Mucize Ruh 14. Sayı Juan Ramón Jiménez Kültür Sanat Dergisi

Page 1

. MUCIZE RUH Fevkalade Mecmua

AĞUSTOS 2020 · SEZON 3 · SAYI 14

Ruhum bir süsen

çiçegidir gölgelerde. Juan Ramón Jiménez


MUCİZE RUH Fevkalade Mecmua GENEL YAYIN YÖNETMENİ/ DİZGİ-TASARIM EMİR YAPICI

KAPAK İLLÜSTRASYONU EMRE DEMİRASLAN

İLLÜSTRASYONLAR CENKER TÜRECİ

FOTOĞRAF SORUMLUSU GÖZDE KAYA

DÜZELTİ ŞEYMA NUR YAPICI

Tüm içeriğin hakkı saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. ©Tüm Hakkı Saklıdır


|

a u m c e M e d a l a Fevk

uh Mucize R


Fatih Altınbeyaz

ÖZLEDİM

Feray Altan

ÇİLEYİ GÜZELLEŞTİRMEK Seyfettin Kılıç

MYONESSOS

Anıl Tunç

MAVİ ORMAN

SORGULA İNSANİ DUYGULARINI

İÇİNDEKİLER

GÜNEŞİNİ KAYBETMİŞTİ

Dicle Arslan

gEZİNMİŞLİK KUŞAĞI-II

Baran Selim Özceviz

YAĞMUR

Cihan Kaymaz

ELİMİ TUT

Burçin Laçin Altay

YILLANMIŞ UÇURTMA

PİŞMANLIK KILIK DEĞİŞTİRİRSE

CÜNEYT'İN BABAANESİ

BENİM UMUDUM

Samet Kurt

Baki Mesut Köprücü Ersin Kurt

ÖLÜMÜN GÖZLERİ Rabia Dereli

Çırpınıyor kadın

Dilek Bozkurt

HER ŞEY ÇOK YAVAŞ

Ahmet Güven

FİKİR TERBİYESİ

Hamza Aksin

Umut Kaygısız

Sena Sabcıoğlu

HAYATIN TEKMESİNE CİLA GEREKMEZ Rıdvan Adıyaman

YANKI

Gülce Avcu

GERİ DÖNÜŞÜ YOK

Kübra Erbayrakçı

TERK-İ DİYAR Betül Kaçuş


Dınle, Platero. Bır gün kendımı bu kuyuya atarsam, bıl kı kendımı öldürmek ıçın değıl, yildizlari daha hizli koparmak ıçın yapacağim Juan bunu. Ramón Jiménez


gÜNEŞİNİ KAYBETMİŞTİ “Ona okuyamayacaksam eğer, yazdıklarımı onun nasıl bulduğunu öğrenmek için sabırsızlıkla beklemeyeceksem, yazmak ilgimi çekmiyor.” demişti Juan Ramon Jimenez. Dünyası yıkılmak, güneşini kaybetmek böyle bir şeydi. İnsan, hayat denetiminden ve yörüngesinden uzaklaşıyordu. Her şey tesirini yitiriyor, geriye metalik sesler çıkaran kocaman bir boşluk ve nefes kesikliği kalıyordu. Enrique Vila-Matas bir kitabında kaleme almıştı bu anlatıyı… Ahmet Altan’da köşesinde biraz soğuk, mesafeli ama çok etkili yazmıştı.

5

Çağdaş İspanyol şiirinin kurucularından, şair Juan Ramon Jim-


enez, eşi Zenobia Camprubi Aymar’ı çok seviyor ve ona yüreğiyle saygı duyuyordu. Çünkü eşi onun ilham kaynağı, yardımcısı, dostu ve hayat arkadaşıydı. Fakat Zenobia kanser tedavisi görüyordu, hatta bu kötü hastalık bütün evreleri geçmiş; sona yaklaşılmıştı. O günlerde kader de ağlarını örüyor, hayatlarında bir takım güzel gelişmeler oluyordu. ‘Platero ile Ben, Bir Endülüs Ağıtı’nın yazarı Juan Ramon Jimenez’in, o yıl (1956) Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı açıklanacak, yıllarca kelime işçisi olarak yapmaya çalıştığı, kimileri tarafından görmezden gelinen gayretleri büyük bir otoriteden geçer not alacaktı. Kendisine, eşinin Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığından bahsettiklerinde, Zenobia Camprubi Aymar, sekerata girmiş, ölüm sarhoşluğu yaşıyordu artık. Aldığı müjdeli haber karşılığında, ‘kâğıt hışırtısını andıran’ bir sesle İspanyolca ninni söylemişti, gözleri perdelendikten sonra da ölümün huzurlu kollarına bırakmıştı kendini. Juan Ramon Jimenez, eşini gömdükten veya küllerini savurduktan sonra eve gelmiş, histerik bir şekilde bir müddet dolaşmıştı. Sonra, hazırında bulunanların şaşkınlık ve korku dolu bakışları eşliğinde, üzerinde Alfred Bernhard Nobel’in kabartması bulunan Nobel Edebiyat Ödülü’nü ayaklarının altına almış, gözyaşları içinde paramparça etmişti. Ondan sonraki hayatını mutlu bir şekilde yaşamadı Juan Ramon Jimenez, eşine sadık kalıp tamamıyla eski, nadide günlerin özlemine, sevgisine ve ulvî şemsiyesi altına sığındı. Vakarını, ciddiyetini hep korudu ve o yas halinden çıkmadı. Üstelik bir daha da yazmadı. Evet, tek bir satır bile kaleme almadı. Dünyası yıkılmak böyle bir şeydi, insan güneşini, yansımasını kaybediyordu. Her şey etkisini, anlamını yitiriyor, geriye, metalik sesler çıkarıp insana kıymıksı acılar veren kocaman bir boşluk kalıyordu. “Ona okuyamayacaksam eğer, yazdıklarımı onun nasıl bulduğunu öğrenmek için sabırsızlıkla beklemeyeceksem, yazmak ilgimi çek-

6


miyor.” diyordu Juan Ramon Jimenez. Usundan döktüklerini, sevdiğine okumak, eserlerinin taslaklarını âşık olduğu kadının nasıl bulduğunu sabırsızlıkla beklemek ve ondan tavsiyeler almak bir yazar için çok önemli ve ayrıcalıklıydı. Bu biraz da, bir kız çocuğunun yaptığı resmi babasına gösterip heyecanla onun tepkisini almak gibi bir şeydi. Güzellik uğruna yollara düşmüş üzgün ve hüzünlü bir ozan ile şen bir eşeğin hikâyesini yazan ve bu hikâye Avrupa’da çok büyük ses getirip başyapıt olan Juan Ramon Jimenez , yıllar önce, bir şiirinde çok sevdiği eşi, Zenobia Camprubi Aymar’a şöyle seslenmişti.

Öylece de seni severdim, kadın. Yeniden taş doğsaydım, Öylece de seni severdim, kadın. Yeniden dalga doğsaydım, Öylece de seni severdim, kadın. Yeniden ateş doğsaydım, Öylece de seni severdim, kadın. Yeniden erkek doğsaydım. (Çeviri: Nevzat HATKO)

Ve eşinin ölümünden iki yıl sonra, ‘kâğıt hışırtısını andıran’ bir sesle İspanyolca ninni söyledikten sonra büyük şair de hayata gözlerini yumdu. Biricik eşine kavuştu.

Fatİh Altınbeyaz 7


Şimdi gök mavidir Altın başaklı tarlalar üzerinde... Hangi güzel kokudur serin geceyi saran Patikalar boyunca. Juan Ramón Jiménez


ÖzledİM Aslında seni ne kadar özlediğimi hiç söylemedim değil mi? Olsun, şimdi söylüyorum, özledim... Gözlerindeki ay ışığını, başıboş kahkahalarını, anlık deliliklerini, gecenin bir yarısı basıp gitmelerini, notaların arasında kendini kaybedip en sen halinle geri gelmelerini, özledim. Ne mücadele ettik yıllarca beraber. Bazen kendimizle, bazen öğretilenlerle, bazen mecburiyetlerle... Hep galip gelemesek de hiç vazgeçmedik bizim olandan, bize ait olandan, bizden. Ah o gözyaşları ne önemsiz ne anlamsız anlar, insanlar için döküldü değil mi? Hoş, biraz da onlar mı bugün bizi biz yapanlar dersin? Kendimizi ararken şehvetinde kaybolduğumuz ıslak öpüşmeler... Kariyerimizin en kaliteli kâğıttan mimarı kartvizitler... Dağın yamacında kendi direnciyle, yaşam sevinciyle, fırtınasına, karına, kavuran güneşine rağmen her daim, inatla yaşayan, çiçek açan, meyve veren ağaçlar gibi; eğilip, bükülmeden, dimdik bugünlere kadar gelmedik mi? Sadece yaşamak, kendimizce, gönlümüzce yaşamak için. Hiç bitmeyen bir varoluş hikayesi bizimkisi. Herkesin yolu değil, kendi yolumuzun hikayesi...

9

Nasıl oldu da ayrıldık? Hangi fırtınada savrulduk? O yıllardır peşinde koştuğum, havalı iş görüşmesi miydi? Esasında, başında sen de çok istemiştin. Bize iyi gelecekti. Yıllardır çekilen sıkıntıların sonundaki ödül gibiydi. Sonra ne olduysa oldu. Düşündükçe kalbin sıkıştı. Hani, “Gitme!” demiştin bana. “Seni alırlar, allayıp pullayıp kendilerine dönüştürürler. Önce göklere çıkartırlar, sen zafer sarhoşluğunda dans ederken hissettirmeden kanını emerler. Seninle işleri bittiğindeyse, gökdelenin tepesinden aşağıya, arkandan kadehler tokuşturarak atarlar. Yerle kavuştuğun o an hücrelerine bölünmeni keyifle izler, kahkahalar atarak


uzaklaşırlar. Daha kanın kurumadan yeni kurbanlarıyla her şeye yeniden başlarlar.” Dinlemedim seni. Sen de yeterince sıkı sarılmadın belki bana. Bilirsin, inatçıyımdır. Aklıma koyduğumu yaparım. İlk zamanlarda her şey yolundaydı. Endişelerinden iz yoktu. Sen de biraz rahatlamıştın hatta. Hatırlıyor musun, o ilk maaşı hesapta gördüğümüz anı? Birkaç dostu yemeğe davet etmiş, nasıl da sabaha kadar şarkılar söylemiştik. Onlar da şaşırmıştı. Hep ucu ucuna yaşarken... Kimse ses etmemişti. Hepimiz anın sınırsızlığına bırakmıştık kendimizi. Hak etmiştik. Dört beş ay sonra sinsice içime işlemeye başladılar. Hissettin. Ses etmedin. Ne de olsa ilk büyük projem, ilk büyük başarım. Adım iş dünyası dergilerinde, şirketin her yerinde. Her iş yemeğinde tebrikler... Yeni bir araba, şoför. Primler, özel, sınırsız kartlar. O güne kadar sadece sosyete dergilerinde gördüğüm yüzlerle özel geziler, partiler... Onlar yaklaştıkça sen uzaklaşıyordun. Hissettim. Ses etmedim. Ne de olsa bize bir şey olmazdı! Ama oldu! Evet, şimdi hatırlıyorum. O, etrafında canlı ne varsa yavaş yavaş zehirleyerek yok edecek santral projesinin altına imzamı attığım zaman oldu. Duyar duymaz delirmiştin. Ağzına ne geldiyse söylemiştin. Nasıl yapardım? Nasıl karşı çıkmazdım? Oradaki hayatlar ne olurdu? Tüm o ekinler, güzelim zeytin ağaçları ne olurdu? Hani doğayı severdik, hayvanları severdik. Hani o güzelim dağların eteklerinde, bahçesinde lavantaların dans ettiği bir evimiz olsun isterdik. Hangi ara sevgi kelebekliğinden caniliğe geçmiştim. Seni satmıştım. “Giderim!”demiştin. İnanmadım. Nereye gidecektin ki? Ama gittin! Ve senden sonra hayat hiç de ben gibi olmadı biliyor musun?

10


İşin en kötü tarafı, pek de fark etmemiştim o ana kadar. Daha ilk cinayetimin şokunu atlatamamışken bir ikincisi teklif edilince oldu. Düşündüm, düşündüm, düşündüm... Elimi tekrar kana bulayamazdım. Önce sessizce, sonra haykırarak karşı çıktım. Tehditler savurdum. Artık gözüm ne o son model arabayı ne sosyetik partileri, ne de son moda kıyafetleri görüyordu. Midem bulandı. Daha bir gece önceki şampanya kadehlerine yansıyan kahkahaların üstüne kusmak, onların parasıyla yaşadığım her anı tenimden söküp atmak istiyordum Ve evet, itiraf ediyorum. Tüm söylediklerin oldu. Hiç umursamadılar. Ciğerlerine kadar işlemiş azgın pişkinlikleriyle, gökdelenin tepesinden aşağıya attılar beni. Nefesim kesildi. Hücrelerime bölündüm. Ama vazgeçmedim. Duyuyor musun beni, vazgeçmedim. Şimdi, bu aynanın karşısında oturmuş sana yalvarıyorum. Geri dön, lütfen. Yine biz olalım. Bedeli ödenecek günahlarım, sorulacak hesaplarım var. Doğa Ana’nın gazabına uğramadan, insanoğluna sevgiyi yeniden hatırlatacak saflığına, temiz, deli yüreğine, cesaretine, sana, özüme ihtiyacım var.

Feray Altan

11


Cileyi güzellestirmek .

Bu iki sözcük nasıl işledi içime bilemezsin yavrum Uzun uzun düşündürdün beni Nasıl anlatsam bilmem ki Ben çileyi güzelleştirebilmişsem eğer Şöyle güzelleştirmiş olabilirim belki Bunalımın batağına düşmemekle, sevgiye tutunmakla, İnsancıkların yaşam için verdiği kavgaları özlemekle Acıları paylaşmakla Dünyada tek başıma kalmış olsam bile Kalabalıklarda yaşarmış gibi yaşamakla Yanında, eli elinde bir sevgili varmış da Ona içini dökermiş gibi konuşmakla Ya da kırk yıllık bir dostla konuşurmuş gibi Türküler söyleyerek Sırasında bir ağaçla, bir bulutla Sırasında bir kuşla Bir Çiçek’le arkadaşlık ederek Hilesiz, yalansız, dolansız içten ve yalın Böylece rahatlarsın, yaşamı güzel görürsün Ve yarına hazırlarsın kendini Ben işte böyle güzelleştirdim çileyi

Seyfettin Kılıç 12


Myonessos Gülen yüzü, güneş Bastığı yer ay çiçeği tarlası Denge unsuru, iyiliğin Bir tas mey Mavi ve kuşların fısıltısı Sırtımızda enginar bahçeleri Karşımızda Myonessos Sen deniz gözlerimin ışıltısı, Zarif ellerinin değdiği yerler iyileşti... Bulutların son seferi Kağıdım, kalemim kelamım sızlar Düştü düşecek ay Kimse gönülden dokunmamış bana, duy.

Anıl Tunç 13


Mavi Orman

Mel’e Bakışları var yarının camından Merhametin bahçesini boyayan Fırçası kirpikleri… Kahverengi gözleri İle mai göğün umuduna asılan. Mazinin toprağı altında kalan Kim bilir ne üzüntüleri Vardı… Şimdi; Yüreğinden kanatlanan Sarılan yaraları var Mavi bir ormanın kollarına uçan. Gülümseyen yarınları var belki Acaba kim sorar Hangi maviye kanat çırpar? Ve pır pır eden yüreği Şu kuş kadar Bir huş ağacının dalına konan Renkli huylu bir saksağan Sanki leylak kokuyor yüreği Mavi bir bakışa kucak açan Koyu kahve gözleri Var şimdi sarılmış Her gün maviyle uyanan.

Samet Kurt 14


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya

.


Ah, kimselerin vakti yok Durup ince seyleri anlamaya. GĂźlten Akln


Yl llanml .s Ucurtma . Çocukluğu, uzaklarda süzülen bir güvercin gibi geçiyordu gözlerinin önünden. Amcasının oğlu Hasan, evinin önünde ıslık çalıp dışarıya çağırıyor onu. Yanında Ayşelerin oğlu Memo var, her zamanki gibi burnunu siliyor sağ omzuyla. Sabırsızca “Gel hadi, geliver hemen.” diyor. Anasının eline verdiği tereyağlı ekmeği ısıra ısıra yalınayak fırlıyor dışarı. “Geldim...” diyor. “Geldim bekleyin.” Kırlara koşuyorlar olanca hızlarıyla. Rüzgârı kovalıyorlar. Birden bozkır, önlerine seriliyor. Yanı başlarında uzayıp giden nehrin mavi suları eşliğinde kayboluyorlar platonun düzlüğünde. Arkalarından bakakalan toprak damlı evler, gitgide küçülüyor. “Durun.” deyip uçurtmasını açıyor Hasan. Veriyor kuyruğunu rüzgâra. Tutuşturuyor ipi eline, “Koş!” diyor. Bozkıra saçılıyor gülüşleri. Hasan’ın verdiği ipi sıkıca kavrayıp tarla kokan rüzgâra dönüyor yüzünü. Arkasına bakmadan koşuyor. Koştukça rüzgâr giysilerine doluyor, kendisini de uçuracak gibi esiyor. Mutluluktan havalanacağını sanıyor bir an. Duruyor birden. Deminden beri koştuğu düzlüğe bakıyor. Ardından gökyüzünde kanatlanan o mavi uçurtmaya... Öyle güzel süzülüyor ki...

17

“Beyefendi, iyi misiniz?” dedi yaşlı kadın. Adam hatıralarını kadından gizlercesine: “İyiyim, iyiyim... Ne kadar bu mavi uçurtma?” “10 lira Efendim. Vereyim mi?” “Evet... Alacağım onu. Buyrun.” dedi cebinden parasını çıkarıp. Ardından hızlı adımlarla terk etti kırtasiyeyi.


Yaşlı kadın da bir müddet düşünmeye başladı adamın arkasından. “Teyze, Teyze!” diyen küçük çocuğun sesiyle kendine geldi. “Haa... Buyur canım! Ne istemiştin?” “Uçurtma alacağım Teyzeciğim!” “Tabii... Vereyim evladım.” Kırtasiyecinin dışarıya camekân önüne dizdiği rengârenk uçurtmalar yavaş yavaş tükeniyor, kırtasiyeden göğün maviliklerine taşınıyordu çocuk kahkahalarıyla beraber. Bir uçurtma dışında... Adam, bir türlü uçuramadığı uçurtmasını çakıldığı yerden kaldırıp var gücüyle havalandırmaya çalışıyor, ağır aksak koşup “Oldu...” diyordu kalın sesiyle. “Oldu bu kez...” Uçurtma, bir müddet havada zikzaklar çizdi; ardından tekrar bozkıra yapıştı yaralı bir kuş gibi. Bu kez kaldırmadı onu yerden. Kıvrıla kıvrıla uzayıp giden ipi, olduğu gibi yere bırakıp nehrin kenarına oturdu küskün çocuklar gibi. Nehrin susuz, çorak diplerine baktı. Sonra toprak damlı evlerin döküntülerine... Yıllar boğazına düğümlendi birden. Sonra çevirip yüzünü düzlüğe, Hasan’la Memo’ya baktı. Yerdeki yaralı uçurtmanın yanı başında sessiz sessiz oturuyor, kendisine bakıyordu ikisi de. Uzaklardan esip gelen bir rüzgâr, ıslak gözlerini kurutuyordu.

“Ali...” dedi Hasan, elindeki uçurtmayı gösterip. “Alsana...” Adam geri dönüp Hasan’a doğru yürüdü. Titreyen ellerini arkadaşına uzattı. Uçurtmayı aldı, arabaya yöneldi tekrar. Şehre doğru sürdü aracını. Bozkırın düzlüğünden bakan iki arkadaşın sessiz görüntüsü, şehre giden arabanın dikiz aynasına vurdu. Adam, evinin önüne gelince suskun ve mahzun indi arabasından. Mahallede oynayan çocuklardan birini çağırdı yanına. Elindeki uçurtmayı çocuğa uzatıp “Al bakalım...” dedi yorgun sesiyle. “Güle oynaya uçur bunu arkadaşlarınla beraber!”

Bakİ Mesut Köprücü

Ayağa kalktı, sendeleye sendeleye arabasına doğru yürüdü. Memo da kalktı sağ omzuyla ıslak yanağını silip.

18


Cüneyt’in Babaannesi Babaannemin ahretliği idi Cüneyt’in babaannesi. Şeker gibi bir kadındı ve iki ev ötemizde otururlardı. Cüneyt’ten öğrendiğim kadarıyla kocası öldüğünden beri, Cüneyt’in babası olan ortanca oğlunun yanına sığınmıştı Münise Teyze. Cüneytlere yük olmamak için de emekli aylığını mutfak masraflarına katkıda bulunmak baabında her ay düzenli olarak Cüneyt’in babasına verirmiş. Öyle söylerdi Cüneyt. Şehrin beton lobisine karşı direnen bir yapısı vardı Cüneytlerin evinin. Kapladığı küçücük alanla güzel ve şirin bir evdi. Üstelik o küçüklüğüne rağmen bahçelerinde de meyvenin her çeşidi vardı. Yaz olunca meyveye doyardık. Öyle ki aç gözlülük yapan mahalle veletleri poşet poşet meyve toplardı da, Münise Teyze’nin gıkı çıkmazdı. Bir kez olsun kalp kırdığını görmedim. Bazen Cüneyt’le gizli gizli ağladığına tanıklık ederdik Münise Teyze’nin. “Babaannem aklına dedem düşünce dayanamaz, ağlar,” derdi Cüneyt. Seksen sekiz yaşında bir kadının ağladığını görünce dayanamaz, ben de ağlardım. Sonra da tabii ki Cüneyt... Durağan bir ilk yaz sabahı kahvaltı ederken acı bir ambulans sireni duyuldu mahallede. Fırladım kalktım sandalyeden. Ambulansın Cüneytlerin evinin önünde durduğunu görünce kapıyı çarptığım gibi çıktım evden. Sağlık görevlilerinin Münise Teyze’yi sedyeyle evden çıkarttıkları ana denk gelince bir ok saplandı kalbime. Cüneyt ağlıyordu. Yanına koşup “Ne oldu Cüneyt, nesi var Münise Teyze’nin?” diye sordum. “Bilmiyorum, sabah kalktığımızda yataktan düşmüş. Halının üstünde hareketsiz yatarken bulduk.” dedi, Cüneyt.

19

Sağlıkçılar Münise Teyze’yi ambulansa koyduktan sonra ambulans şoförü kulağımın dibinde uzun uzun siren çaldı ve aracı ha-


reket ettirdi. O esnada şoföre küfrettim. Çünkü bomboş olan sokakta siren çalmak işgüzarlıktan başka bir şey değildi. Cüneyt de ambulansla gittiğinden bir süre öylece kalakaldım sokakta. Cüneyt’in babası da arabasıyla peşlerinden gitti ama bir şey diyemedim. Cüneyt akşama doğru geldi eve. “Babaannem kısmi felç olmuş. Konuşamıyor, yürüyemiyor ve yemek yiyemiyor,” dedi. İlkin bu kadar çok olumsuzluğu bir arada idrak etmekte zorlandım. Sonra içime kaçan bir sesle “Şimdi ne olacak?” diyebildim sadece. “Hastanede kontrol altında tutacaklar, biz de amcam ve halamlarla birlikte sırayla refakatçı kalacağız,” dedi. Münise Teyze altı gün yattı hastanede. Yedi dedirtmedi doktorlar. “Neden bu kadar az yatırdılar ki?” soruma, “Gerek görseler yatırırlardı,” diye cevap verdi Cüneyt. Ona da babası öyle söylemiş. Benim babaannem de felç olduğundan yürümekte zorlandığı için Münise Teyze’den haber almak adına her gün beni yolladı Cüneytlere. Babaannemle ahretliği arasında posta güvercini vazifesini gördüm bir vakit. Münise Teyze hiç konuşamasa da babaannem her gün benden selam yollardı ona. Evde de dokuz gün yatabildi Münise Teyze. Daha uzun süreli istirahate ömrü vefa etmedi. Bu defa akşam geldi ambulans. Balkonda çay içiyordum. Ambulansın yine Cüneytlerin evinin önünde durduğunu görünce koşarak çıktım evden. Yine dışarıda beklemeye koyuldum. Bu kez içeride çok kısa kaldı sağlıkçılar. Evden çıkarlarken yanlarına gitmek üzere hareketlendiğim sırada “Başınız sağ olsun,” dedi sarışın olan sağlık görevlisi. En büyük kayıp için sarf edilen bu aptalca avuntu cümlesini duyduğumda ilk kez bir sarışından nefret eder gibi oldum. En çok da babaanneme ne diyeceğimi düşündüm. Ayaklarımın bağı çözüldü. Yaşından olsa gerek Münise Teyze’nin ölüm haberini metanetle karşıladı babaannem. Hatta, “Üç aylarda teslim etti canını. Ne mutlu Müniseciğime. Allah herkese böyle güzel ölüm nasip etsin

20


İnşallah,”’ diye de dua etti. Seksen dört yaşın olgunluğu otuz yedi yaşın çiğliğini silkeleyip attı adeta. Babaannem farkında olmasa da ölüm karşısında ne kadar metanetli olunması gerektiğini öğretti o anda bana. Ama ne olursa olsun yüreğim dayanmadı ve usul usul ağladım yine. Ertesi gün ikindi namazına müteakiben uğurladık Münise Teyze’yi. Bahçesindeki meyveleri yememize ses etmeyen, bayramlarda bize bol bol harçlık veren, başımızı okşayan Münise Teyze’nin üzerine ilk toprağı atanlar Cüneyt’le bendim. Kendimi hain gibi hissetsem de arkamdaki kalabalık bir kürek daha fazla toprak atmam için sürekli teşvik etti beni. Seksen sekiz yıllık bir hayatı on dakikada toprağın altına gömdük. Mezarlıktan ayrılırken hiç kimsecikler bilmiyordu Münise Teyze’nin neler yaşadığını, yaşamak istediğini, yaşayamadığını. Cüneyt de bilmiyordu. Ve hatta Cüneyt’in babası bile. İki otobüs dolusu insan on dakika içerisinde yaşanmış, yaşanmamış ve bir daha asla yaşanamayacak bir yığın hikâyeyi arkamızda bırakarak uzaklaştık mezarlıktan. Ağlamaklı bir hâlde geldim eve ve “Münise Teyze’yi gözü aç toprağa defnettik babaanne,” dedim. Benim isyankâr açıdan yaklaştığım olaya babaannem tecrübesiyle koydu son noktayı: “Dünya telaşesi bitti Müniseciğimin! Allah, yerinde dinlendirsin İnşallah.”

Ersİn kURT

21


Fotoğraf: Gözde Kaya

,

İçimde mis kokukulu,

Kızıl bir gül gibi duruyor zaman.

Nazlm Hikmet Ran


rABİA dERELİ

ÖLÜMÜN GÖZLERİ 23

Sular, sular Evler Evlerin arasında sisler Doğru insanı bulamamalar Ölümler, kalımlar Evler Evlerin arasında sizler Sofralar, çay bardakları,yürüyüşler Duymak istemediğin kumarlar Suyu kapatmalar, açmalar Danslar, yorgunluklar. Ölümün gözleri Dengeler, dengesizlikler Sular, sular Evler Evlerin arasında penceresizler Sevişler, bekleyişler, kalışlar Ömürler Gökyüzüsüz geceler Sular, sular Evler Evlerin arasında uykusuzlar Seni seyredişler Dudak ısırışları Dünya telaşından sana kaçışlar Sular, sular Evler


Bindik arabaya gidiyoruz İhtiyaçları alınacak çocuğun, durdu araba ofladı pofladı ve indi arabadan Adam gitti almaya Evet adam o ama ben kadın Ateşin, külün içindeki sus pus kadın. Bekliyorum adamı, Derken... Cama çıktı bir kadın, çırpıyor sofra bezini Sonra başka bir evden başka bir kadın, o da çırpıyor çarşafı Ve biri daha İçimden şunlar dökülüyor Çırpıyor kadın, çırpınıyor... Talan edilmiş dünyaların fotoğrafını çekiyor zihnim. Gecenin bilmem hangi fısıltısında alıp götürecek çöpçüler o kırıntıları. Ben şimdi bir ölünün parmak ucundaki soğukluğum Ya da sıcak görünmeye çalışan bir zavallı. Kim alacak beni buradan, benim gücüm yeter ancak. Üstüne basa basa geçecek kadının üzerinden dünya. Gökyüzünde kuşları tekrar okuyunca görüşelim efendim Şimdi muhayyilem içinde fazla kederdeyim.

ÇIRPINIYOR KADIN DİLEK BOZKURT

Çırpınıyorum o gün Adam, sen sus, demişti Kadın halinle karışma her şeye Oysa ben bu düşünceye etmiştim isyan Ve çekip çıkmıştım baba ocağından Ölüler soğur ya parmak uçlarından Öyle bir soğukluk bende ki şu an.

24


UNUTMA RED, UMUT İYİ BİR ŞEYDİR BELKİ DE EN İYİSİ. VE İYİ ŞEYLER ASLA ÖLMEZ

Esaretin Bedeli


Esaretin Bedeli, 1995


Her Şey Çok Yavaş Sigaranın dumanı canı istediği gibi davranıyor. Kah yukarıya doğru yükseliyor, bazen de hiç kıpırdamadan öylece beni seyredip tavana yapışıp bekliyor. İsterse minik pencereden çıkıp gidiyor. Ama o can sıkıcı şekilde özgür davranıyor. Dışarıda hava nasıl belli değil. Şimşeğin gürültüsü bozuk bir televizyon sesi gibi isterse çıkıyor. Ya da ben duymuyorum. Işıklar yavaşça sönüyor, sonra kayboluyor, sonra tekrar gelip geçiyorlar. Ama çok yavaş. Şafağa daha çok var. Zifiri karanlık hareketsiz. Yorgun, çökmüş, bu gidişle güneş hiç gelmeyecek. Gün nasıl geçti hatırlamadım. Belki de geçmedi. Zorlanıyorum. Bazen bir gün yıllar gibi geçiyor. Şafağa sanki bir yıl daha var. Bir an önce gelsin diye sigaramdan bir nefes daha çekiyorum. Ben bile yavaşladım. Gölgem hareket etmiyor. Bugün konuştuğum insanların dünden bir farkı yoktu. Konular aynı, diğer günlerin kopyası. Bu kez artık şafak olsun diye bekliyorum. Uyumayıp bekleyeceğim. Uzun zamandır düşündüğüm sona yaklaşıyorum. Ama her şey çok yavaş. İnsanlara söylediğimde şaşırdılar. Onlar şafağı hiç beklemiyorlar. Hatta gelmesin diye dua ediyorlar. Şaşırıyorum. Yapacakları ne çok şey varmış, onlar anlattıkça ben daha da yoruldum. Şafak gelmeden her şey yetişir mi diye düşündüm. Onlar zaten hiç gelmeyecek gibi yaşıyorlar. Şafak hiç gelmeyecek. Ben ne zamandır bekliyorum. Her şey o kadar yavaş ki, bazen umutsuzluğa kapılıyorum, yetişemeyeceğimi düşünüyorum.

27

Bekliyorum, sigaramın dumanı benimle alay etmeye devam ediyor.


O isterse pencereden usulca çıkacak. Her şeyi beklersem zaman hiç geçmeyecek. Buraya kadar nasıl geldim? Hiç şafağı düşünmemiştim. Şimdi öyle değil. Konuştuğum insanlar da zaten hiç gelmeyecek diye düşünüyorlar. Bense bir an önce zamanın tükenmesini istiyorum. Değiştirmek istediğim pek çok şeyi yapamadım. Ben de değişemedim. Değişmemim ve değiştirmenin çok zor olduğunu anladığımdan beri şafağı beklemeye başladım. En kolayı bu olsa gerek. Ama her şey o kadar yavaş ki. Daha dün yine hiç olmazsa bekleme nasıl olsa gelecek diye kendimi ikna etmeye çalıştım, ama şafağı düşünmeden edemedim. Hepsi çabucak oluverse, zaman akmıyor. Kendimle çok konuştum ama işe yaramadı. En basiti sigarayı bırakayım dedim, yapamadım. Konuştuğum insanlara daha bir sevecen, güler yüzlü yaklaşmak istedim, beceremedim. Her gece şafağı beklemekten başka bir şey düşünemez oldum. Gündüz bildiklerimi değiştiremedim, uzun yıllardır yaptıklarımı tekrar ediyorum. Beni sadece şafak değiştirecek diye bekliyorum. Her şey o kadar yavaş ki, değişmeye niyetlendiğim her defasında da böyleydi. Sanki bir şey yapmamam için hiç şafak sökmeyecek. Sigaramın dumanı yine beni terk etmedi. Yarı açık gözlerimden ışığı fark ettim. Yine sabah oldu. Hiçbir şey değişmedi. Yataktan kalktım, yüzümü yıkadım, tıraşımı oldum. Dünkü kıyafetlerimi sandalyenin üzerinden aldım. Kravatımı sıkıştırıp, ceketimi giydim. Ayakkabılarım tozu hala üzerindeydi. Ama hiç bir şey yapmadım. Yine aynayla karşı karşıya geldim. Her zaman yaptığım gibi kahvaltı etmeden kapıyı çekip çıktım. Bugün de bir şey değişmedi. Her şey o kadar yavaş ki…

aHMET gÜVEN

28


FİKİR TERBİYESİ Aklımızdan her saniyede onlarca farklı düşünce geçer. Biz de bunlardan yalnızca birini yakalar ve ona odaklanırız. Yani beynimiz, aklımız her an aktif haldedir. Hiçbir şey düşünmeden duramayız. Belki de bunu beceren kimseler de vardır. Bence bu çok özel bir yetenektir. Evet, hiçbir şey düşünmemek özel bir yetenektir. Çünkü kendi fikirlerini kontrol edebilirler. Bu aynı zamanda nefsi (kendimizi) de kolay şekillendirmemize yardımcı olur. Ne düşünürsek o oluruz. Bunu şöyle açıklayayım: Birbirine düşman iki insan var. Bunlar bir gün kapışacaklar. Biz ise bunlardan birini destekliyor ve diğerine karşı güçlendiriyoruz. O kişinin her ihtiyacını karşılıyoruz. Diğer kişi de bizim elimizin altında ve o kişiye de hiçbir şey yaptırmıyoruz. Kapışma gününe kadar öylece duruyor. Zaman gelince bu iki insandan hangisi diğerine galip gelir. Doğal olarak bizim desteklediğiniz kazanır. Fikir de böyledir. Aklımızda iyi ve kötü düşünceler vardır. Biz bunlardan hangisini destekler ve onu düşünürsek diğerine karşı galip gelir. Yani kendimiz kontrol etmiş oluruz. Ancak fikirleri beslemek öyle kolay değildir. Fikirleri beslemek için önce onları görmek ve bilmek gerekir. Kendi beynimizin içine girip de fikirlere bakacak değiliz ya. Bunun da yolu hiçlikten geçer. Eğer bir gün hiçbir şey düşünmeden durabiliyorsak o zaman istediğimiz düşünceyi, fikri öne sürüp öyle yaşamamızı sağlayabiliriz. Yani önce her şeyi unutmamız gerekir.

29

Hiçlik oluşturmak kolay değildir. Yukarıda da bahsettiğim gibi her saniyede aklımıza gelmeyen şey kalmıyor. Her an farklı fikirleri göz önünde bulunduruyoruz. Önce bu fikirlerden kurtulmak gerekir. Bunun için de çalışmalıyız. Evet, hiçlik için bile olsa çalışmalıyız. Zaten dünyada her şey çalışmaktan geçer.


Hiçlik oluşturmak için her gün belli bir miktar düşünmeden durmaya çalışmak gerekir. Hiçbir şey düşünmemek… Belki gözünüze kolay geliyordur. Bunu bilemem. Ama yapmaya çalışınca göreceksiniz ki aklınıza normalde gelmeyen, türlü türlü düşünceler sizi zorlamakta. Bunu her gün yapıp bir gün başarabildiğinizi hissederseniz sıradaki adımınız ise iyi şeyler düşünmek olsun. İşte bu zaman da iyi fikri besleme zamanı gelir. Unutmayın, fikrinizi terbiye ederseniz; dolayısıyla nefsinizi, nefsinizi terbiye ederseniz; kendinizi terbiye etmiş olursunuz. Bu andan itibaren sadece istediğiniz gibi yaşarsınız. Stresten, kötü düşüncelerden uzak ve huzurlu bir iç dünyayı kim istemez ki? Denemekte fayda var.

Çizim: Cenker Türeci

HAMZA AKSİN

30


SORGULA İNSANİ DUYGULARINI Onun da göğsünü zorlayan kalp, aklını kurcalayan düşünceleri var. Mesela o da kullanıyor aklını; senin haklarına saygı duyarak. O da kullanıyor kalbini; fiziksel özelliklerinle seni kabul ederek. Durması gerektiği yeri unutmuyor. Oysa sen durup sadece izliyorsun, ses çıkarmıyorsun. Kendini haklıymış gibi savunuyor, belki de topluma dayatılan ahlak derslerinin arkasına saklanıp insanların özgür olduğu tercihlere karşı dil uzatıyorsun. Sırf ten renginiz birbirinizden farklı diye aşağılıyor, kirli sözlerini her fırsatta kullanmaktan eksik kalmıyorsun. Karşındakinin bir insan olduğunu unutup senden farklı bir renge büründüğü için, farklı olduğu için düşüncesizce kelimelerini sıralıyorsun. Senden daha özgün olduğu için, toplumun dayatmalarına kulak asmayıp hayallerinin peşinden koştuğu için, sen yapamadığın için kendini onun hayatında hak sahibi görebiliyorsun. Oysa kendini hiçbir zaman sorgulamıyorsun “Ben bunları yapmıyorum,” desen bile başka birine yapılınca öylece geçip gidiyorsun. Şimdi durup düşün. Kafanın içinde iradeni kontrol etmeni sağlayan, göğsünde heyecanlandığında, korktuğunda atan fakat haksızlığa karşı sessiz kalan kalbini; doğru yolda olup insani duygularını kaybetmediğini söylüyor mu hiç? Sanmıyorum, çünkü seni çoktan kaybettik.

31

Çizim: Cenker Türeci

DİCLE ARSLAN


Fotoğraf: Gözde Kaya

BAK, BÜTÜN TINILAR İSYAN. BÜTÜN KEMANLAR GECE. DUYSANA, KOPUK VE UZAK BİR ŞEYLER VAR ARAMIZDA. YA BENİ BIRAK YA SARIL BANA.

Birhan Keskin


_

Gezinmislik Kusag . . l-II Gezinmişlik Kuşağı’na hoş geldiniz. Bugün sıra dışı ülkemizin gizemi henüz çözülememiş olan “Burga” gölündeyiz. Gölün yanında kurulmuş Bulutsuzluk Hotel bizim isteğimizi kırmadı ve siz okurlarımız için bize turlar ayarladı. Hotele giderken gölü ilk kez gördüğümüzde nutkumuz tutuldu. O kadar büyüktü ki karşı kıyıyı zor fark ettik. Gölün doğu ucuna hotelin dalış tesisi kurulmuş ve biz de oradan suya dalacağız. Hotele vardığımızda birçok ülkeden turistler vardı. Hotelin girişindeki panoda gölün tarihi anlatılıyordu. 1975’te Burga gölünün altında yaklaşık 13 bin yıllık oldukları tahmin edilen yolcu uçağına benzeyen yapılar keşfedildi. Toplam yedi tane bulunan bu yapılardan her biri günümüz yolcu uçaklarının dört katı büyüklüğünde ve tasarımı insanlığın ürettiği hiçbir hava aracına benzemiyor. Uçaklarınki gibi kanadı bulunsa da bu kanatlardan dört tane var ve her birinin üzerinde 36 adet toplamda 144 adet altın pervane bulunmakta. Henüz bu yapıların içine girmek başarılamamış çünkü su altında kullanılan hiçbir kesim aleti gövdeye zarar verememiş. Gövdenin hangi maddeden yapıldığı da tespit edilememiş. Henüz keşfedilmemiş yeni bir madde olabilir. Yarınki dalış turuna katılmak için kayıt yaptırıyoruz ve gecemizi geçirmek için odalarımıza çekiliyoruz.

33

Sabah martı sesleriyle uyanmak çok şaşırtıcı bir deneyimdi. Martılar normalde denizden bu kadar uzakta görünmezler. Kahvaltımızı yaptıktan sonra dalış tesisine doğru yola çıktık. Tesiste birçok tekne ve arama teçhizatları bulunuyordu. Dalış rehberine neden insanların göle dalmasına izin verildiğini sorduğumuzda “Tamamen güvenli bir şekilde keşif yapıyoruz. Suda ve yapılarda tehlike oluşturacak hiçbir şey ile karşılaşılmadı. Gölün konumundan dolayı da devlet kapatma ka-


rarı alamaz çünkü toplamda balıkçılık yapan 8 köy ve suyunu gölden çeken bir şehir bulunmakta. O yüzden bu gizemi saklamaktansa herkesin öğrenmesi daha az riskli olacaktır. Ben mesela uçak meselesini duyunca buraya geldim ve dalışçı olduğum için rehber olmaya karar verdim.” Kendisine teşekkür ettikten sonra güvenlik kurallarını anlatmaya başladı. Yapılara dokunmak ve etraflarına dikilen ışıklı çubukları geçmek yasakmış. Su altında kesinlikle onu takip etmemizi söyledi ve el işaretlerini öğretti. Tekneyle açıldığımızda turda 16 kişi vardı. Yerli bir çift, biz ve rehberler dışında herkes yabancıydı. Biz Japon ve Alman çiftlerle konuşurken tekne dalış yerine vardı. Hepimiz dalış giysilerini giydikten sonra rehberin arkasından suya atladık. İlk birkaç saniye hiçbir şey fark edemedim ama gözlerim ışığa alışınca gözlerime inanamadım. Karşımda binalar kadar büyük, kanatları bir sanat eseri gibi güzel dev uçaklar vardı. Altın pervaneleri gözleri yakarcasına parlıyordu. Bu güzel ve muazzam yapıları canlı olarak görebilmek çok değişik bir duyguydu. Onlara bakarken içinizin yumuşadığını veya ürperdiğinizi hissedebilirsiniz. Biraz daha yaklaşınca hiçbirinde pencere olmadığını fark ettik. Gövdesi kanatlarının enine göre de fazla ince gibi gözüktü gözümüze. Sadece en yakındaki uçağa yaklaşarak on beş dakika boyunca inceledik. Ne pervaneler günümüz uçakları gibi büyüktü ne de uçakta pas vardı. Çekebildiğimiz kadar fotoğraf çektikten sonra rehber çıkış işareti verdi ve tekneye tırmandık. Giysileri çıkarıp kıyıya çıktığımızda şimdiden uçakları özlemeye başlamıştık. Rehberimize teşekkür ederek hotele doğru yola çıktık. Bu sefer hotele orman yolundan yürümeye karar verdik ve çok garip tabelalarla karşılaştık. Tabelalarda gölün etrafındaki bitkilerin normalden daha fazla oksijen ürettiği ve ormanda on iki saatten fazla kalınmaması gerektiği yazıyordu. Gerçek-

34


ten yürürken daha az yorulduk ve daha ferah hissettik. Otele vardığımızda ayrılma zamanı gelmişti. Son gecemizde göl hakkında yazılanlar merak ettik ve sizler için araştırdık. Çok fazla komplo teorisi vardı. Eski bir uygarlığın yapabileceği ya da biz insanların dünyaya gelirken kullandığı araçlar gibi inanılmaz düşünceler vardı. Resmi açıklamada henüz keşfedilmediği belirtilmiş ve biz de uzun bir süre keşfedileceğini sanmıyoruz. Bu seferki gezimizi de siz değerli okurlarımızın huzuruna sunuyoruz. Bu yazıya sponsor olan Bulutsuzluk Hotele ve çalışanlarına teşekkür ederiz. Bu yazıları her nerede, ne zaman okuyorsanız okuyun gelip burayı görmenizi kesinlikle tavsiye ediyoruz. Hayatımızda gezdiğimiz hiçbir yerde bu uçakların yanındaki gibi hissetmemiştik. Ruhani olarak bile nitelendirebiliriz. Sizi uçaklarla ve hayal gücüyle bırakarak veda ediyoruz. Bir sonraki “Gezinmişlik Kuşağı” ile görüşmek üzere. Esenlikler sizinle olsun…

BARAN SelİM ÖZCEVİZ

35


-

Yagmur .

Cama kinlenmiş bir yağmur var dışarıda Üşütecek, çıplak ayakları Üşütecek, dışarıda kalacakları Ne gidecek yerleri var, ne yakacakları Cana kinlenmiş bir umut var içimde Olmayan bir çiçeği yeşertmek gibi Doğmayan bir kediyi beslemek gibi Herkesin tok olduğu dünyayı hislemek gibi. Savaşacağım gücüm yettiğince Savaşacak başkası çıkar, gücüm yittiğinde Ve savaş çıkaranlar bittiğinde Güleceğiz, gülerken öleceğiz. Bir savaş daha çıkacak Bu defa herkes ıslanacak Bir savaş daha çıkacak Yağmur alkışlanacak Keşke yağmura yazılsaydı şiirler Defalarca çarpardı yüzümüze Defalarca Yeryüzümüze.

Cihan Kaymaz 36


Seni görünce dünyayI dolas. Iyor insan sanki

Edip Cansever


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya


Elimi Tut

Bu güzel yaz akşamında, elleri en soğuk kışta kalmışçasına üşüyordu. Adı gibi Rüzgar esiyordu, en sertinden ve en derinine işliyordu. İmkansızlığın kuru ayazıydı bu… Dudağından evrene tek bir ses yankılanabildi, “Elimi tut”. Eli, dünyanın en karanlık mağarasına uzanmışçasına, ne olacağını bilmeden bekliyordu. Elini ısıtacak mıydı aşkın ateşi, yoksa eli boş kalacak da yüreğini mi yakacaktı? Bilmeden, umutla ve umutsuzlukla son bir kez daha dökülüyordu dilinden, “Elimi tut”. Her şey ne kadar hızlı olmuştu, böyle bir tesadüfün nasıl oldu da onların başına geldiğini düşünürken çaresizce Ezgi’ye uzanmış eline bakıyordu. Ezgi de ne yapacağını bilmeden sadece bu haline ağlıyordu. Bir anda solan yüzünden akan simsiyah gelin makyajı bembeyaz gelinliğine damlıyordu. Her şey değişiyordu, sanki bir anda… Bir el uzanmasıyla yaşama, değişiyordu mevsimler… Bir tutsa elini hep bahar olacaktı belki ömrü biliyordu ama arkasında kara kışa esir olmuş bir aşk bırakırsa sırtı hep üşürdü. Öylece bakıyor ve gözyaşlarıyla ömrünün en zor cevabını arıyordu. Verilen sözler vardı. Ezgi hala verdiği sözleri tutanlardandı. Kimseyi yarı yolda bırakmayanlardan, kendinden çok başkasını düşünenlerden… Bazen değmese de verdiği kıymete, değiştirmesi elinde olmadığı bir huyuydu. Ama Ozan’a değerdi, Ozan onun, sevgisinin her an kıymetini bilmişti. O yüzden bu akşam onunla evleniyordu, gelinliği onun için giymişti. Uzun zamandır planladıkları bu evliliği tesadüflere kurban edemezdi. Belki de gelip geçici bir aşktı yüreğinde filizlenen, aşka güvenemezdi. Aşk aldatırdı çoğu zaman, bunu öğrenecek kadar yaşamış, okumuştu. Aslında bunu da Rüzgar’dan öğrenmişti. Aşk zamansız bir anda başlayıp zamana alıştırıp aniden bitebilirdi. Ama böyle bir tesadüfle hayatının bir anda karmakarışık olacağını tahmin edemezdi.

39

Ozan ve Rüzgar çocukluk arkadaşıydı. Birlikte büyümüş, birlikte


gülmüş, yine birlikte ağlamışlardı. İlk aşklarına, ilk kalp ağrılarına birlikte dayanmışlardı. Sonra Ozan’ın üniversiteye okumaya gitmesiyle yolları ayrılmıştı. Rüzgar ise okumamış ailesinin işinde çalışmaya başlamıştı. Yolları ayrılsa da gönül bağları kopmamıştı; Ozan için bu geceye kadar, Rüzgar için Ezgi’yi görene kadar… Ozan üniversite de Ezgi’yle tanışmış, bir süre arkadaşlıktan sonra sevgili olmuşlardı ve sonunda evlenmeye karar vermişlerdi. Ezgi’yle tanıştığında, öyle kırgındı ki; ne umudu ne de inancı vardı aşka. Ozan onu yeniden inandırmak için elinden, yüreğinden gelen her şeyi yapmış ve inandırmıştı. Sevgiye, sevilebileceğine, sevebileceğine yeniden inanan Ezgi, eski yaralarını unutmamıştı ama artık hatırlamıyordu, ta ki Rüzgar’la karşılaşana dek. Meğer yarım bırakılmış hiçbir aşkın yarası tamamen geçmiyormuş. Bir küçücük kıvılcım derinden kanatmaya yetiyormuş. Ezgi’yi tamamlanmamış bir şarkının ezgisi gibi yarım ve yaralı bırakıp giden kişi Rüzgar’mış. Ozan’la tanışmadan önce internetten konuştuğu ancak hiç yan yana gelemediği, ama hep yüreğine dokunan ve ona deli gibi aşık olan Rüzgar... Kendini Ezgi’ye layık görmeyerek onu bırakan Rüzgar… Bunca zamana rağmen yüreğinde aşkının ateşi bir an bile sönmemiş olan Rüzgar… Ozan, Rüzgar’ın birine aşık olduğunu biliyordu. Rüzgar her şeyi ona anlatmıştı. Adını söylememişti bir tek. Üniversite de okuyan bu kızın onu okulu bitirince bırakacağına, bırakmasa bile uygun olmadıklarına Rüzgar’ı inandırmış ve bu yüzden Rüzgar, Ezgi’den vazgeçmişti. Ama yüreği vazgeçemedi. Geçen onca zaman boyunca hiç göremediği aşkını düşledi, ona şiirler yazdı. Ve şimdi karşısında en yakın arkadaşının evleneceği kız olarak karşısına çıktı. Sanki Ozan onları kendisi için ayırmıştı. Tesadüflere sığınıp böyle bir ihtimali zihninde yok ederek, her şeyi derin bir nefesle içine çekti. Kalbinde fırtınalar koparken o sessizliğini korudu. Bu geceye kadar… Çünkü son şansıydı, geri dönüşü olmayan bir yoldu.

40


Ozan’ın yanında Ezgi’yi ilk gördüğü an bunu düşündü. Ezgi şehirlerine gelmiş, bütün aileyle tanışmıştı. Akşama da iki arkadaşın her zaman ki yerlerine gidip Rüzgar'la buluşmuşlardı. Ozan ve Ezgi mutlu bir halde el ele yürüyerek gelmiş ve yalnız oturan Rüzgar'ı görmüşlerdi. Ezgi bir an duraksamış, Rüzgar'la göz göze gelmişti. Sanki içinde bir şeyler kıpırdayıp acı bir su bütün vücudunda dolaşmış, parmak uçlarına kadar bir sızı gelip kalbine yerleşmişti. Bir anda kesilen nefesini tutan Rüzgar bütün soğukkanlılığıyla karşılamıştı onları. Bir anda neye uğradığını şaşırsa da kalbinin çarpma sesini bastırmaya çalışmıştı. Hiçbir şey olmamış gibi oturup sohbet etmişlerdi. Bir hafta sonra Ezgi ve Ozan’ın düğünü vardı. Neler olacağını konuşmuşlardı. Geleceklerini, evlerini, işlerini... Bir hafta birbirlerinden kaçarak geçmiş ve düğün günü gelmişti. Davetliler gelmiş her şey hazırdı. Ozan etrafı kontrol etmek için çıktığında Rüzgar hayatının eğer denemezse pişman olacağı hareketini yaptı ve Ezgi'nin yanına girdi. Yalnız ve gelinliğiyle düşüncelere dalmış öylece oturan Ezgi'ye tam burada seslendi. Ömrünün en zor cümlesini döktü işte dudağından,"Elimi tut." Ezgi telaşlı ve düşünceli bir halde gözyaşlarına da hakim olamazken Ozan geldi. Rüzgar elini Ezgi'ye uzatmıştı. Ezgi ağlıyordu. Bir yerde okumuştu "sevdiğiyle yaşlanmalı insan" diye. Gözlerinden akan birkaç damla yaş bir ömür dinmeyecek bir yağmur gibi kalbini ıslatacaktı. Yüreğinin elleri uzansa da Rüzgar’a, bir rüzgâra kapılıp gitmenin telaşında; vicdanı, dur, diyor ve aralarına görünmez bir duvar örüyordu. Rüzgar’ın uzanan eli de bu duvara bir tuğla ekleyip Ozan’ı da karşı tarafında bırakıyordu. Sevgi bile bazen bir suç olabiliyordu. Yanlış zamanda yanlış yerde hayatın merkezine gelip oturan, her şeyi dağıtan yok eden bir suç... Ama söküp atamazdı insan yüreğini, solup gitse de kendisi... O yüzden Rüzgar da elini uzatmayı denemeliydi...

41

Ozan o an yenildiğini düşündü. Oysa bütün planı işlemişti. Rüz-


gar’ı Ezgi’den ayırmış, Ezgi’ye kendini sevdirmiş ve düğün gününe kadar gelmişlerdi. Ozan’ı hala her şeyden habersiz sanıyorlardı ve sonsuza kadar da öyle sanacaklardı. Buna güvenerek o da elini uzattı. Ezgi ağlayarak arkasını döndü. Kalbi Rüzgar'daydı ama bunu Ozan'a yapamazdı. Gözyaşları içinde döndü ve Ozan'a sarıldı. Rüzgar döndü ve gitti. Bir fırtına gibi eserek, gözyaşı yağmurlarına esir, bir ömür üşüyecek bir yürekle…

Çizim: Cenker Türeci

BURÇİN LAÇİN ALTAY

42


Pişmanlık Kılık Değiştirirse Geceyi şarjda geçirmek üzere bırakılmış cep telefonu kadının kulağına üflemişti üç defa. Her üçü de aynı seste ve aynı tempoda. Gözlerini araladı kadın usulca. İçinden telefona uzanmak hiç gelmedi. Soğuk geceler yalnız uyumaya alışkın olmadığı için, iki tur sarınmıştı yorgana. Kımıldamadı, üşendi, tekrar kapattı gözlerini. Çok değil, beş dakika sonra tekrar ilgi bekledi ondan telefon. Hatta ısrar etti bu sefer, “Çabuk buraya gel” diye tutturdu. Dayanamadı kadın. Oflayarak sıyrıldı yorganından, telefonuna uzandı. Gözlerini kırparak baktığı ekran titriyordu avuçlarında sanki. Rehberde kayıtlı olmayan bir numara tarafından arandığı için tereddüt etti, açmak istemedi. Sonra reddetti aramayı ama telefonu da elinden bırakamadı. Huzursuz olmuştu bir kere. Yastığının kenarına koydu telefonunu, kafasına üşüşen birkaç soruyla birlikte uyumaya çalıştı. Uyumadan, ayaküstü rüya görmeye hazırlanmış, üstünkörü kapalı gözlerinin önünde kocası belirmişti evvela. İş için şehir dışına bu kadar sık çıkmak zorunda olmasaydı ne güzel olurdu. İki yıllık evlilikleri boyunca, üst üste on beş günden fazla birlikte uyuyabildikleri olmamıştı. Bir türlü hamile kalamayışını biraz da buna bağlıyordu kadın. Sürekli huzuru yoktu, biraz eksik, biraz tamdı. Öyle olunca da, ikisinin de aynı arzuda istediği bir şey olamamıştı çocuk. Üzüldü tekrar. Bunu düşündüğü için üzülmeye devam etti. Gecenin soğuk ve karanlık yüzünün yatak odalarını istila edişine karşı başlatılmış bir isyandı belki de bu yabancı numara. Kuşkulandı, tekrar yüzünü döndü telefona. Fosforlu ekran yalan söylemezdi ne de olsa.

43

Bu defa aynı tanımsız numara, mesaj yazmıştı. Minicik bir iletiydi kadının aklını başından alan: “Birazdan görüntülü arayacağım seni. Açmanı tavsiye ederim. Görmen gereken şeyler var. Çok önemli.”


Panikle yataktan kalkan kadın, tekrar tekrar okudu mesajı. Sonra “Kimsiniz?” diye yazdı. Cevap gecikmemişti: “Bu numara kocana ait. Senden gizlediği ikinci hattı. Bu kadarlık bilgi yeterli sanırım. Hazırsan görüntülü konuşmaya geçelim. Ne dersin?” Bunun kötü bir şaka olması kadının en büyük dileğiydi o an fakat uykudan uyanıp kendine tam olarak gelememişken, karşısında bir sapığın olma ihtimali de korkutmuştu onu. Kalp atışlarını yavaşlatamadan razı olmuştu istemeden. “Pekâlâ. Görelim bakalım kimmişsin.” Karanlık bir odanın ortasında, yüzü beyaz, gülen yüz maskesiyle kapatılmış bir adam belirmişti kadının karşısında. Korkmuştu kadın. Bu kez cidden korkmuştu. Titreyen elleri telefona hâkim olamadığı için, yatağın üzerine bıraktı telefonunu ve ekranın başına tünedi. Maskenin arkasındaki adam el sallamıştı önce. Sonra alçak sesle konuşmaya özen göstererek “Tekrar merhaba” dedi. Kadının dilindeyse hep aynı soru vardı: “Kimsiniz? Gecenin bir yarısı ne istiyorsunuz? Benimle derdiniz ne?” Adam ekranı hafifçe sağa kaydırdı. Yatağın kenarında mışıl mışıl uyuyan adamı görünür kıldı ve biraz daha yaklaştı ona. Kocasını derhal tanıyan kadın dehşete kapılmıştı, İstemsizce attığı çığlık odayı kaplarken, gözünü kırpmadan seyrediyordu maskeli adamı. “Ne işiniz var orada? Kocamın yanında? Ondan ne istiyorsunuz? Lütfen…” Kadın susturulmazsa uzayıp gidecekti bu cümleler. Ustalıkla araya girmişti adam: “Birazdan kocanı öldüreceğim. Ve sen de bunu canlı yayında seyredeceksin. Şimdi sus ve sakın sesini çıkarma. Telefonu arkadaşıma veriyorum. O seni takip edecek ben kocanı parçalarken. Polisi aramaya kalkarsan seni de öldürürüz.” Kadın bağırdı, küfretti, ağzına gelen her şeyi söyledi bir nefeste. Adam ise dediği gibi telefonu başka bir maskeli adama bıraktı. Kadın “Ne yaparsanız yapın, şimdi polisi arıyorum. Görürsünüz siz” dese de, telefon kamerası tekrar kocasına odaklanınca durdu, kalakaldı olduğu yerde. Maskeli adam elindeki bıçağı kadının görmesini sağladı önce. Sonra kocasını daha yakından çekti. Biraz daha yakınlaştı ekran. Ve sonra… Kocasının yanında başka bir

44


kadının uyuduğunu gördü kadın. “Bir dakika. O kadın da kim?” diye sordu heceleyerek. İçinden yükselen korku, bir anda öfkeye dönüşmüştü. Kadının merakını gidermek isteyen maskeli adam, ihaneti daha da görünür kıldı kamerasıyla. Genç, güzel, çıplak bir kadın, boylu boyunca yatağa uzanmış, kadının tüm duygularını yerle bir etmişti bir anda. Kamera uzaklaştı yataktan, tekrar maskeli adama odaklandı. “Başlayayım mı? Hazır mısın?” diye sordu adam. Kadın çıldırmak üzereydi. “Hayır. Dur. Lütfen dur” diyebildi sadece. Ama adamı ikna etmek için bu sözlerden çok daha fazlasına ihtiyacı vardı. “Hala ölmesini istemiyor musun? Emin misin? Affettin mi yani kocanı?” diye sordu maskeli adam, farklı bir cevap duymayı hevesle bekler gibi. Sinirden ağlamaya başlayan kadın nefesini tutup, göğüs kafesine hapsetti kısa bir süre. Aklından da kalbinden de sayısız şey geçiriyordu. Ama hiçbirisi, kocasının ölmeyi hak ettiğini söylememişti ona. “Elbette istemiyorum. Hiç olur mu öyle şey? Lütfen bırakın kocamı. Yalvarırım size. Tamam, affettim. Duymak istediğiniz buysa, affettim. Haydi, rahat bırakın onu.” Maskeli adam kafasını iki defa sallayıp yüzünü biraz daha yaklaştırmıştı telefon ekranına. “Pekâlâ. O halde kapıyı açın şimdi. Açın ki, zorla girmek zorunda kalmasın arkadaşlar. Siz affettiniz ama bakalım kocanız sizi affedecek mi?”

45

O sırada kapı zili çaldı, kadın dondu kaldı. Adeta mıhlanmıştı yatağa, kıpırdayamadı. Sonra telefonu elinden düştü. İki eliyle başını tutan kadın hıçkıra hıçkıra ağlarken, arkasında biten nefes onu teselli etmeye çoktan hazırdı: “Ne oldu? İyi misin tatlım? Kâbus mu gördün yoksa?” Telefonu işaret eden kadın, “Bak! Kocamı öldürecekler. Şimdi de beni. Kapı çaldı duymadın mı?” diye bir sürü şeyi ağzında geveleyip durdu. Genç adam ise inadına sakin ve huzur vericiydi. Sonsuz bir özgüvenle kolları arasına aldığı kadını yatıştırmak için, tane tane uzattı sihirli cümleleri: “Kâbus görmüşsün sen. Zil falan çalmadı. Telefonun da şarjda takılı, duruyor öylece baksana. Kocan daha üç gün gelmeyecek, rahat ol. Haydi, gel şimdi, biraz uyuyalım.”


Kadın soru sormadan sevgilisinin dediğini yaptı, uyudu. Sabah uyanır uyanmaz zihninde geceye dair kalan son kırıntının verdiği emirle telefonuna baktı, gelen tek mesajı okudu: “İyi geceler sevgilim.”

Çizim: Cenker Türeci

UMUT KAYGISIZ

46


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya


Benim Umudum Kara kışların Bahara ermesinde. Kuru dalların Tomurcuklarında. Sabahın ilk ışıklarında Günaydın, diyebilmekte Hayata. İnanmak hala mucizelere. Sarılmak şarkılara, Dinlemek masalları, Kalbimde saklı duran mısraları Uçurmak kuş misali Uçsuz bucaksız ufuklara.

Sena SabcIoglu 48


Hayatın Tekmesine Cila Gerekmez Karton bardakta ki çay kadar lezzetsiz hayat. Kaç şekerli içersen iç o acı tat geçmez. Ağzının içinde bir yerlerde durur. Ta ki lezzetli bir şey yiyene kadar. O da yiyebilene tabii. Benim adım Efrullah. On üç yaşında ayakkabı boyacılığı yapıyorum sekiz yaşımdan beri. Tezgahımı eski ayakkabı boyacısı şimdi ki simitçi Kör Apti'den aldım yüz liraya. Kazancımın yarısını Apti'ye vererek borcumu bitirdim. Annem, "Kimseye boçlu kalma yoksa yaşarken öldürürler seni borcunu isteye isteye," diyerek beni teşvik etmişti. Müteşekkirim anneme. Sapanca çarşısında dolanırım her gün. Akşamları ve haftasonları da sahile inerim. Çünkü çok kalabalık olur sahil. Sapanca Gölü, erik ve gözlemesiyle çekici rahat bir tatil yeridir. Ama genelde kıraathanelere girer çıkarım veya kendime bir yer bulur tezgahı açarım. Amcalar ve dedeler kunduralarını boyatırlar en çok. Gençler ise spor ayakkabılar yüzünden bana göz ucuyla bile bakmazlar. Turizm fakültesi açıldığından beri öğrenci sayısı git gide arttığından çok sık olmasa bile okulun oraya sotelenirim. Geceli gündüzlü binlerce öğrenci girer çıkar. Ama ben yine de pes etmem çok fazla ekmek çıkmasa da yanlarına gider "Boyayayım mı abi?" derim.

49

Okumak güzel bir şey. Ama buradaki öğrencilerin çoğu ortam için geliyormuş. Ne yazık! Bir gün tezgahı üniversitenin karşısındaki meydana açtığım zaman kızlı erkekli bir grup yanaşmış resmimi çekiyorlardı ben de o ara Tolstoy'un "İnsan Ne İle Yaşar?" kitabını okuyordum ve fark etmemiştim geldiklerini. Konuşması peltek olan ben kadar esmer olan erkek, "Vay kardeşim, helal olsun sana ya," diyerek üç numara tıraşlı başımı okşayıp yanımdaki boş banka oturmuş, bir sigara yakmıştı.


Kıvırcık saçlı, kırmızı dudaklı kız ise yanıma çömelip "Kaça gidiyorsun sen?" demişti. Okulu üçüncü sınaftan sonra bıraktığımı söylediğimde ise diğer uzun lapiska saçlı kız, "Aaa neden?" diyerek gerçekten mi yoksa numaradan mı üzülerek sormuştu anlayamamıştım. Yine de, "Babam inşaatta çalışırken düştü ve öldü. Ben, annem ve üç kız kardeşimle yaşamaya başladık. Okul için masraflar gerekiyordu. Kardeşlerim için de yiyecek giyecek gerekliydi. Annem de ev temizliğine giderek bunların hepsini karşılayamıyordu. Ben de anneme destek için çalışıyorum," diyerek cevap vermiştim. Yanımda çömelen kız bana sıkı sıkı sarılmıştı bir anda. Geldiklerinden beri hiç ağzını açmayan oldukça uzun boylu erkek ise bankta oturan arkadaşına dönüp "Görüyor musun lan çocuğu? Örnek al azıcık. Yıllardır buradasın bir bitiremedin okulu. Hep baba parası ye zaten." '' Ne yapayım be oğlum ortam iyi bırakamıyorum. Yoksa ne işim var benim burada. Takılıyorum işte," dedikten sonra sigarasını yere atıp ayağa kalkarak ezdi. Sonra arkadaşlarına "Hadi börek yiyelim şurada," diyerek yürümeye başladı. İlk giden uzun boylu erkek oldu. Yanımda çömelen kız sıcak avuç içi elini boyadan siyahlaşan elime koyarak "Sen de yemek ister misin, börek?" diye sordu. Ben, hayır, dedikten sonra ayağa kalkıp cüzdanından yirmi lira bıraktı tezgaha. "Bunu al abla ben dilenci değilim. Ayakkabı boyacısıyım. Eğer ayakkabını boyatacaksan boyatırsın yoksa bu paraya ihtiyacım yok," diyerek bir hışımla kalkıp tezgahımı omzuma asıp gitmiştim. Ben dilencilik yapmıyordum çünkü. Kimse benim hayatım yüzünden bana acıyarak para veremezdi. Boyardım ayakkabı, para üstünü bırakan bırakırdı, hepsi buydu. "Ne yazıyorsun yine lan?" diyen Apti'nin sesiyle defterden kafamı kaldırdım. Şehit Albay Güner Ekici Parkı'nda açmıştım tezgahı bugün. Koluna taktığı içi yeri dolu simit sepetini yanına koyup yere oturdu. Ardından cebinden buruşuk sigara paketinden bir tane çıkarıp yaktı. Ben de defteri kapatıp tezgahımın boş kısmına, okuduğum Hakan Günday'ın "Kinyas ve Kayra" kitabının üstüne koydum. Önümüzden geçen insanlara baka baka sigarasının dumanını üflüyordu, Kör Apti. Sorduğu sorunun cevabını bekle-

50


memiş olacaktı ki bir daha ilgilenmedi o soruyla. "Nasıl işler Apti?" "Kesat bugün işler. Saat öğleni geçti daha yarısını zor sattım simitlerin." "Ben de çok iş yapamadım. Yarın haftasonu o zaman iş olur." "Olursa iyi olur yoksa babam beni öldürür. Üç gündür az para veriyorum diye bir posta tokatlıyor." Apti ayyaş bir babaya sahipti ve babası bir gece sarhoş gelip Apti'yi dakikalarca dövmüş ve bir gözünün görmemesi de bu yüzdenmiş. Sigarasını bitirince ayaklandı ve sepeti koluna geçirip "Akşam perili eve gel. Biraz muhabbet edip gideceğiz evlere," diyerek arkasını döndü ve, simitçi, diye bağıra bağıra gitti. Ben de kaldığı yerden hikayeyi yazmaya devam edecektim ki oldukça parlak siyah bir kundura tezgaha kondu. Janti takım elbiseli bir adam afili güneş gözlükleriyle "Boya bakalım çocuk," dedi. Boyayı ve süngeri çıkartıp işime koyuldum nasılsa işim buydu. Ayakkabısını boyatan kendini kral boyayanı da amelesi zannederdi. Bir nevi de kevaşelik yapan kadınlar gibiydi bu iş. Sesini çıkarma müşterinin ihtiyacını karşıla al paranı. Senin ne hissettiğinin bir önemi yok. Bizim gibi mecburi hayat yaşayanların tek seçeneği. Bizler her şeyi olanların hiçbir şeyiyiz. Bizler çocuklarına "Okumazsan sen de ayakkabı boyarsın," diyerek gösterilen olumsuz örneklerdik. Bizler hayatın tekmesini yiyenleriz. Ve hayatın tekmesine cila gerekmez. "Tamamdır ağbi bitti." "Al bakalım üstü kalsın." Akşam çöküyordu yavaştan son karton bardakta çayımı da içip tezgahı toparlayıp omzuma asarak evin yolunu tuttum.

51

Eve varınca tezgahı kapı girişinin yanına bırakıp içeriye geçtim. Annem mutfakta, kardeşlerim ise mahalleden verilen oyuncaklarla oynuyorlardı. Beni gördüklerinde üstüme çullanan kardeş-


lerime aldığım çikolataları verdim ardından da annemin yanına gidip ufak tüpte kaynattığı tarhana çorbasının kokusu eşliğinde kazandığım elli lirayı verdim. "Ben çıkıyorum anne. Aptilerle perili evde buluşacağız." "Ee oğlum yemek yeseydin ilk, aç değil misin?" " Yok anne değilim bugün, sağ olsun taksici ağbiler yemek ısmarladılar bolca yedim. Hem Apti de kalan simitlerini getirmiştir onları da yeriz." "Peki oğlum, geç kalma, tamam mı?" "Tamam anne, kalmam," diyerek çıktım evden. Karnım açtı ama annemin yaptığı çorba anca anneme ve kız kardeşlerime yeterdi. Perili ev arka mahalledeydi. Aslında ev çok eski bir ahşap evdi. Yıllardır kimse kalmayınca ve tamirat yapılmayınca kırık pencere, çatlak duvaları, ve gıcırdıyan zeminiyle bu mahallede -ki bu mahalle Apti'nin mahallesi ve perili ev lafı da ondan çıkma- bulunan çocuklar tarafından söylenmişti. Bu eski eve ilk Apti adım atmıştı ve mahallesinde korkusuz bir kahramandı. Oldukça korkunç hikayelerle çocukarı korkutur ve bazılarını yaşadığını söylerdi. Hikaye uydurmada oldukça kuvvetli bir zihni vardı. Ve herkes Dede Korkut masalı dinler gibi dinlerdi. "...sonra bir baktım arkamda tek gözü olmayan ve siyah bir bantla kapatmış korsan tarzında bir hayalet. Bana dedi ki, 'Eğer bu evi terk etmezsen seni de hayaletler diyarına götürürüm.'. Tabii ben korkmadım ve ona, 'Burası bana ait ve beni asla yenemezsin' ardından, şılak, diye kılıcını çekti ve..." Ben içeriye girince gıcırdayan parkeler yüzünden birkaç çocuk korktu ve Apti de anlattığı hikaye kesildi. "Neredesin be yazar, hikayenin sonuna geldin," dedi ve ardından bir sigara yaktı ben de yanına oturdum ve yanına getirdiği simitlerden bir tanesini alıp yemeğe başladım. Sigarasından üç dört duman çekince devam etti hikayesine, "Nerede kalmıştım? Heh, kılıcını çekti ve üstüme gelmeye başladı ve ben de bir sağa bir

52


sola kaçmaya çalıştım. Odanın kapısını kilitlemiş hayalet, çıkamadım odadan. En sonunda sinirlendim birden eline vurdum, kılıcı yere düştü, bir kıvrak hareketle kılıcı yerden alıp korsan hayaletin diğer gözüne sapladım ve hayalet yok oldu birden." Hikayesi bitince sigarasının kalanını da seyircilerinin korku şaşkınlık dolu ifadelerine baka baka tüttürdü. Yaşça bizden küçük olanların gözleri büyümüştü. Diğerleri ise tam inanmamakla birlikte yine de, acaba, diyen yüz ifadeleriyle oturuyorlardı. Elimdeki simit bitince Apti'den bir sigara alıp tüttürmeye başladım. "Ne olacak böyle Apti?" İkinci sigarasını içtiği sigaranın ateşiyle yaktıktan sonra bağcıkları sökük spor ayakkabısının altında ezdi. Ağzından dumanlar çıkarak "Ne ne olacak?" "İşler. Başka bir iş bulmam lazım. Seneye Ayşe ile Gülbin okula başlayacak ve defter, kitap, çanta, önlük gerekecek. Boyacılıkla olmaz bu iş. Zaten kimse artık boyatmıyor ayakkabı. Bana da simit tezgahı ayarlasana." "Ben de kazanamıyorum ki oğlum. Ulan bugün ta Kırkpınar'a kadar yürüdüm. Oradaki simitçilerle atıştım. Ama hepsini yine satamadım. Eve gittim peder uyuyordu parayı bırakıp çıktım geldim buraya uyandığında beni görmesin de tokatlamasın diye. Birazdan çıkar evden sabaha karşı gelir o ara da ben çıkmış olurum bu gece ağrısız bir uyku çekerim. Kusura bakma yani yazar, simitçilikte de çok iş yok." Sigaramın izmaritini kırık pencereden son kuvvetimle fırlattım ama pencerenin kenarına çarpıp içeriye dağılarak düştü. Bir hışımla kalkıp sigaranın üstünde sinirle tepinerek dönüp bağırdım ve sesim ahşap evin içine yankılandı: "Bu hayat neden zor lan Apti?!"

RIDVAN ADIYAMAN 53


YankI Dağlar yankılandı Gecemden farklı olarak Öğürdü, taşlaştı, bıraktı beni Onu sevmemek mümkün olmalı Olmalı bir yerlerde olmalı Her saniye bir seviş kalmalı En tepelerde bir bekleyen var biliyorum İşte o zaman aşacağım tüm dağları Yoluma çıkan taşları kovarak Uzun saçlarına tırmanarak kaleden Bozacağım herkesi her şeyinden Dağlar yankılanacak Herkes duyucak sevişmelerimizi Soğumuş bedenine şefkat getireceğim Neslimizin saçlarını sen öreceksin İşte bu yüzden gitmemelisin Suların akışını durdurmadan önce Parmaklarının arasından bırak kızıllık aksın Sırtındaki yara izleri de Korkudan titreyen dudağın da benim diyeceksin Dağlar yankılanacak er geç Sular durulacak her şeyden öte Olmalı bir yolu olmalı zamansız Kimse görmeyecek bize ait olanı Koyunumuzu kızımızı kızıllığımızı

Gülce Avcu

54


GERİ DÖNÜŞÜ YOK

55

İnsanın içinde biriktirdikleri yetiyordu, kanser olmasına. Hayat, insanlara karşı bir savaş açmış, biz de o savaşı kaybetmeye yeminli bireyler olarak zombi gibi adımlar atıyorduk. Kurtuluş yoktu, biliyorduk. Savaşmak zorundaydık ve savaşa girerken kaybedeceğimizi bildiğimiz bir sınavın içerisine giriyorduk. Ne saçma ama değil mi? Kaybedeceğini bildiği bir sınavın içine girer mi insan? Zaman geçerken kaybetmek ruhumuza işleyen fakir edebiyatı olmuştu sanki! “Olsun, bir daha ki sefere,” dediğimiz, kendimizi oyaladığımız aptal insanlardık bizler. Oyalarak geçirdiğimiz bu süreci görmemek için ısrarcıydık ve biz her zaman kazanan taraf olmak isteyen sahtekâr insanlardık. Yüzlerimize taktığımız maskelerin ardından gizlediğimiz nice bilgiler içerisinde yaşayan, görünüşte mutlu, içinde karaktersiz ve dışında yalanlarla dolu bir yaşam. Yalanlarımız aslında bizi gerçeklerimiz kılan, kandırmalardı. Biz insanları değil, kendimizi kandırıyorduk. En büyük yalanı kendimize söylerken, kapılıp gidiyorduk hayatın anlamsız rüzgârına. Rüzgâr istediği zaman, bir yaprak misali oradan oraya yuvarlarken bizi, birden yaşımızın ilerlediğini anlayıp oyuna kaldığımız yerden devam ediyorduk. Yine de yalanlarımızdan ve kirli işlerden vazgeçmemeye yeminli oluyorduk. Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış bir şekilde, annelerimizin bize yaşattıklarını, babalarımızın bizi insan yerine koymadıklarını, kendi çocuklarımıza tatlı dille söylüyorduk ve onların huylarını sevmediğimizde, söylendiklerimizi kendi çocuklarımızın ağzından işitiyorduk. Kısır bir döngü içerisinde, bir nevi yaptıklarımızı çekiyorduk acımasız dünyanın çemberinde. Anne babadan görülen şiddet, çocuklarımıza emanet olarak bizden bırakılıyordu. Yaşam şartı, dedik, huzursuzluk, dedik, insanlara saldırmanın yolunu, hıncını, başkasından çıkarmakta aradık. Hep bir mutluluğun içinde, mutsuzluk. İnsanın içinde kalan büyük bir travmaydı aslında ailesi. Omuzunda yük olarak taşımak zorunda bırakıldığı büyük bir acımasız dünya sendromuydu. Aile, her zaman arkanda olması gereken, seni desteklemesi gereken bir kurum değil miydi? İnsan üç kardeş olunca, sen bile önemsiz


oluyordun o ailenin içinde. Büyük kalabalıklar içerisinde yok olup giderken yaşlanan insanların aklına bir anda düşüveriyordun bir cemre gibi. Özlenen, aranan, mükemmel bir çocuk olan sendin aslında bir kayıp içerisinde. Kimse senin varlığını anlamadığı dünyada, bir anda özel insan olma becerisine sahip olabiliyordun. Anlam yüklü anlamsızlığın içerisinde, “Bir zamanlar,” diye başlayan, kendini haklı çıkarmaya çalıştığın dünya içerisinde yalnızdın sen. Kimileri bu dünyanın ağır yüküne dayanamadığından çekip gidiyordu. Kimileri de bavulunu topladığı gibi uzak diyarlara göçüyordu. Arkadan mutlaka ya birileri seviniyordu, ya da mutlaka üzülen birileri oluyordu. Üzülmek veya sevinmek, arada hiçbir fark göremiyordu yaşayanlar. Hele hüzün yüklü kaderin sana verdiği cesaret, istediğin her şeyi yapma özgürlüğü sunuyordu sana. Şimdi bunların önemi yoktu. Zamanında düşünülmesi gereken bir hikâye, olması gereken hayat avuçların içinde kaybolan giden bir yitime dönüşüyordu. İnsan ancak geceleri vicdanını kontrol altına alabiliyordu ve bu kontrol nedensiz bir hüzne bırakıyordu kendini. Vicdan sızladı mı bir kere, geri dönüşü olmayan bir yola doğru giderdi insan. Bir de, pişmanlıklar… Ne hüzün yüklü duvarlarda bulurduk adını. “Pişmanım…”. Çünkü hayat sana sadece bir kere seçme hakkı tanır ve ikinci defa seçemediğin bir seçimde kaybolur giderdin sonsuzluğa. Bende öyle kaybolup gitmiştim. Şimdi kendimi nedensiz boşluklar içerisinde buluyorum ve bu boşluklar beni uçurumun kenarına doğru itiyor. Belki de ölüme doğru yuvarlanıyorum, belki de uçurumun kenarında hayatım gözlerimin önüne geliyor. Belkilerle yüklü hayat işte. Bu benim hayatım, ardında bıraktığım tozlu raflarda kalmış biriktirdiğim kanserli hayatım. Vücuduma kazınmış kanser yüklü hayatımdan da kurtulamayacağım kesin. Hastalık hep bir tekrar içerisine girecek, biliyorum. Yarın uyanamama ihtimali beni yangınlara, ateşlere sürüklüyor. Yarının olmaması beni çok korkutuyor. Filmlerde görülen “Ölümsüz olmak istiyorum,” lafları, şimdilerde benim amacım oluyor. Ölümsüzlük aslında ölümle ilgili olan kısım değildir, ölümün olmadığı bir yaşam dilemektir. Bunu anlamak ise nedense bu kadar zordu. Dün gidilen doktorun verdiği rapor doğrultusunda kanserdim. Dün hiç gitmediğim doktorun

56


57

bana verdiği anlam ise kanserli bir hasta oluşumdu. Uzaktan seni gören insanlar bile seni artık tanıyabiliyor, senin ne kadar acınacak durumda olduğunu sezinleyebiliyordu. Seninse bunun farkında olabilmen için ağlaman ve yas tutman gerekiyordu. Sen, sana ya da bana ve ben. Bunlar; senin ego dediğin durumunu tatmin eden saçma dolusu bir adlandırış ifadendi. Hayatta her bir boku başarabiliyordun da, çaresi olmayan bir hastalığa yenik düşmen seni mahvediyordu. Başarı, inanç ve olman gereken yer. Her şey o kadar anlamsız ki! Anlatacak ne bir söz, eklenecek ne de bir duygu vardı. Evet, bir şey vardı. O da mutluluk dediğimiz, sekiz harften oluşan güzel bir duyguydu. “Bu hayatta seni en çok ne mutlu eder?” sorusu da, seni istediğin yüksekliklere çıkaran merdivendi. Merdivene çıkmak zorken, merdivenden aşağıya inmek bir o kadar kolay idi. Çıkmak ve inmek; zirve ve tabaka… Mutluluğa giden yol her zaman zorluydu ve biz zorluktan bunalan bir yığın insan ediyorduk. Bazen yolun başında pes etme durumuna gelebiliyor, bazense hiç başlamadan oyunu bitirmeye yelteniyorduk. Bitsin ve biz gidelim. Nereye? Bilmediğimiz uzak yollara. Ben gidiyorum, bilmediğim o uzak yollarda yeni bir sayfa, yeni bir yaşam ve yeni bir mutluluk arayışına doğru uzanıyorum. Umuyorum her şey istediğim gibi olur. Umuyorum, her şey başlamadan bitmez. Biliyorum, mutluluk çok uzağımda değil, eğer onu ararsam bulacağıma da eminim. Omuzunda çanta, gözünde yaşanmışlığın verdiği bir ağrı, gözlerinden akan yaşlar o ağrının meziyetiydi. Birisi yolundan döndürmeye kararlı olsa, hemen geri döneceğinin sende farkındaydın. Ama ardından gelen hiç kimsenin oluşu, seni hiç kimse yapıyordu. Elinde bir telefon, aranmayan çağrılarla; gözün yolda, bilmediğin bir yol içerisinde kaybolmaya yeminli oluşun seni biraz da olsa korkutuyordu. Sen güçlüydün ama seni güçsüz yapan bir yanın ise yalnız oluşundu. Bu yalnızlığın olduğu yolda kaybolmak ve hiç olmak uğruna gözünü kırpmadan gidiyordun işte. “Belki,” dediğimiz yine bir anda, mutluluk belki de oradadır. Mutluluk belki de orada olmanda yatıyordu. Peki mutluluk var mıydı? Diyelim ki çok mutlu oldun gittiğin yerde, peki ardında bıraktıkların ne olacak? Ardında adam bırakmadan hiçbir yere gidemezsin ki! Ama sen yalnızdın…


Ardında bir adam bile yoktu, gelecekte de olmayacaktı. Eskisi gibi mektupların olmayışı, mektupların yerini telefonların alması, biçilmez bir kaftan misaliydi. En azından mektubun okunamama gibi bir ihtimali varken, telefonda olan verilerin silinmez oluşu da senin söylemek istediklerini, boğazında düğümlüyordu. Gittiğin bu yol seni nereye götürüyor bilmiyorsun ama gelecek sana elbet bir haber verecektir. Gelecekte kaybolmama niyetinde, mutluluğun olmadığı dünyada, mutlu kalman dileğiyle…

Çizim: Cenker Türeci

KÜBRA ERBAYRAKÇI

58


Terk-i Diyar Sus dedim, ey gönül sus! Fazla lafa ne hâcet Kaç mâna yükledim senin her zerrene Duymadın mı her zerren işlenirken keder, Duymadın mı her zerren işlenirken âcizlik, Eksik kalmadı mı hissiyâtın? Duy da dinsin Hüsnün ızdırabı Duy da dinsin Ferhat'ın acısı Duy da yumuşasın, Züleyha'nın taş kesilmiş kalbi Aşılamayan yolları değil, ey gönül! Açılsa da o yolları ulaştır sen hakîkat-i revâ'ya Ulaştır mânevi-i hazza Ulaştır ki duysun o taşlanmış kalp Bir an dahi olsa, feraha ersin tüm gönüller Yoksa rahat bu şehri "terk-i diyar" edecek Korkarım ki zulûmet burayı mesken edecek!

BETÜL KAÇUŞ 59


Fotoğraf: Gözde Kaya

BİR UMUT VARDI GÖNLÜNDE, EKSİLMİYORDU.

Sezai Karakoc


e d n i n e d a l Fevka a u m c e M e d n i k v e F

|

uh Mucize R

FotoÄ&#x;raf: pixabay.com, mel_88

mucizeruhdergi.blogspot.com instagram.com/mucizeruhdergi twitter.com/mucizeruhdergi patreon.com/mucizeruh

M U C Ä° Z E R U H


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.