Mucize Ruh 9. Sayı Rüştü Onur & Muzaffer Tayyip Uslu Edebiyat Kültür Sanat Dergisi

Page 1

. MUCIZE RUH MART 2019 · SEZON 2 · SAYI 9

E D E B İ YAT KÜLTÜR S A N A T

E.Y .

Bana, teneffüs edecegim

hava kadar lazLmsLn.

Rüstü . Onur


... YazLk diyecek HatLra defterimi okuyan.


Ne talihsiz adamm Ls . . ImanL gevremis. parasLzlLktan.

Muzaffer Tayyip Uslu


|

e y e z i c u m n u h u r , k a r ı B ! n ı s ş a l bu Ruh e z i c u M


M U C I Z E R U H D E R G I

GENEL YAYIN YÖNETMENİ/ DİZGİ TASARIM: EMİR YAPICI

KAPAK İLLÜSTRASYONU: EMİR YAPICI

FOTOĞRAF SORUMLUSU: GÖZDE KAYA

DÜZELTİ: ŞEYMA NUR YAPICI

Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. ©MART 2019

KIMIZ BIZ? Mucize Ruh’un Mükemmel Okurları, Derginize hoş geldiniz. Burası sizin derginiz. Çünkü burada sizin ve diğer yazarların yazıları toplanıyor, okuyuculara hazırlanıyor. Böylece derginin hem okuyucusu hem de yazarı olmuş oluyorsunuz. Peki adımız neden Mucize Ruh? Her insanın birikmişleri vardır. Ve bu birikmişlikleri topladığı, belki köşe bucaklara sakladığı yazıları vardır. Bu yazılar oralarda bir yerde bir gün okunmayı bekler. Belki de okutulacak yer bulunamaz. Mucize Ruh, size yazılarınızın okutulmasını sağlayabileceğiniz bir dergi imkanı tanıyor. İşte bu yazılar gün yüzüne çıktığı zaman insanın ruhu büyük bir mucize ile birleşmiş oluyor. Ve biz buna Mucize Ruh diyoruz!


- İÇİNDEKİLER Rüştü Onur & Muzaffer Ruh İkizim Tayyip Uslu Emir Yapıcı Feray Altan Yazma Eylemi Bırakılmaz Fatih Altınbeyaz

Son Veda

Hande Bayrak

Yalnızlığın Kalabalık Kalesi

Muhammed Yakupi

Körelmiş Silüetler Berk Murat

Anlamsızlıklar

Muhammed Baran Aslan

İstediğim Sinem Arda

Rengarenk Şemsiye Umurunda Olmak Hazal Nurcan Ağırman

Deniz Özeri

Benzinci Mağara

Ahmet Güven

Kıymet Kalfat

(Replik) Ana Hakkı

Ölü Ozanlar Derneği,1990

Seni Sevmeden Ölmeyeceğim Samet Kurt

Mazlum Tarhan

At’layın Gidelim Hatıralarım Güler İnan

Sen ve Kalbim Çıkmaz Sokak-5.Bölüm H. Nur Yiğit

Gökyüzü

Arıcı Çırağı (Söz)-(Fotoğraf) Şehriban Zehir

Franz Kafka-Gözde Kaya


BU ALANA

R E K VEREBİLİRSİNİZ LAM

İLETİŞİM: mucizeruhiletisim@gmail.com


Rüştü Onur & Muzaffer Tayyip Uslu Emir Yapıcı 3 Ağustos 1920’de Zonguldak’ın bir ilçesi olan Devrek’te dünyaya gelir Rüştü Onur. Çok geçmez. 2 yıl sonra İstanbul’da Muzaffer Tayyip Uslu doğar. Fakat babasının işinden dolayı çocukluğu Anadolu’nun pek çok yerinde geçecektir. Ayrı şehirlerde doğan bu iki insan, ileride ne kadar yakın arkadaş olacaklarından bihaber yaşamalarını sürdürürler.

Muzaffer, Zonguldak Çelikel Lisesindedir ve öğretmeni, şair Behçet Necatigil’dir. Yıl 1938. Bu sıralarda vereme yakalanan Rüştü, bir yıl öğrenimine ara vermek zorunda kalır. Yeniden devam ettiği Kastamonu Lisesini, 1940 yılında rahatsızlığından ötürü yarıda bırakır. Bundan sonra bir süre para kazanmak için Maliye Varidat Memur Muavini olarak işe başlar.

İlköğrenimini Devrek’te bitirir Rüştü. Ortaöğrenimine Kastamonu’da başlasa da yine Zonguldak’ta devam eder. Bu sırada Muzaffer’de lisede öğrenim görmektedir.

“Derler ki insanoğlu Uçan bir kuş misali Bir bakarsın burada şimdi, Bir bakarsın öldü gitti…” Muzaffer Tayyip Uslu

“Neyim varsa Sana bırakmalıyım deniz, Sende geçmeli mevsimlerim, Sende çiçek açmalı ağaçlarım...” Rüştü Onur

7

Muzaffer ise liseden sonra İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne girer. Çok geçmez, maalesef yoksulluğu nedeniyle bitiremez. Bu nedenle Zongul-


dak’a döner ve burada memur çalışmaya başlar. Bir süre sonra zatürreeye yakalanır. Ne yazık ki hastalığı bir süre sonra arkadaşı Rüştü gibi vereme döner. Behçet, Muzaffer ve Rüştü dergilerde yazarlık yapmaya başlar.

davi görmek için sanatoryuma gider. Fakat Muzaffer ilgisizliği ve parasızlığı yüzünden bunu başaramaz.

Muzaffer Tayyip Uslu

Rüştü Onur

“Tanrım açamadık içimizi Artık buluşmamız mahşere kaldı.” Rüştü Onur Zaman hızla geçiyordur. Her iki arkadaşın da hastalığı ilerlemiştir. İki arkadaş İstanbul’da te-

Bir süre daha geçer. Rüştü, Karabük Demirçelik Fabrikası’nın

açtığı memurluk sınavlarına girer. Bu sıralarda Mediha Sessiz ile tanışır. Sınavları kazanarak kısa bir süre burada memurluk yapmaya başlar. Fakat gün geçtikçe hastalığı ilerliyordur. Tekrar İstanbul’da Heybeliada Sanatoryum’a tedavi için ge-

8


lir. Burada taburcu edilir. Daha sonra Doktor Ahmet Bey’in teşhisi ile karın zarı iltihabı olduğu ve hastalığının çok ilerlediği belirlenir.

Muzafferse bu çok yaşamayacağını düşündüğü sıralarda şiirlerini bir kitapta topladı. ‘Şimdilik’ isimli tek kitabını 1945’te yayınladı.

“Ağaç, kuş ve güneş; Sizi dertsiz bildim Dertli günümde…” Muzaffer Tayyip Uslu

Arkadaşı Rüştü’nün ölümünden çok geçmeden o da genç yaşta, 3 Temmuz 1946’da vereme yenilerek hayatını kaybetti.

Mediha Sessiz ile evlenen Rüştü, eşiyle beraber İstanbul’a yerleşti. Ne yazık ki bir süre sonra eşi tifodan öldü. Bu sırada Muzaffer’de çok yaşayacağını düşünüyordu.

Rüştü Onur’un ölümünde sonra şiirleri Salah Birsel tarafından ‘Rüştü Onur’ isimli bir kitapta toplanarak 1956 yılında yayınlandı.

Eşinin ölümünden sonra kendini toparlayamayan Rüştü, üzüntüden içki içmeye başladı. Bir gece akciğerinden gelen kanla, acı bir şekilde boğularak 2 Aralık 1942’de, İstanbul’da yaşamını yitirdi. “Meseleyi o saat anladım, Anladım ama iş işten geçmiş ola

Şöyle bir etrafıma baktım, Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ…” Muzaffer Tayyip Uslu

9


“Son yıllarda Zonguldak, üç büyük yetenek yetistirdi: Biri Rüstü . . Onur...”

Orhan Veli


.

YAZMA EYLEMI BIRAKILMAZ Son zamanlarda, bir (bilemedin iki) kitabını çıkarmış, bazı yolun başında yazarlardan serzenişler okuyorum ve göndermeler görüyorum sosyal medyada… Bir türlü kendilerinin büyük yayınevleri tarafından fark edilmemesine, hak etmeyen yazarların el üstünde tutulmasına, kitaplarının ısrarla görmezlikten gelinmesine ve normalde el bile sürülmeyecek mecmuaların çok satmasına (haklı, haksız) itirazları var. Bu yüzden bazıları yazmaktan vazgeçtiklerini, tırnak içinde ipin elinin bilmem kimlerin elinde olduğunu ve böyle giderse bir daha kitap çıkarmayacaklarını söylüyorlar. Ben, yıllardır -herkes gibi, hepimiz gibi - bu işin yükünü çektiğime inanıyorum. 2005 yılından beri hiçbir karşılık görmeden yazıyorum fakat 2015 yılında anca piyasaya çıktım. Büyük yazar Wirginia Wolf’un tavsiye-

11

tavsiyelerine bağlı kaldım ve 30 yaşından önce kitaplarımı yayımlatmak istemedim. Bu süreçte, dalga geçenler ve çabalarımı çok fazla veya gereksiz bulup “Sen uçmuşsun!” diyenler oldu. Kimi zaman bıyık altından güldüklerini ve açık açık arkamdan konuştuklarını duydum. Hepsini fark ettim ama bilmezlikten geldim, kimseye cevap yetiştirmek için uğraşmadım. Şu an geldiğim yerde de hiçbir şey beklediğim ya da istediğim gibi değil… Bir şeyler ha deyince olmuyor ve hızlıca gerçekleşivermiyor. Yalnız, yazmaktan, edebiyattan, kitaplardan vazgeçmiyoruz ve hep söylediğim gibi ‘daha çok fırın ekmek yememiz’ gerektiğini de biliyoruz az çok... Maalesef burası, eğitimin öğretimin başında çocukların istidatlarına, yönelimlerine ve isteklerine göre sınıflara ayrıldı-


ğı, her bir öğrencinin o minval üzere yoluna devam ettiği ve birçok insanın ‘sevdiği işi’ yaptığı bir ülke değil… (Gelip geçen insanların arasında, yeteneklerinin farkında olmadan ömrünü tamama erdirmiş kaç insan vardı, şimdi bir düşünsene…) Evet, ne yazık ki Türkiye, ilk eserini piyasaya çıkarmış her yazarın; kitaplarını devletin zevkle alıverdiği ve kütüphanelerine paylaştırdığı, yayınevlerinin kitaplarını basmadıklarına bile - edebî hayatını devam ettirmesi için - yazar adayına (zarf içinde) para gönderme inceliğini gösterdiği hayalî ve ütopik bir memleket değil. Heyhat, bu topraklarda koyduğun hedeflerini, yıllar geçmeden veya ölmeden ya da kıymık kıymık acı çekmeden gerçeğe dönüştüremiyorsun… ‘Hayal, ideal, bir amaca kendini adama, hedef’ falan yok burada… Varsa yoksa siyaset var… Siyasetle yatılır, onunla kalkılır…

‘İnsan ve acıları’ ortak paydasında buluşamayız biz; partilerimiz ve politikalar bizi sınıflara ayırır vesaire… *** Ama tüm bunlara rağmen, her ne kadar olanaksızlıklar ve olumsuzluklar dağları aşsa da hakikaten anlama ve anlatma kaygısı içine düşmüş bir insan, yazmayı asla bırakamaz… Çünkü bu senin elinde ve kontrolünde olan bir şey değildir. Eğer bu dürtü senin denetimindeyse, istediğin zaman bırakabileceksen, yazma içgüdünü şöyle bir kontrol etmen gerekir. “Acaba ne için yazıyorum?” diye şapkayı önüne koyup şöyle bir kafa yormalısın. Sahi neden ve ne için yazıyorsunuz… Şan, şöhret düşüncesiyle mi, fark edilmek için mi, örneğin kızların beğenisini kazanmak niyetiyle mi yoksa edebiyatın, yazının neferi olmak ve bir ömür bu işin yükünü omuzlamak için mi?

12


Ama bu kadar çabanın ve gecebir kural yok tabi... Unutmayayi gündüze katmanın sonunda lım, vaktiyle büyük yazar Ah(yazıdan olmasa da) nankörlük met Hamdi Tanpınar’a, ‘Kıtırpigörebilirsin baştan söyleyeyim, yoz’ diye lakap takılıyor ve bu işin hiç garantisi yok... Topyazdıkları küçümseniyordu. lum tarafından, Ama sonradan nasıl kitaplarına gereken bir usta olduğu ortaEger gerçekten ac i kıymet verilmemiş, ya çıktı. çekiyorsaniz, başarısız (!) bir yazar olarak dünyadan Hatırlayalım, Sabasorunluysaniz, göçüp gitmek de var hattin Ali de, romanişin içinde... larının dünya gözüysöyleyecek le doğru dürüst bir sözünüz varsa, faydasını görmemişti Çünkü şimdi esamesi okunmayan, ismi anlama/anlatma ve eserleri (öldürülunutulup gitmiş ama dükten) en az yirmi derdiyle yanip yıl sonra kelleyi kolfazlasıyla nitelikli, kitapları mevcut birtuğa almış, korkusuz tutusuyorsaniz ve çok yazarın metinadamlar tarafından yasananlara göz basılmıştı. Sonra da lerinden daha ‘iyi’ çok yazar biliyorum. geldiği nokta ortayumamiyorsaniz, da… Bu biraz da şans işi… Çok fazla beklenti içiyaz-ma-dan ne girmezsen mutlu Yani kitaplarınızın ya-pa-maz-si-niz. rağbet görmemesine olursun… Kimse seni kabul etmek zorunda ve yaşadığınız çeşitli da değil üstelik… sıkıntılara göre değişmez bu iş… Eğer gerçekten acı çekiyorBu gün dikkat çekmeyen esersanız, sorunluysanız, söyleyeler, yarın da okunmayacak diye cek sözünüz varsa, anlama/an-

13


latma derdiyle yanıp tutuşuyorsanız ve yaşananlara göz yumamıyorsanız, yaz-ma-dan ya-pa-maz-sı-nız. Başka çareniz yoktur… Edebiyat çevrelerinin çok iyi bildiği bir şeydir. Sait Faik gibi sefer dönüşü hakkı verilmeyen bir adamı görür, kaleminizi sivriltir ve yazmaya başlarsınız… Yazmazsanız deli olacağınızı söylersiniz. Yazı sağaltır çünkü, doyuma ulaştırır, acılarınızdan bir nebze sıyrılırsınız…

Bunun şanla şöhretle, ilgi görmeyle, kitap satışlarıyla, büyük yayınevleri tarafından fark edilmemeyle, okuyanın az olmasıyla, zayıf kitapların piyasaya sürülmesiyle, batının ikinci sınıf yazarlarının bize ‘çok nitelikli’ diye yutturulmasıyla ve daha başka birçok menfi şeyle alakası yoktur… Kısacası “Yazma eylemi, bırakılamaz.”

Fatih Altınbeyaz

Fotoğraf: Gözde Kaya

14


Çizim: Cenker Tßreci

15


Sen bir kelebektin yüregimde kanat çırpan Ama kanatların kadar renkli bir düs. göremedim ben hiçbir zaman. - getiNazım’ın siirindeki gözlüklü garsondum ben ayrılıgı . ren Ama onu sen ısmarlamıstın . dudaklarından dökülen her sözcükle ta önceden. Sen de bilirsin aglamanın mesru . oldugu nadir yerlerdir otobüs garları, Bazen hasretten bazen vuslattan dökülür gözyasları. .

Fakat giydigi- etten manto ile seni bir gar köselerinde . beklemekten sıkıldı artık ruhum. - sensizligime Bensizligimi tercih ederek gidiyorum. Ve . simdi bir uçurumun kenarında, dilim lal; ruhum vaveyle. Haykırıslarım Tanrı’ya. . Görüyor ki azaptayım bu dünyada, - pisman olmuyor mu hala? Gönderdigine .

S O N V E D A

Hande Bayrak

16


. YALNIZLIGIN KALABALIK KALESI Sen karamsar kalabalığını kaldırımda katlayıp yanılmış yalnızlığını yazıyorsun ya yazgıma işte ahmaklar telâşa sürüklenir böyle sıyrık ve seyrek suallerle savruk ve toptan toprağa tepetaklak tırmanır eksik sevgilinin başucu sevinçleri

Âh düşünceli düşler dara düşer de gölden geceye gelir geçer konar-göçer gölgeler öyle bakımsız günlerden bağımsız

Ve bağrımıza basarak besleyip büyüttüğümüz bu berbat mayıs gün gelir hızla boşalırsa boşluğa duyumuzdaki durgun duruluk olanca ağırlığıyla geçmişte gelecek

Muhammed Yakupi

17


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya

18


Fotoğraf: Gözde Kaya

RENGARENK SEM.. Tanımadık bir SIYE ses “Dışarıda

Gidecek, biliyorum. Vazgeçiremiyorum. Radyoyu açıyorum durup dururken. Gitmemesini söylesinler diye.

yağmur yağıyor, dışarı çıkmayın.” desin diye. Duymak istediklerimi söylemiyor, radyoyu kapatıyorum. Dışarısı kasvet... Gitme yağmur yağacak, diyorum. Şemsiyesini almış yanına, gösteriyor rengarenk şemsiyesini. Gülüyor... O gülünce rengarenk şemsiye bile gülüşünün yanında simsiyah oluveriyor. O gülünce dünyalar benim. Üşürsün, diyorum. Paltosunu gösteriyor. Gideceğim, diyor. Paltosuna bakıyorum. Benim kadar ısıtamaz hiçbir palto diyorum. Gülüyor... O gülün19


Fotoğraf: Gözde Kaya

ce hayat benim. Ayakkabılarını saklıyorum çocuklar gibi. Arıyor ayakkabılarını. Yanımda tutabilmek için zaman kazanıyorum, bilmiyor. Yerini bulup gösteriyor. Gülüyor, yaptığım çocukluğa. O gülünce, dünyanın tüm çocukları bana gülümsüyor. Bir şeyler bulup okuyorum. Biraz daha nefesini yanımda hissetmek istiyorum, anlamıyor. Gülüyor... O gülünce dünyanın tüm çiçekleri benim. O gidiyor. Arkasından bakıyorum. Gülüyor... O gülünce tüm renkler benim. Bir tek, gitme diyemiyorum. Gidiyor... O gidince, ben anneme bile küsüyorum... Hazal Nurcan Ağırman

20


B

E

N

Z

Daha fazla dayanamayıp gördüğü ilk benzinliğe daldı. Büyük bir barakaya benzer dükkanın önünde sertçe fren yapıp hızla kapıyı açtı. Onu sabırla takip eden koca toz bulutu çirkin dört çekeri yakalayıp, sanki tüm zerrelerini adamın lacivert takım elbisesinin üzerine olanca ateşiyle yapıştırdı. Gözlerini kısmaya çalıştı, fayda etmedi. Güneş gözlüğünü çıkartıp eliyle yüzünü sildi. O sırada sanki filmin en heyecansız sahnesini izleyen Benzinci’yi gördü. Tahta sandalyede oturan adam yavaşça doğruldu; “Hoş gelmişsin,” dedi “Benzin almayacağım, tuvalet nerede?” diye sordu aceleyle. Benzinci eliyle sağ tarafı işaret etti; “ Yazıhanenin arkasında.” Adam işini bitirip çıktı. Derin bir oh çekip üstünü başını silkeledi. Bir an omuzları ağır geldi. Eliyle kızgın güneşi siper eder-

21

.

I

N

C

.

I

ken ancak o zaman sararmak için çırpınan önündeki uçsuz bucaksız ovayı gördü. Ne ekildiği ile ilgili en ufak bir fikri bile yoktu. Meraklandı ama bunu sormak herhalde bugünün en son işiydi. Ortak olduğu Hukuk Bürosu’ndan en fazla parayı arsa anlaşmazlıklarından kazanıyordu. Neredeyse servetini şu önündekine benzer nice tarlaların mahkemelerdeki davalarından edinmişti. Ama onlara hiç bu kadar yakın olmamıştı. Benzincinin sesiyle irkildi: “Kaçak çayım hazır, daha yeni demledim.” Adamın hiç vakit kaybetmeye tahammülü yoktu: “Yok, acelem var. Dolapta soğuk kola, su falan var mı?” Cebinden cüzdanını çıkardı. Benzinci, tepsinin üstündeki beyaz plastik sürahiyi aldı, içindeki suyu yanan toprağa döktü. Hemen yanındaki tulumbaya birkaç kez asıldı, fışkıran buz gibi su sürahiyi taşırdıbile. “Harran’ın can suyudur” dedi,


bardağı Adam’a uzatırken. Adam o esnada telefonun ziliyle irkildi. Karısının azarlayan sesi yanı başındaymış gibi yankılanıyordu. Telaşla cevap yetiştirmeye çalıştı: “Aşkım, dava çok acil, akşam uçakla dönerim ancak konsere yetişmem mümkün değil…” Bir an başını çevirdi, sanki hiç o sahnede olmaması gereken benzinci ile göz göze geldi. benzinci adamın içemediği suyu tepsiye bırakıp usulca yazıhanesine geri döndü. Şirketinde olsa, yanında çalışanlar bunlara alışıktı. Ya onları odadan hemen kovar ya da konuyu değiştirirdi. Onlar zaten hiçbir şey olmamış gibi davranmayı biliyorlardı. Ama bu sefer bu ıssız yerde olmamıştı. Okul müsameresinde kendi bölümünü unutan öğrenci gibiydi. Sanki tüm canlılar ona bakıyordu, bir an önce kaçmak yok olmak istedi, ama bacaklarını hareket ettiremedi. Ovanın ortasında çırılçıplak

kalmıştı. Telefonun kapandığı anlayınca benzinci elinde ince belli bardaktaki çayla geri geldi. Suyu ve çayı tepsiyle ortadaki yağ tenekesinin üzerine bıraktı. Adam yüzüne ateş bastığını hissetti. Güneşten kızardığına inanmak istiyordu. “Borcum ne kadar?“diye sordu aceleyle. Benzinci şaşkın şaşkın baktı: “Allah’ın suyu, para da neymiş. Bi’ soluklan hele, şehre daha 2 saatlik yolun var.” dedi. Benzincinin uzattığı tahta sandalyeye ne yapacağını bilmez halde çöktü. Benzinci çayını yavaşça yudumlarken: “Şu gördüğün tarlalar hala yeşil. Yağmur geç geldi. Bu sene hasat zayıf olur” dedi. “Ne hasadı?” dedi şaşkınlıkla. “Buğday. Yağmur geç geldi mi tarlalar kurumaz. Hepsi sararacak ki biçelim.” dedi. Adam soru soramadı, biraz nefeslenmek iyi gelmişti. Çayından bir yudum aldı. Arkasına yaslandı.

22


Benzincinin yüzüne ilk defa dikkatlice baktı. 40-45 yaşlarında, esmer, zayıf, yüzü yanıktı. Kahverengi parlak gözleri vardı. Suyu nasırlı elleriyle tulumbadan çekmesi, çay getirmesi dışında bir iki cümle etmişti, ama her işi özenle ve sakince yapan bir bilge havası vardı. Kolları çemrenmiş, rengi güneşten solmuş gömleğini şalvarının içine sokmuştu. Yol yol çatlamış topuklarını, araba lastiğinden yapılmış uyduruk terliği örtemiyordu.

Adam, bir an kendi üzerindeki kıyafetlerin sanki onu sessiz ve usulca kemirdiğini hissetti. Aylar önce aldığı ve dolapta tesadüfen bu sabah bulup ilk defa giydiği simsiyah ayakkabısına baktı. Onları çıkarabilse, buğday tarlaları, papatyalar, gelincikler, çiğdem, kekik, deve dikenleri onu ağırlamaya hazırdılar.

Ahmet Güven

Çizim: Cenker Türeci

23


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya

24


Ölü Ozanlar Derneği, 1990 Senaryo: Tom Schulman Yönetmen: Peter Weir Oyuncular: Robin Williams


“Kim ne derse desin, kelimeler ve fikirler dünyayı değiştirebilir.”


. -. SENI SEVMEDEN ÖLMEYECEGIM Bir orman giydirsin seni; Elbisesi yeşil. Akadursun yüreğinde bir dere Suları serin. Kahve kokusu değsin ellerine Pişerken odun ateşinde. İs kokusu sinsin saçlarına Uçları rüzgârın elinde. Bir karacanın kalbinden bak bana Gözleri çisil çisil. Kalbinin deresinde Ağaçların yeşil. Soysun hüzünlerini birer birer Savursun bir yel efil efil. Bir orman giydirsin seni; Kulaklarını sevsin Yavru bir çakalın sesi. Geceni yıldızlar yıkasın; Ve okşasın yüzünü Kamp ateşinin mavisi. Bir kurdun ulumasında Upuzun seveyim seni. Sarılıp ormanın uykusuna Bir kuşun yuvasında öp beni. İki meridyen arasında,

27


Bir ağaç giydirsin seni Kökleri ruhumda. Yağmurun huzurunda katıl bana Karıştırsın tenimizi damlalar. Toprağın kokusunu anlat bana Sohbetini paylaşsın karıncalar; Götürsün yuvalarına Bir akşamüstü turuncusunda. Yağmurdan sonra Sıcak hırkası güneşin Yaprakların arasından Giydirsin ikimizi. Tırtılın kozasında Kanadında kelebeğin Derenin yatağında Ve ağında örümceğin Şimdi yeşil bir kuytuda Seni sevmeden ölmeyeceğim. Samet Kurt

28


.

SEN VE KALBIM Yüreğimin ateşi bedenimde yanmadık yer bırakmadı. Hasretin, gözümde yaş bırakmadı . Sevgiyle bakan bir çift göz istedim senden Benden geriye bir ben kalmadı. Ne zaman umudumu kaybedecek olsam Seninle teselli ettim gönlü. Unutmak istediğim her yerde sen çıktın karşıma. Her aynaya baktığımda bana yakışmayan çizgiler gördüm. Yüreğim, bedenimi her yaktığında, sevdam kalk dedi. Kalk, pes etme! Sen sabrettikçe çiçek açacak umutlar. Yine sen vurdun beni, İyileştirdiğim her yaramı sen açtın. Kaç sabahtır güneş doğmuyor üzerime . Sesin odamda yankılanıyor, Suretin gözümden gitmiyor . İstediğin kadar unut, de; Kalp seni bırakmıyor... H. Nur Yiğit

29


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya

30


-

ARICI ÇIRAGI Toros dağlarının doruklarında bir yayla var, orada yaşayanlar “Yağlı Yaylası” derler adına. Yazları sıcak ve kurak bir iklimi tadanlar, yaylanın yazları ne mühim bir ihtiyaç olduğunda hemfikirdirler sanırım. Küçük tepeciklerin arasında, minicik bir patikadan ulaşılan bir yer. Sevabına üç söğüt ağacı dikmiş bir yörük dedesinden almış adını. Buz gibi bir kaynaktan çıkan suyun nazlı nazlı salınmasıyla, türlü türlü ve bereketli otlarıyla, yazın kavurucu sıcağına inat gecelerinin insanı tir tir titretmesiyle ünlenmiş. Civar köylerden ve ilçelerden yazın oraya yörükler gelirdi hayvanlarını yazlatmaya. İki tepe arasındaki düzlüklerde, ortasına bir perde gerilip iki odalı yapılan kara çadırlarda otururlardı. Her düzlükte iki ya da üç çadır görmeniz muhtemeldi. İkindi güneşin batımıyla, derme çatma ağıllardan salınan koyun sürüleri, sabah şafak sökene değin güdülür, yayla ke-

31

kiği, sütleğeni, geveni ve daha nice yayla otuyla doyurulurdu. İlkokul dörtteydim babamla bal süzmeye başladığımda. Evin en büyük çocuğu olunca (kız oğlan farketmiyor) kız olmama rağmen, yanında yerimi almıştım babamın. Bizim işimiz bittiğinde, çobanların mesaisi başlar. Biz işe başladığımızda, onların paydos zamanı gelirdi. Bu döngü, ekim-kasım sonlarına değin böyle sürüp giderdi. Sabah gün doğumuyla kekik kokuları, arı vızıltıları ve kuzu melemeleri içinde uyanmak; elinizi içinde bir dakika bile tutamadığınız suyla yüzünüzü yıkamak o zamanlar bir işkence gibi gelirdi insana. Özlenileceği bilinmeden. Oraya çıkan yörüklerden aldığımız yumurta ve sütle yaptığımız kahvaltıların tadı halen damağımda. Babamla yörüklere kahvaltılık


almaya gittiğimizde (ki kırmızı bir Dodge pikabımız vardı) akşama kadar bal süzdüğüm için, yorgunluktan ben arabada kalır, onu beklerdim. On beş yaşlarında ya da biraz daha büyüğüm o sene; saçları üç numaradan hallice. Siz deyin balık etli ben diyeyim dombili, üstünde gün soluğu, bol bir tişört; altında, uçları çorabının içinde (arı girmesin diye böyle yapıyordum) bir kot pantolon... Uzaktan bakınca dombili bir oğlan çocuğu, yakına gelince balık etli, benizi güneş yanığı esmer bir kızcağız. Velhasıl, arada sıkılınca arabadan iner, oralarda Fotoğraf: Şehriban Zehir oynardım. Arıların mor geven çiçeklerine konmasını, koyun-

ların otları çiğnemelerini seyre dalardım. Kara çadırdan bir abla beni görürmüş babama aldığımız yumurtaları sayarken. Gel zaman git zaman, o ablayla bir dost meclisinde karşılaştık. Beni bilmez ama Yağlı Yaylası’ndan, suyundan, söğütlerinden konuşurken babamı bildi. “Bir amca varıdı, arıcı. Bizden yumurta süt alırıdı. Sen onun gızımın? Heee bi’ de oğlu var idi, şişmanırak yanında, oralarda görürdüm.” dedi. ”O da büyümüş, evlenmiştir zaar. Kaç sene oldu?” diye sordu. Gördüğü oğlanın ben olduğumu anlayınca, gülümseyip: “Evet evlendi,” dedim.

32


“On üç sene oldu, evleneli. Üç de çocuğu oldu.” Annemin bir lafı vardır, eskiden zamanının çoğunu geçirdiği yerlere: “Çarığımın eskileri buralarda kaldı.” der. Çok haklı değil mi? İnsan büyüyor, çoluk çocuğa karışıyor. Çok güzel yerler de görüyor ama ekmeğini yediği,

suyunu içtiği bu yerlerde belki çarığının eskisi kalmıyor ama kireç taşlarına kazıdığı baş harfleri kalıy. Burnunun ucunda kekik kokuları kalıyor, kulağında kuzu sesleri, gözünde kara çadırlar, damağında koyun sütü kalıyor... Ne biliyim ya işte. Gönlü kalıyor.

Şehriban Zehir

Çizim: Cenker Türeci

33


Fotoğraf: Şehriban Zehir

Yağlı Yaylası

34


.

.

.

RUH IKIZIM Yeşim... Benim için ilk görüşte aşkın tarifi. O şefkat dolu bakışlar, o sıcacık eller. Neredeyse 5 yıldır beraber yaşıyoruz. Esasında mahalleden 6 sene öncesine dayanıyor tanışmamız. Ve o ilk günkü heyecan hala benimle... Bizim sokağa daha taşındığı ilk gün anlamıştım onun benim için geldiğini. Diyorum ya, ilk görüşte aşk diye. Bana ilk elini uzatışı falan bugün gibi aklımda. İlk gördüğüm an itibari ile istedim onu. Onunla beraber bir hayat yaşamak... Ruh ikizidir, eş ruhtur her neyse, biz oyduk. O zaman boyunca çok koştum peşinde. Tabii bizim mahallenin delikanlısı Efe de az uğraşmadı. Ama ben hiç vazgeçmedim. Apartman kapısının önünde en yakışıklı, en havalı pozlarımla yolunu az gözlemedim. Bazen bir kaç dakika durdu, bakıştık. Bazen hiç pas vermeden geçti gitti ama ben hep orada bekledim. Asla pes etmedim.

35

Eh işte sonunda, öyle çok soğuk ve karlı bir akşam sokakta karşılaşmamız sonrasında beni evine davet etti. O akşam Tanrı, bir senedir yaptığım tüm dualarımı kabul etmişti sanki. Ve bir daha kopamadık birbirimizden. Hayatımın en mutlu günleri başlamıştı... Sorgusuz sualsiz muhteşem keyif anları. Ruh eşim ile sonunda buluşmuştum. Rahatım için ne gerekiyorsa daha ben istemeden yapıyordu. En sevdiğim yemekler... En rahat yastıklar... Birbirimizin özel alanlarına hiç girmedik. O dizi izlemeyi sever. Ben o izlerken dizinde uyumayı. Müthiş bir uyum. Aralarda ne oyunlar oynardık. İkimizin de keyiften kahkahalarla coştuğu, tüm günün yorgunluğunu attığı oyunlar. Bazen arkadaşları gelirdi. Bir süre sonra benim de arkadaşlarım oldu tabii ki. Çok sosyal bir çift olmamamıza rağmen arada onların evimize gelişi bizi gerçekten çok eğlendirirdi. Tabii ki


benim koltuğuma oturmadıkları sürece... Yeşim, her defasında biraz endişelense de artık onlar da alışmışlardı. Birbirimizi anlıyorduk. Koşulsuz bir sevgi ve anlayış ortamında eğleniyorduk hep beraber...

Çizim: Cenker Türeci

Oysa şimdi bu kadar sene sonra düşünüyorum , dostlarımızla dahi yakaladığımız tüm o uyuma, sevgiye rağmen sanki birbirimizi hiç anlayamamışız. Ya da ben kendimi ona yeterince anlatamadım. Ama ne bileyim, işte bir erkek olarak elimden geldiğince ona olan sevgimi, sadakatimi ifade etmeye çalıştım. Gözüm bir gün bile dışarıda olmadı. Benim için hayat Yeşim demekti. Onun koynunda olmak. Benim en büyük mutluluğumken onu da mutlu

da mutlu ediyor sanıyordum, ama artık görüyorum ki bu ona yetmiyor. Oysa bir kadın bu kadar dolu, koşulsuz bir sevgiden başka ne ister ki? Düşünüyorum... Nerede yanlış yaptım? Fazla mı uyudum? Onu gerçekten istediği gibi sevemedim mi? Bilemiyorum ki. Son bir kaç haftadır işten eve geç geliyor. Tarif edemediğim bir mutluluk hali var yüzünde, teninde... Hiç bir şey yokmuş gibi davranıyor ama ben hissediyorum. Bir sevgilisi var. Beraber geçirdiğimiz vakitler azaldı. Daha da kötüsü, kalitesi düştü. Önüme yemeği koyuyor ama kendi yiyor yemiyor belli değil. Sarılıp izlediğimiz, beraber kucak kucağa uyuya kaldığımız diziler, filmler hepsi yalan oldu. Gözü hep cep telefonunda. Gelen mesajlar. Onla-

36


ra çaktırmadan vermeye çalıştığı yanıtlar, hepsini hissediyorum ama o farkında değil. Beni aptal mı sanıyor? Anlamadığımı mı düşünüyor? Bu kadar senelik ilişkimiz var. Ne düşünüyor ki? Beni, ilişkimizi öyle bir anda çöp gibi bir kenara atabileceğini mi? Üstüne üstlük bir de mahallemizin delikanlısı Efe yine başımda. Her balkona çıktığımda beni bekliyor sanki. Mahallenin yeni yetmelerinden bir hatuna takılmış, gurur naraları atarak dolanıyor. Oysa o da benim kadar istemişti Yeşim’i. Unutmadım o günleri. Yıllarca aynı balondan o bükük boynunu az izlemedim. Şimdi sanki o da biliyor. Bakışlarından hissediyorum. “Yok oğlum, konu bildiğin gibi değil?” demek istiyorum ama nedense dilim varmıyor. Ne zamandır doğru düzgün uyuyamıyorum bile. Tam bir şey soracak oluyorum, kaçıyor resmen yanımdan. Hatta birkaç

37

kere beni görmezden geldiği bile oldu. Sanki ben yokum bu evde! Beraber bir hayatı paylaşmanın ne anlamı kaldı şimdi? Hafta sonları seramik kursuna gitmeye başladı. İyi güzel hem hevesini alıyor, hem arada bana da özel bir şeyler çıkıyor, sesimi çıkartmıyorum. Geçen birkaç hafta sonu da orada tanıştığı bir arkadaşında kalıyor, canı sıkkın falan, dedi. Anladım da, artık bu çok olmaya başladı. Evde yalnız olmayı her ne kadar sevsem de ben de bir erkeğim hani. Bilirim günü, geceyi dışarıda geçirmeyi ama konduramıyordum işte. Ve sonunda olan oldu. Dün akşam eve gelmedi. Üstelik sabah giderken de hiçbir şey söylemedi. Bir de üstüne üstlük akşam yanında bir erkek ile beraber gelmez mi? Olacak iş değil. Yani daha önce de erkek arkadaşları ile eve geldiği oldu. Ama belli, bu farklıydı. Hissettim...


Neymiş efendim, seramik kursundan arkadaşıymış. Tayfun... Bana bir el uzatışı var, sanki paspası elliyor, hıyar! Hiç durur muyum orada suratına bakmadan arkaya, yatak odasına, geçtim. Yeşim arada sesleniyor falan. Bekle bakalım, diyorum içimden, daha çok gelirim sen çağırınca. Gecenin yarısı oldu, bizim hıyar hala gitmedi. Üstüne üstlük yatak odasına doğru gelmezler mi! Bir de Yeşim, beni her gece beraber uyuduğumuz o yatak-

taki yumuşacık yastıklardan kollarına alıp en sevimli hali ile kapının önüne koymaz mı? Dua etsin beni kısırlaştırdı. Yoksa bilirdim ben o Tayfun’un marka botlarına yapacağımı. Ah Tayfun, ahhhh... Yandın oğlum, sen! Bana boşu boşuna Tırmık demediler... Sen hayal et Tayfunnnnnn, ben gerisini tamamlarım.... Mırrrrrr...

Feray Altan

Fotoğraf: Gözde Kaya

38


.

.

K Ö R E L M I S.

SILÜETLER

Köhne ve dikkatten uzak bir sokak köşesine mevzilenmiş, yarık kaldırımların altında hayatta kalma mücadelesi veren bir kitabevinde, anarşist duyguları olan, onları gölgelemekle uğraşırken gününü bitiren bir kitapçıydım. Orta yaşlı, saçları dökülmeye yüz tutmuş, çoğu insana sıkıcı gelen; ruhu genç, bedeni ise bir ihtiyardım. Eğitim ve iş kaygısı olan onlarca gencin, yaşamaya dair umudunu kesmiş onlarca yaşlının, kafası karışmış kadının ve çıkmaza düşmüş erkeğin; hayallerini süsleyen ideallerine, gelecek korkusuna, adeta bir çıra parçası gibi tutuşan kalplerine; soğuk bir nefes üfledim. Geleceğe doğru adım atmalarında adeta bir hat ustası gibi ince ve zarif dokunuşlar yaptım. Bunları sadece kitaplar ile yapmanın huzuru, ruhumu bozkırda yavaşça esen, boynu naiflikle süzülen; iri kavak ağacının o serinletici tatlı yeli gibi okşadı. “Terzi kendi söküğünü dikemezmiş” sözü senelerce çınladı

durdu kulağımda. Kendi makûs talihimi hiç yenemedim. Gelenler gelmez oldu. Yüzüne aşina olduklarım silindi tek tek gözlerimden. Silüetine hayranlık duyduklarım körelttiler kendilerini zihnimden. Unuttular hepsi beni burada. Havada uçuşan yüzbinlerce toz, raf aralarına saklanmış ayraçlar, güneş ışınlarının vurmasıyla birlikte sararmaya yüz tutmuş milyonlarca sayfa; beni terk etmeyen bir onlar kaldı…

39

Hayatım savruluşlar içinde, aylakça gezinirken o girdi kitabevinden içeri. Kahverengi sırt çantası, kitabevi içinde yankı uyandıran topuklu ayakkabılarıyla öyle güzel ritim tutuyordu ki, öyle güzel ahenk oluşturuyorlardı ki; sigara kolisinden çıkardığım kitaplar, avucumun içinden depreme dayanıksız binalar gibi çöreklendiler yere. Ojeli ince ve narin parmakları, tek bir teli bile kırılmamış fönlü buğday rengi saçları ve güneşin vurmasıyla birlikte eladan, yeşi-


le dönen gözler… Beni karışık duygular içinde, mefhumlar arasına alarak boğuyordu. Bir iki adım attı. Beni gördü. Konuşmadı. “Buradayım ben!” diye bağırmak istedim. Olmuyordu. Uzuvlarım görevini yitirmişti sanki. Yanıma yaklaşması ve yanaklarına doğru yayılan naif gülümsemesi eş orantılı oldu. Dizlerim makineli tüfek gibi titriyor, kalbimin ve midemin üzerine; kaypak bir mutluluk siniyordu. İşte o an; okuduğum ve evladım gibi bütünleştiğim kitaplardan başka –ilk kez farklı bir şey, farklı bir aidiyet hissi yapıştı kaldı ruhuma.

Fotoğraf: Gözde Kaya

Yüzümün kızardığını ve kulaklarımın cayır cayır yandığını hissettim. Ruhumu sinsice kemiren ve büyük bir ustalıkla etkisi altına alan bu duygudan çıkamıyordum. Evet utanıyordum. Ama utancım karşımda duran kadından değil –bilakis etrafımda her saniye beni izleyen, kem gözlerle baktıklarını hissettiğim; benimle bütünleşmiş olan

40


kitaplardandı. “Merhaba” dedi kadın, konuşursam sesimin gülünç bir tonda çıkacağını düşündüğümden; usulca kafamla selam verdim. Aşağılar ve küçümser bir bakışla etrafındaki kitapları süzgecinden geçirdi. Koyu kırmızı olan rujlu dudaklarını çenesine doğru büzerek: “Burada olacağını düşünmüyorum ama yine de şansımı denemek istedim.” dedi. Ses tonunun sertliği, dışarıdan görünen o zarif görüntü ile hiç mi hiç uzlaşmıyordu. Oldukça kaba ve kalındı. Hatta o zarafetinin içinde sırıtan belki de tek şeydi. Susmak çoğu zaman bir asalet göstergesi olsa da iki kere susmak; insanın kendisini bir zavallı gibi hissetmesine neden olurdu çoğu zaman. Kendimi topladım: “Buyurun” dedim, “Aradığınız ne ise hemen yardımcı olalım?” Kahverengi sırt çantasını bel hizasından, göbek kısmına aldı. Dizlerinin üstüne koyup, çantasını açtı. Çantasını ayıklarken, gözlerimi; ten rengi fileli çorap-

41

larından alamıyordum. Çantasını karıştırmayı bırakmış, göz ucuyla bana bakmıştı. Nefes alamıyordum. Daha yeni onu süzdüğümü anlamış olacak ki: davetkâr bir bakışla tekrar gülümsedi. Bu beni rahatlatmak yerine daha fazla utandırmış ve hiç olmadığı kadar germişti. Son On dakikadır kendime karşı beslemiş olduğum kin; karışık duygularımın esiri oluyor ve yerini tekrar bir boş vermişliğe bırakıyordu. “İşte buldum!” dedi kadın, “Meğer küçük gözdeymiş, meret... Çantanın içi ana-baba günü, ne ararsan var. En çokta şu kartvizit ve kâğıtları bulmakta zorlanıyorum.” Söylemiş olduğu cümleye karşılık; aptalca gülümsedim. Ardından bu kadar gereksiz bir kahkaha atmış olmama hayıflandım. Kendimi gölgeleyemiyordum. “Yine de diğer kadınlardan daha uyumlu ve güzel bir çantaya sahipsiniz.” Dedim. Bu sözlerim karşısında kadının


gerçekten mutlu olduğuna tanık oldum. Samimi bir kahkaha patlatınca şaşırıverdim. “Bojan Bilic” dedi. Anlamsızca suratına baktım. Tekrar gülümsedi ve “Yazarın ismi.” dedi. Kitabın ismini bilip bilmediğini sordum. “LGBT activist politics” dedi. Stoklarımızda hiç ingilizce kitap yoktu. İlk siftahımı kaçırmıştım. Yine boşboğazlığımdan olacak: “Ama sadece yabancı kaynaklar satan bir kitapçı biliyorum. Erkenden buraya geldiğinize göre, sizin için gerçekten önemli bir kitap olmalı” dedim. “Öyle” dedi, “her yere baktım. Son çarem burası kalmıştı koca şehirde. Ama bildiğiniz öyle bir yer varsa çok memnun olurum gerçekten.” Hemen kasaya yöneldim. Elime ucu açılmaktan sonu gelmiş bir kurşun kalem, birde kâğıt aldım. Kadını yönlendireceğim yerin adresini yazdım. “Lütfen bunu da çantanıza atmayın” diye kendimce gereksiz bir espri eşliğinde kadının o narin parmaklarına uzattım. Tekrar gülümsedi. “Aa “ dedi, “bir saniye bende size kartımı vereyim o zaman.” Yüzümde aptalca beliren gülüm-

seme yanaklarıma doğru kendini kontrol etmeden uzanıyordu. Çok mutlu olmuştum. Kadın sanki kafamın içini okuyordu. Çantasından çıkardığı kartviziti elime bıraktı. Arkasını döndü ve salına salına çıktı kitabevinin dar kapısından. Kadın gitmişti ve benim gözlerim halen güneşin ancak iki saat uğrayabildiği o dar siyah kapıdaydı. Bir an önce kendimi topladım. Elimdeki pembe desenli kâğıda baktım. Telefon numarası kocaman pembe puntolarla kâğıda işlenmişti: -05** *** ** 65-Travesti SedaDoyumsuz ve ateşli dakikalar için ARA! Kitabevinin deposu en karanlık alandı. Girdim ve bir sigara yaktım. Dumanı, duygularımla birlikte uçuşup gittiler…

Berk Murat

42


A N L A M S I Z L I K L A R 43

Zordur anlatmak. Kırmadan, yıpratmadan, kırılmadan. Kumlar takılırken saç diplerime, Ayın şavkı kaçıyor insandan. Çünkü insan Bazen En kuytu köşesi olur dünyanın. Bileklere değil ağızlara vurulmalı kelepçeler. Kafatasımın gıcırtısı ta uzaklardan; Yüreğimin acısı dağdan, taştan gelir. Yıkılır insan sözcükler arasında. Savrulur, sarsılır... Meyleder, mehtaba. Yine sükut yetmez nadana. İşte asıl ihanet bu ya Kükreyen fareler gibi insanlar. Ve kalplerin çeperleri yırtık. Çamurlu maziler gözlerimizde. Hayat üçgenin her köşesinde Birer kurşundur boğazlarda kaynayan.

Muhammed Baran Aslan


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya

44


. -. . ISTEDIGIM Yüreğim çarpık kentleşmiş binalar gibi: Güneş almıyor arka odalarım. Küflenmiş midir acaba, odalarımda eşyalar? Açıp da bakasım gelmiyor doğrusu. Küf kokusu kalbime de sinerse, diye. Sonrası hayli fena. Kalbim başka eve taşınmak zorunda kalırsa? Kalmasın... O odalar açılmasın da. İstediğim... Ya yıksınlar çevremden bütün binaları; Odalarım güneş alsın artık. Ya da yıkın binamı; Sahip olduklarımla gömüleyim toprağa. Sinem Arda

45


UMURUNDA OLMAK Gecenin sessizliğinde, bir saatin Yelkovan sızısı parmak uçlarımdaki Saç tellerime basıp yıpranmış Şarkılar çalıyor gevşemiş musluk. Bir yalan bekliyor gibi senden, Güzel bir yalan. Açılmış beş duyum sessizliğe ; Umrunda olmak istiyorum, rüyanda olmak. Aklına düşüvermek istiyorum bir benzerlikten Başucun olmak, bir hastalıktan tamamen arındığın O bilinmeyen an olmak istiyorum. Parmaklarımın sızısını saçlarıma Bulaştıra bulaştıra, istiyorum. Deniz Özeri

46


-

MAGARA Aralığın son akşamlarıydı. Ilık yağan bir yağmurun ıslattığı turuncu sokak lambasına takıldı gözleri. Sigarasından derin bir nefes aldı, avuçlarını kedili kahve fincanıyla ısıtmayı denedi. Fiziksel bir üşüme, birden gelen iç titremesinin çözümü basitti. Polar mavi bir battaniye, sıcacık bir yudum kahve ya da yaşlı bir teyze emeği yün bir patik iş görürdü bunun için. Oysa ki yürek algınlığının bir çözümü yoktu. Ne nane limonlar ne ıhlamurlar yapmıştı annesi hiçbiri fayda etmiyordu. Anne eli değdiği için geçici bir rahatlama getirdiği yadsınamazdı tabi. Şefkat içeren her cümle, eğer anlamını yitirdiyse birisi için, aynı etkiyi yaratırdı ister istemez. Anlık bir rahatlama, geçici bir huzur anı. Ardından gelen içi havayla dolu bir balon. Hafif, her gelene kapılıp giden uçarı, ki tabiatı buysa suçlayamazsın onu… Ya bir balon olsaydı… Uçmak için bir

47

ipe bağımlı olmak, derdi havada kalmak o uçsuz maviye dalmak. Her deneğinde kurbağa deneylerindeki zavallılar gibi hop kendini yerde bulmak. Ancak ya bir ip olacak ya da yabancı bir madde karışacak kanına amacına ulaşabilmek için. (helyum gibi) Üçüncü ihtimal çok kişiye muhtaç olacak. Bir iple bağlanmış bir sürü baloncuğa. Asla tek başına değil. Üç seçenek ve üçü de ona uzak… Onun mantığına uymayan. Tek kalabilmek , tek olabilmek bu kadar başarılamaz bir olgu muydu? Tek başına dağları delmişti halbuki Özlem Tekin. Delemez miydin? İlla ki bir Ferhat mı delmeliydi? Ya da Ferhat illa bir Şirin için mi delmeliydi o arsız dağları? Yani illa başka birisi için mi yanmak lazımdı ya da hep kederli bir yanış mı olmalıydı, o uçsuz bucaksız sevda denizinin sonunda? Birine bütün bedenini teslim


edip al tüket beni harca bir tek ucuz pula. Tek kelime edersem namerdim. Yak beni, kavur en doymak bilmeyen ateşlerde. Ruhumu em, ağzından kan damlayan obur bir vampir gibi, şişir o dünyaya benzeyen karnını. Kanım taşsın her sokağın başına. Çünkü aşktan ben bunu anlarım. Sonuna kadar tükenmeyi, teslim olmayı. Asla daha azına tamah etmem. Aşka doyabilmem için bu kadar tüketmen lazım beni. Aşk şiirleri okuyup, doksanların şarkılarında yastıkları gözyaşlarımla ıslatmalıyım. Ama hiç kimse duymamalı. Malum, ben bir amazonum. O balta girmemiş ormanlarda saklı kalan… Her güçsüz kadının hayalindeki hemcinsine cesaret veren. Tek başına halbuki… Üstelik boyu da kısa pek de çelimsiz… O zaman nasıl yaptı? Sadece o nahoş adledilen kahkahalardan bir tane patlattı yalanlara dolanlara merhametsizlere ve kendini küçücük bir deniz kabuğunun içine sığdırdı. Bazen

oldu, umdu kafasını çıkarmayı büyük bir hevesle. Ancak tehlike hissettiği an tekrar çekildi kabuğuna… Eğer yıllarca korkudan sakladıysan o kahkahanı, kimsenin edepsiz lafına takmazmışsın kafayı. Aslında derin bir esaretten kurtulduysan pek çok şeyi umursamayan birine dönüşürmüşsün. Aynaya bakıp benden ne yarattılar, diye sorarmışsın her sabah. Uzaylı bir yaratık mısın? Yoksa normalleştin mi? Asla cevap veremezsin. Her cevap veremediğinde o yüreğindeki yumru daha da büyür. Soruların daha da çoğalır. Sorular çoğaldıkça cevaplar koşar adım kaçar senden. Onlar kaçtıkça sen daha çok kovalarsın. Herkes uyurken o huysuz ruhunu ıslak sokaklara atarsın. Sanki en büyük vurgunu yapan azılı bir hırsız gibi koşarsın, kaçarsın kendinden. Peşinde sadece polisin siren seslerini duyarak. Sonra birden durur ve benim polisim kim, diye sorarsın. Ben kimden kaçıyorum, benim çal-

48


dığım şey ne? Ben kendimden; kendimi çaldım. Kaçan da ben, kovalayan da ben… Hırsız da ben, polis de ben… Şefkat... Ne güzel kelime… Evlatlara, öğrencilere öğretilesi… DEĞİL… Şefkat, Yaradan’a mahsus, yaratılana değil. Ya da fazla şefkat diyelim. Hele de bu yüzyılda. Modernistler, postmodernistler söylediklerinde ne kadar haklıymışlar. Varmış adamların bir bildiği. Bu çağ başka... Öyle tükenilesi değil, tüketilesi aşklarla dolu. Saman alevi gibi birden, parlayıp birden biten... Romantizm şairlerini okuyup modernizmin parça parça edebiyatında yaşamak gibi.. Ne acı için başka yaşadığın dönem başka… Derin bir ait olamama sorunsalı. Bu karmaşanın içinde perişan yalandan bir haftalık aşk acıları… Hızlı verilen sözler çabuk vazgeçilebilir olmuş. Sanırım bunların hepsi modern yalnızlıktan kaynaklı.

49

Dipsiz bir siyah kuyu. Her güzel şeyi içine çekip boğan, öldürene kadar boğan… Bitirmeye, parçalamaya ve tüketmeye programlanmış. Ve zamanında saygı gören her duygunun seri katile dönüştüğü. Hikayenin son sözü teklik. Bir mağara; nemli ama oksijeni bol. Umutsuz ama yazılmış hikayesi, şiiri ve şarkısı bol olan. Karanlık bir mağarada tek olmak… Öyle bir karanlık ki farkında olmadan tüm şiirlerinde yer alan. Vazgeçişlerin en anlamlısı bir boşluk… Şöyle en manalı, en derin huzur vereninden… Masmavi bir gökyüzü gibi tek buluta ihtiyaç duymayan. Gecenin en siyahı. Uğruna onca şiir yazılan yakamoza bile ihtiyaç duymayan... Bomboş beyaz bir sayfa, tek bir harfin kirletmeye yüzünün tutmadığı.

Kıymet Kalfat


Agmed Arif

Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya

... Gรถzlerinden, Gรถzlerinden รถperim, Bir umudum sende, AnlLyor musun?

50


Zordur ana olmak. Ana gibi yar olmaz demisler . ya, az bile demisler. Analar -ki hakları ödenmez- nimetler. .

Tanyeri horozları ötmeden çok önce uyanmıştı evin annesi. Ev dediysem öyle aklınıza yuva dediğimiz, oturma grupları olan, beyaz eşyalı bir ev gelmesin. Daracık sokaklardan, dolambaçlı yollardan geçip geldikten sonra çıkmaz yolun dibinde, karanlıklar içinde bir yer. Koltuk yerine yerde içindeki elyafları dışarı fırlamış, yırtık pırtık birkaç minder; tek odalı duvarın bir zamanlar mavi olan, dökülmüş boyası ve kırık kapısı olan bir yerden bahsediyorum. Öyle ki bırakın yaşamayı nemden, rutubetten nefes almak dahi çok güç. Elini yüzünü yıkadıktan sonra iyice kararan aynada saçlarındaki beyazlara dikkatle baktı. Eski halini anımsatan yegane şey, diplerinden saldıran beyazlardan kaçan saçlarındaki kınaydı. Yüzündeki her bir kırı-

51

ANA HAKKI

şıklıkta, mimiklerindeki her bir ayrıntıda yaşanmışlıkları vardı. Hayat ona kolay yüzünü göstermemişti. Fakat anne için durum çok farklı. Gözlerinin önüne, onu ve ailesini göç etmeye mahkum eden o olay gerçekleşmeden önceki genç kızlık halleri geldi. Hatta istemsiz olsa gerek, kırışıklıklar içindeki yüzü bir an aydınlandı ve yüzüne masum bir gülümseme yayıldı. Ta ki içeriden feryat figan ağlayan çocuğun sesi gelene kadar. Sorumsuz, beş para etmez kocası olacak adamın, bir kavgada ölüp gitmeden evvel karnına bıraktığı son armağan olan çocuk. Artık dayanacak gücü olmadığını hissediyordu. Tam her şeyden vazgeçecekken onu hayata bağlayan çocukları, bir kez daha hayata bağlanmışlardı. Çocuklarıyla ilgilenen anne hazırlanıyordu. Malum, tek başı-


na bir kadın olup onuruyla yaşamak zor ve evine yiyecek alabilmek için çalışması gerekiyordu. Küçük oğlunu sırtına bağlayan anne, kızının elinden tutup kendine bile hayrı olmayan ama onları dışarıdaki tehlikelerden koruyacak olan kapıyı çekip çıktı. Hemen kapının yanında duran iki tekerin monte edildiği ve kocaman beyaz bir torbanın bağlı olduğu çek çek arabasına kızını yerleştirdikten sonra hiçbir zaman dile getirmediği ama hep içten içe kahrolduğu kaderinin vermiş olduğu acı ve üzüntüyle arabayı çekmeye başladı. Yaklaşık 20 dakika yürüdükten sonra gördüğü ilk büyük çöp konteynerinin yanında durdu ve kızını arabadan alıp yere indirdi. Usulca çöpe yanaşıp başını uzattı. Kokunun önce burnuna, sonra da ciğerlerine acı bir şekilde nüfuz etmesinden olacak ki kısa bir süre öğürüp suratını ekşitti fakat yapması gereken şey değişmeyecekti. Usulca çöpü karıştırmaya başladı ve almaya değer bir şeyler aradı

gözleri. Elleri ve gözleri koordineli bir şekilde çalışıyordu. İşe yarayacağını düşündüğü şeyleri alıp inceliyor, yaradığında arabasına atıyor, yaramadığında ise geri çöpe bırakıyordu. El yardamıyla alt taraftan epey kağıt ve karton buldu anne. Çıkardığı kağıt ve kartonlar, önceki akşamdan kalma bir doğum gününe aitti. Belki de büyük mutluluklarla açılan bir hediye paketinin kartonu şimdi anneyi mutlu ediyordu. Çünkü çöpten topladığı kağıtları, günü geçirmek için para karşılığında satıyordu. Başkasının doğum gününden kalma kağıt ve kartonlar annenin hayatına âdeta bir güneş gibi doğmuştu. Yanında, yerde bulduğu bir ağaç parçasıyla yere bir şeyler yazmaya çalışan kızına gözü ilişince içinde bir burukluk yaşadı. Kızı yedi yaşındaydı ve bir kez bile ona doğum gününde hediye almamıştı, alamamıştı. Her şeyden habersiz oynayan kız, annesine doğru bakıp gülümseyerek oynadığı oyununa geri döndü. Bu bakış ve gülümseme annenin

52


yüreğini çok derinden acıttı. Çöpü karıştırmaya devam eden anne, kırılıp atılmış bir parça duvar alçısı buldu. Daha önceden çıkardığı hediye paketine el çabukluğuyla yerleştirdi ve gelişi güzel kapadıktan sonra yere eğildi. Kızının yanağına bir buse konduran anne: “Bugün senin doğum günün kızım. Doğum günün kutlu olsun.“ diyerek sarıldı kızına ve elindeki başkalarının mutluluğundan nasibini alıp çöpün dibini boylayan hediye paketine sarılı hediyeyi uzattı. Olup bitene anlam veremediği halde mutluluktan gülücükler saçıp, annesine kocaman sarılan kız, hediyesini kapar kapmaz, inanılmaz bir çabuklukla açtı. İçinden çıkan beyaz, alçı parçasına baktı ve sonra annesine teşekkür edip kir ve sümüklü yüzünü annesinin yanağına bastırarak kocaman öpüp yerdeki çizimine devam etti. Anne yüreği bu, daha fazla kendini tutamayıp

53

hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladı. Sırtındaki çocuğunun da kızıyla aynı kaderi paylaşacağını bilmenin vermiş olduğu müthiş bir kederle ağlıyordu. Bir sonraki hediye paketine ulaşmak için kaç konteyner daha karıştırması gerekiyordu acaba? Mazlum Tarhan


Çizim: Cenker Tßreci

54


AT’LAYIN GIDELIM HATIRALARIM Hafızamın üzerinde tepiniyorlar. “Durun!” diyorum “Canım acıyor, çekin toynaklarınızı oradan!” Dinlemiyorlar. “Bakın at kardeşlerim!” “Böyle giderse ayıracağız yollarımızı.” Durdular biraz. Düşündüler. Ne düşündüler bilmiyorum ama sanırım benden ayrılma fikri pek hoşlarına gitmemişti sanki. Çöktüler dizlerinin üzerine. Yüzleri düştü. Bir koşu kaptım fırçayı, başladım taramaya saçlarını. Ne zaman üzülseler tararım saçlarını. Bu, çok hoşuna gider onla-

55


rın. Seviyorum atlarımı ama dinlemiyorlar pek sözümü. “Tepinmeyin oralarda, hatıralarım acıyor.” diyorum, daha cok vuruyorlar toynaklarını. Sanırım bir şey var anlatmak istedikleri. Güler İnan

Çizim: Cenker Türeci

56


Ç

IKMAZ SOKA 5. BÖLÜM

Hava aydınlanırken Murat eve bıraktığın da dengesiz adımlarla apartmanına ilerledi, genç kız. Cebindeki anahtarı çıkarıp sessizce eve girdi. Odasına girip un çuvalı misali kendini yatağına fırlattı. Biraz uyku lazımdı. Uyku seven insanın uykusuz bırakılması çok büyük haksızlıktı. Uykuya yavaş yavaş yolculuk ederken penceresi tıklandı. Kuştu belki de. Olamaz mıydı? Umursamamaya çalıştı. Aynı ses tekrar duyulurken gözlerini açtı. Kimdi bu? Neden rahatsız ederdi ki sabahın bu saatinde? Bu mahalle uyumuyor muydu? Dün de yedi de uyandırmışlardı. Yataktan doğrulup pencereye ilerledi. Gördükleriyle uykusu kaçmıştı. Gerçekten Narin miydi bu gördüğü? Hızla penceresini açtı. “Ne oldu? Bu halin ne?” “Yardımına ihtiyacım var, Evime gelir misin?” Hızla başını sallayıp penceresini

57

K

kapattı ve evden çıktı. Ayakkabısını giymeden arkasına basarak arka sokağa doğru koştu. Narine ne olmuştu? Narin kendisine bakmadan apartmana ilerlediğinde peşinden gitti. Kendi apartmanları gibi karanlık olan apartmanın merdivenlerini sessizce çıkıp ikinci kata ilerlediler. Kapıyı açan Narin zorlukla çıkardı ayağındaki topukluları. Tuğçe de ayakkabılarını çıkarıp içeri girdiğinde, çok belirgin olmasa da sigara kokusuyla karşılandı. İkisi de konuşmuyor, Tuğçe şokunu yaşarken Narin güç toplamaya uğraşıyordu. Krem koltuklarla döşeli odaya girdiklerin de ikili koltuğa kendini zor attı kadın. “Ne oldu? Anlatmayacak mısın?” Narin’in durumu anlatmayla olacak gibi değildi. Hangi insan dışı varlık yapmıştı bilmese de, yüzünde morlukların olduğu, rujunun darmadağın olduğu kesindi.


“Dayak yedim.” dedi. Tuğçe’yi şaşırtan durum, Narin’in bu halde bile gülüyor oluşuydu.

cekti. Önünde diz çökene kadar dövecek, gözünden yaş getirip yalvartacaktı.

“Onu görüyorum. Kim yaptı?” Sinirliydi sesi. Hem kadını bu hale getirenlere, hem de her şeye rağmen gülen kadına.

Merdivenleri hızla inerken birinci katta ki Züleyha’yı gördü.

“Necmi. Tanır mısın?” “Deli Necmi mi?” Bu ismi hatırlıyordu. Rüstem söylemişti Deli Necmi’nin evi, kendilerine kiraladığını. “Ta kendisi. Sende mi tanıştın o itle?” “Tanımıyorum, ev sahibi.” Narin iğrendi. O adamdan bir kere daha iğrendi. “Allah belasını versin itin.” “Nerede bu şerefsiz? Pavyonda mı şu an?” “Oradadır.” dediğinde Tuğçe beklemedi. O adamı tüm gücüyle hiç merhamet etmeden dövecekti. Önünde diz çökene kadar döve-

“Ne işin var kız senin burada?” dedi sokak ağzıyla. “Narin’e geldim. Acelem var.” deyip hızla apartmandan çıktı. O Necmi aptalını bulmak önceliğiydi şuanda. Sokağın sonuna ilerlerken gözüne odasının önünde ki tabelalar çarptı yine. Bir adım sonra Hazine sınırlarından çıkıp Çöplük’ün bilinmezliklerine ulaşacaktı. Oysa daha Hazine’yi bile keşfedememişti. Hiç düşünmeden kalan son adımı attığında sebepsiz bir heyecan içini kapladı. Dün görmüştü, Narin’in girdiği pavyonu. Birinci değil, ikincisiydi. Kapıdan içeri girerken tek isteği o adamı bulup öldüresiye dövmekti. Sigara dumanının etrafı kapladığı ortamda boş olan koca alana baktı. Ya sabah olduğu için, ya da saat henüz erken olduğu için neredeyse kimse yoktu. Siyah deri koltuğa oturmuş saçla-

58


rının çoğu olmayan kucağında kızı yaşında sayılacak bir eskortu taşıyan adama baktı. Hisleri kuvvetliydi. Ve o meşhur Necmi’nin bu adam olduğunu düşünüyordu. Gördüğü garsonu durdurdu. “Necmi, şuradaki mi?” dedi gözleriyle adamı işaret ederek. Olumlu cevap aldığı garsona baş sallayarak teşekkür etti ve önünde ki bir kaç merdiveni indi. Koltukta oturan adam yaklaştı. Ne kucağındaki, ne de Necmi kendisini görmüyordu. “Muhabbetiniz bol olsun.” dediğinde dikkatleri kendi üzerine çekmeyi başarabilmişti. “Sağ ol, güzelim.” Yüzünde iğrenç bir gülüş peydahlanmıştı. Kucağında ki yetmezmiş gibi bir de Tuğçe’ye sulanıyordu. O ağzından akan sularda boğacaktı şimdi bu herifi. Sarışın kızı kolundan tutup geriye ittiğinde, iğrendiği tiz çığlığı duydu. Kızların bu tiz çığlıklarından nefret ediyordu. Kendisi de kız olmasına rağmen.

59

“O güzelin seni güzelleştirmeye geldi, hazır mısın?” derken yüzüne bir gülüş takındı. Bu, seni fena benzeteceğim, adlı gülüşüydü. Tabi bunu bilmeyen bir Necmi vardı. Adama daha çok yaklaştı. Necmi’nin hoşuna gitmişti. Karşısındaki hatun hoşuna gitmişti. Peki, birazdan göreceği muamele de hoşuna gidecek miydi? Tartışılırdı. Adamın üzerine eğilip yakasından tuttu. Büyük bir memnuniyetle ayağa kalktı karşısındaki. Allah bilir o pislik zihniyetinden şuan neler geçiyordu? Önce, yüzünde ki pis gülüşünü silmek gerekirdi. Hızla alnıyla adamın burnuna vurduğunda, adamdan acı bir inilti koptu. “Şerefsizlik doğuştan mı lan sende?” deyip dizini adamın karnına geçirdi bu kez. Durmayacak, durdurmalarına izin vermeyecekti. İki büklüm olan Necmi’nin sırtına dirseğiyle vurup yere düşmesini sağladı. Arkasında ki sarışın çoktan tüymüştü, farkındaydı. Yere yığılan mahlûkata tekmelerini geçirirken her tekmede daha


çok rahatlıyordu. “Nasıl kıydın lan kadına? Ulan bir şey diyeceğim, kim olduğunu bilmediğim annene yazık!” diye bağırdı. Necmi’nin belinde ki silahı gördü. Onu alıp hızla arkasını döndü. Kendisine yaklaşan adamları fark etmişti. Silahı onlara doğrultup: “Bir adım atana sıkarım!” diye bağırdı. Adamlar ifadesizce yerinde dururken “Şakam olmadığını kanıtlarım.” dedi. Tetiği çekerken köşede duran içki şişesini hedef belirledi. Tek kurşunla şişeyi parçaladı. Adamlara baktığında onlardaki şaşkınlığı gördü. “Umarım açıklayıcı olmuştur.” dedi sinsi bir gülüşle. Bu semt, bu kıza karşı koyamayacaktı. Hepsini alt edecekti. Çöplük pisliğini, Hazine’ye bulaştıramayacaktı. Muhammed’in başına gelenleri hala unutmamıştı. Ayağının ucunda yatan adama bir tekme daha savururken silahı karşısındaki iki adama doğrultuyordu. “Kalk, Necmi kalk! Bitmedi oğlum.

Bitmeyecek. Köpek gibi yalvartacağım daha seni! Adam olmadığını, malının sana fayda sağlamayacağını herkes görecek. “ Kısa bir an bakışları, Necmi’ye kayarken silahı tekrar sıktı. Adamlardan kilolu olanı acıyla kolunu tuttuğunda, Tuğçe adamla göz teması kurdu. “Oysa şakam yok demiştim. Yazık oldu bak. Değer mi kurşun acısı çekmeye?” Başını sağa eğip “Geçmiş olsun. İnan hiç üzülmedim.” deyip güldü. Şu an bulunduğu durum oldukça eğlenceliydi. Sert bir tekmeyi Necmi’ye geçirdi. Acıyla inlemesinden zevk almıştı. Hayır, başkalarının acı çekmesinden hoşlanan psikopat ruhlu biri değildi. Sadece hak edene hak ettiğini veriyor olmanın tadını çıkarıyordu. *** Hazinenin bitişi, Çöplük’ün başlangıcındaydı Züleyha. Tuğçe’nin koşa koşa gidişini görmüştü. O pavyonda ne işi olurdu, o kızın? Üstelik kısa aralıklarla duyduğu silah sesleri, pavyonun dışına taşan insanlar da korkusuna korku; merakına merak ekliyordu. Silah

60


sesini duyan Hazine ahalisi de çıkmıştı, evlerinden. Bir şey yapmalıydı. Bir şey olsun istemiyordu. Tek başına o pavyona giremezdi. Biri lazımdı ona yardım edecek. Mehmet, Murat, Ali bunlardan biri olurdu işte. Telefonunu çıkarıp Ali’yi aradı. “Oo gülüm aramış. Hayırdır kız bu saate, beni mi gördün rüyanda?” “Aptal aptal konuşma! Şu yeni gelen kız, Necmi’nin pavyonuna girdi. İçerden silah sesleri geldi. Çöplük ahalisi pavyona girmek için birbirini yiyor. Korkuyorum. Gelin hadi. Mehmet, Murat ara işte birini.” “Geliyoruz, kapat!” dedi Ali. Sesi sertleşmişti. Beklemeye başladı korkuyla. Endişesini tetikleyen etkenlerden biri de yeni gelen kızın ailesiydi. Ne olduğunu bilmeden pencereden bakıyorlardı. İçeridekinin kızları olduğunu bilseler ne tepki verirlerdi acaba? Üstelik ölü mü, diri mi? Belli değildi. Necmi’nin inine girmişti. Tehlikenin kucağı

61

kucağına atlamıştı adeta. Murat’ın arabası ani bir frenle önünde durduğunda korkuyla geriledi. Arabadan inen Mehmet ve Ali’yi de görünce bu kez korkusu yön değiştirdi. O pavyona, bu üç adam adım atacaktı, biliyordu. Ya Ali’ye bir şey olursa? Kılına zarar gelsin istemiyordu. Mehmet önden ilerlerken Murat uykulu gözlerle mırıldandı. “Daha seni eve bırakalı bir saat olmadı. Belayı üstüne mi çekiyorsun be kızım?” Sanki karşısında Tuğçe varmış gibi sessiz sessiz söyleniyordu. Kalabalığı zar zor aştıklarında bir silah sesi daha duyuldu. Olmuştu, kesin kıza bir şey olmuştu. Dumanların çevrelediği ortamın merkezine ilerlediklerinde, kanlı canlı Tuğçe’yi görmek sevindirmemiş, şaşırtmıştı. Bir adamı kolundan, ötekini bacağından yaralayan Necmi’yi yerlerde süründüren elinde silah tutan bu kız mıydı? Ne yapıyordu bu kız? Nasıl bu duruma gelmişti? En önemlisi, neden buradaydı?


“Bücür!” dedi Mehmet. Kendisine bakan çekik gözlü kıza hayırdır der gibi göz kırptı. “Hoş geldin Kabadayı. Leş varmış, kuzgun değilim ama bakmaya geldim. Bu leşten olmaz, dövüşmeyi bilmiyor. Bir kafa atmamla yere serildi. Adamları desen laf dinlemiyor. Yaklaşmayın demiştim ama sanırım anlamadılar.” deyip omuz silkti. Bu kız bir de masum rolü yapmıyor muydu? Korkulurdu. “Niye yaptın tüm bunları?” “Kaşındıklarını duydum, hayrına kaşımaya geldim.” Gözlerini bu kez Murat’a çevirdi kız. “Narin’e bir bak hele.” dediğinde adamın kaşları çatıldı. Narin’i nereden biliyordu? Peki, neden bakmasını söylemişti? Kötü bir şey olmuş olmalıydı. Hızla arkasına dönüp pavyondan insanları ite kalka çıktı. Narin? Ne olmuştu? “Saçma oyununa son ver Bücür! Oyun parkı değil burası! Niye yaptın tüm bunları?” “Sensin oyun, Kabadayı! Bu insandan bozma, Narin’i dövmüş.”

Narin mi? Dövülmüş müydü? Hem de Necmi tarafından! “Şerefsize dersini vermeye geldim.” deyip hafif eğildi ve Necmi’nin yakasından tuttu. Ha bayıldı ha bayılacaktı. Nefesi zor alıyordu. “Hala yalvarmadın. Hadi bak zor değil. Yalvarmazsan bu kez ki kurşun sana!” dedi yine engel olamadığı o gülümsemeyle. “Ya- yapma! “ “Aaa böyle yalvarmamı olur! Ne olursun demek yok, yalvarırım demek yok, köpeğin olayım yok. Yok, yok, yok! Kırarım lan kafanı! Acımam.” “Bücür, yapma! Vermişsin dersini yeter!” “Sana ne Kabadayı? Elimden bunu alıp öldüresiye döveceğine yeter diyorsun! Bu mu adamlığın?” Sinirle yumruklarını sıktı Kabadayı. Adamlığını bir gösterecekti, o zaman rahat edecekti bu kız. Bu kız asıyor kesiyordu da, sonunu düşünmüş müydü?

62


“Üç dediğimde bırakmazsan mekânı aleve vereceğim. Sen kadar ciddiyim şuan.” Kabadayıya baktı, Bücür. “Üç.” sesiyle adamın yakasını bıraktı. Bu manyak herif yapardı. Daha ölmeye niyeti yoktu. Hele bu leş yığınıyla bir arada ölmeye hiç niyeti yoktu. Ayağa kalkıp yaralı, aç köpek gibi inleyen iki korumaya baktı. Uzanıp ikisinin de silahını aldı. Merdivenleri çıkıp Kabadayıya ulaşacaktı ki içinde kalan son şeyi yapmak istedi. Baygın yatan Necmi’ye hızla ilerleyip topa vurur gibi hızla ayağını karnına geçirdi. Sonra koşarak Kabadayıya ulaştı. Kendisinden uzun olan adama, kirpikleri üzerinden baktı. Kabadayının söyleyeceği sözleri beklerken ansızın gelen alkış sesleri, onu gafil avlamıştı. Kendisini alkışlayan Hazine değil, Çöplük insanlarıydı. Aralarında kendisine gülerek bakan Nur sayesinde anlamıştı. Tebessümle karşılık verdi, kendisi-

63

ni alkışlayan topluluğa. Kendisine dikkatle bakan esmer, genç adam dikkatinden kaçmamıştı. Yine de sustu. Yakında bu adamın da sırrı ortaya çıkardı. Sonra bakışları Kabadayıya kaydı. Hala elleri cebinde, ifadesiz biçimde kendisine bakıyordu. “Çık.” Ne? Bu adam kendisine emir mi vermişti? “Bana emir verme!” “Bücür çık, katil olacağım yoksa çık!” dedi fısıltılı ama vurgusu güçlü olan bir tonda. Sinirli adımlarla çıkacakken elinde ki silahlara baktı. Tutmayı özlemişti. Aşk yaşıyordu bu aletlerle. İkisini pantolonunun ceplerine yerleştirip birini elinde döndürmeye başlayarak dışarı çıktı. Her şey mükemmeldi. Necmi’ye istediğini yapmış, bedavadan üç silahı olmuştu. Hiç beklemediği şekilde insanların övgülerine boğulmuştu. Üstelik bunlar, Hazineye düşman olan insanlardı. Yine de hesaba katmadığı şeyler vardı; odasının penceresinde kendisine


kızgın gözlerle bakan anne ve babası gibi. Büyük bir azarlanma sahnesi, kendisini hazırda bekliyordu. Dudaklarını dişlerken elinde ki silahı sıkıca tuttu. “Kaç kurtul Bücür.” dedi arkasındaki ses. “Kes çeneni.” diye fısıldadı. Elindeki silahı Kabadayının eline tutuşturup hızla anne ve babasına ilerledi. Pencerenin altında beklerken her suçluyken yaptığı gibi hızla gözlerini kırpmaya başladı. Dudaklarını büzmeyi de unutmamıştı. “Günaydın, canım ailem. Sinan’la, Kenan beni bekler. Sonra görüşürüz.” deyip pencerenin önünden ayrılıyordu ki babasının gür sesiyle durdu.

tepki vermeyecekti. “Eve gir, hemen!” dedi babası. Kabadayı, sinirlenen kıza baktı. Suratı asılmıştı. Ne oluyordu? Anlamıyordu. Bücür’ün gidişini izledi. Sokakta kaybolduğunda, Narin’in apartmanına ilerledi. İkinci kata çıktığında, açık olan kapıyı gördü. “Niye geldin Murat? Gitsene artık!” “Sana, sana inanamıyorum. Sen kızla oyun mu oynadın? Narin bu sen değilsin!” “Değilsem, değilim. Sana mı soracağım? Uzak dur Murat!” “Kız senin için neler yaptı haberin var mı? Ölebilirdi.”

“Masal!”

“Onun aptallığı. Git Necmi’ye bulaş diyen olmadı”

Bu, Tuğçe’nin hassas noktasıydı. Sinirle ellerini sıkarken gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı. Öfkesinin kurbanı olmayacaktı. Babasının bu ismi bilerek söylediğini biliyordu. Hayır, hayır asla buna

Mehmet sesleri duysa da içeri girmemişti. Ayakkabılarını çıkarıp içeri ilerledi. Narin, üzerinde ki mini elbiseyi umursamadan koltuğa yayılmıştı. Murat, karşısında sinir krizlerine giriyordu.

64


“Ya, vicdanını ne zaman kaybettin be kadın? Önce ben, sonra Yonca, şimdi de Tuğçe. Ne istiyorsun? Niye oynuyorsun? Kim değiştirdi seni? Kim öldürdü içindeki masumu?” Güldü kadın. Şen bir kahkahaydı. Sinirli insanı delirtecek bir kahkaha. “Masum, masum mu dedin. Bana?” dedi gülmeleri arasından. Tekli koltuğa tekme attı adam. Bu kadına dokunamıyor, zarar veremiyor, sesini kesemiyordu ya; sinirden deliriyordu. Mehmet içeri girdi. Oyundan söz etmişti Murat. Narin’i inceledi. Yüzünde yara bere falan yoktu. Anlaşılan oyunu Tuğçe’ye oynamıştı. Kızın vicdanıyla oynamış, dövüldüğüne dair yalan söylemişti. Narin sustu, Mehmet’i görünce. Pek belli etmezdi ama korkardı, Mehmet’ten. Murat’tan korkmaz, Mehmet’ten korkardı. Bakışlarını başka yöne çevirip uzattığı bacaklarını sallamaya başladı.

65

Mehmet, acıyan gözlerle Narin’e bakıp Murat’ın kendisini kaybetmesini engellemeye çalıştı. Narin ablası, Murat ağabeyiydi oysa. Beraber büyümüşlerdi de, artık ablası olmadığını yeni fark etmişti. “Gidelim ağabey, önce gidelim.” derken bakışları, Narin’deydi. Evden çıkıp dış kapıyı sinirle kapattığında, arkalarında ne halde olduğunu bilmedikleri bir Narin bırakmışlardı.

Gökyüzü


Çizim: Cenker Tßreci

66


... hayat sabLr oyunundan daha fazla bir seydir... -Babaya Mektup

Franz Kafka


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya


/mucizeruhdergi.blogspot.com /mucizeruhdergi /mucizeruhdergi

MUCÄ°ZE RUH


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.