Elmas Deniz & Merve Ünsal

Page 1

SİYAH PANTERİ GÖREBİLMEK

Elmas Deniz & Merve Ünsal Konuşması

14.06.2014


Elmas Deniz: Merhabalar, hoş geldiniz. “Siyah Panteri Görebilmek” sergisindeki işlerin üretim sürecini konuşmak üzere , hem daha önceden tanışıklığımız ve işler üzerinden konuşmuşluğumuz olduğu için, hem de bir iki özel de fikirden dolayı Merve ile birlikte konuşmak istedim. Belki bilginiz dahilindedir, Merve’nin özellikle tercüme ile ilgili fikirlerinin olması, benim de iş üretme sürecimde böyle bir şey olduğunu hissetmemden dolayı özellikle Merve olsun istedim aslında. Şimdi, Merve’nin de sorularıyla, sergideki işlerin üzerinden konuşacağız, çok uzun sürmeyecek; ama şöyle bir şey var, istediğiniz anda, istediğiniz şekilde, istediğiniz soruyla bize müdahale ederseniz, açığız.

Merve Ünsal: Evet, kısaca aslında Elmas’ın sergi sürecini de tartışmak istediğimiz için, sıradan bir sanatçı konuşması “nasıl yapılır” ı da aslında düşünüyoruz. Sıradandan kastım, bu formatla nasıl oynayabiliriz? Bizim aramızdaki bir diyalog bu işlere ne katabilir, ne götürebilir? Onun için bu süreç içerisinde de konuşma sırasında da sizin herhangi bir girişiniz olursa da gayet, zaten tanıdık bir kitle olduğu için de, iyi olacağını düşündük. Ben ilk önce aslında serginin ismiyle başlamak istiyorum, sıradan demişken, sıradan bir şekilde başlayalım. “Siyah Panteri Görebilmek”deyince, Elmas serginin bana ismini ilk söylediğinde aklıma iki şey geldi. Bir tanesi Hangover filmindeki Mike Tyson’ın çalınan panteri miydi, kaplanı mıydı şu anda tam hatırlayamıyorum. O vahşi kedinin bir lüks sembolü olması, onların o kediyi alması ve Mike Tyson’ın onları terörize etmesi ve o kediyi verdik vermedik bütün o mesele. İkincisi de ... 80’lerdeki Dark Hybrid filmindeki rahibelerin arka bahçede yine besledikleri bir panter. Onun dışında aslında benim için hem gerçek hayattaki versiyonu olabilecek; ama gerçek hayatta olduğu zaman da absürt olan bir şey. Olmasaydı ve şu anda Arap ülkelerinde spor arabayla birlikte yine vahşi kedilerin bir lüks sembolü olarak tekrar geri gelmesi üzerine düşünüyordum. Onun için aslında çağrışım daha çok film üzerindendi ve bir enstantane üzerindendi. Bu yüzden belki bu ismi neden seçtiğini, sergideki birebir var olan işle ilişkilendirerek belki siyah panterden başlayabiliriz diye düşündüm.


E.D.: Aslında soruna cevaptan önce aklıma gelmişken hemen bir açıklama getireyim. Şöyle, iş üretirken her şeyi çok güzel açıklayabiliyorum ilginç bir şekilde ve çok akılcı fikirlere tekabül ettiğini var sayıyoruz dolayısıyla. Aslında benim için süreç iki aşamalı, yani inanılmaz sezgisel,birtakım tesadüfler veya bunların eseri olan şeyler üretim sürecimde var. Benim panterle karşılaşmam böyle bir şeydi, bu bahsettiğin filmleri düşünmedim. Başka bir iş için bir çerçevecideydim ve burada işte dekorasyon için asılmış resimlerin arasında bu panteri gördüm ve zaten “panteri görebilmek” diyorum; ama bu dertle ilk ben yüzleştim. Tabii bu karşılaşma zamanında doğa ve ekonomi olarak genel özetleyebileceğim kafamda evirip çevirdiğim birtakım ilk fikirler vardı. Kafamdakileri nasıl dönüştürürüm gibi şeyler vardı. Ben de panteri görünce, bir de çerçeveci adamla öyle bir diyalog yaşayınca; uzaktan “peki o küçük çerçevedeki nedir?” diye sorunca ve o da “görünmüyor zaten”, diye bana hediye etmesi var.

Yani elbette bir panteri dekorasyon unsuru olarak bir dükkana koymanın, öyle bir altın sarısı çerçevelemenin arkasında, zaten senin o dediğin; birtakım sembolik durumlar var; güç sembolü olması vs gibi.

M.Ü.: Az bulunan bir şey olması.

E.D.: Az bulunan bir şey olması... Tabii ben sonra onu aldım eve getirdim ve bir süre bakmaya başlayınca, hani alıp bir nesneye uzun süre bakıp onun üzerine düşünsek ne çıkar?Ben de aslında panterle öyle karşılaştım ve onun üzerinde düşünmeye başladığımda gerisi sökük gibi gelmeye başladı. Bir kere hayvanların, özellikle vahşi hayvanların, şu anki hayat biçimimizde olup olabilecekleri yer, ya oyuncak, sembol ya da belgesel aktörü olmak. Bunların dışında bir ilişki türümüzün artık hiç kalmaması. Zaten sergide de belki ağaçla benim ilişkimde de söylenebilecek şeyler... “Siyah Panteri Görebilmek” ile önemsiz olanı abartmakla ilgilendim ve serginin ismine bu işin adını taşıdım.

M.Ü.: Çerçeveciden girmişken aslında, senin bir önceki kişisel sergin Maçka Sanat Galerisi’ndeydi. Yaklaşık 2 sene evvel ve orada bir çatal vardı. Yine İkea ve çerçeve,


belki o işten biraz bahsedebilirsin. O buluntu obje ve bulduğun bir şeyin değeri üzerinden geri döndürme ve sıradandan bahsettiğin için aslında ben ilişkilendirdim. Onda da yine çok tanıdığımız bir şeyi çarpıtma; ama tam tersi o da değersiz bir objeyi çerçevelemek üzerindendi.

E.D.: Ya aslında...

M.Ü.: O çatal belki aslında evdeki çatal...

E.D.: Sergiyi yaparken çatalı İzmir’e gidip annemlerin evinde buldum; o bizim çocukluğumuzdan bir çataldı. İri de bir çatal o eski cinslerden, ucu da yamuk. Onun nesne olarak, hazır nesne olarak, ben işlerimi üretirken giderek de bu hazır nesneye kaydığını fark ediyorum; çünkü nasıl yapabileceğimi bir tür keşfettim gibi bir his geldi. Daha önceden sanırım o kadar girişmemiştim bu işe. Çatalda belki de bireysel onunla ilişkim başka olduğu için, bir de uzun süreli atılmamasıyla ilişkili olduğu için işimde kullandım. Günün sonunda şu da oluyor hem panterde, hem çatalda ya da hazır nesnelerin çoğunda, senin niyetinin ne kadar aksedildiği sorunlu olabiliyor. Sorunlu diyorum; ama eğer o çatalın benim için, yani benim aileme ait olduğunu ve böyle bir hikayesi olduğunu bilmediğinizde çatalla karşılaşmak diye bir şey de var. Oradaki enformasyon ile ilgili, İkea çerçevesini tercih etmeme dikkat etmek önemli.

M.Ü.: Oradaki ilişki aslında atıl olan ve belki de gözden dışarı olan bir şeyi çerçeveleyerek tekrar hayatımıza sokmak. Burada da tam tersi, zaten dekoratif olanı daha da dekoratifleştirmek.

E.D.: Yani bu dekoratif amaçlı bir nesne; ama amacına ulaşamamış, olmamış bir dekorasyon. Siyah üzerine siyah bir hayvan fotoğrafı basmanın sonucu olarak çerçeveci de onu bana verdi zaten. “Aman al, götür” dedi. onu satmak bile istemedi; çünkü artık onun satılamayacağına karar vermiş, köşede bir yere koymuş. Binlerce renkli, nefis kontrastlı şeylerin arasında duran bir nesneydi o.


Aslında senin sorduğun sorunun üzerine başka şeyler düşünmeye başladım. İnsanlar baktıklarında; benim birtakım niyetlerim var, ben o niyetlerle bir şeyleri dönüştürüyorum, dönüştürdüğüme inanıyorum. Yapabildiğim yere kadar bunu oraya bırakıyorum. Sonra ondan sonra, insanların ona katkısı başlıyor. Ve ilginç aslında, hazır nesnelerde bu daha çok olabiliyor; çünkü kullanılan objeyle izleyici arasında inanılmaz bir tanışıklık var bu bir, ikincisi, dolayısıyla orada “ben” olmak zorunda değilim.

M.Ü.: Senden kastın nedir?

E.D.: Yani o konulan nesne çok fazla bana ait, benim kişisel bir şeyim olmak zorunda değil mesela. Bu da insana iletişim için bir geçiş sağlıyor. Bu ne demek, Elmas Deniz elleriyle üretilmiş bir şeyle karşılaşmıyoruz, tanıdığımız bir çatal o, dolayısıyla zihnimiz zaten çatal ve çatala ilişkin bir sürü şey ile dolu olduğu için, bakan insanlarda da başka yerlere gitme potansiyeli artıyor. Yani hazır nesne kullanımı benim için böyle bir yerde.

M.Ü.: Şimdilik rahat bırakıyorum seni o konuda; çünkü aslında o hazır nesne konusunda birazcık daha mütevazı davranıyorsun. Aslında hazır nesnenin birleştirilmesi ve konduğu çerçeve zaten anında “Elmas Deniz’liği” veriyor o işe. Şimdilik bunu düşünelim ikimiz de; ama hazır nesnelik üzerinden hazır görselliğe belki tekrar gidebiliriz. “Siyah Panter”, öyle bir görselliği var, bir de “Arka Plan” işi, herkes bilmiyorum herhalde görmüş olduğunu tahmin ediyorum. İnsanlardan aldığın, arka planda doğanın olduğu fotoğrafların ve renkli, siyah bir odanın en ucunda. Nispeten küçük bir şekilde ekranda durmadan dönmesi ve o çok tanıdığımız hani seyahat fotoğrafları gösterme; ama farklı insanlar, farklı yerler vs ondan belki biraz o buluntu ve bu doğayla ilişki. Aynı zamanda buluntuluk üzerinden birazcık kurcalayabilir miyiz bunu? Çünkü görsellerin hepsi senin değil, başkalarından istedin, bir şey var aslında; hepimizde olduğunu bildiğin görsellerdi bunlar.

E.D.: Evet.


M.Ü.: Çünkü bunlar, bunun bir amacı var bu fotoğrafları çekmenin, hepimiz biliyoruz onu neden çektiğimizi. ‘Buraya gittim’in ötesinde bir şey aslında, birazcık günlük koşullarımızdan çıkmakla ilgili bir şey. Orada bir şekilde bunu tekrar yaratıyorsun; ama kontrol edilmiş bir şekilde yaratıyorsun. Bu kontrollerden ve o seçiminden bahsedebilirsin belki.

E.D.: Doğru aslında; ama biraz şey hani sen mütevazılık dedin de Pelin Tan ilginç bir saptama yaptı, yani bana ilginç geldi belki ilginç değildir de, ben öyle düşünmemiştim çünkü. Uluslararası Asgari Ücret Komisyonu isimli bir video yaptım. Kendi web sitem var orada izlenebiliyor. Bu videoda, bir televizyon programı yaptım ben. Pelin Tan’ın saptaması şuydu, hazır nesne kullanımıyla ilgili konuşurken bana dedi ki, “komple bir televizyon programını bir hazır nesne olarak alıyorum” dedi. Yani zaten televizyon programı diye bir yapı var, sen sadece çatalı kullanmıyorsun ya da nesneyi kullanmıyorsun, mesela olduğu gibi bir televizyon programını nesne gibi kullanıyorsun. Arka Plan işinde de sen görselleri söyleyince, evet onlar facebookta ya da instagramda ya da işte günlük sosyal medyada çok sık karşılaştığımız, kendimizin de yaptığı, çok hayatın içinden bir şey; ama işte aynı zamanda benim söylemek istediğim şeye de, özellikle bu sergiye destek çıkması açısından, neredeyse tam olarak bir durumun altını çiziyorum işte; artık içinde yaşayamadığımız, hepimizin kesin emin olduğu bir doğa var ve ondan çoktan ayrıldığımız, artık onu turist olarak ziyaret ettiğimiz ve bir fon şekline getirdiğimiz gibi bir kaygı hali var. Aslında o işi sadece bir cümle yazar gibi yazdığımı düşünüyorum; ama hazır nesne kullanımında oluştuğunu düşündüğüm durum yine oluyor. Yine insanlar baktıkları zaman işe dahil olabilme noktaları buluyorlar. Kimse ilk defa, böyle tuhaf bir şeyle karşılaşıyormuş gibi yaklaşmıyor. Yani inanılmaz yorum alabiliyorum; çünkü okumayı biliyor herkes. İlgimi çekiyor aslında benim de sizin baktığınızda ne düşündüğünüz, kendi yapmak istediklerimden çok.

M.Ü.: Orada tabii ki bu görselleri okumayı biliyoruz; ama bir koreografin de var. Yani orada onun konulma yeri ve o odanın tecrübesi; çünkü hani bir de belki ister istemez o odada daha önce başka sanatçıların gösterilmiş işlerini de düşünüyorum. O odanın bir ayrılmışlığı var mekanın geri kalan kısmından ve belki abartıyorum, belki fazla


anıtsallaştırıyorum; ama onu arkaya doğru senin gidip böyle ha biliyorum zaten; ama aynı zamanda böyle sonunda bir şey olacak mı diye de aslında baya da vakit geçiriliyor üzerinden; çünkü ne kadar süreceğini tam, aynı fotoğrafı tekrar görene kadar, bütün o doğa fotoğraflarını görme ve senin orada yarattığın bir tecrübe üzerinden ben daha çok okuyorum. Tabii ki o fotoğrafları okumayı biliyoruz, her gün okuyoruz; ama bir taraftan da onları burada görmek bütün sergiyi çerçeveliyor.

E.D.: Ya mesela ben işi yaparken ne düşündüm... Bazı işleri yaparken, şöyle diyeyim aslında, genelde işlerimi üretirken, kendi kafamdakini aktarayım, Bu “bazı”, benim için çok uygun, her bir tekil işi, sergiyi bir bütün olarak düşünmenin dışında, kendi içinde bir bütün olarak da düşünüyorum. O bütünlüğün içinde de genelde ilk önce aklıma bir fikir geliyor, sonra o fikre uygun olabilecek materyal, malzeme neyse... Bu bazen edindiğim eve getirdiğim görseli aylar sonra kullanmak gibi de olabiliyor veya işte sonsuz değişebiliyor. Mesela şöyle bir gelişim izliyor; işi düşünmeye başlıyorum,“arka plan” ismi belki sonradan geldi. Aslında ilk aklıma gelen; bizim doğa önünde fotoğraf çekilme halimiz, süreç böyle gidiyor. Sonra, bu sergiyle bağlantılı biraz daha düşünmeye başladım ve eklemeler geldi. Sonra fotoğrafları topladığımda onları dizerken, bilinçli olarak ekranda kalma sürelerini değiştirdim mesela bir yerinden sonrasını uzattım; çünkü izlerken şöyle bir şey olsun istedim; bunu daha önce görmüştüm; ama?! sanki bu daha, bir tuhaflık yaratıyor. Bir şeyi bir daha görüyorsunuz; ama süresi değişiyor gibi. O da aslında bütün gün gözünün önünden geçen doğa fotoğraflarının ya da doğaya ait görsellerin de başka bir tüketim zincirine girmesiyle alakalı; çünkü ağaç ile tüketime ait konuşuyorum zaten, ama burada başka türlü olsa da yine tüketimle ilgili. Böyle üzerine konuşunca çok beylik gibi oluyor ya, doğadan uzaklaştık işte şehirlerde yaşıyoruz aman allahım, o kadar da değil; ama mesela şu ki ben bu fikrimi başka türlü de ifade edebilirim; ama bunu insanların günlük hayatta kullandıkları aşina oldukları derleme fotoğraflarla yapmak önemliydi. Hemen başa dönüyorum ve diyorum ki o “bazı” benim iş üretimimde önemli. Burada bazı yerlerine çok dikkat gösterdim, bazı yerlerine hiç dikkat göstermedim. Açıkçası mesela işin estetik niteliğine, görüntüsüne değil; ama oradaki sürelere takıldım mesela.


M.Ü.: Tecrübe yarattın orada yani, o anlamda.

E.D.: Bu iki anlamda iyi oluyor; bazı şeyleri çok dikkatli düşünüyorsun, işin içinde onun nasıl ayağa kalkacağını düşünüyorsun, onu kuruyorsun ve tesadüfi bir şeylere yol açıyor bu. O kısım da keyifli kısmı zaten; çünkü insanlar gelip başka şeyler söylüyorlar. Ben de sonradan düşündüğümde, başka bir şeye yol açtığımı görüyorum. Hani ne kadar akıllı bir iş yapmaya kalksan da öyle olmuyor. Zaten de başında şiir var.

M.Ü.: Bence, etrafında dolaşıyoruz; ama ağaca daha dokunmadık. Ona, ağaca dokunmaya başlarken şeyi düşünüyorum, oradaki fotoğraflarda senin hani bir şekilde buluntuluk üzerinden vs oradan belki diğer işlerle buluntuluk üzerinden bağlanıyor; ama burada da serginin hem görsel olarak hem bir sürü açıdan merkezinde olan işte de tamamen Elmas olarak birebir, fiziksel olarak varsın, arzu olarak varsın; arzuladığın bir şeyden bahsediyorsun ve yapmaya çalıştığın bir şeyden bahsediyorsun. Aslında kendi kişisel tarihinle de, şu ana kadar bir şey edinemedim gibi şeyleri de söyleyerek orada bir başka aslında kendini dahil etme durumu var. Tek senin var olduğun işin de, burada bu şekilde olması da bence önemli bir şey. Bundan belki birazcık senin doğayla ilişki kurmanla, doğayla ilişki kurmak aslında doğrusunu söylemek gerekirse onun orada olduğunu biliyorum ama benim için daha ikincil, bir şeyi gidip görüp istemek üzerinden kuruyorum bunu. Belki bu işin üretim sürecinden, seninle ağacın arasındaki ilişkiden...

E.D.: Aslında, bir şeyi görüp istemenin geçirdiği değişimi de içeriyor bu iş ; bu içinde bulunduğumuz ekonomik sistem, seni öyle bir noktaya getiriyor ki artık insan olarak başka türlü bir hayat yaratabilmenin olasılıklarını çürütüyor. Diğer sergiden bahsettin, orada bir üç sene belki oynuyor arada; ama doğanın kendisinin, kendi ürettiği hallerin bir umut verici yapısı vardı benim için. Burada biraz onu terk ettiğimi görüyorum, daha net konuşayım; bir kuş yuvası yapmıştım orada ve işte kuşun materyalleri ayırt edememesi, değer sistemiyle ilgili bir şeydi kafamdaki o. Kuş yuvasının içinde de birtakım işte saat gibi ya da kredi kartı gibi bizim kullandığımız bir şeyler daha vardı. Dallar ile saat arasında ayrım yapamayan bir kuşun zihnine hitaben de işin adı “Kuş Kafası” idi. Yani hakikaten kafası anlamında. Oradaki bakışımda bu işe kıyasla ters bir


taraftan bir şey söylüyordum; ama burada şu oldu, hani tamamen aslında hepimizin birebir bu sistemden dolayı tekrarladığımız bu davranış. “Onu istiyorum”, “almak istiyorum”, o öyle artık verilmiyor sana ve sen onu satın alıyorsun. Sanki mutlu olmak veya hayatta güzel olan her şeyin sahiplikten geçmesi gibi bir yere gidiyor. Ben de aslında orada bu kalıbı oynayarak tekrar ediyorum; çünkü artık ilişki kurma biçimi bu, insanın bakışı bozulmuş olduğu için gibi. Birtakım şeyler de var tabii bireysel, kendim olmasının, benim parayla olan bozuk ilişkimin ya da...

M.Ü.: Ona geleceğiz, senin paranın cebinden düşmesi konusuna...

E.D.: Onlar gibi şeyler de var ama yani özünde, ben buna karşıyım, böyle olmasını istemiyorum; ama bu artık o kadar ütopik ki o yüzden öyle söylemekten vazgeçtim. Yani aslında beğendiğimiz ve hoşumuza giden şeyleri satın almak zorunda olmamızı istemiyorum yani. Bunun insanları esir ettiğini düşünüyorum, bu şahsi fikrim; ama ben orada gidip ağaç satın alınamaz bir şeydir, bunu hepinize söylemek istiyorum diye bağırıp kaçabilirdim, böyle bir video da olabilirdi.

M.Ü: Eğlenceli olurdu.

E.D.: Hatta, söylemek istediğimin aynısını söylerdim; ama burada bir katman daha var, artık iletişim kipimiz bile kilitlenmiş ancak oradan konuşabiliriz, ötekinden konuşamayız, öyle hissettim.

M.Ü.: Ekonomiyle olan ilişkisini anlıyorum, yani o kesinlikle, tabii ki olan bir şey; ama bir taraftan da bütün bu jestin absürtlüğü. Yolda yürüyordum, ağacı gördüm, istedim, dokundum. Hani orada bir inanılmaz fiziksel boyutu da var. Ben belki fiziksel kısmına fazla takılıyorum ama...

E.D.: Yoo, bence bu çok iyi...

M.Ü.: İnanılmaz şey bir şey var orada, bir obje tabii ki değil, yaşayan bir varlık; ama aynı zamanda yerinde duran ve durmasını ümit ettiğimiz bir yaşayan varlık. Ona


gidiyorsun sen, diyorsun ki, tamam sen benimsin, inanılmaz bir içgüdüyle. Sonra ölçüp biçmeye başlıyorsun farklı taraflarından. Orada o fiziksel kurduğun ilişki bence çok önemli o ağaçla olan ve aslında bütün bu, “bu yaşıma kadar bir şey almadım”, ağaçtan başlamak da aslında; çünkü ağaç satın alma fikri zaten o yüzden. O hesaplara ben biraz girmek istiyorum; ağaçla nasıl bir ilişki kurabilirsin ki ağacı almak istiyorsun? Yani ağaçta mı yaşayacaksın, ağacın etrafında mı dolaşacaksın, ağacı alıp kendin başka bir yere mi götüreceksin vs.? Yani yerle olan bir ilişki de var fiziksel olarak. Senin yaşadığın yer değil, orası bahçen değil başka bir şeyin değil. Bilmiyorum ben bunu belki fazla büyütüyorum gözümde; ama fiziksel karşılaşma anını merak ettim.

E.D.: Evet evet aslında, işin üretme süreci derken böyle işin içine katman katman bazı şeyler var, bazı karar anları var. Mesela ben dokunma kısmında daha çok şuna takılmıştım; aslında benim işlerimde de çok fazla cinsellik yok ilginç bir şekilde.

M.Ü.: Onu söylemiyim dedim, erotiz...

E.D.: Evet çok yok yani nedense o gerçek bir özel hayat gibi, kendi özel alanımdaki bir şey nedense yok. Hatta birisi de bana şey demişti, baya yıllar önceydi ama, ben işlerini gördüğümde erkek olduğunu düşündüm dedi. Gerçi artık söylenemiyor, işin içine kendim girdiğimden beri.

M.Ü.: Sen olduğunu mesela orada ne kadar anlıyoruz, aslında başkası olsaydı ne olurdu, onu da sormak istiyorum. Yani orada bir şey de var; o kadar da sanatçı sanatçı olarak orada mısın, o kadar da emin değilim. Birazcık kendini dahil ederek orada bunu yapmışsın ve o parayla ilişkinle vesaire öznelleşiyor; ama o kadar mahrem de bir iş değil aslında. Sanatçı sanatçı, otoportre bir şey de değil bu iş.

E.D.: Yok, değil.

M.Ü.: Yani, yine orada bir Elmas’ın personası farklı bir şekilde var.


E.D.: Zaten çok yakın plandan benim yüzüm, ne hissettim, ne yaşadım falan ya da işte sanatçı olduğumun iyice anlaşıldığı bir video değil; ama öyle de bakılabilir. Ben de hiç tanımadığım birinin bir işine baktığım zaman sanatçı kimmiş diyorum, hmm kendisiymiş diyorum, acaba bunun bu işle ilgili kendisi olmasının bir numarası var mı diye bakıyorum, bazen olmuyor, bazen oluyor. Bazı insanlar öyle okumayı tercih ediyor, bunda bir sorun yok. İşi üretirken o düşündüğüm katmanlar içinde mesela ağaca dokunmanın aslında bana komik gelen, çok buralı bir tarafı var. Kamyon tekerleği demişti bir arkadaşım; ama kim dedi hatırlamıyorum. Hani böyle bir şeyin sağlam olup olmadığını test eden bizim bir geleneksel alma şeklimiz var. Hatta hiç unutmuyorum çocukken öğrenmiştim bu hikayeyi, Japonlar bir televizyon yapıp Türkiye’ye satıyorlar, televizyon çok hafif olduğu için içine sunta konuluyor; çünkü kimse bunu satın almaz bu paraya, bunu kaldırdıklarında ağır bir şey olsun deyip içine sunta ekliyorlar Türkiye’deki fabrikada. Biraz böyle bir satın alma alışveriş yapma geleneği kafamda, ilkel bir yerde şey düşünüyorum, nasıl satın alınır, bakılır; o zaman ben de satın almanın bu bilinen jestlerini videoya eklemek istedim. Dolayısıyla ağaca hafifçe vuruyorum mesela.

M.Ü.: Keşke onu hesaplara ekleseydin, televizyon suntası üzerinden ağacın değeri...

E.D.: Sonra mesela sen o dokunmayı başka türlü, hani almak istediğin şeye dokunmak olarak yorumluyorsun, açık zaten o da benim istediğim bir şeydi. Sonra ne var orada...

M.Ü.: Tavaf, yani etrafında dolaşıyorsun.

E.D.: Etrafında dönüyorum, bir yerde kendim şunu diyorum; “Bu yaşa geldik, bir şey alamadık.”, aslında orada ilk defa ağaç, doğa ve her şeyden çıkıp, toplumun büyük bir kısmının üzerindeki baskıdan gizlice bahsediyorum. Benim yanımda şöyle konuşmalar oluyor, bu uluslararası da aynı zamanda; işte biraz toparlarsam, onu da eklersem şuradan bir tane ev alacağım, işte şunu ayarlayabilirsem arabayı bir model atlatacağım. Bunların hiçbirini yapmadığında toplum dışısın, yani aslında paraları düşürmek orada çok beklenmedik bir şey değil. Dolayısıyla ekonominin dışında bir varlık gösterebilmek mümkün değil ile ilgili konuştuğumu düşünürsek, orada da


aslında iç ses hem benden bahsediyor, hakikaten benim işte bir tane tablet, bir bilgisayar, birkaç kıyafetten başka üzerime mal yok zaten. Para da gelip beni hayatta tutacak kadar gelip-giden, o da çok dengesiz. Dolayısıyla buradaki doğruluk, hakikaten de bu insanın hiçbir şeyi yok deyip dememek de çok önemli değil, işi kurup ben çekildiğimde orada bir videoyla karşılaşıyorsun.

M.Ü.: Ama asla zavallı değilsin videoda; çünkü birincisi cebinde bir tomar parayla dolaşan birisin, orada hafif bir karşılaşma anı da var, o niyetle gitmişsin oraya. Bütün vücut dilinde ve bütün olan olayda sen gayet işte dokunman, etrafını dönmen, bilinçli bir alıcısın, yani bu ilk aldığın şey değil hissini veriyorsun bir kere. Sanki sen her gün bir yerlere gidip böyle bir şeyleri, karpuzları mı artık dersin, bir şeyleri almak senin hayatının bir parçası ve sen gayet cebindeki paranla oraya gitmişsin ve bunu gözlemliyorsun, bakıyorsun, almaya değer mi, değmez mi diye oturup hesap yapıyorsun.

E.D.: Evet.

M.Ü.: O bakımdan da Amerikan kültüründeki anında tüketici değilsin mesela; gittim, gördüm, aldım...

E.D.: Yok değil işte, çok yerel taraflar var dediğim oydu.

M.Ü.: Bir sürü farklı hesap yapıyorsun, belki o hesapların bazıları daha absürt, o hesapların iki tanesine biraz daha girebiliriz. Çünkü bazıları çok absürt, ağacın yok olması üzerinden, bazıları başka şeyler üzerinden, bu ağaçla ciddi bir ilişki kuruyorsun. Herhangi bir tüketici olarak ilişki kurmuyorsun ve o da senin aslında o mahremini afişe eden tarafınla da ilişkilendiriyorum ben. Yani Elmas’ın kafası işte böyle ağaca baktığında işliyor. Hem çok ciddi bir şekilde işliyor; ama aynı zamanda da hepimiz farkındayız ki burada çok absürt bir jest var. Bütün o aslında onu ciddiye alman üzerinden bir şeyleri kurguluyorsun.

E.D.: Onu parayı düşürmeye bağlıyor musun sen kafanda?


M.Ü.: Ben parayı düşürmeye nedense şey olarak bakıyorum, espri kısmı işin. Hani Elmas parayı tutunamaz üzerinden. Yani onda benim için şey var, yani dikkat etmemene şaşırıyorum; ama ondan sonra da o benim aslında bütün okumamı, demek ki bu bir espriymiş ya da burada bir absürtlük vara, oradan varıyorum belki de. Birkaç kere seyrettiğim için bir de şimdi, onsuz düşünemiyorum zaten. Hani gerçekten alıcı niyeti olan bir adam cebinden parayı düşürmez. Demek ki zaten alamayacağını...

E.D.: Aslında o şeye bağlanıyor, işte az önce dedim ya ben çok ütopik buluyorum durduğum yeri; ama yaptığım şeyi o ütopik yerden söylemiyorum, tam tersi yerden söylüyorum. Dolayısıyla, “alacağım” diye yola çıkıyorum senin dediğin gibi, cabbar bir alıcı olarak ağacın etrafında dolaşıyorum, sonra gerçekten derdimi söylüyorum; ve sonunda parayı düşürüyorum; çünkü asıl durduğum yer, hakikaten o. Yani aslında net olarak, “almak istemiyorum, alınabilmesini istemiyorum”.

K.E.: Ben de yani bu işi gördüğüm zaman, o hesaplamaları alıcı gibi yapmıyor gibi geldi bana. Elmas, ağaç olmak istiyor gibi geliyor bana. Elmas ve ağaç arasında bir ilişki var orada hani satın almanın imkansızlığı ve satın almamak istemesi üzerine bir plan yaptığı. Ben tabii hiç bu işi görünce şey gibi görmedim, alıcı gibi elinde para var, tam tersi zamansız bir video, orada böyle çok heykel gibi tanrısal bir şey bakımına, zaten tapılan bir ağaç gibi bir şeyi var. Öyle bir coğrafya zaten, İskandinavya deyince aklımıza hemen o geliyor, doğaya tapan insanların bulunduğu bir yer yani ağaca tapan. Birkaç kez gidip sonra elinde parayla geliyor gibi mesela ben anladım; çünkü o video çok güzel kesilmiş o konuda. Geliyor, sürekli geliyor ve bir şüphesi var yani ne yaptım ben, yani hiç planlı programlı bir alıcı gibi görmüyorum ben. O ağacı savunmaya çalışıyor gibi geldi bana Elmas.

E.D.: Benim daha önce de şey izlenimi var, insanlarda şey de oluyor, sen hesaplar tabii bir şeyler yapıyorsun, herkesin. Özellikle ekonomiyle ilgili iş yaptığımda izleyen kişinin ekonomik statüsü ve bakışı, işi nasıl okuyacağına o kadar etki ediyor ki. Yani bazen insanların sanatla kurduğu kendi bağları.


K.E.: Yani sanatçının biyografisini bilen insan işini öyle okuyor.

E.D.: Yok hayır şu anlamında söylüyorum yani, değişik değişik açılardan bakmak da aynı zamanda değişik yaklaşımlarla bakmak. Şöyle bir yorum geldi mesela; paraların düşürülmesi çok komik, aşırı komik, ben şunu düşünmüştüm, duygusal olarak yaklaştığın bir yer vardır ya komedi filmlerinde, ilginç bir şey vardır, ortamda kendini rezil edenin, bunu başarmasının üzerine ona duyduğun garip bir sempati vardır ya, böyle o düşer; ama rezil olmaz. Sen de şey dedin o gider; ama ben de sanatçı için böyle bir pozisyonu düşünüyorum, istediğin her şeyi kamusal alana taşıyabilirsin, bu çok kişisel de olabilir ve ilk defa kimsenin dışarıyla paylaşmadığı bir fikri de taşıyabilirsin. Sanatın böyle bir olanaklılığı olduğunu düşünüyorum. Aslında zaman zaman bazı işlerimde, bunu değerlendirmek, kullanmak istiyorum. Bunu yaparken de mesela yoksullukla ilgili iş yapıp bundan zerre kadar ağlamamak ya da işte hakikaten dirençli durduğum yerler de var. Neyse çok dağıldı.

M.Ü.: Bir şeyi göstermek aslında bir de üzerinden, onu yorumlamadan göstermek. Buraya gelmeden önce ne yazık ki Tracey Emin’den bahsediyorduk, Tracey Emin’in mahremini çok göstermesi ve onun o tamamen duygusallık üzerine oynaması. İşte bu adamla bunu yaptım, onu yaptım, çok ağladım vs üzerinden. Elmas da tam tersi, icra kağıtlarını koyup üzerine çizgi çektiğinde de aslında bu tamamen bir şeyi düşündüren görsel bir objeye dönüşüyor ve orada tamamen sentimental Elmas değil işte o dirençli Elmas duruyor. İşte o hesaplarda da ben onun için belki bilinçli alıcı atfında bulunuyorum. Yani o hani gerek sanatçı olarak gerek şey olarak ne yaptığının gayet bilincinde ve “benim hiçbir şeyim yok, o yüzden çok kötü durumdayım” a çıkmıyor bu video.

E.D.: Aynen öyle, aynen öyle. Oturup böyle mahvolan biri çıkmıyor. Onu demek istemiştim ben de.

M.Ü.: Aynı şeyi söylüyorum.


Köken Ergun: Ben de sanatçının biyografisini hiç düşünmeden bu sergiye, sanatçının çok yakın arkadaşı olarak öyle düşündüm, Elmas Deniz herhangi biri olabilir. Bir söylem var burada, zamanlamayı merak ediyorum. Yani başımızdan Gezi geçti son zamanlarda. Sen bir refah ülkesine gittin, şu anda tökezleyen bir refah ülkesine gittin. Ama çevre konusunda son derece, ağaçlara isim bile takılan hatta bazen bence ağaçlara çok canice, ağaçların koruyanları vardır mesela, çiviyle çakan ülkelerden biriymiş mesela “Elmas Deniz bu ağacı korudu” gibilerden. Yani bu sergiden bağımsız olarak onu sormak istedim. Zamanlama senin için önemli miydi, neden bu ağaç şu anda çıktı hayatımıza ve bu serginin en orta yerine? Bu sergi; bu ağacın sergisi aslında.

E.D.: Şunu düşündüm, sanatçı olmasam ya da bu işlerin içine hiç bulaşmamış olsam şimdiki zaman hakkında konuşmak dışında bir fikrim olmazdı. Sonradan böyle bana sorulunca bu, ne, ne zaman oldu ilk, ne, ne zaman aklıma geldi diye sormam gerekiyor. Gezi gibi acayip bir deneyimin üzerine hiç alakası yok, mümkün değil diyemem tabi. Artık tam burada depresyondan ölmek üzereyken, çok büyük olaylar olmuştu, her şey bitmişti, bütün gün internet başında ne oluyor diye takip eden, delirmiş haldeyken; biraz gidip orada üretebilmeye başlayabildim. Gezi’den sonra ürettiğim ilk işler bu sergidekiler. Herhalde ben iş filan üretemem, hiçbir şey yapamam zannetmiştim. Biraz Stockholm’e gidip orada 3 ay kalmak beni biraz rahatlattı, çalışabilir hale geldim. Oraya Gezi öncesinde doğanın ticarileşmesiyle ilgili çalışacağımı belirtmiştim ben, zaten bu kuş yuvasından sonra şeyi düşünmeye başladım; bu doğa - ekonomi ilişkisinin aslında benim düşündüğümden çok daha korkunç noktalara geldiğini. Tüketim kültürünün artık hepimizi çok fena eline aldığını ve artık başka olasılıkların çok kısıtlı kaldığını düşündüğüm bir anda; ama geziden sonra işler çıktı. Her zaman bir şey ufukta var, öyle bir zamandaydı, birebir işlerin Gezi ile alakasını düşünmedim; ama çok etkisi var tabii ki. Daha önce de bir iki işim var benim, TOKİ işimin, Almanya’da bir gösterimi sırasında, yanına “TOKİ ve Ağaç” diye bir video yaptım ben. “TOKİ ve Mutluluk” videosu bir yerde dönerken karşıda çok kısa bir çekim vardı, o da iki tane çocuk ağaca çıkıyorlar. Onu daha önce kendim çekmiştim, kendim ağaca çıkmak istemiştim. Burada Maçka Parkı’nda bir ağaca çıktım. Ben bütün çocukluğumu ağaç tepelerinde geçirdiğim için büyüdüğümü


ve hantallaştığımı fark etmemişim. Bir izledim kendi görüntümü, ağaca bir kadın çıkıyor. Yani arada kadın olduğumu fark etmemişim.

M.Ü.: Olmuş öyle.

E.D.: Ben ağaca çocukken çok çıkıyordum, aynı çıkarım, çok güzel olacak bu video deyip heyecanlandım, sonra bir çıktım baya böyle bir kadın ağaca çıkıyor. Yani işte sanat yapmanın olayı o, kafa burada da görüntü başka bir şey söylüyor.

M.Ü.: Ağaçla erotizm orada başladı yani.

E.D.: Yok işte onu istemedim. Şöyle bir şey oldu, sonra Marsilya’da bir sanatçı misafir programındayken oraya oyuncu çocuklar geldi, 16 yaşlarında bir grup dansçılar. Şu ağaca benim için çıkar mısınız ben bir kısa video yapacağım dedim, çıktılar. Bir o ağaç vardı, bir de İzmir’de bir mesire yerine gittim epey önce, orası Osmanlı’dan kalma bir yermiş, unutulmuş, ben Türkiye’de böyle büyük ağaçlar hiç görmemiştim öyle etkileyici. Baya kısa, koca gövdeli elf ağaçları gibi bir şeydi. Bu da birkaç yıl önceydi belki bir buçuk yıl oldu. Bir şey yapacağım ağaçla hali hep vardı yani, ama “ne” yapacağım yoktu.

K.E.: Yani benim aklıma bu sergiyi görünce, ahlak ya da etik geldi. Benim aklıma piyasa ve ekonomi ve hesaplamalar gelmedi. Bu ve şuradaki yazı, “Para yoksa su yok”, bizim ülkemizde de son zamanlarda çok şikayet ettiğimiz ahlaksızlık, işte ahlak bozuldu, onun üstüne Gezi gibi bir şey çıktı. Orada aslında mesela Ayşe Çavdar onu söyledi yaptığı bir konuşmada; yeni bir ahlak mı doğuyor diye söyledi. Burada neydi onun söylemek istediği, yani İslamcı kesimler ... olarak söylüyor, ahlak olduğunu düşündüğünüz bir partinin başında bulunduğu bir hükümet, aslında şu an en büyük ahlaksızlığı yapıyor. Toplumun altındaki gruplar, bunlar ahlaksız aslında evde playstation oynuyorlar ya da aslında kızlı erkekli takılıyorlar gibilerden abartılı olarak gösterildiğinde son derece bir doğa ahlakı, bir yeşil ahlakı, bir etik diyelim ahlak demeyelim.


E.D.: Ama ben öyle okumam onu.

K.E.: Ben de burada hani acaba senin serginin belki ben çok taktığım için, burada böyle yeni bir dünya görüşü ve yeni bir ahlak üzerine sen zaten düşündün; ama bunu ortaya çıkarmanın o kavramsallığı üzerine düşündüm. Hiç bu sergiyi gördüğümde, düz olarak, matematiksel olarak finansal olarak okumadım yani onu demek istiyorum, benim görüşüm öyle oldu bu sergiyle ilgili.

M.Ü.: Bence o “para yoksa su yok”, sanki bunun altını oyuyormuş gibi geliyor iyi anlamda benim için. Çünkü “para yoksa su yok” çok sert bir laf aslında; ahlaki olarak da her açıdan da ve tokat gibi bir etkisi var. O negatiften yazılma biçimi de hani “beni yıka” arabaya yazar gibi “para yoksa su yok” u yazmış; ama aynı zamanda boyayla yazmış, tabii ki bir kalıcılığı var. Buradaki o böyle daha, işte ağaçla ilişki kuran, onu arzulayan kadınla, orada “para yoksa su yok” diye yüzleştiren arasında, o ikisinin böyle bir gerginlikleri var.

E.D.: Bazen iki kişi arasında olan bir yazışmayı kalabalıkta okuyup incelemek biraz değiştiriyor algıları. Açıklık şahane zaten, ben hesaplamadığım şeylerin olmasına bayılıyorum. Önceden bunu kötü algıladığımı hatırlıyorum; ama şu an en bayıldığım şey o. O yüzden de mesela “para yoksa su yok” çok net, çok sert, oradaki iki cümle çok açık anlamı da açık ama sergideki bulunuşu ve insanların yaklaşımı dolayısıyla istediğin yere gider. Benim de şahsi olarak başka düşündüğüm şeyler var onu çıkarmakta. Benim de aklıma o geldi. Dümdüz bir metni bile birbirimizden farklı algıladığımız için, dolayısıyla bu da bir güzellik. Ben “para yoksa su yok” , su bir zaman ticari değildi. Böyle yaşlı ve büyük ağaçları satın almanın daha henüz ticarileşmemiş bir şey olduğunu düşünüyorum. Biraz oradan yola çıktım, aslında diğer sergiye de bağlanıyor “para yoksa su yok”; çünkü gerçekten de şehirde eğer hiç paran yoksa, şu an deneyebiliriz istediğinizle, bir apartmanın içinde, bütün paranızı, kredi kartınızı bırakıp oturduğunuzda; eğer yeterli sosyal ilişkileriniz yoksa; arayacak birisi, çağıracak birisi. Bunu yıllar içinde kaybetmişseniz yapacağınız tek şey kaynatıp musluk suyu içmek. Çünkü, yaşamsal olarak, bizim insan olarak ihtiyacımız olan


oksijen, su ve bunların sahipli olması. Etik önermesi varsa sergimde,bu noktada var. Aslında en dipte zen budist veya, anarşist bir hal de var mülkiyete bakışta yani.

Özge Ersoy: Sahip olmak denince aklıma gelen şey şu, içerde bulunan fotoğraflara baktığımız zaman, Merve senin dediğin gibi, aslında “ben buraya gittim” demenin ötesinde bir sahip olma duygusu var diye düşünüyorum. Şu şekilde açıklayacağım, ben oraya gittim bunun anekdotunu anlattım, hikayesini anlattım. Aklıma ilk gelen şey, Marsilya’da yaşayan koleksiyoner bir çift, performans sanatı örnekleri topluyorlar ve sorduğum zaman sizin elinizde obje yok, siz neye sahipsiniz ve elinizde ne var diye sorduğumda dedikleri şey şu; “ben işin fikrini yayabildiğim sürece ve anekdotunu, hikayesini anlattığım sürece sahibiyim”, aidiyet değil de sahip olma duygusunu çok daha farklı tarif ediyorlar. Burada da mesela aidiyet ve sahip olma açısından şeyi söylüyorsun, kraliyet ailesine mi ait ağaç?

E.D.: Evet evet.

Ö.E.: Yani o var, o bir tarafında; ama kamusallaştırarak senin burada sergilemen mümkün, ikincisi; değerlendirme kısmın, değerlendirmenin ekonomik tarafından olması bu kadar belki para ilişkisi üzerine düşünmemizi sağlıyor.

E.D.: Aslında şey de var, son dediğini düşündüm...

Ö.E.: Köken senin söylediğin şey, bence bu para, ekonomi ilişkisinden ziyade serginin söylemek istediği fikrin farkı, hem değer sistemi olarak hem de bir şeye sahip olmanın farklı yönleri olarak düşünüyorum ki su işini de ben bunun üzerinden değerlendirmiştim.

M.Ü.: O su işine ben de şu bakımından takılıyorum, onun görselleştirilme biçimi aslında onu sakinleştiriyor; çünkü o kalın punto harflerle tak diye duvara koysan yani hani duvarın beyaz olması, grinin üzerinden olması vs çok sert bir şey söylüyorsun; ama yumuşak söylüyorsun aynı zamanda.


E.D.: Aslında onu karar verirken sergideki eğer dikkat ederseniz sadece renk bu videoda ve diğerinde var. Çok büyük parlak bir pembemiz yok bu sergide, o öyle bir yerde, öyle bir sertlik istemediğim için...

M.Ü.: Pardon sen kadınlık, kadın olduğumu keşfettim dediğin için şu an böyle okuyorum.

E.D.: Aslında orada kadınlık değil mesele, çocukluk mesele, cinsellik de o yüzden yok zaten. Ben o dediğim ütopik yerin ekonominin çok önemli olmadığı bir insan türü varsa o da çocuklar yani. O da bir yaşa kadar devam edebilen bir şey. Belki de şey yani nasıl söyleyeyim, böyle söyleyince çok beylik oluyormuş, insan içinden söyleyince, yani çocuklukla ilgili bir şey söyledim diye dedim. Evet bu çocuk aklı yani yapacak bir şey yok.

Ö.E.: Ekonomiden kastın alışveriş mi?

E.D.: Aslında ekonomi derken, hakikaten daha doğru bir şekilde ifade edebilirim aslında Ekonomi yanlış; çünkü bir döngüden bu anlamda bir sistemden bahsetmiyorum. Ekonomi dediğimde aslında; neoliberal kapitalist sistemin dünyadaki şu anki versiyonunun tüketim kültürü yaratması ve bu tüketim kültürünün bizi mahvedişiyle ilgili durumları toptan kastediyorum. Ben bu saptamaya nereden varıyorum, ben de içimde yaşayan birisiyim; ama, algılayamadığım bir mantık bu, insan olarak da - çocuk dediğim yer orası - bunu algılayamadığım bir şey oluyor. Bir tür vahşilik gibi...O yüzden ekonomi belki, sergideki hesaplar da o yüzden bir yere varmayacak, hesaba inançsızlık da var orada aslında mesela.

K.E.: O hesaplar çocuk hesabı aslında, ortaokul defteri gibi. Sen dedin ya çocuk aslında satın almak istiyor; ama onu yemek istiyor, kullanmak istiyor; fakat yetişkin onu satın alıp bir değeri olduğu için etrafına yayıyor, ben böyle bir şey satın aldım bak diyorsun mesela ya da işte o selfieler var ya doğayı kullanıyor; ama çocuk başka şekilde bakıyor, bence Elmas’ın demek istediği o. Daha değişik bir bilinçle bakıyor,


sürekli çikolata istiyor; ama ortaya çıkıyor ki çocukların sürekli çikolata isteme nedenleri, enerji ihtiyaçları var.

E.D.: Aslında bak ilginç, ben bir şey keşfettim şimdi, ikide bir de olayı mutluluğa getirdiğim için işlerimde böyle sürekli pörtleyen bir tema o. Hep mutlu olmak için değil ama yani, başka bir olasılığı göstermek için... Aslında galiba çok içten içten şunu düşünüyorum, insanların mutlu olmasını isteyip bunun nasıl olabileceğine bakıp; neden mutlu olmak için bunların gerektiğini sorup vardığım yer gibi. Bir şeyi satın almakla mutlu olunmadığı biçim. Bir de sonra şunu sormaya başlıyorum; nasıl yapabilirim? Bir şeyin fiyatı nasıl belirleniyor soruyorsun. Sonra o kadar uyduruk belirleniyor ki; ama o uyduruk şeyde o kadar toplumsal bir konsensüs var ki; buna da ekonomik sistem diyoruz ve para da o yüzden bizim icat edip sonra esiri olduğumuz bir araç özünde. Sonra da işte vahşi yani yaşamsal olarak bizim için çok daha önemli olabilecek doğadan daha öncelikli bir hale geliyor o araç; kültür üretme açısından.

İzleyici: Ben konuyu değiştirmek açısından başka bir konudan sorayım, Bu sergideki işlerin boyutları arasındaki ilişkide özellikle nasıl bir mekânsal kaygı güdüldü? Bu şu açıdan önemli, ağaç üzerinden yola çıktığın kayıtlarda, yazılarda ve desenlerde herhangi bir mekânsallıktan kaçınmıştın orada daha dekupe edilmiş notlar var. Oysa burada bence Köken’in dediği gibi çok monumental ve mekânsal bir motif olarak ağaç bir mekansallık kazanıyor. Diğer odada çok büyük bir odada küçük bir ekran var. Mekanı nasıl kullanıyorsun yani nasıl bir mekânsal bir ayrım var?

E.D.: Aslında şey yapıyorum, mesela şöyle söyleyeyim; birincisi kendi işimi üretirken özellikle sergi olarak bir sergiyi düşündüğümde zaten bir kere işlerin birbiriyle olan ilişkilerini hem görsel olarak ki ben buna estetik demekten kaçınmıyorum; çünkü ben estetiği hiçbir zaman hiçbir işimden çıkarmadım. Aynı zamanda kavramsal yönünü de hiç çıkarmadım. Bu ikisi benim için neredeyse birebir bütünler; ama bazı işlerde daha yoğunluklu bir taraf oluyor, diğerinde daha az yoğunluklu bir taraf oluyor. Aynı şekilde mesela bir şeyi hem bütün olarak düşünüyorum, sonra parçalayıp kendi içinde bir daha düşünüyorum. Sonra tekrar yer değiştirip bakıyorum, dolayısıyla mesela burada büyük renkli bir videonun olması; ama ışıklı olan bu salondaki tek şeyin bu


olması; ama aynı zamanda orada küçük bir ışık olması onun yuvarlak olması gibi bir şeylere de evet dikkat ediyorum. Yani asla yan yana getirmeyeceğim haller oluyor ya da şöyle bunun yanı sıra kavramsal çiftler de olabiliyor. Yani mesela burada videoda elimde para dönüyor ve orada siz saklanmış paralı çerçeveler görüyorsunuz, burada düşen para var, diğer işte saklanan para var gibi. Ya da direkt ağaçla bağlantılayabileceğim bir su var sonra birden bire bütün her şeyi bağlayabileceğim bir panter ve orada doğa önünde çekilmiş görüntüler var. Bazıları görünür görünmezlik üzerine işlerin, göstermek, saklamak var. Mesela şu çizim tek başına buradaki en soyut iş belki de yani hiçbir iş olmasa burada, tek başına ona baksanız, çok soyutlanmış bir çizim var orada; ama aynı sergide çok sert bir yazı da var. Sert dediğim; hiçbir soyutlama olmayan, direkt ne ifade edeceğini söyleyen bir şey var. Tamamen nasıl düşündüğümü, nasıl çalıştığımı anlatıyorum. Mesela video kendi içinde ayrı zamanı olan bir dünya olduğu için başka kararlar da dahil oluyor onlara, bu anlattıklarımın dışında. O zaman şu oluyor, videoyu koyarken boyuta diğer işlerle göreceli karar vermek gerekiyor...

İzleyici: Mesela niye daha büyük olmadı hiç düşündün mü?

E.D.: Daha büyük, denedik denedik. Şöyle bir sorun oluyor; aslında videoda çok belirgin olmasa da sıralı bir anlatı var, çok kısa 4 dakika; ama başlayan ve sonu olan bir video. Hikayeye kapılmanı engelleyen bir şey oluyor çok büyüklük, o zaman diyorsun ki; görüntüsü için konmuş bir şey. Bakmasan da olur hissi veriyor. Tek ben de düşünmedim hem, sergiyi kurarken burada Azra olsun ya da herkes aynı fikirde oldu açıkçası.

M.Ü.: Arkaya gitmeni gerektirmeyen tam izlenen bir oranı var; ama neden ben de çok ifade edemiyorum.

E.D.: Çok büyük olması gerektiği fikrini çok sevdim fikir olarak; ama işte sonra o bir dert oldu. Bu sergide mesela ağaçla ilgili bir fikir daha vardı aklımda, onu çıkardım o işleri gelirken Stockholm’de yapıp düşündüğüm şeylerdi. Mesela ağacın tek olması burada çok önemli; çünkü bir şeyi ikileyip üçlediğin zaman anlamı değişiyor. Arka


planda görünmez kararlar da var, sonra tesadüfler var; mesela o küçük odadaki videonun küçük olması aslında buradaki uygun materyal buydu onu nasıl düzenleyelim gibi bazen hiç beklenmedik yerden son halini aldı; ama her zaman limitin var; ne istemediğini hep biliyorsun.

İzleyici: Bu ağacı gördükten sonra mı bu fikirler oluştu; yoksa fikirden sonra mı ağacı buldun?

E.D.: “Ben ağaçla bir şey yapacağım” fikri vardı, bu cümle olarak aklımın bir köşesinde vardı. Aslında belki de her şey Gezi’den de önce bizim evin yanında bir ağacı kepçeyle indirdiler. Ben Gezi’de ağaçların yıkıldığını gözümle görmedim de videoyu görüp insanlar için gittim; ama onu kendi gözümle gördüm. Ondan dolayı da bir şey yapmak istemiştim, oradan aklıma geldi. Kepçe, inşaat için ağacı kesti.

Evet, sonra da ağacı aradım orada.

İzleyici: Hüzünlü duygular uyandırdığını görüyorsun o ağacın sanki...

E.D.: Aslında 2 tane seçeneğim vardı, ben anıt ağaçlar aradım; çünkü bu ağaçlar bütün İsveç’te beş tane var. Türkiye’de de var, dünyanın her yerinde böyle bir portal yapmışlar anıt ağaçlar için. Oradaki bana en yakın olan burada bir üç saatlik ulaşımdaydı, videodakı ağaca yakın bir tane daha var, ona 70’lerde yıldırım düşmüş, ağaç biraz gitmiş.

M.Ü.: Değeri mi düşmüş?

E.D.: Yani tacı kalmamış. Ama buna geldiğimde, uzaktan inanılmaz etkileyici geldi ağaç. Hani böyle karar veriyorsun, bu diyorsun. Yoksa bir daha seyahat edecektim ötekine. Bir de deneyimlediniz mi bilmiyorum; ama böyle bir ağacın altında durmayı ya da dokunmayı? Yani ne kadardı o, 15 metre, metresini bırak etrafında dolaşmak gerçekten bir dakikanı alıyor ve ben korktum ağaçtan. Verdiği his korkuydu yani; çünkü diğer ağaçlara göre daha farklı, şeyi anladım; niye insanlar hep böyle orman


cini, çam cini, elfler, bütün kültürlerde var, niye bu var diye; çünkü sanki diğer ağaçların ruhu yokmuş, bunun varmış gibi görünüyor. Zaten o yüzden de bunları koruyoruz, küçük olanlarını umursamadan kesiyoruz, önemli değil çünkü, belki de öyle yani.

İzleyici: Aslında görsel yandan, görsel açıdan sahipleniyorsun kötü bir anlamda değil.. onun içine dahil etmek de bir tür sahiplenmek, aslında amacına ulaşmış oluyorsun.

E.D.: Evet; ama işte boğaz manzarası gördüğümde, oh benim oldu, benim deyip ayak uzatıp içeceğini yudumlamıyor insanlar. O yalı nasıl alınacak, o keyfe başka bir engel giriyor. İnsanların mutlu olması için gerekmeyen bazı gereksiz şeyler de ekleniyor hayatlarına bu sistemle. Hepsi bununla alakalı.

M.Ü.: Böyle bir ağaçta bir de tanık olduğun süreç de var. Hani yıl olarak, bizden uzun yaşamış bir şeye sahip olma ve hala yaşıyor olma durumu da belki, bilmiyorum. 600 yıllık ağaç dediğinde, böyle bir o ağacın etrafında neler oldu düşüncesi...

E.D.: 570 yaşında olduğu düşünülüyor ağacın, ben de baktım neler olmuş işte 1400’lü yıllarda diye. İnsanın doğayla ilişkisi hiç şu anki gibi değil. Şimdinin görsel rejiminden Sosyal medya fotoğraflarını koyduğum zaman, ağacın ekildiği tarihteki illüstrasyonlara baktığımda, 1400’lerin illüstrasyonlarındaki doğa insan ilişkisini kıyasladığımızda biz hiçiz yani. Satın almak falan değil bahsettiğim; ağaç, panter bizi öldürebilir diye bakıyoruz üstün değiliz. Hani yüzyılda böyle değiştiysek, başka türlü de değişebiliriz diye düşünüyorum.

Acaba böyle bir beklenti içinde olduğunuz bir şey var mıydı bahsetmediğimiz? Merak ettim açıkçası.

M.Ü.: Beklentileri karşılamışsın Elmas.


İzleyici: Yanlış anlaşılma endişesinin avantajları, biraz daha açabilirsin orayı, iş yaparken. Yanlış anlaşılmanın avantajları üzerine konuşabiliriz belki. Vermek istediğin mesajın yanlış anlaşılması...

M.Ü.: Ben haddime düşebilirse şeyi söylemek istiyorum, o tahakkümsüzlük var bence Elmas’ın işlerinde genel olarak. Gelmeden önce şeyi konuşuyorduk, imza Elmas ... nedir? Elmas’ın ben şu ana kadar üç tane metin işini gördüm, bir bu var, bir “Normal” var zımpara kağıdından yapılmış normal yazıyor, bir de “18 yaşından küçük gelir getiren çalışmayan kız çocuğu”. Oto portre ve üçü de mesela metinle çalışan işler; ama 3’ü birbirinden çok farklı malzemelerle...

E.D.: Bir de “fakirlik korkusu” var...

M.Ü.: “fakirlik korkusu” da var. “Sümerbank”’ı belki; ama onu sayamazsın. Orada bir şey var, 3 tane 4 tane iş var ve hepsi 2-3 sene içinde üretilmiş; ama hepsi metinde çok farklı şekillerde ve çok farklı malzemelerle çalışıyor. Birincisi hakikaten o imzasızlık üzerinden bir imza ve işin gerektirdiği sen ilk başta söyledin. İşin gerektiği malzemenin, işin sahiplenmesine izin vermek...

E.D.: Evet o şeyi söylüyordum, biçim içerik ilişkisinde, yani hem aslında işi düşünürken değiştirdiğim birtakım çiftler var kafamda. Döndüre döndüre çok boyutlu bir şey gibi, bir küp gibi diyeyim. Onun bir tanesi işte estetik özellikleriyle kavramsal olarak ne dediği olabilir. Bir tanesi de mesela söyleme şeklimin, ne söylediğime etkisini değerlendirmek veya bunu hiç değerlendirmemek. Ama bu kararı bir kez verip ona göre bakmadan devam ediyorum. Şey gibi düşün; bugün ev temizleyeceğim; ama bu dolabı hiç silmeyeceğim deyip bütün evi temizleyebilirsin gibi. Orada ne oluyor; bu ev temiz mi dediğinde evet diyorsun. Hala bir şey var; ama bu kararlarının neyin, ne kadar, neresinde verdiğinle, iş bir şeye dönüşüyor. Çünkü her şey tekrar tekrar bambaşka şekilde yapılabilir. Kendin bile aynı işi 3 defa yapmaya kalk, bir sürü versiyon çıkar. Dolayısıyla, sadece bir seviye var aklımda, yanlış yere düşmemesine bakıyorum galiba. Tehlikeli, onda göremediğin olabilir, bir iş yaparsın


bir gün ve hiç düşünmediğin bir şeyi söyleyip kötü duruma da düşebilirsin, mümkün; ama genelde olumlu işliyor diye düşünüyorum açıkçası, bilmiyorum. Bir şey ifade etti mi?

M.Ü.: Kim kafa sallıyorsa ona etmiştir...

E.D.: Onay bekliyorum işte... Yok benim kafamda sanırım bunlar çok net yerleşmiş. Örnek verelim daha temiz olsun, mesela “normal” yazısını ben zımpara kağıdıyla yazdım ve o da bir yazı iş. Ama mesela buradaki işte öyle bir materyalin işin içeriğine ilişkisi yok. Biraz onu demek istedin sanırım; çünkü “normal” de denilmek istenen, yani “normal”in oluşması için bir sürü törpülenmek gerekiyor gibi bir fikirden çıktığı için, o mesela malzeme içerikle çok bağlantılı. Malzemeyle içerik çok yapışık orada.

M.Ü.: Ben şeyi diyordum Elmas’la gelirken, birden fazla neon iş yaptığın anda “neoncu” olma hali, kendime de burada şey yapıyorum, onun kararı nedir, yine gri boyayla, Elmas ikinci üçüncü işi yaptığı anda gri boyacı Elmas, o ister istemez olan bir şey. Özellikle bu, buluntu obje ya da metin işlerinde çok tehlikeli bir şey. Elmas o yüzden durmadan, tabii ki işlerin kavramlarından ve bazı şeylerden Elmas işi olduğunu anlıyoruz; ama bir taraftan da durmadan yeni ve garip şeyler olma hali var yani. Garip, iyi anlamıyla.

E.D: Aslında ben 2000 herhalde, 2000’den beri bilfiil bir şeyler yapıyorum; ama hiç böyle işte bir 2006 gibi galiba böyle solo proje yaptım İstanbul’da. Onun dışında hep grup sergilere katıldım ve hep tekil işlerle katıldım. Dolayısıyla bir anlatı kurmadı. Her bir sergide de düşünün bir işimi gösteriyorum. “Siyah panteri görebilmek” i bir sergide görüyorsun, sonra iki ay sonra başka bir grup sergide kurşunkalem çizimleri görüyorsun, başka bir sergide videomu görüyorsun. Ve anlatı bir şey yok orada ya da bütünleşmiyor. Bana çok söylendi de zamanında yani neden bak bu çok güzel, kağıttan heykel yapmışsın, bundan daha çok üret, bu güzel bir dil, çok estetik şöyle olabilir diye; ama istediğim o olmadığı için ben de, zamanla ben bunu toparlayacağım zannederim deyip hep böyle bir nasıl söyleyeyim, onu açmak gibi bir şeyi tercih ettim. Şimdi ama sergi yapmanın, yani sergilemenin benim için önemli olduğunu


düşünüyorum. Yani böyle küratörmüşüm de sanatçıları da ben organize ediyorum değişik değişik işlerimi toplayıp.

M.Ü.: Elmas 1, Elmas 2, Elmas 3 olarak...

E.D.: Evet biraz öyle yani...

M.Ü.: Elmas’ın şizofrenisinde kapatalım; eğer başka bir soru yoksa? Her şeyi cevaplamışsın, çok teşekkür ederiz o zaman.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.