Alternatif Gençlik Dergisi 1. Sayı

Page 1

Alternatif Marmara Üniversitesi Medya Merkezi Yayınıdır.

Gençlik Dergisi Sayı: 1 Bahar 2018

Deniz

Bayramoğlu

Röportaj: Sevil Atasoy

ile Röportaj

Wattpad Çılgınlığı

Erasmus Günlüğü: Selanik Nomen Est Omen Geziyorum, Gezdiriyorum 1


2 2


Editör’den

Sunuş

M

armara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin bünyesinde bulunan ve öğrencileri sektöre hazırlayan Marmara Medya Merkezi’nde Haber Ajansı ve Tasarım Birimi olarak hazırladığımız “Alternatif” dergimizin ilk sayısı ile sizlerleyiz. Dergimizde yer alan yazılar Haber Ajansı birimi tarafından kaleme alınmış, ilgi ve istekle okumanızı umduğumuz yazılardır. Marmara Medya Merkezi bizleri sektöre hazırlayacak önemli bir basamak ve bizde bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirdiğimize inanıyoruz. Şunu belirtmeliyim, büyük bir heyecanla yayımladığımız bu sayı, ekibimizin ilk tecrübesi… Hatamız olduysa eğer hoşgörünüze sığınıyoruz. İlk sayımızda yer verdiğimiz konulara geçmeden önce dergimize verdiğimiz isimden bahsetmek istiyorum çünkü aramızda “Niçin Alternatif?” diye düşünenler olacaktır. İçerik oluştururken pek çok toplantı yaptık, her birimiz en iyi işi ortaya çıkarabilmek adına ilgili olduğumuz konuları seçtik. Yaptığımız araştırmalar, gözlemler ve yeri geldiğinde aldığımız uzman görüşleri doğrultusunda yazdığımız yazılarla sizlere pek çok alanı içinde barındıran bir sayı oluşturduk. Şimdi sıra bizi anlatan bir isim bulmaya geldi… Toplandık ve hepimiz birkaç isim sunduk. Uzun süren bir beyin fırtınasının ardından kendimize “Biz okuyucuya ne anlattık?” diye sorduk ve tek bir alana yoğunlaşmadığımızı, pek çok çeşitte yazı ve röportaj sunduğumuzu fark ettik. Sizlerinde bildiği gibi alternatif “İzlenebilecek başka bir yol, uygulanabilecek değişik yöntem, seçenek” anlamına gelir. Biz de sizlere pek çok seçenek sunduk, her konuya ilginiz olmasa bile, birkaçına ilgi duyacağınızı düşünerek… İşte tam da bu yüzden “Alternatif” olarak sizlerle buluştuk. Dergimizin ilk sayısı konu bakımından oldukça zengin. Öncelikle yaptığımız röportajlarla başlamak istiyorum. Bu sayıda kapak konumuz olan CNN Türk Gündem Özel programının sunucusu Deniz Bayramoğlu ile hem kendi kişisel hayatına hem de programına yönelik bir röportaj gerçekleştirdik. Bunun yanında Prof. Dr. Sevil Atasoy ile röportaj yaptık. “Haberin Mutfağı” başlıklı yazımızda ise Show TV’nin ana haber sunucusu Pınar Erbaş’la gazeteciliğe dair bilinmesi gerekenler hakkında konuştuk. Yüzlerce kitaba istediğimiz yerden ulaşmamızı sağlayan Wattpad uygulaması üzerine yaptığımız analizleri sizlere sunduk. Yaptığımız röportajların yanında hepinizin ilgisini çekeceğini düşündüğümüz “Emsalsiz İstanbul” yazımızda, İstanbul’da gezip görebileceğiniz yerlerden bahsettik. Yaşantımızda birileriyle tanışırken sorduğumuz ilk şey olan “İsmin ne?” sorusu üzerine düşündük ardından isimlerin ve insanların anlamının peşine düştük ve ortaya Nomen est Omen sayfasını çıkardık. Bunların yanı sıra sizler için sosyal medya dedektifliği yaptık. Özetle edebiyattan sinemaya, geziden spora ve bahsettiklerim dışında daha pek çok konuyu içeren ilk sayımızla karşınızdayız. Uzun soluklu yolculuğumuza attığımız ilk adımda bizlere cesaret ve güç veren herkese teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle…

Sevgi YURTSEVER

syurtsever11@gmail.com


Alternatif Gençlik Dergisi

Marmara Medya Merkezi Nisan 2018 - Sayı: 1

içindekiler

İmtiyaz Sahibi Marmara Üniversitesi Marmara İletişim Fakültesi Adına Dekan Prof. Dr. Cengiz ANIK Genel Yayın Yönetmeni Arş. Gör. Ümit SARIGÖL umitsarigol@gmail.com Editör Arş. Gör. Ümit SARIGÖL Tasarım Arş. Gör. Dr. Gonca UNCU goncauncu@gmail.com Merve YILMAZ merve.yilmz@hotmail.com.tr Erhan KÖSEOĞLU erhanksgl@gmail.com Adres Marmara Üniversitesi Nişantaşı Kampüsü İletişim Fakültesi Şişli/İSTANBUL - Tel: 0212 233 04 47 e-yayincilik.marmara.edu.tr mmm.marmara.edu.tr iletisim.marmara.edu.tr twitter.com/alternatif_gnc Katkıda Bulunanlar Ayşe KARADENİZ Nur GÜN Hasan Melih BÖRÜBAN Berfin BİTİRİM Sevgi YURTSEVER Göksü Damla TETİK Bilge ŞAHBAZ Sena TUFAN Esra İNCE Evren ÇERÇİ Ayşe MEMİŞ İrem ŞENKAYA Ebru TÜMEN İrem YAVUZ Zeynep UZMEN

Yeni Medyadan Yeni Pazarlama Yöntemi: Influencer Marketing:

Dostluk Üzerine

4

8


11

14

22

26

Siber Zorbalık

Wattpad Çılgınlığı

Karanlıkta Diyalog

Haberin Mutfağı

31 35 38 40 44 49 50 53 56 58 62 64 66 70 72

Deniz Bayramoğlu Röportajı Sevil Atasoy Röportajı Kısa Öykü: Sahne Tozu Kısa Öykü: Tik...Tak...Tik...Tak... Filmlerle İyileşmek Kabz-Bast Tesellisi Geziyorum Gezdiriyorum Beş Sevgi Dili Nomen Est Omen Sosyal Medya Dedektifi İstanbul’da Bir Nefes

Sporun Aynası Stefan Zweig Erasmus Günlüğü Kültür Ağacı


Yeni Medyadan Yeni Pazarlama Yöntemi:

Influencer Marketing Ayşe Karadeniz aysekaradeniz.94@gmail.com

B

ir ürünü deneyimlemeden, bir filme gitmeden ya da bir arabayı satın almadan önce sosyal medyada sıkı takip ettiğiniz ve tavsiyelerine güvendiğiniz birinden yardım alıyorsanız sizin de kanaat önderiniz bir influencer olabilir. Onun arkasında ise günden güne büyümekte olan Influencer Marketing pazarı bulunuyor. Son yıllarda internet dünyasında yaşanan gelişmeler geleneksel medyanın dışında yeni medyayı doğurdu. Yeni medyanın ise en popüler üyesi sosyal medya oldu. Sosyal medyanın içerisinde yer alan kullanıcı deneyimini öne çıkaran Influencer Marketing pazarı ise yeni pazarlama yöntemlerinden. Influencer, sosyal medyada çok sayıda takipçisi olan, genelde belirli bir alanla ilgili paylaşımlar yapan, samimiyetine güvenilen, düşünceleri ve kararları insanlar tarafından önemsenen kişi olarak tanımlanıyor. Influencerlar ve fenomenler sosyal medyada yüksek takipçi sayısına ulaşmış kişilerdir ancak ikisini birbirinden ayıran şey influencerların insanları tüketimde etkileyebilmesidir.

4

INFLUENCER MARKETING

Influencer olmak isteyen sosyal medya kullanıcılarına takipçileri arasında samimiyeti yakalayabilmeleri için ilgi alanları hakkında paylaşım yapmaları öneriliyor. Yola marka işbirliği yapmadan başlayan influencer, ilerleyen dönemlerde takipçilerin artan beğenisiyle hedeflediği yere yükselebiliyor. Ayrıca takipçileriyle arasında bir bağ oluşturmaları ve onların ilgilerini çekebilecek faydalı başka konularda da paylaşımları influencerlardan bekleniyor. Biz takipçiler sadece bir ürün hakkında bilgi aldığımızı sanarken ya da çok eğlenceli bir video izlerken bilinçaltımızda markalar hakkında olumlu görüşler oluşturuluyor.


Ağızdan ağıza pazarlamanın dijital (Word of Mouth Marketing) dünyadaki yansıması olan Influencer Marketing, markalarla influencerların pazarlama dünyasında bir araya gelmesidir. Adblock türü programlarla web site reklamlarını engelleyen kullanıcıların gözünde markalar güven kaybederken Influencer Marketing reklamın sempatik yüzü olarak görülüyor. Yapılan araştırmalarda tüketicilerin %68’inin influencerların görüşüne güvenmesi marka bilinirliğinde influencerların rolünü ortaya koyuyor. Son yıllarda PR’cıların harcama kalemine influencerlar da var. Influencer Marketing pazarı 2017 yılında dünya genelinde 1,1 milyar dolardan, 1,5 milyar dolar seviyelerine kadar yükseldi. Türkiye’de ise 30 milyon TL büyüklüğünde seyrediyor. Sektörde influencerların ne kadar kazanacağına dair bir ücret yapılanması bulunmuyor. Onların popüleritesi, içeriğinde markadan ne kadar bahsedeceği, etkileşim oranları, kampanyanın uzunluğu, üye ya da takipçi sayısı gibi birçok parametre fiyatların belirlenmesinde rol oynuyor. Ürün tanıtımlarını desteklemek ve bilinirliklerinin artırılması için markalar, sosyal sorumluluk projeleri ve etkinlikler

Kaynak: creatorden.com

Kaç Tür Influencer Vardır? Micro Influencer:

Takipçi sayısı 10k – 100k

Middle Influencer: Takipçi sayısı 100k – 250k Power Influencer:

Takipçi sayısı 250k üstü

düzenliyor. Yılbaşları, belirli günler, doğum günleri influencerlar için bir hediye zamanı halini aldı. Influencerlar için “Markalardan Gelenler” konu başlıklı video ve fotoğraflar paylaşmak olağanlaştı. Sektör, bu kadar büyümüşken bunu kötü niyetle kullanan sahte influencerlar da var. Markalar ve Influencer Marketing şirketleri, çalışmak istedikleri hesapları yorum, takipçi ve etkileşim yönleriyle inceliyor. Influencer seçiminde takipçi sayıları önemlidir. Micro, Middle veya Power influencer arasından birini seçerken önemli olan ürüne ilgi duyan bir takipçi kitlesine hitap etmesi, konuya hâkim olması ve özgün bir iletişim kurmasıdır. Yüksek sayıda takipçiye ulaşmış

5


her fenomenden bir ürünün tanıtımı ve benimsetilmesinde başarılı olması beklenemez. Daniel Wellington adlı saat markası satışlarını artırmak için yüzlerce influencerla çalıştı. Takipçilerin isimlerine özel %15 indirim kodları vererek saatleri kendi tarzlarıyla harmanladıkları fotoğraflar paylaşmalarını isteyen start-up bir şirket olarak tanımlanan Daniel Wellington, 150.000 dolarlık değerinin 5 yıldan az bir sürede 200 milyon dolara çıkardı. Dünyada görülen başarılı örnekler gibi ülkemizde de bulunuyor. Influencer seçiminde takipçi sayıları önemlidir. Micro, Middle veya Power influencer arasından birini seçerken önemli olan ürüne ilgi duyan bir takipçi kitlesine hitap etmesi, konuya hâkim olması ve özgün bir iletişim kurmasıdır. Yüksek sayıda takipçiye ulaşmış her fenomenden bir ürünün tanıtımı ve benimsetilmesinde başarılı olması beklenemez. Daniel Wellington adlı saat markası satışlarını artırmak için yüzlerce influencerla çalıştı. Takipçilerin isimlerine özel %15 indirim kodları vererek saatleri kendi tarzlarıyla harmanladıkları fotoğraflar paylaşmalarını isteyen start-up bir şirket olarak tanımlanan Daniel Wellington, 150.000 dolarlık değerinin 5 yıldan az bir sürede 200 milyon dolara çıkardı. Dünyada görülen başarılı örnekler

6 6

Kaynak: creatorden.com

gibi ülkemizde de bulunuyor. Youtube, Instagram, Twitter gibi sosyal medya hesaplarında 1.000.000 takipçinin üstüne çıkmış Danla Bilic, fenomen influencerlardan biri. “Roma’da 36 saat geçirdim” adlı videosunda Eyobus adlı bir firmadan bahsederek reklamını yaparken bir başka marka işbirliğinde Flormar’ın fabrikasında yeni bir makyaj malzemesini tanıtıyor. Elidor firmasının kadına uygulanan fiziksel ve psikolojik şiddete dikkat çekmek için gerçekleştirdiği kampanyada Burcu Esmersoy, Birce Akalay, Pelin Akil gibi 30’dan fazla


yayıncının katılımıyla gerçekleştirdiği kampanya #kıyafetimekarışma #istediğimizgibi etiketlerle sosyal medyada yer aldı. 5 milyondan fazla tekil erişime ulaştı. Bir YouTube fenomeni olan Orkun Işıtmak’ın “GECE ALIŞVERİŞ MERKEZİNDE KALMAK!” isimli videosunda Teknosa firması ile işbirliği yapmış ve videosu 11 milyon izlenme alırken markanın YouTube kanalında ise 4 milyon izlenme sayısına ulaşmıştır. Influencer Marketing pazarı günden güne büyürken influencerlar ise iş alanlarını kendini markalarını yaratarak genişletmeye devam ediyor. Önümüzdeki yıllarda ise etki alanlarının gittikçe büyüyeceği görülüyor.

Kaynakça:

http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt10/sayi51_ pdf/6iksisat_kamu_isletme/durgec_pinar.pdf http://www.platinonline.com/pazarlama/halainfluenceri-olmayanlardan-misiniz-836646 https://www.brandingturkiye.com/turkiyedeinfluencer-marketing-reklama-bogulmus-bloglar/ http://dergipark.gov.tr/download/articlefile/392642 https://socialfamo.us/influencer-marketingnedir-101-neden/ http://hypersmag.com/2018/01/02/bilmenizgereken-10-influencer-pazarlamasi-istatistikleri/ http://www.muzafferuzun.com/influencermarketing-hakkinda-hersey/ https://webrazzi.com/2018/02/21/turkiyedeinfluencer-marketing-pazarinin-buyuklugu-30milyon-tlyi-buldu/ http://sibelhos.com/sosyal-medyapazarlamaniza-yon-verecek-instagraminfluencer-istatistikleri https://webrazzi.com/2017/06/13/sosyal-medyafenomenleri-ne-kadar-kazaniyor/

7


Yazı

Dostluk

Nur Gün nurgun93@gmail.com

“Dostluk, sen yanı başımızda kalırsın”

Y

aşama dair ne kazanımlarım olduğunu sorsalar, herhalde sağlam dostluklarım derim. Çünkü beni ben yapan önce ailem sonra dostlarım ve arkadaşlarım olmuştur. Nitekim herkes gibi hayatım boyunca arkadaşlıklarım hep iyi sonuçlanmadı ama kendime katacaklarım ya da kendimde değiştirmem gereken yönlerimde bana epey katkıları olduğunu söyleyebilirim. Peki bu evrensel anlamlar içeren kelimenin daha derinine inmek istersek ve merak edersek neler varmış kim ne demiş bir bakalım. Evrensel anlam dedik ama farklı dönemlerde farklı düşünürler, yazarlar, felsefe insanları farklı anlamlar yüklemiştir dostluğa. Bu yüzden kavramından önce kelime anlamını, daha temelinden açıklamak gerekirse, Eski Türkçede ka kadaş ikilemesi olarak geçtiğini biliyoruz. Ka temel anlamı itibariyle “aynı aileye mensup, yakın akraba, kardeş” demek. Kadaş kelimesi de ka nın morfolojik olarak genişleme biçimi. Tıpkı sır-daş, kardaş gibi. (Dictionary, s. 607). Yakın tarihe geldiğimizde ise, “koruyucu, yardımcı” eş anlamları olan ‘arka’ kelimesinin ekleşmesiyle yeni bir türev ortaya çıkıyor. (Tarama Sözlüğü, 1963) Dost kelimesi köken olarak Farsça’dan gelip, ‘Sevilen insan, muhib, yâr’ anlamına gelmesinin yanı sıra, dini söylemlerde Dost, Tanrı’nın kendisi gibi anlamlandırılmakta. Konuşma dilinde diğer bir anlamı da erkekkadın ilişkilerinde tasvip edilmeyen sevgili, maşuk’tur. Dostun dünya dillerinde karşılık gelen ortak anlamına baktığımızda güven, sevgi ve yardımlaşma temelindeki ilişkiler biçimi olduğunu görürüz. (Luggat Sözlük) Dostluk kavramı, insanlık tarihi kadar 8

“Gerçek bir arkadaş , iki gövdede yaşayan bir ruhtur.” Aristo

eski felsefi ve ahlaki bir sorundur. Felsefede tartışılan dostluk nedir ve nasıl olunmalıdır sorunsalı Aristo ve Platon’unda söylemlerinde oldukça tartışılmaktadır. Dostluk, hem Aristotelesci hem de YeniPlatoncu gelenekte, bütün sosyal ve siyâsi oluşumların kendisinden çıktığı bir durum olarak anlaşılmıştır (Smith, 1934, 49/2, s. 490). Bundan dolayı dostluk, hayattaki en iyi şeylerden birisidir ve dostsuz hayat, birey için son derece kötü bir şeydir. Dostluk kavramı, iyilik, fayda ve haz gibi temel kavramlara dayanması bakımından genel olarak ahlak bilimi çerçevesinde ele alınır. Aristoteles’te dostluk, iyilik, fayda yahut haz adına bireyler arasında karşılıklı olarak kabul edilmiş ve dönüşümlü olarak paylaşılan iyi irâde ve sevgi


ilişkisidir (Sherman, s. 593, 597). Yaptığı sınıflandırmada gerçek ve katıksız olarak adlandırdığı ahlak dostluğunda iyi insanların birbirine ait salt iyi düşüncelerle kurulan arkadaşlığı, haz ve menfaat dostluğundan ayırır; “Bir kimseyi doğası için ve iyilik adına, diğerini yardımsever ve faydalı olduğu için, ve bir başkasını da tatmin edici olduğundan ve zevk için severiz.” (Aristoteles, 1952, s. 369, 1236a 8-9). Aristoteles, menfaat dostluğunu, kişilerin birbirilerine bir amaç ve ihtiyaç uğruna karşılıklı olarak yaptığı gizli anlaşma olarak bahseder. Haz dostluğu ise, daha çok genç kitlenin anı yaşama, hoşça vakit geçirme, eğlenme gibi ihtiyaçlarını kapsayan ilişki biçimidir. Bu tür ilişkilerde ortak çıkarlar ve haz unsurları ortadan kalkana kadar devam eder ve sonu olmayan bu ilişkiler sürekli değildir. Ahlak dostluğu, sürekli olması bakımından da menfaat ve haz dostluklarından ayrılır. Dostluğun özü menfaat yahut haz olduğu sürece, dostluk ilişkisi devam eder; fakat bu gâyeler ortadan kalkar kalkmaz dostluk da sona erer. Ahlak dostluğunun gâyesi iyilik olduğundan ve iyilik süregiden bir şey olduğundan, ahlak dostluğu geçici değil süreklidir (Aristoteles,1941, II, 1156a 20 – 1156b 15).

“ Arkadaşı olmayan

hayatı

y a r ı m y a ş a r. ” Fransız Atasözü

Platon, Dostluk kitabında dost kimdir, iyilerin sadece iyi kimselerle mi yoksa dostluğun tek taraflı sevgiyle mi kurulduğuna, ancak benzer kişilerin mi birbiriyle dost olabileceğine dair tartışmaların ucu açık şekilde ve fikir birliğine varılmakta zorlanan karakterlerin diyaloglarına yer vermiştir. Sonuç olarak Platon, “Benzer, benzerin dostudur” sözüyle, birbirine benzerliklerinden ötürü, yalnızca iyi kimselerin dost olabileceğini; kötü kimselerin kendi aralarında bile dost olamayacaklarını; çünkü benzerliğin,

aynı zamanda kişinin kendi davranışları arasındaki benzerlik, uyum ve tutarlılık demek olduğunu belirtir. (Platon, s. 63) Kant’ta benzer karakterlerin dostluğuna vurgu yaparken, kişinin kendi mutluluğunu, başka birine harcamaya değer kılmanın önemini vurgulamıştır. Ancak mutluluğu bir alma-verme dengesine tutturulması durumunda mutluluğun anlam kazanacağını belirtmektedir: “ İnsan bir başkasının mutluluğu için uğraşırken her ne kadar bir kayba uğruyormuş gibi görünse de, başkaları da onun için uğraştığından kaybettiği hiçbir şey yoktur.” (Kant, 1924)

“Dostluğu hayatından silmiş insan, dünyasından güneşi uzaklaştırmış demektir.” Cicero Önemli düşünürlerin yüklediği anlamlardan tekrar genele geçiş yapmak istiyorum. Epistemolojik bakımdan dostluk, zihinsel sürecin sürekliliği ilkesine uygun olarak, başka zihinleri tanıma gerçekliğine dayanır. İnsanın birilerini tanıma ve kendiyle eşleştirme isteği aslında konuşup anlaşacağı bir arkadaş bulma ihtiyacıdır. Bu kişi her zaman aileden ve yakın akrabadan olamaz, insan bazen kendisini keşfedecek, ortak paydalarda buluşacak bir yabancıya ihtiyaç duyar. Bu yüzden dostlarımız, seçtiğimiz akrabamızdır. Çünkü akrabadan daha yakın ve daha yardımcı olabilen bu yabancılar, zihinsel uyum ve duygusal yakınlık süreciyle seçilirler ve oluşan sarsılmaz sevgi ve güven ilişkisiyle kişiler birbirine bağlanırlar. Kişisel ve gözlemsel bilgilerime dayanarak şöyle bir gerçekte var ki, arkadaşlık başka dostluk bambaşkadır benim için. Aslında sözlük anlamları birbirine yakın olan bu kelimelerde dostluğun daha çok sevilen, güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş, iyi anlaşılan kimse olarak tanımlanırken, arkadaşlığın ise birbirlerine karşı sevgi ve anlayış gösteren kimselerden her biri, refik, yoldaş olduğu yönünde. Tanımı daha kişiselleştirmem gerekir ise benim için dostluk, ailemden hemen sonra gelen,

9


YAZI

10

hayatıma ve zamanıma dahil ettiğim, genelde beni anlayan ya da bana benzemeye daha yakın, birebir olmasa da çoğunlukla aynı fikirlere sahip olduğum, kendisinin beni eleştirmesine izin verdiğim ve düşüncelerine saygı duyduğum, aramızda herhangi bir yazılı anlaşma olmayan, negatif yanlarımızla da birbirimize anlayış göstererek katlandığım, derdime ve mutluluğuma ortak olan kişi/ kişilerden oluşmakta. Sosyal alanımdaki arkadaşlarım ise paylaşmakta sakınca görmeyeceğim genel ve objektif olayları, daha az detayla kurduğum iletişimleri, seyrek görüşmeleri, bazen yakalanan ortak yanları, yaşam tarzlarını, fikirleri ve hareketleri kapsamakta. Görünen o ki, farklılaştığı nokta, benliğim hakkında gerçekleri sunuş biçimim. Dostluk tamamen aynada kendim ile konuşmak gibi. Arkadaşlık ise daha çok algılanmasını istediğim benlik sunuşum. Belki daha az samimi belki daha ört bas edilen hareketlerim, fikirlerim. Baştada bahsettiğim gibi birçok düşünür, filozof, sanatçının da konu olarak işlediği dostlukta, uzun süreçli ilişkileri olan, karakterlerin kendiyle özleştirdiği, iyi-kötü yanları ile kişiyi kabul ettiği bir olgu olarak ele alınmış ve en acısı da “dost kazığı”dır ki bunun üzerine de nice eserler verilmiştir. Örneğin, Aşık Veysel’in; “Dost, dost diye

nicesine sarıIdım, benim sadık yarim kara topraktır.” sözündeki hayal kırıklığı, Necip FazıI Kısakürek’in; “DostIarımı hiçbir zaman satmadım, çünkü hepsi beş para etmez çıktıIar.” gibi serzeniş sözünde görüldüğü gibi, dostluğun bir de acı ve kırıklık getiren, kişinin insanlara bakış açısını değiştiren bir tarafı da olduğu malum. Öyle ki sevgili ile kurulan bağ, hayal kırıklıkları, ilişkilerde süre gelen sevinçler ve acılar adeta dostlukta da yaşanmaktadır. Bundandır ki kişiyi derinden yaralayan beklenmedik durumlar, insanın inançlarının kırıldığı ve kendini dış dünyadan soyutlayabilecek hale getirmekte, bunun sonucunda başka arkadaşlıklar kurmaktan kaçınarak insanlarla aralarına duvarlar örmektedir. Kötü durumlarını ve zorluklarını bir yana bırakırsak eğer dostluk, cinsiyet gözetmeksizin değerlidir. Nazım Hikmet’in dediği gibi; “Biz haber etmeden haberimizi alırsın, yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin. Gözümüzün dilinden anlar, elimizin sırrını bilirsin. Namuslu bir kitap gibi güler, alnımızın terini silersin. O gider, bu gider, şu gider, Dostluk, sen yanı başımızda kalırsın” Ne mutlu gerçek dosta sahip olana.


Siber

ZorbalIk

Melin Durmaz melindrz@gmail.com

Siber zorbalık nedir?

Siber zorbalık deyince aklımıza ne gelir?

Sadece sosyal medyadan birbirlerine küfür eden insanlar mı? Taraftar sayfalarında başkalarının fikirlerini kabul edemediği için saldıran holiganlar mı? Ünlülerin hayatına sokulan burunlar ve yaptıkları iş dışında her şeylerinin yerin dibine sokulması mı? Peki etkileri nelerdir? Sadece atılan yorumların silinmesi ve hayatına devam edilmesi olmadığı bir gerçek. Yüzeysel olarak bakıldığında alt tarafı bir yorum olarak görünen bir şeyin içeriği birçok insan için yaralayıcı olabilir. Görmezden gelindiğinde birçok gencin ve yetişkinin hayatına veya psikolojisine mal olabilir. Gerçek hayatta fikirlerini ifade etmekten korkan, çekinen bireyler kendilerini kamerasına yara bandı yapıştırılmış laptop ekranlarının arkasında güvende hissederler. Bu tarz insanların hedef aldığı gruplar bir noktada birleşebilirler; farklı özelliklere sahip olanlar. Bu gruplar toplumun normlarına uymayan, farklı ırk ve etnik gruplar, eşcinseller, bedensel veya zihinsel engelli bireyler olabilir. Bu durum farklı şehir hatta mahallelere göre değişiklik gösterse de toplum genel anlamda farklılıkları kabul etmede güçlük çeker. Bunu hazımsızlığı 21. yüzyılda göstermenin en zararsız yolu da sosyal medyada hoşlarına gitmeyen durumları insanların hayatını mahvetmeyi umursamadan alay konusu etmektir.

Peki gerçekten nedir siber zorbalık? Siber zorbalık zarar verme, dalga geçmek amacıyla sosyal medya araçlarını kullanarak yapılan düşmanca davranışlardır. Tanımın derinine indiğimizde karşımıza çok sorunlu bir dilin varlığı çıkar. Siber zorbalıkla hayatımıza yeni kelimeler girdi. Birilerini incitmenin yolu olarak karşıdaki insanın zayıf noktalarını kullanmak, yıldırmaya çalışmak ve bunu bilgisayar veya cep telefonu ekranının arkasına saklanıp yorumlar atarak yapmak. Body shaming, yani karşıdaki insanın dış görünüşü, kilosu, boyuyla dalga geçilmesi. Stalking yani kişinin sosyal medya profillerini aşırı derecede saplantıyla takip etmek. Nefret söylemi yani belli bir grubun üyelerini hedef alan aşağılayıcı konuşma şekli. Bu tarz söylemler ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, transfobi içerebilir. Diğer siber zorbalık çeşitleri tehdit, taciz, şantaj, aşağılama, lakap takma, pedofili, sahte hesaplarla kandırma olarak sayılabilir.

Kimler siber zorba?

Bu kadar çeşitli ve herkesin aktif olduğu platformlarda siber zorbalık da spesifik bir grubu ya da yaş grubunu hedef almıyor haliyle. Sosyal medyada aktif olan herkes siber zorbalığa maruz kalabilir. Bu kadar kapsamlı olabilmesi siber zorbalığın küçümsenmemesi gereken bir problem olduğunu gösteriyor. Fakat her şeyden önce bu problemden en çok etkilenen kesim okul çağındaki bireyler. Bu bireyler yine kendi yaşıtları tarafından zorbalığa

11


uğruyor. Ne yazık ki akran zorbalığı diye bir gerçek var. Bilinç oluşturmak ve sorunu araştırmak amacıyla 2007’den beri okullarda araştırmalar ve anketler yapılıyor. Bunlardan biri Ayas ve Horzum’un 2012 yılında üç farklı ilköğretim okulunda 416 öğrenciyle siber zorbalıkla ilgili yapmış oldukları anket. Ankete katılan öğrencilerin %18,6’sı sanal zorbalığa maruz kaldığını, %11,6’sı da sanal zorbalık yaptığını, %37,5’i ise sanal zorbalığa şahit olduğunu belirtmiştir. Sonuçlara cinsiyet yönünden farklılıklar açısından baktığımızda hem geleneksel hem siber zorbalık yönünden Ankara, İstanbul, Eskişehir gibi şehirlerde de yürütülen anketlerle paralel olarak erkek çocuklarının zorba olma ve zorbalığa uğrama yönünden kız çocuklarına oranla daha yüksek olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi erkeklerin sosyal medyada daha fazla aktif olmaları ve kendilerini nasıl ifade edeceklerini bilemeyip şiddete başvurmaları. (Gökalp 2017)

Neden siber zorbalık?

Burada, insanlar neler yaşıyor da siber zorba olma yoluna gidiyorlar sorusuna da bir yanıt bulmak gerekiyor. Teknolojinin kullanımın artması ve her alana yayılmasıyla siber

12

zorbalık geleneksel zorbalık kadar yaygın duruma geldi. Bireyleri siber zorba olmaya iten sorunların altında ise popüler olma çabası, saldırgan davranışlarla arkadaşlar arasında kendini üstün göstermeye çalışma, ilgi çekme çabası, çözüm yolu olarak şiddet, kurbanın bu muameleyi hak ettiği düşüncesi gelebilir. Aile içindeki sorunlar, ebeveynlerin yeterince ilgi göstermemesi ve bunların çocuğa/ergene yansıması öfke problemleri olarak ortaya çıkabilir. Aynı zamanda anksiyete bozukluğu, sosyal yaşama adaptasyon sorunu yaşayan bireyler kendilerini siber ortamlarda ifade etmeyi seçer ve öfke problemleriyle birlikte siber zorba olma yoluna gidebilirler. (Şahin, Aydın ve Sarı 2012: 55) Zorbalığa uğramanın çeşitli sebepleri olmakla beraber hepsinin farklılıkların kabulünün zorluğundan ileri geldiği bir gerçek. Örneğin çoğunluğu beyaz olan bir mahallede siyahi bireyler okulda veya sosyal medyada daha çok zorbalığa uğrar. Eşcinsel veya trans bireyler kimliklerini gizlemek zorunda kalırlar ve bu farklılık zorba bireylere olduğu gibi kendilerine de iğrenç, ayıp bir şey olarak öğretilmiştir. Milliyetçiliğin yüksek olduğu yerlerde farklı etnik kökenden olduğunu ifade etmek her zaman zordur. Genellikle


başarılı insanların başarılarının kıskanılması, yaptıkları iş veya sanatla ilgilenmek yerine bedenlerine, özel yaşamlarına karışılması ve rahatsız edilmesi de siber zorbalıktır.

Siber zorbalık ne gibi sorunlara yol açar? Böylesine önemli bir problemin önemli olmasının asıl sebebi yol açtığı sorunlar. Eğer çözüm üretilemezse siber zorbalık azımsanamayacak ve göz ardı edilemeyecek kadar yıkıcı sorunlar yaratabilir. Çocuklarda ve ergenlerde özgüven problemleri, stres, sosyal ilişki kurmada problem, akademik başarısızlık gibi problemlere yol açabilir. (Whitted ve Dupper, 2005) Zorbalığa uğrayacaklarını düşünerek kendilerini ifade edemeyen, farklılıklarını ucubelik olarak görmek zorunda bırakılan bireyler gittikçe yalnızlaşır ve toplumdan soyutlanabilir. Bu sadece yaşanan dönemde değil bireylerin gelecek yaşamlarında da ilişki kurarken karşılarına çıkabilir. Yapılan araştırmalar zorbalığa uğrayan kişilerin tehdit algısıyla savunma yolu olarak düşmanlık duygusu geliştirebileceklerini göstermiştir. Bazı durumlarda sanal zorbalık anksiyete ve depresyon gibi psikolojik problemlere, hatta alkol ve uyuşturucu bağımlılığına kadar ilerleyebilir ve bunlardan kurtulmak uzun yıllar süren tedaviler gerektirebilir. (Yrbarra, Espelage ve Mitcheel, 2007)

Ne yapmalı?

Ufak çaplı ve önemsiz görünen bu problemin aslında anlattıkça dallanıp budaklanan toplumu ve bireyi direkt olarak etkileyen bir mesele olduğunu görmek hayal kırıklığına sebep olabilir. Hayal kırıklığı bizi bir şeyler yapmaktan alıkoymamalı. Her şeyden önce eğitim kurumlarına büyük sorumluluk düşüyor. Zorbalık toplum yapısına göre farklılık gösterebildiğinden toplum yapısı

da şehir, bölge hatta mahalleye göre değişebileceğinden çalışmaların her okulu ayrı ayrı kapsaması ve bu okulların düzenli aralıklarla anketler yapıp sorunu tespit etmesi çözüm yolu olabilir. Okullardaki rehberlik merkezleri aile ve zorba özellikler sergileyen bireylerle aktif bilinçlendirme toplantıları düzenleyebilir. Bozuk psikoloji zorbalığa neden olabileceğinden zorba kişiyi bilinçlendirmenin yolu psikolojik tedavi olabilir. Bunların yanında bireylere “Atılganlık Eğitimi” verilebilir. (Çankaya 2010: 89) Bu eğitim daha çok çocuk ve ergen yaşta bilinç kazanmayı hedefler. Bireylerde kendilerini korumaları ve sağlıklı iletişim kurabilmeleri için “Güvenli Davranış Kazanımı” geliştirilmelidir. Bu temelde “hayır” demenin ayıp veya kötü bir şey olmadığını, fikirlerini ifade etmenin sorun olmadığını ve saygı göstererek bireyleri cesaretlendirmeyi, kendi bedenleri hakkında karar verebilecek tek merciinin kendileri olduğu bilincinin kazandırılmasını içerir. Bunların yanında sosyal medya kuruluşlarının zorbalık konusundaki katılığını kullanabilir, şikâyet etme ve engelleme yoluyla belli ölçüde zorbalar engellenebilir. Farklılıkları kabul edip uyum içinde yaşayabileceğimiz umuduyla! KAYNAKLAR http://dergipark.gov.tr/download/articlefile/192300 http://www.pdpsikodestek.com/ AtilganlikEgitimi.html http://dergipark.ulakbim.gov.tr/uefad/ article/view/5000152481/5000138293 http://dergipark.ulakbim.gov.tr/cuefd/ article/view/1054000013/cufej.2012.005 https://www.ntv.com.tr/teknoloji/ erkekler-daha-fazla-siber-zorbalikyapiyor,tz30CIbBm0SJe-ceC-CCOw

13


WATTPAD ÇILGINLIĞI:: 14


Gençler Ne

Okuyor? Yakın zamanda ki en popüler uygulamalardan biri haline gelen Wattpad son iki senedir etkisini yitirmeye başlamış görünüyor. Buna rağmen edebiyat dünyasını ve gençleri peşinden sürüklemeye devam ediyor. Berfin Bitirim berfinbitirim@gmail.com

15


16

2006 yılında Kanada’da Allen Lau ve Ivan Yuen tarafından kurulan Wattpad kullanıcılarına ücretsiz metin okuma ve metin yazma kolaylığı sağlıyor. Site birçok ülkede ilgi çekti ve kısa zaman içinde 40 milyon aktif kullanıcıya ulaştı. Ülkemizde de durum farklı değil, Türkiye üç milyon kullanıcıyla dünyanın en büyük üçüncü pazarı. Ülkemizde bu kadar popüler olmasının nedenleri arasında kitap fiyatlarının yüksek olması, yazar olmak isteyen gençlerin Wattpad platformunu bir alternatif olarak görmesi, teknolojinin e-reader ve benzeri yeni okuma stillerini hayatımıza katması olarak gösterebiliriz. Her halükarda gençler Wattpad’i yazar olmak ve kendilerini ifade edebilmek için bir fırsat olarak değerlendirirken, okuyucular da

zaman geçirme aracı olarak gördüler. Popülerliği arttıkça içimizdeki yazarları ortaya çıkarmaya başlayan Wattpad; yüksek okunma sayıları ve tutkunu haline gelen okuyucularıyla yayınevlerinin ilgisini çekmeye başladı. Metnin konusu, yazı üslubu gibi nitelikleri gözetmeksizin en çok okunan hikâyelerin peşine düşen yayınevleri, yazarları edebiyat piyasasına katmaya başladığında Wattpad üzerinden yazılan hikâyeler aynılaşmaya başladı. Gördüğü ilgi arttıkça belli başlı sıkıntılar kendini göstermeye başladı: Popülerlik adına birbirlerine benzeyen hikâyeler, hikâye içeriklerindeki şiddet, cinsellik, sadizm ve mazoşizme varan öğeler ve yazarların küçük yaşları çarpıcı biçimde öne çıktı. Hatta iş öyle bir noktaya vardı ki

Wattpad’in kapatılması için imza kampanyaları başlatıldı. Psikolog Arzu Yazar, Doğan Kitap Genel Yayın Yönetmeni Cem Erciyes ve Yazar Alya Öztanyel’in de katkılarıyla bu konuyu inceledik. İşte A’dan Z’ye Wattpad ve üzerimizdeki etkileri. Wattpad‘da öne çıkan hikayeler çoğunlukla kadın yazarlar tarafından yazılıyor, aynı şekilde okuyucuların çoğu da kadın. Yaşları ise 11 ile 25arasında. Çok okunan metinlerin neredeyse tamamı basılı kitaba çevrildi. Aralarında: •Yabancı, Öznur Yıldırım •Kötü Çocuk, Büşra Küçük •4N1K,Büşra Yılmaz •Sosyopat Pislik & Karanlık Sırlar, Mihri Mavi •Psikopat, Mihri Mavi

Alayına New York, Emine Can gibi kitaplar yer alıyor. Wattpad’in popülerliği arttıkça görmeye başladığımız hikaye profilleri, en fazla okunan metinlerin benzer öğeler taşımaları ve yazmaya başlayan diğer gençlerin de çok okunmak istemeleriyle aynı konulara eğilmeleri sonucu kısır bir döngüye girdi. Genellikle cinsel şiddet, şiddet, sadizm, mazoşizm gibi konular etrafında dönen hikâyelerin esas kahramanları da birbirinin aynısı haline geldi. En çok rastladığımız özellikler, erkeklerde yakışıklı, güçlü, zengin, fiziksel açıdan karşı konulmaz, dominant, sert, fazla konuşmayan ve genellikle yasadışı yollara bir şekilde bulaşmış karakterler olurken kadınlar erkek ve yan karakterlere nazaran masum, saf, fakir, genellikle ailesi


ölmüş yada kötü şeyler yaşamış, sevecen ve ürkek karaktere sahipler ve kadın karakter için baskın şekilde bakire vurgusu hemen hemen her hikâyede karşımıza çıkıyor. Tabi ki bu kitapların ana teması da aşk. Örnek metin: Adam bana döndü ve yürüdü. Elini yanağıma koyarak okşamaya başladı. “Çek elini pislik!” “Tam da Deniz’in sevdiği gibi. Hırçın, seksi ve güzel . Deniz seni bulduğu için şanslı. Acaba yatakta nasılsın?” Bu nasıl pislik adamdı. Demek Deniz ile beni sevgili sanıyordu. Ben de öyle devam ettirdim. “Sana ne pis sapık! Deniz seni bulunca işkence ederek öldürecek.” “Beni bulabilirse neden olmasın bebeğim. Seni yatakta denemek istiyorum.” Örnek metin: “Seni öperken hangi koluna dokunmuştu?” dedi iki kolumu da kendi zihin mahkemesine çıkarırken. “Sol kolundu.” Gözlerin gezinmeyi bıraktı, beynim düşünme yetisini yitirdi, kolumu yakan ateş ise acıyla birlikte çığlık atmama sebep oldu. Uzay birden kolumu bırakınca arkaya doğru sendeledim, ardından da düştüm. “Aptal.” diye bağırdım bağırabildiğim kadar. “Sus!” dedi “Suç sende, dersini alamayan sensin.” Sert Mafya, Bölüm 14, Byesra_lachowski Örnek metin: Makyaj kutusuna yöneldiğinde başımı olumsuz anlamda salladım. “Olmaz öyle şey!” dedi sinirle, “Sen bir kadınsın.” Düşman 99. Sayfa, Meryem Coşkunoğlu Örnek metin: Ateşi dudağıma yaklaştırdığında geri itmek için elimi kaldırdım ama kendisi, ateşi daha fazla yaklaştırmadan durdu. “Dudaklarını yakmam.”

Bu durumdan hoşnut değil gibiydi. “Onlar bana lazım.” Tüylerim dik bir pozisyona gelirken kaçacak bir yer arıyordum ama Uzay’ın bedeni çıkış noktasını kapıyordu. “Seni öperken hangi koluna dokunmuştu?” dedi iki kolumu da kendi zihin mahkemesine çıkartırken. “Sol kolundu.” Gözlerim gezinmeyi bıraktı, beynim düşünme yetisini yitirdi, kolumu yakan ateş ise acıyla çığlık atmama sebep oldu. Uzay birden kolumu bırakınca arkaya doğru sendeledim, ardından da düştüm. “Aptal!” diye bağırdım bağırabildiğim kadar. “Sus,” dedi “Suç sende, dersini alamayan sensin!” Düşman, 44. Sayfa, Meryem Coşkunoğlu Yukarıdaki örneklerde kadın olmayı koşullara bağlayan, kadını ezen, aşağılayan, cinsel obje olarak gören kaba düşünce tarzı ile bezenmiş anlatımla birlikte fiziksel ve psikolojik şiddet bariz bir şekilde gözler önüne seriliyor. Ve yazarları 12-20 yaş aralığında ki genç kızlar. Wattpad üzerinde yazılan kitapların neden daha fazla aşk ve cinsellik üzerine olduğunu sorguladığımızda aslında birkaç farklı noktayı ele almamız gerekiyor. Birincisi günlük hayatta maruz kaldığımız tanıdık konuların işlenmesi. Yaşadığımız toplum dolayısıyla olaylara daha fazla duygu çerçevesinde bakıyoruz. İzlediğimiz diziler, filmler, okuduğumuz kitaplar hatta birbirimizle kurduğumuz ilişkiler çoğu zaman dram üzerine kurulu. Günlük hayatımızda birbirimize empoze ettiklerimiz genelde fikirlerden, düşüncelerden çok duygulardan ibaret olduğu için bireyin dışarı atması gereken şey belki de duyguları. İkincisi yorgunluk. Ülkemizde genci yaşlısı hepimiz yorgunuz çünkü sorumluluklarımız fazla. Özellikle gençler açıcından baktığımızda bitmek bilmeyen bir okul döngüsü, okul sonrası kurslar, özel dersler, daha fazla test daha fazla

17


18

çözme durumu söz konusu. Sonucunda ise ailesinin beklediğini karşılayamamaktan korkan bir gençlik ortaya çıkıyor. Bu da bizi kolay elde edilen, kolay tüketilen, kolay harcanan şeylere itiyor. Şöyle ki üzerinde fazla düşünmemiz gerekmeyen konularda okumayı ve izlemeyi daha fazla seviyor, bu eylemleri yalnızca “kafa dağıtma” olarak görüyoruz. Üçüncü nokta ise gençliğin verdiği heyecan: Ergenlik ile birlikte yeni bir dünyaya adım attığını hisseden birey, kendini ruhsal ve cinsel olarak keşfediyor. Somut İşlemsel Dönem’den (7–11 yaş) henüz çıkmış, soyut düşünmenin derinliklerine yeni dalmaya başlamış olan gençlerin yazdığı cinsellik ve aşk konularını yorumlayan Doğan Kitap Genel Yayın Yönetmeni Cem Erciyes “ Kötü etkiliyor. Fakat ben pozitif bir yönü olduğunu da düşünüyorum. Yani insanların kendilerini ifade edebilmesi her zaman iyi bir şeydir. Sosyal medyanın da insan hayatına kattığı iyi şey budur. İnsanlar çoğu zaman bunu takma adların arkasına saklanarak yapıyor, bu üstümüzdeki baskıdan kaynaklanan bir durum. Wattpad da bir sosyal medya platformu aslında. Ben Wattpad’da bulunan metinleri iç dökme olarak görüyorum. Elbette bunu yaparken yazar olma, çok zengin olma hayalleri kuran gençler de vardır ve bazıları başarılı oluyor. Düşünsenize orada pek çok eşcinsel metin var, hayatları boyunca kimseye söyleyemediğini orada bir öyküye çevirerek binlerce insanla paylaşıyorlar. Bunun özgürleştirici tarafını seviyorum.” diyor. Psikolog Arzu Yazar ise olaya farklı bir açıdan, okuyucu odaklı bir şekilde bakıyor.

“Bu tarz eserlerin verilmesi sıkıntı yaratan bir durum değil. Aksine yazmak sağlıklı bir eylem çünkü içinizde var olan sıkıntıyı bir şekilde dışarı atıyorsunuz. Bazen ben de aynı yöntemi tedavi sırasında uygulatırım. Burada tehlikeli olan kısım yazılanları okuyan bireyler.” Arzu Hanım’ın söylemek istediklerini özellikle açmasını istedim. Burada bireyin ergenlik döneminde olduğunu unutmamamız gerekiyor. Bunun anlamı, değişmeye başlayan bedenle birlikte tüm duyguları en uçlarda yaşayan bir bireyden bahsediyoruz. Arzu Hanım özellikle belirtiyor: “Ergenlik, küllerinden doğmaktır”, yani aslında bir bakıma ölüp yeniden dirilmektir. Kişi bu dönemde kendini tanımaya başlayacak ve ilerleyen dönemlerde kimliğini bulup kendini gerçekleştirecek. Kendini tanıma evresi kendisi kadar ailesi için de sancılı bir sürece dönüşecektir. Şöyle ki; anne baba artık karşısında her istediğini yaptıramadığı bir evlatla karşılaştığında paniğe kapılarak kan kaybetmeye başlayan otoritesini arttırmak için adeta orantısız kontrol ve baskı uygulamaya girişecek buna karşın ergen birey daha da saldırganlaşacaktır. İşte bu noktada kendini dış dünyadan soyutlayacak ve bilinçdışı şekilde ‘Beni ancak benim gibi olan anlar’ fikriyle arkadaşlarına yönelecektir. Kendini izole etmeye başladığı dönemde ise kendini var ettiği dünya eğer yanlış motiflerle bezenirse, gelişmekte olduğu dönem sonrasında da kişiyi istemsizce etkileyecektir. Bu nedenle izlenen ve okunanlar konusunda dış dünya ve kurgu dünya arasında bir denge olmalı diyor Psikolog Arzu Yazar. Belli bir yaşın altındaki yazarların yazdığı çok


gerçekçi ve yerinde cinsel betimlemeler içinse, Genç okuyucularla devam ettiğim sohbetimde bu tarz bir olayın ancak ve ancak cinsellik yahut ise konu eninde sonunda kitap karakterlerine pornografiye direkt maruz kalınma durumunda geliyor. Kızların ağzından onlarca karakter ismi ortaya çıkacağını söylerken çocukların sıkça dökülüyor. Ediz, Demir, Meriç, Kuzey, Poyraz, anne ve babalarını uygunsuz olarak gördüğünü Mehmet. Karakterleri anlatmalarını istediğimde ve ebeveynlerin bundan bihaber olduğunu ise benzer yönler ortaya dökülmeye başlıyor. belirtiyor. Zengin, güçlü, yakışıklı, karşı konulamaz. Bir “Ayrıca 16-17 yaşından itibaren ortaya çıkan tanesi babasının intikamını almak amacıyla ‘Bu beden benim’ bilinci ile birlikte bir takım bir kızı kaçırmış ve psikolojik yönden çöküntü fanteziler hayal edilmesi doğal.” diyor Arzu yaşayan bir adam; bir diğeri ise sevgilisinin Hanım. kıyafetlerine karışan bir zorba. Lise çağında ki okuyucular ise başka bir dertten Kızlar, bu karakterleri sevme nedeni muzdarip durumdalar. 14-18 yaş arasında birçok sorulduğunda kalakalıyorlar aslında. “Yakışıklı” lise öğrencisi sıkılıyor. Okuduklarının farklı oluyor genelde cevap ama o saniyelik olmasını tercih ediyor. Okul baskısıyla karışmış duraklamada aslında daha önce bu sorunun olan aile otoritesi altında nefes yanıtının düşünülmediği alamadıklarını belirten gençler hissediliyor. Gerçekte tüm bu Wattpad kitaplarını eğlenceli, etrafımızı saran “maço erkek” kafa dağıtıcı buluyorlar. kavramını duyduklarında Wattpad’da çok okunan onaylamıyorlar, toplumun “Ben Wattpad’da kitaplardan Karanlık Lise’nin parçası olmalarını istemiyorlar bulunan metinleri yazarı Alya Öztanyel de aynı fakat tam tersine o adamların iç dökme olarak noktaya parmak basıyor. hayali versiyonlarını bayıla bayıla görüyorum.” Kendisine, “Niçin bu kadar okuyorlar. olaylı bir okul yarattınız?” diye Bu olguya psikolojik açıdan sorduğumda aldığım cevap ise bakan Arzu Hanım bunu okuyucuların ruha halinin bir anlayabilmemiz için ilk çağlara yansıması adeta. kadar dönmemiz gerektiğinin sinyallerini Yazmayı kendi kendine öğrenen ve ilkokula veriyor. Arzu Hanım’ın açıklamalarını geldiğinde kompozisyon yazarken başarısını dinlediğimizde anlıyoruz ki erkekler içten içe keşfettiğinde yazarlık yolunda ilk adımı attığını evlatlarına bakabilme potansiyeli yüksek, anaç söyleyen Alya Öztanyel ilk anda amacının kitap bir kadın bulmak için kodlanmışken, kadın basmaktan çok uzak olduğunu, yazmanın onun eve yetebilecek, güçlü, kuvvetli bir adam için için tatil anlamına geldiğini, kazandığı tek kodlanmış durumdadır. Gücü temsil eden çıkarın iç dökme olduğunu ekliyor. olgular ise özellikle ergenlikle dönemiyle “16 yaşıma geldiğimde okulumdan nefret beraber bireyde değişim gösteriyor ve güzellik, ediyordum. Asosyal bir okulda okuyordum ve yakışıklılık, zenginlik, kas gücü, ünlü olmak ben de aksine yerinde duramayan, kıpır kıpır gücün işaretleri olarak algılanıyor. Bu algının bir kızım. Monotonluktan bunaldım ve en oluşmasında en etkili olan figür ise ebeveynler. azından kafamda bir okul yaratayım oradaymış Özellikle de anne. Bebeklikten bu yana gelen gibi hissedeyim kendimi diye düşündüm. tüm baskı ve yetiştirilme tarzı eğer bireyin Sonra da Karanlık Lise ortaya çıktı. Aslında kişiliğinde bir çatlak açtıysa aşırılık o çatlaktan kendi monotonluğum içinde nasıl bir farklılık sızıyor ve şiddete hatta mazoşizme yol açıyor. yaratırım diye düşündüm. Bunu da karakterler Arzu Hanım, Wattpad romanlarında sıkça üzerinden yaptım. Her karakterin kendine özgü rastladığımız masum kızın, hırçın oğlanı dertleri var. Keşke böyle arkadaşlarım olsaydı iyileştirme takıntısını aileden gelen derin fikrinden değil, keşke olay olsaydı fikrinden yola bir değersizlik hissine bağlıyor. Aile çocuğa çıktım. Hep kendi hayatımdan farklı kişileri gereken şekilde birey muamelesi göstermediği yazdım.” veya üzerinde aşırı derecede baskı uyguladığı

19


20

durumlarda kendini iyi ifade edemeyen ya da sevginin nasıl olması gerektiğini tam olarak kafasında oturtamayan birey ya kendini daha önemli hissetmeyi başkalarını iyileştirmeye çalışarak gerçekleştirecek yada kendisini parçalayıp, üzerinde zor kullanan başka bir birey tarafından manipüle edilmeye devam edecektir. Bunun sebebi budur ve ne yazık ki sevginin tanımının bu olduğuna inanır. Wattpad üzerinde bu tanımlara uyan birçok hikâye karakterine rastlamamız mümkün ve bu karakterler aslında yazarların hayat tecrübelerinin yahut fantezilerinin bir aynası niteliğinde. Bu bağlamda erkeklerin daha az kullandığı Wattpad platformunda sadist, psikopat erkek karakterleri yazan yazarların genç kızlar (genelde 12-20 yaş arasında) olduğu su götürmez bir gerçek ve bunun fantezi dahi olsa, okurun hayat görüşünü etkileyerek onun gözünde şiddeti normalleştirebilme ihtimali yüksek. Ayrıca genç kızların şiddete bakış açılarını pozitif hatta sevimli hale getirip yazmaları, ataerkil toplumun hâlihazırda erkeklere yüklediği fiziksel güç olgusunu da pekiştiriyor ve köklendiriyor. Wattpad eserleri üzerinde sıkça rastladığımız karakterlerle ilgili düşüncelerini Doğan Kitap Genel Yayın Yönetmeni Cem Erciyes şu şekilde açıkladı: “Genellikle kötü çocukla başlayan standartlar var. Benim gördüğüm kadarıyla, lise hayatına dair özverili kız, hırçın oğlan şablonu çok iş yapıyor ve bu şuan televizyonda da çok iyi iş yapan bir şablon. Dünyada da bunun izlerini görüyoruz. Bizim bastığımız Grinin Elli Tonu serisinde de böyle öğeler vardı, zengin ve güçlü adam, özverili kadın birbirlerine aşık olurlar ve kadın erkeği iyiye dönüştürür.” Anneler ise bu hususta ikiye ayrılmış durumdalar, bazısı bunu fazlaca önemserken farkında olmayan bir kesim de mevcut. Sırf kızı Wattpad okumasın diye tabletini elinden alan bir anneye sorduğumuzda kesinlikle karşı olduğunu savunuyor. “Kitabın, kağıdın suyu mu çıktı? Gözleri çabuk bozulacak. Ayrıca orada okuduklarının konularından hoşlanmıyorum.” derken, bir örnek de Psikolog Arzu Yazar’dan geliyor. Çok kitap okuyan bir genç kızın ailesi tarafından getirildiği ve Wattpad okuduğu için ailenin

endişeli olduğunu anlatıyor ve ekliyor. “Konu aslında çok okumak değil. Okunan metinlerin içeriği önemli olan.” Devamında ise ailelerin, çocukların her hareketinde esas etken olduğunu bir kez daha vurguluyor.“Çocuk ailenin termometresidir. Eğer çocukta bir sıkıntı varsa ailenin sisteminde sıkıntı vardır.” Edebiyat Dünyasında Ki Etkiler “Okuduğunuz eser sizi fikren yükseltip, içinizi iyi duygularla doldurmalıdır.” Alexander Pope Wattpad yazarlarına bakış açıları da bu ve bunun gibi nedenlerle ayrılıyor. Yazar olabilmek için canını dişine takmış, emek vermiş, yıllarını harcamış yazarların bazıları Wattpad’a tamamen karşıyken bazıları teknolojinin nimetlerinden faydalanan gençliğe hak veriyor Alya Öztanyel de benzer bir ifadeyi gün yüzüne

çıkartıyor. “Buna iki açıdan bakmak istiyorum birincisi okurların velileri açısından ikincisi de edebiyatın saygıdeğer üstadları bakımından. Velilere gelirsek; benim imza günlerimde iki sıra olur, bir okuyucularım bir de aileleri ve aileler bana teşekkür eder. Hiç kitap okumayan kişilerin artık bir okuyucu haline geldiğini belirtirler. Edebiyatçıların bakış açısı ise daha farklı. “Siz süpersiniz!” diyenler de, “Ben hayatımı yayınevi kapılarında harcadım.” diye düşünenler de var. Ve ben her türlü düşünceye saygı duyuyorum.” Yayınevlerinin de işin içine daha aktif olarak girişiyle Wattpad kitaplarının basılı kitaplara dönüşmesiyle beraber merak ettiğimiz sorular arttı elbette. Cem Erciyes telif hakkı süreci ve


18 yaşından küçük yazarlara uygulanan prosedür hakkında bilgi verdi. “18 yaşından küçük yazarlar, medeni hukuka göre ailelerinin sorumluluğu altında oldukları için aileleriyle gelip sözleşme yaparlar.” Yazarlar ile Wattpad yazarları arasında çok bariz fark olmadığını da belirtti. “Hukuki açıdan, yaptığımız sözleşmelerde hiçbir fark yok. Neticede sözleşme imzalanıyor fakat şunu unutmayın her yazarın koşulları birbirinden farklıdır. Çünkü her yazarın okuyucu sayısı, yayınevindeki yeri farklıdır. Buna bağlı olarak Wattpad yazarlarının koşulları da bazen normalden daha iyi bazen daha kötü olabilir. Şunu da belirteyim Doğan Egmont Kitap bünyesinde çok fazla Wattpad yazarı yok. Ama şunu da eklemek gerekli çok iyi şartlarda sözleşme yapan Wattpad yazarları biliyoruz.”

Basım aşamasına gelindiğinde ise yazılanları yayınevinin kurumsal kimliğine göre yazılan romanın basılıp basılamayacağı hakkında toplantı yaptıklarını ve yazarla görüştüklerini anlatarak devam ediyor. “Bize gelen her dosya inceleniyor ve basılmadan önce ki son toplantıda yazara fikirlerimizi sunuyoruz. Çıkartılacak veya değiştirilecek kısımla ilgili veya tersi olarak ilave yapılmasını isteriz. Ben özellikle ilgilendiğim dosyalarda, yazarlara son söz olarak hep eser sahibinindir derim. Bizim söylediklerimiz sonuçta fikirdir. Yazar düşünür, kabul ederse kitabı yayınlarız. Kabul etmezse biz oturup durumu inceleriz o kitabı var olan haliyle basıp basamayacağımıza karar veririz.” Alya Öztanyel ile yaptığımız sohbet

sırasında bu konuyu da konuştum. Kendisinden böyle bir şeyin talep edilmediğini aksine her zaman editörleri tarafında desteklendiğini ve fikirlerinin gelişmesine yardımcı olunduğunu anlatırken bir yerde sanatın filtrelenmesi gerektiğini de savundu. “Her şeyin sınırı olmalı. Edebiyat sanattır, sanatta sanatçı sınırlandırılırsa o sanat olmaz aslında. Sınırlandırılmamalı ama filtrelenmeli. Ben sınırlandırılma ve filtrenin farklı olduğuna inanıyorum. Eğer kamu yararına bir durum varsa yumuşatılmalı. Bunu yapacak kişinin kim olacağı da çok önemli.” Psikolog Arzu Yazar, yazılmasına değil fakat okunmasına sınır getirilmeli, diyor. Belli bir yaş grubunun kontrollü okuma yapmasının sadece Wattpad için değil tüm okumalar için gerektiğini belirtiyor. Fakat öyle görünüyor ki gençler Wattpad üzerinden yazıldıkça okuyacak, okudukça yazmaya devam edecekler. Okuma oranlarının bu kadar düşük olduğu ülkemiz şartlarında okuyan nesil her şeyden daha kıymetli olsa da ne okuduğumuz da çok önem arz ediyor. Bu durumun Wattpad ile doğrudan ilişkisi yok. Wattpad’in içimizden çıkarttığı, bastırılmış karanlık tarafımızla ve bunun popülerleşmesiyle doğrudan alakası var. Wattpad üzerinden edebiyat dünyasına kazandırılan güçlü kalemleri tenzih ediyorum fakat dinlediğimiz müzikler, izlediğimiz filmler, haberler, komşular ve özellikle okuduğumuz kitaplar bizler farkında olmasak dahi hayatımıza yön veriyor. İnsan tek başına yaşayabilen bir varlık olmadığı gibi dış dünyaya kendini kapatamaz. Beyninde filizlenen her bir yeni fikir aslında kendimize sunduğumuz hayatın, yaşadıklarımızın bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Bu da farkında olmayı gerektiriyor. Okuduklarımızın farkında olmalıyız. Biz ‘öylesine’ okuyup geçmiş olsak bile beynimiz, onu maruz bıraktıklarımızı sünger gibi çekiyor, iç dünyamıza katıyor, sonunda bizden bir parçaya dönüştürerek hayatımıza aktarıyor. Belki de üstünde bolca durduğumuz şiddet, cinsel taciz gibi kavramlar gözümüzde normalleştiriliyor. Bizi daima ileriye götürecek şey okumaktır. Gençleri gerçekten dinler ve anlarsak kendilerini ifade etmek için daha doğru yollar ve biçimler bulabileceklerdir. 21


KARANLIKTA

DİYALOG

Karanlıktan çok korkan birini düşünün. Belki de bu sizsiniz, benim gibi, karanlığı düşünmek bile içinizi korkuyla doldurabilir. Peki, bu zamana kadar en fazla ne kadar yaşadınız karanlığı, yalnızca elektrik kesintisinde mi, yoksa gece uyumaya çalıştığınız o zamanlarda mı? Günün birinde o bir saat bile yaşayamayacağım karanlığa “mahkûm olma” ihtimalimi düşünerek, karanlıkta diyalog sergisini ziyaret ettim. Karanlığın sonsuzluğu ifade ettiğini düşünen biri olarak ben, sizinle geçirdiğim 1 saatlik karanlığımı paylaşacağım. Ya da benim için sonsuzluğu... Sevgi Yurtsever syurtsever11@gmail.com

B

ir saat önceden gittim etkinliğe, benden önce giren insanların tepkilerini izlemek istedim. Oturdum bir köşeye, çıkan insanlara “İçeride neler hissettiniz?” diye sordum. Mutlu insanlar gördüm önce, çıkarken gözlerini ışıktan rahatsız olurcasına kısmış, birkaç saniye sonra tamamen etrafına bakabilecek şekilde gözlerini açmış ve gülümseyen insanlar... Onlara doğru yöneldim, “İçerisi nasıldı, neler hissettiniz?” diye sordum. Yüzüme uzunca baktı biri, sonra gülümsedi ve “Şu an yüzünü görebildiğim için şükrediyorum.” dedi. O andan sonra kendime söz verdim, ‘içeride ne yaşarsan yaşa haline şükretme, gerçekten günün birinde o çok sevdiğin renkleri, insanları, yerleri görememe ihtimalini düşünerek yaşa, bu şekilde deneyimle.’

22

Etrafıma bakınmaya devam ettim ve ağlayarak çıkan birini gördüm, korkudan ağladığını

düşündüm başta, benim gibi karanlıktan korktuğunu, bu yüzden ağladığını düşündüm. Gittim yanına, onu bu denli etkileyen şeyin ne olduğunu sordum, bana döndü ve “Gözlerimi kapayan aslında ışıkmış, buna ağlıyorum.” dedi. İşte o zaman anladım ki, karanlık gözlerin görmemesi değil, yüreğin o ışık içerisinde dışarıya kapalı olmasıymış. Vaktim geldi sonunda, içeriye girdim. Yanımda en yakın arkadaşım geldi, Yasemin, bu yüzden içeriye girerken biraz rahattım. Karanlık düşüncesini atmıştım içimden, güvenebileceğim biri vardı yanımda. Dokuz kişiden oluşan bir gruptuk, hiçbirimiz birbirimizi tanımıyoruz, yalnızca yüzlerimizi gördük kısa bir süre. Ellerimize görme engellilerin kullandığı değneklerden tutuşturdular. İnanır mısınız, nasıl kullanacağımı bile bilmiyordum. Bize içeriye kadar eşlik eden


kişi grubun başında kimin olmak istediğini sordu. Önce bir sessizlik sardı etrafı. O kişi asla ben değildim, tahmin edersiniz ki, ben sonda olan kişiydim. Arkadaşım benden bir önceydi, içeriye girene kadar elini tuttum. Ve işte o an, içeriye girdik, her yer kapkaranlık, bir ışık arıyor gözlerim, küçücük bir ışık kaynağı... Bir duyuyu kaybedince insan, diğer duyularının kuvvetlendiğini söylerler, bunu bizzat kalp atışlarımın sesini net bir şekilde duyabiliyor olmamdan anladım. O kadar karanlık, o kadar sonsuz ki içerisi... İlk 1 dakika, rehberimizi tanıyoruz, arkadaşıma ben çıkmak istiyorum diye fısıldıyorum... Sıkı sıkı tutuyor ellerimi, ben yanındayım, diyor. İçeride güç aldığım iki şey var, biri arkadaşımın elleri, diğeri ise rehberimizin sesi. Birini dokunarak, diğerini ise duyarak hissediyorum ama asla göremiyorum. Turumuz başlıyor, öncelikle sol elimizle duvara dokunarak hareket etmemizi istiyor rehberimiz. Çok heyecanlanıyorum, sağımı solumu karıştıracak kadar da korkuyorum. Arkadaşıma fısıldıyorum sürekli “Buradasın değil mi? Yanımdasın.” diyorum. İlk olarak bir parka giriyoruz. Kuşlar ötüyor etrafta, su sesleri duyuyorum. Rehberimiz hayal edin diyor, canlandırın zihninizde nerede olduğunuzu. Aramızdan biri hayalindeki parkı anlatıyor şu sözlerle: “Şu an koskocaman bir parktayım, etrafımda yemyeşil ağaçlar var. Kuşlar var, insanlar oturuyor, çocuklar koşuyor. Etraf yeşil, yeşil, yemyeşil...” Anlıyorum ki, görme duyusunu kaybedecek olsa, en çok yeşil rengini özleyecek... Rehberimiz ekliyor ardından “Kedileri duymuyor musunuz?” diye. O an fark ediyorum, hayalimde yer vermediğim o kedilerin seslerini duyuyorum. Rehberimiz bizim gözlerimiz oluyor adeta. Gruptaki 9 kişinin de birbirinden bambaşka şeyler hayal ettiğini anlıyorum. Ben koskocaman bir süs havuzu etrafında kuşlar ve oturan insanlar hayal etmişken, bir diğerimiz yemyeşil ağaçların olduğu bir parkı düşlüyor. Ne kadar farklıyız aslında, dışarıda gittiğimiz yerler belli, gördüklerimiz belli, peki ya hiç görmeyen bir insan bunun hayalini nasıl kurabilir ki? Park turumuzun ardından, bir cadde de

buluyoruz kendimizi, rehberimiz Akın Bey şimdi bekleyin diyor, karşıya geçeceğiz. O sıra arkadaşım Yasemin’i kaybediyorum, yine bir korku sarıyor içimi. Şimdi nasıl geçeceğim karşıya? İşte kayboldum dedim kendi kendime. Şimdi karanlıkta yolumu bulamayacağım. O ana kadar gözlerim açıktı, ışık arıyordum hep, kapattım gözlerimi. Duyduğum seslere odaklandım. Rehberimizin sesinin nereden geldiğini anlamaya çalıştım, onun sesine doğru yürüdüm. Rehberimizin hisleri o kadar kuvvetli ki, sanki benim orada kaldığımı anlamışçasına “Buradayım, sesime doğru gel, buraya gel.” diye seslendi. Rahatladım, sese doğru gittim, ellerini uzattı ve kollarımdan tuttu, işte geldin dedi, başardın… Bir sonraki durağımız olan İstiklal Caddesi’ne geldik. Etraftan müzik sesleri geliyor, bilirsiniz o İstiklal Caddesi’nde hep sokak müzisyenleri olur. Ben ilk olarak klarnet sesi duyuyorum, ardından insanların şarkıya eşlik edişini… Akın Bey sesleniyor hepimize, “Hayallerinizi kurun bakalım nasıl bir İstiklal Caddesi hayal ediyorsunuz.” diyor. O an anladım ki, ben zaten bu zamana kadar gördüğüm ne varsa onları düşlemişim. Bildiğim İstiklal Caddesi’ni, bildiğim parkları, bildiğim caddeleri düşünmüşüm hep. Rehberimiz bizden bunu istemiyordu oysaki yepyeni bir yer düşünün, nasıl bir yerde olmak isterseniz onu düşünün, zaten orada olacaksınız demek istiyordu bize. Hayallerin sınırları olmamalı hiçbir zaman, bense kendimi bildiğim şeyin içerisine bırakıyordum, sanırım kendimi daha güvende hissedebilmek için… Turumuzun en zorlandığım kısmı, tramvaya biniyoruz. Bir basamak çıkıyor önüme, takılıyorum. Yalpalayanlar oluyor elbet, seslerini duyuyorum. Ama ben geçemiyorum bir türlü. Yine çaresiz kaldığımı hissediyorum, rehberime sesleniyorum hemen: “Akın Bey, ben burada kaldım!” Nasıl anlıyor ne tarafta olduğumu bilemiyorum ama “Hemen geliyorum.” diyerek geldi yanıma tuttu yine kollarımdan. Bindik hep beraber tramvaya, koltuklara oturun dedi. Bu sefer bulacağıma inandım ve hemen buldum kendime bir yer.

23


Kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan… Alışıyormuş insan demek ki, üstelik gözlerinizi kapatarak ilerlediğinizde, hisleriniz yönlendiriyor sizi. Turumuza “film dinlemek” için girdiğimiz bir odada devam ediyoruz. Rehberimiz sesleniyor bize, sağınızda koltuklar var, yerleşin bakalım diyor. Herkesin oturmaya çalıştığını çıkan seslerden anlıyorum fakat bir türlü kendime yer bulamıyorum, bir yandan da birine çarpacağım korkusuyla olduğum yerde kalıyorum. Filmi dinlemeye başlıyoruz şimdi, gruptan biri –nasıl olduğunu anlamasam da- biri ayakta kaldı sanki diyor, gülerek “Evet ben yer bulamadım diyorum.” ve bir anda ellerini uzatıyor bana, gel buradayız diyor. O kadar garip ki, dışarıda böyle bir şeyle karşılaşsam belki kimse bir el uzatmayacak ama içerideki karanlık, insanın yardımlaşma duygusunu en üst seviyeye çıkarıyor. İçeriye girerken yüzlerine dikkatlice bakmadığım, yalnızca isimlerini bildiğim insanlar, önümüze bir engel çıktığında, arkada kalanı uyarıyor, yer bulamayınca oturmasına yardımcı oluyordu… Zaman geçtikçe ve o karanlığa alıştıkça, yalnızca rehberimiz değil, bizde birbirimizin gözleri olduk.

24

Artık sona yaklaştık, başta sonsuzluk olarak düşündüğüm yerden şimdi çıkmak istemiyorum, biraz daha kalmak, hissetmek istiyorum. Bir kafeye oturuyoruz, rehberimiz

bize ne almak istediğimizi soruyor, çikolata, kek, bisküvi ne isterseniz var diyor. Önce bir sessizlik oluyor ama ben tutamıyorum kendimi, çikolata istiyorum diye sesleniyorum. Gruptaki arkadaşlarım gülüyor ve ardımdan onlarda çikolata istiyor. Çikolatanın parasını öderken aramızdan biri soruyor “Verilen paranın ne kadar olduğunu nasıl anlıyorsunuz?” Rehberimiz hemen “Arkadaşlar siz muhtemelen bunlara hiç dikkat etmemişsinizdir ama her paranın boyutu farklı.” diyor. Sonrasında ben engelinin doğuştan mı, yoksa sonradan mı oluştuğunu soruyorum. Görme yetisini yavaş yavaş kaybettiğini, şuan da biraz ışık gördüğünü söylüyor rehberimiz. Ardından dünyaya tekrar gelsem diyor, yine aynı hayatı yaşamayı isterdim, görerek değil, hissederek yaşamayı tercih ederdim. Sonrasında asla tahmin edemeyeceğimiz bir şey söyledi bize rehberimiz. “Arkadaşlar ben DJ’lik yapıyorum biliyor musunuz?” Gerçekten o an engel diye bir şeyin olmadığını anladım. Bir şeyleri yapmanın önüne geçen tek engel düşüncelerimiz. Fiziksel anlamda bir engel yok, olmamalı, hayata tutunmanın önüne geçmemeli. Ben içerideyken rehberimizden yalnızca karanlıkta nasıl hareket edeceğimi değil, hayata tutunmanın ne demek olduğunu öğrendim. İşte şimdi sona geldik. Çıktığımda ışık öyle rahatsız etti ki 2 dakika boyunca ellerimle kapattım gözlerimi, alışamadım. Hemen gruptaki arkadaşlarımla konuşmaya başladım. İlk girdiğinizde neler hissettiniz diye

’’


sordum, benim gibi hisseden var mı merakıyla… Elbette korkmuşlar hepsi ama benim aksime çabuk alışmışlar. Bahsetmiştim size, parkta gezdiğimiz sırada bir arkadaş, hayalini anlatırken etrafın yemyeşil olduğunu söylemişti, çıktığımızda sordum kendisine: -Buraya neden geldin? +Bende göz tansiyonu var ve bu hastalık tedavi edilmediğinde görüş alanınız daralıyor, zamanla görme yetinizi kaybediyorsunuz. Bende günün birinde “onlardan biri” olabilirim, işte bu yüzden deneyimlemek istedim. -Şu an nasıl hissediyorsun? +Başta korkmuştum ama şu an çok huzurluyum. İçeride kendimle ilgili yeni şeyler keşfettim, gerçekten hayal edebiliyormuşum, belki bir boşlukta yürüdük ama ben hayalimde çok farklı yerlerdeydim. Özellikle şunu çok iyi anladım, ben renkleri çok seven biriyim, şuan görmek istediğim tek renk yeşil, yeşili özledim. Tam o sırada gruptan biri, çok utandığını söyledi. Neden diye sorduğumda, “İçeride rehberimize özel okulda mı okudunuz diye sordum, sanki başka bir alternatifi yokmuş, başka bir şey yapamazmış gibi…” dedi. Bir an düşündüm ben de, içeride yaşadıklarımı, hissettiklerimi. İçerisi tamamen güvenli bir ortam olarak hazırlanmış, ayrıca gruptan ayrıldığımızı hissettiği an bizi yönlendirmek için yanımızda bir rehberimiz var ve ben tüm bunlara rağmen çok zorlandım. Basamaklara çarptım, sağımı ve solumu karıştırdım, elimdeki değnekle insanlara çarptım… Peki ya dışarıda, bizim görerek hâkim olduğumuz bu dünyada, görmeyen insanlar ne tür zorluklarla karşılaşıyorlar? Elbette hepimiz biliyoruz, anladığımızı sanıyoruz ama yaşamıyoruz. Ve ne yazık ki, yaşamadan anlayamayacağız. İşte bu yüzden ben bugün görme engelli olarak parkta yürüdüm, tramvaya bindim, İstiklal Caddesi’ni gezdim, sinemaya gittim. Ama bunların hiçbirini yalnız başıma yapmadım. Hep yardım aldım, çünkü kendime

inanmadım. Başarabileceğime inanmadım, rehberim “başardın” dediği zaman bile “sayenizde” dedim. Görme engelli birini tanıdım bugün, daha doğrusu “farkında olmadığım” birini… Kendisi benim gözlerim oldu, yalnızca sesi ve elleriyle… Farkında değilim diyorum ama elbette empati kurdum bu zamana kadar. “Anlamaya çalıştım” yaşadıklarını. İnsan yaşamadan bazı şeyleri anlamaz derler ya hep, çok doğru aslında, hissetmeden anlayamıyormuş insan. Boşuna diyormuşum “ben seni anlıyorum, ne kadar zor bir hayat.” diye. Acımakmış bu, üzülmekmiş sadece. Ben bugün çok daha farklı bir şekilde gezdim İstanbul’u. Dinledim, dokundum, kokladım, hissettim. Ama asla görmedim, bu yüzden daha özgürdüm ve yeni bir İstanbul yarattım… Girerken kendime bir söz vermiştim, siz de hatırlarsınız, halime şükretmek için değil, gerçekten o karanlığı yaşamak için geldim ben buraya diye. Çıktım ve halime şükretmiyorum, yarın veya bir gün öyle bir hayatı yaşadığımda, hayallerimin sınırları olmadığını ve kendime yeni bir dünya yaratabileceğimi biliyorum. Bu yüzden bunun adı yalnızca karanlığı yaşamak olmamalı, çok daha ötesinde, karanlığı fethetmek olmalı…

25


Haberin Göksu Damla Tetik / goksudamlatetik@gmail.com Bilge Şahbaz / bilgessahbaz@gmail.com

26

İletişim Fakültesi’nde okuyan iki Gazetecilik öğrencisi olarak mesleğimize dair gerçekleştirmek istediğimiz birçok hayalimiz vardı. Yoğun bir sınav döneminden geçtikten sonra birimiz istediği yere gelmişken birimiz hiç beklemediği bir yerde bulmuştu kendini. Bu farklılığa rağmen insanlar konuşa konuşa anlaşır misali birbirimizi tanıdıkça ortak bir noktada fikirlerimizi birleştirmeye başladık ve haberin her alanında deneyim kazanmış isimlerle bir araya gelerek ‘Haber’ denilince akla gelen her soruya cevap bulmak için yola çıktık. İlk röportajımız için Show TV Ana Haber spikeri Pınar Erbaş ile Habertürk binasında buluştuk. Yayından henüz yeni çıkmasına rağmen tüm enerjisiyle bizi karşıladı. Daha İletişim Fakültesi birinci sınıfta okurken eş zamanlı olarak Habertürk bünyesinde staja başlıyor Pınar Erbaş. Başlayabileceği en temel noktadan tabiri caizse tırnaklarıyla kazıyarak bu günlere geliyor. Habertürk’te yaşam ve sanata ilişkin çeşitli röportajlar yapıyor, insanları, sokakları tanıyor... Buna istinaden haberciliğin hangi alanında başarılısınız diye sorarsanız bence ben iyi röportajcıyım diyor ve başlıyor adım adım yolculuğunu anlatmaya... Biraz görerek işin içinde olarak insan gazeteciliğine yön veriyor, içselleştirmek gerekiyor. Sizi sizden tanıyalım istiyoruz. Pınar Erbaş kimdir, neler yapar? Bize biraz bahsedebilir misiniz? Memnuniyetle bahsederim ama bunu biraz kariyer açısından değerlendirerek anlatayım kendimi, ya da şöyle söyleyeyim Pınar Erbaş 1981 doğumluyum, İkizler burcuyum. Eğitimimi ilkokul, lise, üniversiteyi Galatasaray bünyesinde tamamladım sonra İletişim Fakültesi’ne girdim ve eş zamanlı olarak birinci sınıfta bu binada staj yapmaya başladım.. İki

Mutfağı

sene boyunca gazetede staj yaptıktan bu staj süresinden sonra Habertürk gazetesi hafta sonu eklerinde kadrolu olarak işe başladım halihazırda çalışıyordum zaten ama kadroya geçiş yaptım. Beş sene muhabirlik yaptım akabinde televizyona geçişim oldu ve spikerliğe başladım. Üniversite yıllarında stajyer olarak Habertürk bünyesinde çeşitli röportajlar gerçekleştirdiniz. Gazetecilikte röportajın önemi nedir? Aslında bir haberci olarak röportaj yapıyor olabilmek çok önemli, çünkü muhabir olarak olay yerine gittiğinizde önemli olan oradaki bilgiyi alabilmektir ya röportajda bunu öğrenebileceğiniz en iyi alanlarından bir tanesi.


Röportajdan gelmeyi biraz açabiliriz aslında haberin içinden geliyor olmak, muhabirlik yapmak, haberin nasıl yapıldığının a’dan z’sine her şeyini kavramak ya da kavramaya çalışıyor olmak çok önemli. Ben röportajı çok severek yapıyordum çünkü bir kere insan tanıyorsunuz, öyle bir şey ki bu soru sorarak o insanı açıyorsunuz, nabız yoklayarak öyle dan dan dan sorarak değil. Ben genelde soruları hazırlamazdım bile kafamda konu başlıklarım olurdu şunlar şunlar şunlar üzerine derdim ve giderdim ve röportaj akardı. Tabii ki bırakmıyorsunuz ne anlatırsa olsun demiyorsunuz, istediklerimi alana kadar uğraşırdım, son zamanlarda yazılı sorularla gitmezdim. Bu da böyle röportaj yapa yapa edindiğiniz bir davranış. Hala röportaj

bir dakika bakayım, yürürken son bir defa bakayım, mesela benim çok sevdiğim bir yorum programı var gece yatmadan onu izliyorum. Bunlar benim sevdiğim şeyler sanırım bu iş sevilmeden yapılmayacak bir iş. Bazen stajyerleri görüyorum, geliyorlar hemen işe başlamak istiyorlar ama bizim iş pek diğer meslek dallarına benzemiyor. Biraz pratiğe dayalı olduğu için sizin pratikte neler başardığınızı görmeden iş hayatında tutunmanız çok kolay olmuyor. Dolayısıyla pes etmemek lazım. Sorudan biraz sapmış olabilirim, iyi gazeteci nasıl olabilir sorusuna sanırım gazeteciliği kişiliğini bir parçası haline getirmiş, hayatının parçası haline getirmeli diyebilirim. Bir süre sonra iliklerine işliyor, gerçekten çevrenizde de hak aramaya

“İYİ BİR GAZETECİ OLMANIN BENCE EVRENSEL KURALARI VAR.” yapmayı çok seviyorum. Haberciliğin hangi alanınında iddialısınız diye sorarsanız bence ben iyi bir röportajcıyım. Diğer hiçbir şeyde iddiam yok ama hala bazen isteyerek yaptığım bir şey röportaj. İyi bir gazeteci olmanın bence evrensel kuralları var. İyi bir gazeteci nasıl olunur? Gazeteciliğe uygun kişilik/ mizaç özelliklerinden bahsedebilir misiniz ? İyi bir gazeteci olmanın bence evrensel kuralları var. Özel hayatta çok sıkıcı bir insanım, haber dışında başka yaptığım hiçbir şey yok çünkü bu iş biraz hayatınızı istiyor sizden, Gazetecilik dediğiniz şey işe gittik, yaptık, eve geldik gibi bir şey değil. Bunu da zorunlu olarak yapmıyorsunuz bu zaten sizin artık iliklerinize işliyor.. Mesela bir saat içinde haber taraması yapmazsam kendimi kötü hissediyorum, eksik kalmış gibi hissediyorum ya da bir süre sonra bu mesleki deformasyon gibi olabilir, arkadaşlarınızla buluştuğunuzda masada bakıyorsunuz siz almış başınızı gidiyorsunuz oysaki herkes o kadar bilgilenmek istemeyebiliyor ya da bu meseleler herkesin çok da umrunda olmuyor ama bu artık sizin kanınıza işlemiş oluyor,

başlıyorsunuz, artık evriliyorsunuz, biri bir şey anlatırken bundan çok iyi haber olur demeye başlıyorsunuz. Biraz görerek işin içinde olarak insan gazeteciliğine yön veriyor ama sanırım en önemlisi içselleştirmek. Sizin habercilikte tutunmanızı sağlayan etken sizce neydi? Çok çalışmak mı şans mı, kader anı dediğiniz bir anınız var mı? Benim kariyerimde kader anı dediğim bir an da var ama onun dışında ben gerçekten çok çalıştım. Özellikle iki sene staj yapmayı çoğu insan göze almıyor, çok çabuk yılıyorlar. Keşke o zamanlar şansım daha yaver gitseydi daha az staj yapabilseydim. Gecem gündüzüm birbirine karışmış derecede çok çalıştım, mesainin ne olduğunu bilmediğim bir dönemim oldu. Sonrasında televizyona geçişim acayip bir şanstı bence. Muhabirlikte altı seneyi dolduracaktım, çok çalışıyordum ama önümü göremiyordum. Ne yapacağım, nasıl olacak kısa geçeyim orayı. O dönem kurumu Show TV satın aldı, ben de o zaman eş zamanlı olarak televizyonda Habertürk’te özel röportajlara başlayacaktım. Deneme çekimleri yapıldı ve beğenildi. Show TV satın alındığında ben o kadar hasbelkader çıktım ki televizyona ilk yayınımdan annemin ba-

27


28

bamın bile haberi yoktu çünkü ben de bilmiyordum. Ben deneme çekimine gittiğimi sanıyordum. İlk yayınımı da hiç izlemedim çünkü eminim korkunçtu. Show TV kapısının bana açılması olağanüstü bir şanstı. Beş altı sene boyunca yıpran yıpran sonrasında inşallah vuslata ereceksin gibi bir durumdu herhalde bu. Gazetecilik için eğitim yeterli midir yoksa doğuştan gelen bir yetenek midir? Bu kadar da doğuştan geldiğini düşünmüyorum. Hani ilham gelmesini beklemiyoruz biz gazetecilik yaparken. Birebir eğitiminde şart olduğuna inananlardan değilim çünkü bu işin eğitimini almadan da çok iyi yerlere gelenleri gördüm ama çok da doğuştan gelen bir yetenek olduğunu düşünmüyorum. Dediğim gibi yapa yapa öğrenilecek bir meslek. Teoride çok kalmıyorsunuz, teoride kalmak sizi zorlamaz ama iş pratiğe geldiğinde de aynı ataklığı göstermeniz lazım.. Bizim mesleğimiz tıp, hukuk gibi kuralları öğrenilecek bir meslek değil. Bırakınız yapsınlar, bırakınız gezsinler çünkü zaten aşama aşama eleniyor insanlar. Bazen çok alakasız ilk defa ismini duyduğum mühendislik bölümlerinden de öğrenciler ben yapabilir miyim diyorlar. Denemek lazım sadece bizim mesleğimizi illede okuyanlar yapsın iddiasında değilim. Bu mesleğe başlama sürecinizde sizi en çok güçlendiren istek ne idi? Ben çok küçük yaştan beri bu sektörde olmak istiyordum. Bu mesleği çok istiyordum ama aslında sektörde olmak istiyordum. Akabinde de röportaj yapmak beni çok cezbetti. Ben röportaj yapmaya bayılıyordum, özellikle gazetelerde hep hafta sonu eklerini okurdum. Ben bunu yapabilirim, ben bunu çok istiyorum diyerek sektöre atıldım, ne istediğimi bilerek. Röportaj yapmak beni cezbetti diyebilirim. Meslek adayları için sahadan yetişmenin önemini bizimle paylaşır mısınız? Bence olmazsa olmaz. Bazen arkadaşlar geliyor, naber, nasılsın, ne olmak istiyorsun Spiker. Örneğin eskiden yüzünüz gözünüz fena değilse güzel bir türkçeye sahipseniz, diksiyonunuzda iyiyse spikermişsiniz ama artık dikkat ederseniz televizyondaki spiker-

lerin çoğu muhabir kökenlidir. Bu bir tesadüf olmasa gerek çünkü ismini açarsak spikerlik haber anlatıcılığıdır. Siz o işin bütün alt yapısını bilmeden, haber aşamalarını bilmeden o masaya oturduğunuzda herkes açısından konuşmuyorum ama en azından ben bocalardım. Haber anlatmak için dinamitlerini bilmek lazım, bu sizler içinde iyi bir şey. Son dakika gelişme yaşandığında hemen dsp (doğal ses fonda)’nin üzerine biraz olsun konuşabilmek, ne anlattığınızın bilincinde olmak için sahada olmak lazım. Muhabirlik zaten inanılmaz keyifli bir şey, ben gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum. Televizyona direkt atılmaktansa haberi kapıp gelmek hele de özel haberse inanılmaz keyiflidir. Ben ikisini de yapmış bir insan olarak şöyle söyleyeyim çok spontone gelişen şeyleri yönetmek zorunda kalabiliyorsunuz canlı yayınlarda ama hiçbiri bana getirdiğim özel haberler kadar tatmin vermemişti açıkcası. Gazetecilik eğitimi almaya yönlenen gençlerde yaratılmaya çalışılan gazetecilik tehlikedir, uzak durmalısın algısına nasıl bakıyorsunuz? Sizce gazetecilik tehlikeli midir?


Türkiye’de hiçbir zaman haber yapmak kolay olmadı, o yüzden bir tehlike arz edebilir. Onun dışında kmu yararına çalışıyorsunuz, bu çok büyük bir tatmin. Yaptığınız işle öyle çok etki alanlarınız var ki güç tabii ki medyaya ait. Bunu elinde tutmak, kamu yararına kullanmak inanılmaz bir duygu. Muhakkak tehlikelidir, başlarda geliriniz olabilir bu da bence bir tehlike, hayatınızı idame ettirebilmek açısından tehlikeli olabilir ama sokakta olmak tehlikeli değil, herkes sokaklarda. Bu işi hakıyla yaptığınızda aldığınız tepkiler tersine dönebilir. Benim kızım gazeteci, şurada çalışıyor.. Bence gazeteci demek çok cool bir şey ayrıca. Habertürk yıllarınızdan sonra ana haber sunmaya başladınız. Peki ana haber sizi nasıl etkiledi/ nasıl değişimlere yol açtı? 2003 senesinin yazıydı, o kadar çok çalışıyordum ki yayın yönetmenim gidip bir ay dinlenmemi söyledi. Çok süre geçmeden acil gelmem gerektiğini Show TV’den haber bültenleri için istendiğimi söyledi. Öğle haberleri için sanarken o hafta ana habere çıktım. O dönem kaybedecek hiçbir şeyim yoktu bu yüzen korkmadım. Böyle bir teklifi

hazır değilim diye itmek olmazdı. Birincisi çok eleştiri aldım, hiçbir kamera deneyimim yoktu, ilk deneyimim ana haberdeydi. Ya işime konsantre olacaktım ya da başkalarını dinleyip motivasyon kaybedecektim. Onları memnun etmeye çalışırken iş elinizden gidecek gibi bir sürü şey. Benim etrafımı görecek halim yoktu, o kadar başka bir işin içine girdim ki matematiğini kavramam gerektiğinin sorumluluğundaydım. Çok üzülüp çok yaralanabilirdim o zamanki eleştirilerden. Bambaşka bir kapı açıldı benim için, diyorum ya kişiliğinize etki ediyor. Örneğin önceden odak sorunu yaşarken, canlı yayında başka bir şeyle igilenemiyorsunuz. Öyle bir şey ki canlı yayın hastaysanız bir anda iyileşirsiniz. Haber merkezinde bir gününüz nasıl geçiyor, ana habere nasıl hazırlanıyorsunuz? Az önce demiştik ya artık birçok kişi muhabirlikten geliyor, bence bunun yansıması olarak şu da başlayacaktır. Benim yayınım altı kırk beşte, istesem buraya beşte gelip saç, makyaj hop yayına çıkabilirdim. Ben günüme editör toplantısıyla başlıyorum, herkes haber yazmaya başlıyor. Onun dışında hafta sonu ben dış haberlere bakıyorum. Yavaş yavaş muhabir arkadaşlarımız haberden dönmeye başlıyor. Yani ben ana habere çıkan tüm haberleri önceden görüyorum, hakimim. Bütün gün akışın içindeyim dolayısıyla bültene çıktığımda son dakika haberleri dışında hiçbir haber benim için sürpriz değil. Bu sayede anlattığınızın gerçekten farkına varıyorsunuz, o mimiklerine yansıyor. Haberin sonu nasıl olduğunu biliyorsunuz. Bu işin benim için uzun ömürlü olmayacağını düşünüyorum. Bu bir seçim yapmayadabilirim ama yapmazsam bu işin benim için uzun ömürlü olmayacağını düşünüyorum, çabuk elenebileceğimi düşünüyorum. Dediğim gibi bu iş sadece dilinizi güzel kullanın gidin sunun değil artık dolayısıyla işin mutfağında vakit geçirerek gündeme hazırlanıyorum. Ben zamanla içselleştirmeden empati yapmayı öğrendim. Ne yazık ki sıklıkla şehit haberleri, kadına şiddet, yoksulluk temalı can yakıcı

29


hep yayınlamak lazım.

30

haberler duyuyoruz. Bu haberler karşısında söylemek istediklerinizi, hislerinizi nasıl kontrol ediyorsunuz? Asla sunmam dediğiniz haberler var mı? Bazı genel geçer hepimizin olduğu sıkıntısı çocuk istismarı, kadına şiddet gibi sorunlar var. Bunlarda istediğinizi söyleyebilirsiniz ama genel anlamda bir habercinin habere çok yorum katmasından yana değilim. En olmayacak şeylerde tabii ki konuşursunuz. Başlarda yurt haberdeki tüm sorunları göreceğinizden haber toplantılarına girmek çok zor olabiliyor, gerçekten insanı yaralayan şeyler ama ben zamanla içselleştirmeden empati yapmayı öğrendim. Ay çok üzülüyorum, ay çok fenayım demek bana lüks geliyor. İnsanların gözüne sokmak lazım. Acının üstünü örtmektense yüzleşmek en doğrusu. Benim aklımda çok görüntü var ama özellikle çocuklar söz konusu olduğunda ona alışmak mümkün değil. Bunların yasalarla düzenlenmesi lazım. Bir yaptırımı olduğu zaman dur denir. Alışmak gibi bir niyetimde yok. Bunlar hep bizi rahatsız etsin, dolayısıyla bunları

Unutamadığınız bir canlı yayın anınız var mı? Canlı yayında başıma çok kötü kazalar gelmedi. Sadece geçen yazı biliyorsunuz çok yağışlı geçirdik. O yağmurlu günlerden birinde benim yayınım vardı ve çok korkunç bir fırtına ve dolu vardı. Yayına başladık ama her yerden görüntüler geliyordu ve bunları spontane idare etmem lazımdı. Stüdyoyu su bastı, vtr girince çalışan arkadaşlarım o suyu çekiyorlar bitince çekiliyorlar. Biz ortalığı sel bastı diye anlatıyoruz ama bizim stüdyoyu da su bastı. Uzun süredir sokaktaydınız, orada yaşadığınız en çarpıcı olay ne idi. Uzun süredir ekran önündesiniz, bu meslekte güzel kadın olarak anılmanın sancısını çekiyor musunuz? İnsanlardaki güzellik algısının emekleri gölgelediğini düşünüyor musunuz? Güzel olarak anılmak beni çok yoruyor diyemem çünkü bunu ben önceden aştım. İlkokulda aynaya çok baktığımda annem ne var diye tepki gösterirdi. Bunun hiçbir şey olduğunun mesajını her zaman bana veriyordu. Benim okullarıma güzellikle alınmıyordu, ben kendim çabaladım. Haber sektöründe kendini ispatlamış gazetecileri ve kendinizi ele aldığınızda bir gazetecinin kumbarasında neler birikmiş olmalı? Çok sık gündem takibi yapmalı, çok okumalı, dış haberlere çok bakmalı. Biraz yılmamaya çalışmalı. Herkesin gazetecilik macerası kendi içinde. Genelleyerek cevap vermek zor ama bizim ülkemizde haberci kimliğinizle aradığınızda kapılar yüzünüze çok çabuk kapanabiliyor, yine de çabalamaktan vazgeçmemek lazım. Mesleki açıdan istediğim yerdeyim diyor musunuz? İlk başladığımda da çok fazla hayalim yoktu. Sadece haberci olmak istiyordum. Kendime koyduğum hiçbir hedef yok çünkü bizim sektör hedef bazında ilerlemeyebiliyor. Dengeler bir anda değişebiliyor. Plan yapmıyorum, elime verilen işi en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum.


DENİZ BAYRAMOĞLU Hasan Melih Börüban Evren Çerçi

Kaleme alan: Sevgi Yurtsever

İrem Şenkaya Sena Tufan

CNN Türk Gündem Özel programının sunucusu Deniz Bayramoğlu, okulumuzu ziyaret edip biz genç iletişimcilerin sorularını yanıtladı ve ardından mesleğe yönelik tavsiyeler verdi. CNN Türk Gündem Özel programının sunucusu Deniz Bayramoğlu, okulumuzu ziyaret edip biz genç iletişimcilerin sorularını yanıtladı ve ardından mesleğe yönelik tavsiyeler verdi. Sohbetimize başlarken en çok şaşırdığım şeylerden biri ismiydi. Böyle söyleyince aslını bilmeyenlere garip gelecek elbet… İki ismi olduğunu bildiğimiz (Özgür) Deniz Bey’in ismi Özgürdeniz’miş. İsmiyle ilgili yöneltilen soruyu “Aslında ismim Özgürdeniz ama insanlara bu isim uzun geliyor, bu yüzden küçüklüğümden beri Deniz olarak çağırılıyorum. Ben de Deniz ismini sevdim ve öyle kaldı.” diye yanıtlayınca şaşırdım elbette. Gerçekleştirdiğimiz röportaj sonrasında ekranda gördüğüm Deniz Bayramoğlu değil de tam anlamıyla Özgürdeniz oldu benim için. Sıkılgan yapısı, özgür ruhlu oluşu, tarihe ve doğa fotoğraflarına olan ilgisiyle tam bir Özgürdeniz… Ayrıca kendisi saz çalmayı ve türkü söylemeyi çok severmiş, özellikle yalnızken. 4-5 sene önce kişisel bunalım içerisindeyken girdiği bir müzik mağaza-

sında asılı bir kopuz görmüş ve hemen almış onu. O kopuz, kişisel bunalımından kurtulmasını sağlayan bir araç olmuş onun için. Anlamı büyük yani… Kendisi hakkında bilgi toplarken meditasyon ve yogayla ilgilendiğini düşünmüştük. Bu konuda yanılıp yanılmadığımızı öğrenmek için meditasyon yapıyor musunuz diye soruyoruz. Meditasyon değil ama gevşeme ve nefes egzersizleri yaptığını, meditasyonun daha zor ve yetkinlik gerektiren bir şey olduğunu söylüyor ve ardından “Meditasyon daha ciddi odaklanma ve en azından benimki kadar stresli olmayan bir yaşantı gerektiriyor. Yaptığımız işi biliyorsunuz, yetişmesi gerekenlerden tutun süre baskısı, kamuoyu baskısı gibi pek çok stresli süreci içinde barındırıyor. Meditasyon yapabilecek iç huzura pek yaklaşamıyorum. Hatta şöyle söyleyeyim, meditasyon için ayırabileceğim 2-3 saatim bile yok.” diye ekliyor. Özetle, meditasyon yapamasa da nefes

31


32

ve gevşeme egzersizlerini aksatmıyormuş kendisi… Bunların yanında doğa fotoğraflarıyla ilgiliymiş. Cam, çeşme özellikleyse kapı ve kapı tokmakları fotoğrafları çekmekten hoşlanıyormuş. Hatta gittiği her yerde kapı ve kapı tokmaklarını çekmiş, bununla ilgili bir seri oluşturmuş, kimseyle paylaşmadığı… Kapı ve pencereler onun için çok şey ifade ediyor. Değişimi, dönüşümü, yeniyi, eskiyi, geçişi ve geçiş sürecini tüm bunların hepsini bir arada anlattığı için kapılar onun için çok önemli… Pencereler ve kapılar serisi var. Ya içerinin dışarıya açıldığı ya da dışarının içeriyi gördüğü yer gibi bakıyor… Müziğe ve fotoğrafçılığa olan ilgisi, gündelik hayatın stresinden uzaklaşmak için nefes egzersizleri yapışının dışında bir de tarihe ilgisi varmış Deniz Bey’in. Tarihle ilgili en sevdiği alan olduğunu hatta hobisi olduğunu söylüyor. Bir şeylerden sıkıldığında tarih kitapları okuyarak rahatlıyormuş... Eğitim hayatına gelecek olursak, mühendislikle başlayan eğitim süreci, gazetecilikle son bulmuş. Bu çeşitliliği ona sorduğumuz zaman “Gazeteci olmayı hep istedim çünkü benim bir derdim var, hayata dair bir dert bu. İyi şeyler yapmak istiyorum, insanlar ve hayat için…” diyor. Medyaya her zaman bir ilgisi olduğunu, tanık olmanın ve tanık olduğu olayı en doğru, en düzgün şekilde izleyici veya okuyucuya aktarmanın onun için çok önemli olduğunu ekliyor. Deniz Bayramoğlu’nu daha yakından tanıdıktan sonra, şuan hala CNN Türk’te sunmakta olduğu Gündem Özel programı hakkında sorularımızla devam ediyoruz.

Çoğunuzun bildiği, bazılarınızın yakından takip ettiği Gündem Özel programı Cumartesi-Pazar günleri saat 22.00’da CNN Türk’te yayınlanıyor. Yaklaşık üç saat süren programda gündemdeki sıcak gelişmelerin yanı

sıra, psikoloji-sosyoloji, aile ve çocuk, tarih, sağlık, eğitim ve bilim gibi başlıklar altında pek çok konu tartışılıyor. İşlenecek konular hakkında alanında uzman kişiler seçiliyor, bu kişiler belirlenen konuyu aralarında tartışıyorlar. Mesela psikolojik konular ele alındığı programlarda (İnsanın ben arayışı, duyguların yönetimi, kadınlar ne söyler erkekler ne anlar başlıklı bölümler) Psikolog Dr. Mehmet Şakiroğlu’nu, yine psikolojik fakat çoğunlukla aşk, aile, evlilik gibi konuları içeren programlarda (Evlilik nedir? Zihin nedir? A’dan Z’ye Aşk ve Evlilik, İlişkiler-İhanet-Affetmek başlıklı bölümler) Psikiyatrist Prof. Dr. Mehmet Zihni Sungur’u görüyoruz.


Programın konseptine devam edecek olursak, konukların kendi fikirlerini öne sürdüğünü ve herhangi bir sonuca varma kaygıları olmadan, izleyiciye farklı bir bakış açısı kattıklarını söyleyebiliriz… Elbette hepimiz

Gündem Özel’in başlama hikayesini merak ediyoruz. Deniz Bayramoğlu, Gündem Özel programı ona teklif edildiğinde tek bir şartla kabul edeceğini söylemiş o şartı da siyaset yapmamakmış. Bana kalırsa Gündem Özel’i diğer programlardan farklı ve başarılı kılan yönü bu. Bakıldığı zaman siyaset içerikli tartışma programlarının çoğunda yüksek gerilimi görüyoruz fakat Gündem Özel’de katılımcılar üslup olarak gayet sakin bir şekilde programı yürütüyorlar. Tüm bunları göz önünde bulundurursak, programın “panel” havası içerisinde yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Programla ilgili olarak sürekli takip eden bir kitle var mı yoksa insanlar program

konularına göre mi seçici davranıyor diye sorduğumuzda “Bunun net bir ayrımını yapmak çok zor. Bilim, popüler bilim, insanla ilgili meselelere yer verdiğimiz, ‘herkesi dinleyelim’ mottosuna sahip programız. Türkiye toplumunda hayli geniş bir izleyici kitlemiz var. Programla yeni tanışan da var, konuyu beğenip izleyen de. Hatta hiçbir programı kaçırmadan, not alarak izleyen seyircilerimiz bile var.” diyor Bayramoğlu. Ardından “Kadınlar bu ülkede öğrenmeye en hevesli kesimi oluşturuyor. Bizim programımız belki de ilk defa evlere hapsedilmiş olan kadınlarımıza kendilerini geliştirebilecekleri bir alan sunuyor.” diyerek izleyici kitlesinin çoğunluğunu kadınların oluşturduğunu vurguluyor. Hazır konu programdan açılmışken ülkemizdeki benzer programlardan ve siyaset programlarından söz ediyoruz. Gündem Özel programı, çoğu siyaset programında olduğu gibi konuklardan birinin temeli atıp, diğerlerinin devam ettiği bir program fakat Gündem Özel de daha çok sohbet havası olduğunu görüyoruz. Programda oluşan bu samimi ortamın program dışında konuklarla devam eden bir muhabbetten mi oluştuğunu merak ediyoruz. Deniz Bey bu sorumuza “Tam anlamıyla değil ama yayına girmeden bir saat önce ön konuşma yapıyoruz. Konuklarımızla yayına girmeden önce sohbet ediyoruz ve bu programa taşınıyor. Fakat biraz konuşulan konuların doğası ve konukların tavrı ve Türkiye’nin genel konjonktürü önemli bu tespitinizde. Siyaset programlarında bir tez ve ona karşılık antitez ortaya atılır ama işin doğası budur. Biz bunu yapmak yerine itirazları da aynı

33


şekilde dile getirelim. Tarz vurgusu o yüzden önemli ama mümkünse bunu ‘bir meselenin farklı farklı yönleri olarak ortaya koymaya gayret edelim’­bakış açısını yakalamaya çalışıyoruz.” şeklinde karşılık veriyor. Ayrıca her programda konuyla bağlantılı Twitter’da bir “hashtag” belirleniyor ve izleyiciler konu hakkındaki yorumlarını paylaşıyor. Bu hashtaglere bakıldığı zaman programın başarısını izleyici yorumlarından anlayabiliyorsunuz. Mesela bir izleyici programı “Son zamanların en çok izlenen açık oturum programlarından biri, eğitici ve öğretici.” şeklinde yorumlamış. Sohbetimize program ile devam etmişken

34

programla ilgili komik bir anısı olup olmadığını sormamak olmazdı herhalde. Kendisine bu soruyu sorduğumuzda gülüyor ve programın adeta bir cümbüş havasında geçtiğini söylüyor. Çekime geç kalanlar, yayın sürerken gizlice tuvalete gidenler, üzerine bir şeyler dökenler ve daha neler neler diyor… Programın izleyici kitlesi ve konukların seçimiyle ilgili sorularımızdan sonra, programla ilgili belki de en çok merak edilen kısma geliyoruz. “Programda tartışılacak konuların seçimi neye göre yapılıyor? Nasıl belirleniyor? Konulara hazırlık süreci nasıl?” gibi sorularla sohbetimize devam ediyoruz. Gündem Özel

programını izleyenleriniz vardır elbet… Başta da bahsettiğim gibi, psikoloji, sosyoloji, sağlık ve daha pek çok başlık altında konular belirleniyor ve alanlarında uzman kişiler seçilen konuyu enine boyuna konuşuyor, tartışıyorlar. Peki bu konular nasıl belirleniyor, herhangi bir ekip mi belirliyor? Programın arkasında 3 kişilermiş, Erdem Şen konukları karşılıyor, konu kısmını Şafak Altun ile birlikte belirliyorlarmış. Bir sürü konu arasından seçip sonra kanal yönetimine sunuyorlarmış. Konu seçimiyle ilgili bahsettiklerinin ardından ekliyor: “Bazen önerdiklerimizden seçiliyor bazen yönetim kendi karar veriyor, biz de ona göre konukları araştırıp kimleri

davet edeceğimize karar veriyoruz. Konu seçim sürecimiz böyle.” Deniz Bey konuları kendi isteğine göre seçmiyor, var olan konular içerisinden kendisi için çıkarımlar yapıyormuş. Yani her programın konusu belirlendikten sonra araştırma yaparken pek çok şey öğreniyor, kendisine yönelik bir şeyler buluyormuş… Program hakkında bir de şunları ekliyor Deniz Bey: “Yeni şeyler öğrenmek, bilimle ilgili konuşmak, farklı düşünceleri dinlemek isteyen bayağı kalabalık bir grup varmış Türkiye’de. Biz onların talebini karşılamış olduk. Bu bilinçli bir araştırmalarla


değil, insanlar bence bunu izler inadımızla olan hikayeler. Yoksa Gündem Özel ilk başladığı zamanlarda bir siyaset programıydı. Biz onu zorlayarak değiştirdik çünkü TV genelde muhafazakar bir yerdir. Toplumun ortalama değer yargısının üzerine çıkmanız zordur…” İçerik bakımından oldukça zengin bir program olan Gündem Özel’de çoğunlukla insanların geçmişten gelen ortak sorunları işleniyor. Felsefe tarihinin tartışmalarından biri olan insan doğası ve bu doğayı anlamlandırmak gibi konulara daha fazla yer veriliyor. Deniz Bayramoğlu’nun “Bir insan kendisini tanımıyorsa başka kimseyi tanımaz.” sözü de insana yönelik ve insanın anlam arayışını içeren konuları ele aldıklarının bir göstergesi. Bu konuların işlendiği bölümlerde uzmanlar, sayısız kez sorup cevap bulamadığımız o sorulara yanıt arıyor. Mesela “Zihin Nedir?” sorusuna yanıt aranan bölümde Psikiyatrist Prof. Dr. Mehmet Zihni Sungur’un konuya farklı bir yaklaşma şekli vardı ve söyledikleri akılda kalır nitelikteydi: “Düşüncelerine dikkat et duygularına dönüşür. Duygularına dikkat et davranışlarına dönüşür. Davranışlarına dikkat et alışkanlıklarına dönüşür. Alışkanlıklarına dikkat et karakterine dönüşür ve karakterine dikkat et çünkü kaderine dönüşür. Düşüncelerin neyse kaderin de odur.” Sağlık başlığı altında işlenen bir bölümden örnek verecek olursak, bağışıklık sisteminin ele alındığı programa konuk olan Fizyoloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Oytun Erbaş, yüz rengimizin bizlere neler anlattığı hakkında “Bir insanın bağışıklık sistemi iyi çalışıyorsa karoten denen bir pigment yaratıyor. Karoten havuçta ve domateste bulunan bir pigment. Bu bizim yüzümüze havuç

rengini veriyor. Eğer bağışıklık sisteminiz iyi çalışıyorsa o renge dönüşüyor. Havuç renk sağlıklı olmayı gösterir. Dışarıdan karoten almanın, havuç, domates yemenin bağışıklık sistemine ise etkisi yoktur.” demişti. Yine sağlıklı zayıflama konusunun tartışıldığı bölüme konuk olan Sağlıklı Beslenme ve Yaşam Uzmanı Dr. Ender Saraç, obezitenin asıl sebebinin gizli depresyon olduğunu, bu sonuca da hastalarıyla olan konuşmalarından ulaştığını söylemişti. Buradan anlaşılacağı üzere, tartışılan konu ne olursa olsun her bakımdan değerlendiriliyor. Programın insanı her açıdan anlamaya ve anlatmaya yönelik olduğunu söylemiştim, tüm bunları birleştirdiğimiz zaman programın insanı biyolojik, sosyolojik ve psikolojik olmak üzere üç boyutta ele alarak incelediğini söyleyebiliriz. Konu seçimlerinden bahsettikten sonra artık sohbetimizin sonuna yaklaşıyoruz. Gelecekte kendisiyle aynı mesleği paylaşacağımız için, bize tavsiyeleri olabileceğini düşündük. Kendisinden tavsiye istediğimizde ise tavsiyesine muhtemelen hiçbirimizin aklından çıkmayacak bir sözle başlıyor: “Şunu unutmayın, tavsiye verenin işine yarar…” Ardından ekliyor: “Benim hayatta gördüğüm şey şu ki, ne kadar tavsiye verirseniz verin herkes kendi hatasını yapıyor. Karar verme sistemim, bir konuyu mümkün olan bütün ayrıntılarıyla düşünmeye çalışıyorum. Olası sonuçları düşündükten sonra, içimden ne geldiğine bakıyorum. İçime sinende karar kılıyorum. İçimden geleni yapmanın faydası pişman olmuyorsun. ‘Acaba yapsa mıydım?’ diye düşünmüyorsunuz hiç.” Kendisine teşekkür ediyor ve sohbetimizi sonlandırıyoruz.

35


Sevil Atasoy Sena Tufan

senatufan@gmail.com

Hoş geldiniz. İlk olarak kendimi tanıtayım. İsmim Sena TUFAN. Marmara Üniversitesi Gazetecilik 1. Sınıf öğrencisiyim. Röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Birçok kişi sizi Kanıt dizisinden ve katıldığınız programlardan zaten tanıyor, fakat yine de kendinizden kısaca bahseder misiniz? Tabii ki bahsederim. Alman Lisesi’ni bitirdim. Arkasından Kimya Fakültesini tamamladıktan sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesine Biyokimya uzmanlığı için girdim biyokimya uzmanlığı, doktorası, Doçentliği ve Profesörlüğü şeklinde devam eden bir akademik hayatım var.80’li yıllardan itibaren adli tıp ile ilgilenmeye başladım. O alanda da elimizden geldiği kadar çalışmalarımızda gayret gösterdik. Şu anda aktif olarak yürüttüğünüz bir çok göreviniz var . Bu yoğun çalışma hayatınızın arasında verdiğiniz röportajlarda çok pozitif bir insan olduğunuzu her şeyden mutlu olmasını bildiğinizi söylüyorsunuz. Bu kadar zor bir meslekte mutlu kalmayı nasıl başarıyorsunuz?

36

Evet. Bir çok şapkam var. Bunlardan bir tanesi Üsküdar Üniversitesi Rektör ardımcılığı gibi idari bir görevim var. 15 bin öğrencisi olan bir üniversitede hemen her şeyi ile ilgileniyorum. Yine aynı üniversitede mühendislik fakültesi altında Adli Bilimler lisans bölümünün bölüm başkanıyım. Bağımlılık ve Adli Bilimler Enstitüsü’nün de müdürüyüm. Orada sekiz

farklı programda yüksek lisans yaptırıyoruz. Bu saydığım tüm programlar Türkiye’de ilk defa olan programlar. Şiddet Önleme Merkezi (ŞİDAN)’nin de müdürlüğünü yapıyorum. Bir de Birleşmiş Milletlerin uyuşturucu kontrol kurulunda ikinci kez görevliyim. Bir hayli seyahat ediyorum bu kurulun görevleri dolayısıyla. Kitap yazıyorum. Seyahat ediyorum kitap günleri kitap fuarları için. Yaptığım işten çok mutluyum. Severek yapıyorum. Herhalde yorulmayı engelleyen de o olsa gerek. Bu yoğun hayatınızda, işlerden biraz uzaklaşmak için özel olarak vakit ayırdığınız hobileriniz nelerdir? Evet var. Aslında hobim olmayan hiçbir şey yoktur diyebilirim. Her şeyden çok keyif alırım. Mesela araba kullanırım keyifle. Yüzerim, fırsat oldukça bisiklete binerim yine keyifle. Müzik dinlerim. Her türlü müziği dinlerim. Ama duruma uygun müzik dinlerim. Yani o an neye ihtiyacım varsa onu dinlerim. Bu klasik Türk müziğinden başlar tasavvuf müziğine kadar gider. Her türlü pop müzik de dinlerim, opera da, klasik müzik de. Çok çeşitlidir dediğim gibi. Her çeşidini çok severim. Piyano çalmışlığım var çok uzun yıllar. Belki de klasik müzik merakım onun getirdiği bir şeydir. Bunu dışında; roman okumam, sadece mesleki konulardaki kitapları okurum. Belgesel izlerim ama onlar da yine kendi mesleğim ile ilgili belgeselleri izlerim. Yıldızlaşan soruşmaların, çözülememiş cinayetlerin belgeselleri gibi. Sinema filmlerini de çok izlerim ama orada da yine kendi mesleğimle ilgili polisiye, mahkeme filmi gibi filmleri izlerim. Korku filmi hiç sevmem.


Bildiğiniz gibi çok kitap yazıyorum. Özetle bu şekilde, dediğim gibi yaptığım her şeyden keyif almaya çalışırım. Günün birinde tüm bu işleri bırakıp emekliye ayrılmayı düşünüyor musunuz? Teorik olarak İstanbul Üniversitesi’nden emekliyim zaten ama annem ve babam da her ikisi de hekimdi ve ikisi de son günlerine kadar çalıştılar. Dolayısıyla zaten bu meslekte emekli olunmaz diye düşünüyorum hele yazarlıkta hiç olunmaz. Agatha Christie bile bütün ünlü romanlarını sekseninden sonra yazmıştır. Dolayısıyla insan, eli kalem tuttuğu kadar, konuşabildiği kadar ya da gözünü kırpabildiği kadar çünkü biliyorsunuz gözünü kırparak bile yazabilenler var. Oraya kadar gider diye düşünüyorum. Peki günün birinde sizin yokluğunuzu aratmayacak birisinin gelebileceğini düşünüyor musunuz? Vardır diye düşünüyorum tabii ki. Şu anda belki onları görmüyorsunuz ama her meslekten yüzlerce öğrenci yetiştirdim. Türkiye’nin dört bir yanında benim öğrencilerim var hepsi önemli yerlere gelmiş insanlar. Yargıçlar, çok iyi yükselmiş polisler, savcılar

var. Halihazırda İstanbul İl Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan da benim öğrencimdi. Bu kadar yaygın fen bilimcilerin, sosyal bilimcilerin arasından bir değil birçok insan çıkacaktır diye düşünüyorum. Takip ettiğimiz kadarıyla cinayetlerin, şiddetlerin çok arttığını görüyoruz ve sizce bunda etkili olan bir faktör var mı ya da medyanın burada bir etkisi olabilir mi? Medyanın şiddete etkisi şöyle; insanlar haberlerde göre göre kanıksıyor televizyonlarda görülen gazetelerin üçüncü sayfalarında okunan haberleri. Bunlar tabii ki geçmişe göre sayıca arttı ama eskiye göre biraz daha fazla görünürleştiği için gözümüze fazlaymış gibi geliyor fakat bu artış nüfus artışına paralel olarak tabi ki bir artış var. İstanbul deseniz yani dünyanın önemli metropollerinden daha fazla suç işlenen bir yer değildir. Bir Los Angeles, New York, Yeni Delhi, Bombay ile mukayese ettiğimizde güvenli bir kenttir. Fakat bizde ne yazık ki gözaltına alınan kişilere sorulan soruların arasında herhangi bir şeyden; diziden, romandan, filmden

37


etkilendiniz mi diye sorulmuyor. Yöneltilse belki biraz daha fazla anlayacağız. Ancak geçen gün bir cinayet sonrası kişinin “Testere filminden etkilendim” dediğini okuduk. Testere filminin bu olaylara yönelik yapılan anketlerde bir takım kişiler için bir dürtü oluşturduğunu görüyoruz fakat Türkiye’ de böyle bir tane örnek var. Ülkemizde izlediği şeylerden etkilenip birini öldüren insanların olduğunu zannetmiyorum. Verilen cezanın düşük olması ya da iyi halden cezanın azaltılması gibi haberler hiç kuşkusuz insanları cesaretlendiriyor özellikle kadına yönelik şiddet konusunda.

mamış cinayetlerin temelinde motif eksikliği yatmaktadır. Az önce de adını geçirdiğiniz Masumiyet Projesinden bize biraz bahsedebilir misiniz ?

Bir vakayı incelemeye başladığınızda ilk olarak dikkat ettiğiniz şey ya da vakanın kilit noktası dediğiniz kısım nedir?

38

Çok değişik şekillerde dosya inceliyorum. Anadolu’nun dört bir yanındaki polisler, savcılar olsun fikrimi almak adına dosyayı incelememi istiyorlar. Öte yandan yürüttüğümüz Masumiyet Projesi dolayısıyla da çokça dosya inceliyorum. Asıl hedef rekonstrüksüyon dediğimiz yeniden canlandırmadır. Tıpkı bir film çekimi gibi, kronolojik olarak yaşananların peşine düşersiniz. Bu nedenle de önce olay yeri incelemeden başlanır. Olay yeri nasıldı, nasıl bir olay vardı, ne gibi deliller toplanmış, toplanan delillerin sonuçlarına bakarsınız, ölen varsa otopsi raporları incelenir, balistik raporu, parmak izi gibi bütün bilimsel veriler değerlendirilir. Ardından da ifadelere bakarsınız. Görgü tanığı varsa ne söylemiş, bulunduğu yer nasılmış ve anlattıklarının doğru olup olmadığı teşhis edilir ve bütün bunlar sizin o olayı yavaş yavaş anlamanızı sağlar. Sizlerin gazetecilik terminolojisi olarak düşündüğünüz 5N1K, aslında milattan önce birinci yüz yıldan beri var olan bir şeydir. Onların her birinin cevabını o dosyadan aramaya çalışırsanız daha etkili olur. İlk elde ettiğiniz şey motiftir. En zor olan kısmı da zaten motifi bulabilmektir. Tabii ki yanılma payı vardır fakat aydınlatıla-

Masumiyet projesi 90‘lı yılların başında ABD’nin New York’ta Cardozo Hukuk Fakültesi’nde bir öğrenci kulübünün başlattığı bir hareketti. Daha sonra öğrenciler hukuk fakültesi öğretim üyelerini de bu kulübe dahil ederek çalışmalarını büyütmüşlerdir. 1995-1996 yılları arasında aynı hareketi ben de Türkiye’ de başlattım. Çünkü zaten o iki öğretim üyesini ben de tanıyordum. DNA analizi yapılmadan önce mahkum edilen ki-


şilerin, kan grupları, alt grupları gibi çalışılan örneklerin veya hiç çalışılamamış örneklerin, bu gün hala elde varsa onların bir de DNA ile çalışılmasını sağlamak amacıyla başlattığımız bir projedir. Bu sayede de masum oldukları halde ceza evinde kalan bir takım insanları da serbest bıraktırabilme noktasına

hemen her mesleğin adli bilime uygulaması yapılabilir ve bu yönde de bilirkişilik yapabilir. Tabii ki adli bilimler laboratuvarlarında doğrudan çalışmak isteyenlerin eğitimi adli bilimler lisans düzeyinde olmalıdır. Ülkemizde ilk defa bu yıl Üsküdar Üniversitesi’nde 4 yıllık adli bilimler lisans eğitimi de açtık. Onlar mezun oldukları zaman delil ile çalışılan her yerde kendilerine bir alan bulabilecekler. Hıfzıssıhhalar, polis teşkilatları gibi çok çeşitli alanlarda bir iş imkanı sağlanacak. Eğer izin verirseniz şimdi biraz kişisel bir soru sormak istiyorum. Sizce bu kariyeri elde ederken ödediğiniz bir bedel var mı ya da fedakarlık yapmak zorunda kaldığınız şeyler oldu mu ?

da geldik. Değişik ekiplerle birlikte başarılı bir şekilde bu projemizi yürütüyoruz. Adli bilimler alanına yönelmek isteyen veya bu alanda uzmanlaşmak isteyen öğrencilere ne gibi tavsiyeler verirsiniz? Hemen hemen her mesleğin adli bilime uygulaması vardır. Bugün bir elektrikelektronik mühendisinden tutun da psikolog, sosyolog diye giden bütün sosyal bilim dallarına uzanır. Aslında aklınıza gelebilecek

Zaman zaman tabii ki kızıma yeterince vakit ayıramadığımı düşünüyorum. 1972 yılında doğdu çünkü Selin. Tabii ki bu annemler ile sürekli yan yana oturmuş olmamızın verdiği büyük bir hareket kabiliyeti tabii ki. Daha fazla vakit ayırabilirdim diye düşünüyorum. Gerçi buna rağmen çok başarılı oldu, daha fazla vakit ayırsaydım da şuankinden daha fazla bir şey olmazdı. Birazcık onda eksik bıraktıklarımı torunum ile gidermeye çalışıyorum. Ona daha fazla vakit ayırıyorum. En azından kitaplarımı ona ithaf ediyorum. Yapabildiğim tek şey bu. Özür diliyorum kitaplarımın başında. Seninle oynamak yerine kitap yazdığım için diye. Ama böyle bir anneannesi olduğu için o mutlu. Ben de o mutlu olduğu için mutluyum. Zaman ayırıp verdiğiniz değerli bilgiler için hem okulum adına hem de kendi adıma çok teşekkür ederim.

39


Sahne Tozu Esra İnce

esradaince@hotmail.com

40

Sıra sıra dizili sokak lambalarının aydınlattığı karlı sokakta, birazdan kepenkleri kapatacak bir fırıncı; belinde önlüğüyle, soğuğa hiç aldırmadan dükkânının önünü kürüyordu. Eski bir ahdin satırlarında buyrulan bir emirmiş gibi kışa boyun eğen gökyüzü o gün de erkenden kararmaya yüz tutmuştu. Sokağı kaplayan mavi ışık, güneşin terk etmeden önce dünyada bıraktığı son emanetti. Sokak lambalarını yakmakta gecikmemesi için uyarılmış nöbetçinin açtığı ışıklar maviliğin içinde tatlı bir turunculukla parlıyor, aydınlatmada pek yeterli olmasa da insanlara geceyi haber veriyordu. Yıllar boyunca çoğu şimdinin ölüsünün çiğnediği eski bir sokağın tarih kokan taşlarında genç bir kız elleri ceplerinde yürüyordu. Ondan önce atılmış adımların şimdi toprak altındaki sahiplerini düşünürmüş gibi gözlerini yere dikmişti. Az sonra fırıncının önünden geçti. Artık ekmek pişmiyor olsa dahi kokusunu bir yadigâr gibi duvarlarında taşıyan fırına göz ucuyla bakıp içine o tanıdık ekmek kokusunu çekti. Bir süredir aklında savaşıp duran ve her biri birkaç saniye için galip ilan edilen ama bir an sonra düşmana gafil avlanan düşünceleri, akşamın o vakitlerinde uçları keskin birer bıçak gibiydi. Genç kız zihnindeki izlere birer birer dokunuyor, önünde uzanan geçmişi ve geleceği tatmaya çalışıyordu. Seçeceği adımla oluşturacağı gelecek, yaşlı bir kadın

olduğunda geçmişe ait olacak anılarla dolacaktı. Kendini hem o anları yaşarken hem de eski bir fotoğraf kâğıdına bakarak geçmişi düşünürken görebiliyordu. Yine de bildiği bir şey vardı ki o adımı atmazsa iki yöne de gidemeyecek, savaşı uzatacak şimdiyi biraz daha güçlendirecekti. Yaşadığı küçük kasabanın tek tiyatro binasına girdiğinde gözleri dışarının ışığından arınıp karanlıkla kucaklaştı. Kör birkaç saniye geçirdi. Adımlarını binanın girişine inen birkaç sıra taş merdivene attı. Ayağındaki pabuçlardan çıkan ufak tıkırtılar eşliğinde kimsenin olmadığı girişi geçti, iki kanatlı ahşap kapıyı sessizce açtı. Başını içeri uzatarak etrafa bakındı ve gözleri eski püskü salonu süzdü. Döşemesi yıpranmış kırmızı koltukların arasından ilerlemeden önce havadan koparılan nefeslerin sadece ona ait olduğundan emin olmayı bekledi. Bu saati beklemesinin nedeni salonda atan tek kalbin onun olmasıydı ki öyleydi de. Düşüncelerin açtığı kesiklerden akan kanın doldurduğu zihninde hayalleri yüzüyordu. Yılların birer sarmaşık misali bacaklarına dolandığı yaşlı bir adamın, anılarının arasında yürümesi gibi ağır ağır sahneye ilerledi. Sahnenin tam karşısında durdu, gözlerini sahnedeki hayaletlere dikti. Kanı sabırla yoğrulsa dahi uzuvlarını ruhunun çırpışına ayak uydurması adına iten güç zihninin denizlerinde üzen düşünceleri olurdu. Parmaklarını sahnenin yıpranmış yüzeyine değdirir, bir


an için çıkabileceğini hisseder ancak zihnindeki denizi çalkalayan ve yüzen gemilerini batıran; her zaman orada, ne zamanki bir gemi rotasını şaşmaya yeltense kabarmaya hazır bir dalga ondan bu hissi çalmak için geç kalmazdı. Gözleri sahnedeki hayaletleri izlerken yaşanmış aşkları hisseder, savrulan bedenlerden taşan coşkuyu kendi bedenine katma arzusuyla kıvranırdı. Genç kız gözlerini kapattı. Derin bir nefes alarak salona sinmiş tozlu kokuyu içine çekti. Koku hatıralarında gezinirken sokakları arşınlaya arşınlaya kaldırımdaki çizgileri ezberlemiş bir sokak satıcısının yıllarla pişmiş metaneti gibi zihnine çöktü. Sahne tozu. Kendine biçtiği değer buydu. Ona göre sahnedeki çatlakların arasına sinmiş ve zamanla birikmiş tozların, bir yazarın zihninden dökülen hayallerin sahneye çıkmaya vakıf olmuş bedenler tarafından savrulan ruhlarına tanık olmasıyla, herkes gittikten sonra sahnenin kenarına gizlice ilişen genç bir kızın hayallere dalması arasında bir fark yoktu. “Salon kapanalı çok oldu, genç hanım.” Genç kız nefeslerinin salondaki tek ses olmasına öyle dalmıştı ki bir anda arkasında duyduğu kalın erkek sesiyle sıçramaktan kendini alıkoyamadı. “Geldiğinizi fark etmedim efendim,” dedi. Sesi bakışları kadar güçlü değildi. Zira kalbi kaburgalarının altında hızla çarpıyor, göğsü kabarıp alçalıyordu. Gelenin onu görebildiğini düşündü. Sanki neden burada olduğunu ve neden gizlice durduğunu tüm çıplaklığıyla sergiliyordu. Hissettiği o gizli utancı kovmayı dileyerek, “Pekâlâ da öylesine gelmiş biri olabilirim,” dedi içinden. “Neden burada olduğumu bilecek değil ya!” Fötr şapkalı yaşlı adam yaklaştı. “Birini mi bekliyorsunuz?” diye sordu. “Ben...” Durup gözünü sahnedeki hayaletlere çevirdi. “Ben sadece bakınıyordum.” Adam gülümsedi. Genç kız bu gülümsemenin kaynağının bilinen bir sırra duyulan alay olduğunu sandı. Utanarak başını eğdi. “Ben özellikle akşamları buraya gelir, boş sahneyi izlerim,” dedi yaşlı adam. “Bana ilham veriyor. Genç kız ellerini kabanının cebinde sıkarken gitmeyi düşündü. “Tiyatro sever misiniz?” “Çok severim,” diye itiraf etti. “Bazen öyle olur ki evde oyunlardaki sözleri tekrarlarım.” Aniden susarak yanaklarına tırmanan sıcaklığı hissetti. Bir anda ağzından kaçırıvermiş, yaşlı adama ruhun-

daki denizi göstermişti. “Benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diye sordu adam. “Tiyatro binasının sahibi olmalısınız,” dedi kız ürkek bir sesle. “Ben bir oyun yazarıyım… Görüyorum ki genç neslin bilmediği bir yazarmışım. Kim bilir, belki de oyunlarımı izlemiş son nesil de öldüğünde ben de unutulacağım.” “Sanmam efendim!” diye itiraz etti kız, gizleyemediği bir heyecanla atılarak. “Oyunlarınız öyle güzel ki... İnsan kendini bir anda büyüsüne kaptırıyor. Gelecek nesillere uzanacağınıza eminim.” Genç kız bunun ne büyük bir güç olduğunu fark etti ve bu zihnindeki denizin üzerinde bir şimşek gibi parladı. “Sorumu cevaplamadın, sen de yazar mısın?” “Ben... Hayır.” “Ya oyuncu? Genç kız gözlerini büyüttü ve utanarak kaçıp gitmek istedi. “Hayır! Oyuncu değilim.” Bunu söylerken kalbinin acıdığını hissetti. “Seni gördüm,” dedi yaşlı adam. “Bir akşam ilham almak için salona gelmiştim. Yazdığım bir şarkıyı söyleyerek sahnede dans ediyordun. Açıkçası seni yeni oyuncu sanıp prova yaptığını düşündüm.” Genç kız ilk kez öylesine derin bir utanç hissetti ki ne yapacağını bilemedi. Arkasına dönerek yürümeye başladı. “Yaratılış gayenden kaçamazsın, kızım. Gömmeye çalıştıkça başını uzatan arsız bir ölüdür o.” Yaşlı adam daha sert bir sesle devam etti. “Yeteneğini boşa harcama. Yarın akşam saat sekizde yeni oyunumun ilk provası olacak. Sana uygun bir rolüm var. Yarın gelirsen rolü sana vereceğim.” Genç kız yürümeye devam edince, “İstemiyor musun?” diye seslendi. “İyi! Senin yerine geçebilecek o kadar çok insan var ki! Sadece daha cesur oldukları için gelecek onları hatırlayacakken sen arkanı dönüp gideceksin demek!” Genç kız öfkeyle dönüp yaşlı adama baktı. Gözlerindeki öfke parıltıları yaşlı adamın derisini kesebilecek kadar keskindi. Yaşlı adam dilediği hissi vermenin zaferiyle kendi kendine hafifçe gülümsedi. Genç kız birkaç saniye daha ona baktı, ardından dipsiz bir uçurum bulmak üzere salondan ayrıldı.

41


Tik... Tak... Tik... Tak... Hasan Melih Börüban h.boruban@gmail.com

‘H

42

ayatımdan sadece çekip gidemez misin?’ dedi. Haluk, Gülben üzülsün istemiyordu. Onu kandırmak istemiyordu, bir insan sevildiği halde neden sevmezdi? Buna kendi dahi cevap veremezken iyi birer dost olabileceklerini düşünüyordu. Bunları birkez daha söylerse Gülben daha fazla gözyaşı dökecekti. Sustu. Sarıldı, bağrına bastı. Uzaklara baktı...-Yanımda olmasan da varmışsın gibi hissediyorum ve yokluğunun farkına ancak sen yanımdayken varıyorum. Gülben’in dudakları bu kelimeleri dökerken gözyaşlarıyla usulca ıslanıyordu. Haluk’un bakışları değişti, göz bebekleri hiçbir yere odaklı değildi. havadaki tanecikler arasında daha acaba bu cümleyi duyan ve ardından cevabına şahit olmuş bir tanecik var mıydı? Mutlaka olmalıydı, elleriyle Gülben’in sırtını sıvazlarken zaman kazanmaya çalışıyor gözbebekleri o taneciği deli gibi arıyordu... biliyordu bulamayacaktı... tik...tak..tik...tak..tik...tak.. Semra’nın gözleri karşı vitrindeki, zamana tik tak sesleriyle şahitlik eden antika saate takılmıştı. Yalnızlığını birkez daha hisseti ve hayal

kırıklıklarını tahtasının damarlarına sindirmiş olan bankın üzerinde ellerini dolaştırdı. Kim bilir kimler oturmuştu bu bankta... Kimler yalnızlığıyla bir başına kalmıştı yanındakiyle.. Haluk ile Gülben gerçekten oturmuş muydu burda acaba? Ya da isimleri Haluk ile Gülben miydi, eğer oturdularsa? Bilmiyordu... ve acaba Haluk ile Gülben’in hikayesi nasıl sonlanmıştı? Asla bilemeyecekti çünkü antika saatteki sarkaçlar onu hayal dünyasından çıkarmış ve diline bu ikilemeyi dolamıştı: Tik...tak..tik...tak... Ahh... dedi içini çekti: Haluk neden havadaki taneciklerde aramış ki cevabı? Bu antikacı kendimi bildim bileli burda ve bu sarkaçlı saat de... saat kesin şahit olmuştur böyle bir ana, verirdi cevabı... ama malesef, tik...tak..tik..tak.. çok geç, şuanda ben oturuyorum burda... Esen rüzgarın savurduğu saçlarıyla kendine geldi. Birkez daha hayal dünyasından sıyrıldı. Yağmur da başlamıştı yavaştan, elleri hafiften ıslanmış ahşabı okşayarak içi yün ceplerine gitti. Avuç içileriyle cebin o yumuşak dokusunu iyice sıktı, Islanmasıyla birlikte ne de soğumuştu bank... kalktı. Saati o kadar uzun süre izlemiştiki adımları tik tak sesiyle uyumlu halde ilerliyor ve kaldırım taşlarının kenarlarına asla


basmıyordu Tik...Tak...Tik...Tak... Kaldırım taşlarını takip ederek adımlıyordu: tik tak... ve yeniden kendi dünyasındaydı: Gülben için üzülüyordu. Neden Haluk’un kendisini, onun Haluk’u sevdiği gibi sevmesini istiyorduki? -seni herkes sevebilir Gülben ve seviyorda ama n’olur üzülme, sadece senin istediğin gibi değil. Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı? Hem bak elma seni seviyor da, bütün vitaminini veriyor hastalıklardan koruyor seni...- Tüm bu teselliler için artık çok geçti biliyordu... Eve gitmeyi hiç istemiyor, sokağı çok seviyordu. Sokaksız ne yapar insan nasıl yaşardı dört duvar arasında bilmiyordu...Aklı almayacak derecede düşkündü sokağa, insanlarına, hengamesine, kuşlarına, kedilerine, aşıklarına, yalnızlarına, lambalarına, dilencilerine, işportacılarına ve zabıtlarına, çocuklarına, sigara içenlerine... gitmek istemiyordu sokaktan... adımları yavaşladı düşüncelere daldı... Gökyüzüne baktı bulutlar iyice kapkara olmuştu. Sinirlendi - yetmiyor mu bankın yükü ey bulutlar! Bırakın hayal kırıklıklarını biraz mutlu olun, kesin göz yaşlarınızı! Mutluluk için reçete mi istiyorsunuz? Alın size reçete: bir günün her saatinin üç bin altı yüz saniyesinde aç veya tok karnına hayal kurmayı bırakın, hayal kurmazsanız kırılmazlar da! İmza: Prof. Yalnız semra Yürüyen. Bu reçete yalnız bulutlara değil sana da Gülben! Ve sana da Semra!Ve sana da Semra! Yağmur iyiden iyiye hızlanmıştı, damlalar rüzgarla birlikte yüzüne vuruyordu, vuruyordu ancak... ancak ağlayan bulutlar değil kendiydi. Islanmamak için adımlarını serileştirmişti ‘tik tak tik tak tik tak tik tak... ... neden bu kadar fazla düşünüyordu. Neden dünyada gördüğü ne varsa kendi dünyasına imge yapıp dış dünyadaki nesneleri, olayları, insanları bu imgeler ile kaplıyordu? Her şeyi olduğu gibi göremez miydi? Sadece olduğu gibi... buna engel olamıyordu... beynine engel olamazdı... aslında bir yolu vardı. -aklından bile geçirme Semra! Ve sen de Gülben!- Arnavut kaldırımlı sokağa girmişti. artık taşlara belli bir örüntü ile basamıyordu. sadece hızlanmış adımlar ‘tik tak tik tak’ ve bu adımlarla beraber yükselen nabız ve seri nefes alışverişi... - alışveriş... karşılıksız bir şey yok mu bu dünyada? Aldığımız nefesi vermeden kendinden birkaç dakikadan fazlasını vermiyor şu hayat ve verdiği hayat karşılığında ömrümüzden bir an daha alıyor.... adımlarımla birlikte dört duvar arası evimle aramdaki mesafeden elli santim daha alıyor... Evimi veriyor sokaklarımı alıyor... ey

hayat! Evime gitmek istemiyorum madem herşey karşılıklı, al onu benden ve bana sonsuz mesafeler ver caddeler olmaksızın sadece sokaklarla dolu mesafeler ver! Ey hayat bana karşılıksız bir şey göster bana neden beni kendin gibi bencil yaptığını bir anlat! Cevabı bilmiyorum da sanma: çünkü sen de yalnızsın. Ve bunu kabul et! Bencilsin herşey kendin için. Beni bile sana muhtaç olduğum için ‘ben’cil bir hale getirdin. Birini seversem eğer biliyorumki kendim için seviyorum. Bir çoçuğun karnını doyurursam eğer o iyi olsun diye değil onun iyi olması beni daha çok senle doldursun diye yardım ediyorum. O çocuktan alıp zengine veriyorsun zengin senle dolsun diye ve benim o çocuğu doyurmamı sağlıyorsun ben senle doyayım diye! Ey bencil hayat!!! Bana karşılıksız bir şey göster!!! Evinin önüne gelmiş, avaz avaz susmaktan mecali kalmamıştı, duvara yaslandı. Tik. saat durdu.. gözyaşları içinde gülmeye başladı, bu onun sinirlerini daha da bozmuştu... Ama mutluydu çünkü hayatı köşeye sıkıştırmıştı. Ona bir soru vermiş ve cevap alamamıştı... çarkları durdurmuştu... güldükçe gözyaşı dökmeye devam etti. Ancak sonra gözleri uzaklara daldı, kol saatinin tik tak seslerini duydu. Gülmesinin yerini bir tebessüm ardından da beyaz bir ten aldı. Hayattan bir cevap geliyordu, tik tak seslerini duyuyordu. Oturduğu bank aklına geldi, antika saat... ve ardından Haluk İle Gülben’i hatırladı... hayat cevabını vermişti... Yatağına uzandı. Göğsünde tanımsızlıklar bütününden oluşan bir sıkıntı vardı.yarının belirsizliği, geçmişin silikliği... demek hayat yarını verirken anıları da alıyordu... çaresizdi. Alış...veriş... alış...veriş...tik..tak...tik...tak... Haluk’la Gülben’i merak etti ne olmuştu hikayelerinin sonu acaba? Ah ya! Saat kesin bilirdi ne olmuştu, kesin bir başkası bu hayali kurmuştu orda, yani öyle olmalıydı. İsimleri Haluk ile Gülben olmasa Tahir ile Zühre olurdu, Ali ile Fatma. Ama mutlaka hayal etmişti biri... saate sorabilirdi ancak artık çok geçti başkaları oturuyordu artık orda belki de Haluk ile Gülben? Ancak artık çok geçti başkaları oturuyordu orda... tik...tak..tik...tak... uyudu. Tik ve tak, tik ve tak... alarm çaldı uyandı. Elini yüzünü yıkayıp mutfağa geçti, kahvaltıyı hazırladı. Ardından yatak odasına geçerken ‘nasıl bir kızsın sen Semra’ diye söylendi ve Haluk’u uyandırdı Gülben.

43


Yeni Nesil Psikologlar: Senaryolar

Zeynep UZMEN /

44

zeynepuzmen@gmail.com

Filmler hayatlarımızdaki temel duyguları olay zincirleriyle bize aktaran seri resimlerdir. Beyaz perdede kendimizden bir parça görmek her zaman güzel bir histir. Psikolog ve yönetmenler filmlerin insanlar üzerindeki etkisini fark etmiş olacak ki bunu bir tedavi yöntemine dönüştürmeye karar verdiler. Depresyonda olan bir insana adeta bir ilaç gibi gelmeye başladılar. Heyecan, korku, nefret, aşk, depresyon, yas, üzüntü gibi kuvvetli duyguları bir o kadar başarılı yazılmış bir senaryo ve kaliteli yönetmenlikle gözler önüne sununca izleyici büyük bir kaçış yolu bulmuş oluyor. Gerçek hayatındaki sıkıntılardan kaçıyor ve aynı zamanda fark etmeden dertlerinin ekranda çözümlenmesini izliyor. Bilinçaltınızda kendinizle özdeştirdiğiniz karizmatik başrolün sıkıntılarıyla en azından gerçek hayattan biraz daha olumlu bir şekilde yüzleşmesi sizi rahatlatır. Yıllardır senaro yazarlığı yapmış ve Bahçeşehir Üniversitesinde film eğitimi veren Selçuk Akman, film terapisini kısaca ‘’sinema salonundan başı dik çıkabilmek’’ olarak adlandırıyor. Bilişsel Davranış Terapi, kısaca BDT, ruhsal hastalıkları sözel yolla yani terapiyle ve sohbetle çözmeye denir. Çok agresif bir insanın basit bir olaya sinirlenmesi normal değildir. Altında belki de çocukluğunda yaşadığı bir olay yatar. Bilişsel Terapi konuşarak bunu ortaya çıkarmak demektir. Film izletmek de bu yöntemlerini desteklemeleri için kullanılır. Çünkü bir karekter adına konuşuyorsak sözler daha kolay çıkar ağzımızdan.

Buna örnek vermek gerekirse, Sinematerapi Atölyeleri insanları bir araya getirip belli bir konu için seçilmiş filmin tartışmasının yapılmasıdır.Adeta grup terapisi gibidir. Zorlu Center’da bu atölyeleri düzenleyen Psikolog Şule Öncü ile konuşma şansı yakaladım. Öncü’nün film önerirken dikkat ettiği noktalar terapinin ve atölyenin işe yaraması için oldukça önemlidir. Hazır yanıtlar veren film seçilmemeli. Film sizi düşündürmeli ve yeni sorular sordurtmalı. Kendisinden film tavsiyesi istediğimde ise şu yanıtı verdi ; ‘’Sık sık film önerisi istenir benden. Örneğin “Depresyondan kurtulmak için hangi filmi izlemeliyiz?” diye sorulur. Oysaki filmleri birer çözüm önerisi olarak sunamayız. Sanatın böyle bir misyonu da yoktur zaten. Benim yaptığım; sahnelerin yarattığı duygu ve çağrışımlara verilebilecek alternatif anlam önerileri sunmak. Atölye katılımcılarında hem görüş netliği hem de düşünsel esneklik sağlayan, bu farklı anlam önerileridir. “Şu filmi izleyin” deyip insanları iyileştirmek elbette mümkün değil.’’ Ruhsal sıkıntılarımızı perdeye yansıtan bazı kurgusal karekterleri örnek vererek devam edelim. Üniversite öğrencisi olmak demek genç bir yetişkin olmak demektir. İnsanlar sana çocuk gözüyle bakamaz artık. O yüzden yetişkin gibi davranmaya çalışırsın. Uyum sağlamaya çalışırsın. Para kazanmak önemli bir etken olur. İlişkiler çok daha ciddiye biner. Tüm bunların yükünü omularımızdan birazcık olsun almak için bir çok doktorun ve kitabın kaynaklığında bir liste yaptım.


Umut İçin 1) Im Juli :

Hani hepimizin hayatında her şeyden sıkıldığımız bir dönem vardır ya? Her şey sıradanlaşır ve bir çıkış yolu ararsınız? Bu film hayatımızı daha iyi yapmaya teşvik eden bir filmdir. Bu yüzden özellikle kafanızda böyle şeyler dönüyorsa açıp izlemelisiniz. Daniel, sıradan bir öğretmendir. Juli gibi macereperest bir kadınla tanışınca hayal bile edemeyeceği bir insana dönüşür. Çünkü Juli onun içindeki potansiyeli görmüş ve ortaya çık-

Mutluluk İçin

masına yardım etmiştir. Belki bizim hayatımızda bir Juli yok ama bu filmi hayata getirmiş bir Fatih Akın var. Sabah kalktığınızda kendi Juli’niz olmalısınız ki hayattan keyif alabilin. “Sevgilim, binlerce kilometre seyahet ettim, nehirleri geçtim ve dağları yerinden oynattım. Acı çektim ve ıstıraplara dayandım. Ayartmalara direndim ve güneşi takip ettim ki karşında durabileyim ve sana seni sevdiğimi söyleyebileyim.”

2) Silver Linings Playbook :

Pat adında bir adam karısını başka bir adamla yakalıyor. Tiffany adında bir kadın kocasının ölümünden sonra bambaşka bir insana bürünüyor. Şimdi bu iki insanın iyileşme sürecinin daha başındayken aynı amaç için bir araya geldiğini hayal edin. Dünyanın en büyük risklerinden biri belki de bir deliye güvenerek bir amaç uğruna savaşmaktır. Bu riski aldıktan sonra neler olabileceğini gösteriyor Silver Linings Playbook. Birbirlerine önyargıyla yaklaşan iki insan daha sonra birbirlerinin umut ışığı oluyorlar. Ne kadar etrafınızdaki insanlardan kaçarsanız kaçın o doğru kişi geldiğinde kafanızı çevirip bir şans vermezseniz sonsuza kadar iyileşme sürecinde tıkılı kalabilirsiniz. ‘’Hayat sana böyle bir anda elini uzattıysa tutmamak günah olur.’’

45


3) Eternal Sunshine Of a Spotless Mind :

Bazı insanların bizim için yanlış olduğu barizdir. Yine de onlarla beraber olmayı seçer ve bir süre sonra kalbimiz kırıldığında sinirleniriz. Burada sorun şu ki sinirlenmemiz lazım. Evet zıt karekterli insanların bizi üzmesi normaldir. Ancak onlardan aldığımız ders bizi biz yapan öğretilerdir. Joel ve Clementine birbiriyle anlaşmakta güçlük çekmiş bir çifttir. Onların yaşadığı dünyada birini hafızanızdan silmek mümkün olduğu için Clementine bunu gerçekleştirir. Joel, Clementine ona bir yabancı gibi davrandığında (tanımadığı için) ihanete uğramış hisseder ve aynı işlemden geçme kararı alır. Kalbinizi kıran birini hafızanızdan silmek böyle okurken güzel duruyor olabilir.

İnsan İlişkilerindeki Karmaşalar İçin Ancak Joel ve Clementine’ın tüm film boyunca nasıl geçmişe tutunmaya çalıştıklarını gördüğünüzde her anının aslında bizi biz yaptığını fark edecek ve onlara değer vereceksiniz. Geçmişle barışık olmadan nasıl hayatımıza devam edebiliriz ki? ‘’Yetişkinler üzüntü ve fobi karışımı gibiler.’’

Hayatın Kıymetini Anlamak İçin

4) It’s a Wonderful Life :

46

Geogre Bailey haksızlıklarla dolu dünyada hayatı boyunca kamçı yemiş bir adamdır. Bir gün canına tak eder ve intihara kalkışır. Bu günümüz toplumundan da tanıdık bir hikaye tabi ki. Ancak bu intihar girişiminin değişik bir yönü vardır ki bir melek yardıma gelir. George’a hayata dair doğru bir bakış açısı verir. Sorun şu ki filmi izlerken inanılmaz rahatlık hissediyorsunuz. Meleğin dedikleri size mantıklı geliyor. Hayatla aranızı düzeltiyorsunuz. George gibi yaşamaya karar

veriyorsunuz belki de. Ancak gerçek hayatta bizi kurtacak bir melek olmayabilir. Bu meleği kendi içimizde bulmamız lazım. Filmin sonunda George’un ölmeyerek sadece yaşarak yardım ettiği insanları görünce eminim içinzdeki meleğe kulak vereceksiniz. “Burada oturmuş küçük ağlarını örüyorsun ve tüm dünya senin ve paranın etrafında dönüyor sanıyorsun. Ama öyle değil, Mr.Potter. Hatta bir sürü şeyin oluşturduğu bu geniş evrende aşağılık küçük bir örümcekten fazlası olmadığını söyleyebilirim.”


İş Hayatını Kavramak İçin

5) Jerry Maguire :

İyi bir kariyere sahip olmak zordur. Çünkü tehlikelidir. Bir kere en büyük tehlike tüm o başarıyı kaybedip dibe çökmektir. Böyle bir olasılık hep vardır ileride. Jerry de yüzlerce müşterisi varken kendini elinde bir müşteriyle işsiz olarak bulur. İşin komik yani ne biliyor musunuz? O tek müşteriyle o kadar iyi ilgilenir, bireysel olarak öyle başarılı bir ilişki kurar ki tüm kariyeri boyunca yaptığı en doğru şey o olur. İnsanları iş sektöründe sadece birer sayı veya para olarak göremeyiz. Herkesin bir hikayesi vardır çünkü. Bu filmle iş hayatına katılmak için sabırsızlanacaksınız ki bu etkiyi bir insanda yaratmak imkansıza yakın biliyorum. “Yani dünya bu ve içinde altı milyar insan var. Ben çocukken üç insandan ibaretti. Yetişmeye çalışmak zor.”

Ailedeki Anlaşmazlıklar İçin

7) Little Miss Sunshine :

Başarısız bir iş adamı olan baba, umutsuz anne, saf küçük kızı ve sessizlik yemini etmiş oğlu, öfke problemleri olan büyükbaba ayrıca eşcinsel ama depresyonda olan bir dayı ile aynı minibüste olduğunuzu düşünün. Gerginliği hayal edebiliyor musunuz? Fazla olur, evet. Ancak tüm film boyunca kurdukları bağ hayatın gerçekliğini öyle iyi yansıtıyor ki hayatınızda sıkıntılı olan her insanı alıp araba yolculuğuna çıkmak isteyeceksiniz. Belki de bir insanı en iyi yolda tanıyorsundur? “Yani, eğer 18’ine kadar uyursan... Düşünsene ne kadar ıstırabı kaçıracaksın.”

Kendimizle Yüzleşebilmek İçin

6) Good Will Hunting :

20’li yaşlara geldiğimizde karekterimiz ve ideallerimiz belli başlı oturmuş olur. Will de kendinden emin ve deha öğrencilerden biridir. Ancak çocukluğundan kalma sıkıntılar şu an oluşturduğu insanın hayatını bozmaktadır. Sean adlı psikologla kurduğu ilişki sayesinde hayatı bambaşka bir yön

alır. İstediğimiz kadar kendi basmakalıp fikirlerimize inanıp ona göre hareket edelim. Yine de kulaklarımızı sımsıkı kapamamalıyız. Her an yardıma ihtiyaç duyabiliriz. Hepimiz insanız. “Sen sadece bir çocuksun, neyden bahsettiğin hakkında en ufak bir fikrin yok.”

47


Depresyon ve Yasla Başa Çıkabilmek İçin

8) Ordinary People :

Conrad kardeşiyle geçirdiği bir kaza sonucu sağ çıkmış ancak kardeşi vefat etmiştir. Bu vicdan azabıyla savaşırken aynı çatı altında yaşadığı annesi içindeki tüm sevgiyi oğluyla beraber mezara gömmüş ve kötü bir anneye dönüşmüştür. Böyle zor bir durumda yas ile mücadele etmek ayrıca depresyona yenik düşmemeye çalışmak çok zor olmalı. Empati kurmak bile inanılmaz zor. Ancak bu filmi izledikten sonra dünyayla gerçekçi bir konuşma yapmış gibi hissediyorsunuz. Karşımıza çok zor durumlar çıkacak. Bunlarla baş etmek belki de daha bile zor olacak. Bu film sayesinde direnmek biraz daha katlanılabilir hale geliyor. “Duygular korkutucu. Ve bazen acı verici. Ve eğer acı hissedemiyorsan, o zaman başka bir şey de hissedemezsin.”

Gerçekliğimizle Yüzleşebilmek İçin

10) Truman Show :

Bazen hayatın sıradanlığında kendimizi öyle kaybediyoruz ki neyin gerçek neyin yanlış olduğunu bile fark edemiyoruz. Truman da bu durumlardan birinin kurbanı. Gözünü açıp insanlar için yaşamayı bırakması gerekiyor. Bu ne kadar zor biliyor musunuz? Elbette biliyorsunuz her gün bununla savışıyoruz. Truman gibi bir karekterin cesaretiyle eminim siz de kendi hayatınıa karşı doğru bir bakış açısı takınacaksınız. İnsanlar için yaşamaya daha ne kadar devam edebiliriz ki?

9) Patch Adams :

48

İdealleri olan bir adam düşünün. Doktor olmak istiyor ve hastalarını komediyle iyileştirebileceğini düşünüyor. Bunun için kendi sağlık merkezini açmaya kadar gitmeyi göze alıyor. Böyle bir insan geleneksel doktorlara karşı öyle bir cesaret sergilemiş oluyor ki sabah kalkıp hayaliniz her ne ise gerçekleştirmek için sabırsızlanıyorsunuz. “You can keep me from getting the title and the white coat. But you can’t control my spirit, gentlemen.” “Beni ünvanımı ve beyaz önlüğümü almakta engelleyebilirsiniz. Ama Beyler, asla ruhumu kontrol edemezsiniz.”

Hayalleri Kovalayabilmek İçin


Evren ÇERÇİ evrencerci@outlook.com

S

aadetli, mutlu ve huzurlu bir dünya hayatı insanın kemalatını, eğitimini ve gelişimini engelleyen bir süreçtir. Kimin hayatı zorluk ve sıkıntılarla geçiyorsa, varlığı hissediş onda daha fazladır. Sıkıntılar insanı hareketsizlikten, robotlaşmaktan hatta eşyalaşmaktan kurtarır. Bir şeyin yokluğa doğru gitmekte olduğu, onun durağanlaşmasından anlaşılır. Monotonluk, yokluğa doğru gidiştir. Yokluğa gidişteyse karanlık bir duygu vardır. Dinlenme ve lezzet alma biçimlerinin tekrarlanmasında çekilen acı bu yüzdendir. Alışkanlığa dönmüş bir mutluluk özünde örtülü bir buhrandır. Yaşam durağan değil canlıdır; halden hale geçmektedir, geceden gündüze, kıştan bahara, sonsuz sayıda değişikliklerle dipdiridir o. Haliyle insanın hayat tecrübesi de böyle olacaktır. Ferahladım, dediği anda, yeni bir dertle, cevaba yaklaştığında başka bir soruyla karşılaşacaktır. İnsan, hayatına değişik haller katacak, onu geliştirecek ve farklılaştıracak şeyleri daha başlamadan durdurmaya çalışır, ne yazık! Onun ömrü, yaşayabileceği değişimleri engellemeye çalışmakla geçer. Dertli, fakir, sıkıntılı insanları göremeyeceği kadar imkânla donatır çevresini. Konforlu yaşam onu sorunlardan ve dertli insanlardan uzak tutar. Düzenli olarak bankaya yatan maaşı onu gerçeklerden uzaklaştırır. Arabası onu insanlarla yolculuk etmekten mahrum bırakır. Yaşamayı tercih ettiği muhit onu gerçek insan manzaralarından ayrı düşürür. Dertlileri duymayacağı, görmeyeceği ve hatırlamayacağı şekilde tasarlar yaşamını. Diplomaların peşinden koşması bu yüzden, iyi bir iş sahibi olmak istemesi bu yüzden, dünyevi imkânlar biriktirmeye çalışması yine bu yüzdendir. Hiç sıkıntı çekmesin ve çekilen sıkıntılara hiç şahit olmasın gayesiyledir bütün emeği... Yani bütün emeğini var olmaktan uzaklaşıp yok olmak için sarf etmektedir. Orhan Veli’nin dediği gibi: “Acıkmasam dersin /Yorulmasam dersin / Uykum gelmese dersin / Ölsem desene! Değişik hayatların anlatıldığı, kişisel dönüşümlerin hikayeleştirildiği filmlere, romanlara ve oyunlara

ilgi duyar insan. Bu kurgusal ve sanal âleme kapağı atarken lisanı-haliyle, “Hayatımın monotonluğundan, sıradanlığından boğuluyorum ve bu sıradan âlemimden sanal dünyaya kaçıyorum” demektir. Sıradan bir hayat yaşadığı için bari filmlerde, romanlarda göreyim der; ülkesini terk etmiş, maceraya atılmış, dünyayı değiştirmeyi başarmış insanları. Bari ekran karşısında, kâğıt üzerinde tanıyayım diye düşünür; dünyanın değişik yerlerinde değişik korkuları, mutlulukları ve hüzünleri olan insanları... Ben yaşamda hiç farklı bir şey yapamadım, farklı bir şey hissetmedim, bari o farklılıkları yaşayabilenle şahit olayım, demektedir bu haliyle. Bu, var olmayı başarmışları seyrederek yok olmaya razı olmak demektir. Yokluktan memnun oluşun ilanıdır bu. Değişikliklerden ürker insan. Oysa insan hareketle, faaliyetle, değişimlerle ve musibetlerle varlığa erer. Maaş odaklı çalışır insan. İşin kıymetini maaşın yüksekliği değil, çalışanın gelişimine yaptığı katkının büyüklüğüdür. İnsan bir maaş elde edemediğinde değil, faaliyetle dönüşüp başkalaşmadığında işsizdir. Maaşlı işsizler de çoktur, maaşsız iş sahipleri de… Başkalaşmak, değişmek ve dönüşmek insana korkutucu gelir. Aslında bu korku var olmaktan korkmaktır. Yeniden yapılanmaktan ve yeniden doğmaktan korkmaktır. Oscar Wilde der ki, “Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.” Sabit bir hayat aramaktadır insan; korkuların, acıların olmadığı ve risklerin bulunmadığı. Heyecanlı geçişleri engelleyerek tehlikeleri aklınca yok etmek ister. Oysa yok ettiği şey kendi varlığıdır, kendisidir. İnsan her şeyi sabitleyerek ruhunu felç etmektedir. Halden hale geçemeyeceği, zahiren sorunsuz ama gerçekte durağan bir hayat yaşayarak terakkisini durdurmakta ve yokluğa karışıp gitmektedir. Kaynak: Doğu’dan Batı’dan 99 Teselli Mecit Ömür Öztürk, DERVİŞİN TESELLİ KOLEKSİYONU, s.70

49


Geziyorum Gezdiriyorum

Ayşe MEMİŞ / memisayse80@gmail.com

EMSALSİZ BİR ŞEHİR

Çok kolay âşık olacağınız ve çok zor ayrılacağınız, eşi benzeri olmayan, kültür ve tarih şehri İstanbul’u keşfetmek çok heyecanlı ve eğlenceli. Ben kısa İstanbul gezim için Osmanbey Metro İstasyonundan yola koyuldum. Tabii ki farklı duraklardan gezinize başlayabilirsiniz. Öğrenci kartımla 1.25 TL’ye Yenikapı yönüne hareket eden metroya bindim. Yaklaşık 2 dakikada 1 durak sonra Taksim’de indim. Biraz etrafıma bakındıktan sonra meydanın yanı başında bulunan İstiklal Caddesi’ne doğru yürüdüm. Gerçeği söylemek gerekirse “Yağmur yağacak mı?” diye bakındım. Aksi takdirde meydan bildiğimiz cıvıl cıvıl Taksim Meydanı.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE

50

Ana duraklarımdan biri olan TÜRVAK (Türker İnanoğlu Vakfı) Sinema-Tiyatro Müzesi Ve Sanat Kitaplığı’na doğru İstiklal Caddesi’nde yaklaşık 15 dakika yürüdüm. Müze Galatasaray Lisesi’nin sağ tarafındaki sokakta bulunuyor. Adresi bulmanız oldukça kolay olacak. Müze 4 kattan oluşuyor. İlk olarak asansörle 4’üncü kata çıktım. Muhsin Ertuğrul, Behzat Butak ve Afife Jale’ye ayrılmış bölüm var. İlk salonda Türker İnanoğlu’nun bal mumu ile yapılmış heykeli, özel eşyaları ve çeşitli ödülleri var. Dikkatimi en çok çeken durum odanın tamamıyla siyah-beyaz fotoğraflarla kaplı olmasaydı. Muhsin Ertuğrul salonuna giderken koridorlarda Türker İnanoğlu’nun renkli filmle-

rinden afiş örneklerini görebilirsiniz. Muhsin Ertuğrul salonunda kendisine ait özel eşyaları ve daktilosu var. Diğer bir salon olan Behzat Butak odasında ise belgeler, tiyatro fotoğrafları ve tiyatro dergileri sergileniyor. Tiyatro severlerin dünyasını değiştirecek bir oda. Beni 60’lı yılların tiyatrosuna çeken oda ise Afife Jale salonuydu. Burada Osmanlı Dönemi’nden günümüze kadar Şehir ve Devlet Tiyatrolarının afişleri, ilanları ve perde arkası fotoğrafları sergileniyor. Bir fotoğraf severin, televizyon tarihini merak eden birinin gözlerini kamaştıracak bir diğer kat ise Halit Refiğ salonuydu. Televizyonun tek kanallı ilk dönemlerinden günümüze kadarki teknoloji sergileniyor. Hatta TRT’nin ilk siyah beyaz ve ilk renkli kamerası dâhil olmak üzere eski monitörler, televizyonlar, ses efektleri bulunmakta. Ayrıca bu kat 50 yıllık Erler Film’in izlerini taşıyor. Bu katta ki televizyon,kamera,mikron gibi eski cihazlara dokunarak kendinizi 60’lı ve 70’li yılların bir


solisti veya sinema oyuncusu olarak tahayyül edebilirsiniz. Hatta müze içerisinde 70’li yılların müzikleri seslendiriliyor. Sinema ve Tiyatro Müzesinin en can alıcı özelliği ise merdivenleri indikçe geçmişten günümüze kadar ki oyuncuların,yönetmenlerin fotoğrafları sergileniyor. Müzede her bir katı indikçe 60’lı yıllardan günümüze yaklaşıyorsunuz. Müzeyi ziyaret etmenizi, 60’lı ve 70’li yılların ruhunu yaşamanızı, sinema ve tiyatro dünyasının bir parçası olmanızı tavsiye ediyorum. Müzeye öğrenci kartınızı göstererek 5 TL karşılığında giriş yapabilirsiniz.

365 LÜGAT TÜRVAK müzesinden çıktığımda, 1960’lardan günümüze adeta ışınlanmış gibi hissettim. Kalbim hala eski tiyatro ve sinema afişlerinde kalmış olsa da İstiklal caddesinin kalabalığı şaşkınlığımı sert bir rüzgâr gibi dağıttı. Galata Kulesi’ne doğru yürümeye devam ettim. Galata Kulesi’ne vardıktan sonra kulenin sol tarafında kalan Tatar Beyi Sokağı’na saptım. Burası biraz karışıktı. Adresi bulmakta zorluk yaşayabilirsiniz. Meraklanmayın Galata esnaflarına Tatar Beyi sokağını sorarak kolayca bulabilirsiniz. 365 Lügat diğer bir deyişle Güzel Kelimeler Dükkânına gittik burası ne bir restorant ne de bir kafe. Herhangi bir şey yiyip içemiyor oluşumuz beni oraya götürmekten alıkoymadı. Bildiğimiz küçük bir oda. Dükkânın içerisinde poster,defter, güzel kelimeler kitabı, bardak, tişört, magnet gibi birçok hediyelik eşya var. Lakin sadece bir defter değil ya da sadece bir bardak değil. Emsalsiz kelimeleri bulup güzel anlamlarını yazmışlar. Aslında kelimelere baktıkça çoğu kelimeyi bilmediğimizi anladım. Kelimeleri okudukça okuyasım geldi, uzun bir süre içeride kaldım. Bu arada hediyelik eşya dediğime bakmayın. Çünkü siz de benim gibi kendinize hediye alabilirsiniz. Kısaca bahsetmek gerekirse hiç bilinmeyen kelimeleri ve güzel anlamlarını seçip anlamları ile birlikte bir bez çanta ya da bardak üzerine yazıyorlar. Hiç bilir miydiniz Tahayyül’ü Meşrep’i?

SALT GALATA 365 Lügat’ı ziyaretimden sonra Galata Kulesi’nden aşağı 10 dakikalık yokuş indim. Karaköy’e gelmeme birkaç adım kalmışken Bankalar Caddesi üzerinde gözüme bir yer çarptı. Aslında rotalarımdan biri değildi. İçeri girmemle birlikte gözlerimin fal taşı gibi açılması kaçınılmaz oldu. İnanılmaz büyüktü ve bir sarayı andırıyordu. Giriş katında oldukça geniş, temiz ve ferah bir kütüphane bulunuyor ve hemen karşısında da çalışma masaları var. Biraz bakındıktan sonra birinci kata çıktım. Salt Araştırma adında bir bölüm vardı. Hem kütüphane hem de çalışma bölümüydü. En çok beğendiğim kat son 2 kattı. Yararlı Sanat Ofisleri diye adlandırılan çalışma yerleri oldukça sessiz ve sınırlı sayıda kişi için yapılmış bir bölüm. Salt Galata’yı diğer çalışma mekânlarından ve kütüphanelerinden ayıran bir diğer özellik ise asansörlerin boş bir odada bulunması ve odaların içinde sadece tahtadan yapılmış oturakların olmasıydı. O an, organize edilen asansör bölümünün belki de insanlara verilmek istenen bir algı olduğunu hissettim. Giriş kata inmek için asansörü kullandığımda bana huzur veren bir manzara ile buluştum. Asansör odaları boş olduğundan dolayı seyredebileceğimiz bir ortam yok. Ama asansörde geçirdiğimiz 2 dakikayı boşa harcamayacak bir Eminönü manzarası var. Salt Galata’dan çıkarken arkamda farklı bir dünyayı bırakıyordum, hayallere açılan bir kapıydı sanki Salt Galata.Size tavsiyem Eminönü’nü bir de Salt Galata’nın 3’üncü katındaki asansör odasından izlemeniz.İstanbul’un en modern kütüphanelerinden birine girdiğimi düşünüyorum.

51


52

BİR OLTA HİKÂYESİ

GEZİMİZİN SON SAATLERİ

Salt Galata’dan 5 dakika yürüyüp Galata Köprüsü’nü geçerim ve orada otobüslere binerim diye düşünüyordum. Köprüde dört mevsime aldırmaksızın balık tutan insanlarla karşılaştım. Olta başında bekleyen insanları izlerken bir yandan da köprünün altından geçen vapurları izliyordum. Daha sonra Fikret Amca ile tanıştım. Yanakları tombul,gözleri balköpüğü,yüzü buruşmuş ve fazlasıyla balık kokan Fikret Amca evde oturmaktansa balık tutmaya geliyor ve gün ağarana kadar balık avlıyor. Ömrünü evde dört beton duvar arasında geçirmek yerine Haliç Köprüsü’nü kendisine mesken edip zamanını balıklarla ve köprüdeki balıkçı komşularıyla geçiriyor. İlk balık tutma denemem de Fikret Amca ile birlikte oldu. Yaşadığım avlanmaktan çoğuzun süre beklemekti ve tabii beceremedim.

Kısa İstanbul gezimdeki rotalarımı sonlandırıyorum. Epey bir yorulmuştum. Öğlen 12 civarı başladığım gezi 6 veya 6 buçuk saat sürdü. Eminönü balıkçılarının yan tarafında otobüs durakları bulunuyor. Eğer benim gibi çok yorulduysanız 92/B otobüslerine binerek 4 dakikada, iki durak sonra Haliç durağında inebilir ve metroya geçebilirsiniz. Yürümek isteyenler de sahil boyunca 10 dakika yürümeleri metro durağına ulaşmaları için yeterli olacaktır. Bugünkü gezim İstanbul’da modern, etkileyici, yararlı mekânların var olduğunu fakat henüz keşfedilmemiş olduğunu hissettirdi.


BES

SEVGI

DILI

Sizin sevgi diliniz ne? Sevgi YURTSEVER syurtsever11@gmail.com

“Sevdiğiniz insana yürekten bağlılığınızı nasıl ifade edersiniz?”diyor Dr. Gary Chapman. Üstüne düşünülmesi gereken zor bir soru ve tek bir cevabı yok çünkü hepimiz farklı sevgi dillerini konuşuyoruz… Yaşadığımız ilişkilerde hepimizin benzer beklentileri var. Öncelikle hepimiz karşımızdakinden sevgi saygı, değer görmeyi ister ve sadakat bekleriz. Peki ya beklentilerimiz aynıyken, karşılıklı istek ve aşk ile başlayan ilişkilerin yürümeme sebebi nedir? Çevrenizde ilişkisi bitmek üzere olan insanlardan illaki “Birbirimizi seviyoruz ama anlaşamıyoruz.” cümlesini duymuşsunuzdur. O insanlar anlaşamıyorlar, birbirlerine sevgilerini ifade ederken hata yapıyorlar çünkü birbirlerinin

“sevgi dillerini” bilmiyorlar. Evlilik terapisti Gary Chapman “Beş Sevgi Dili” adlı kitabında, sevginin 5 dili olduğunu ve hepimizin farklı dillere sahip olduğumuzu anlatıyor. Gary Chapman’ın Beş Sevgi Dili kitabını ilk elime aldığımda arka kapağındaki yazı dikkatimi çekti: “Siz eşiniz ile oturup konuşmak istiyorsunuz, ama o size çiçek gönderiyor. Siz ev yemeği yemek istiyorsunuz, ama o size sarılarak doyuyor. Sorun sevginizde değil, sevgi dilinizde!” Gary Chapman, insanların sevgilerini ifade ederken başvurduğu 5 yol olduğunu ve herkesin farklı yollardan yürüdüğünü anlatıyor. 14 bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Chapman, konuştuğumuz anadil ve sevgi dili arasında şu şekilde bağlantı kuruyor: “Şüphesiz ki hepimiz en iyi anadilimizi konuşur, anlar ve bu

53


dili konuşurken kendimizi rahat hissederiz. Eğer yalnızca anadilimizi konuşuyorsak ve bizimkinden farklı olan sadece kendi ana dilini konuşan başka birisi ile karşılaşırsak, iletişimimiz sınırlı olacaktır. Tıpkı ana dilimiz gibi her birimizin sevgimizi ifade ederken kullandığımız ve birbirinden farklı olan sevgi dillerimiz vardır. Duygusal olarak kendimizi ifade ederken kullandığımız bu diller için de durum aynıdır. İlişkimizde karşımızdakinin dilinden sevgimizi ifade etmiyorsak anlaşılmadığımız ya da onu anlamadığımız duygusunu yaşayabiliriz.” Yani hepimiz sevgimizi ifade ederken öncelikle kendi dilimize yatkınızdır. Bu da demek oluyor ki, sizin birincil sevgi diliniz ne ise, karşınızdaki insana da sevginizi bu şekilde ifade etmeye çalışırsınız. Oysa önemli olan, karşınızdaki kişinin sevgi dilinden konuşabilmek. Kendi birincil sevgi dilimizle sevgimizi ifade etmeye çalıştığımız zaman, karşımızdaki kişi bu dile yabancı ise mesaj yerine ulaşmayabilir. İlişkiden beklentimiz aynı olsa da farklı sevgi dillerini konuştuğumuz zaman ilişkimizi sağlıklı bir şekilde yürütemeyiz. İlişkilerde iki tarafta birbirinin birincil sevgi dillerini keşfetmeli çünkü partnerinizin hissettiği dilden konuşmadığınız sürece, siz elinizden geleni yaptığınızı düşünseniz bile karşı tarafa sevginizi hissettiremeyeceksiniz. Bu durumu Gary Chapman şu şekilde özetlemiş: “Kendi sevgi diliniz ile eşinizin sevgi dili arasındaki benzerlik, Çince ile İngilizce arasındaki benzerlik gibi olabilir. Sevginizi İngilizce ne kadar anlatsanız da, eşiniz sadece Çince biliyorsa, birbirinize sevginizi asla anlatamayabilirsiniz.”

54

Her birimizin içinde sevgi ile dolmayı bekleyen “duygu depoları” var. Peki ilişkilerde yanlış davranışlar, kendi alanlarımıza çekilme, her şeyden şikayet eder hale gelmenin ana nedenlerinden biri bu duygu deposunun boş olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Sevgi deposunu dolu tutmak, tıpkı bir arabanın benzin seviyesini uygun

düzeyde tutmak gibidir. Arabanızı boş bir benzin deposuyla çalıştıramadığınız gibi, sevgi deposu boş olan bir ilişkiyi de yürütemezsiniz. Sevgi deposunu dolu tutmanın anahtarıysa birbirinizin sevgi dilinden konuşabilmektir. Gary Chapman’a göre temel olarak beş duygusal sevgi dili vardır yani insanların sevgiyi anladığı beş yol…

1-Onay Sözleri: “Birincil” sevgi dili onay sözleri olan kişiler, sizden sevginizi sözlere dökmenizi bekler. Bu kişiler yaptıkları işlerde takdir edilmeyi, iltifatlar duymayı ister. Burada önemli olan, partnerinizin kendini güvensiz hissettiği zamanlarda ona olumlu davranışlarıyla ilgili geri bildirim vermek, onu cesaretlendirmektir. Birincil sevgi dili onay sözleri olan kişilere karşı kullandığınız sevecen sözler, onun “sevgi deposunu” doldurmaya yardımcı olacaktır. Mesela “seni seviyorum” cümlesi örnek olarak verilebilir. Fakat burada ses tonunuz ve vurgulamanız çok önemli, karşınızdaki kişi için kelimeleriniz değil, ses tonunuz ve konuşma tavrınız dikkat çekecektir. Partnerinizden bir şey rica ederken, onun değerini ve yeteneklerini onaylamış olursunuz. Ricalar daima iletişime yön verir ve böylelikle karşınızdakine değerli olduğunu, onun istediğiniz işi yapabileceğine inandığınızı hissettirmiş olursunuz.

2-Nitelikli Beraberlik: Birincil sevgi dili nitelikli beraberlik olan kişiler için önemli olan birlikteliktir. Yani onunla zaman geçirmeli, geçirdiğiniz zaman içerisinde tüm dikkatinizi ona vermelisiniz. Ortak bir uğraşta birlikte zaman geçirmeli ve o zamandan zevk aldığınızı hissettirmelisiniz. Burada sevgi dilinin ana yönü birlikte bir şeyler yaşamak ve bunu tamamlamaktır. Nitelikli beraberlikten söz etmek için göz teması kurmalı, partnerinizi dinlerken


başka bir şeyle meşgul olmamalı ve sözünü kesmemelisiniz. Çünkü burada önemli olan tavsiye vermek veya karşınızdakini düzeltmek değil, onun duygu ve düşüncelerini keşfetmek, onu anlamaktır.

3- Armağan Alma: Armağanlar sevgiyi ifade etmenin görsel sembolüdür ve bu semboller duygusal anlamlar taşır. Birincil sevgi dili armağan alma olan kişiler için, küçük jestler ve sürprizler sevgiyi ifade etmenin en önemli yoludur. Armağanlar, karşınızdakine değerli olduğunu hissettirir ve onu düşündüğünüzün göstergesi olabilir. Fakat armağan denildiği zaman yalnızca maddi olarak değerlendirmemek gerekir. Örneğin eşinizin size ihtiyacı olduğu anda yanında olmanız, onun için büyük bir armağan olabilir.

4-Hizmet Davranışları Birincil sevgi dili hizmet davranışları olan kişiler için önemli olan, onların yapmaktan hoşlandığı şeyleri yapmanızdır. Onlara hizmet ederek memnun etmeli, onlar için bir şeyler yaparak sevgi depolarını doldurmayı deneyebilirsiniz. Mesela onlar için yemek yapabilir, masayı hazırlayabilir, bulaşıkları yıkayabilirsiniz. Burada amacınız, eşinizin üzerindeki yükü azaltmak, ona destek olduğunuzu göstermek... Bir takım hizmet davranışlarıyla onun hayatını kolaylaştırabilir, sevgi deposunu daima dolu tutabilirsiniz.

5- Fiziksel Temas Fiziksel temas, sevgiyi iletmenin en güçlü yollarından biri elbette. Birincil sevgi dili fiziksel temas olan kişiler, sevildiklerini bu şekilde hissederler. Onlara sarılmanız, öpmeniz kendilerini güvende hissetmelerini ve sevgi depolarının dolu olmasını sağlar. Chapman son sevgi dili olan

fiziksel teması bu satırlarla anlatmış: “Eğer eşinizin birincil sevgi dili fiziksel temas ise hiçbir şey ağladığı zaman onu kucaklamanızdan daha önemli olamaz. Krizler sevgiyi ifade etmek için eşsiz birer fırsattır.” Bu yazıyı okuduktan sonra, kitap hakkında az çok bilgi sahibi olacaksınız. Kendi sevgi dilinizi keşfetmeye çabalarken, beş sevgi diline de sahip olduğunuzu düşünebilirsiniz. Ama iyice düşündüğünüz zaman birinin daha ağır bastığını fark edeceksiniz. Beş Sevgi Dili kitabı okuyucunun empati duygusunu arttırmaya, çevresindekilerle kurduğu iletişimi güçlendirmeye, ilişkilerinde ise karşılıklı anlayış ve beklentilere saygı duymaya yönelik bakış açısı kazandıran bir yönü var. Kitabı okuduktan sonra, kendi sevgi dilinizin ne olduğunu düşünmeden duramıyorsunuz. Sevgi dilinizi keşfettiğiniz an, çevrenizdeki insanların sevgi dillerinin ne olabileceğini düşünmeye başlıyorsunuz. “İnsan olarak dünya üzerindeki diğer canlılardan en önemli farkımız, tercih yapabilmemizdir. Geçmişte yanlış tercihler yapmamız gelecekte de aynı hataları sürdürmemizi veya tekrarlamamızı gerektirmez. Sevgi geçmişimizi silemez ama geleceğimizi değiştirebilir.” Sizde kendi sevgi diliniz ve karşınızdaki insanın sevgi dilini keşfedin. Sevginizi etkili bir şekilde belirtmek istiyorsanız, bunu belirtmek istediğiniz kişinin sevgi dilini keşfetmeniz çok önemli. Birbirlerinin sevgi dilini keşfeden kişiler, duygularını bu dilde ifade ettiklerinde kendilerini daha güvende hissederler. Partnerinizin sevgi dili, sizin yapmaktan hoşlanmayacağınız bir şey olsa bile şunu unutmayın, sevginin hedefi, istediğiniz bir şeyi elde etmek değil, sevdiğiniz insanın saadeti için bir şey yapmaktır.

“Peki sizin birincil sevgi diliniz ne? Karşınızdaki kişi tarafından sevildiğinizi size ne hissettirir? Sevgi dilinizi keşfetmenin yollarından biri, karşınızdaki insanda en çok neleri eleştirdiğinize dikkat etmektir. Hangi davranışlarından rahatsızlık duyuyorsunuz veya neyi yapmadığı için yakınıyorsunuz? Bu sorulara verdiğiniz yanıtlar, sizin sevgi dilinizi ortaya çıkaracaktır.”

55


NOMEN SELÇUK

EVREN

Daha önce duydunuz mu bilmiyorum ama Türkçede bir deyim vardır “ismiyle müsemma olmak” diye, insanların isimlerinin karakterleriyle özdeşleşmesi anlamına gelir. Peki insan benliğinde gerçekten isminin yansımalarını taşır mı ya da bu her insan için geçerli olmak zorunda mı? Mesela yakınlarım bana hep “İsminin insanı değilsin.” der. Olmak zorundaymışım gibi... Sanki bu, benim tercihimmiş gibi. Bu arada adım Sevgi, söylemesi hoş, taşımasıysa bir hayli zor bir isim doğrusu. İsminizin anlamı en basit haliyle “sevme duygusu” olunca, insanlar her şeye sevgi ile yönelmenizi, karşılık vermenizi bekliyor. Ya ben “layığıyla” taşıyamıyorum ismimi ya da isimler sandığımız kadar etkilemiyor karakterlerimizi. Bunu birileriyle paylaşmak, konuşmak istiyorum. Belki de ismini taşıyamayan tek kişi olarak kalmak istemiyorum. Tam bu sırada karşıma biri çıkıyor, sarışın, renkli gözlü orta boylarda biri... Hızlı adımlarla yanına gidiyorum ve hiç beklemediği bir şekilde hemen lafa giriyorum: - Merhaba, adınız ne? O da dönüyor ve bana bakarak cevap veriyor: - Evren. - Peki isminizin anlamı ne? - Kainat diye biliyorum. Bunu duyduktan sonra içimden “Benden daha kötü durumda olanlar da varmış.” diye geçirmedim değil doğrusu... Şimdi bu insandan nasıl olması beklenebilir ki? Böyle bir isim, karaktere nasıl yansıyabilir? Birkaç saniye bunları düşündükten sonra Evren’e dönüyorum. -Belki duymuşsundur, isimler karakterlerimizin aynası olur, bütün hayatımızı etkilermiş. Ne kadar doğrudur bilinmez ama... Sen ne düşünüyorsun, mesela senin ismin karakterini nasıl etkileyebilir? Duraksıyor elbette, bir sağa bir sola bakıyor gülüyor, birinin onu kurtarmasını bekler gibi. O da bilmiyor çünkü cevabı, muhtemelen daha önce hiç düşünmemiş, kimse de gelip sormamıştır. Halini fark edince cevaplamak zorunda olmadığını söylüyorum. Bakıyor ve gülümsüyor. - Evren, kainat anlamına geliyor. Yani “var edilen şeylerin hepsi.” Sonsuz... Belki bu benim ufkumun, düşüncelerimin sınırsızlığını yansıtıyordur. Teşekkür edip ayrılıyorum yanından. Ya her insan ismiyle müsemma değil ya da bazılarımız ne kadarını yansıtacağını öğrenebilmiş değil…

56

Sevgi YURTSEVER

Bahçenin en ücra köşesinde oturması ilgimi çekmişti. Sadece siyah giyinmiş, ayaklarını karşı banka uzatmış, gözlerini tamamen gizleyen bir gözlükle dışarıyı seyrediyordu. “İsminiz nedir?” diye sordum. İsminin Selçuk olduğunu söyledi. İsmi Selçukluların liderinden geldiği için bu ismin onun kişiliğini yansıtıp yansıtmadığını merak ettim. Bu aklıma isim-soyisimden karakter analizi yapan internet sitelerini getirdi. Bu sorumun üzerine savaşçı karakterli veya lider ruhlu bir insan olmadığı için tanımlamadığını ama bu ismi benimsediğini söyledi. Bunun üzerine ismini seçme şansı olsaydı ne seçeceğini sorduğumda doğayla ilgili Bulut, Güneş, Deniz gibi isimleri tercih edeceğini söyledi. “Selçuk” gibi eril bir ismin onu tanımlamadığını; kadınlara narin, erkeklere güçlü isimler verilmesinin yanlış olduğunu ve böyle cinsiyetçi bir ismin yarattığı izlenimden hoşlanmadığını belitti. Sadece ismin nedir gibi sıradan bir soru ve bu ismin karakter analizi karşısında hayrete düşmüştüm. Toplumun ne kadar cinsiyetçi olduğunun en basitinden bireye verilen isimle bile karşımıza çıkabilmesi oldukça rahatsız edici olsa da tanık olduğum farkındalık beni bir nebze de olsa mutlu etmişti.

Melin DURMAZ

CELAL Siz hiç sadece bir soruyla başarılı bir röportaj yapmayı denediniz mi bilmiyorum. Denemediyseniz inanın zor bir iş. Benim bu bir soruluk röportajımı yöneltmeyi seçtiğim kişi kütüphanede çalışan öğrenciydi. Belki de saat 10’dan beri kütüphanede çalışan bir öğrenciyle akıcı konuşmak imkansız. Sonuçta sıcak ve dar bir alanda saatlerini kitaplar arasında geçirmiş, sıkılmış. Yine de hızlıca sorularımı cevapladı. Kısa ve netti. Tanımadığınız biriyle konuşmak ürkütücü ama yine de atıldım ve sordum. - Adınız nedir? + Celal - Anlamı var mı acaba? + Hiddetli demek. - Kendine bu sıfatı yakıştırıyor musun? + Hayır ama bazen öyleymişim gibi davranmak hoşuma gidiyor. Böyle öz bir konuşmadan bile anlayabileceğimiz üzere insanlar adlarının arkasına bile sığınmayı sever bazen. Rol yapmadan duramayız. Ama ismimiz bile bize bir yol gösteriyorsa belki de oradan ilerlemeliyiz. Hiddetli olun, Celal olmasanız bile. Zeynep UZMEN


EST OMEN NAZLIM

Kısıtlı olan zamanımın verdiği heyecanla bahçeye doğru koşar adımlarla yürüyorum. Saat on yedi suları okuldaki yoğunluk çoktan bitmiş. Yine de alt bahçede bir topluluk ilişiyor gözüme ve içlerinden kıvırcık saçlı olana soruyorum. - Merhaba adınız nedir? - Nazlım Diyor ve aklımda oluşan tüm tabuları yıkarcasına anlatıyor kendini. Aslında hayata karşı hep hızlı olduğunu, istediklerinin hep peşinde koştuğunu söylüyor. Eklemeyi de unutmuyor “ arkadaşlarım ismim ile karakterim arasındaki tutarsızlığa şaşırırlar hep.” Kısa bir sohbetten sonra vedalaşıyoruz. Merdivenleri birer birer çıkarken ismine olan inancımı yitirmediğimi düşünüyorum, görünüşünün verdiği naiflik yüzümü gülümsetiyor ve kendi kendime söyleniyorum. Karakterine uymasa bile bir isim görünüşe bu kadar yakışır. Bilge ŞAHBAZ

YELDA

ÜMİT

- Ümit Hocam merhabalar - ahaaa dom dom seni! Akıllılık edip beni buldun demek. Tam o sırada her zamanki aceleliği ile Ali Murat Hoca girdi içeri. Kimya Kulübünden bahsetti Ümit Hoca’ya. Anladığım kadarıyla Sevil Atasoy röportajı ile alakalı idi. Bu ufak aranın sonrasında devam ettik. İsminin manası açıktı aslında ama bazen bazı kelimeler insanların iç dünyasında beş duyu ile algılanan dünyanın gerçekliğinden kopup çok farklı imgelere dönüşebiliyordu. - Ki ümit insanın içindeki son dayanak olarak kiminde yıkılmaz bir kaleyken kimindeyse derme çatma bir gecekonduydu. Bu yüzden isminin anlamını sordum, aldığım cevap beklenenden farksızdı. “Kötü bir durum içerisindeyken bir çıkış yolu olduğuna inanmak, yüzünü asıp, kendi kendine mahkum olmaktansa umut sahibi olup, Ümit etmek.” idi onun için.

Çekingen adımlarla, bahçemizin merdivenlerinden hızlı hızlı iniyorum. Biraz korkarak da olsa - Adınız ne? diyerek ilk sorumu sormuş oluyorum. İsminin “Yelda” olduğunu söylüyor karşımdaki hanımefendi. İkinci bir soru olarak isminin enerjisine inanıp inanmadığını sormak istiyorum ve soruyorum. Yelda Hanım isminin enerjisine inandığını söylüyor ve ismiyle soyisminin çok uygun olduğunu düşündüğünü ekliyor. “peki ya isminizin anlamı ne?” diye sorduğumda büyük bir heyecanla anlatmaya başlıyor ve “Yelda ismi kara geceler için kullanılır hatta İran’da Şeb-i Yelda festivali vardır. Soyadımda Ülker’dir. O da parlayan yıldız demektir. Ben bir taraf yıldız bir taraf gece olduğu için ismimin dengede durduğunu düşünüyorum.” diyor. “Biri sizden bir isim tavsiyesi isteseydi kendi isminizi tavsiye eder miydiniz?” diye soruyorum bu defa. Kendi ismimden yola çıkarak, isim ve soyisim uyumuna göre tavsiye edebilirdim diyor ve ekliyor: “Yelda isminin çok yaygın bir isim olmadığını bildiğimden farklılık isteyenler için iyi bir seçenek olabilir.” - İsminizin hikayesi nedir? diye sorduğumda ilginç bir cevap alıyorum Yelda Hanım’dan. “Dayım bir kızı sevmiş ama ailesi kızı vermemiş, benim babamda yağcılık olsun diye adımı Yelda koymuş..” bu cevap üzerine yüzümde tatlı bir tebessümle, teşekkür ederek ayrılıyorum Yelda Hanım’ın yanından. İsimlerin hayatımızdaki etkisini düşünerek yavaş yavaş çıkıyorum bu defa aynı merdivenleri…

Sonraki sorumdaysa derme çatma bir gecekondunun ve bir kalenin kimi zaman ne kadar göreceli olabileceğini anladım.

Göksu Damla TETİK

Hasan Melih BÖRÜBAN

“Hocam peki isminizin gerçekten size tesir ettiğini düşünüyor musunuz? Herhangi çıkılmaz bir durum içindeyken bile anahtar deliğinin arasından gözüken mum alevinin kurtarıcı olabileceğine inanıyor musunuz?” Cevabından anladığım kadarıyla umut, her an değişen ruh içinde o kadar göreceli bi kaleydi ki... Bir karınca yuvası, karıncaların kendisi için yıkılmaz bir kale iken bir çocuk için hortumla yıkılabilecek kadar derme çatma bir gecekondu idi... Umut çıkmaz yolun değil, çıkmaz yol umudun sağlamlığını ve mahiyetini değiştiriyordu. Ve bazen umut yıkılıyor, sel basıyordu karınca yuvasını. Herşey bitiyor(muydu)? “Hayır” umut karıncalardı aslında, karınca yuvası değil. Bir karınca suyun içinde iki gün yaşayabiliyor ne de olsa... Oradan çıkıp yeni bir kale inşa edebilirdi, bir çocuk hortumuyla yine gelecek olsa bile. Umutsa hayatımızdaki bir dayanak değil hayatın herşeye rağmen devam etmesiydi. Kimi zaman aşağı kimi zamansa yukarı yönde ama daima ileri giden bir grafikti umut. Bu yüzden Hocamın isminin bir hal değil bir eylem olduğunu hissetmesini isterim. Aynı sahip olmak istediği, babasının ismi gibiydi umut... Kazım: “kendi kendini yenen.”

57


tifi k e d e D a y d e M l Sosya

İrem ŞENKAYA

iremsenk@gmail.com

Banu BERBEROgLU

Yaklaşık bir yıldır YouTube’a videolar atan Banu Berberoğlu, genel olarak vlog tarzında videolar çekiyor. Bu vlog videolarının ana konusu ise abur cubur, makyaj gibi konular oluyor. Bazı kişiler çektiği videoları samimi bulurken, bazıları da Banu’nun çektiği videolarla dalga geçiyor. Ama sonuç olarak son zamanların en çok izlenen youtuberlarından biri. Kendini YouTube Dünyasına İşte Bu Videoyla Tanıttı “Beni Tanıyın” adlı videosunda Banu Berberoğlu ailesinden, eğitim hayatından, hayvanlarından ve karakteristik özelliklerinden bahsetti. https://www.youtube.com/watch?v=UH3nos8HllE

HAYRETTİN’LE VİDEO ÇEKTİLER Kısa sürede üne kavuşan Banu Berberoğlu ve erkek arkadaşı Mehmet için komedyen Hayrettin Trabzon’a geldi. Hayretin, genç çift ile kanalında yayınlanmak üzere video çekti. Hayrettin’in videosu kısa sürede 1 milyona yakın kişi tarafından izlendi. İşte Hayrettin’in yayımladığı video

58

https://www.youtube.com/watch?v=emOMsftk92U


42 BİN TL KAZANDIĞI İDDİASINI YALANLADI Sosyal medyada kendi adına açılan sahte hesaptan yapılan “Siz benimle dalga geçtiniz ama bugün bugün Youtube’dan hesabıma 42 bin TL yattı” açıklamayı yalanlayan Berberoğlu, “Para kazanıyorum ama Youtube kuralları gereği ne kadar kazandığımı açıklayamam” ifadelerine yer verdi.

NEDEN BU KADAR İZLENDİLER ? Aslında Banu Berberoğlunun çektiği videolarda hiçbir özellik yok. Her insanın yaptığı gibi günlük yaşamından kesitler paylaşıyor. Alışverişe gidiyor, makyaj yapıyor. Tabi ki bunlar çok normal şeyler ama asıl izlenme sebepleri doğal ve saf hareketleri, takipçilerinin söylediklerine göre Banu Berberoğlu’nun videolarını izleyenler adeta hipnotize oluyor.

ÜNLÜ YOUTUBER ENES BATUR BANU BERBEROĞLU GİBİ VİDEO ÇEKTİ Enes Batur, Banu Berberoğlu ve Mehmet gibi bir gün geçirdi ve Banu Berberoğlu’nun kanalına tepki videosu çekti. https://www.youtube.com/watch?v=FIjwIIBTeWs

Banu Berberoğlu Hakkında Bilinmeyenler : - Yüzme bilmiyor. - Bisiklet sürmeyi bilmiyor. - Hiç uçağa binmemiş. - Geceleri ve yalnız zamanlarda ağlamayı seviyor çünkü başkalarının onu o halde görmesini istemiyor. - En sevdiği şey salatalık turşusu ve haşlanmış mısır. - Köpek fobisi var. - Domatesten nefret ediyor. Sürekli kapıyı kapattım mı, fişi çektim mi gibi takıntılarından dolayı psikolojik destek alıp ilaç kullanmış.

BANU BERBEROĞLU KİMDİR? YouTube, Instagram ve Twitter gibi sosyal medya kanallarında gündem olan Berberoğlu, şimdiden binlerce takipçiye sahip. 1994 doğumlu olan ve Trabzon’da yaşayan Banu Berberoğlu, liseyi Fatih Lisesi’nde, üniversite eğitimini ise KTÜ Maçka Meslek Yüksekokulu’nda tamamlandı.

59


fi i t k e d e D a y d e M Sosyal

unlu youtuber

ENES BATUR Nasıl “YouTuber” oldu? PewdiePie adlı YouYube kanalını izledikten sonra hayatının değiştiğini belirten Enes Batur Sungurtekin, “PewdiePie kanalı izlediğim ilk kanaldı ve izledikten sonra ben de video çekmeye karar verdim.” ifadelerini kullandı. İlk videolarını lise 2 de çekmeye başladı. İlk videolarında 65 kiloydu fakat su an 84 kilo. Enes Batur’u ilk zamanlardan beri izleyenler bu farkı rahatça görebiliyor.İlk videoları en fazla 30 bin izlenen Enes Batur’un şu an hitap ettiği kitle milyonları aşıyor.

NDNG (NEW DAY NEW GAME) ENES BATUR, DÜNYANIN İLK 100 OYUN KANALI İÇİNDE!

60

YouTuber kariyerine çektiği oyun videolarıyla başlayan Enes Batur Sungurtekin’in özellikle ”Happy Wheels” isimli serisi oldukça beğeni toplamıştır. Şu an YouTube’ta 6.387.248 aboneye sahip. Başarısının bir anda olmadığını, 5 yıldır video çektiğini ve azar azar takipçi kitlesine ulaştığını söylüyor

HER ŞEY HAYAL KURMAKLA BAŞLADI “Etrafımda beni yönlendiren kimse yoktu. YouTuber’lığı deneyimleyerek öğrendim. Başarılı olmak programlı, sabırlı ve pes etmemeye bağlı.” İşte Enes Batur’un en çok izlenen videoları :

ALTIN KELEBEK ÖDÜLÜ VE GERİ ALINMASI 44. Pantene Altın Kelebek Ödülleri sahiplerini bulmuştu.Bu yıl YouTuber-Instagramer kategorisi Altın Kelebek Ödülleri arasında yer almış ve ilk ödül Enes Batur’a verilmişti. Ödül töreninden sonra Enes Batur’un seslendirip yayınladığı videoda çocuk istismarı görüntüleri kamuoyunda büyük tepkiye neden oldu. Enes Batur’un sorumsuz yayını Altın Kelebek jürisi tarafından kabul edilemez bulundu. Altın Kelebek jürisi, Hürriyet ilkelerini ve gelen tepkileri dikkate alarak yaptığı değerlendirme sonucu, Şeyma Subaşı tarafından Enes Batur’a verilen ödülü iptal etti.


ENES BATUR’DAN ÖDÜL AÇIKLAMASI

ENES BATUR “HAYAL Mİ GERÇEK Mİ?”

Ünlü bir televizyon programına konuk olan Enes Batur, ödülünün geri alınması ile ilgili “Canları sağ olsun, bana bu ödülü oylarıyla destek veren ve her gün beni izleyip seven ailem kazandırmıştı. ‘Bu ödül benim’ demedim hiçbir zaman o yüzden de sadece benim elimden almış olmadılar ama bu bizim için her zaman zafer olarak kalacak ama yapacak da bir şey yok. Ne fark eder ki? Ben her zaman ben olmaya devam edeceğim.

YouTube üzerinden çektiği videolarla ünlenen Enes Batur’un hayatını anlatan “Hayal mi Gerçek mi?” filmi çıktı.Film 3. haftasında 1.404.258 seyirci ile 16.701.902,00 TL hasılat yaptı.

Beni bir ödül verdikleri için yüceltmiş olabilirler ama beni yücelten aslında her gün bana destek veren ve o güzel mesajlarıyla yanımda olan ailem. Onlar üzüldü tabi, ben de onlar için üzülüyorum ama ne fark eder ki? Ben ödül aldığım için sizin karşınızda bir şeyler yapmıyorum ki. Çok yanlış bir algı yaratmaya çalışıyorlar, neden olduğunu bilmiyorum. Fazla da bir şey söylemek istemiyorum uzatmak için, burada kapansın. Ben öyle bir şey yapmadım, geçmişteki videolarımda birazcık ağır konuşuyordum 1 veya 1,5 sene önceki videolarımda. İnternette o kadar fazla kötü şey var ki şu anda hala kötü içerikli videolar çeken veya bulunduran birçok kanal var. Ama ben 1,5 senedir buna dikkat ediyorum ve her zaman iyi örnek olmaya çalışıyorum, asla kötü şeylere teşvik etmemeye çalışıyorum.” ifadelerini kullandı.

YOUTUBERLAR NE KADAR KAZANIYOR? Her gün, her gün olmasa da 2-3 günde bir video atan Enes Batur yaklaşık 1 milyon izlenmede 400 tl kazanıyor. Bu videoların haftalık 100.000 izlenme ortalama 40 TL para kazandırıyor.

FİLMİN KONUSU Enes Batur içine kapanık bir çocuktur. Polis olan babası ve hemşire olan annesi ile neredeyse hiç zaman geçirmez. 6 yaşındayken babası Enes Batur’a bilgisayar alır ve tüm dünyası o olur. O, okulda da her zaman dışlanan bir çocuk olmuştur. Çocukluğundan beri çevresindeki herkes tarafından sevilmenin hayalini kuran Enes’in artık başka bir hayali daha vardır; YouTuber olmak. Fakat bu hayali ailesi tarafından desteklenmez, üniversite sınavına hazırlanması için onu zorlarlar. Enes, zor bir karar vermek zorunda kalır; ya hayallerinin peşinden koşup YouTuber olacaktır ya da üniversite sınavına çalışacaktır.

HAYRAN KİTLESİ Özellikle 6-20 yaş arası hayran kitlesine sahip olan Enes Batur; “Beni takip eden her kitleden insanla tanıştım ama genel olarak küçüklerin sevgisi çok başka olduğu için kendilerini çok belli ediyor, dolayısıyla o kadar küçük hayranların yanında büyüklerin gelmesi absürd oluyo o yüzden büyükler de izliyor ama çocuklar kadar ilgili değiller.” dedi.

61


İSTANBUL’DA BİR NEFES Ebru Tümen

ebrutumenn@gmail.com

İstanbul’da her geçen gün azalan kent içi “aktif” yeşil alan ile şehirde yaşamak gittikçe zorlaşıyor. Hafta sonunu değerlendirmek ve biraz olsun şehir gürültüsünden kurtularak nefes almak isteyenlere birkaç öneri rotamız var. İstanbul’un kalabalık atmosferinden kurtularak nefes almanızı sağlayacak rotalarımız ve bu rotalara ulaşımı nasıl sağlayacağınız ise şöyle:

Validebağ Korusu Anadolu yakasının en büyük sit alanlarından biri olan koru şehir içinde kurtarılmış bir alan gibi. Kadıköy’de bulunan koruya gitmek için; Üsküdar Marmaray otobüs durağından bineceğiniz 6 numaralı İETT otobüsü en kolay ulaşımı sağlamakta. Otobüs ile ulaşım trafiğe bağlı değişirken ortalama yarım saat sürmekte. Koruya girişler ücretsiz iken içerisinde bulunan Hababam Sınıfı müzesine giriş ücreti 2 TL.

Fethi Paşa Korusu

62

İstanbul’da temiz hava almak, yürüyüş yapmak isteyenlerin ilk tercihleri arasında yer alan Fethi Paşa Korusu kentin gürültülü atmosferinden sizi kurtararak ruhunuzu dinlendirmenizi sağlıyor. İçerisinde yer alan kafe ve restoranlarda da dinlenmeniz mümkün. Kuzguncuk Korusu olarak da bilinen boğaz manzaralı koru bir botanik bahçe gibi. Üsküdar’da bulunan koruya ulaşım ise şöyle; Üsküdar Marmaray’dan indikten sonra Paşa Limanı Caddesi’ni takip ederek yürüdüğünüzde Paşa Limanı Otobüs durağının

yanında yer alan Nacak Sokak’tan yola devam ederek koruya ulaşabilirsiniz. Koruya ulaşmak Üsküdar Marmaray’dan yürüyerek sadece 15 dakika. Koruya girişler ücretsiz.

Atatürk Arboretumu İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğretim üyeleri ve öğrencilerinin, araştırma kurumlarının ve yerli, yabancı bilim adamlarının yapacakları incelemelere, bilimsel araştırmalara hizmet veren Atatürk Arboretumu doğaseverlerin ziyaretine açık olarak göl kenarında yeşile doymanız için güzel bir tercih. Belgrad Ormanın güneydoğusunda yer alan Atatürk Arboretumu’na gitmek için en hızlı yol şöyle; Yenikapı-Hacıosman metrosunda Hacıosman’da inip 42HM numaralı


İETT otobüsüyle Bahçeköy durağında indikten sonra 5 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz. Arboretuma girişler ücretli. Giriş ücretleri ise; yetişkinler için hafta içi 5 TL, hafta sonu 15 TL. Öğrenciler için giriş ücreti hafta içi 2 TL, hafta sonu 5 TL şeklinde.

Belgrad Ormanı

Emirgan Parkı ve Korusu

Avrupa Yakasının en bilindik yeşil alanlarından biri olan Belgrad Ormanı içerisinde yürüyüş ve koşu alanları bulundurduğu gibi şehir gürültüsünden uzaklaşarak nefes almanızı sağlayacak bir atmosfere sahip. Ziyaretçilerine piknik olanağı da sağlayan ormanlık alana ulaşım ise Atatürk Arboretumu rotası ile aynı. 42HM İETT otobüsünü kullanarak Bahçeköy Durağında indikten sonra cadde boyunca 100 metre yürüyüp ormanın ana girişine ulaşabilirsiniz. Belgrad ormanına 4 TL yaya giriş ücreti alınmaktadır. Belgrad ormanına özel araç ile giriş ücreti ise 10TL.

Nisan ayı yaklaşırken akla gelen tabi ki ilk şey Lale Festivali oluyor. Lale Festivalini en iyi gözlemleyebileceğiniz ve İstanbul’un karmaşasından kurtularak kendinizi doğanın kollarına emanet edebileceğiniz bir yer Emirgan Korusu. İçerisinde bulunan köşklerde kahvaltı yapma, boğaz manzarası eşliğinde piknik yapma gibi imkânları da sunan Emirgan Parkı’na ulaşımı şu şekilde sağlayabilirsiniz; Eminönü ya da Beşiktaş’tan bineceğiniz 22, 25E, 40T, 42T numaralı İETT hatları ile Emirgan durağında indikten sonra 5 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz. Koruya yaya girişi ücretsiz, özel araçla girişlerde ise 10 TL otopark ücreti alınmakta.

63


SPORUN AYNASI Türkiye de özellikle son zamanlarda rağbet gören spor salonları birçok yerde karşımıza çıkmaktadır. Spor salonlarının sayısındaki hızlı artış, birçok insanın sağlıklı yaşam ve beslenmenin önemini fark etmesi ya da estetik kaygılar gibi nedenlerle çok sayıda insanın spor salonlarına gittiği görülmektedir. Özellikle ülkemizde erkekler daha çok spor salonlarına giderken kadınlar biraz daha çekingen davranmaktadırlar. Düzenli spor yapmanın önündeki en büyük engellerden biri de zaman denilebilir.

64

Ancak aktif bir yaşam sürmek isteyen biri konfor alanından çıkıp zamanını daha verimli kullanmayı öğrenmesi gerekir. Çoğu insan için spor yapmak spor alanlarında yapılan çok spesifik bir aktivite olarak görülüyor ancak hayatın her alanında her yerinde spor yapabiliriz. İşe yürüyerek gitmek, asansör yerine merdivenleri kullanmak, masa başında germe egzersizleri yapmak gündelik hayatımızı hareket katmanın yolları olabilir. Spordan beklediğimiz kazancı elde edebilmek için sporu gündelik hayatımızın bir parçası haline getirmemiz gerekir. Herhangi bir spor da asıl önemli olan şey ise sürekliliktir. Çünkü bedensel değişimin gerçekleşmesi ve kalıcı hale gelebilmesi için fiziksel egzersizlerin tekrarlanması gerekir. Spor salonun yazılan insanlarda en sık rastladığımız durum devamlılığı

Evren ÇERÇİ

evrencerci@outlook.com

sağlayamamaları, kısa sürede motivasyonlarını kaybetmeleri. Motivasyon kaybını önleyebilmek için kısa vadeli değil de uzun vadeli düşünmeli, spor yapmanın hayat kalitemizi, fiziksel ve mental sağlığımızı bütünsel olarak uzun yıllar koruyacağına inanmalıyız. Bu inançla hayat tarzımızı yeniden şekillendirmeli, sağlıklı beslenme ve spor alışkanlıklarını gündelik rutinimizin bir parçası haline getirmeliyiz. Spora başladığımızda, tükettiğimiz gıda türlerini değiştirmekle beraber hayat kalitesini arttırmamızda doğrudan ilişkisi bulunmakta. Tabiki tükettiğimiz gıdanın miktarı kadar kalitesi de önemlidir. Hayat kalitemizi arttırmak için sağlıklı gıdalarla beslenmeli, doğal ürünleri tüketmeliyiz. Bunu da işlenmiş gıdaları hayatımızdan çıkardığımızda, daha fazla su içmemizle, meyve ve sebze tüketimine önem verdiğimizde olur. Spor ve beslenme düzeni günlük rutin hayatımıza yer verdiğimiz zaman kendimizi daha dinç ve daha iyi hissetmemize olanak sağladığından dolayı hayat kalitemizi arttırabiliriz. Yani spor yaparak sadece iyi görünmekle kalmayıp iyi düşünmeyi ve daha kapsamlı bakış açıları geliştirmeyi, sorunlara farklı yönlerden yaklaşmayı, hızlı ve doğru çözümler üretmeyi, doğru iletişim kurmayı da becerebilirsiniz. Bu da hem insan ilişkilerinde, hem de iş hayatında başarımızı arttıracaktır. Herkes daha uzun yaşamak ister ancak önemli


olan sağlıklı yaşamaktır. Eğer sağlıklı bir hayatınız olmayacaksa, uzun olmasının da bir anlamı olmaz. Bu pencereden bakanlar için yaşam farklı bir anlam taşır. Anın kıymetini bilmek, sağlığın önemini bilmek önemlidir.Sporu severek, hayat kalitemizi arttırmaya yönelik yaparsak sağlıklı ve daha mutlu bir hayat yaşarız.

BOKS Boks, hem zayıflattığı, hem esnek ve sıkı bir vücut sağladığı, hem de eğlenceli geçtiği ve bunun yanında çok kısa sürede hayatta kendinizi savunabileceğiniz teknikler öğrenmenizi sağladığı için tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de hem kadınlar hem de erkekler tarafından tercih edilmeye başlanmıştır. Boks daha çok saldırı sporu olarak bilinir ancak işin sırrı kendini daha iyi savunmaktan geçer. Bu anlamda kendimizi ne kadar iyi savunursak o kadar başarılı oluruz. Boks antremanlarının en önemli faydası, insanların öfke kontrolünü geliştirmesi ve stresimizi atmaya yardımcı olmasıdır. Kum torbasına vurmak fiziksel ve sembolik olarak öfkenizi dışa vurmanızı sağlar ve bunu güvenli bir ortamda yapmış olursunuz. Boks, insanlara öfkeyi kontrol etmeyi öğretir. Öfke, doğal bir histir. Ancak boksörler bu hissi, kontrol duygusunu sürekli besleyen, güvenli ve

destekleyici bir ortamda atmayı öğrenir. Boks antremaları ile geliştirilecek şu üç özellik dikkat çekiyor: Denge, kontrol ve savunma. Sosyal dünyada gerek fiziksel gerek psikolojik anlamda daha dengeli, kontrollü bir hayat sürerken oluşabilecek ufak ya da büyük kazalara kusursuz bir refleksle karşı gelmeyi boks egzersizleri çalışarak öğrenebilirsiniz. Ya da kendinizi korumanızı gerektirecek tehlikeli durumlarda karşınızdakine meydan okuyabilirsiniz. Korunmanız gereken kişiyi sadece birkaç ufak tüyo ile etkisiz hale getirebilecek noktaları boks antremanlarında öğrenebilirsiniz. Hangi insan daha özgüvenli ve fit bir duruş sergilemeyi istemez ki? İçinde barındırdığı çeşitli egzersizlerle beraber boks, postürünüzde de gözle görülür değişiklikler olmasını sağlar. Çünkü, kendinizi içerden iyi hissetmeye başlayacaksınız. Siz iyi hissettikçe özgüveniniz artacak, herkesin ve her şeyin karşısında dimdik durmayı başaracaksınız. Boks’a başlamak için kusursuz ve fit bir vücuda sahip olmanız gerekmiyor. Amacınız fit ve atletik bir görüntüye sahip olmak olduğu sürece problem gözükmüyor. Kendinize belirlediğiniz hedef doğrultusunda sıkı ve düzenli bir çalışma programı uyguladığınızda zaten atletik bir vücuda kavuşmayı başarabileceksiniz. Boksla mutlu günler sizi bekliyor.

65


2. Dünya Savaşı, Avrupa’da Faşizm ve Nazizmin engellenemez yükselişi, Adolf Hitler’in başta Yahudiler olmak üzere insanlığa karşı giriştiği eylemler ve Walter Benjamin, Albert Einstein, Sigmund Freud’un kitaplarının yakılması onun insanlığa ve barışa olan inancını yitirmesine sebep oldu. Bu duruma daha fazla dayanamayan Stefan Zweig, eşi ile birlikte veronol zehri içerek intihar etti.

MONTAIGNE “En gönüllü ölüm,ölümlerin en güzelidir hümanist yazar Montaigne’de Stefan Zw kendini buldu ve son biyografisi olan M intiharıyla birlikte yarım kaldı.

KLEİST Stefan Zweig’a göre o içinde bir uçurum taşıyor, sık sık kendini o uçurumun kenarında buluyordu. Gerçek varlığı ve olmak istediği varlık arasındaki anlaşmazlık onun acısını kadere dönüştürdü ve bir gün kendini şakağından vurarak içindeki o uçuruma teslim oldu ve Stefan Zweig’ni etkiledi. Stefan Zweig için Kleist artık o uçurumun kendisiydi.

SATRANÇ Faşizm/Nazizm En ünlü eserlerinden biri olan ölümünden önceki son öyküsü “Satranç” Nazizmi işlediği tek hikayesidir.

II. DÜNYA SAVAŞI “Birisi Barış’ı başlatmalı tıpkı savaşı başlattığı gibi.”

66

Eserlerinde oluşturduğu karakterlerin çoğu intihara meyilli

İNTİHAR

ADOLF HİTLER Stefan Zweig’nı intihara sürükleyen Hitler, 1945’de Stefan Zweig’la aynı kaderi paylaşmak zorunda kaldı ve intihar etti.

SAVAŞ

Hayatı boyunca savaş karşıtı bir tutum takındı ve savaşa destek veren, alkış tutan, duyarsız kalabilen insanları anlamakta zorluk çekti.

STE ZWE

(1881-

“Tutku olmaksızın çalışan kişi bilgiçlik taslayanlardan fazlası olmayabilir.”

TUTKU “Hakiki yazar için yaratmaktan ve hayal kurmaktan başka her türlü tutku bir tür sapmadır.”


BALZAC “O sanatçı olamayacak kadar dâhidir.”

r.” diyen weig adeta Montaigne

BİYOGRAFİ

DOSTOYEVSKİ “Onun romanlarında sürekli elektriğe tutulmuş gibi sarsılırız, her sayfada daha sıcak, daha yakıcı, daha tedirgin, daha merak uyandırıcıdır onun romanları.”

NIETZSCHE “Her bulut kümesini, her fırtına sezgisini sinirden zihne, sezgiden söze dönüştüren atmosferik deha.” Dediği Nietzche, ona göre Avrupa’nın toplumsal çöküşünün ilk çığlığını atan kişidir.

HÖLDERLING Onun kahramanlığı bir şehidin kahramanlığıdır. Görünmez bir şey için acı çekmeye inancı için, ideali için yok olmaya hazır olmaktır.

EFAN EİG

-1942)

DICKENS “Kendi çağının gevşek mizacının usaresi, İngiliz geleneğinin temsilcisi.”

PSİKOANALİZ

Sigmund Freud “İnsanın içine işleyen zihin, ilham verici kurucu.” Hikaye ve romanlarından ruh çözümlemeleri yaptı. Karakterlerini oluştururken Freud’un psikoanalizinden etkilendi.

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Saplantılı ve tutkulu hislerin esiri olmuş bir kadının karşılık beklemeden sevdiği adama isimsiz bir mektupla vedasının öyküsü. Bir Kadının Yaşamından 24 Saat Tutkularının peşinden koşan bir kadının karakterinde dönüm noktası yaşadığı yirmi dört saatini ömür boyu kalbinde sır gibi taşımasının öyküsü.

Sıradan insanları anlatmadı. Oluşturduğu karakterlerin çoğu aşka, kadına, erkeğe, paraya ve hayata tutkulu ve saplantılıydı. Stefan Zweig insanın özünün bu tutkulu yönlerinde gizli olduğuna inanıyordu.

İrem Yavuz

irem_yavuz_96@gmail.com

67


“Satranç; bir bilimdi, sanattı, Hz. Muhammed’in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki boşlukta bulunan tabutu gibi, bu kategoriler arasında boşlukta dolanmaktaydı, karşıtlıklardan oluşma bütün çiftlerin bir defaya özgü birleşmesiydi; sonsuz eski ama buna rağmen sonrasız yeniydi.”

Öykünün ana karakterlerinden biri olan Czentovic, soğuk, cahil, kurnaz, insanlarla iletişim kuramayan, dünyaya kapalı, kültürsüz, yazı yazmayı bile beceremeyen, sanattan anlamayan bir satranç dehasıdır. Yazıldığı dönemle birlikte incelendiğinde Czentovic, Adolf Hitler ve ona alkış tutan Nazizm ve faşizm zihniyetinin bir temsilidir.

Satrançta Nazilerce bir hücrede yaşayan ve delirmek üzere olan Dr. B’nin hayatını gizlice çaldığı Satranç kitabı değiştirir. Kitabı eline aldığında yaşadığı o ruh hali, kitapla arasında kurduğu bağ Stefan Zweig’ın hayatındaki bir yaranın temsili olmuştur. Naziler, içinde Stefan Zweig’ın da bulunduğu birçok önemli yazar ve bilim insanının kitapalrını dev bir ateşte, alkışlarla yakmışlardır. Bu durum Stefan Zweig için öyle yaralayıcı olmuştur ki Satranç’ta Stefan Zweig kitabı yüceltilmiş, kitabın hayatındaki yerini Dr. B temsili üzerinden gözler önüne sermiştir.

“Satranç, aşk gibidir. Tek b

R T A S

“Muhtemelen kitabı hemen elime alıp okuduğumu düşüneceksiniz. Kesinlikle hayır! Önce kitabım olmasının sevincini yaşamak istiyorum.” “İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz.” 68


başına daha az eğlencelidir.”

Satranç, Stefan Zweig’nin intiharından önceki son eseri ve aynı zamanda kendi iç dünyasının temsili bir anlatımıydı.

Öykünün diğer ana karakteri Dr. B, Naziler tarafından işkence görmemiş ama ruhsal olarak yıldırılmıştır, en sonunda da sürgün olmuş bir karakterdir. Dr. B Stefan Zweig’ın ruhsal bunalımlarının sembolüdür. Stefan Zweig da Dr. B gibi sürgündedir, Nazizm iktidarınca işkencelere fiziksel olarak maruz kalmasa bile ruhsal olarak bu durumun onu Dr. B gibi zehirlemiştir. Stefan Zweig da Dr. B gibi artık kendini hiçliğin içinde hissediyor ve durum onu adım adım ölüme sürüklüyordu.

Ç N A R

“Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı uygulayamaz.” “Yalnızlık, insanlara karşı kullanılabilecek en büyük silahtır.”

SATRANÇ ZEHİRLENMESİ

Dr. B. ve Czentovic’in son satranç tutnuvasında ya da temsili olarak savaşında Dr. B. kafasının içindeki baskılara dayanamayarak satranç zehirlenmesi yaşar. Bu durumu fark edince oyunu tamamlamadan terk eder. Oyun kazananı ve kaybedeni olmadan bitmiştir. Dr. B.’nin burada ki temsili insanlıktır. Eğer bu oyun devam ederse insanlık satranç tahtasını terk etmek zorunda kalacaktır. (Kitabın sonu hakkında ipucu verir.)

İrem Yavuz

irem_yavuz_96@gmail.com

69


Erasmus Günlüğü:

SELANİK

Melin DURMAZ melindrz@gmail.com Merhaba Erasmus sevdalıları! İstanbul gibi hengâmesi, metrobüsü, pahalılığı daha bir sürü derdi olan bir şehirde Avrupa görme ihtimali güzel bir olay. Farklı kültür göreyim, biraz uzaklaşayım, yeni insanlar tanıyayım, e biraz da eğleneyim dediğinizi biliyorum. Erasmus tercihlerine de bu kadar kısa bir zaman kalmışken kafalar karışık haliyle. Nereyi seçmeliyim? Neresi daha ekonomik? Nerede daha çok gezip eğlenirim? Daha bir sürü soru var yanıtlanmayı bekleyen. Bu noktada biz de düşünüp taşındık gidip-gelen Erasmus öğrencileriyle görüşüp şehirler hakkında genel bir görüş alalım dedik. İlk istasyon olarak Yunanistan-Selanik Aristoteles Üniversitesi’ni seçtik. Bu konuda yardımcı olan Halim Türkoğlu’na hoş sohbeti ve verdiği bilgiler için çok teşekkür ederim. Kendisi 6 bahar ayı boyunca Selanik’te kalmış ve resmen şehre âşık olmuş. Röportaj boyunca şehre olan sevgisi ve hayranlı-

nekleri genişletebilmek için yazıldı. Yurt işi: Yurt ve kira birbirlerine yakın fiyat aralığında. Yurtlar çok tercih edilmiyor ve zaten çok denetimli yerler değil. Kiraya gelince de şöyle bir dezavantaj var; İngilizce konuştuğunuz anda fiyatlar iki katına çıkabiliyor. Normalde 200-300 fiyat aralığında olan kiralar İngilizce konuştuğunuzu ve öğrenci olduğunuzu duyduklarında birden 500-600 Euro olabiliyor. Eğer birkaç öğrenci daha bulunabilirse bu durum lehine çevrilebilir.

Eğitim:

Aristoteles Üniversitesi Avrupa’nın önemli iletişim okullarından biri. Hocalar donanımlı ve dersler verimli. Fakat derslerde devam zorunluluğu var. Sınav mevzusuna gelince; Halim sadece 1 dersten yazılı sınav olmuş yani sınavlar genelde uygulamalı. Radyo programı yapma, makale yazma gibi projeler istiyorlar ve ekipman konusunda okul yardımcı oluyor. Ayrıca çok fazla Erasmus öğrencisi olduğu için ayrı Erasmus sınıfı var bu da İngilizce sorununu çözüyor.

Öğrenci çeşitliliği:

70

ğını fark etmemek elde değildi. Hem tarihi, hem öğrenci çeşitliliği hem de öğrenci için önemli bir ayrıntı olan ucuzluğuyla tercih edilebilecek bir şehirken Türkiye’ye çok yakın diye midir bilinmez çok fazla tercih edilen bir yer değil. Bu yazı tam olarak bu sebeple; bilgilendirmek ve seçe-

İletişim Fakültesi olması nedeniyle çok fazla uluslararası öğrenci var. Ayrıca üniversitenin ESN’i çok iyi çalışıyor. Düzenli olarak Erasmus toplantıları düzenleniyor. Eightball diye bir kulüp var Selanik seçersen mutlaka gideceğin bir kulüp ve Erasmus toplantıları genelde burada düzenleniyor. Girişte 5 Euro verip giriyorsun ve


bir de içki veriyorlar. Kulüp olduğu için fiyatlar diğerlerinden birkaç Euro daha fazla olabilir.

Entelektüel getiriler:

Tiyatro etkinlikleri çok oluyor ama Yunanca. Bunun yanında sinema günleri oluyor. Kültürel açıdan etkinlikler var ama çok çeşitli değil. Zaten Erasmus etkinlikleri yoğun olduğu için bu etkinliklere katılım fazla olmuyor. Avrupa ülkelerine ulaşım: Karayolu kullanayım dersen biraz zor. Metro-tramvay yok. Ama Ryanair ucuz uçak biletleri satıyor. 10-15 Euro’ya Avrupa şehirlerine bilet bulabilirsin. Ayrıca okul havalimanına yakın. Haftasonu bir Avrupa şehrini göreyim mi dedin? 15 dakikalık bir yolculukla havalimanına ulaşabilirsin. Dezavantaja gelirsek; Selanik’ten Avrupa ülkelerine uçmak çok kolay ama Selanik’e dönüş biraz pahalı. Biletler 50-60 Euro’ya kadar çıkabiliyor.

Eğlence:

Biraz eğlenmeye çıkayım, kafa dağıtayım, yeni insanlarla tanışayım dersen Ladadika isminde bir mahalle var. Gece hayatı burada dönüyor. Kulüpler, barlar, tavernalar burada. Belli ki Yunanistan’da insanlar eğlenmeyi seviyor. Halim bunu “haftasonları şehirde cuma gecesi başlayıp pazar günü biten bir şıklık hâkim oluyor” diye açıklıyor. Öğrenci mekânlarından lüks restoranlara; geleneksel tavernalardan sakin huzurlu mekânlara kadar kafana uygun yerleri bulabilirsin. İçecekler genelde 1,5-2 Euro arası değişiyor.

Şehir içi ulaşım:

Metro-tramvay yok insanlar genelde otobüs kullanıyor. Yoğun saatlerde otobüsler İstanbul’daki gibi. Gidersen sana aşina olduğun şehri hatırlatacak bir detay! Yine de korkma şehir küçük ve her yer 10-15 dakika mesafede olduğu için yürümek gibi bir alternatifin var. Halim Selanik için Kadıköy’ün şehir hali demişti.

Yok ben yürüyemem otobüs isterim dersen öğrenci aylığı 15 Euro. Her bindiğinde ayrı bilet de alabilirsin. Yunanistan’da bilet otobüsün içinde de kesilebiliyor dışarda büfelerde de. Eğer otobüsten alırsan 60, büfeden alırsan 50 cent. Dikkatli ol denetim yapabilirler. Biletsizsen 80 Euro ceza kesiliyor.

Yeme-içme:

Öncelikle okul bu konuda büyük avantaj. Günde 3 öğün yemek çıkıyor ve yemekler ücretsiz. Vejetaryen seçeneği de var. Dışarda yiyeyim dersen 1,5-3 Euro arasında esnaf lokantalarında “ufak çaplı bir tencere” miktarında yemeklerle karnını doyurabilirsin. Pita yiyebilirsin o da 1,70. Arada bir keyif yapayım, kendimi şımartayım dersen deniz kenarında balık-şarap-meze 10 Euro. Market alışverişi ne olacak? Discount diye bir market zinciri var. Halim dünyanın en güzel marketi şeklinde açıklamıştı çünkü isminden de anlaşılabileceği gibi ucuz. 3 kişinin yaşadığı bir evin aylık alışverişini 100-110 Euro’ya halledebilirsin.

İletişim:

Yine İletişim Fakültesinin bir getirisi olarak okulda İngilizce yeterli oluyor. Dışardaysa pastanede çalışan 70 yaşındaki teyze dâhil herkes anlaşabileceğin kadar İngilizce biliyor. Part-time iş olanağı: Genellikle Yunanca bilen eleman arıyorlar o yüzden bu durum dezavantaj sayılabilir. Ama Suriyeli göçmenlere yardım için gönüllü veya ücretli çalışma olanağın da var.

71


ı ğ a f t u M i c n e r ğ Ö

ÖNC E Nİ YE T SONRA D İ Y E T Nur GÜN

nurgun93@gmail.com

72

Her canlının hayatını sürdürebilmesi için temel ihtiyacının beslenme olduğunu biliyoruz. Beslenme; büyüme, gelişme, sağlıklı ve verimli olarak uzun süre yaşamak için gerekli olan enerji ve besin öğelerinden her birini yeterli miktarda sağlayacak olan besinleri besin değerini yitirmeden, sağlığı bozucu hale getirmeden en ekonomik şekilde almak ve kullanmaktır (Tanır ve ark., 2001). Bu öğelerin her hangi birisi alınmadığında veya gereğinden az yada çok alındığında, büyüme ve gelişmenin engellendiği, sağlığın bozulduğu bilimsel olarak ortaya konmuştur (Baysal, 1993). Yeterince beslenemediğimiz durumlarda çeşitli sağlık sorunları ile karşılaşabiliriz. Beslenme yetersizliği ve dengesizliği bazı hastalıkların ortaya çıkmasının doğrudan, bazılarının ise dolaylı nedeni olabilmekte ve raşitizm, anemi, vitamin eksiklikleri, iyot yetersizliğine bağlı endemik (basit) guatr gibi sağlık sorunları görülebilmektedir (Beslenme.gov.tr).

OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) ülkelerine ilişkin obezite oranları incelendiğinde, ilk sırada %28,7 oranı ile ABD yer alırken, Türkiye ise %19,9’luk oranla üçüncü sırada yer almaktadır (Türkiye İstatistik Kurumu- Sayı:58 / 2015). Günümüzde değişen yemek kültürünün de bunda payı olduğunu düşünüyorum. Bir çocuk, yetişkinlik sürecine kadar ne yer ve içerse o kültürü benimser ve devam eder. Özellikle dışarda yemek yeme kültürünün en çok geliştiği dönem üniversite dönemidir. Herkesin tanık olduğu üzere hazır yiyeceklere ulaşımın kolaylığı, paketli ürünlerin hızlılığı ve kolaylığı nedeniyle tercih edilmesi bir çok öğrencinin işine yaramakta. Bu da yemek kültürünü, bilhassa ailesinden uzakta yaşayan öğrenciler açı-


KAHVALTI ALTERNATIFLERI • Club sandiviç (peynir, önceki günden kalan tavuk, domates, salatalık, yeşillik, zeytin) + çay

daki bilgilerimizin yanlışlığı, alışkanlıklarımızı değiştirememe gibi sorunlara yönelik çözüm bulmak ve yol göstermek amacıyla Diyetisyen Merve Altay’ın kapısını çaldım. Kendisinin özenle hazırladığı öğrencilere yönelik, her bütçeye uyan öğrenci menülerini paylaşmak benden, uygulaması sizden! İletişim için: instagram: @dyt.mervealtay

• ½ simit+ 1 karper peynir + domates-salatalık + çay ya da sütlü kahve • Yulaf (süt ya da yoğurt ile) + kuru meyve ya da sevilen mevsim meyvesi) • Dünden kalma sebzeli pilav ile omlet üzerine kaşar + çay

ÖĞLEN ALTERNATIFLERI • Okulun yemek hanesinden 4 kaplı menü • Halk ekmekten alınmış tam buğday ekmeği içinde köfte, yeşillik, domates

sından değiştirip uzun süreçte benimsedikleri bir tarza dönüşüyor. Uzmanlara göre günde temelde 3 ana öğün ve 3 ara öğün tüketilmesi gerekliliğine vurgu yapılırken öğrencilerde bu pek mümkün olmuyor. Üniversite öğrencilerinin en fazla atlanan öğünün öğle yemeği olduğu, sık öğün atladıkları ve öğün atlama nedeni olarak zaman bulamamanın birinci neden olduğu ve öğrencilerin dengesiz beslendikleri saptanmıştır (Üniversite Öğrencilerinin Beslenme Alışkanlıklarının İncelenmesi Emel YILMAZ, Sultan ÖZKAN-2007). AKŞAM ALTERNATIFLERI Biz öğrencilerin bes• Yeşil mercimekli salata (dereotu, lenme davranışları, yeşil elma, marul) + kefir fiziksel ve zihinsel durumumuzla ilgili • Karabuğdaylı salata (domates, peynir, salatalık, kapya biber) + limonata olduğu gibi okul ev yapımı performansımızı da dolaylı yoldan etki• Tarhana çorba + kıymalı sebze lemektedir. Sağlıklı yemeği + ekmek (2 dilim) ya da pilav + yoğurt beslenme konusun-

• Evdeki yeşillik malzemelerin üzerine 80gr ton balığı + yoğurt

ARA ÖĞÜN ALTERNATIFLERI • Kuruyemiş + kuru meyve veya mevsim meyvesi • Yoğurt + meyve • Grisini galeta + ayran • Türk kahvesi + 3 adet medine hurması • Sütlü kahve + 1 kare bitter çikolata

73


Kültür Ağacı

Ücretsiz Etkinlik Rehberi (Mayıs Ayı)

Hazırlayan: Ayşe Memiş memisayse80@gmail.com

SEMİNER - SÖYLEŞİ SEMİNER-SÖYLEŞİ

“SİYASETTE YENİ DÖNEM “

Bayrampaşa Mehmet Akif Ersoy Kültür Merkezi 08 Mayıs Salı 14.00

Esenler Dr. Kadir Topbaş Kültür Sanat Merkezi 12 Mayıs Cumartesi 13.00

“MEVLANA’DAN ÖĞÜTLER”

“MAZİ SÖYLEŞİLERİ : TÜRKLERİN İSLAMİYETLE TANIŞMASI”

Esenler Dr. Kadir Topbaş Kültür Sanat Merkezi 08 Mayıs Salı 20.00

“GÜNDELİK HAYATIN KÜLTÜREL YANSIMALARI”

İBB Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi 14 Mayıs Pazartesi 18.30

“BEN İNTERNET VE SOSYAL MEDYA BAĞIMLISI DEĞILIM”

İBB Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi 09 Mayıs Çarşamba 18.30

İBB Gençlik Meclisi 7 Mayıs 2018 Pazartesi 15.00-17.00

“DİJİTAL DÜNYA VE ALGI”

“KİSS SEMİNER PROGRAMI”

Bayrampaşa Mehmet Akif Ersoy Kültür Merkezi 10 Mayıs Perşembe 14.00

74

“EDEBİYAT SÖYLEŞİLERİ”

Salt Galata 27şubat – 22 Mayıs 2018

“MEDYANIN TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ”

“İNSANLARI ETKİLEME SANATI VE HİTABET”

İBB Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi 10 Mayıs Perşembe 18.30

İBB Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi 11 Mayıs Cuma 15.00


TİYATRO-SİNEMA

“BEDEL”

“ZİYAFET SOFRASI”

Şehit Erol Olçok Kültür Merkezi 08 Mayıs Salı 20.00

İBB Şile Kültür Merkezi 12 Mayıs Cumartesi 20.00

“TÖREBE”

Sultan Selim Kültür Merkezi 10 Mayıs Perşembe 20.00

“SOSYAL MEDDAHLAR”

İBB Ebubekir Kültür Merkezi 11 Mayıs Cuma 20.00

“KARŞI KRALLIK”

İBB İdris Güllüce Kültür Merkezi 13 Mayıs Pazar 20.00 “EVHAM”

İBB Yenibosna Dr. Enver Ören Kültür Merkezi 11 Mayıs Cuma 20.00 SERGİ-SANAT GALERİSİ

SERGİ

“HAREMEYN”

“İBB Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi 18 Mayıs Cuma 18.00

“İSTANBUL PHOTO AWARDS 2018”

İBB Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi 04 Mayıs Cuma 19.00

“DOĞADAN DENEMELER SERAMİK SERGİSİ”

Piola Restaurant-The Point Hotel 15 Mayıs - 31 Mayıs

“DÜŞSEL TİPLEMELER KARİKATÜR SERGİSİ”

Karikatür Evi 4 Mayıs - 03 Haziran

75


1883

MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM FAKÜLTESİ


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.