Mucize Ruh 13. Sayı Turgut Uyar Edebiyat Kültür Sanat Dergisi

Page 1

. MUCIZE RUH Fevkalade Mecmua

MAYIS 2020 · SEZON 3 · SAYI 13

Sevgim AcI yor Turgut Uyar



ikimiz birden sevinebiliriz

Gรถge bakalTurgut ImUyar


MUCİZE RUH Fevkalade Mecmua GENEL YAYIN YÖNETMENİ/ DİZGİ-TASARIM EMİR YAPICI

KAPAK İLLÜSTRASYONU CUNDULLAH KARAASLAN

İLLÜSTRASYONLAR CENKER TÜRECİ

FOTOĞRAF SORUMLUSU GÖZDE KAYA

DÜZELTİ ŞEYMA NUR YAPICI

Tüm içeriğin hakkı saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. ©Tüm Hakkı Saklıdır


|

a u m c e M e d a l a Fevk

uh Mucize R


içindekiler Turgut Uyar

Pelin Erdogan

Zekadan ve Degerlendirme Yeteneginden yoksun

- I Gezinmislik Kusagı . Baran Selim Özceviz -

Kapagına Göre Yargılama

Fatih Altınbeyaz

Siyah Ayna

Hilal Aras

Tugçe Masal Akyıldız

Atmosferim-

Berfin Dogrugörür

Galata'da Bir Kadın

Unuttuk

Senol Altın .

Sevilmeye Muhtaç

Fatma Sebahat Yılmaz

Sinem Arda

Ben Sair Degilim . -

Sena Sabcıglu

Siyah Tisört . Anlatırdım Burçin Laçin Altay Dicle Arslan . Isterdim ki Tablolar Aysegül Çetinkaya Habib Umut Kaygısız Ertelenen Hayatlar Bir Pazar Gezisi Feray Altan Ahmet Güven Yalnız Adam Melankolik Ev Nurcan Bas . Toz Bulutu Sahibi Zeynep Kartal Gülce Avcu Selam Ceren Özdinç Sezen ve Ahmet Üzerine Kutluay Akıl Deniz'in Nöbeti Ebubekir Emre Men Hatıra Defteri Varıs Kerem Nadir Özcan

Meczup Ressam

Hande Bayrak

.

Kutsal Arda .

Insandık

Anıl Durgut



TURGUT

UYAR

7

ACIYOR Mutsuzluktan söz etmek istiyorum Dikey ve yatay mutsuzluktan Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun sevgim acıyor ... Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır Sonbahar geldi hüzün Kış geldi kara hüzün Ey en akıllı kişisi dünyanın bazen yaz ortasında gündüzün sevgim acıyor Kimi sevsem Kim beni sevse Eylül toparlandı gitti iste Ekim falan da gider bu gidişle Tarihe gömülen koca koca atlar Tarihe gömülür o kadar

Turgut UYAR


Mutluluğun insanlarla oynadığı saklambaç oyununda galip gelenlerin daima şairler olduğu söylenir. Onlar mutluluğun saklı olduğu kuytu köşeleri iyi bilirler. Bazen oyun bozucu olurlar ve mutluluğun nerede saklandığını görmezden gelip sobelenirler. Mutluluğun kendi kendini açık etmesi içindir bu tutumları, tıpkı Turgut Uyar’ın yaptığı gibi. O, mutluluğu şiirlerinde aşkla, ayrılıkla, ölümle görünür kılar, rahatsız etmez, saklandığı yerden çekip almaz, bize ona ulaşma gücü verir. Tarihe gömülen atların sesini duyuyorsanız mutluluğu o kuytulardan çekip almak için yeterli cesaretiniz vardır ve aldığınızda emin olun ki bir şair size en yakın gök deliğinden bakarak gülümsüyordur. Mutluluk da mutsuzluk gibi bulaşıcıdır. O gülünce, mutluluk size de bulaşacaktır ve işittiğiniz şiir ağlıyorsa paniğe kapılmayın, bilin ki her şiir özünde daima mutludur. “Toprak, sevdiklerimizi aldığı için mi güzel kokar?” diye sorar Turgut Uyar. Bir matemin gölgesinden insana bakan ölüm, onun dizelerinde toprak kokar. O, hayatını, dünyanın uzay-zaman denklemindeki gündüzde ve gecede değil, dizelerini hayalden kaleme, kalemden kâğıda akıttığı yerçekimsiz bir dünyada yaşamıştır. Döneminin sorunlarına, heveslerine, hüzünlerine, her şeyden de çok aşka dokundurmuştur parmaklarını. Tomris Uyar ile yaşadığı aşk dillerden düşmemiştir. O, Türk şiirinin unutulmaz ismi, İkinci Yeni akımının önemli bir temsilcisidir. 4 Ağustos 1927 yılında Ankara’da doğdu. İstanbul’daki ilköğreniminden sonra, Konya Askeri Okulu, Işıklar Askeri Hava Lisesi ve Askeri Memurlar Okulu’nu bitirip Posof, Terme ve Ankara’da personel subayı olarak görev yaptı. Şiirleriyle daha yakından ilgilenmek için 4 yıl süren askeri memurluk görevinden ayrılıp kendine yeni bir yol çizdi. “Durduğum yer benim değil iken gidebilecek bir yerimin olmaması ne acı; gidebilecek bir yerim yok iken hâlâ ve inatla durmayışım ne gaflet; nihayetinde ölmüyorken yaşıyor olan insanın, yaşıyorken öldüğünü bilmemesi bu, bu ne tuhaf bi’hayret.”

Turgut Uyar’ın ilk evliliği annesinin isteği ile olmuştu. 18 yaşında baba olan şair, ilk eşinden olan üç çocuğunu memurluk yaptığı yerlerde büyüttü. Askeri memurluk görevinden sonra Türkiye Selüloz ve Kağıt Sanayisi’nin Ankara şubesinde çalışmaya başladı. 1966 yılında eşin-

8


den ayrılıp İstanbul’a yerleşti ve İstanbul ona büyük aşkı Tomris Hn.’ı hediye etti. Tomris Hn. o sıralar Cemal Süreya ile evliydi ve ilişkisi bitme aşamasındaydı. Turgut Uyar ve Tomris Hn.’ın şiir üzerine mektuplaşmaları büyülü bir aşka vardı ve birbirlerine olan mistik yolculukları 1969’da evlilikle sonuçlandı. Tomris Uyar ile evliliklerinden bir erkek çocukları oldu.

“Sen nereye ben oraya adım adım... İnsan sevdikçe iyileşiyor, Turgut Uyar’ın aşkı, uçsuz bucaksız evrende hiç susmayan bir senfoni anladım.”

oldu:

Senfoni Önce sesin gelir aklıma Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli Sonra cumartesi günleri gelir Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum Bir yağmur yağsa da beraber ıslansak. ... İçim güvercinleri okşamış gibi rahat Sen yanımdayken ister istemez Geniş meydanlarda akşam üstleri Üst üste üç kere deniz, üç kere çınarlar. Sen yanımdayken ister istemez Uzak ırmakları hatırlıyorum. Ara sıra düşmüyor değil aklıma Yabancı kadınların sıcaklığı Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım Yanında ihtiyarlamak istiyorum...

Herkesin aşkını kaleme aldığı, şarkıya, şiire döktüğü anlar olmuştur

“İnsan en hayatında. İşte bir şair tüm bunların toplamıdır. çok sabahları arar sevdiği kadını.” Turgut Uyar’ın ilk şiiri “Yad” 1947 yılında Yenigün dergisinde yayım-

landı. Daha da öncesine gidersek Turgut Uyar ilk şiirini çocukluk döneminde âşık olduğu kıza yazmıştır:

9

Güzeldir sevgilim her dakika her an Güzeldir sözleri kaşı gözleri Geçtiği her karış sönük topraktan On anda fışkırır neşe özleri


Ailesi müziksever bir aileydi ve evlerinde çeşitli enstrümanların çalındığı müzikli gündüzler ve geceler içinde geçmişti çocukluğu. O yıllarda şiire nasıl başladığını şöyle anlatmıştı: “Daha ilkokulda vezin ve kafiyeden haberim olmadığı çağlarda manzumeler yazardım. Sonra ortaokul ve lise devresinde boyuna yazdım. Günde üç beş şiir, haftada on beş, günde bir roman yazıyordum. Ama ne şiirler ve romanlar. Liseyi bitireceğim yıl, Hayyam, Nedim, Yahya Kemal, Tevfik Fikret, Hamit ve Haşim kıskıvrak tutmuşlardı. Taklit ettiğimi bile bile onlara özenerek bildiğim ve becerdiğim kadar terkipli filan gazeller mazeller yazardım. Hatta Makbere Mezar adıyla bir nazire bile yazmıştım.” Çılgın Hüzünlü Şimdi dolaşıp duruyor aramızda Kıpkırmızı bir duygu olarak Doğudan batıya bir güz halinde Çılgın ve hüzünlü. Turgut Uyar, 1948 yılında Kaynak Dergisi’nin açtığı yarışmada ikincilik derecesi aldı. Seçici kurulda bulunan şair-yazar Nurullah Ataç için birinciliğe aday isim Turgut Uyar’dı ve Ataç, Uyar’ın çok iyi bir şair olacağını tam da o günlerde edebiyat camiasına duyurmuştu. Turgut Uyar’ın ilk kitabı “Arz-ı Hal” 1949 yılında okuyucusu ile buluştu. Hece ölçüsü ile yazdığı şiirlerinde toplumsal konuları işlemişti; Anadolu insanının yaşayışını, geleneklerini, ekonomik-kültürel sorunlarını ele almış, yüksek dağlara, ekinli ovalara, deli akan ırmaklara, yoksul ve samimi köylere, kasabalara, tren istasyonlarına, dağ geçitlerine, vadiler arasındaki utangaç köprülere can vermişti.

Mersiye Büyük bir vatanseverdi, İnkılâplar yapamadı, Binalar falan kuramadı gerçi. Sessizce çalıştı masasında. Evrak kaydetti. Ve tevazu gösterdi halince. Nihayet vadesi yetti. -Ecelin sunduğu şerbeti içtiAllah rahmet eylesin, Hüsnü Efendi.

10


Bir yagmur yagsa da

beraber Islansak. Turgut Uyar


Şair bu kitabında, daha sonraki şiirlerinde de sıkça sarılacağı “kalabalıkların içinde yalnız hissetme” duygusuna sarılmıştı. “Yalağuz” şiirinde “yalnız” kelimesini 18. Yüzyıl Türkçesindeki karşılığı ile “yalağuz” olarak kullanmıştı. Bektaş yüce dağ başında yalağuzdu. Bektaş zaten doğduğundan beri yaşağuzdu... Bir sopa, üç beş koyun, bir köpek, Bulutların içinde kendi kendine yalağuzdu...

İkinci şiir kitabı “Türkiyem” 1952 yılında okuyucusuna merhaba dedi ve ilk kitaptaki gibi bu kitaptaki dizeler de Anadolu insanının dertleriyle, hüzünleriyle, çileleriyle, yoksulluklarıyla ve mutluluklarıyla doldu, ırmaklar, dağlar, geçitler, köprüler bu dizeler arasında var oldu. Bu kitaba Nurullah Ataç ön söz yazmıştı ve kitap o dönemin ünlü şairlerinin kitaplarının yayımlandığı yayınevlerinden biri olan Varlık Yayınları’ndan çıkmıştı. 1959 yılında yayımlanan “Dünyanın En Güzel Arabistanı” kitabında Turgut Uyar, Garip akımı etkisinden çıkarak modern yaklaşımlarla yeni imgeler kurdu ve Türk edebiyatında ayrıcalıklı bir köşeyi tuttu. Bu şiirlerinde toplumsal konuları bireyden yola çıkarak işledi. Annesinin deyimiyle içli bir çocuk olan Turgut Uyar, derin ve içtenlikli duygularını çocuksu bir telaşla ilk kez bu kitabında var edebilmiştir; kendisini şiirlerinin bir köşesinde gizlemiş ve öykü, tiyatro gibi şiir dışı türleri de kullanarak okuyucuya dizelerde etken bir rol vermiştir. Dinin, geleneksel ahlâkın, kural koyucuların birey üzerindeki baskısı, kentleşmenin bireyin öz varlığına yaptığı tahribat bu şiirlerinde temel temalar olmuştur. Turgut Uyar ilk iki kitabından farklı olarak bu üçüncü kitabında, dizelerindeki berrak ve birbirini izleyen yapıyı bilerek bırakmış ve okuyucunun tamamlamasını istediği yepyeni özgün bir ifade biçimi keşfetmiştir. Okuyucunun yüreğine düşen anlamlar, bir dizeden diğer dizeye, kendi kendinin oyuncu olduğu ve kendi kendinin seyirci olduğu bir arenadır artık... Geyikli Gece Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta Her şey naylondandı o kadar Ve ölünce beş on birden ölüyorduk güneşe karşı. Ama geyikli geceyi bulmadan önce Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.

12


“Her şeyden biraz kalır diyor birileri, çoğulluk haklılıktır. Kavanozda biraz kahve, kutuda biraz ekmek, insanda biraz acı...”

Hüseyin Cöntürk, Turgut Uyar’ın şiirlerindeki mutluluğa yolculuğunda yedi yöntem izlediğini söyler: Kötüleri iyileştirmeye çalışmak, Alışamadığı kötü şeyleri sevmeye çalışmak, Bayağılaştırarak kötü şeylerin dünyasının bir parçası olmak, Alıştığı kötü şeylerden kurtulmaya çalışmak, İyisi ve kötüsü ile realiteyi bir oldu-bitti diye kabul etmek, Realiteyi görmezden gelmek ve Hayâl evrenine kaçmak. Turgut Uyar, tüm bu mutluluk yöntemlerinin üzerinde tuttuğu kutsal mutluluğunu Tomris ile verir bize:

Tomris Senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz ... Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur Ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan ... Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm Seni övdüğüm zaman Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda Seni övdüğüm zaman Şairin “Tütünler Islak” kitabı 1962, “Her Pazartesi” kitabı 1968 yılında yayımlandı. “Dünyanın En Güzel Arabistanı” kitabındaki şiirleri gibi bu iki kitabındaki şiirlerinde de şair okuyucu ile dans etmeye devam etti. Dizeler arasında okuyucu kâh kayboldu kâh “Biliyoruz neyi bölüş- var oldu.

tüğümüzü. Konuşma- 1970 yılında yayımlanan “Divan” adlı kitabında geleneksel şiirin sak da.” alıplarına kısa bir dönüş yaptı, belki de geleneksel şiiri fazlasıyla

13

ıssız bıraktığını düşündüğünden bir süreliğine olsun onun yeniden elini tutmaya gitmişti. O, öz ve biçim bakımından değişim içinde olan, halk şiirinden divan şiirine geniş bir kültür birikimine sahip olan Türk edebiyatında, kendisi olabilen bir şiiri geliştirdi.


1970 yılında yayımlanan “Divan” adlı kitabında geleneksel şiirin kalıplarına kısa bir dönüş yaptı, belki de geleneksel şiiri fazlasıyla ıssız bıraktığını düşündüğünden bir süreliğine olsun onun yeniden elini tutmaya gitmişti. O, öz ve biçim bakımından değişim içinde olan, halk şiirinden divan şiirine geniş bir kültür birikimine sahip olan Türk edebiyatında, kendisi olabilen bir şiiri geliştirdi.

“Ve oturuldu bir takım şeyler söylendi... İmla kurallarıyla 1974 yılında yayımlanan “Toplandılar” ve 1982 yılında yayımlanan mutsuzluk “Kayayı Delen İncir” kitapları ile dönemin sınıf çatışmalarını, mücade- üstüne.”

leleri ele aldı.

“Biri kurbağa öper, biri yüzyıllarca uyur, biri yedi cüceyle yaşar, biri kuleye kapatılır. Bir masal prensesi olsan bile kadınlık zor.” Turgut Uyar 22 Ağustos 1985 tarihinde hayata veda etti.

“Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç” Ve ne mutlu ki ölmeden önce hepimize göğe bakmayı öğretti.

Göğe Bakma Durağı İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu aranıp duran korkak ellerimi tut Bu evleri atla bu evleri de bunları da Göğe bakalım ... Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum ... Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat Durma göğe bakalım

pELİN eRDOĞAN

14


Bir gün, bir parkta otururken, biliyorum

Bir el yagmurla dokunacak omuzuma

Bir çift göz, bir davet, bir kalp Turgut Uyar



Zekadan ve Değerlendİrme

YeteneğİNden Yoksun

Bir zamanlar, kudretli bir adam tanımıştım. Vasatî biriydi ama kendisini çok yakışıklı görüyordu yahut fiziki dezavantajının farkındaydı ama bunu daha itici hâle getirerek, çevresindekileri rahatsız ediyor; bundan tuhaf bir mutluluk duyuyordu. Saplantılı bir şekilde, saygı beklentisi içine giriyor, bunu görmediğinde zor kullanıyor, derhal elindeki yetkileri hayata geçirmekten geri kalmıyordu. Kadın erkek, çok kişiyi ağlattığına, odasına girdikten sonra hışımla geri çıkıp kendi halinde oturan birine ‘o geçerken neden ayağa kalkmadığını’ sorduğuna, akabinde tehditler savurduğuna çok şahit olduk. Üstelik bu şahsın başka bir meziyeti daha vardı. Kendisinin ortalama zekâ seviyesinin çok üstünde biri olduğunu iddia ediyordu. İster kalabalık bir ortamda, isterse birebirde “Ben çok akıllı, matematiksel, sınıflama ve denetim yeteneği olan bir insanım!” diye haykırmayı marifet zannediyordu. Bu şahıs ile hiçbir zaman sağlıklı bir iletişim kuramadım, odasına girdiğimde kirpi gibi olurdum, demek istediklerimi tam manasıyla ifade edemezdim. Onun abuk sabuk ve ergen kokan esprilerine sırıtmak zorunda kalmak en kötüsüydü.

17

En sonunda küçük bir yanlışlıktan dolayı, bana sesini yük-


seltti, kalabalık bir platformda, attı tuttu. Ben de ona cevap vererek ekmeğine yağ sürmedim. İleriki günlerde, bu muktedir şahıs, tayin olup gitti. Araya mevsimler, seneler girdi. Bir gün öyle bir haber geldi ki, bu adam devlete mugayir birilerine çalışıyormuş. Bu yüzden elindeki tüm imkânları, yetkileri alındı ve hatta devlet kadrosundan da uzaklaştırıldı. Sosyal medyada, başına gelenlerle ilgili bunun anlatımlarını okudum. Nasılsa denk geldi, olacak ya... Kendisinin saf ve temiz bir insan olduğunu, bir köylü çocuğu olarak hiç kötülük düşünmediğini, halis niyetinin, insanları kırmama hassasiyetinin kurbanı olduğunu anlatıyor, günah çıkarıyordu. Ne kadar üst, olayları okuyabilen ve öngörü sahibi insanlığından da zerre kadar bahsetmiyordu. Ben de onun çok dâhi (!) bir insan olduğunu bizzat tecrübe ederek, görmüş oldum. Aslında kendisiyle çalıştığım yıllar boyunca onun yüksek bilgi birikiminden ve ferasetinden dolayı iletişimde başarısız olduğumuzu da şahsen anladım. *** Yeni keşfettiğim ve kalemini beğendiğim Tim Parks, Europa adlı romanında; “Yıllar boyunca, birinin gözüne girmeye çalışırsın, o insanla ilişki kurma ihtiyacı hissedersin, o ilişkiyi kuramadığın takdirde daha değersiz bir insan olacağını düşünürsün, sonra bir de bakarsın ki ilişkiyi asıl engelleyen şey, o insanın zekâdan ve değerlendirme yeteneğinden yoksun olmasıymış; belki yıllarca hayal kırıklığı yaşadıktan sonra, görmezden gelmek için çırpındığın, göze batacak kadar aşikâr olan gerçeği sanki bir anda görüverirsin: bu insan pek akıllı sayılmaz.” şeklinde muazzam bir pasaj yapar.

18


Bir insan ile yerinde, yapıcı ve dışa dönük bir ilişki kurmak, onunla güven esaslarına dayalı sağlam bir bağı hayata geçirmek istersiniz. Hatta belki de yaşamınızı, değerinizi ve mutluluğunuzu o yakınlığa da adarsınız. O karşılıklı aktarımın sizi yaşamın içinde daha emniyette, esenlik dolu ve olumlu hissettireceğini ısrarla düşünürsünüz. Bunun için koşarsınız, yorulursunuz, yer yer kendinizi paralarsınız. En nihayetinde bu iletişim gelir bir yerde tıkanır, muhatabınızın yaptıkları, anladıkları veya kavrayamadıkları, her seferinde, sizi mutsuz eder. Bir insan ile can dinlendirici, sezgilere, karşılıklı anlamaya ve anlama dayalı bir ilişki kuramıyorsanız ya sizin aklınız ona göre biraz kıttır ya da muhatabınız zekâdan ve değerlendirme yeteneğinden yoksundur. Davul bile dengi dengine diye boşuna dememişler. Bu kadar açık ve net... İnsan ilişkilerinde ve karşılıklı davranışlarda, ‘bir şeyi yerli yerinde ve yararlı bir yolda kullanma yeteneği’ yahut bu konunun ön plana alınıp kişisel çabalarla geliştirilmesi fazlasıyla önemli. Ama gerçek zekâdan, muhakemeden, sezgiden ve kavrayıştan bahsediyorum. “Ben şöyle akıllıyım, böyle zekiyim, IQ olarak ortalamanın da çok üstündeyim!” diye ahkâm kesip, elindeki yetkilere güvenerek önüne geleni kırıp incitip de hayatta aptal şapşal şeyler yapanlar, ondan sonra da munis kedilere dönen müptezeller gibi olmamak lazım tabii…

19

Fatİh Altınbeyaz


Kurak çöller misali ıssız ve ırak Elimde eski sararmış bir resim Hangi yüzyılın hikayesi bilinmez

Gün döndü mü geceye Kimden almış sessizliğini Dostlar çoktan gittiği vakitlerde Kimlere sarılırım şimdi. Sessizliğime, yalnızlığıma gömülmüş benliğim Kulaklarım siyah ve sağır, Sözlerim saydam ve dilsiz Yorgun kelimeler gecede asılı Karanlıkta gizlenir şimdi.

HİLAL ARAS

Arıyorum bulamıyorum eski gülüşleri.

siyah ayna

Aynada eskiyen yüzüm

Çizim: Cenker Türeci

20


Galata’da Bir Kadın En sevdiğim yokuştur, Galata’ya çıkan o tatlı yokuş... Küçük taburelerde büyük bedenler, Daracık sokaklarda kocaman hikayeler... Ve Galata’da bir kadın, Elleri yanaklarında, Belli ki İstanbul’a vurgun... Ayasofya’dan esen rüzgara salmış saçlarını, Kabataş’tan vapur sesleri... Hey sen siyah kokan kadın, Yaklaşsam kokunu alır mı burnum? Geceme bulaşır mı siyahın? Ya o deniz kokan saçların, Pardon geçebilir miyim, desem değer mi gözbebeklerin gözlerime? Galata’da bir kadın Siyahı bol, Gecesi uzun, Saçları deniz kokan...

21

Senol Altın .


Sevilmeye Muhtaç Şiir gibi akan satırlar var Mutsuzluğu özleme dönüştüren insanlar Beklemekten vazgeçmeyen aşıklar Ve yalnızlığa mahkum kalanlar Bir müzik tınısında kalbi atanlar Yaşamayı hiç yerine koyan var Sevilmeye muhtaç insanlar Geçmişine bağlı kalanlar Farkına varmaksızın uçan kuşlar Konuşmaksızın geçen zaman Akrep ile yelkovan Geçirdiğimiz en güzel anlar Gülümsemeyi maske niyetine takanlar Aşkı sakız yaptılar Sevgiyi ve sevmeyi ne çabuk unuttular Sevilmeye muhtaç insanlar İstemsizce gelen hüzün Gözlerimden gitmeyen yüzün Saçlarından esen rüzgar Sevilmeye muhtaç insanlar

Fatma Sebahat Yılmaz 22


.

.

Sıyah Tısört . Gecenin görkemli yüzünde, denize vuran ay ışığının dağılmış saç ışıltısına tekneler toka takmıştı. Yosun tadı, deniz kokusu, gece soğuğu, mehtabın umudu... hepsi Valeria’nın çocuk gözlerinden bakıyordu. Teknelere ilerleyen kalabalıkta, çocuk gözlerinin göremeyeceği kadar çok telaş vardı. Ama Valeria hiç korkmuyordu. Çünkü korkmayı öğrenemeyecek kadar küçüktü. Çünkü korkmayı henüz bilmiyordu. Çünkü dünyayı tanımıyordu. Çünkü babasının kucağındaydı. Babası onu sımsıkı kucaklamış ve en sevdiği hitaplarla sürekli onunla konuşuyordu. Babasının korkusunu onu çok sıkı tutmasından anlamıştı sanki ve bu korkuyu istemediği için biraz mızırdanmıştı. Babası buna aldırış etmeden, sadece biricik kızına onu çok sevdiğini söyleyip kalabalığı yararak gidiyordu. Valeria sadece sevildiğine sevinip babasına daha sıkı sarılıp öpüyordu. Sevilmeye doyamayan tek çocuk o değildi. Babadan gelen hiçbir sevgiye doyulmazdı çünkü. Telaşlı kalabalık da biraz sevgi doluydu. Birbirlerine tutunmuşlardı çünkü, sadece yaşamak için... Bunca sevgi sözcüğünün havada gezinmesi, sıcak sarılmalar, içten öpüşmeler içinde bu korkulu telaş da neydi? Çocuk aklı ermedi. Babası Oscar da birçok şeye aklı ermeyecek kadar gençti aslında. Ama hayat insanı bazen daha çabuk büyütür ve daha hızlı yaşlandırır. Doğduğu coğrafya bile insana, hayatın acımasızlığını öğretir çoğu zaman. Oscar da öyleydi. Daha iyi hayatları olsun diye. Hayır, sadece yaşayabilmek için. Savaştan, açlıktan, işsizlikten, sömürüden... kaçmak için.

23

Oscar, kucağında ki minik kızına sıkıca sarılmış, ay ışığına toka olmuş olmuş teknelere binmek için kalabalıkla yarışıyordu. İşsiz, parasız,


güvensiz ve mutsuz bu coğrafyadan kaçmak ve ailesiyle yaşayabilmek için, sadece yaşayabilmek için, denizdendi umudu. Kalabalıktan çıkıp bir tekneye yaklaştığında hemen arkasından gelen karısına baktı, yine baktı. Tek tek bütün gözlerle göz göze geldi. Karısının ona hep gülerek bakan güzel gözlerini göremedi. Hepsinde ki umutsuz umuda yenildi bir an hayata dair umudu. Seslendi tüm sesiyle. “Vanessa... Vanessa... Neredesin?” Uzaktan yitik bir ses geldi. ”Yetişemedim.” Bu umutsuzluğun sesiydi. En çok da korkunun. Oscar kucağında ki Valeria’ya baktı ve çaresizce ulaşabildiği tekneye bindi. Arkasını döndü, gecenin parlaklığının sadece umutsuz bakan gözlerde ki yansımasına baktı ve bütün sesiyle, “Geri dönüp seni alacağım Vanessa, bekle... Bekle Vanessa...” Uzaktan korkunun ıslanmış sesiyle, son sesiyle bağırdı. “Bekliyorum seni.” Bütün hayatı bekler gibi, bütün ömrünü adadığı adamı bir kez de burada bekleyecekti. Biliyordu gelecekti. Onu asla orda bırakmazdı. Onu hiçbir zaman bırakmazdı. Uzaklaşan teknelerle bukle bukle olmuştu ay ışığının denize vuran yansıması. Güzel bir seyahatti Valeria için bu. Denizin gece sesini sevmişti ve havanın sıcaklığında yüzüne sıçrayan denizin tadını. Babasına iyice sokuldu. Mutluydu. Babası, annesini de gidip alacaktı. Hep birlikte olmak onun mutluluğuna yetiyordu. Çünkü çocuktu. Saf ve masum sevgi bir tek çocukluktaydı. Büyüyerek kirletilen dünyaya bir çocuk masumiyeti yeterdi. Sadece sevdikleriyle beraber olmanın en büyük mutluluk olacağını unutunca büyüyecekti. Çocuk masumiyetini ararken her mutlulukta, büyüyecekti. Babasının elini bıraktığında, büyüyecekti; herkes gibi. Ama Valeria daha büyümemişti ve 2 yaşındaki küçük elleri sımsıkı tutmuştu babasının ellerini. Denizin sesine çocuk sesleri, insan sesleri karışmış karanlıkta parlayan gözlerden seçilen insanlar vardı. Korkulu, telaşlı, umutsuz ve umutlu ne çok parlaklık vardı yansımasıyla tekneyi aydınlatan. Valeria gözlerini dikmiş yanındaki ondan biraz büyük erkek çocuğunun ona doğrulttuğu oyuncak tabancaya bakarken sanki korkuyu öğ-

24


renmeye başladı. Tabanca kötü bir şeydi. Sezdi. Oyuncağı bile korkutursa bir çocuğu, gerçeği neler yapmazdı ve yaptırmazdı insana. Tekne umutlu coğrafyaya ayak bastığında, gözlerdeki mutluluk seslere yansımış fısıltılı çığlıklarla sevinçler çoğaltılıyordu kalabalıkta. Oscar’ın telaşı bitmemişti ama, korkusu herkesten çoktu. Tabancalı çocuğun babasına Valeria’yı teslim etti. Karısını almak için aynı tekneyle uzaklaşırken Valeria babasının sıcak ellerini hissetmediğini fark etti. Bir an kalbinde bir boşluk hissetti. Bir korku, evet. Korkmayı bu kadar çabuk öğrenmemeliydi. Babasının elini bu kadar çabuk bırakmamalıydı. Bu kadar çabuk büyümemeliydi. Denizin karanlığına doğru uzanan teknenin arkasından bakarken sadece babasının parlayan ve sadece ona gülümseyen gözlerini gördü. Onu tutan yabancı elden ve tabancalı çocuktan kurtulup babasına doğru gitti ve denize atladı.

BURÇİN LAÇİN ALTAY

Babasının gözleri parlaktı, elleri sıcak. Babası onu tutardı her düştüğünde. Bütün babalar gibi. Babasının gözleri gözlerinden suya atladığın da ayrıldı. Ama korkusunu aklında son kalan babasının ona bakarak her sözü veren, güvendiği gözleri aldı. Çünkü babası onu tutardı. Oscar da tabi ki onu tutmak için hemen atladı uzaklaşmaya başlayan tekneden. Ve yakaladı. Ama denizin serin sularında akıntıya kapılmadan Valeria’yı kurtarabilmek için küçük bedeni ellerinden kayıp gitmesin diye tişörtünün bir kolunu onun minik koluna geçirdi. Birlikte giydiler siyah tişörtünü. Bilmiyordu, ertesi gün siyah tişörtünden tanıyacaktı dünya onu.

25

Babası Valeria’yı hiç bırakmadı. Aynı tişört içinde kıyıya vuran bedenleri bulundu sabah. Tüm dünya buldu. Valeria’nın küçücük bedenini kocaman dünya buldu. Ama sadece babası kucakladı. Aynı tişörtle... Sadece babalar kucaklardı aynı tişörtle. Vanessa da bekledi, bekledi... Sonra tüm dünyayla bir duydu, bir gördü o acı fotoğrafı. Oscar’a aldığı en sevdiği tişörtte, en sevdikleri kıyıda, en sevdiği denizin kıyısında cansız bulundu. Ne umutlar, ne hayaller, ne de gelecek güzel günler bulunamadı. Deniz gözlerde dalgalandı, dalgalar umudu sürükledi. En sevdiği her şey en sevmediğine dönüştü. Deniz ve siyah tişört. Beklediği gözlerde ki parlaklık söndü. Ve sadece yaşayabilmek için yaşamdan koptu en sevdikleri. Vanessa da yaşayamadı umut ettikleri gibi. Artık yalnızdı ve yalnız da umut bile edilmiyordu yaşamaya.


İsterdim ki İsterdim ki karanlığa hapsolayım. Ama bu karanlık kalbim olmasaydı keşke. İsterdim ki hüzünlerimle, yalnızlığımla baş başa kalayım; gerçeklerle değil. Ağlamayı isterdim mesela; gözlerimden gelen gözyaşlarını değil, kalbimden gelenleri akıtmayı isterdim. Sessizliğe hapsolup kalbimdeki yansımasını görmek isterdim hayallerimin. Yüreğimin masum acımasızlığını görmek isterdim. Kaybolmayı, hiç bilmediğim bir dünyada kaybolmayı isterdim; kimsenin olmadığı bir dünyada. Bir de isterdim ki hayallerime, umutlarıma layık olayım, çok isterdim.

Çizim: Cenker Türeci

AYŞEGÜL ÇETİNKAYA

26


Ertelenen Hayatlar Ölümün sonsuzluğu değil midir korkutan, Bir bitişten öte bir başlangıç, Zamanı bilinmeyen, Sadece beklenen…

O nefese şahit olan gözlere hayat bir başka görünüyor. Zorunlulukları değil de, içinden geleni yaşamak istiyorsun. Her gün önünden geçtiğin çiçekler daha renkli eşlik ediyorlar sanki güneşe. Gökyüzü daha bir derin, kuşlar daha bir özgür geliyor sana. Aldığın her nefes daha bir anlamlı. Küçük bir çocuğun, hayatı keşfindeki heyecanını yakalıyorsun yeniden. Kahkahanı daha çok seviyorsun. Sevgine koşulsuz, yüreğinle sarılıyorsun. Çünkü biliyorsun, her an o bakış son olabilir. Ertelenen gülüşler hiç duyulmayabilir. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyorsun. “Keşke”lerin yerini “İyi ki”lerin aldığı, gerçekten kendin olduğun bir hayat yaşıyorsun. Ve ölüm gelip kulağına fısıldadığında, hınzır bir tebessümle ona ne diyeceğini biliyorsun, “Yetmedi ama güzel yaşadım be!”

FERAY ALTAN 27

Çizim: Cenker Türeci

Yaşamı bekletirken aniden geliveren ölümü gördün mü hiç? Birkaç saniye sürüyor. Bir ömür gibi gelen birkaç saniye. O son nefese şahit oldun mu? Hiç alınmadan verilen bir nefes. Öyle içten geliyor ki, hiç bitmeyecek sanıyorsun. O an, belki de yaşama son bir sarılış. Aniden bitiveren. Sonrası derin bir sessizlik.Hiçlik…


Yalniz Adam Yağmurun cama vurarak yere inişi meşgul ederdi genelde zihnini. Damlalarla notalar dizerdi şarkılara sonra o şarkıların satır aralarında bulurdu kendini, yalnız adam. O gece diğer gecelerden farklıydı, yağmur yağmıyordu ama yine de camda yalnızlık buğusunu bırakmıştı. Alçak tavanı ile koridoru ikiye bölen perdenin aydınlık tarafında kalan adam, yıllara meydan okumuş betonlar arasından dışarı atmak istedi kendini. Sandalyesini de alarak balkon kapısından çıktı. Etraf zifiri karanlık… Karanlığın sessizliğini ağaçların hışırtı sesi bozuyor. Mor leylak yine nazından esirgemiş kokusunu. Hani o rengi için kavga ettiğimiz lambalar var ya onlarda yanmıyor. Gece ya, karanlık kendine benzetmiş her rengi, onun etkisiyle siyaha bürünmüş her şey diye düşünürken başını göğe kaldırıp yıldızların dizilişinin ihtişamına hayran olarak değiştirdi düşüncesini. Yalnızlığın girdabında olmasaydı göremeyecekti gecenin aksesuarlarını. Baktıkça hayranlığa kapıldığı bu parlak ışıklar dehlizlerde kağnılar gibi merhamet tohumları ekiyor yalnızlığına, o daha cümleye dökmeden diyeceklerini, simgeler çiziyorlar ifadeleriyle, ona karşılık. Milyonlarca yıldız arasında iki tanesi özetliyordu aslında adamın nemli ruhunu. Aralarındaki milyonlarca parlaklıktan payına düşeni alamamış iki ayrı uçta, iki ayrı yıldız. Fark edilmeleri düşük ihtimalken yalnız adamın fark etmesi onları karısına ve kendisine benzetmiş olmasıydı. İlk başlarda mutlu başlayan birlikteliğini hep güzel düşlerle taçlandırırken aralarına bir şehire denk yalnızlık gireceğine ihtimal bile vermezdi.Tadı damağında kaldı mutluluğun geçmişin hatıraları bile yerini koruyamıyordu gittikçe uzaklaşıyor, uzaklaştıkça yalnızlaşıyordu. Baş edemeyeceği duygulardan kurtulmak istedi. Bugünkü zihin meşguliyeti onu bir camdan daha uzağa götürdü. Tam başını indirecekken bir yıldızın kaydığını gördü ama dilek dilemedi bu kez. Çünkü en güzel dileğinin gerçek olması onu araya bir gök girecek kadar yalnızlığa sürüklemişti. Ardından bir yıldız daha kaydı derken adam fark etmeden sesli düşünmeye başladı. “Sen bu kadar güzelsin. Senden umduğum güzelken kaderimi kurban kılmalıyım gerçeklere.” dedi ve sustu. Hemen ardından bir ses geldi, “Kapat kapıyı da içeri gir!” Adam, sandalyesini de alarak içeri girdi. Yine bir şeyler mırıldanıyordu, “Gece benim, göz benim, uyku benim, düş benim!”

NURCAN BAŞ 28


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya


AyağI kayan bİr çocuk kadar şaşkINIm, bİlemedİm düz yolda yürümenin İmlâsInI. Kanayan dİzlerİme bakIp da ağlamayI öğrenemedİğİm gİBİ.

Ahmet Telli


Toz Bulutu Yürüdü tüm heybetiyle rüzgar Kımıldadı havanın boşluğunda Kulaklıklarını taktın hayattan kopuksun şimdi Uzanıyorsun yorgun argın bir yola Arkandan bakakalmak sadece benim işim Ne elinden tutabilmeli Ne de yokluğuna sahip olabilmeliyim Hiçbir şeyin değilim ki yanından uçup giden toz bulutunu üfleyeyim Öylece baktım durduğum yerden sana Senin bende bıraktığım en ufacık kıvılcımı bile söndürmeye kalktım Arkana döndün baktın bir kez Yüzümde ki kırışıklıklar ve taze bir acı karşıladı seni Hiç böylesine acımamıştı canım Gittin kendi yoluna Bende kendi yoluma Hayat bizi kesiştirecek mi diye bekledim durdum Ölümümüze kadar düşündüm inanır mısın Hayatın en korkunç evresinde bile bir şans vermeni istedim Melekler bizi toprakla buluşturduğunda Bir kez olsun ardından koşmak istedim Hayatımda hiç hissetmediğim rüzgarı yüzümde gezindirmek Sana doğru sonsuza kadar koşmak Yorulana kadar beklemek Toz bulutunu yakalayana kadar gitmeni istemedim

31

Gülce Avcu


..

Sezen ve Ahmet Uzerine Şöyle geçmişi anımsayıp iç geçireceğimiz kaç güzel anımız kaldı kırık dökük hatıra defterimizde? Unutulmuş bir sahil kasabasında Kimselerin uğramadığı En eski kitapçıyım son günlerde Hayat üzerine bir şeyler söylüyorum şimdi yaşam üzerine, aşk üzerine... Acılı bir gülümseme İçinde sevinç saklı ağlamalar Sezen Aksu dinleyip Ahmet Erhan okuduğum, Deli gibi ağladığım o akşamlar -Kimseler uğramıyor bu sahile de Sessizlik bile üşüyor şimdi..Aile kavgalarında Evin tek sessiz odasında Battaniyesine sarılmış Düşleri üşüyen bir çocuk Mutlaka vardı , keder dostu, acı yoldaşıydı. -kitapçı daha sessiz, kitaplar yalnız, üşüyorlar, kapakları bile ısıtamıyor onlarıAğlayamam ben sabahları ve ikindi Çünkü ağlamak dediğin İhtişamlı bir doğa olayı Bir inanç kırılması ağlamak Ki kırılırsa bu inanç denen meret Bir ipin üzerinde yürümeye benzer hayat, bilir misin? Bilmezsin Sen ki sevmeyi filmlerden öğrenen Sen ki aşkı şarkılardan ezberleyen Ben ki alışamadım bu dünyaya Ben ki Tanrı’ya olan saygımdan çekip gitmedim bu dünyadan.. Ama nedense Nazan Öncel dinleyip Ali Lidar okuduğum akşamlar daha bir başkaydı Ertesi gün lunapark sevdası tutardı kırık kalbimi Kaçımıza nasip oldu sevdiğimiz kıza Şirazi okumak Kaçımıza nasip oldu ölümden sonrasını bilmek Herkes gibi değilim dediğim her akşam anladım Herkesin biraz ben olduğunu O ağlak gecelerin birinde anlamıştım yine Aslında herkese benzediğimi Herkesten daha beter herkes olduğumu.. Yine de bir intihar mektubu olsaydı bu Son cümlem olurdu şu ;

Kutluay Akıl

Gece saat birse Hele ki günlerden pazartesiyse Sezen Aksu dinleyip Ahmet Erhan okumayın!

32


Hatira Defteri Hatıra defterleri satılmıyor artık çabuk tüketelim birbirimizi yırtıcı çağın yitik çocuğu kirli düşlere alıştırıldın bir kurşunsun ağzımın ortasında zamanı bekleyen ölüm nedir ki yaşam bu kadar sertken. Hatıra defterleri, bodrumlara terk edildi artık son gördüğümse annemin kış ellerinde tüm yırtılmış fotoğrafları toplattım, eskicilerden aşklara Hüznü hazırlamış Tanrı bana. Şimdi kar yakışır ancak, solmuş defterlerde şiirlere ve hatıralara Hoşça kal.

oo

Kerem Nadir Ozcan 33


Meczup Ressam Çıktı fezâya meczup bir ressam aldı eline kalemi, Tam çizecekken kâinatın resmini Bakımsız göründü gözüne uzayın bakire kızları. Alışılmış iş değildi Satürn’ün sokağa halkasız çıkması, Neptün’ün saçlarına yıldızlardan taç yapmaması. Uzayın vaftiz edilen tek gezegeni Venüs hala kibirli ve bir o kadar da kutsalı. Çizmek en zoruydu üzerinde hayat olanı, Hiç olmuyordu kan rengine boyamak topraklarını. Hele ki; Bir avuç insan ekip nefret biçmek hasat zamanı. Peki neredeydi bu resmin ölü balık kokmayan gölleri, kapısına kilit vurulmayan evleri, barış için uçan güvercinleri? Renkli boyalarım biter diye korkmayan, beyaz kir gösterir yalanına kanmayan çocuksu masumiyeti? Çizmeye çalışsa da meczup bir ressamın kırık kalemi Duyulur mu uzaydan dünyanın sessiz çığlığı Van Gogh değil ki huzur versin yıldızlı geceleri Arttıkça acıları uzuyordu heceleri.

Hande Bayrak 34


GezİnmİŞlİk Kuşağı 1 Gezinmişlik Kuşağı’na hoş geldiniz. Bugün cennet ülkemizin bir bahçesi olan “Turman” köyündeyiz. Şimendifer bakışlı kar leoparlarının nefesleri altında sarı kiremitli köye adım atıyoruz. Köyün nüfusu 127 hanedir. Bir kasabadan hallicedir. Köyün ana geçim kaynağı sadece etrafındaki arazilerde yetişen pişmaniyedir. Köy haritada R harfine benzer. R’nin yuvarlağında köy meydanı vardır. R’nin alt kısmından güneydoğudaki limana dünyaya satmak için pişmaniye gönderirler. Bu limandan köye tahıl, sebze, meyve, demir malzemeler ve mektuplar gelir. Ekibimizi güler yüz ile karşıladılar ve köyün sokaklarından geçerken bizi evlerinden görenler koşup reçel ikram ettiler. Dediklerine göre bu reçeli özel kılan leopar sütüymüş. Evet, yanlış duymadınız. Her evde en az bir tane leopar yetiştiriyorlarmış.

35

Bizi ilk gün köy meydanındaki “ Köy Tesisi”nde ağırladılar. Akşam yemeğinde bile leopar sütü vardı. Her öğünlerinde mutlaka leopar sütü bulunurmuş. İkinci günün sabahı saat dörtte dışarıdan gelen gürültüyle uyandık. Dışarı çıktığımızda köylülerin ellerinde tasmalarla leoparları gezdirdiğini gördük. Leoparların sütü ışıkta sağılınca karardığı için hayvanlar rahatlasın diye karanlıkta gezdirirlermiş. Biz yeniden uyuduk. Sabah kalktığımızda köy muhtarı bizi karşıladı ve tabii ki içinde reçel bulunan bir kahvaltı yaptıktan sonra bizi “Sonsrak Şelalesi”ne götüreceğini söyledi. Şelaleye vardığımızda çok ilginç bir manzarayla karşılaştık. Limandan getirilen sebze, meyveleri hatta ekmekleri bir düzenekle suya indirip ıslatıyorlardı. Zaten temiz olan yiyecekleri neden bir daha yıkadıklarını sorduğumuzda “Bu bizim adetimiz. Sadece yiyecekleri değil, pişmaniye hasadından önce aletleri de yıkarız. Bu bereket getirir.” dediler. Sonsrak Şelalesinin suları altında kendimizi ferahlattıktan sonra kuzey çıkışından on dakika uzaklıktaki pişmaniye tarlalarına doğru ilerledik. Dünyada pişmaniye yetişen tek toprağın üzerinde dolaştık. Göz alabildiğine beyaz, pembe ve kahverengi renklerle doluydu tarlalar. Burayı herkesin gelip görmesini tavsiye


ederiz. Tarlada çalışan işçiler bize dalından pişmaniye ikram ettiler. Kendi adıma söyleyeyim, hayatımda yediğim en güzel pişmaniyeydi. Köylülere teşekkür ederek yanlarından ayrıldık. Muhtar bizi köyün geleneksel leopar oyunlarının sergilendiği sekizgen çimenlik alana götürdü. Yerdeki bir ev büyüklüğündeki çimenliğin sekizgen şeklinin bozulmaması için her gün bakım yapılıyormuş. Ayrıca leoparların ayaklarının korunmasını ve yaralanmalarını engelliyormuş bu bakım. Bize özel leopar yarışı hazırlamışlardı. Her köşede birer leopar olmak üzere sekiz leopar karşılıklı duruyordu. Yarış başladığında karşılıklı duran leoparlar birbirlerinin etrafında dönerek karşı köşeye koşuyordu. Altı bölümlük yarışta leoparlar eğitildikleri gibi durmadan koştular. Yarışın sonunda hatasız dönen ya da en az hatayla tamamlayan leoparın sahibi dört çuval pişmaniye kazanıyordu. İki siyah benekli leoparın sahibi genç bir kadın hepsini kazandı ve bir çuval da ekibimize hediye etti. Çok heyecanlanarak böyle bir yarışa şahit olduğumuz için çok sevindik ve muhtar ile köylülere teşekkür ettik. Bizim köydeki gezintimiz bu kadardı. Sarı kiremitleriyle, leoparlarıyla, sıcak pişmaniye kokuları altında bizi ağırlayan Turman Köyü halkına dergimiz adına teşekkürlerimizi iletiriz. Siz okuyucularımızın gelip burayı kendi gözlerinizle görmenizi tavsiye ediyoruz. Bir sonraki “Gezinmişlik Kuşağı” ile görüşmek üzere. Esenlikler sizinle olsun...

BARAN SelİM ÖZCEVİZ

36


KapağIna Göre YargIlama Masum ve narin. Düşünceleri o kadar derin ki; kırılması gereken şeye kırılmayıp önemsiz gözüken o küçük noktaya, bazen bir kelime, bazen de sadece sıradan bir fısıltıya, iç çekişe kırılabilir. Neye, kime nasıl tepki vereceğini bilmiyor. İnsanların onu yanlış anlamasından, anlaşılmamaktan yoruldu. Oysaki o sadece anlaşılmak istedi ve değer verdi. Ne olursa olsun bir şeyleri bozmak yerine sıkıca tutmak istedi. Ama nafile... Ne kendisi anlaşıldı ne de bir başkasını anlayabildi. Çocukça gözükse ve bazen öyle davransa da her şeyin farkında ve bir o kadar da olgundu. Değer verdiklerine kin tutamazken, kırılan yine o oldu. Kendini korumak için duvar ördü insanlarla arasına. Üstelik çok sevmesine rağmen. Onu soğuk, vurdumduymaz, egoist, acımasız, kibirli ilan ettiler. Oysaki öyle olmasının tek nedeni kendini korumak için kullandığı kalkanıydı. Bazen durup dururken bir anda çocuklaşır, bazen de kendisinden beklemediğiniz cümleleri sarfeder. Belki de kendisi de beklemiyor. İnsanlara olan güvenini her gün daha da kaybediyor ama yine de inanmak istiyor. Kırılacağını bilse de umut etmek ve o yolda yürümek, olanları hesap etmeden yaşamak istiyor. Biraz olsun yaşayabilmek. Korkmadan, endişelenmeden, düşünmeden. O kim mi? Belki de benim. Ya da değilim. Ben de bilmiyorum. Sadece “o” artık incinmek istemiyor. Anlaşılmayı istiyor.

TUĞÇE MASAL AKYILDIZ 37


Fotoğraf: Gözde Kaya

İnsan kaybolmayI İster mİ? Ben İşte İstedİm bayIm.

Didem Madak


Atmosferim Edindiğim her bir kitap içimde ayrı ayrı heyecanlara sebebiyet veriyor. Duyumsadığım hissiyatlar kalbimdeki duvarları güneşin nefesi ile eritiyor, aklımın sınırlarını narin çizgilerle yeniden oluşturuyor. Sayfaların açılıp kapanması, içindeki yazıların oluşturduğu tebessümler, odamda oluşan aromatik huzur kokusu, kan akışımı hızlandırıyor ve beni yeni bir hayatın, maceranın içine çekecek olduğunu bilmek varlığımı güçlendiriyor. O sahiplik hissi, o içimde yer edinen kıpırtılar beraberinde doyumsuz haz ve mutluluğu koluna takan ahbaplarımı da alıp geliyor. Her bir kitaptaki karakterler bir zaman sonra ya ben oluveriyor ya da bana ait izler taşıyan bir sima. Yaşantımda hepsinin tek tek yeri ve hatırası oluyor. Elime değdiği anda derin sularına kendimi teslim ediyorum ve başlıyorum. İlerleyen sayfalar çevremi saran isimleri çoğalttıkça dudağımdan çıkan her bir kelime belirip karakterlere ruh üflüyor ve zaman hissettirdiğinin aksine çantası sırtında hızlı adımlarla giderken bizim muhabbet iyice demleniyor. Hiç yabancılık çekmeden karışıyorum hayali dostlarımın gerçek yaşantısına. Bu dünyanın kapılarını kapattığımda dahi ansızın bir yerlerde biriyle karşılaşıyorum. Hayatlarını, kültürlerini, alışkanlıklarını hatta korkularını öğrendiğim her zamandan ve milletten arkadaşlarım oluyor. Tek tek onların dertlerini paylaşıyorum, sevinçlerine ortak anılarına dahil oluyorum ve onları da kendi dünyama katıyorum. Okurken benim ruhumdan geçip karşımda ete kemiğe bürünmesinin keyfini sürüyorum. Kahvaltımı, kahvemi onlarla yapıyorum, fikirlerimi danışıyorum ve ruhu cismen beliren dostlarım ile beraber kendi yazgılarını okumak bize en lezetli gelen icraatlardan biri haline geliyor. Yeni arkadaşlarımı rutinime sığdırmak ve okuduğumu anlamak için empati yapmak beni hem eğlendiriyor hem geliştiriyor.

39

Birikimlerim biriktikçe yağmur sularıyla dolan toprağın kokusu kadar damarlarıma sızıyor. Zaten insanların kütüphanelerinin büyüklüğü kadardır çevresi ve ufku. Sadece sahip oldukları değil beyinlerinde yer eden tüm satırlar birer dosttur. Tartışabilmeyi, bakış açılarını ge-


nişletmeyi, saygı duymayı, önyargısız da olunduğunu ekliyorum karakter çekmeceme. Yasak bir aşkın nasıl masumlaştığını görüyorum Werther’de ya da hayatın sana verdiği tüm zorluklara rağmen yaman bir hayatta dahi vazgeçmemek gerektiğini anlıyorum Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ nda, hatta bulunduğun durumda imkansız şeylerin bile başarılabileceğini Sinekli Bakkal’ın Rabia’sında görüyorum. Günlük pencerene çok farklı bir cam taktığında nasıl göründüğünü anlıyorum Kafka’nın Samsa’sında... Böylelikle daha da yer ettiriyorum dilsiz arkadaşlarımı yaşamıma. Gittikçe onları daha çok duymayı ve yanlarına daha da fazla yaren eklemeyi umuyorum. Hayat sinesinde tuttuklarını sana vermeyi zorlaştırdıkça elde etmek daha da keyif veren bir başarı silsilesine dönüşüyor. Kıymet bimek, hatır saymak sayfalarca dolu muhitimde yanıma kar kalan en verimli husisiyet oluyor. Kendimi yetiştirdiğim yaşantımın bu dakikaları çocuklarıma bırakacağım mirasımı arttırdığından duyduğum sevinç katlanarak çoğalıyor ve paha biçilemez bir hal alıyor. İmkanlarımızın kıymetini bilmeli hatta yenilerini yaratmalı, toprağın altında değil üstünde olmanın ayrıcalığını kullanmalıyız. İnsanlık çerçevesi içinde sınırlarımızı zorlamalı, olabildiğince bilgiyi haznemize katmalıyız. Çünkü en güzel meziyet akıldaki kelimelerin çokluğudur.

Çizim: Cenker Türeci

BERFİN DOĞRUGÖRÜR

40



Ben de bİR RESMİ BİLE YOK. O SADECE HAFIZAMDA.

Titanic

Titanik, 1997 Senarist & Yönetmen: James Cameron


Unuttuk Unutmayı unuttuk Çarkların arasından kurtulmaya çalışıyorum. Zayiatlar, cahillikler, toyluklar hepsi hatırda. Hatırlatır ilhamını, kaynağını aldığın ne varsa. Bazılarının üstünü toprak örtmüş, Bazı anılar hüzünlüyse de çiçeklenmiş kök vermiş güzelliklere. Unutmayı unuttuk. Toprağı eşiyor, çiçekleri koparıyor; Hayatı eski haline, çarkların arasına sıkıştırıyoruz. Neden pekis? Çok mu zaman var, Biz dolduramazsak bu boşlukları kim dolduracak? El uzatmanın kudretini unuttuk. Biz insanlığa dair her şeyi unuttuk. İnsanı biliyor ama insanlığın ne demek olduğunu hatırlamıyoruz.

Sinem Arda

43


Ben Sair Degilim .

Çizim: Cenker Türeci

bir şiir geziyor Zihnimin koridorlarında Bir sır gibi Kağıtla kalem arasında Göz görür ama söylemez Dil okumazsa Kulak zaten dinlemez El kapatır defteri Cümleleri mühürler Ben şair değilim Sadece kağıtla kalemin Sırdaşıyım İki satırlık yolculuklarında Onların yoldaşıyım.

Sena SabcIoglu

44


Fotoğraf: Gözde Kaya

Böyle yağışlı gecelerde, dışarıda sürüp giden mırıltı, İçİnİn kargaşasını yatıştırır, onu yalnızlığından sıyırıp düşlere ya da gerçeklerİn kaynaklarına sürüklerdİ.

Tomris Uyar


Anlatirdim Mevsimlerden soğuk Şimdi sorarsın sen, soğuk diye mevsim mi olur? Olurmuş. Senin yokluğunda gördüm ben de Tabii sen göremezsin, bilemezsin ki kendi yokluğunu. Böyle anlatınca da, sorarsın işte. Aslında sorsan anlatırdım nasıl olduğunu. Mevsim diye nitelendirdikleri döngünün sürekli olarak soğuk geçmesini, Uyku diye dinlendikleri sürecin nasıl bir kaçış olduğunu, Ağlamak diye acılarını akıttıkları boşalımın mevsimler geçtikçe nasılda arttığını? Yazmak diye gelip geçiştirdikleri cümlelerin ise nasıl bir yara olduğunu anlatmak isterdim. Ama sen yine sorarsın bu kadar düzlük içinde neden terslik diye. Sorsan bir anlatırdım ben.

Dicle Arslan 46


Tablolar

Duvarda asılı duran bir ağaç resmi. Yeşil dışında neredeyse her renkte yaprakları, birbirinden farklı. Ağacın arkasında uzayıp giden tenha bir yol. Asfalt değil, deniz mavisi. İnsan yürümez de, yüzebilir ancak. Etrafa da bir sürü ot bitmiş. Çalılar neredeyse adam boyu. Onlarsa bildiğimize yakın; sarı, yeşil, turuncu, gri ve birazda mor tonları. Peki ya insan? Hiç yok değil. Resmin arkasında bırakmış ressam insanı. Seyretsin ve bolca düşlesin diye. Ona da özgürlük vermiş tıpkı diğerleri gibi. Sırf bu resim için değil, gördüğü hiçbir resmi ezberleme lüksü olmasın diye insanın, kurallar aynı ve bilindik biçimde yerli yerinde kalmış ama renkler her şeyi, herkesi kuralsız bırakmış. Bir adım geriye atıp, resme daha uzaktan baktığını ve daha uzaktan bakınca, daha çok anlayacağını sanıyor insan. Yanılıyor. Değişen tek şey, beyaz duvarın vücudunda tablonun kapladığı alanı biraz daha küçük hissetmek oluyor. Sadece bir his o da, gerçek bile değil. Sonra bir adım da sağa doğru kayıp, farklı bir duygunun içine bürünesi geliyor insanın. Özgürlüğünü terk etmeyeceğini çok iyi biliyor çünkü. İçi rahat. Yeni tanışacağı görsele yabancılık değil de, yakınlık hissedeceğinden o kadar emin ki, yavaşlamıyor beyni. O sağa kayan minik adımı tıpış tıpış izliyor. Mutlu olabilir. Dudaklarını yayarak gülümsüyor çünkü. Bu sefer tablo kocaman bir insan yüzüyle kaplı. Geometrik ve özellikle sert çizgiler tarafından kuşatılmış bir yüz ile tanışıyor. Portrenin içinde barınan duygular ve dışarıya yansıttığı ifade, bu sert ve keskin çizgiler yardımcılığıyla anlatılıyor. Resimdeki adam orta yaşlı, bakımsız. Vücudunun arkasında hiçbir şey yok. Sadece kan kırmızısı bir fon var, o da köpük köpük bırakılmış. Dalgalar halinde yayılıp, içine almış adamı adeta. Her şeye rağmen gülümsemeye yüz tutmuş adam. Bakıyor. O mecbur olduğu için gözünü kırpmıyor, onu seyreden kişiyse gönüllü olarak motive olmuş duruma. Göz göze gelerek kurdukları onlarca cümle içerisinden tek bir tanesini istesem, bana verirler mi acaba?

47

Adamın yavaşlayan gölgesine sığınmak zor değil. Siyahsa siyah, karanlıksa karanlık. Bunu bir kere kabul edince insan, tüm ağırlıklarından kurtuluveriyor. En hüzünlü, en dramatik ve mateme en yakışan


renk bu. Siyaha aşık olmuş birisini gördüğünüzde üzülmeniz bu yüzden normal. Her şeyini kaybetmiş ve gözden çıkarmış birine acıyorsunuz ve daha fazla üzerine gitmek istemiyorsunuz. Karamsarlıkla dolup taşmış birisine söylenecek ufacık bir kötü söz, sizi de mesul yapar çünkü. O yüzden siyah güzeldir. Koruyucudur bir şemsiye gibi. Bütün renkleri öldürür. Ona dokunan her renk solar, kan kaybeder yavaş yavaş ve sonunda yok olup, siyaha boyun eğer. O yüzden “Üzgünüm” diyen biri, üzgün değilse bile, kafanızda kocaman bir soru işaretidir artık. Karanlığın gövdesine konmak, üzerine damlamak zordur, cesaret ister. İşte adam da tabloları seyrederken, tam bunları düşünüyor. Hislerine ayak uydurup mağlup olmaktan, siyahı ruhuna bulaştırmaktan korktuğu gözlerinden okunuyor adamın. Belki de sırf bu yüzden gölgesine sığınan yabancıyı da geri çevirmeyecek. Işıklı tarafta kalıp, yüzünü bu resimlerle örtecek. Durdu. Birkaç adım attı ileri doğru. Duvarın sonundaydı, tablo yoktu. Yeni bir tablo için hemen yan tarafa geçmesi gerekliydi. Geçmedi, olduğu yerde kaldı. Baktığı iki tablonun sağına, duvarın boş gövdesine kondurdu düşlerini. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu ayrıca. “Şimdi denizde olsam” dedi, maviyi özledi. İlk tabloda gördüğü masmavi asfalt bunun içindi. Onu, ikinci tablodaki adamın arkasında bıraktığı kan köpüklerine yetiştirebilmek için. Geç kalmasın diye biraz daha mavi, biraz daha yağmur. Ve belki ıslanmak güzeldi. Susmak kadar, özgür olmak kadar ve ölmek kadar.

HABİB UMUT KAYGISIZ

“İstediğin mavilik olsun senin. Gökte var, denizde var hatta hiç sevmediğin adamın gözlerinde bile. Bir şarkı dolanmış dilime, öylesine söylüyorum. Fısıltıyla karışık, ıslık çalar gibi. Ellerimi çıkarmıyorum cebimden, umursamaz görünmek mizacım. Hemen vazgeçiyorsun soru sormaktan. Büyüsü bozuluyor arkadaşlığımızın. Aramızda kalsın ama ben hep böyleyim biliyor musun? Değişeceğimi sanma. Bütün renkler benim. Sonra haftanın bütün günleri de. Güzel bakan yüzler, şaka yaptığımda katıla katıla gülenler ve bir de, gece yatmadan önce bana “İyi geceler” demeyi ihmal etmeyenler. Paylaşmayı pek sevdiğim söylenemez. O yüzden sonuna kafiye aradığım mısralara benzetiyorum seninle ilişkimizi. Asla vazgeçemem senden ama şiiri de tamamlayamıyorum bir türlü. Ne yazsam, ne eklesem olmuyor, ahenksiziz biz. Galiba kimseye gösteremeden, tek başıma okuyacağım şiirimsin sen. Kusurlarla doluyuz her göz göze geldiğimizde. Bakıyorum, yutkunuyorum, tane tane döküyorum kelimeleri. Ve nefesimin karıştığı havayı sen içine çekiyorsun zorlanmadan. Sonra roller değişiyor. Şiir mi okuyoruz, sigara mı içiyoruz, öpüşüyor muyuz yoksa sevişiyor muyuz? Belli değil. Ama sen, benim olan en güzel detaysın. Başta da söyledim ya, istediğin mavilik olsun senin. Ben de hiç yok ama elbet bulur getiririm.”

48


Bir Pazar Gezisi

49

-Delikanlı buralarda taziye evi varmış, nerede biliyor musun? Tombul, yanakları kıpkırmızı, kazağından dumanlar çıkan çocuk, topun üstüne bastı. Yanındaki sıska olan: -O da neymiş? -Yani cenaze evi evladım. Parkın içinde demişlerdi bana. -Burada yok, dedi, hiç düşünmeden. Topa olanca hızıyla vurup tel örgülerle çevrili toprak sahada koşturmaya devam ettiler. -Baba, delikanlı dedin ya. Şişman diye mi? -Oğlum senin yaştakilere öyle denir işte. Sen de delikanlısın, diyerek gülümsedi. Çocuğun kafasındaki bereyi iki eliyle kulaklarını içine alacak şekilde düzeltti. Başını okşadı. Parkın içinde görünürde pek bir şey yoktu. -Nereyi arıyorsunuz? Dedi, tellere dayanmış sigarasını tüttüren adam. -Taziye evini? -Arkanızdaki binanın ikinci katı… Demirli kapıdan içeri girin, merdivenle yukarıya çıkın. -Cumhuriyet Spor Kulübü yazıyor burada? -Evet, doğrudur. Onun üstünde toplanırlar. -Hay Allah, bizde şu çocuklara sormuştuk. -Onlara adlarını sor bakalım, bilirler mi? -Sağ olasın, hayırlı günler. Bahçenin içine girip yukarıya çıktılar. Kesif bir sigara dumanı genizlerini yaktı. Kapı aralıktı; -İt bakalım şu kapıyı oğlum. İçeri girer girmez geniş bir holde, her yana saçılmış ayakkabılarla karşılaştılar. Ayakta sigara içen birkaç kişi, gelenleri selamladı. -Oğlum ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Şu kenardaki terliği al. -Mustafa abi hoş geldin, babamlar bu tarafta dedi, Nuri. -Başınız sağ olsun, diyerek kucaklaştılar. Kapının karşısındaki mutfaktan çayın fokurtusu duyuluyordu. Girişin solunda başka bir odada, ayakta insanlar vardı. Uzunca bir masanın etrafında çay içiliyordu. Sağdaki büyük odanın ortasında geniş kare bir sütunun üzerinde, Atatürk’ün asker kıyafetli bir portresi asılıydı. Tavanlar yüksekti. Oda-


nın girişi haricinde, duvarların önünde boylu boyunca uzanmış sedirler vardı. Yerler parça parça halılarla kaplıydı. Mustafa paltolarıyla içeri girer girmez, oturan sessiz kalabalık şöyle bir doğruldu. Oğlunun elini bırakmadı. Kimin elinde tespih, yanındakiyle fısıldıyor; kimileri sadece karşıya bakıyordu. İçeride, kapının karşısındaki sedirdeki birkaç kişilik boş yer haricinde, yirmi kişiden fazla insan vardı. Mustafa çevresine bakındı bembeyaz sakalı, heybetli görünüşüyle amcası sağ tarafta oturuyordu. Her iki yanında tanımadığı aynı yaşlardaki insanlarla sessizlerdi. Mustafa, başıyla selam verip hemen oraya yöneldi, eline sarıldı; -Amca başınız sağ olsun. Sarıldılar. -Berhudar ol evladım. -Oğlum dedenin elini öp. Amca elini vermeyip, Kaan’ı alnından öptü. -Maşallah koca adam olmuşsun. -Amca kusurumuza bakma cenazeye yetişemedik. -Geçin şöyle, deyip eliyle boş yeri işaret etti. Mustafa paltosunun çıkarmadı, düğmelerini açtı. Kaan’ı yanına oturtup, beresini başından aldı. -Oğlum önünü aç çıkınca üşürsün, bereni de cebine koy. -Baba burası zaten soğukmuş. -Şimdi ısınırsın. Yerlerine yerleşir yerleşmez Kaan, salonun öbür ucundan gelen gür bir sesle irkildi; -Merhaba Mustafa, Mustafa sağ elini göğsüne götürüp, merhaba, diye cevap verdi. Ardından kimin gözüne baktıysa, aynı şekilde; Mustafa Bey, Mustafa kardeş diyerek selamladılar. Üşenmeden herkese cevap verdi. -Baba herkes seni tanıyor, elini niye öyle yapıyorsun? -Oğlum sessiz olalım, cenaze evine geldik. Kalbimden selama karşılık veriyorum işte... Adettir. -Adet ne Baba? O esnada Amca’nın hemen yanındakilerden biri; -Merhumun ruhuna el- Fatiha, diye bağırdı. -Oğlum eline benim gibi kaldır, akşamları ettiğini duayı içinden oku. Herkes duasını edince, bir hareketlenme oldu, birkaç kişi aynı şekilde ellerini kalplerine bastırıp, amcaya dönerek; -Baki Allah’tır, diyerek odadan çıktılar. -Baba ne diyorlar?

50


51

-Oğlum dur bi gitsinler, anlatırım. Dışarıdan futbol oynayan çocukların sesleri geliyordu. -Kaan kaç yaşına girdin bakalım? -Onbir -Allah bağışlasın, benimki daha sekiz. Ne çabuk büyüdüler değil mi Mustafa? -Sorma Nuri, zaman su gibi işte. Sabah uçağı kardan rötar yaptı. Yengeme yetişemedik. -Yavrum, Nuri de o büyük amcanın oğlu, o da amcan sayılır, öp elini öp. -Herkesin elini öpecek miyim? Gülüştüler. Kahveci, bir elinde üç tane iç içe geçmiş mırra fincanı, diğer elinde de kapaklı bakır cezve ile içeri girdi. Doğruca son gelen misafirlere yöneldi. Önce Mustafa’ya ardından da, Kaan’a fincanı uzattı; - O içmez dedi, Mustafa. - İçerim Baba. Nuri araya girdi; - Bırak tadına baksın, nerede deneyecek çocuk. - Ağır gelir şimdi, demesine kalmadan, Kaan kahveyi bir dikişte yuvarladı. Sonra da suratını ekşitti. Mustafa fincanı uzattı. Dumanı yüzüne vuran sıcacık mırrayı, tekrar başına dikti. Kahve çok iyi geldi. Sabahın köründen beri yollarda perişan olduklarını hatırladı. İnsanların yüzü tanıdık geliyordu ama çoğunun isimlerini hatırlayamadı. Memleketten çıkalı yirmi yıl olunca, kendini yabancı hissetti. Üstüne üstlük bir de geç kalmışlardı. İçinden kendi kendine utanıp, başını öne eğdi. -Baba halıyı duvara asmışlar, üzerindeki Boğaz Köprüsü değil mi? -Evet. - Öbür duvardaki ne Baba? -Oğlum çok konuşulmaz demiştim ya sana. -Ama herkes yanındakiyle konuşuyor Baba. Mustafa homurdandı, yine de cevap verdi; -O Kâbe’nin resmi yavrum. Kaan sorulara devam ederken, salona, ceketinden göbeği fırlamış biri girdi. Amca’ya dönerek; -Yemek hazır buyurun, dedi.


Amca eliyle sonra diye işaret etti. Herkes birbirini davet etti. -Çocuk acıkmıştır, yoldan geldiniz, önce siz diyerek, Nuri onları tam karşıdaki odaya götürdü. Birkaç masa birleştirilmiş, çevresine plastik beyaz sandalyeler konmuştu. Muşambadan masa örtüsünün üzerine, düzenli aralıklarla şeffaf folyoya sarılmış bir paket, yanında da bir kutu ayran bırakılmıştı. Camın biri ardına kadar açıktı. -Oğlum önce büyükler otursun, dur acele etme. Babanın ısrarına rağmen Kaan oturup çabucak paketi açtı. Yine herkes birbirini davet etti. Mustafa babasından aldığı terbiyeyi şu oğlana anlatamamaktan içi içini yiyordu. Kaan plastik çatalı kullanmak yerine, eliyle kebabı ucundan kopardı. Pidenin içine maydanozla karışmış soğanı yerleştirip, dürüm yapmaya çalıştı. Odaya, soğukla yoğrulan yağ, ter, duman kokusu yapıştı. -Ver ben sana yapayım, dökeceksin üstüne. -Mustafa seni iyi gördüm. Yengem nasıl? Uzun süre oldu, dedi, Nuri’nin abisi Emin. -İyi çok şükür, o da gelmeyi çok istedi de işinden izin alamadı. Oğlum dur ayranı ben açarım. -Bırak rahat rahat yesin Mustafa, daha ister misin? -Sağ ol Emin, fazla yemez o, diyerek Kaan’la göz göze geldi. O sırada masaya üç büyük tepsi baklava geldi. Aynı anda içerdeki odadan yine Fatiha sesleri yükselince, herkes yemeği bırakıp dua etti. Kaan’ın bir eli havada, diğer elinde kebabın kalan parçasıyla durumu idare etti. Plastik çatalla baklavayı yemeye kalkınca çatalın ucu kırıldı. -Oğlum ağzına batacak, neyse elinle ye nasılsa kirlendi. -Baba, baklavadan bir tane daha alayım mı? -Daha içerde bir dolu insan var ayıp olur yahu… Dur benimkini vereyim sana. Ellerini ıslak mendillerle birkaç kez temizledikten sonra içeriye geçtiler. Kahveci bu sefer elinde ki askıda, ince belli, tabaksız çayları dolaştırdı. Kaan çayla ilgilenmedi; -Baba hep erkekler mi cenaze evine gelir? -Kadınlar da başka bir evde toplanmıştır. Kalabalık olunca bir eve sığılmıyor. -İşlerin nasıl abi? -Nuri, büyük şehir işte biliyorsun. Hayat çok pahalı ve zor… Ama alıştık işte, oralı olduk. Oğlanı üniversiteye yerleştirelim de, ondan sonra kaçarız inşallah.

52


53

-Baba dışardaki parka gideyim mi? -Oğlum ayıp, cenaze evinden çıkılmaz. -Ama onlar top oynuyor. Kapıdan dört beş genç, birinin elinde mikrofon, bir diğerinde de iri bir kutuyla içeri girdiler. En son gelen elinde birkaç tane koca tef taşıyordu. Sütunun çevresine yere oturmaya çalıştılar, sonra oranın soğuk olduğu anlaşılınca, Mustafa’nın yanına sıralandılar. En küçüğü yirmi, büyüğü en fazla yirmi beş yaşlarında görünüyordu. Ceplerinden namaz takkelerini çıkarıp başlarına taktılar. Ardından özenle ciltlenmiş küçük birer kitapçık çıkarıp sessizce okumaya başladılar. Kimse onlarla ilgilenmedi, konuşmalar fısıltı halinde devam ediyordu. Başlarını öne arkaya sallayarak, büyük bir ciddiyetle, ellerindeki sureler bitene kadar okudular. İçlerinden biri kalkıp ses düzenini kurdu. Ellerindeki mikrofonu getirdikleri cihaza bağladılar, onu da elektrik prizine. -Baba şarkı mı söyleyecekler? Mustafa eliyle sus işareti yaptı. İçlerinden biri mikrofonu alıp yüksek sesle kaside okumaya başlayınca, Kaan babasına biraz daha sokuldu. Bitiren mikrofonu diğerine veriyordu. O esnada, Kaan’ın sırasından birkaç kişi ötede, derin bir horultu sesi geldi. Hafız horlamayı duyunca sesini arttırdı. Kaan gülmeye başladı. Babası dirseğiyle dürttü. Horultu sesi arttıkça hafız daha çok bağırmaya başladı. Kaan gülmeye devam etti. Babası eliyle ağzını kapattı. Hafızın okuması biter bitmez, karşı sıradan biri, üzeri yazılı bir peçeteyi sehpanın üstüne koydu. Hafız şaşırdı, peçeteyi okudu. Yanındakine bir şeyler söyledi, mikrofonu alıp okumaya devam etti. Başka biri aceleyle sütunun önüne çöküp, arkasına yaslandı. Elinde ki telefonla kayıt yapmaya başladı. -Baba, telefona bak, üzerinde Van Persi ’nin resmi var. Mustafa gülmek istedi, ağzını kapattı, adam tam karşısındaydı. Mikrofonun sesine, horultu karıştı. Koca tefler dağıtıldı, Kaan ayağa kalkmış olanları izliyordu. Teflerin zilleri birbirine karışınca, yanda horlayan adam Allah diye bağırarak uyandı. Kaan can havliyle babasının yanına geri çöktü. Mustafa şaşkınlıkla izliyordu. Hafızlar coşmuş, kendilerinden geçmişlerdi.


Sütunun önünde oturan adam kayıt yapmaya devam etti. Genç hafızlar Fatiha ile bitirdiler. Cemaat eşlik etti. Şişman adam geri gelip hafızları içeri yemeğe davet etti. Nuri arkalarından onlara eşlik etti. Onlar çıkarken zayıf ince uzun boylu, nur yüzlü, yaşlı, cana yakın biri içeri girdi. Selam verip Mustafa’nın yanına oturdu. Ona “Hocam” diye hitap ederek merhaba, dediler. Oturunca sehpadaki plastik bardak şeklindeki suyun naylonunu yırtıp, hepsini bir dikişte bitirdi. -Baba dışarda top oynamak istiyorum. -Bak sana bir şey okuyayım, sonra gidersin, dedi Hoca. Hoca okumaya başlayınca insanların sesi soluğu kesildi. O kadar etkileyiciydi ki, odadakiler pür dikkat kesildiler. Kaan da hayranlıkla onu izliyordu. Ne söylediğini hiç anlamadı. Hoca odadakileri alıp başka bir dünyaya götürmüştü. Bitirince hep birden ağzına sağlık Hocam denildi. -Baba onun kafasında bir şey yok. -Oğlum, takmak zorunlu değil, dedi Mustafa. Biraz önce peçeteyi yazıp hafızlara getiren adam, Hoca’nın yanına yaklaşıp bir şeyler geveledi. -Ben şarkıcı mıyım deyyus, istek yapıyorsun benden, diye bağırdı Hoca. Adam hiç ikiletmeden koşar adam odadan dışarı kaçtı. Kaan kıkırdadı. Tam birileri kalkıp, birileri odaya girerken, şişman çocuğun topu camda patladı. Odanın her yerine cam parçaları saçıldı. Herkes bir an korkudan dilini yutmuş gibi dururken Hoca; -Vay kelp oğlu kelp dedi.

AHMET GÜVEN

54


Melankolik Ev Sahibi

Ucuza kiralanmış Yıkık dökük evler gibi aklımdaki yüzün. Bu izbe karaltıda Seçemiyorum gözlerini. Huysuz bir dört ayaklı Dolaşırken odalarını, Ruhunun son kırıntılarını kemiriyor yerden. İlk kez duyamıyorum Sıvası dökülmüş sözlerini. Gönüldergâhının yansımasında tutuklanmış Anılara gün yüzü göstermiyor tozlu perdeler. Kapıları kapatıyor Kapıları açıyorum efkârlı sazendelere. Bir türkü tutturmuş Tüm sabahları tanımadığım masalara bırakıyorum. Aşka yamanmıyor Hokkabazın şapkasından çıkan yapay kelimeler. Ben de şiddetle odalarını dağıtıyorum. Kendime yeniliyor, Kendimde yanılıyorum. Sen çatı katında rüzgarlar biriktiren, Savruk bir yaprak. Sen terk edilmiş bir ev sahibi. Ben balkonlarımı begonyalara boyuyorum. Ben gökkuşağına bulanmış bir göçmen kuş, Yine sana kanat çırpıyorum.

Zeynep Kartal 55


Selam

Çözüm bekleyen ağır meseleleri vardi saksıların hallolmuş veyahut hallolacak-geniş zaman Asıl beni yadırgayan zat-ı müşahede Yağmur ağlasam şehre yağmazdı Selam bekleyen heyecanı var balkonun Alıyor selamı, yürek siması iki cana karşı Çıkmaz sokakta biten bir yokuş Hasretlik canı kalmamış bulamadım.

Çizim: Cenker Türeci

Ceren Özdinç

56


.

.

.

Deniz’in nöbeti Deniz Fırtınalıoğlu The Marmara Taksim Oteli’nin muhteşem İstanbul manzaralı teras katında bulunan Raika Restaurant’ta sultan edasıyla bir yandan yemek yiyor, bir yandan da karşısındaki sarışın hanımefendinin gözlerine sıcak bir yaz günü soğuk su içer gibi bakıyordu. Bu kendinden emin delikanlı, yirmi üç yaşında, uzun boylu, düz siyah saçlı, kumral tenli, yanaklarında birkaç tane silik çili olan, yakışıklı bir beydi. Sol kolunda otuz dört bin liralık Rolex marka saat, ayaklarında iki bin yüz doksan iki liralık Prada marka spazzolato laced wingtip siyah ayakkabı, üzerinde üç bin beş yüz liralık Vakko özel dikim takım elbise ve gömleğinde de üç bin altı yüz liralık platin kol düğmeleri ile bir asilzade gibi görünüyordu. Karşısındaki hanımefendi de İstanbul Boğazı’na gölgesi düşmüş ay kadar güzel ve göz alıcıydı. Bir metre yetmiş beş santim boyundaki sarışın kız, yeşil gözlü, pamuk misali yumuşak tenli, dolgun dudaklı, kırmızı ojeli, kırmızı rujlu güzelliğinin farkında bir hanımefendiydi. Düz sarı saçlarını her iki omzundan aşağı doğru sarkıtmış, aralıklarla da yüzüne gelen iki tutam röfleli saçlarını sol elinin işaret parmağı ile küçük bir dokunuş yaparak başının arkasına doğru atıyordu. Güzelliğinin farkında olan bu hanımefendi etrafa mis gibi kokular yayıyor ve karşısındaki yakışıklı beye de ben seninim der gibi işveli, cilveli, şuh bakışlar ve gülüşler savuruyordu. Deniz Fırtınalıoğlu’nun karşısında prenses edasıyla oturan kızın adı Mehtap Dalgakıran’dı. Delikanlı sessizce yemeğini yerken hem olağanüstü İstanbul manzarasını, hem de karşısındaki sarışını seyrediyordu. Deniz Fırtınalıoğlu ve Mehtap Dalgakıran yaklaşık bir saat süren yemekten sonra on sekizinci kattaki presidental suite beraberce çıktılar. Burası otelin en muhteşem double suitiydi. Bir yandan İstanbul Boğazı’nın doyumsuz manzarası diğer yandan da ecnebilerin Altın Boynuz dediği Haliç’in eşsiz güzelliği yeni gelin gibi bütün odayı dolduruyordu. Her ikisi de soyunup boğaz manzaralı jakuziye girdiler. Fokur, fokur kaynayan ılık suyun içinde kollarını jakuzinin kenarına uzatıp kendilerini su masözünün ellerine bıraktılar.

57

Deniz’in vücudu sihirli dokunuşlarla iyice gevşemişken birden her iki gözü de yukarı kaydı, çenesi kasılıp dilini ısırdı, ağzından köpükler


gelmeye başladı, elleri yumruk gibi oldu, kolları ve bacakları bir şeyleri tutup çeker gibi ileri geri kasılmaya başladı. Bir yandan iyice hızlanan jakuzi fokurduyor bir yandan da Deniz, kırık kanadıyla uçmaya çalışan martı gibi hızlı ve sert hareketlerle kasılıp duruyordu. Bütün vücudu jakuzinin içinde kâh dibe batıyor kâh yüzeye çıkıyor, genç delikanlı nefes alamıyordu. Deniz Fırtınalıoğlu adına uygun bir şekilde jakuzide fırtınaya yakalanmış, boğuluyordu. Bu sırada Mehtap Dalgakıran sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi Deniz’i öylece izliyordu. Delikanlı jakuzide debelenirken Mehtap kalkıp üstünü kuruladı. Hiç acele etmeden kıyafetlerini giydi. Deniz’in cüzdanında ne kadar para varsa hepsini aldı. Bununla da yetinmedi, Rolex saatini, Vakko Takım elbisesini, Prada ayakkabısını, platin kol düğmelerini, Apple marka cep telefonunu, limitsiz kredi kartlarını alıp kapıya doğru yöneldi. Deniz’in gözünün içine bakarak bir anda odadan kayboldu. Bu sırada Deniz yüzünde müthiş bir acı hissetti. Birden etrafında karışık sesler, bağrışlar, çığlıklar, feryatlar duymaya başladı. Sesini tanıyamadığı biri bağırıyordu: - İmdat yetişin! Yetişin! Deniz yine nöbet geçiriyor! Başka bir ses telaşla emirler veriyordu: - Yan çevirin, dilini kurtarın, cebine bakın ilacı var mı? Ve daha anlayamadığı bir sürü soru, çığlık ve anlamsız sesler duydu. Aradan ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu. Gözlerini açtığında İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsündeki İstanbul Erkek Öğrenci Yurdunda, kendi odasında, kendi ranzasında, kendi yatağındaydı. Halsiz ve bitkindi. Yüzü ve ağzı kanlar içindeydi. Etrafında oda arkadaşları, öğrenci yurdunun yöneticileri ve meraklı öğrencilerden oluşan bir kalabalık vardı. Ne olduğuna pek anlam veremiyordu. - Ben neredeyim? Ben neredeyim? Ben neredeyim? diye sorup duruyordu. Oda arkadaşı teskin edici, acıyıcı ve yatıştırıcı yumuşak bir ses tonuyla cevap verdi: - İstanbul Erkek Öğrenci Yurdundasın. Tamam, merak etme. İlacını verdik, biraz sonra daha iyi olacaksın. Merak etme, dedi. Deniz Fırtınalıoğlu yavaş yavaş kendine gelirken oda arkadaşları da koluna girip onu lavaboya götürdüler. Deniz aynaya baktığında kanlı

58


yüzünü, kanlı gömleğini, dişleriyle kestiği kendi dilini gördü. Olanlara inanamıyordu. Oysa az önce The Marmara Taksim Oteli’nin muhteşem İstanbul Boğazı manzaralı jakuzisindeydi. - Ben ne zaman buraya geldim. Mehtap nerede? diye sordu. Arkadaşı Ahmet: - Sen bütün gece buradaydın, dedi. Deniz, Ahmet’e biraz kızgın biraz da şaşkın bir şekilde sinirlenerek itiraz etti: - Hayır saçmalama, ben burada değildim, saçmalama! Ahmet Deniz’in sözünü keserek biraz daha sert bir ses tonuyla devam etti: - Okuldan geldin, yorgunum dedin, uyudun. Sonra epilepsi nöbeti geçirdin. Bu sefer ki çok uzun sürdü. Bütün gece buradaydın. Hiçbir yere gitmedin. Nöbet geçirdin Deniz, nöbet! Hepsi bu. Merak etme daha iyisin. Bu sırada Deniz her an düşecekmiş gibi ayakta sendeliyor, solucan gibi ellerini ve kollarını oynatıyordu. Ahmet bu sefer yalvarır gibi: - Deniz, lütfen yarın sabah doktoruna tekrar git, dedi. Deniz elini yüzünü yıkadı. Odasına gelip kıyafetlerini değiştirdi. Olanlara hala inanamıyordu. Yavaş yavaş hafızası yerine geldikçe arkadaşlarının doğru söylediğini anladı. O İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi 2. sınıfında okuyan zavallı bir öğrenci, zavallı bir epilepsi hastasıydı. Van’da öğretmenlik yapan anne ve babasının tek çocuğuydu. İki yıldır bu öğrenci yurdunda kalıyordu. Gerçekleri yavaş yavaş hatırlamaya başladı. Fakat hatırladığı yaşam onun arzuladığı yaşam tarzı değildi. Biraz zaman geçtikten sonra Deniz Fırtınalıoğlu acınası hayatının tüm ayrıntılarını anımsadı.

59

Epilepsi nöbetinin sonsuza kadar sürmesini dileyerek bir bardak su içti. Yatağına uzandı. Gördüklerini, yaşadıklarını unutamıyordu. Yaşadığı her şey, o güzel kız ve o güzel hayat, her şey epilepsi sırasında gördüğü bir rüya mıydı? Oysa doktoru epilepsi sırasında bu tarz net görüntülerin olamayacağını, değişik tatlar, değişik kokular, değişik renkler, değişik sesler duyabileceğini fakat asla net görüntüler göremeyeceğini söylemişti. Ama ona yaşadıkları sanki gerçekmiş gibi


geliyordu. Yatağına uzanıp düşündü, düşündü, düşündü. Mehtap diye bir kız arkadaşının olduğunu anımsamıyordu. Hatta daha önce The Marmara Oteline de hiç gitmemişti. Nereden o kadar parası olacaktı ki! Deniz Fırtınalıoğlu on beş gün sonra bir Pazartesi sabahı siyah sırt çantasına kitaplarını, defterlerini ve kalemlerini koyup okuluna doğru yürürken birden kendisini The Marmara Oteli’nin teras katındaki Riaka Restaurant’da buldu. Yine karşısında tüm muhteşem manzarasıyla İstanbul Boğazı ve tüm güzelliğiyle Mehtap duruyordu. Yemek yerken ne Deniz Fırtınalıoğlu ne de Mehtap Dalgakıran hiç konuşmadı. Ama bu sefer yemeği fazla uzatmadılar. Yemek sonrası yine aynı jakuzili suite çıktılar. Odaya çıkana kadar hiçbiri tek kelime etmedi. Deniz Fırtınalıoğlu odaya girer girmez kapıyı kapatıp Mehtap’ın karşısına geçti: - Neden? diye sordu. Sert ve sinirli bir ses tonuyla, Neden? Mehtap sorunun sonunu beklemeden Deniz’in boynuna sarılıp bir yandan hıçkırıklarla ağlıyor bir yandan da onu öpüyordu. Deniz, Mehtap’ı itip, bir adım geriye doğru uzaklaşıp arkasını döndü. Mehtap bu seferde Deniz’e arkasından sarılıp, yumuşak pamuksu yüzünü Deniz’in yanağına yasladı. Bir yandan delikanlıyı öpüyor bir yandan da özürler diliyordu. Deniz Mehtap’ın sıcak dudaklarının pamuksu dokunuşları ile yavaş yavaş yumuşarken olanlara bir anlam veremiyor, inanmak ve sevmek arasındaki ince çizgide bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyordu. Kendisine sıkıca sarılmış Mehtap’ın mis gibi kokusunu, sıcak dokunuşlarını ve ılık nefesini düşünüp kendinden geçecekmiş gibi oluyordu. Artık iyice ikna olmuştu ki birden kapı zili çaldı. Deniz güzel kokular eşliğinde rüyalara dalmışken hissettiği sıcaklık azalmaya, mis gibi kokular kaybolmaya başladı. Mehtap: - Aşkım kapıya bakayım, diyerek yavaş adımlarla Deniz’den uzaklaştı ve kapıya yöneldi. Deniz kapının açılma sesini duydu fakat kapanma sesini duymadı. İki üç saniye bekledikten sonra: - Mehtap, aşkım, neredesin? diye seslendi.

60


Fakat hiçbir cevap alamadı. Merak ve heyecanla kapıya yöneldiğinde kapının açık olduğunu gördü. Fakat Mehtap ortalarda yoktu. Sanki yer yarılmış içine girmişti. Koridora çıkıp telaşla ve hayal kırıklığı ile birçok odanın açıldığı uzun koridora baktı. Fakat hiç kimseyi göremedi. Deniz bir kez daha yıkıldı. Olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Yaşadıkları bir rüya mıydı yoksa? Ya da yeni bir nöbet mi geçiriyordu? Elleriyle vücudunu yokladı. Lavaboya gidip aynaya baktı. Her şey olağandı. Yatağın kenarına oturup Mehtap’ın gelmesini beklemeye karar verdi. Bekledi, bekledi, bekledi. Saatler geçmesine rağmen Mehtap gelmedi. Deniz Fırtınalıoğlu siyah sırt çantasını alıp otelden ayrıldı. Doğruca okuluna gitti. Amfiye girip çantasına elini soktuğunda ne kitaplarını, ne defterlerini ne de kalemlerini bulamadı. Çantasını iyice açıp içine merakla bakınca da şaşkınlıktan küçük dilini yuttu. Çantası deste deste para doluydu, okulda sayılamayacak çok para! Deniz Fırtınalıoğlu o kadar çok parayı çantasının içinde görür görmez aniden başı dönmeye, nefesi kesilmeye ve tüm vücudu kasılmaya başladı. Genç adam gördüklerine inanamıyor, esen mutluluk rüzgarına kapılıp, kanatlarını çırparak gökyüzünde sonsuzluk âlemine doğru özgürce uçuyordu…

EBUBEKİR EMRE MEN

61


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya


VARIŞ Ne zamandır Aklımda takılı mıh gibi bir soru Bize bakan hatırlar mı Hatırlar mı acaba O’nu Dikenlere çevrili şu giriftli yolu Bitirebilecek miyiz varmak için İçim... Ne bu sendeki hüsran Nedir sorun? Çözülmeyecek. 8’de buyurur Yüce Yaradan Yüsra! Yüsra! Haber verir Sevgili 1, 2’ye galip gelmeyecek... Şimdi sussun dilin lal ol ilelebet Hakir, gör kendini Hakim! Ruha müebbet Taşları dizilmiş üst üste sabrın İşte nimet, işte hayr, işte dertler yığın yığın... Sağanak sağanak dökülsün nur Ben gelirken o gülse yüzüme Bir iniş, bir dokunuş, ebedi sürur Bir Işık kör etse, o görünse gözüme Vardım mı ? Yaralarımı ay tenine sardım mı Şakk etsem ben de, göstersen beni Bir kerecik ben de, kaybetsem sende beni Ebed! Ebed! Varlığı yoklukta Gidişte Bin yılmış gibi bir günlük solukta Varışta Durdun mu hiç o en yüksek dorukta İnsan’da söylendi! Karar verildi Belirlendi O en büyük rota.

63

Kutsal Arda


İnsandık Gözleri bulut şekillerinde kaybolmuş kadınlar Duvarları ışıklı otellerin altında beklerlerdi Adaletsiz dağıtılmış sevinçlerin telafisi kederlerle birlikte Çalınmamış kapıların ardından San Pietro’dan Yahut kutsal yarıklardan gülümserdi Musa Denizlerinde anılmadı adımız Korsandık ne de olsa Tövbelerle yankılanır Sistine Şapeli Az evvel sallanmıştır İstanbul Gürültü yağmura koşar Adımlar hep bir uzağa Giderken büyür bütün gölgeler yanında biri yoksa Yine de istemez miydi insan ışıklara karışmak Noksandık ne de olsa İtiraz edilmez anlamlar döndürür dünyayı En keskin çelişkileri köreltir usandırıcı tekrarlar Doğduğun yerdeki hatalara inan Bırak bütün akşamlardan önce söylenmiş Kendini yüceltmeyi amaç edinen sözleri Kimine göre kanatlarından arınmış melek Kimine göre tüylerinden kurtulmuş primattık oysa Herkes yanılıyor dedi bir filozof İnsandık ne de olsa

Anıl Durgut 64


e d n i n e d a l Fevka a u m c e M e d n i k v e F

|

uh Mucize R

mucizeruhdergi.blogspot.com instagram.com/mucizeruhdergi twitter.com/mucizeruhdergi patreon.com/mucizeruh

M U C Ä° Z E R U H


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.