Mucize Ruh-3.Sayı

Page 1

Kalpler hep uzak.

Haziran 2018

SayÄą: 3


Gรถrsel: Ali Horne


Kimiz Biz

Mucize Ruh’un Mükemmel Okurları, Derginize Hoş geldiniz. Derginiz sizin yazılarınız ile siz ve diğer yazarların yazılarını buluşturuyor. Böylelikle derginin hem yazarı hem de en büyük okuru olmuş oluyorsunuz. Peki adımız neden Mucize Ruh? Her insanın içinde birikmişleri vardır. Her ne kadarbunları diğer insanlardan gizlemeye çalışsak ta içimizden dökmek isteriz. Ve çoğu zaman bunları yazarız. İşte bu yazdıklarımız her zaman gün yüzüne çıkmayı bekler. İnsanın içindeki bu enfes ruh eğer yazılarını gün yüzüne çıkarırsa ruhu büyük bir mucize ile buluşmuş olur. Ve işte bu yüzden adımız Mucize Ruh’tur.

GENEL YAYIN YÖNETMENİ/ DİZGİ-TASARIM: EMİR YAPICI KAPAK GÖRSELİ: Mirko Nicholson Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. © Hazitan 2018


İÇİNDE - Brinci Tekil Şahısa Göre Aşk

Duygusuz Şair

- İnsanlığı Siz Kaybettiniz

Dicle Arslan

- Koca Yaşlı Bir Çocucuğum

Elif At lı

- Olur Ya

Filiz Budak

- Sevmekten Kaçmak

Edebi Çehre

-Bir Güneş Batıyor Ömrümden

Abdullah B alkaş

Brandon Eckroth


EKİLER - Veda Değil Aret

Pelin Erdoğan

- Annem'e

Tuğçenur Ayas

- Dolmakalem

Didem Elif

- Düşün!

Civan Mert BAaran

- Büyüyen Şehirler İçinde Küçülen Bizler

Derya Tok 2. kısım

- Başkası

Okurlar A kademisi


Birinci Tekil Sahısa Göre

|

Ask


Aramızda ben aşık olmadım diyen yoktur diye düşünüyorum. Ama ben olmadım. Garip mi bilmiyorum ama aşk benim için çok uzak diyarların da ötesinde, ulaşılması zor bir yer gibidir. Herkes aşık olabilir veya aşık olduğunu hissedebilir, çoğu yanılır tabii. Yüzüstü bırakılıp gidince gerçeğe kavuşur bu yanılgı. Gurur vardır insanlarda, insanı insan yapan, belki de imkansız biri gibi gösteren o gurur duygusudur. İnsan aşık olur veya aşık olduğuna inanır, sonra terk edilir. Bir de bakmışız ki kapısında köle olduğu insanın arkasından, ağza alınmayacak kelimeler söylemesiyle devreye girmiştir o kişinin gururu. İnsan gururuna yenik düşmelidir, aşk araya girince. Aşkın kelime anlamı yoktur bana göre. Öznel bir kelimedir, hislerden hislere değişir. Aşık olan insan bilir ki yanından gitse bile o aşık olduğu kişi, kalbinden asla çıkamayacaktır. Bu yüzden gururuna yenik düşüp ağza alınmayacak kelimelerin hakkını verip, gerçekten ağza almayacaktır. Sanmayın ki her çekip giden aşka ihanet eder. Bazen aşk gitmeyi gerektirir. Ne demiş şair: “Ayrılıklarda aşka dahildir.” Birine bir gün önce seni seviyorum deyip, iki gün sonra terk edip gidince lanetler okumak, aşka dahil değildir. Bu gibiler yüzünden evet ben hiç aşık olmadım. Belki de aşk kelimesini bir heceli, üç harfli bir kelime olarak değil de sonsuz bir boşluk gibi değerlendirdigim için yalnızım ve bu yüzden aşık olmadım. Duygularınız bu kadar basitlesmesin her duyguyu doruklarında yaşayın nefesiniz kesilsin...

Duygusuz Şair


İnsanlığı

Siz

Kaybettiniz

Görüyorum insan kardeşlerim, gözlerinizdeki çukuru görüyorum. O çukurda yardım çığlıklarınızı işitiyorum. ilerledikçe yaşamın nasıl sessizce ve acımasızca insanları çürütüğünü görüyorum. Sanmayınki sesiz çığlıklarınızı veya çırpınışlarınızı görmediğimi, görüyorum. Gördükçe eksiliyorum! Sokak kenarlarında acımasızca terk edilen çocukları, bir kadına şiddet uygulayarak adam olduklarını zanedenleri görüyorum.


Görsel: David Schermanv

Daha küçücük yaşta aşık oldum diyip köşelerde ağlayanları, adım atmakta zorlananları, yorgunları, çaresizleri. Ve ben daha bir çok kötülüğü görüyorum. Hayır hayır! Neden susuyorsun, demeyin. Çünkü insanlığı siz kaybetiniz.

Dicle Arslan


Koca Yaşlı Bir Çocu


uk

Çocuğum ben. Sevgiyle beslenen, Hayallerle büyüyen, Etrafına neşe saçan, Koca yaşlı bir çocuğum. Çocuğum ben. Etrafa şaşkın şaşkın bakan, Yeni umutlar dağıtan, Kalbi daha küçük sadece masumiyeti bilen, Koca yaşlı bir çocuğum. Çocuğum ben. Kim ne derse desin aldırmayan , Kırılan kalpleri onaran, Kötülüklere inat iyiliklerle dolan, Koca yaşlı bir çocuğum

Elif Atlı



İntikam iyi bir şey değil Mathilda, inan. Unutmak daha iyi.

|

- Sevginin Gücü, Leon


O L U R Y A Gรถrsel: Magdalena Berny


Olur ya bazen, hani o derin boşluklarda asılı durduğunuz, O bambaşka dünyanın bambaşka insanı olarak yapayalnız kaldığınız, Kalıp da onlardan biri gibi taktığınız maskenin içinde boğulduğunuz... Nefes alamıyorum.

Evet bayım, biliyorum sizde soluksuz kaldınız. Evet, görüyorum bayım, göğsünüz daralıyor. Duyuyorum bayım ve avaz avaz işitiyorum bu sessiz çığlığınızı İliklerime kadar hissediyorum bayım, o boşluğun içinizde ne denli estiğini.

İnsanlar tuhaf, insanlar acımasız. Herkesin bi’ fikri var zikriyle uyuşmayan. Ve ben, savruluyorum donuk ruhlar gezegeninde. Bilmiyorum, çok yüzlülük bahşedilmeyen formatımdan ötürü. Ve bilmek de yetmiyor sahnelemeye bu oyunu.


Evet bayım, görüyorum! Bu tek sahnelik tiradda, tek ışığınız benim. Bendim mi demeliyim? Ne fark eder desek de geçsek, insanlar böyle yapıyor. Biliyor musun bizden daha mutlular?

Ve sen bayım, İnsanlardan neden kaçtığını anladım. Büyüdüm mü demeliyim? Ne fark eder, insanlar böyle yapıyor. Kaçmak mı, savunma yöntemi miydi bu? Savaş mı bu, barış mı bu, yalnızlığın insanlıkla.


Tek kaçışın, tek sığınışın, aynadaki tek aynılığın olan ben. Tek sığınağın olduğumu reddinde kovuldun aşk mevkiinden Yine de fazla uzaklaşma sen. İnsanlık bu, sonu var. Ve arada iyi olanları, Bazı bazı iyiliğini göze sokanları, Yine de ezber bozanlarıEn iyisi dolaş da, dön sen...

Filiz Budak


Sevmekten Kaçmak

Görsel: Mirko Nicholson

Kendi canı acımasın diye sevmekten kaçanlara... Bilerek dikenli yollarda yürümek ve kalbini kanatan dikene “gülden geldi, canı sağ olsun” diyebilmek her yiğidin harcı değildir. Bu yiğitler, güle kavuşmak uğruna üzerindeki dikenleri görmezden gelen ve kavuştukları an can veren bülbüllerdir. Lakin, boşuna can verirler sanılmasın. Öncesinde bir özelliği olmayan bu güller, kendisi için can veren bülbüllerin kanı ile kırmızıya dönüşür. Birinin ölümü, bir diğerinin güzelliğine sebep olur. Bunun adı aşktır Divan Edebiyatı’nda. İşte bizdeki aşk kavramı, aşığın süründüğü, maşuğun süründürdüğü bu gelenekten gelir. Öyle ki aşık, sevgiliye yakın olmak için kapısında yatan köpek olmaya bile razıdır. Yeri geldiğinde sevgilinin elinde tuttuğu kadeh, yeri geldiğinde ise gözünün değdiği kuş olmak ister aşık. Onun için kendi canı diye bir şey yoktur, uğrunda ölmek sonların en güzelidir. Sevgilinin bir defa kendisine gülümsediğini görmek, cen-


neti görmekle eşdeğerdir. Onu görmediği, yahut bir başkasıyla gördüğü an ise kendisini, cehennem kuyularına düşmüş gibi tasavvur eder. Cenneti ve cehennemi sevgili ile eş gören bir aşıktan, “ya sonunda ben üzülürsem” diye düşünen bir aşığa(!) nasıl geçiş yaptık bilmiyorum. Duygularını zirvelerde yaşayan aşıklardan nasıl oldu da ne hissettiği belli olmayan insancıklara dönüştük bilmiyorum. Sırf bir defa görme umudu ile sevgilinin kapısında köpek olan insanları nasıl oldu da zaman içerisinde unuttuk, kör olduk bilmiyorum. Ve tüm bu “bilmiyorum” arasında, ne vakit sevdiğimizi özgürce haykıracağız bilmek istiyorum. Sevginin, kör olmayı hak etmediği ve yalnızca güzel olanın sevilme hakkının olmadığı bir evrende yaşamak istiyorum. Tüm bunlar zor değil. Bir menekşeyi sevmekle başlayın işe, sonra civcivi. Ardından bir bakmışsın ki moru sevmişsiniz, sarıyı özlüyorsunuz. Küçük şeyler perçinlesin duygularınızı, yeter ki izin verin. Yeter ki sınır koymayın ve kilitlemeyin kendinizi kalbinizin odalarına. İzin verin gönül bağı kurmak isteyen girsin içeriye. Yeter ki korkmayın, sakınmayın. Velhasılıkelam dostlar, sizleri sevmeye ve sevilmeye davet ediyor, icabetinizi bekliyorum...

Edebi Çehre Görsel: Mirko Nicholson


Bir Güneş

Batıyor

|

Ömrümden


Bir güneş batıyor ömrümden. Bir karanlık çöküyor üstüme, Bir de sen. An be an yitiyor, batan güneşte umutlarım. Bir de sen de olan bütün hatıralarım. Bir bir karanlığa gömülüyor anılar. Bir sesiz gemi yanaşıyor gönül limanıma. Sensizliği, sessizik ve karanlık sarmış, Bütün yerler. Gönül limanımda, seni Bekliyorum.

Abdullah Balkaş



Nazım Hikmet, karısı Piraye'ye söyle yazıyordu mektuplarının birinde; "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yagmuru nasıl severse, ayna ısıgı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmegi nasıl severse, sarhoun sarabı, sarabın billur kadehi sevdigi gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin’in inkılâbı ve inkılâbın Marx’ı sevdigi kadar..."

-Nazım Hikmet


Veda Değil Aret!

Pelin Erdoğan

Mektuplaştılar uzun süre. Biri mavi mürekkep ve divit kalem kullandı mektuplarında, diğeri kurşun kalem. Nil tanıştırdı ikisini. Paris’te yaşıyordu Pelin. Sinan İstanbul’da. İkisi de yazıyordu. Kitapları bir ay ara ile yayımlanmıştı. Geçmişinin ensesine yapışan gölgesini yırtıyordu Sinan her sayfasında kitabının. Temizleniyordu heceleri kekeme geçmişinden. Okuyucularını oradan oraya savuruyor, geçmişinin virajlarında kendine yeni, dümdüz bir gelecek çiziyordu. Telefon ile kurulan iletişimleri sevmiyordu; aramamıştı Pelin’i. Bilerek. İsteyerek. Mektupların kendine has tınısına sığınıyordu. Pelin geçmişine ve geleceğine aynı derecede bağlıydı. Çocuk gibiydi. İşittiği her sese kapılırdı. Gördüğü her şeye uzanırdı. Bilmezdi dakika ile yıl arasındaki farkı. Birbiri ardına eklenen, biriken,

tortulaşan dakikaları tınmazdı, damarları tıkayan, deriyi buruşturan, alına ve gözlere “yıl çizgileri” koyan... Bu yüzden “Adil ol,” demişti Pelin’e Sinan bir mektubunda, “adil sev beni.” Adaletin çocuk yanını tanımayan “yetişkin” dünyasında olduklarını hatırlatmak için. Uzay-zaman denkleminin alışıldık yerçekimini hatırlatmak için. Bir kuşun tüyünün yere doğru uçuşunu uzun uzun izlemişti çocukken Sinan. Tüy uçarken, o da uçmuştu. Birlikte konmuşlardı yere. Yorgunluğun ne olduğunu o uçuşunda öğrenmişti. Öylesine direnmişti ki kanatları hızlanmamak için ve tüy kadar yavaş, ahenkli olabilmek için, başaramamıştı! Adildi doğa. Bilendi. Çeken, iten kuvvetler vardı. Kütlenin değişmezliği vardı ve ağırlığın değişkenliği. Değişmez kütlesinde değişen ağırlığını bildi o uçuşunda. Bildiğinde hafifledi, tüy oldu. Bu yüzden zarar görmüyordu hayallerinden, hayallerden. Uçucu bir “gerçek” olup karışıyordu yaşa-


ma. “Çocuk adaleti”nin hüküm sürmediği bir yerde “yetişkin bir erkek” oluyordu. Pelin’e “kadın ol” demeyi üstlenen bir erkek, çeken ve iten kuvvetlere teslim olan bir erkek. Tüyü başka türlü anlatacağım şimdi, o kuşun tüyünü. Çocukken Sinan, bir gün odasında pencere kenarındayken, “Her istediğini yapabilirsin oğlum, yeter ki iste, çok iste” dediğini işitmişti babasının. Oysa babası öleli iki yıl oluyordu. Ses öylesine gerçekti ki, bir kapı aralanmıştı da gelmişti sanki babası. Ellerini uzattı tutması için. “Baba” diye seslendi. Bir daha seslendi. Bir daha... Daha yüksek sesle bağırsa belki görecekti babasını, denedi, en yüksek sesini çıkarmak için devleşerek uludu. Tam o anda yırtıldı kelimeleri, şimşekler çaktı azgın, hem gökte hem boğazında, en azgın, hece hece, gümbür gümbür, düşmeye başladı harfleri yerin çekimine doğru, hızla, yağmur damlalarının peşi sıra. Adildi doğa. Bilendi. Çeken, iten kuvvetler vardı. Kütlenin değişmezliği vardı ve ağırlığın değişkenliği. Değişmez kütlesinde değişen ağırlığı sesinin, düğümlüyordu tüm doğa kanunlarını, “kekeme” bir geçmiş çiziyordu gizli bir altyazıyla birlikte; “Ölenler asla gelmez!” diyen. Çaresizlikten değildi, istemişti uçmayı; uçsa yağmur damlalarına binip, toplardı dağılan harflerini, kekelemeden “gel baba” diyebilirdi, en yüksek sesle, bu yüzdendi pencereden atlayışı! Yer çekmişti onu

kendine, ölümse itmişti yaşama. Adildi doğa. Bilendi. Çeken, iten kuvvetler vardı. “Kuşun tüyünün peşinden gitti” diye anlattığım romantik olayın aslı bu işte, babasının ölümünü bir türlü kabul edemeyen çocuk bedenini Sinan’ın, pencereden aşağı, yerin en dibine attığının hikayesi, kekemeliğine isyanının hikayesi, tüm çocukluğunu sakat geçirmesine neden olan o “pencereden atlayış”ın “kuş tüyü yolculuğu”nda erkenci bir bilgeliğe dönüşmesinin hikayesi, boyundan büyük hayat bilgisiyle baş edebilmek için nasıl “en gerçek” nasıl da “en hayal” olmak zorunda kaldığının hikayesi... O atlayıştan sonra, aylar süren yatalak çocuk hayatında, uzamını zamanın, unutmuştu Sinan. Rüyalarına olduğu gibi hayallerine de almaya başlamıştı babasın;, geziniyordu kasabanın sokaklarında, şakalaşıyordu, öğüt dinliyordu, uyuyordu göğsünde. Hatta hiç görmediği annesiyle de konuşuyordu zaman zaman.İyileştiğinde, okul sıralarında, eski gücüne kavuşamayan bacakları, sıska bırakmıştı onu. Yine hayallere sığınmaktan başka çıkış bulamamıştı. İlk aşkında yenik düşmüşken. Kaslı vücuduyla, okulun en sevilen erkeği almışken tüm aşkları yer yüzeyinden. Erken evresinde ergenliğinin, sıska sokaklarda, sıska yağmurlarda ıslanıp, öksürük ve ateş içinde kıvranmışken pek çok kez. Çok da azar işitmişken bir türlü büyümediği için teyzesinden.


Hayatınıza şefkatle, bilgiyle dokunan sevecen bir teyzeniz de olsa, bazen bir kuşun tüyü, daha öğretici olabilir sizin için. Hafif olmak ve ağır olmak arasında salınır bedeniniz. Tıpkı Sinan’ın bedeni gibi. O, çok erken yaşta öğrenmişti adil olduğunu doğanın. İstemedi Pelin’in yorulmasını. Gerçek dünyanın gerçek insanı olmaya çağırdı daima onu. “Adil sev beni” dedi ve mektubunun arasına, bir serçenindi belki, güzel bir “kuş tüyü” iliştirdi. Pelin pencereden katedrali izliyordu o sabah. Güneş en sinsi oyunbazdı Paris’te, ya yakar ya üşütürdü. Postacı posta kutusuna mektubu bıraktığında, koştu mektuba Pelin. Üzerinde ince ipek elbisesi. Beyaz. Meme uçlarında bir başkaldırı. Pembe. Üşümekten mi aşkın ürpertmesi mi? Avuçlarında sıktı mektubun zarfını. Nehrin kenarına koştu. Aşk Paris’e ne de yakışıyordu, çanlar çalarken, nehir coşarken... Zarfı açtığında, bilemezdi bir kuş tüyünün mektuba iliştirildiğini. Uçuvermişti tüy nehre doğru, Pelin görmeden. Paris martılarıyla kim bilir nerelere gidip yitecekti. Hiçbir zaman bilemeyecekti Pelin o mektuptaki “kuş tüyü” gerçeğini. “ ‘Adil sev beni’ diyorsun mektubunda. Adilim. Yeterince adil.” Bunları yazdı cevabında Pelin Sinan’ın ne dediğini anlamadan, sabırsızca ve biraz da kızgınca. Posta kutusuna bırakmadı o mek-

tubu. Çözemediği anlamları, doğa çözerdi nasılsa, bu yüzden çekmeceye koydu mektubunu, gün gelip harfler okunmaz hale gelirdi ve o zamana kadar da elbet bir anlam düşerdi ikisinin önüne. İşte bir sır verdi öykü size. Kurşun kalem Pelin’in. Mürekkep ve divit kalem Sinan’ın. Biri “adil sev” diyor ve kendini kalıcı kılıyor, diğeri ise varoluşunun doğasına teslim oluyor ve hep görünür kalmayı hiç de mesele edinmiyor. *** Sinan bir mektubunda Pelin’i İstanbul’a çağırdı, “Aret’in yerindeyim. Gel.” Okuduğu anda dondu Pelin, hışımla fırlattı mektubu! Ne yapacaktı?.. Gitse?.. İstiyor muydu?.. Kelimelerin ahengiyle yakalanmış bir güzel sevda?.. Uzaktan sarılış?.. Böyle mi iyiydi yoksa gerçek bir dokunuş mu yakışırdı bu sevdaya?.. “İşte yine ikilem!” dedi. Beline koydu iki elini. Sonra sardı belini parmakları. Kalça kıvrımlarında dolaştırdı avuç içlerini. Yine beline oturttu sonra ellerini. Bekledi. Bekledi. Sıkıldı. Uzattı kollarını sırtına. İnsanların en ıssız yeriydi sırt ona göre. Avuçlarının içiyle ovdu sırtını. Issızlığı dinmedi. Bastı mektuba, ilkin ayağının baş parmağıyla, sonra iki ayağıyla birden. Sinan’ın üzerinde gibi. Uzun uzundu soluğu. Isırdı dudağını. Canı yanıncaya dek. Birkaç kez baktı mektubun buluşma yerini


bildiren kelimelerine. Gitmeli miydi bu davete? Adil olmak bu muydu? ... Gitmeliydi! Tenleri vardı birbirine dokunacak, iç içe geçecek bedenleri! Nehre gitti yine, sordu “Gideyim mi Sinan’a?” diye. Hep yapardı, konuşurdu suyla. “Yapboz” dedi su. Anlayamadı Pelin. İlk kez. Hırkasındaki ip topaklarıyla oynadı, düşündü, kopardı topakları tek tek, düşündü... Sonra?.. *** İstanbul’a doğru yolda buldu kendini Pelin. Uçağın dar koltuğunda, pencereden kayan bulutlara baktı. Sonra uyudu. Rüya görmedi. Kuşlar uçaktan uzakta uçuyordu. Adildi doğa. Gizem için bile. Kayıp tüy, kayıp tüydü ve çekmecesindeki hiç okunmamış mektup da kurşun kalemin sınırladığı bir ömrü tüketmekteydi. İşte hepsi bu... *** İstanbul. Aret’in yeri. Sinan’ın yazdığı saatte oradaydı Pelin. Sarı kumral, mavi gözlü birini aradı gözleri, keten mavi gömlekli. *** İşte orada! Tam yanaşacak Sinan’a Pelin, o keten gömlekli adam, Aret’e sesleniyor, “Buz alayım buraya...” İrkiliyor Pelin, “O değil!” Rakıya buz koyarken Aret, nehir “yapboz”lar içinde sallanıyor bardakta. Paris İstanbul’a, İstanbul Paris’e bir yanaşıyor bir uzaklaşıyor...

Arkasını dönüp gitmeli mi, hemen, şimdi, Paris’e? Yoksa kalmalı mı İstanbul’da, sarılmalı mı “Sinan” diye o adama hemen oracıkta? Ya o, o, Sinan değilse?.. Sinan, gelmeyeceğinden tedirginlik duyuyor Pelin’in, heyecanla bekliyor. Pek bakınmıyor etrafına. İstiyor ki Pelin gelsin, sarılsın birdenbire boynuna, tanısın onu. Öyle istiyor işte. Yavaşça ilerliyor masaya doğru Pelin. Sinan’la göz gözeler şimdi. Göz göze! Göz göze! Sinan bir rakısından bir de suyundan yudumluyor. Önüne eğiyor sonra başını. Değiller artık göz göze. Değiller!.. Kaldırmıyor başını, bakmıyor bir daha Pelin’e! “Bir daha baksam mı, ‘Pelin’ diye haykırsam mı, sarsam mı belinden, Pelin mi bu bana doğru yanaşan, işte kısa saçlı, odur belki, ama ya o, o, Pelin değilse?..” Zaman tam da yerçekimi denklemindeki gibi aktı. Gerçek saniyeler, gerçek dakikaları kovaladıkça ne Pelin gitti Sinan’ın masasına ne de Sinan kalktı yerinden Pelin’e doğru. Adildi doğa. Bilendi. Çeken, iten kuvvetler vardı. Kütlenin değişmezliği vardı ve ağırlığın değişkenliği. Değişmez kütlesinde değişen ağırlığını yaşadı her ikisinin soru işareti birbirine dair. Ve bilmedi ikisi de o gün, orada, Aret’in yerinde, “Sinan” ve “Pelin” olduklarını.


Döndü Paris’e Pelin. Sinan, Aret’in yerinde her cumartesi rakı içmeye devam etti. Mektubunda sordu Pelin’e, “Niye gelmedin İstanbul’a, Aret’in yerine?” “Geldim!..” dedi Pelin, “Tanımadık birbirimizi!” Son mektupları böyle oldu. *** Size bir şey söyleyeyim mi? Bu öykü ne Pelin’in ne de Sinan’ın öyküsüdür. Ya? Pelin’de biriken yüzlerce mavi mürekkepli mektup ile Sinan’da biriken yüzlerce kurşun kalemli mektubun öyküsüdür. Ve ikisine dair yaşamda, en hazin şey, son bulmasıdır bu mektupların. 21.04.2017 Beyoğlu, İstanbul

Görsel: Nick Bondarev



Annem’e

Tuğçenur Ayas

Ben küçük bir kız çocuğuyum, elinde balonuyla koşuşturan. Babamın aldığı bayramlık kırmızı ruganlarım var ayağımda. Saçlarımı balık sırtı örmüşsün annem. Yüzümde kocaman gülücükler... Tek derdim bir balonumun daha olmaması. Ha bir derdim daha var o da büyümek. Can atardım büyümek için. Şimdi öyle pişmanım ki... Zaman benim en büyük düşmanımmış meğer. En büyük hatammış büyümeyi istemek. Önce balonumu aldılar elimden. Sonra, kırmızı ruganlarım parçalandı hayatın tozlu yollarında. Sonra, babam gitti. İşte o gün hayat bitti be annem, hayat bitti.



Dolmakalem ___ Uzun zaman sonra mektup yazmak da nerden aklıma geldi bilmem. Üstelik oturduğu evin adresini de bilmiyorum. Hala aynı telefon numarasını kullandığından bile emin değilim. Eşyalarımı toparlarken elime geçen dolmakalem ve mürekkep beni kışkırtmış olmalı. Sahi doğum gününde ona aldığım dolmakalemin bende ne iş var. Votka şişesinin dibini gördüğüm o gece bütün eşyalarını verdiğimi sanıyordum. Sanki bunu özellikle saklamışım; yıllar sonra yani tam da şimdi, evlilik arifesinde eşyalarımı toplarken allak bulak olmak için. Beni bugüne kadar dinlemeyi seven biriymiş gibi sayfalarca döktürmüşüm bir de. Bazen kendimi hiç anlamıyorum. Evleniyorum ben, çok az kaldı. Bir dolmakalemin çeyiz sandığından daha fazla şey içine sığdırabiliyor olması haksızlık.


İnsan kendi yazdığı mektubu postalamadan önce defalarca okumalı. Ama ben tekrar okursam kendimi caydırırım diye korkuyorum. İnsanın kendisiyle hiç beklemediği bir anda bu şekilde yüzleşmesi korkutucu. Dolmakalemin mürekkebinin istemeden etrafa akması gibi, duygularım resmen odanın her yerine döküldü. İşte sakin kalmak için öğrendiğim nefes tekniklerini tam da uygulama zamanı. İçimde bana acı çektirmek isteyen tarafım şiddetle bunu reddediyor. Ama lütfen bana bunu yapma hayır! Günlerce hatta aylarca verdiğim mücadeleyi yok sayıp şimdi tekrar sıfırdan başlayamam.

Dolmakalem... Yazdığı tüm kitapları onunla imzalayacağının hayali belirmişti onu vitrin camında ilk gördüğümde. Ne çok yakışacaktı o güzel parmaklarına. Dolmakalemin turkuvaz gövdesini kavrarken farkında olmadan içini tarif edilemez bir enerji kaplayacaktı. Yüzüne yayılan gülümseme, karşısına çıkan herkesin içini aydınlatacaktı. Hayranlarının adını kitabının ilk sayfasına karalarken, aklının ucundan bile geçirmeyecekti beni. Varlığının deli gibi beynimi istila ettiği şu anda aklının ucundan geçiyor muyum ki? Ayrılığın en acıklı yanı bu değil mi? Karşındakinin ne hissettiğini asla bilemeyecek olmak. Yoksa belki gururuna yenilip koşa koşa sarılacak insan. Sahi ne zaman karar verdim evlenmeye? Onu unutamadığımı kendime neden hiç hatırlatmadım? Nasıl oldu da Mehmet’i bunca zaman aldatabildim? Nasıl bu kadar insafsız olabildim? Mehmet’e evlenemeyeceğimizi bir an önce anlatmalıyım. Bu saçma sapan mektubu hemen yok edip, dolmakalemin mürekkebi bitmeden bu sefer Mehmet için yazmalıyım.

_

Çay demlemekse bugün yaptığım en aptalca şey. Ben çay sevmem ki. Yıllarca sırf o seviyor diye demledim çayı. Ne kadar da nefret ediyordum çaydanlığı temizlemekten. Akşam yatmadan mutfağı ocağına kadar mutlaka temizlerdim ama çaydanlığın içindeki o bayatlamış çay sabaha kadar öylece kalırdı. Sabah erken kalktığım için kahvaltı öncesi onu temizlemek gene bana kalırdı tabi. Günlerce beklemiş çay çaydanlığı nasıl karartıyorsa, içimde biriktirdiğim anılar da içimi öyle karartmış.

Didem Elif



Düşün! Eğer küçüklüğünüzde bir misafirliğe gittikten sonra, eve gitmek veya başka bir misafirin size geldikten sonra, geri gitmesini istemiyor olduysanız. O yakınımızdaki kişiye bir iyi, bir kötü haber verecekken, kötü haberden sonra iyi haberin içimizi rahatlatacağını düşünüp, önce kötü haberi dinlemek istediyseniz. Hele hele bu durum artık aklınızdan geçmiyorsa. O zaman size bir iyi bir kötü haberim var. Kötü haber; artık çocuk değilsiniz. İyi haber ise; çok güzel bir çocukluk geçirdiniz. Peki o çocukluğunuz nereye gitti? Geçmişe geri dönemezsiniz ama geleceği değiştirebilirsiniz. Geçmişle geleceğin kesişmesi sonucu olan, ‘’Şimdi’’yi yaşıyorsunuz. Eğer kadere inanıyorsanız, “Ne varsa o.” diyerek hiç uğraşmadan istediğiniz hayatı elde edemezsiniz. Sizin dini inancınıza bir şey demek değil istediğim, benim konuyu getirmek istediğim “Asıl inancın”ız. Şimdi düşün, hep hayal ettiğin o gelecek nedir? O geleceği yaşayacağına inan, ama sadece inanmak bir şeyi değiştirmez. Şimdiden o gelecek için çalışarak yatırım yapmaya başla. Unutma! Mutluluk ulaşmak istediğimiz zirvede değil, o zirveye ulaşıncaya kadar yaşadıklarımızda.

Civan Mert Baran


Jone Bengoa

Büyüyen

Şehirler

İçinde Küçülen Bizler Bu suskunluk nereye gidiyor diye haykırıyorum aynada kendime. Yine kendime yapıyorum ne yapıyorsam. Herkesin acısını kendimden çıkarıyorum. Ah be kendim ne çektin benden. Suskunluk diyordum. Kafalarımızı önümüze eğip dümdüz yürüdüğümüz suskunluk. Şehrin bir köşesinde sütüne ihtiyacı olan yavru kedilerin annelerinin katledildiği zaman ortaya çıkan sessizliği, araç arkalarına bağlanarak sürüklenen köpeklerin sessizliği, daha mini mini yürürken prenses olan o minik bedenlerin katledildiği sessizlik, evde annesi babası eşi çocuğu kardeşi beklerken bir köşede yok olan sessizlik. Şehir gittikce gürültüsünü artırırken insanlar sessizleşiyor. Şehir gittikçe bü-

yürken insanlar iyice alçalıyor. Dünya gittikçe hızlanırken insanlık hep geriye doğru yavaşlıyor.... Ne ara insan olmayı bıraktık? Diye soruyorum masaya otururken. Hadi bunu yapanlar insan değilde bizler ne ara tüm bunlara seyirci olduk. Evet seyirci olmuşuz tüm bunlara. Bir futbol sahası düşün soyumuzun en pislikleri istedikleri hileyi yapıp en güzelim nefesleri silerken bu dünyadan; bizler ne ara tüm bunlara seyirci olduk... Dünya hep böyle miydi. Benim küçükken düşlediğim dunyam bu muydu? Dünyamı yıkmışlar gibi ya da hiç olmamış gibi. Her gün yeni bir olay ile uyanmak ...Aynı olayda başka kalplere suskun kalmak gibi....


Artık bayilerin önünden geçerken görmemek için bu haberleri yüz çeviriyoruz hatta sokak değiştiriyoruz. Haberlerde spikerler sunarken kanal atlıyoruz. Peki bunada mı alıştık..bunada mı.. en son olması gerekene niye en başta alıştık.... Noldu insanlığımıza... Sessizliğe gömülünce insan olmuş gibi miyiz gerçekten ?... Başkalarının acılarına kapıları sıkı sıkı kapatınca vicdanımız rahatlıyor mu?.... Kendimizi kandırıyor gibiyiz, kendimizi... İsim vermicem herkes gibi, çünkü her isimde tüm insanlık katlediliyor.... Ama anlayana ama görene ama duyana ama yaşayana... Bir şekilde birilerimiz yok oluyor, yok ediliyor... Yok oluşa ses çıkarılmıyor.... Tek başımıza dolmuşa binmek bir hayal oldu artık. Çok acelen olsa bile bir taksi çeviremiyorsun.... Parka çocugunu götürünce gidip yakın dostluklar kuramıyorsun. Hemen gönlü olsunda evime duvarlarımın arasına dönmenin peşindesin... Gerçi eskiden dağ gibi aslan gibi dediğimiz evlerimizin direkleride sessizleşti, köreldi insanlıklarını terk etti ya... Peki şimdi nereye nasıl gidelim, nerede hava alalım, nereye nasıl seyahat edelim... Sahi tüm dünyamı böyle kirlendi, kirletildi... Yoksa sadece benim dünyam mı böyle... Ne yapmalı, yakmalı mı, yıkmalı mı, olmaz grev yapalım,

yürüyüşe çıkalım sonra... Sonra mı? Sonrası hiç olmayacak ki... Yine yarın aynı haberlere devam. Kökünü kazımalı... Pis düşüncelerini beyinlerinden kazımalı.... Yaptıklarının yanlış olduğunu işkence edercesine onlara bağıra çağıra söylemeli.. Bir zamanlar tüm bunları eğitimsizliğe yorardık.... Olay okullarımızda öğretmen gibi görünenlere bulaştı. Hem Kutsal mesleği hem insanlığı kirletenler baş gösterdi.... Ee mevzu eğitimde değilmiş... Sorun ne o zaman.... Nefis olsa gerek imansızlık olsa gerek.... Gerçi cüppeli hoca tiplemeleride var bunları yapan... Şimdi nolacak ayrımı iyi yapmalı değil mi? Nasıl yapacaksın ki. Insanlar artık olduğu gibi görünmezken.... Insanlık uçurumun üzerinde gezinirken. Nasıl? Ya tüm insanlığı cekip kurtarmalı. Ya da insanlığı o uçurumdan aşağı atıvermeli.... Belki o zaman şehirler küçülür yeniden, küçülürde.... Gürültü azalır.... Sessizliğimize neden olan çığlıklar azalır... Yeniden insan oluruz sessizlik içinde. Belki diyorum bir spidırmen gelirde her köşeden birilerini kurtarır... Belki diyorum şehir küçülürde insanlığımız geri gelir.... Işte böyle milenyum çağı dendiğe bakma ben bu çağa insanlığın yüz karası diyorum... Insanlar hiç bir zaman


suça karşı olmadı, izlemekten zevk aldıkları kadar. Ben tüm bunları düşünürken şak diye bir ses. Çaycı Mehmet gazeteyi bıraktı diyor ve gözlerimi açıyorum. Açmak istemezdim gerçi,... Ilk sayfada köşede küçücük bir yazı 3 yaşındaki A. Ya tecavüz eden K.Ç tutuklandı... Tutuklamışlar diyesim geliyor... Çıkınca ayni şeyi yapar diyorum. 3 yaşına takılıyorum...3 yaşında.... Daha bir çocuk, mini mini yürüyen, prensesler gibi olan 3 yaşında ki bir çocuk... Boyama kalemlerinden hayaller çizen bir çocuk. Büyüyecek olan bir çocuk. Daha yaşayacak çok şeyi olan bir çocuk. Gazetenin ilk sayfasında köşede küçücük bir haber ile... Buraya da ayrı takılıyorum... Ve diyorum ki özür dilerim küçüğüm senin çığlıklarınada sessiz kaldık hatta bir çoğumuz duymadı bile. Nefesini kestiğimiz için bu dünyadan özür dilerim... Küçüğüm...


Jone Bengoa


Başkası

2. Kısım


Işığın tüm dünyaya sahip gibi görünmek isteyip her çatlaktan içeri sızması dayanılmaz bir şey. Aç da olsa tok da olsa, başlamakta olan gün gizli emrini ona yönelterek işe gitmesi gerektiğini yüzüne çarpıyordu. Tüm o işleri yaparken bir başına olsa belki çekilir bir hal olabilirdi. Belki de fark da etmezdi. Çevresindekiler güler yüzlü ve varoluşlarına anlam katarmışçasına mühim konulardan konuşuyor, kendisine de bazen başını aşağı yukarı sallamak düşüyordu. Öyle anların birinde kendi halini düşündü. Belki de karnının açlığından, insan çorbanın içine atılmış ekmek gibi dünyanın içinde kalakalmıştır. Yaşamak için yumuşamak gerekiyordu. Aksi takdirde dünyaya uyum sağlayan midelerde hazımsızlık yapıyor daha iğrenç bir şekilde geri püskürtülüp çöpe atılı veriliyor veya üstüne sifon çekiliyordu. Yemek vakti yaklaşınca açlığa daha fazla dayanamayacağını anlayarak iş arkadaşlarının yemek yeme teklifini içsel bir gönülsüzlükle kabul etti. Söylediklerine göre çok güzel vakit geçireceklermiş. Masalarına oturunca biri diğerinin kopyası olan garsonlardan biri gelip ne almak istediklerini sordu. Herkes o sevecen tebessümüyle birbirlerine bir bakış atarak uzunca

siparişlerini verdiler. Tüm siparişler verilince aklı şu anda çok başka yerlerde olduğu açık olan garip yabancı ani bir irkilmeyle takım elbiseli robota bakarak -çorba- dedi. Söze gerek bırakmayan başka diye soran gözlere cevapsa sadece çorba oldu. Limonsuz. Diğerlerinin şen kahkahalarıyla ve onlara katılmak maksadıyla hafif baş sallama ve tebessümle öğle yemeği geçti. İşinin en sevdiği tarafı, iş yerine giden yolda bir başına kalabilmesiydi. Sokaklar düzenli ve kalabalıktı. Çoğu zaman da çok renkli. İnsanların birbirlerine karşı tavırları çok kibar ve sevecendi. İyi ama en küçük bir trafik ışığı duraksamasında ortaya çıkan bu linç edici kin nereden geliyordu. Bir kavga olsa destekleyecek, bir yumruk atmak isteyecek onlarca kişi çıkmayacak mıydı bu kibarlığın içinden? Yanlışlıkla omuz omuza çarpıştığı bir adam özür dilerken aslında aşağılamıyor muydu gözleriyle? Tüm yol boyunca kendisiyle yaptığı bu sohbetler çıkmazlarla devam eder dururdu. Henüz sonuca erdirdiği bir çıkarsaması da yoktu. Tam doğru düşündüğünü sandığı anda tüm düşüncelerini yerle yeksan eden bir şey yaşamıyor veya bir başkasının yaşadığını görmüyor muydu? Bir şeyler yapmakla yapmamak, direnmekle kabul


etmek, eylemle eylemsizlik arasında o kadar çok gelgitleri oluyordu ki, zihnini parçalara bölmek ve her fikre bir tutam azık vermek… tüm bu düşünce muhabereleriyle kendine ha loşluğu olan evine girdi. Kendisini boşluk olarak gördüğü yatağının üstüne bıraktı. Boşluğun içinde, eski sarı sandalyenin üstünde, bir şeyler yazıyormuş gibi, elleri ve parmakları hariç kımıldamayan ve tüm benliğiyle sayfalarda var olan bir karartı görür oldu. Birazdan ölüme götürülecek olan bir idam mahkumunun yaşama dair sırrını yazarken yaşadığı acelecilik ve kaygıyla yazıyordu. Kalkar gibi yapıp karanlığın içindeki karanlığa bakmak istedi, uzunca bir süre kımıldamadan durmanın vermiş olduğu uyuşuklukla masanın yanına kadar gitti. Masanın üstünde açık duran deftere baktı, defterin eskimiş haline biraz da şaşırarak bakarak eline aldı ve sandalyeye oturdu. Yatağa doğru baktığında bir çift gözün kendi üzerinde olduğunu hissetse de okumaya başladı. Yazılanlar hep başkasından bahsediyordu. Okumak için kendini biraz daha zorladı. Okumak bana iyi geliyor diye düşündü. İçimde eksikliğini duyumsadığım ama ne olduğunu tam olarak bilemediğim bir parçaya denk

geliyor dedi. Başkalarıyla değil de kendisiyle yaptığı konuşmalar -bu konuşmalar belki de kitaplarla yapılıyordu- daha uzun cümlelerle oluyordu. Meursault’la yaptığı sohbetler çıkmazlara girmiyor sonuca ulaştırdıkları düşünceler oluyordu. Başkalarıyla yapılamayan bu uzun sohbetlerin memnuniyet verici bir tarafı da vardı. Ciddiyet ona göre pek çoklarını terk etmiş kadim zaman erdemlerinden biriydi. Pek çokları, kendilerini bulundukları durumun ciddiyetine ulaştıracakları bir konuşmanın sonunu asla getirmiyorlar, konuyu mutlaka daha kısa ve sonuçsuz veya sonucu anlamsız bir soruna geçiriyorlardı. Kitaplar ve onların karakterleriyle sohbetin güzel tarafı, taraflarının belli olmasıydı. Sisifos absürtlüğünü fark etse de karakterinden ödün vermeden yapması gerekeni yapar. Bunu başka biriyle konuşmanın ne kadar zor olduğunu elinde tuttuğu deftere bir iç geçirmeyle, kısık bir sesle söyledi. Defterden bunların haricinde pek fazla bir şey okumadı. Birkaç cümleden sonra okumaktan daha çok onunla konuşmuştu. İçindeki karakterin susmak istemesiyle alakalı birkaç kırıntı sözcük kalmıştı aklında. Kendisi de birkaç şey yazacak olsa neler yazardı?


Boşluk. Yokluk, hiçlik ve boşluk o raddede yüksek ve kapsamlı olabilirdi ki, bunların bizzat kendileri, kendi manalarını içinde yok olup hiç olabilirlerdi. Bunu da yazmaya gerek var mıydı? Bir odanın içinde dolaşan ve sorularına cevap bulamayan biri ne yapar? Pencereye yönel, yatağına git, masada otur, ihtiyaç hasıl olduğu durumlarda yemek ye, kirlendiğini sandığın zamanlarda yıkan, tüm bunlar soru sormayı bile gereksiz hale getiren devinimlerdi. Akıl zaten çıkmaz olarak gördüğü sokağın sonuna kadar gidip duvara toslamak istemiyor muydu? Sorular bir bir geçerken zihninin umulmadık bir yerinde delici bir sancı zamanı durdurdu o an. Sancı. Bu kelime dimağında bir süre dolaştıktan sonra kendine yer edinemeyip çıkıp gitmek istedi ancak zihinden çıkan şey vücudun başka bir noktasında kendisine yer ediniyor, sivri tırnağıyla kendine bir dehliz açıp oraya yerleşmek istiyordu. Bir şey doğmak istiyor da yer olarak zihnini, oradan yayılarak bütün vücudunu mu seçmişti? Bu düşüncenin, saçmalığı, kendisine göre şüphe götürmeyen bir durumken, kendisine de bir türlü bu cihette bakamıyor, bulunduğu durumun içine sıkışmışın aksine uçsuz bucaksız bir genişliğin içinde tek başınalığın yarattığı

darlığı yaşıyordu. Belki de bu varlık tasavvurunun dahilinde kendine yandaşlar doğurmak ve onlarla uçsuz bucaksızlığın içinde debelenmek, o hal, durum, yer, evren neresiyse onun özüne karışıp, görünmeyen ama etki eden, kavranamayan ama akla gelen, belki ancak sezgiyle ulaşılabilecek maddenin henüz bilinmeyen bir hali olmak istiyordu. Devamı Bir Sonraki Sayıda...

okurlar_akademisi


/mucizeruhdergi

/mucizeruhdergi.blogspot.com /mucizeruhdergi

MUCÄ°ZE RUH

Kristin Ellis


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.