniyoruz aslında. Oğuz Atay gerek ‘Tutunamayanlar’ romanında gerek ‘Tehlikeli Oyunlar’ romanında kimliğine bulaşmış tüm sahte duygulardan soyutlanıp ‘kendi benliğine’ ulaşmak amacındadır. Bu sebeple roman kahramanlarının soyadları bir o kadar özenli seçilmiştir: ‘Turgut ÖZBEN- Hikmet BENOL . Eserleri adeta bir felsefenin savunucusudur. Bu yüzden eserleri mutlu sonla bitmez. Yine aynı sebeple Oğuz Atay okumak ‘benliğinize’ yapacağınız tehlikeli bir yolculuktur. İletişim Yayınlarının 2015 yılında çıkardığı ‘Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi’nde Kıvanç Koçak, Oğuz Atay okuyanlara önemli uyarılarda bulunduğu şu satırları kaleme almıştır. Oğuz Atay için hazırlık pasları 1-Oğuz Atay’ın dili zordur, zorludur. Emek, çaba ve yüksek konsantrasyon ister. ‘Ben buradayım sevgili okuyucum, sen nerdesin acaba?’ der ama hayata karşı bir tutum, bir algı da bekler okurundan. Yoksa zaten onu okumanın pek bir anlamı da olmaz. 2- ‘Hızlıca okurum.’ , ‘En kötü ihtimal kütüphanede durur, havamı atarım’la girişilmez Oğuz Atay’a. Bu fikriyatla en fazla onun romanlarındaki ‘küçük burjuva’, sinik bir karakter olur çıkarsınız. 3-‘Tutunamamak’ lafının afiliğinden yararlanmak arzusuyla da okunmaz, okunamaz; başlansa da bitirilemez Oğuz Atay. Bu durumlar için bilincinin akışı içine alanın, ‘Ah Oğuz’cuğum diye diye yazdığı bloglar tavsiye edilir.



Armağan Altay

Vezir Fedası Biliyorsun, ölüyorum Tembelliği övdüğüm o boş derste meğer Çocuklar asude bir kinle zehirlemiş beni Uykumda boğulduğum bir düş görüyorum Biliyorsun, ölüyorum Kime güzel dedilerse her bahar sataştım Körmüş son sanemin elinden aldığım balta Hasedimden toy bekçiyle kavgaya tutuştum Onulmazmış bu düellodan aldığım yara Gassaller vasiyetimi sordukça gülüyorum: İlacını ahrazlar aramış dilimdeki kanserin Kötü şairler ırsi diyor umutsuzluğuma Ölüyorum, biliyorsun Ben ölürken evlenmiş Pollyanna ile Gandhi Ben ölürken tamamlanmış Çin Seddi alelacele Azar işitmiş zebaniler ve Chaplin İsmimi yanlış söylemiş filmin sonunda Sonunda Süleyman’ı deviren tahta biti Beni de atacak elbet intikam tarihçilerinin önüne Bunu sen biliyorsun uzak bir annelikle Ölüyorum, biliyorsun Biliyorsun, ölüyorum Ve aslında tanışmadık bile Aramıza girdi en şımarık intihar Tenimize asfalt döktü en laubali çile Bırakmadı bende başka hüzne itibar Siyahlar hep matem, beyazlar ukde Bu zamansız vezir fedasından beri Seni umdum aklımdan kan gelene kadar Yüzüne düşen alları ne sanıyorsun Bir yerlerde birileri umut deyince Ölüyorum, biliyorsun


GÖKKUŞAĞININ PEŞİNDE Haluk Ecevit

Şimdilerde daha iyi anlıyorum o zamanlar bizden istenen şeyi; “Sıradan olmak ve sıradan şeylerle meşgul olmak.” Okul bahçesi denilen alan büyükçe bir meydandı. Meydanın bir yanı derslikler, bir yanı öğretmen lojmanları, diğer bir yanı da öğrencilerin el birliği ile ektiği çam ağaçlarından ibaretti. Çamların ardında yer alan ve her yıl muntazam olarak kireçlenen beton avlu okulun alanını diğer arsalardan ayıran sınır niteliğindeydi. Nöbetçi öğrencinin, teneffüs zamanları elinde bir çıngırak gibi salladığı okul zili çoğu zaman sınıflardan duyulmazdı. Onu, zili çalmaya çıktığı her zamanki yerinde gören bizler, sesini duymadığımız halde dersin bittiğini anlar, sevinçle kendimizi bahçeye atarak oyunlarımızı oynamaya koyulurduk. O seneler de ayak topu oynamamız okul müdürümüzün emri ile yasaklanmıştı. Çok terleyip üzerine su içince hasta oluyormuşuz. Üstelik ayağının ayarı olmayan çocuklar topa abanınca sınıfların camları kırılıyormuş. Gerçi kırılan camı kim kırdı ise o taktırıyordu ama “Parasıyla değil mi öğretmenim?” diyecek halimiz yoktu. Dahası, okula kaçak olarak getirilen birkaç top, müdürümüzün çakısı ile kesilince bu hevesten tamamen vazgeçmiştik. Sonraları misket moda oldu bir zaman. Çoğu çocuk misketlerini evden aşırdıkları eski birer çorap içinde biriktiriyordu. Kimileri de “mintax” kutuları içinde... Kimin daha fazla misketi var ise bu onun o oyunu iyi bildiğine bir ispattı. Miskette yenen, yenileni “kökmüş” olurdu. Oyun esnasında yere çizilen üçgene “mors” oyuna başlayacak olanı belirleyen çizgiye de sadece “çizgi” denirdi. Misketlerin cam değil de mikadan yapılanlarının adı “kemik”ti. Normalinden en az üç misli büyük olanları da “löpke” diye isimlendiriliyordu. İlk atıştan sonra uygulanacak kurallar, oyuncuların beyanları ile belli olurdu. Örneğin kendine haklar tanıyan ve rakibin yetkilerini kısıtlayan kural “çıtık”tı. Bu da “çıtık sana çıtık bana” diye ifade edilirdi. Bir de “çer çöp yerinde kalır” vardı ki bu da rakibin atış alanında temizlik yapmasına mani olurdu. İşte bu cânım oyun da zamanla müdürün “yasaklılar” listesinde yerini aldı. Çünkü oyun kurallarının uygulanması esnasında çok fazla anlaşmazlık çıkıyor ve öğrenciler birbirine giriyordu. Bu kavgalar da öğretmenler odasına şikâyet olarak yansıyınca çay keyifleri bozuluyor ve sorunların çözülmesi için uğraşmak gerekiyordu. Sonunda, sınıflarda yapılan bir arama ile bütün misketler toplandı ve okulun tuvalet çukurunu boyladı. Tekini bir talihsizlik sonucu yitiren anne-baba çorapları ve “mintax” kutu-


ları da hayatlarındaki son görevlerini tamamladıktan sonra çöpe atıldılar. Bir oyunda böyle bitmişti. Hal böyle olunca geriye yapacak pek fazla bir şey kalmıyordu. Saklambaç, koğlanbaç ve benzerleri gibi sıradan oyunları denediysek de zamanla hiçbiri bizi sarmadı. Şimdilerde daha iyi anlıyorum o zamanlar bizden istenen şeyi; “Sıradan olmak ve sıradan şeylerle meşgul olmak.” Bunları yaptığımız zaman kolay yönetiliyorduk çünkü. Okulda müdür, köyde muhtar, ülkede hükümet rahat ediyordu. Kendi istekleri olmayan ve yasaklarını sorgulamayan insanlar olmak... Eğitim dediğimiz şey bir marangozun elinden geçerek herkesle aynı şekle sahip olmaktı belki de. Kendi adıma konuşursam eğer, ben yapamadım. Dışarıdan hep kabullenmiş ve uyumlu gibi gözüksem de her zaman içim kaynadı ve hep çemberi yarmanın bir yolunu aradım. Çoğu zaman da buldum. Fakat otoriteye karşı başkaldırı, bahsettiğim yıllarda o kadar kolay değildi. Bahsettiğim yıllar evet, siyah önlüklerimizle sınıfları doldurup, pazartesi sabahları tırnak ve saç kontrolünden geçerek, ilçeye ortaokula gidip öğle yemeklerinde doyasıya lahmacun yiyeceğimizi düşlediğimiz zamanlar... Artık kendimizce oyunları revize ediyor, üzerlerinde değişiklikler yaparak onları biraz daha eğlenceli hale getirmeye çalışıyorduk. Mesela koğlanbacı çoklu hale getirip adına “hırsız-polis” demiştik. Hırsızlar kaçıyor polisler kovalıyordu. Sonraki teneffüs de tam tersi... Evet, bu oyunu oynadığımız günlerden biriydi yine. Sosyal Bilgiler dersi boyunca yağan yağmur, hepimizin içine “Devam ederse teneffüse çıkamayız!” korkusunu yerleştirmişti. Neyse ki korkulan olmadı. Ders sonlarına doğru yağış köyümüzü terk ederek yerini berrak bir havaya bırakmıştı. O teneffüs biz polis olan taraftaydık. Kovalamaca başladı. Kaçarken sınıflara ve tuvaletlere girmek yasaktı. O yüzden tüm oyun bahçede devam ediyordu. Bizim sınıfın öğrencilerinden başka, diğer sınıfların öğrencileri de bahçeyi doldurmuştu. Kalabalıkta kaçmak, hırsızlar için daha kolaydı. Diğerlerinin arasına girerek gözden kaybolma şansına dahi sahiplerdi. Beş hırsızın üçünü yakalamıştık ki bahçedeki çocuklardan koro halinde şu ses yükseldi: “Aaaa o neeee?” Sonrasında bahçeye tam bir sessizlik hâkimdi. Hepimiz başlarımızı havaya kaldırmış, gökyüzünü bölen o renkli kemere bakıyorduk. Sessizlik çok uzun sürmedi. Sanırım birlerden bir erkek çocuğuydu bu cümleyi haykıran: “Yakalayalım


onu!” İçinde bulunduğumuz şartları çok düşünemedik sanırım. Gökkuşağı nasıl çıkardı? Neredeydi? Yürüyerek ona varılır mıydı? Bu soruların hiçbirini kendime soramadan kendimi on beş yirmi kişilik bir öğrenci grubunun içinde koşarken bulmuştum. Nedense hızlandıkça içimizdeki sevinç katmerleniyor ve ona ulaşabileceğimiz inancı güçleniyordu. Çığlıklarımız birbirine karışarak koştuk. Okul kapısından çıkıp hemen karşısındaki köy camisinin sokağına daldık. Koşarken gözümüzü gökyüzünden ayırmıyorduk hiç. Bulutların kaybolup havanın daha da açmasıyla etkisini artıran güneş onu eskisinden daha güzel hale getirmişti. Camiyi sağımızda bırakarak soldan anayola doğru yönlendik. Sonra Hilmi Çavuşların haneleri yanından geçerek Kurt Alilere doğru yollandık. Aynı yolda on beş dakikalık bir mesafeyi de kat ettikten sonra köyü geride bırakmıştık artık. Yorulup nefeslerimiz kesilmeye başlayınca da birbirimize bakma fırsatı bulmuştuk sonunda. Etrafımdaki çocuklara bir göz gezdirdim. Başladığımız kadar kalabalık değildik. Saymaca on kişi kalmıştık. Gökkuşağını yakalama fikrini sunan o küçük kardeş de yanımızdaydı. İlk vazgeçen yine o oldu: “Abi yanına gidilecek gibi diil, biz koştukça o kaçıyo. Galbaa onun bacakları gavur memleketlerinde.” diyerek hepimizin inancını kırdı. Oldukça yorulmuş ve iyiden iyiye üşümüştük. Üstelik Büyük Manika tarafından bizim köye doğru gelen kara bulutlar yeni bir yağmurun habercisi gibi görünüyordu. “Dönelim arkadaşlar.” dedim umutsuzca. Geldiğimiz yolu geri yürürken ne kadar zamandan beridir yolda olduğumuzu tahmin etmeye çalışıyordum. Geldiğimiz mesafeye bakılırsa bir hayli zaman olmuştu. Sanırım teneffüs bitmiş ve tüm okul derse girmişti. Fıçıcıların Hanesi yanından geçip okul kapısını gördüğüm ilk an olayın tüm gerçekleri ile yüzleştiğim zamandı. Bizimle birlikte yola çıkıp geri dönen tüm çocuklar girişte sıra halindeydi. Başlarında okul müdürü ve elinde ağacından yeni kestiği bir ayva çubuğu... Filmin devamını bilirmiş gibi yanlarına varır varmaz sıraya dâhil olduk. Müdür, herkesin gelerek sıranın tamamlanmasını sabırla bekledi. Hiç soru sormadı, biz de hiçbir savunma yapmadık. Zaten ne diyebilirdik ki? “Öğretmenim kötü bir niyetimiz yoktu, biz aslında gökkuşağını yakalayacaktık.” Yok yok. Bir öğretmene bu savunmayı yapmamak daha iyiydi. Biz de öyle yaptık. Artık sıra tamamlanmıştı. Müdür başa geçti. Yine hiçbir şey söylemeden çubuğu havaya kaldırdı. Önündeki öğrenci ne yapacağını biliyordu. Önce bir elini sonra diğer elini öğretmenine kaldıracak ve sopanın eline inmesini bekleyecekti. Müdür bir öğrencinin aynı eline iki defa vurmazdı, yeter ki çocuk tam sopa inerken elini çekmesin. Bunu yaparsan aynı eline üçer tane de yiyebilirdin. Bunu bildiğimizden kimse elini çekmedi. Çünkü bütün öğrenciler bu merasimin bir an önce bitmesini istiyordu. Sıra bana geldi ve geçti. Sadece sopanın havayı yararak gelirken çıkardığı sesi duydum bir de ellerimdeki yanmayı. Benim sadece ellerim acır sanmıştım. Yanılmışım. “Yakalaylım onu!” cümlesi ile her şeyi başlatan o küçük kardeşe sıra geldiğinde istemeden bakışlarımı kaydırdım. Herhalde ilk dayağıydı. Sopa havaya kalkınca ellerini uzatıp gözlerini kapadı. Her vuruş ellerinde patladığında gözlerini biraz daha sıktı. Sıra yanındakine geçince bana doğru döndü, göz göze geldik. “Bu neyin cezası be abi?” der gibiydi bakışları... O an ellerimdeki yanmayla birlikte içim de acımaya başlamıştı. Neyse ki fasıl çabuk bitti. Yine hiç konuşmadan sessizce sınıflara yürüdük tek sıra halinde. Yıllar geçti aradan. Büyüdük, koca adamlar olduk şimdi. Birinci sınıflardaki o küçük çocuk da büyüdü ama silinmedi o günkü bakışları bir türlü hatırımdan. Bayram kutlamalarına gittiğimizde görüyorum okul bahçemizi artık. Avlu kireçsiz, elbirliğimizle diktiğimiz ağaçlarımız artık yok. Ama öğrenciler hep cıvıl cıvıl... Gökyüzü hep mavi... Çocuk seslerinin denizinde kendi çocukluğuma dalıyorum aniden. Ansızın renkli bir kemer beliriyor semada bazen. Şaşırıyorum, çocuklar şaşırıyor. Ağacından yeni kesilmiş bir ayva çubuğunun sıcaklığı sarıyor avuçlarımı, gözlerimi kapatıyorum, içim çok acıyor ama yine de bağırıyorum hepsine: “Yakalayın onu!”


Anıl Öztürk

Dolunay Dolayısıyla Ayrılık yüzünden hasret çekenlere... Şiirlikten öldüğüm gün Yaşamaya başladım ben Savaşmaya başladım-uykum ile Ve pısarak kapılardan yürümeye kan Dağılır komşular-dan-sızan Diş etleri Belki cehalet kokan hırkalarda bile Gerçeği aradık Kefareti, sefaleti, feraseti bir de Bulduğumuz gün düştük Yapraklardan sızan damla gibi Toprağa.. Uzaklaştık selametten Medet umduk melametten Mesken bulduk cehennemi Miskin kaldık zindanlarda Kimsemiz yoldu Mekân yok oldu Böylece ortaya çöktü İmkân


SIRA DIŞI BİR DİSTOPYA: OTOMATİK PORTAKAL Samet Balta

Kitabın başından sonuna kadar anlatıcı Alex’tir. Bu yüzden okuyucu; acımasız, alaycı, toplum değerlerini küçümseyen, sıra dışı, saldırgan ve yıkıcı bir portre çizen Alex’in gözünden bakar olaylara. Otomatik Portakal, “iyilik ve kötülük” kavramlarını, “şiddet, suç ve ceza” üçgeninde değerlendiren bir roman. Yazıldığı dönemi göz önüne alırsak, bir suçlunun devlet eliyle ıslah edilme biçimi ve bunun sonuçları üzerinden distopik bir gelecek atmosferi çizerek hicveden bir roman olduğunu söyleyebiliriz. Antikahramanımız Alex, Eski Yunanca’da “Kanunsuz” anlamına gelen isminin hakkını vermekten geri kalmayan, üç kankası ile birlite geceleri sokaklarda terör estiren, şiddetin her türlüsünü üreten, on yaşında bir ergendir. Tabii aynı zamanda, içinde üç kankasının bulunduğu çetenin de lideri. Dim, Pete ve Georgie ile birlikte dizginlenemez şiddet arzularını; geceleri sokaklarda masum insanları dövüp yaralayarak, hırsızlık yaparak, ve kadınlara tecavüz ederek dindirirler. Çete lideri Alex, şiddet arzusunu Beethoven’ın 9. Senfonisi ile diri tutar. Çete, aralarında kendi ürettikleri, son derece kaba ve argo kelimelerden oluşan, Rusça kökenli “Nadsat” dilinde konuşur. Bir süre sonra çete içinde yaşanan liderlik çatışması, Alex’in kodesi boylaması ile son bulur ve hikaye başlar. Dönemin iktidar partisi seçimi kazanmak için, “Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma” programı kapsamında, “Ludovico” adlı bir laboratuar çalışması geliştirmiştir. Ludovico, suçluları topluma kazandırmakla birlikte, suçluların yeniden suç işlemelerini engellemeyi vaat eden bir deneydir. Fakat hem yöntemleri hem de sonuçları bakımından son derece insanlık dışıdır. Bu deneyin ilk kobayı olan Alex DeLarge, Ludovico’nun insanlık dışı bir program olduğunu, deneyi tamamlayıp serbest kalınca kanıtlar. Evet, Alex artık şiddet uygulamak şöyle dursun, şiddet ve cinselliği düşünemez hale gelmiştir. Ne var ki, bunu özgür iradesi ile yapmıyordur. Hatta kendisine uygulanan şiddet karşısında bile savunmasızdır artık.


“Otomatik Portakal” ya da “Makineleşmiş İnsan” Kitabın yazarı Anthony Burgess (gerçek ismiyle John Burgess), bir yıldan daha az ömrünün kaldığını öğrenince eşinin geçimini sağlamak için kitap yazmaya başlar. Fakat kendisine konulan “ameliyat edilemez beyin tümörü” tanısının yanlış olduğu ortaya çıkar. Ancak Burgess, artık tanınan bir yazardır. Aynı zamanda besteci, eleştirmen ve dil bilimci olan yazar, tüm bu sıfatlarını kitaplarında ustalıkla kullanmayı başarmıştır. Bunun en büyük örneğini, en önemli eseri olan (kendisi ne kadar kabul etmese de) “Otomatik Portakal’da görmek mümkündür. Kitabın merkezine yerleştirdiği Alex karakteri, Beethoven tutkunudur. Şiddet eğilimini de Beethoven’ın 9. Senfonisi ile perçinler. Kitap baştan sona argo kelimelerden oluşur. Hatta kitabın isminin kaynağı da İngiliz argosuna dayanır. Burgess, bu durumu şöyle açıklıyor: “İngiliz argosunda bir deyiş vardır: ‘queer as a clockwork’. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmak istemişimdir. Tabii bir de Malezya’da ‘canlı’ anlamına gelen ‘orong’ sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikayeye çok iyi oturduğunu düşündüm.” Yani, “Otomatik Portakal” yerine, “Makineleşmiş İnsan” da diyebiliriz. Kitabın başından sonuna kadar anlatıcı Alex’tir. Bu yüzden okuyucu, acımasız, alaycı, toplum değerlerini küçümseyen, sıra dışı, saldırgan ve yıkıcı bir portre çizen Alex’in gözünden bakar olaylara.


Bu noktada, Alex’i ve içinde yaşadığı toplumu analiz edebilmemiz için, karşımıza psikoanalitik bir terim çıkıyor: ressentiment, yani hınç. İnsanı bir makine olarak gören bu düzene, kurallara ve baskıcı toplumsal kontrole boyun eğmeyen Alex, kendini açığa çıkarmak adına yıkıcılığa başvuruyor. Alex ve çetesinin Rusça kökenli “Nadsat” dilinde konuşmaları da bu boyun eğmeyişin göstergesidir. Çünkü Alex ve çetesinin var olan dillerinden sıyrılma çabaları, düzen karşıtı eylemlerinin bir parçasıdır. Tüm bunları birleştirdiğimizde, Alex’in şiddetinin kökeninde var olma probleminin yattığını söyleyebiliriz. Zira, modern devletin insanı bir hiç’e indirgediği bir ortamda, Alex’in şiddet eylemlerini bir eğlence ya da haz unsuru olarak algılamak eksik ve hatalı bir bakış açısı olur. Şiddetle bağlantılı olarak kitapta nazilere de sık sık göndermeler yapılıyor. Alex ve çetesinin başka çete üyeleriyle dövüştükleri bölümde, diğer çete üyelerinin üzerlerinde nazi üniformaları vardır. Ludovico tedavisi esnasında Alex’e nazi gösterilerinin yer aldığı görüntüler izletilir. Hapishane yöneticisinin üniforması ve fiziksel görüntüsü akıllara Hitler’i getirir. Bilindiği gibi naziler, devlet-şiddet mekanizmasının en belirgin örneği olarak yakın tarihe damgalarını vurdular. Kitaptaki nazi göndermesini de bu şekilde açıklamak mümkün. Tüm bunların dışında, kitapta toplumsal gözlemler ve eleştiriler de yer alıyor. Aynı zamanda müzisyen olan Burgess, kitapta müzik eleştirisi yapmaktan kaçınmaz. Klasik müzik dinleyen Alex, gençlere “Kurmalı Oyuncak” benzetmesi yaparak popüler müziği ve yeni dönem gençlerini eleştirir. Çetenin kütüphaneden çıkan bir adama hemen “Öğretmen” benzetmesi yapıp dövmeleri eğitim sitemini; “Tükeniş Sokağı”, “Umusuzluk Caddesi” gibi cadde, sokak isimlerinin yer alması ise sokaktaki insan yapısını eleştiriyor. Sonuç olarak Otomatik Portakal, modern toplum yapısında suç ve cezanın karşılıklı işlenmesinden hareketle efendi-köle diyalektiğini, otoritenin Alex’i ıslah etme adıyla uyguladığı cezalandırma yönteminin onu ne derece özgürleştirdiğini(!), bireyin özgürlüğünün toplumun diğer üyelerinin köleleştirilmesiyle mümkün olup olmadığını tartışıyor. Otomatik Portakal bir distopya olsa da, kitapta yaratılan dünyada gerçek üstü olaylar yer almıyor. Yazar, gerçek üstü bir dünya yaratmak yerine abartı kullanmıştır. Bu da kitabı diğer distopya örneği kitaplardan farklı kılar. Kendine has atmosfere, kin ve nefret dolu anlatıma sahiptir. Bu özellikleri ile Otomatik Portakal, distopya dünyasının en önemli eserlerinden biridir.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.