Minerva Dergisi - Sayı: 17

Page 1

. MINERVA MAYIS - 2015

SAYI: 17

İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni

Nevin Hocamıza... . . yilinda ermeni meselesi yilinda 1. Dünya Savasi . Yasar Kemal .

100.



.

MINERVA

Sayi 17

Bizden... İnsan bedeni ölümlü olsa da naif ruhlar, dürüst düşünceler ve ileriye dönük fikirler her zaman yaşar. Bu sonsuz yaşam hem geride kalanların acısını azaltır hem de onlara yol gösterici olur. Dünya, bu fikirleri takip ederek dönmeye devam edebilir ancak. Bu sayıyı vefat haberi ile hayatından geçtiği tüm fani bedenleri yasa boğan Prof. Dr. Nevin Ateş hocamıza ithaf ediyoruz. Bizler, hocamızın aydınlatıcı zihin tabiatıyla sonsuz yaşamda yerini aldığını biliyoruz. Her zaman olduğu gibi o, sıcakkanlılığı ve doyumsuz kahkahalarıyla bizi hiç yalnız bırakmayacak.

Teşekkür...

Sn. Prof. Dr. Nevin ATEŞ, Sn. Prof. Dr. Namık Sinan TURAN, Sn. Prof. Dr. Nuray MERT, Sn. Doç. Dr. Burak Samih GÜLBOY, Sn. Prof. Dr. Haluk ALKAN, Sn. Doç. Dr. Ahmet ÖZTÜRK, Sn. Doç. Dr. Murat METİNSOY, Sn. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emre ATEŞ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf BEKAROĞLU, Sn. Yrd. Doç. Dr. A. Leyla SANLI, Sn. Yrd. Doç. İrfan ÇİFTÇİ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Muharrem Hilmi ÖZEV, Sn. Yrd. Doç. Dr. Muhammed A. AĞCAN, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü değerli araştırma görevlilerine teşekkürü borç biliriz.

SUİAM Çalışma Grubu Adına Sorumlu: Şaban ÇAYTAŞ Genel Yayın Yönetmeni: Can ELDEN Yayın Kurulu: Sedef BEDER, Özgenur AKTAN, Yusuf TELLİ Görsel Yönetmen: Coşkun SAİTOĞLU coskunsaitoglu@live.com

Basım Tarihi: 20.05.2015

minervadergi@gmail.com minervadergi.blogspot.com

İLETİŞİM

twitter.com/minervadergi facebook.com/iu.suiamcg

MİNERVA Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni’nde yer alan çalışmalarda tüm sorumluluk çalışma sahiplerine aittir. Minerva’nın çalışmalarla ilgili olarak herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır.


içindekiler...

Dünden Bugüne Soykırım Yunus TURAN

3 Pakrat Estukyan ile Ermeni Meselesi Üzerine Röportaj Sedef BEDER - Sedat KUBAT

7 Tehcir Kanunu’nun İnsani Boyutları, Sosyal Sonuçları Büşra BAYRAKTAR

12 Mehmet Perinçek ile 100. Yılında Ermeni Meselesi Tuğçe KUL - Yunus TURAN

15 Ortadoğu-Sınırların Çizilmesi Ersel KORUK

20 Paris 1919: Vahşet Diplomasisi Ayda SEZGİN

23

Endüstri Devrimi’nden Günümüze Emeğin İstismarı Fatih BURHAN

46 Başkanlık Sistemi Üzerine Sinan AKBULUT

50 Ayten Alkan ile Yerel Yönetimler Üzerine Söyleşi Şaban ÇAYTAŞ

56 Raşit Tükel ile Rektörlük Seçimlerine Dair Söyleşi Ayda SEZGİN - Ünal ÇELİK

58 Yerleşik İktisat - Ekolojik İktisat Politikaları ve Çevre Kirliliği İlişkisi B. Selen YILMAZ - Sedat KUBAT

64 Almanya’ya İki Savaş Arası Dönemde Genel Bir Bakış Özgenur AKTAN

30 Birleşmiş Milletler 70 Yaşında Roza İZGÖREN

36 Avrupa Kimliği ve Türk Kimliğine Etkisi

SOYUTLAMA: YAŞAR KEMAL Vedat Özdemiroğlu ile Yaşar Kemal Üzerine Söyleşi Onur ASLAN

69

Efe Can MÜDERRİSOĞLU

38

İnsanlığın İncisi Onur ASLAN

Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi “Fail-i Meçhul Cinayetler” Ecenaz TERZİ

44

76 Yaşar Kemal’in Gerçekliği Yaren MUĞLALI

78


MİNERVA

DÜNDEN BUGÜNE SOYKIRIM Yunus TURAN

yunsturan@gmail.com

I. GİRİŞ

tahribini amaçlayan çeşitli eylemlerin eş güdümlü bir planıdır. Planın amacı ulusal grupların kültür, dil, ulusal duygular, din ve ekonomik varlığının siyasi ve sosyal kurumlarını parçalamak ve bu gruplara mensup bireylerin kişisel güvenlik, özgürlük, sağlık, esenlik ve de hayatlarının yok edilmesi olmalıdır. Soykırım, bir varlık olarak ulusal gruba yönelmeli ve suçu oluşturan eylemler bireysel özelliklerinden ötürü değil, o ulusal gruba mensup oldukları için kişilere yönelmelidir.” şeklinde açıklanmıştır.2 Lemkin’in 1944 yılında yapmış olduğu bu açıklama çerçevesinde soykırım suçu bir grubu yok etme kastı niteliğiyle diğer savaş suçlarından ayrılmaktadır. Ayrıca eylemin amacının da grubu yok etmek olması gerektiği soykırımın bir gerekliliği olarak ortaya konulmuştur.3 Dolayısıyla yok etme kastı soykırım suçunun önemli ayırt edici özelliklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Lemkin’in tanımlaması çerçevesinde Winston Churchill’in Nazilerin sistematik öldürme eylemine karşı geliştirmiş olduğu “isimsiz bir suç” nitelemesi kavramsallaşmıştır.4 Soykırıma ilişkin tanımlamanın hukuki bağlayıcılığı ise 9 Aralık 1948 tarihinde BM5 Genel Kurulu’nun kabul ettiği ve 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe giren Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ile sağlanmıştır. Soykırım suçu ise bu sözleşmenin 2. maddesinde tanımlanmıştır. 1951 yılında yürürlüğe giren sözleşmenin 2. maddesine göre gerçekleşecek herhangi bir sistematik ve yok etme kasıtlı hareketin yönelebileceği gruplar “ulusal, etnik, ırksal veya dinsel” şeklinde tanımlanmıştır.6 Dolayısıyla Lemkin’in politik, sosyal, kültürel, ekonomik, biyolojik, fiziki, ahlaki ve dini grupları kapsayan geniş çaplı tanımlaması dört ana gruba indirgenerek BM tarafından kabul görmüştür. Buradan yola çıkarak soykırım suçunun yöneldiği grupların sözleşmenin 2. maddesinde belirtilen ayırt edici özelliğe sahip gruplar olması gerektiği söylenebilir.7 Soykırım suçunu oluşturan eylemler ise sözleşmenin 2. maddesinde şu şekilde tanımlanmıştır:8

D

ünyada 20. yüzyıl iki büyük yıkımın yaşandığı yüzyıl olarak tarihte yerini almıştır. Bunlardan ilki I. Dünya Savaşı olarak isimlendirilmiştir ve çok sayıda insanın hayatını kaybetmesi, sakat kalması ya da savaşın insan psikolojisi üzerinde yarattığı yıkımı yaşamasına sebep olmuştur. Bir diğer büyük yıkım ise II. Dünya Savaşı olarak adlandırılmış ve ilkinden daha büyük bir yıkım yaşatmıştır. Böylesine büyük yıkımları yaşatan bu iki tufan savaşlarda sivillere yönelen eylemlerin sorgulanmasına neden olmuştur. Soykırım kavramı da bu yolla karşımıza çıkan kavramlardan biridir. Bu çalışmada soykırım kavramının hukuki boyutu, unsurları ve bu kavramın tam olarak neye karşılık geldiği açıklanmaya çalışılacaktır.

II. SOYKIRIM KAVRAMININ GELİŞİMİ Soykırım kavramı, “genocide” kelimesinin Türkçe karşılığıdır ve Yunanca “genos” yani “ırk, kabile” ve Latince “cide” “katletmek” anlamına gelen kelimelerin birleşimiyle oluşturulmuş ve bir Polonya Yahudi’si olan Raphael Lemkin tarafından Nazilerin Yahudilere ve Çingenelere karşı girişmiş olduğu sistematik katliamlar sonrasında ortaya atılmıştır.1 Bu kavram Lemkin’in tanımlamasına göre; “Ulusal grupların yok edilmesini ve yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlayan kurumların

1 BEŞİRİ, Arzu, Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar, TBB Dergisi, 2013, s.180 2 GÖKTEPEOĞLU, Ercan, Uluslararası Hukukta ve Türk Hukukunda Soykırım Suçu, TAAD, Yıl:5, Sayı:19(Ekim 2014), s.799 3 BEŞİRİ, Arzu, Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar, TBB Dergisi 2013 (108), s.181 4 GÖKTEPEOĞLU, Ercan, Uluslararası Hukukta ve Türk Hukukunda Soykırım Suçu, TAAD, Yıl:5, Sayı:19(Ekim 2014), s.799 5 Birleşmiş Milletler 6 http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/metin1210.pdf 7 Bakınız Not: 23, 24 8

http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/metin1210.pdf

3


“Madde 2:

d) Soykırım işlemek için teşebbüs etme;

Bu sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur.

e) Soykırıma iştirak etme;” Soykırım suçunu ve cezalandırılacak eylemleri tanımlayan BM Sözleşmesinin ikinci ve üçüncü maddeleri, Uluslararası Adalet Divanı’nın “Soykırım Sözleşmesine Konulabilecek Çekinceler Üzerine Danışma Görüşü” aracılığı ile evrensel bir niteliğe kavuşturulmuştur.11 Böylece Sözleşmenin uluslararası bağlayıcılığı ilgili sorunlar çözülmüştür.

a) Gruba mensup üyelerin öldürülmesi; b) Grup mensuplarına ciddi suretle bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek;

Türk Ceza Kanununda ise soykırım suçu 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ile uluslararası suçlar başlığı altında 76. madde ile düzenlenmiştir.12

d) Grup içerisinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;

“Adalet Komisyonu’nda kabul edilen metin şu şekildedir; Soykırım,

e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;”

MADDE 76.– 1) Bir planın icrası suretiyle, millî, etnik, ırkî, dinî veya bunlar dışında bir özellikle belirlenen bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi maksadıyla, bu grupla¬rın üyelerine karşı aşağıdaki fiillerden birinin işlenmesi, soykırım suçunu oluşturur: a) Kasten öldürme, b) Kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme, c) Grubun, tamamen veya kısmen yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması, d) Doğumların zorla engellenmesi, e) Çocukların zorla başka yerlere götürülmesi, 2) Soykırım suçu failine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.

Sözleşme ile soykırım suçunu oluşturan eylemler bir grubu yok etme maksadı etrafında toparlanmıştır. Ayrıca siyasi gruplara karşı yapılan eylemlerin ve azınlıkların kültürlerinin asimilasyon sonucu yok edilmesi Sözleşmeye göre soykırım suçu olarak sayılmamıştır.9 Bu yönüyle Sözleşme soykırıma dair net bir kapsamın oluşmasına hizmet etmiştir. Sözleşmenin 3. maddesinde ise soykırım suçu çerçevesinde cezalandırılacak eylemlere yer verilmiştir.10

3) Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur. 4) Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez.“ Soykırım suçunu düzenleyen 5237 sayılı TCK’nın 76. Maddesi, Soykırım Sözleşmesinden farklı olarak grup tanımlaması için daha geniş bir kapsam belirlemekte ve “bunlar dışında belirlenen bir özellikle” ifadesini kullanarak Türk Ceza Hukuku için soykırım suçunun yönelebileceği grup tanımlamasını genişletmektedir. Ayrıca soykırım suçunu oluşturan eylemler Sözleşmede olduğu şekliyle alınmış ve kabul edilmiştir.

“Madde 3: Aşağıdaki eylemler cezalandırılır: a) Soykırım;

Soykırım Sözleşmesinin yürürlüğe girmesiyle birlikte soykırımı yasaklayan ve cezalandırılmasını ön gören hükümlerin uluslararası teamül kuralları haline geldiği

b) Soykırım işlemek için işbirliği yapma/anlaşma; c) Soykırım işlemek için doğrudan ve aleni kışkırtma;

9 BEŞİRİ, Arzu, Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar, TBB Dergisi 2013 (108), s.183 10 http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/metin1210.pdf 11

DEĞER, Ozan, Soykırım Suçu ve Devletin Sorumluluğu: Uluslararası Adalet Divanı’nın Bosna-Hersek v. Sırbistan-Karadağ Kararı, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt:6, Sayı:22, 2009, s. 70 12 GÖKTEPEOĞLU, Ercan, Uluslararası Hukukta ve Türk Hukukunda Soykırım Suçu, TAAD, Yıl:5, Sayı:19(Ekim 2014), s. 826

4


A. Soykırım Suçunun Maddi Unsuru

ve aksine sözleşme dahi yapılamayan “buyruk-kural”13 niteliğinde olduğu kabul edilmiştir.14 Bütün bunlara ek olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve BM’nin soykırım ile ilgili sözleşmesi uyarınca kurulan uluslararası mahkemeler ve gerçekleştirilen yargılamalar ile de soykırım suçuna ilişkin gerekli hukuki içtihadın oluşumu da sağlanmıştır. BM tarafından kabul edilen Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2.maddesi; Roma Statüsü’nün 6. maddesinde, Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi Statüsü’nün 4. maddesinde ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nün 2. maddesinde kendisine yer bularak soykırım tanımının evrenselliğini teyit etmiş ve tanımlama üzerindeki ittifakı ortaya koymuştur.15

Soykırım suçunun maddi unsuru BM Sözleşmesinin ikinci maddesinde beş fırka halinde geniş olarak açıklanmıştır. Fakat Sözleşmede ifade edilen eylemlerden herhangi birini işlemek soykırım suçunun oluşumu için tek başına yeterli olmayıp soykırım suçunun yalnızca maddi unsurunu oluşturmaktadır.20 Suçun maddi unsuru fail ve mağdurun varlığını gerektirmektedir. Soykırım suçu için ise mağdurun belirli bir ulusal, etnik, ırksal veya dinsel gruba mensup olması gerektiği hem BM sözleşmesinde hem de TCK’nın ilgili maddesinde belirtilmiştir. BM Sözleşmesinde bahsi geçen grupları kısaca açıklamak gerekirse: Ulusal grup; ortak tarih, örf, adet, kültür ve dile sahip gruplardır. Etnik grup ise belirli bir kültürel geleneğe sahip ve bu geleneğin zaman içinde oluşmasıyla ortak özelliklere sahip olan bir grubu ifade eder. Irksal grup, üyelerinin aynı kalıtımsal (deri rengi, beden şekli vb.) özelliklere sahip olduğu sosyal grupları açıklamak için kullanılır. Dini gruplar da ortak bir dini inanca sahip, aynı rehbere inanan, ortak manevi fikirlere sahip ve aynı ibadetleri icra eden grupları tanımlar.21 BM Sözleşmesinde bahsi geçen suçlara maruz kalan mağdur kişi ya da kişilerin, özellikleri sayılan gruplara mensubiyeti suçun maddi unsurunun bir gerekliliği olarak karşımıza çıkmaktadır.22 Suçun maddi unsurunun bir diğer gerekliliği olan fail ise herhangi bir kimse olabilir. Fakat suçun işlenebilmesi için organize bir yapılanma gerekmesi faillerin silahlı bir yapının üyesi olma ya da bir devlet görevlisi olma durumunu ortaya çıkarmaktadır.23 Soykırım suçunun maddi unsurlarının bir diğer ayağını ise BM Sözleşmesinde yer verilen eylemler oluşturmaktadır.

III. SOYKIRIM SUÇUNUN UNSURLARI

B. Soykırım Suçunun Manevi Unsuru

Ceza hukukunda bir eylemin suç olabilmesi için belirli unsurların bulunması gerekir. Bu unsurlar; “maddi ve manevi ” unsurlar şeklinde ifade edilir.16 Ayrıca bir suçun oluşabilmesi için suçun unsurlarının tamamının ortaya çıkması gerekmektedir.17 Soykırım suçunun oluşabilmesi için de ceza hukukunun bu temel kuralı geçerli olup suç unsurlarının bir bütün halinde ortaya çıkması gerekmektedir.18-19

Soykırım suçunu diğer uluslararası suçlardan ve savaş suçlarından ayıran özellik, ayırt edici özellikleri belirlenmiş olan “bir grubu tamamen yok etme” kastı çerçevesinde gerçekleşmesidir.24-25 Bu kasıt ise soykırımın manevi unsurunu oluşturur ve suçun kurucu unsurudur.26 Soykırım suçunun niteliği, hedef alınan grupların kişisizleştirilmesidir ve eylemlerin hedef alınan gruplar içerisinde yer alan kişilerin bireysel özelliklerinden ötü-

13

“Jus cogens” uluslararası hukukun buyruk-kural özelliği gösteren hükümleridir. Bu kural uyarınca herhangi bir anlaşmaya taraf olunmaması halinde dahi o anlaşma buyruk-kural niteliği gösteriyor ise bu anlaşma geçerliliğini taraf olmayan ülkeler için de korur. 14 ASLAN, Muzaffer Yasin, Teoride ve Uygulamada Savaş Suçları, Bilge Yayınevi, 2006, Ankara, s. 112 15 BEŞİRİ, Arzu, Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar, TBB Dergisi 2013 (108), s.182 16 Hukuka aykırılığın suçun unsurlarından olup olmadığına dair farklı görüşler mevcuttur. Ayrıntılı bilgi için bakınız: http://auhf.ankara.edu.tr/auhf-yayinlari-arsivi/ugur-alacakaptan/sucun-unsurlari/sucun-unsurlari-kitabin-tamami.pdf, s. 95 17 http://auhf.ankara.edu.tr/auhf-yayinlari-arsivi/ugur-alacakaptan/sucun-unsurlari/sucun-unsurlari-kitabin-tamami.pdf 18 GÖKTEPEOĞLU, Ercan, Uluslararası Hukukta ve Türk Hukukunda Soykırım Suçu, TAAD, Yıl:5, Sayı:19(Ekim 2014), s. 802, 827 19 BEŞİRİ, Arzu, Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar, TBB Dergisi 2013 (108), s.180 20 GÖKTEPEOĞLU, Ercan, Uluslararası Hukukta ve Türk Hukukunda Soykırım Suçu, TAAD, Yıl:5, Sayı:19(Ekim 2014), s. 827 21 A.g.e s. 828, 829 22 Bakınız: BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi Madde 2. 23 GÖKTEPEOĞLU, Ercan, Uluslararası Hukukta ve Türk Hukukunda Soykırım Suçu, TAAD, Yıl:5, Sayı:19(Ekim 2014), s. 829 24 BEŞİRİ, Arzu, Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar, TBB Dergisi 2013 (108), s.181 25 ASLAN, Muzaffer Yasin, Teoride ve Uygulamada Savaş Suçları, Bilge Yayınevi, 2006, Ankara, s. 115 26 DEĞER, Ozan, Soykırım Suçu ve Devletin Sorumluluğu: Uluslararası Adalet Divanı’nın Bosna-Hersek v. Sırbistan-Karadağ Kararı, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt:6, Sayı:22, 2009, s. 71

5


rü değil, o gruba mensup oldukları için gerçekleşmesi gerekir.27-28 BM Sözleşmesinin de açık bir şekilde ifade ettiği biçimde gruba yönelen eylemin nedenini, grubun tamamının ya da bir kısmının imhası oluşturmalıdır.29 Soykırım suçunda kasıt, failin grup mensuplarını yok etmeyi istemesi ve gerçekleştirdiği eylemleri bu irade çerçevesinde gruba yöneltmesidir. Bu durum ceza hukukunda “özel kast” olarak adlandırılmaktadır.30 Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi aracılığı ile Bosna-Hersek ve Sırbistan-Karadağ tarafları arasındaki davada yargılamalar yapılmıştır. Bu mahkemede görülen davalardan biri olan Goran Jelisic davası soykırım suçunda “özel kastın” önemini kavramak açısından önem taşımaktadır. Davada özel kasıt ispatlanamadığı için Goran Jelisic hakkındaki soykırım suçlaması kanıtlanamamıştır. Davada Jelisic’in gerçekleştirmiş olduğu katliamların keyfiyete dayandığı belirlenmiştir ve bir grubu yok etme kastının varlığına dair kanıt bulunamamıştır.31 Jelisic örneğinden anlaşılacağı üzere özel kastın açıkça belirtilmediği durumların soykırım olarak isimlendirilmesi kolayca gerçekleşememektedir. Özel kastın açıkça ifade edilmediği durumlarda “genel kasıt” olarak adlandırılan ve suç oluşturan fiilin bilinerek ve istenilerek gerçekleştirilmesi soykırım kastının tespitine imkan tanımamaktadır. Suçun manevi unsurunun gerçekleşmiş olması için kasıt hakkında herhangi bir şüpheye yer kalmaması gerekmektedir.32 Bu noktada ise soykırım bir grubun toplu imhası anlamını taşıdığından ötürü failin önceden organize bir plan hazırlayıp hazırlamadığı önem taşımaktadır. Bu plan çerçevesinde gerçekleşen eylemlerin ise yine grubun yok edilmesi amacıyla uygulamaya sokulan birer basamak olarak görev alması gerekmektedir.33

ceza mahkemelerinin yaptığı yargılamalar neticesinde soykırım kavramı hukuki olarak bir içtihada kavuşmuş ve hangi eylemlerin soykırım olarak nitelendirilebileceği konusu büyük ölçüde açıklığa kavuşmuştur. Yapılan yargılamalarda vurgulanan konu, soykırım suçunun “maddi ve manevi” unsurlarının varlığı suçun gerçekleşmiş olabilmesi için bir şart olduğudur.36 Maddi unsur BM Sözleşmesinin 2. maddesinde belirtilen eylemlerden meydana gelirken manevi unsur grubu yok etme kastı üzerine kuruludur. Bu açıklamalar çerçevesinde herhangi bir katliamın, saldırının ya da öldürme eyleminin soykırım olabilmesi için maddi ve manevi unsurları barındırması en temel şarttır.37

V. KAYNAKÇA ASLAN, Muzaffer Yasin, Teoride ve Uygulamada Savaş Suçları, Bilge Yayınevi, 2006, Ankara. BEŞİRİ, Arzu, Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar, TBB Dergisi 2013 (108). DEĞER, Ozan, Soykırım Suçu ve Devletin Sorumluluğu: Uluslararası Adalet Divanı’nın Bosna-Hersek v. Sırbistan-Karadağ Kararı, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt:6, Sayı:22, 2009. GÖKTEPEOĞLU, Ercan, Uluslararası Hukukta ve Türk Hukukunda Soykırım Suçu, TAAD, Yıl:5, Sayı:19(Ekim 2014).

IV. SONUÇ Soykırım suçu BM Sözleşmesinde tanımlandığı haliyle ulusal, dini, ırksal ya da etnik bir gruba, grubun tamamen ya da kısmen yok edilmesi amacıyla sistematik olarak grup üyelerini öldürme, grup mensuplarının fiziki ya da zihinsel sağlıklarına zarar verme, grup üyelerinin zihinsel sağlığı olumsuz etkileyecek şartlara kasten maruz bırakma, gruba ait çocukları başka bir gruba zorla nakletme, gruba doğurganlığı önleyecek tedbirleri dayatma gibi eylemler uygulamaktır.34 BM Sözleşmesi ile tanımlanan soykırım suçu ve uygulanacak cezalar, çeşitli uluslararası mahkemeler aracılığıyla yapılan yargılamalarda kullanılmıştır.35 Bahsi geçen uluslararası

ÜNAL, Şeref, Uluslararası Hukuk Açısından Ermeni Sorunu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2011. http://auhf.ankara.edu.tr/auhf-yayinlari-arsivi/ugur-alacakaptan/sucun-unsurlari/sucun-unsurlari-kitabin-tamami.pdf (Erişim Tarihi: 10.05.2015). http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/metin1210.pdf (Erişim Tarihi: 10.05.2015)

27 A.g.e, s. 71 28 ASLAN, Muzaffer Yasin, Teoride ve Uygulamada Savaş Suçları, Bilge Yayınevi, 2006, Ankara, s. 113 29 Bakınız: BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi Madde 2. 30 ASLAN, Muzaffer Yasin, Teoride ve Uygulamada Savaş Suçları, Bilge Yayınevi, 2006, Ankara, s. 116 31 BEŞİRİ, Arzu, Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar, TBB Dergisi 2013 (108), s.190, 191 32 ASLAN, Muzaffer Yasin, Teoride ve Uygulamada Savaş Suçları, Bilge Yayınevi, 2006, Ankara, s. 116 33 A.g.e, s. 115, 116 34 Bakınız: BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi Madde 2. 35 Bu mahkemelerden bazıları: Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi, Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi. 36 BEŞİRİ, Arzu, Soykırım ve Soykırıma İlişkin Uluslararası Mekanizmalar, TBB Dergisi 2013 (108), s.189-193 37

Bakınız Not: 16, 17, 18, 19

6


Hazırlayanlar: Sedef BEDER Sedat KUBAT

sdf.beder@gmail.com sedatkubat1@hotmail.com

AGOS Gazetesi yazarlarından

PAKRAT ESTUKYAN ile Ermeni Meselesi Üzerine Soykırımla ilgili tanımlar bugün Avrupa’da da tartışıldı takip ettiğimiz kadarıyla bizde de tartışılıyor. Sizce mesele bir soykırım mıdır? Kavram olarak tanım sıkıntımız var ama bunu sözlük tanımlarından ileriye götürmek, temellerini atmak gerekiyor. Sizin soykırım tanımınız nedir ?

manlarından biri soykırım suçları geriye dönük işleyemez. Bu Birleşmiş Milletler’in şekillendirdiği şartta da vardır. Dolayısıyla buna soykırım demek mümkün değildir. Gelgelelim, 1915’te yapılan şey kelimenin gerçek anlamıyla bir “soykırım”dır. Çünkü Lemkin o metni hazırlarken “etnik kimliğinden ötürü, dini inancından ötürü bir gruba yönelik imha hareketlerine soykırım denir.” diyor. İmha hareketlerini de sınırlandırmış; toplu öldürme, zorla göç ettirmeler veya bu insanların çocuklarının başka ailelere verilmesi. E biz 1915’te bunların hepsine tanık oluyoruz. Bir yandan toplu öldürmeler var, bir yandan zorla göç ettirmeler var, bir yandan da çocukların başka bir gruba aktarılması var.

T

anımlardan ileriye gitmeye kalkarsak zaten muğlaklığa gideriz.Tam tersine sözlük tanımlarına geri dönmek daha mantıklıdır. Sözlük tanımlarına geri döndüğümüzde ise soykırım insanlık tarihinin kelime dağarcığına 1948 yılında dahil olmuş bir ifadedir. 1944 yılında tanımlanmış Raphael Lemkin diye bir hukukçu tarafından. 1948 Birleşmiş Milletler teşkilatı bunu bir prensip halinde bir yasaya dönüştürmüş. Türkiye’nin de altında imzasının olduğu bir yasa bu. Raphael Lemkin bu konuyla ilgili konuşmalarında hep der ki “Ben bu terime ulaşmak için 1915’te Ermenilere yapılanları inceledim.” Bu ifade bu açıklama bizzat 1915’in ne olup ne olmadığına dair bence olabilecek en yetkili cevaptır. Bizzat o sözcüğü keşfeden, o sözcüğü uluslararası literatüre kazandıran insan diyor ki “Ben bu sözcüğü, bu tanımlamalara, tespitlere, sınırlandırmalara varabilmek için 1915’te Ermenilere yapılanları inceledim.”. Şimdi bundan sonra artık işin hukuki boyutu gündeme geliyor. Hukuki boyutundaki en güçlü argü-

Ermeni Meselesi şark meselesinin bir uzantısı ya da devamı mıdır ? Evet, öyle düşünülebilir. Hatta denilebilir ki Ermeni Meselesi bizzat Şark Meselesi’dir. Veya Şark Meselesi denen şeyin diğer bir adı da Ermeni Meselesi’dir. Çünkü Şark Meselesi Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme sürecinde en çok karşımıza çıkan meselelerden biridir. Ne olarak çıkmaktadır, reform talebi olarak çıkmaktadır. Meşrutiyetin ilanından itibaren algıda değişim vardır. Artık meşruti bir yönetim olacaktır. Mutlakıyetten meşrutiyete geçilecektir. Yani bir parlamento olacaktır, 7


bir çoğunluğun kanaatleri olacaktır. Yönetim de bunlara göre tavrını belirleyecektir. İşte bu aşamaya gelindikten itibaren doğal olarak artık tebaaya bakışta bir değişiklik var. O zaman da Osmanlı’nın kuruluşundan beri bir zımmiler var, bir Müslümanlara zımmetlenenler var, Müslümanların himayesine bırakılanlar var. Bir de hakimler var, millet-i hakime. Millet-i hakime Müslüman Sünni mezhebinden olanlar iken millet-i mahkume Müslüman olmayan bütün halklardır, bütün tebaalardır. Bu ikisi arasındaki hiyerarşik yapı hayatın her alanına nufuz etmiştir. Sokağa çıktığında bir Ermeni’nin giyeceği renkler belirlenmiştir, bir Müslüman’ın giyeceği renkler belirlenmiştir. Şehir içerisinde Müslümanlar ata binebilirken Müslüman olamayanların ata binmesi yasaklanmıştır. Meşrutiyetle birlikte ve 1789 Fransız Devrimi’nin etkileriyle Türkiye’de de anlayışta ciddi bir değişim vardır ve bu ciddi değişimin sonucu vatandaşlık kavramı getirilir. Bu vatandaşlık kavramı mahkumeler ve hakimeler arasında eşitliğe yol açar. Bu, insanlar içerisinde ciddi bir tepkiye yol açar. Bu tepkinin en somut dışa vurumu şöyledir; “Ne yani bu saatten sonra gavura gavur denmeyecek mi?”. Bu bile razı edilmesi zor bir durumdur. Böyle katı bir hiyerarşik yapı vatandaşlık kavramıyla başka bir şeye döndü. Bu dönüşüm Müslüman toplumda rahatsızlık yarattı, buna dirençler oluşturdu. Bu dirençlerle birlikte baskılardan kaynaklanan rahatsızlık, huzursuzluk, bizim karşımıza Doğu Sorunu diye geldi. Doğu Sorunu dediğimiz şeyin kaynağında devletin Ermeni tebaası üzerine ve doğuda yaşayan gayrimüslimler üzerine Kürt aşiretlei yoluyla baskılar kurmasıdır. Onların köylere hücumlar düzenlemelerini, sonra da bunun cezasız kalmasını sağlamasıdır. Bütün bu sıkıntıların sosyal patlamaya dönüşmesi sonucunda batılı devletlerin de reform talebi ortaya çıktı. Bu bir baskı haline geldi. Ruslarla konuşuluyor, Ruslar doğuda reform istiyor, İngilizlerle konuşuluyor İngilizler doğuda reform istiyorlar. Reform istemeyen tek batılı güç Almanlardı. Çünkü Almanlar Osmanlı ile başka türrlü bir ilişki geliştirmişlerdi. O ilişki de şuydu; emperyalist aklın, emperyalist gücün paylaşım mücadelesinde Almanya çok geç kalmıştı. O geç kalmışlığını kapatma çabasındaydı bunun için de en önemli müttefik olarak Türkiye’deki emperyalizme Osmanlı İmparotorluğu’yla mesafe almayı hesap ediyordu. İlk projesi de Berlin’den Bağdat’a kadar uzanacak olan bir demiryolunun inşaatıydı. Burdan Hindistan’a kadar kendisine emperyalist bir alan yaratma çabasındaydı. Ama dediğimiz gibi, bu geç kalmış bir emperyal çabaydı. Onların bu projelerinden 50 60 yıl sonra zaten imparataorlukların dağılma süreçleri başladı. Sadece Osmanlı İmparatorluğu değil,

aynı dönemde Portekiz sömürgelerini kaybetti, İspanya sömürgelerini kaybetti, Fransa ve İngiltere sömürgelerini kaybetti. Bu kaybedişler taa geçtiğimiz yüzyılın yarılarına kadar sürdü. Fransa Cezayir’den 1950’li yıllarda elini eteğini çekti veya İtalya Habeşistan’dan o yıllarda elini eteğini çekti. İtalya aynı şekilde Libya’da koloniler oluşturmuştu. O ülkelerin bağımsızlaşmasıyla emperyelist algı, çok ulusluluk, yayılmacılık zarara uğradı. O zarardan Osmanlı da etkilendi. Doğu Sorunu dolayısıyla böyle bakmamız gereken bir şey. Doğu Sorunu dediğimiz Ermenilerin reform talebiyle oluşan sorun. Reform talebinin arkasında olan da can güvenlikleri, mal güvenlikleri, ırz güvenlikleri. Kaygıları var, çünkü Kürt aşıretleri saldırılar düzenliyorlar. Ermeni köyleri zaten silahlandırılmamışken, savunma güçleri yokken adamların hasadını, ürününü çalıp götürüyorlar, kızlarını kaçırıyorlar ve Ermenilerin buna karşı Osmanlı Devleti’nden isteyebilecekleri hukuki bir dayanak, hukuki bir destek yok, hukuki bir yardım yok. “Sadık tebaa” olarak tanınan Ermeniler -yani literatürde böyle geçiyor- buna bakışınız nedir ? Buna bakışım şudur: bu çok aşağılayıcı bir kelime. Lakin bunu da birçok Ermeni gururla söylüyorlar. Sadakat şu anlamda; yani milletin sadakati, tebaanın sadakati, ancak köpek milletinden beklenen bir şeydir. Biz köpeğimizin bize sadık olmasını isteriz. Köpek sahibinin yanından ayrılmamalı, sadık kalmalıdır. Ama bu köpek dürtüsüdür. İnsanın dürtüsü ise dengeler içerisinde kendi çıkarını kovalamaktır. Hayırlı olan yol için engel var ise tepesindeki zorbanın elini kırmaktır. Bunun sadakatle açıklanması gerçekten hastalıklı bir ruh hali. Ama bu lafın arka planında Ermeniler gercekten de çevrelerindeki milletlere oranla bağımsızlık fikrini en az benimseyen ulusal topluluk oldular. Örneğin Bulgarlara kıyasla, Makedonlarla kıyasla, Orta Doğu’daki Arap halklarına kıyasla. Onlar bir şekilde kendilerini Osmanlı Devleti’ne bağlı biçimde tanımlamaktan rahatsız olmadılar. Sadece biraz daha kendilerini benimseyebilen, kendilerini içselleştirebilen Osmanlılık algısı içerisindeler. 1915’te sürgüne giden aydınların 250 ye yakını -230 mu ne- bunların tamamı Ermeni. Ama ben onların yanına bir sıfat daha koyarım çok rahat, hiç tereddüt etmeden; hepsi de Osmanlı aydınlarıydı. Hepsi de bütün projelerinde Osmanlı ufkuyla iş yapan adamlardı. Biz Ermeniler hep diyoruz, Ermeniler kadar faydalı olabilen bir tek Rum tebaası vardı burada çok önemli bir kültür geliştirmiş olan. Mimaride de bu böyle, edebiyatta da bu böyle. Biz bunu da bunun dışında terakki etmeyelim, Osmanlılık diye algılayalım. Günümüze gelinceye

8


kadar Anadolu’nun Hristiyansızlaştırılması bu ülkedeki medeniyete vurulmuş çok büyük, ağır bir darbedir. Rumların mübadele ile gönderilmesi, Pontus Rumlarının, Süryanilerin ve Ermenilerin topluca katledilmesi, Ezidilerin de onlarla birlikte, bu ülkenin kültürel gelişimine vurulan çok ağır bir darbedir.

dijitalize edelim dediler. Genelkurmay Başkanlığı çok yüksek perdeden bir veto seslendirdi ve o proje durdu. Tapuların dijitalize edilmesinde, herkesin ulaşabilir olmasında ne sakınca var? Tam da işte şurası önceden şuna aitti, burası önceden onundu hikayesinin görünür olması sakıncası var. Bu istenmiyor. Bu yerelde biliniyor. Sen şimdi nüfus müdürlüğüne başvursan; desen ki ben kim olduğumu öğrenmek istiyorum, buna bütün vatandaşların hakkı var. Sana verilen bilgi deden kadar oluyor, ondan öteye gitmek için babanın gitmesi gerekiyor, o gidip başvursa onun dedesine kadar gidiyor. Yani böylece sen dedenin babasını ya da annesini öğrenmiş oluyorsun. Bu yasayla da dedesine kadar bildireceksin demişler. 19 yaşında biri kendi dedesine ulaşabiliyorken 90 yaşında biri de kendi dedesine ulaşabilme şansına sahip. Zor bir yol ama gene de bir yol. Fakat ondan ötesi kayıp, kapalı. Bu ülkede ciddi sayıda ihtida etmiş, din değiştirmiş insanlar var. Ne yatığının farkında olmayan insanlar var. Yani 5 yaşında bir çocuk anasız, babasız ve kimsesiz kalmış, bir yetimhaneye almışlar sokakta açlıktan ölmesin diye. O yetimhanede ne eğitim veriliyorsa çocuk oraya evrilecek, ona ne isim verilirse o isimle karşılaşacak.

Müslüman halkla Ermenilerin arası nasıldı? Soykırımda Müslüman halkın etkisi var mı ? Tabi var. Müslüman olsun, Türk olsun, Kürt olsun, Çerkez olsun, bütün Müslümanlar soykırıma fiilen katıldılar. Çünkü bu işi organize edenler, projesini planını yapanlar, din farkını çok güzel manipüle ettiler. İnsanların dinini çok daha cahilce yaşadığı yerlerde, mesela Kürt coğrafyasında şu propagandayı yaptılar; 7 tane Ermeni öldüren direk cennete gider ve Kürtler de sokağa döküldü, 7 Ermeni öldürelim de cennete gidelim diye. Ülkenin bütün Müslümanları bu sürece katıldılar. Tabi bu manipülatif bir şeydi. Bu işi projelendirenler kimi nasıl kullanacaklarını çok iyi biliyorlardı. Ama burada resmi kuvvetlerin katkısı çok az kalmıştır, mesela askerlerin -o zamanın ifadesiyle zabıtaların. Bu işin organizasyonunu “teşkilat-ı mahsusa” diye İttihat Terakki’nin -bugünki karşılığıyla “özel halk dairesi” diye tanımlayabileceğimiz bir birimi- organize etmiştir. Teşkilat-ı mahsusa kendi kadrolarını hapishanelerden çıkarmştır. Bu operasyonlar için bu kadroların yeterli olmadığı yerlerde de yani Ermenistan ve Kürdistan’da da Kürt aşıretleriyle pazarlığa girmişlerdir. Çok büyük bir operasyondur bu. Ama üzülerek söyleyeceğim ki halk bu konsept içinde katılmıştır bu işe. En masum olacak, kafa kesemeyecek kadın güruhu bile evlerin talan edilmesinde çok büyük bir öncü rol oynamıştır. Yani bugünden bakınca neye benzediğini tanımlamak, kabul etmek zor bir iştir. Ama aslında bu bir gerçekliktir.

Fransa, İngiltere ve ABD’nin etkisi ne olmuştur meselenin ortaya çıkışında ? Meselenin ortaya çıkışında bunların ilgisini bilemiyorum ama meselenin örtbas edilmesinde bunların hepsinin çok önemli etkisi var. İngiltere’den daha ziyade bu konuda çok ağır bir sorumluluğu olan Almanlardır. O dönemde, bahsettiğimiz zaman diliminde Türk ordusunun hemen hemen tamamını Alman subayları denetliyordu. Genelkurmay bütünüyle Alman subayların elindeydi. Soykırımdan haberleri olduğu muhakkak, çünkü o zamanlarda Osmanlı coğrafyasında etkin bir haberleşme ağı var - şimdi biz buna PTT diyoruz. O zaman on, on beş tane posta sistemi var. Konsolosluğun, her büyük elçiliğin kendi posta ağı var. Bir sürü gazetenin, Amerika’da yayınlanan bir sürü gazetenim Osmanlı’da çalışan muhabirleri var. Türkiye’de bugünki sayıdan çok daha fazla konsolosluk var, bugün aklımıza gelmeyen illerde. Mesela Erzurum’da, mesela Van’da, mesela Kars’ta, Adana’da... İzmir’i söylemiyorum bile, İzmir’de çok var, Trabzon’da... Buralarda batılı ülkelerin konsoloslukları var, ataşeleri var, ajanları var, bütün bunların üstüne batılı bir sürü misyoner var. Burada okul faaliyeti, hastane faaliyeti yapan bir sürü misyoner var. Bunların hepsinin yazdıkları günü gününe raporlar var, dökümanlar var. Batı burada olup biteni çok iyi biliyor, günü gününe biliyor. Ama bu olup bitenleri durdurmak

Bu olay hem siyasete taşınmasıyla hem de zaten tarihsel anlamda bu derece gündeme gelmesiyle belge tartışmaları başladı malumunuz. Peki Ermeniler ne gibi belgelere sahip? Tabi ki Ermenilerin de belgeleri var. Ama belgelerin esas kaynağı tabi ki devlettir. Belge tutacak olan devletin kendisidir bizzat ve o belgelerin çok önemli bir kısmı halen çok önemli bir sır gibi saklanıyor. Örneğin neler saklanıyor; nüfus kayıtları, tapu kayıtları... Siz herhangi bir yerdeki tapu kaydına, hele ki Osmanlıca yazılmış olan tapu kaydına kat’a ulaşamıyorsunuz. Birkaç yıl önce -5 veye 6 yıl önceydi muhtemelen- bu konu da bir girişim oldu. Birileri bunları Türkçeleştirelim ve

9


için önemli bir çaba sarfetmiyor. Çünkü onun hesabı başka bir şey; onun hesabı bir paylaşım savaşı, paylaşım savaşında benim elimde ne kalacak, senin elinde ne kalacak. Her şey onun üzerine kurulu. Kim katledildi, hangi halk ne oldu, bunları hesaba kattıkları yok. Her şey kendi salt çıkarları için. Petrol bölgesi kimde kaldı, bakır madenlerinin olduğu yer kimde kaldı, bütün hesap paylaşım üstüne. Soykırım yapılmasında batı ülkelerinin çok önemli bir dahili var mıdır cevap veremeyeceğim. Almanya dışında, Almanya‘nın olduğuna inanıyorum. Fakat bu adaletsizlik, bu haksızlık üzerine bir bardak soğuk su içme konusunda hepsi eşit derecede insanlık suçu işlemiştir. Çünkü hepsinin o aşamadaki hesabı; yeni kurulan devletten biz nasıl bir pay alabiliriz.

yolları olabilir. Ermenilerin çok kolay duymak istedikleri şey incinen onurlarının, gururlarının onarılmasıdır. Bunun en temelli, içten yolu tartışılmaz bir özürdür. Bu özrün karşılığında, örneğin Ermenilere denilebilir ki; “Ya siz buraların eski vatandaşısınız ve siz vatandaşlık müracatında bulunduğunuzda herhangi bir insana göre daha büyük kolaylıklarla karşılaşacaksınız, sizin önünüzde herhangi bi engel olmayacak. Turist olarak buraya gelmek isteyenden vize istemeyeceğiz, Kars’a Ani’yi gezmek için” .Yani aslında barış yolunu geliştirecek bir çözüm. Evet evet, sınır ticaretine kolaylıklar tanı. Kars çarşısında ya da Gümrü çarşısında bu insanlar kendi ürünlerini kolayca rahat rahat satabilsinler. Veya sen boru hatları döşüyorsun Hazar Denizi’nden, AdanaCeyhan-Yumurtalık’a kadar. Bunları yaparken coğrafyayı kulağını uzun yoldan tutarak tarif ediyorsun. O boruları Trans Kafkasya dağlarından aşırtmaya çalışıyorsun. Tek amacın Ermenistan‘ı bypass etmek. E öyle yapma, kulağını daha kolay yerden tut. Ermenistan da ekonomik olarak bir fayda elde etsin. Türkiye’nin de benimsediği, parçaşı olmak istediği o neo-liberal ekonomi anlayışında “kapalı sınır” kavramı kabul edilebilir bir şey değil. Senin de sırtında bir kambur. Bütün bunlardan kurtulmak özellikle bu hükümet için çok mümkündü bir dönem. Çok halk desteği vardı, bir dönem neredeyse her iki kişiden birinin oyunu alabilecek seviyeye gelmişti ve o dönemde bu konularda önlem alabilseydi netice alınabilirdi. Şimdi aynı şeyi söylemek mümkün değil, çünkü artık geri dönüş yoluna girildi.Sonuçta bu suçlar, Ermenilerin bu kadar katledilmesi, bu kötü anların yaşanması, Osmanlı Devleti zamanında yaşanan suçlardı. Şu an bir tazminat ödenirse bunu Türkiye ödemiş olacak ve hepimiz ödemiş olacağız sonuçta.

1915 olaylarının değerlendirilmesinde bir türlü uzlaşamayan, birbiriyle çatışan ulusal tarih anlatıları olduğu muhakkak. Peki bu, diyalektikte karşılıklı bir empati ve özeleştiri aşılanmasına katkı sağlıyor mu ? Soykırımı kabul ettiği takdirde bu karardan Türk dış politikası nasıl etkilenir ? Bugün Türkiye’nin soykırımı kabul etmesi, etmemesi dış politikadan çok iç politikayla ilgili bir alan olmalı. Çünkü zaten bu konuda dış baskıdan çok iç baskıya muhattap olmaya başladı Türkiye. İç baskıya muhattap oluyor, çünkü kendi toplumundan bunu tanımasına yönelik, bunla hesaplaşmasına yönelik bir istek günden güne çoğalıyor. Günden güne büyüyen bir şey ve bu işin çözümü başka hiçbir yerde değil, sadece Türkiye‘nin demokratikleşmesinde ve Türkiye‘nin demokratikleşmesi Almanya’nın hatırına, Fransa’nın kara kaşına kara gözüne, İngiltere’nin kibarlığına, ABD‘nin bonkörlüğüne bağlı bir iş olmasa gerek. Bütünüyle Türkiye’deki insanların hak ettikleri standarda ulaşmaları olsa gerek. Bugün Türkiye‘de insanlık git gide ifade özgürlüğüne daha çok ihtiyaç duyuyor, demokrasiye daha çok ihtiyaç duyuyor. Baskılardan arındırılmış, kandırılmamış, şeffaf bir devlet anlayışına ihtiyaç duyuyor ve bu sağlandıkça Türkiye artık şartlandırılmış argümanlar yerine daha gerçek bir şeyler söylemek zorunda, daha gerçek şeyler zaten bu yüzleşmeyi kolaylaştıracaktır. Bugün Türkiye’deki en önemli kabuslardan biri; soykırımı kabul edersek bunun arkasından başka talepler gelecektir. Mesela tazminat gelecektir, mesela toprak talebi gelecektir. Böyle bir argüman var, sağcı politikacılar bunu mütemadiyen dile getiriyorlar. Olabilir, gelebilir, bunların hepsi gündeme gelebilir ama bunların hepsinin önünü kesmek çok kolay. Şu açıdan çok kolay, öncelikle devletler arası barışa yönelik algıyla devletini yöneltirsen elinde çok kolay imkanlar olabilir. Ermenistan’a tazminat ödemenin çok kolay, pratik

Cebimizden para çıkmadan ödeyebileceğimiz tazminatlardan bahsettiniz. Nasıl? Ben bunu merak ediyoruz. İyi niyetle ödenebilecek tazminatlardan bahsediyorum. Mesela sana toprak tazminatı örneği vereyim. Bugün Ermeniler diyorlar ki tarihteki ismiyle Vilâyat-ı Sitte olarak bilinen 6 vilayet Doğu Anadolu bölgesi bizim ana yurdumuzdur. Fakat bunun iade edilmesi bi gerçekliğe tekabül etmiyor. Devletler hukukunda hadi gel burası senin hakkın, haritayı baştan çizelim gibi bir durum olamaz. Bunun bir gerçekliği yok, bu bir ütopya. Varsayalım ki böyle bir şey oldu, Türkiye Cumhuriyeti böyle bir hata yaptı, buralar bize ait değildi biz haritayı değiştiriyoruz, orada yaşayan insanlara ne denilecek? “Hadi siz bu tarafa gidin, buralar Ermenistan oldu.” mu denecek? O da olacak şey değil. E ne olacak, Ermeniler oraya gelecek, buraya Ermeni bir kaymakam koyalım, 10


oraya Ermeni belediye başkanı koyalım, buraya Ermeni vali koyalım. E bu adamlar ne olacak? Şimdi bütün Ermenistan’ın nüfusu 3 milyonun altında. Bahsettiğim bölgelerde 10 milyon insan yaşıyorsa nasıl bir şey olacak? Ermenistan devletinin kendinden kalabalık bi azınlığı mı olacak? Dolayısıyla bunların hepsi altyapısı olmayan konular. Bunlar üstüne hakikaten 1 bardak soğuk su içeceğimiz şeyler. Türkiye şunu da diyebilir; “Ya arkadaşlar hiçbir karşılık da istemiyoruz, biz şurda 30 kilometrekarelik arazi belirledik, bu Rize’dedir, Trabzon’a üç saatlik mesafede, deniz kenarında bu alanı biz size tahsis edeceğiz. Hatta tazminat adı altında biz buraya bir de liman yapmayı tayin ediyoruz, hatta bu alandan Ermenistan sınırına kadar bir karayolu ve demiryolu inşaasını da kabul ediyoruz. Buraya gelen geminin bizimle alakası olamayacak, burası Türkiye sınırı kabul edilmeyecek, Ermenistan limanına girmiş olacak. Ermenistan’ın serbest limanıdır burası. ihracat yapacaksanız kamyonla ya da trenle buradan taşıyın malınızı burada ihraç edin, ithalat yapacaksanız burada gelen geminin yükünü boşaltın, kamyonla veya trenle Ermenistan’a götürün.” Çok pratik bir tazminat şekli değil mi? Ermenistan için çok fevkalade fonksiyonel değil mi? Bu tazminata itiraz eden olur mu Türkiye’de? Özellikle bahsedilen alan bir yerleşim birimi değilse, devletin hazinesinin tapulu arazisiyse. Ve bu fonksiyonel de olur. Çünkü Ermenistan’ın en büyük sıkıntısı zaten ambargo. Bu aklı üreten, zaten kapalı olan sınır kapısını da açar, her şey böylece gündemden düşer. Daha neyin tazmınatını isteyeceğim ben? Ha, bireyler tazminat isteyebilir. Bu tazminatın önüne devletler hukukunun geçmemesi gerekiyor. Bu devletler hukuku değil, bu bireysel bir şey. “Vay vatanımızdı, gitti!”. İlk senin başına gelmiyor ya, dünyada tarihe gömülen bir ton millet var. Ben basit bakıyorum, ben basit bir adamım, diplomat değilim, siyasetçi değilim. Aklımdan geçenleri paylaşıyorum ben sizinle. Ama zannediyorum ki siyasetçiler böyle bakarsa ve böyle bakmanın itici gücü çözüm üretmek, yaraları sarmak, beraber hayırlı bir yere evrilmek olursa bu akıllar işe yarar. Temsil yeteneği olmadığı zaman tabii kıymeti yok bu akıl vermelerin. Ama temsil yeteneği olan insanlar olaylara böyle basit, iyi niyetle yaklaşırsa zaten çok sorunu çözeriz

Bu tutumları çok sorunlu buluyorum. Muhtemelen hepsinin mantıklı gerekçeleri vardır. Soykırımın inkar edilmesinin suç sayılması belli bir mantık içerisindedir bu ilk kez holocaust, yani Yahudi soykırımı üzerinden türetilen bir şey oldu. Sonra bütün diğer soykırımlar için de geçerli oldu. Perinçek’in bu konudaki duruşu benim açımdan hiç samimi bir duruş değil. Perinçek neyin ne olduğun biliyor ama onu bir politik argüman olarak kullanıyor. Bu politik argümanda Perinçek ulusalcılık kavramını benimsedi. Ulusalcılığın uluslararası siyaset literatüründeki adı Nasyonal Sosyalizmdir. Nasyonal Sosyalizm Hitler’in partisidir, yani faşizmdir. Nasyonal Sosyalizm’in ifadesi başka bir deyişle faşizmi ifade eder. Perinçek o kadarla da yetinmedi bir de Talat paşa komitesi kurdu. Talat paşa komitesinin önderi oldu, bu konuda sınır tanımaz, saldırgan bir üslubu benimsedi. Bütün bunların ben ifade özgürlüğü falan olduğunu hiç düşünmüyorum. Çünkü o ifade özgürlüğü ise Talat Paşa’yı mahkum eden zihniyet neydi? Enver Paşa’yı mahkum eden, Türkiye’den kaçmaya zorlayan zihniyet neydi? Bu insanların savunulacak şu kadar yanı yok, ama bu insanlara cumhurbaşkanı “ecdadımız, biz onlara laf ettirmeyiz” diyor. Perinçek de komiteler kuruyor Talat Paşa Komitesi diye. Bu siyasetin en çirkin yüzüdür.

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

minervadergi.blogspot.com

Katkı ve Eleştirileriniz Bize Ulaşın:

Doğu Perinçek’in Ermeni soykırımını “uluslararası bir yalan” olarak değerlendirmesini İsviçre-Ermenistan Derneği isimli cemiyet derneğinin, söz konusu cümleyi Lozan Birinci Derece Mahkemesi’nde dava ederek ırk ayrımcılığı olarak görmesi ve AİHM nin bu olaya ifade özgürlüğü olarak bakmasını nasıl karşılıyorsunuz ?

İçin

om

minervadergi@gmail.c

11


MİNERVA

TEHCİR KANUNU’NUN İNSANİ BOYUTLARI, SOSYAL SONUÇLARI

T

Büşra BAYRAKTAR

busbayraktar1@gmail.com

ehcir Kanunu, resmi adıyla Sevk ve İskân Kanunu, 27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilmiştir, 1 Haziran 1915 tarihinde dönemin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi’de yayınlanmıştır. Bu kanun; Ermenilerin Ruslarla işbirliği yapmasını önlemek, Türkiye’ye cephe gerisinde yapılan saldırıları durdurmak ve Ermeni çetelerinin Türk halkına yaptığı zulümleri sonlandırmak hedefiyle Osmanlı Devleti tarafından belli vilayetlerde yaşayan Ermeni halkının zorunlu göçe tabi tutulmasıyla uygulanmıştır. 100 yıl önce uygulanan bu kanun beraberinde siyasi ve sosyal açıdan büyük sorunları getirmiştir. Sorunların başlangıcını Tehcir Kanunundan itibaren ele almak doğru olmayacaktır. Kesin olan bir şey vardır ki o da; 100 yıldır Türkler ve Ermeniler arasındaki sorunların devam ettiğidir. 1915 yılının Mayıs ayında başlayan ve Kasım 1915’te sona eren Tehcir aylarında kaç Ermeni’nin tam olarak zorunlu göçe tabi tutulduğu ve kaçının göç sırasında öldüğü tarihçiler arasında tartışılan bir konudur. Diaspora Ermenilerinin önde gelen tarihçileri, 1 milyon 800 bin kişinin zorunlu göçe tabi tutulduğunu ve 1 buçuk milyonunun öldüğünü iddia ediyor.1 Türk tarihçiler ise, Osmanlı ve uluslararası arşiv belgelerine dayanarak farklı rakamlar veriyor. Onlara göre, 442 bin Ermeni göç etirildi. 56 bin kadarı göç esnasında çetelerin saldırılarından, kötü hava şartlarından ve hastalıklardan dolayı öldü. Tehcir sonrası da yetersiz beslenme ve salgın hastalıklardan 250 bin kadar Ermeni hayatını kaybetti.2 Ancak bu rakamlara dahil edilmeyen bir de evlatlık edinilerek, din değiştirerek veya çeşitli şekillerde, tehcirden kaçan Ermeniler de vardır. Bahsedildiği gibi geride kalanların sayısına gelince bütün resmi yazışmalar ve kayıtlara rağmen bu konuda sağlıklı rakamlar bulunamıyor.

rendikten sonra başından geçenleri yazmıştır. Bu kitabın önemi; üstü örtülü bir konuya, tabuya -Ermeni evlatlıklar- değinmesiydi. Fethiye Çetin; evlatlık verilen veya başka sebeplerden dolayı geride kalan kişilerin sayısının belirsiz olması konusuna dair, her iki tarafın da çıkacak rakamlardan korktuğu için böyle bir araştırmaya girmedikleri düşüncesine sahip. Çünkü çıkacak rakam, bir taraftan Türklerin çok sayıda Ermeni’yi koruduklarını ve ölenlerin sayısının iddia edildiği gibi yüksek olmadığını gösterecek bir taraftan da Tehcir ile yaşanan insanlık trajedisinin büyüklüğünü ortaya çıkaracak.

“Anneannem” adlı kitabında Fethiye Çetin, anneannesinin Ermeni bir evlatlık olduğunu ve bu gerçeği öğ-

“Ermeni veya Türk tarihçilerinin yaklaşımının esas alınması, yerinden yurdundan edilmiş insanların yaşadı-

1 Prof. Dr. Nikolay Hovhannisyan, Ermeni Soykırımı, İstanbul 2005, s.109; Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı ve Toplumsal Hafıza, İstanbul 2005, s.133. 2

Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri, s.98,

12


ğı trajediyi göz ardı etmeyi mümkün kılmıyor. Tehcir’in haklı sebeplere dayanması da aynı şekilde Ermeniler’in acı yaşamadıkları anlamına gelmiyor. Tehcir’in geride bıraktığı acı hatıralardan birisi, hiç şüphesiz son zamanlarda üzerindeki vurguların arttığı, Tehcir’e tabi tutulanların Müslüman aileler tarafından ‘evlatlık’ ya da ‘besleme’ olarak kabul edilen çocukları.”3

Palu’ya götürüldüğü söylendi ancak gittikleri yerden bir daha haber alınamadı.” Anneanne, erkeklerin götürüldüğü günün akşamında köyün birtakım adamlar tarafından basıldığını, güzel ve genç kızların, kadınların kaçırıldığını söylüyor. Kaçırılanlar arasında en küçük teyzesi Siranuş da yer alıyor. Annesi İsguhi, jandarmanın bazı komşu köyleri basmadığını ve bunlar arasında eltisinin köyünün de olduğunu öğrenince Heranuş’la birlikte iki kardeşini de alarak bu köye gidiyor. Ama kısa süre sonra jandarma bu köyü de basıyor. Bu kez kadın-erkek ve çocuk kim varsa hepsi Palu’ya götürülmek üzere yola çıkarılıyor. Palu’da kadın ve erkekler ayrılıyor. Kadın ve çocuklar kilisenin avlusuna sokuluyor. Bir süre sonra da dışarıdan çığlıklar gelmeye başlıyor. Anneanne Heranuş, bu seslerin “boğazları kesilip, nehre atılan Ermeni erkeklere ait olduğunu” iddia ediyor. Bir süre sonra kadın ve çocukların köylerine dönebilecekleri söyleniyor. Geri döndüklerinde evlerini yağmalanmış halde buluyorlar. Açlıkla baş

Fethiye Çetin’in anneannesi hakkındaki kitabında bahsettiğine göre; annesinin adı Esma ve babasının adı Hüseyin olmadığı gibi kendi adı da Seher değil, Heranuş’tu. Heranuş’un gerçek annesinin ismi ise İsguhi ve babasının ismi de Hovannes. Heranuş, zorunlu göç başladığında 10 yaşlarında olduğu için birçok olayı hatırlıyor ve Fethiye Çetin’e Söyle anlatıyor: “Havaların ısındığı, ekinlerin büyüdüğü günlerden bir gün jandarma köyü bastı. Muhtar Nigoros Ağa köy meydanında toplanan köylülerin gözü önünde öldürüldü. Genç-yaşlı demeden bütün erkekler ikişer ikişer bağlanarak, jandarma tarafından tartaklanarak götürüldü. Erkeklerin, 3

Erhan Başyurt, Ermeni Evlatlıklar-Saklı Kalmış Hayatlar, s.18

13


etmeye çalışıyorlar. Ama kısa süre sonra jandarma yeniden köyü basıyor ve yatalak hastalar da dahil sürgüne gönderiliyorlar. Böylece uzun ve acılı yürüyüş başlıyor.

Kürtler arasında çok yaygın olduğunu, ama bir genelleme yapılamayacağını da söylemiştir. Nitekim bazı yazarlar, Tehcir sırasında 20 binden fazla Ermeni’nin sadece Dersim bölgesine sığındıklarını ve kabul gördüklerini kaydediyor.5

Çermik Hamambaşı’na geldiklerinde, sayılarının epey azaldığını kaydeden anneanne Seher, yol boyunca pek çok çocuğun öldüğünü ama annesi İsguhi’nin, üç çocuğunu sağ salim taşımayı başardığını kaydediyor. Anneanne, Çermiklilerin bir süre sonra çocukları süzmeye ve gözlerine kestirdiklerinin aileleri ile konuşmaya başladıklarını ifade ediyor. Çermik Jandarma Komutanı olduğunu sonradan öğrendikleri atlı bir onbaşı Heranuş’a Çermik’in Karamusa Köyü’nden, Hıdır Efendi de kardeşi Horen’e talip oluyor. Anne İsguhi, izin vermiyor. Ama annesi, “Kızım ver, bu yolculuktan kimse sağ çıkmayacak. Bari onlar yaşasınlar” diyor. Halası Zaruhi de bu görüşü destekliyor. Anne İsguhi yine de ikna olmayınca görevli jandarma erler, Heranuş ve Horen’i zorla alıp Onbaşı Hüseyin ve Hıdır Efendi’ye teslim ediyor. Hüseyin Onbaşı, Heranuş’un adını Seher olarak değiştiriyor. Seher’in kendisine baba diye hitap etmesini sağlıyor. Ama Esma Hanım ona hep besleme olarak muamele ediyor. Komşular da ona sık sık besleme olduğunu hatırlatıyor.

Evlatlık verilenlerin önemli bir kısmını ise devlet eliyle Müslüman ailelere dağıtılan Ermeni yetimler oluşturuyor. Başbakanlık Osmanlı arşivlerinde yer alan ‘şifreli, gizli’ telgraflar da Ermeni yetimlerin hali vakti yerinde olan ailelere evlatlık verildiğini, hatta bunun bir devlet politikası olarak uygulandığını doğruluyor. Evlatlık verilen bu çocukların çoğu yaşanan dramları hatırlıyor ve hatta Hristiyan olduklarını biliyorlar. Gittikleri yerlerde onlara Türk veya Kürt isimleri takılmış ve Müslümanlaştırılmışlar. Bazıları Müslümanlığı gerçekten benimserken bazıları ise tekrardan kendi dinlerine dönüş yapmışlar. Tehcir sonrası, çok sayıda Ermeni, Anadolu’ya dönüş yaptı. Osmanlı Hükümeti, onlara kendi çocuklarını yetimhanelerden veya evlatlık verilen ailelerin yanından, din değiştirmiş olsalar bile, geri alma hakkını tanıdı. Bu şekilde yüzlerce kadın ve kız alınarak Ermeni Patrikhane’sinin temsilcilerine teslim edildi. Mesela Merzifon’da 100’den fazla, Sivas’ta 150’den fazla kadın tespit edilip Patrikhane temsilcilerine verildi.6 Patrikhane tarafından tespit edilip kurtarılmaları için şikayet edilen evli kadın ve çocuklar arasında, ısrarla evinde kalmak istiyenler de çıkıyordu.

Fethiye Çetin daha önce değinilmemiş bu konuyu gündeme getirdikten sonra onun gibi anneannelerinin Ermeni olduğunu dile getiren torunların sayısı arttı. Hatta bu torunlar anneanneleri hayatta olmasa bile hiç tanımadıkları akrabalarını bulup onlarla tanışmak, anneannelerin hikayelerindeki eksikleri tamamlamak için çeşitli yollara başvurdular. O zamanlar Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, yakınlarını ve asıllarını arayan insanların kendilerine de çok sık başvurduklarını söylemiştir. Akrabalarını arayan bu insanların bu süreçte başvurdukları yöntemlerden birisi de gazetelere ilan vermek olmuştur.

Bu makalede Tehcir’in siyasi sebeplerinden çok sosyal sonuçları üzerinde durulmuştur. Tehcir sürecinden ve tehcire tabi tutulanların yaşadıkları sorunlardan bahsedilmiştir. Bahsedilenleri, Tehcir’in yaşandığı zamanın koşulları göz önüne alınarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Evlatlık Veriliş:

KAYNAKÇA

Evlatlık veriliş öyküleri kişiden kişiye çok farklılık gösteriyor. Kimisi, Fethiye Çetin’in anneannesi gibi zorla alıkonuluyor. Kimisi Teyze Siranuş örneğinde olduğu gibi kaçırılıyor. Kaçırmaların, çocuklardan ziyade genç kızlar ve kadınlar olduğunu gösteren çok sayıda kayıt var.4

AlTINAY, Ayşe Gül, ÇETİN, Fethiye, Torunlar, Metis Yayınları, İstanbul 2009 ATNUR, İbrahim Ethem, Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi, İstanbul 2005 BAŞYURT, Erhan, Ermeni Evlatlıklar, Karakutu Yayınları, İsatanbul 2006

Bir de Ermeni ailelerin geri döndüklerinde kavuşmak üzere Türk ve Kürt komşularına emanet ettikleri çocukları var. Bazı aileler geri döneceklerini düşünerek bazı aileler ise çocuklarının Tehcir koşullarına dayanamayıp ölecekleri düşüncesiyle çocuklarını emanet ediyor.

ÇETİN, Fethiye, Anneannem, Metis Yayınları, İstanbul 2004 HALAÇOĞLU, Yusuf, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2001

Sadece çocukları değil, çocukları ile birlikte Ermeni aileleri de koruyup saklayan Müslümanlar var. Hrant Dink, Bu tür ‘toplu kurtarmaların‘ özellikle Aleviler ve

HALAÇOĞLU, Yusuf, Sürgünden Soykırıma Ermeni İddiaları, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2006

4 Svazlıyan, Ermeni Soykırımı ve Toplumsal Hafıza, s.49. 5 Suat Akgül, Yakın Tarihimizde Dersim İsyanları, İstanbul 1992,s.116. 6

Atnur, Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi, s.192

14


Hazırlayanlar: Tuğçe KUL Yunus TURAN

tgckul@gmail.com

yunsturan@gmail.com

MEHMET PERİNÇEK İLE 100. YILINDA ERMENİ MESELESİ Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

de” kavramını ortaya atmıştır. Bu kavramın ortaya atılmasıyla da 1948 yılında imzalanan ve 1951 yılında da yürürlüğe giren sözleşmede tanımlanıyor. Dolayısıyla bütün dünyada geçerliliğini koruyan soykırım tanımlaması bu sözleşmede kullanılan tanımlamadır ve bu tanımla dışında başka bir tanımlama yoktur. Yani farklı disiplinler farklı tanımlamalara başvuramamaktadır. Bu tanımlama hukukçular için de tarihçiler için de geçerlidir. Çünkü soykırım bahsettiğim gibi hukuki bir kavramdır ve tanımlaması da 1948 yılındaki sözleşme ile yapılmıştır. Öncelikle soykırım kavramını ve suçunu değerlendirecek olursak söylememiz gereken bir hukuk kuralı olarak kanunların geriye yürümezliği ilkesi olmalıdır. Bir hukuk fakültesi mezunu olarak şunu söyleyebilirim öğretilen en temel şeylerden biri çıkan bir kanunu çıktığı tarihten önceki olaylara uygulayamazsınız. Bu ilke Roma Hukukundan beri en temel ilkeler arasındadır. Dolayısıyla 1948 yılında kabul edilmiş ve 1951 yılında yürürlüğe girmiş olan soykırıma ilişkin bu sözleşmeden önceki hiçbir olay soykırım olarak nitelendirilemez. Eğer bu niteleme yapılırsa hukukun en temel ilkesi ihlal edilmiş olur.

B

en Dr. Mehmet Perinçek 15 senedir Rus arşivlerinde Ermeni meselesi ve Türk Sovyet İlişkileri üzerine çalışmalar yürütüyorum. Bu konu üzerine yayımlanmış birçok kitap ve yabancı dillerde yayılanmış makalelerim bulunmaktadır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktoramı yaptım. Tarih bilimi soykırım kavramını nasıl açıklıyor? Soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılmasına dair 1948 tarihli Birleşmiş Milletlere ait bir sözleşme bulunuyor. Sizce bu sözleşme soykırım tanımı üzerinde bir ittifak oluşturabilmiş durumda mıdır? Öncelikle soykırım kavramı tarih bilimini ilgilendirmekle beraber esas olarak hukuki bir kavramdır ve daha sonradan geliştirilmiştir. 1948 yılına kadar yani Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesine kadar soykırım diye bir kavram yoktur. Nazilerin Yahudilere karşı gerçekleştirdikleri toplu katliamdan sonra uluslararası hukukçular gerçekleşen bu hadisenin bir toplu katliam ya da bir insanlık suçu dışında ayrı bir suç olduğunu değerlendiriyorlar ve bu durum için ayrı bir tanımla getirilmesi gerektiği anlaşılıyor. Bu durum üzerine Polonyalı hukukçu Lemkin soykırım “genoci-

Soykırım kavramı 1948 yılında kabul edilen Soykırım Suçunu Önlenmesi ve Cezalandırılmasına dair sözleşmede nasıl tanımlanmıştır? 15


Öncelikle her toplu katliam soykırım değildir. Yine her insanlık suçu soykırım olarak nitelendirilemez. Bu sözleşmeye göre bir durumun soykırım olarak nitelendirilebilmesi için bazı şartların yerine gelmesi gerektiğini görüyoruz. Bu şartlardan ilki sözleşmenin dört temel grubu belirliyor olmasıdır. Bu gruplar ırki, dini, mezhepsel ve cinsi gruplardır. Sözleşmeye göre bir durumun soykırım olabilmesi için bu dört gruptan birini tamamen öldürme ve ortadan kaldırma kastıyla hareket edilmiş olması gerekmektedir. Ayrıca bu kastın açık kast olması gerekmektedir. Açık kast ise bir devletin veya bir grubun az evvel bahsettiğim dört gruptan herhangi biri olan diğer devleti veya grubu tamamen öldürme ve tamamen ortadan kaldırma kastıyla hareket etmiş olması durumudur ve bu noktada önemli olan başka bir gerekçenin ya da amacın varlığından ziyade o grubu yok etme amacıdır. Ayrıca bu açık kastın net bir şekilde sözlü ya da yazılı olarak ifade edilmesi gerekmektedir. Bütün bunlar dahi bir şeyin soykırım olabilmesi için yeterli değildir. Bir üçüncü şart olarak ise suçun saiki yani nedenidir. Bu noktada ise bir grubun belirtilen dört gruptan birine dahil olan diğer grubu tamamen öldürme kastıyla hareket etmiş olmasıyla beraber diğer taraftan da bu kasıtla gerçekleşen eylemin nedeninin grup üyelerinin yalnızca o gruba aidiyeti olmalıdır. Kısaca eylemin ırkçı nefrete dayanması gerekir yani insanların sadece o gruba ait olmasından ötürü gerçekleşmesi gerekir. Örneğin ekonomik gerekçeler ile ya da iki ülke arasındaki savaş gerekçesi ile o grubu tamamen ortadan kaldırma kastında bulunsanız dahi bu bir soykırım değildir. Bu suçun saikinin mutlaka yalnızca o gruba mensubiyet olması gerekir. Sözleşmeye göre bahsettiğim dört grup korunmaktadır. Dolayısıyla siyasi gruplar dahil değildir. Yani siyasi amaçlarla hareket eden, çeşitli siyasi talepleri olan grupların da bu dört grup içerisine dahil değildir.

çalışmaları yürütürken Ermeni meselesi ile ilgili belgelere de rastladım. Bu belgelerle karşılaşmam 2000 yılından önceydi ve o dönemler Ermeni meselesi bu kadar dünya yer alan bir durum değildi. Soykırım iddiaları bu kadar dile getirilmiyordu. Fakat 2000 yılından itibaren Türkiye’ye karşı bir kampanya başlatıldı. Alman parlamentosunda ve ardından Fransa’da Amerikan Senatosunda Ermeni meselesi ile ilgili kararlar, kanunlar çıkarılmaya başlandı. Bu gelişmeler yaşanınca Ermeni meselesi dünya gündemine iyice oturdu ve ben de Sovyet kaynaklarında karşılaştığım belgeleri incelemeye ve yayınlamaya başlayınca bu çalışmalar bir etki yarattı. Sonrasında da arşivlerde doğrudan Ermeni meselesi ile ilgili araştırmalar yürütmeye başladım. Ermeni meselesinin başlangıcı 1915 midir? Yoksa daha öncesinde yaşanmış gelişmeler bulunmakta mıdır? Ermeni meselesinin uluslararası bir mesele haline gelmesi 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 OsmanlıRus harbine kadar uzanmaktadır. 93 Harbinden sonra toplanan Berlin Konferansında Berlin Anlaşması imzalanmıştır ve bu anlaşma ile Ermeni meselesi uluslararası bir hadise haline gelmiştir. Berlin Anlaşması maddeleri arasında Avrupalı devletler ve Rusya tarafından desteklenen ve Osmanlı Devletinin Ermenilerin yaşadığı bölgelerde reform yapması gerektiği şeklinde maddeler bulunmaktadır. Ayrıca bu maddelerin de hamiliğini yani garantörlüğünü Batılı devletler ve Rusya üstlenmiştir. Böylece Osmanlı’nın Ermeni meselesi konusunda iç işlerine ilk defa yabancı devletler el atmışlardır. Böylece Ermeni meselesi uluslararası hale gelmiştir. Ermeni meselesinin miladı olarak Berlin Anlaşması kabul edilmiştir. Bununla beraber Berlin Anlaşmasından önce Ayestafanos Anlaşması vardır. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanmıştır. Bu anlaşmada da aynı şekilde Berlin Anlaşmasında olduğu gibi Ermeni meselesine dair maddeler vardır ve Rusya bu maddelerin garantörlüğünü üstlenmiştir. Fakat Ayestafanos Anlaşmasındaki garantörlük ve reformların takipçiliği yalnızca Rusya ile sınırlı kalmıştır, Berlin Anlaşması Ermeni meselesi üzerine Avrupalı devletler için de garantörlük imkanı sağlamıştır. Öncelikle Ermeni meselesi üzerine konuşurken Rus arşivlerine dayanarak Osmanlı’da Ermenilerin iyi yaşam koşullarına sahip olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Peki bu koşullarda Ermeni meselesi nasıl ortaya çıkmıştır? Bu sorunun cevabını Rus kaynakları Ermeni Bolşevikleri Ermeni Sosyalistleri de net bir şekilde ortaya koymaktadırlar. Çarlık Rusya’nın ve Sovyet Rusya’nın önde gelen bazı yetkilerinin de söylediği gibi Ermeni meselesi Batılı emperyalist devletlerin ve Çarlık Rusya’sının Osmanlı’ya yönelik işgalci planlarını perdelemek için, bu durumun bir bahanesini yaratmak amacıyla suni olarak gündeme getirildiği, Ermeni meselesinin aslında Türkler ve Ermeniler arasında bir mesele

Çalışmalarınızın Ermeni sorunu üzerine yoğunlaştığını görüyoruz. Bu durumun özel bir sebebi var mı? Ben öncelikle 15 yılı aşkındır Rus arşivlerinde çalışmalar yürütüyorum. Liseyi 1996 yılında bitirdikten sonra lisenin son sınıfını Rusya’da bir öğrenci değişim programı aracılığı ile tekrar okudum. Bu dönemde Rusça öğrendim. Sonrasında orada bir üniversiteden bir hoca ile tanışmıştım. Bu hocanın “Sovyetler yıkıldı ve artık Rus arşivleri açıldı. Bu arşivlerde Türkiye’yi, Atatürk’ü, Türk Sovyet ilişkilerini, İstiklal Savaşını ve Cumhuriyet Dönemini ilgilendiren ilginç belgeler var. Ben senin için aracılık edebilirim. Gelip burada çalışmalar yürütebilirsin.” şeklindeki yönlendirmesiyle dikkatim Rus arşivlerine yöneldi. Böylece ilk olarak Türk-Sovyet ilişkileri üzerine çalışmaya başladım. Sovyet belgelerinde İstiklal Savaşı ve Kemalist Devrimin dünya çapındaki önemi ve nasıl yankılandığı, Türk-Sovyet ilişkilerinin nasıl geliştiği gibi konular üzerinde çalışmaya başladım. Bu 16


olmadığı, Türkiye ve Türkiye’yi paylaşmak amacındaki güçler arasında bir mesele olduğu görülebilmektedir. Ermeni meselesi hiçbir zaman Ermenilerin haklarını savunmak ve acılarını paylaşmak için değil Türkiye’ye yönelik bir baskı aracı olarak, Türkiye’yi parçalamanın, bölmenin bir aleti olarak kullanılmıştır.

durum da tabi ki tehcir kararına giden süreci, tehcirin haklı gerekçelerini ve uluslararası hukuka uygun olduğunu anlamak açısından önemlidir. Ermeni meselesini Sovyet kaynaklarından araştırıyorsunuz bahsettiğiniz gibi, sizce bu konu üzerine Sovyet kaynaklarının önemi nedir? Sovyet kaynakları Ermeni sorununu çözebilecek objektifliğe sahip midir?

Osmanlı Devleti’ni ne gibi koşullar 1915 Tehcir Kanunu çıkarmaya yöneltmiştir? O dönemin bir portresini çizebilir misiniz?

Öncelikle; Çarlık Rusya’sı Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi’nde savaşan bir devlet olarak, 1915 olaylarına öncesinde ve sonrasında en yakından tanıklık eden devletlerden bir tanesidir. Osmanlı’dan sonra en yakından tanıklık eden devlet Rusya’dır, çünkü olaylar Doğu Anadolu Bölgesi’nde oluyor. Bu bakımdan Çarlık arşivlerinde bu konuyla ilgili birçok belge vardır. Diğer taraftan Sovyet dönemi belgeleri de önemlidir. Çünkü 1917 Ekim Devrimi sonrasındaki gelişmeleri, İstiklal Savaşı Doğu Cephesini, İstiklal Savaşının Doğu Cephesinde Türk-Taşnak savaşını incelemek açısından da 17 Ekim Devrimi sonrasında kurulan Sovyet Devletinin arşivlerinden faydalanmamız mümkündür. Çünkü onlar da yine Güney Kafkasya’daki olaylara yine en yakın şekilde tanıklık etmişlerdir. Rus arşivlerine sadece Rus makamların, gerek Çarlık gerek Sovyet makamların yazdıkları çizdikleri belgeleri değil, bunların haricinde Ermeni belgelerine de ulaşmamız mümkündür. Biliyorsunuz Ermeni arşivlerine farklı görüşlere sahip araştırmacıların gidip çalışma şansı bulunmamaktadır. Taşnak arşivleri ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Boston arşivleri Türklere kapalıdır. Fakat Rus arşivleri üzerinden Ermeni belgelerine ulaşabiliyorsunuz çünkü Erivan merkezli Ermenistan hem Sovyet döneminde hem de Çarlık döneminde Rusya’ya bağlı bir toprak parçası olduğundan oradaki belgelerin ciddi bir kısmı da Rusya’daki arşivlere taşınmıştır. Dolayısıyla bu belgelere Rus arşivleri üzerinden ulaşmak mümkündür. Aslında bu belgeler Ermeni meselesi üzerine başvurulabilecek en nesnel belgelerdir. Çünkü Çarlık Rusya’sı Türkiye’nin düşmanı olan bir kuvvettir. Nesnel olmanın üzerinde Türkiye’nin tam karşısında konumlanmıştır. Diğer taraftan Sovyet Ermenilerinin yazdığı veya Taşnak Ermenilerinin yazdığı belgeler de bu arşivlerde mevcuttur. Osmanlı belgelerinin uluslararası kamuoyunda itibarı bu mesele için taraflardan biri olması itibari ile olmayabilir, onları sunduğunuz zaman size şunu söyleyebilirler; “Onları zaten siz yazmışsınız, kendiniz çalıyorsunuz kendiniz oynuyorsunuz”, “Normal olarak kendi belgelerinizde kendinizin aleyhinde bir şey olmaz” veya “Olanları da imha etmişsinizdir” gibi tepkilerle karşılaşabiliriz. Ama Rus arşivleri açısından böyle bir tepki vermek mümkün değildir çünkü bu belgeler Türkiye’nin müttefiki olan bir ülkenin belgeleri değil tam tersine düşman olarak konumlanmış güçlerin belgeleridir. Dolayısıyla en nesnel belgeler bunlardır.

Öncelikle Ermeni meselesini iyi anlamak için I. Dünya Savaşı öncesi dönemi iyi kavramak gerekmektedir. Bu noktada yine Çarlık Rusya’sının yetkilerinin yaptığı yazışmalara, arşivlerdeki raporlara, Ermeni çete liderleriyle yapılan görüşmelere ve zabıtlara bakıldığı zaman I. Dünya Savaşı sırasında Batılı emperyalist devletlerinin ve Çarlık Rusya’sının Osmanlı vatandaşı olan Ermenilere iki temel görev verdiği görülmektedir. Bunlardan birincisi Türk ordularının cephe gerisinde ayaklanma çıkarmak ve bu şekilde Türk ordularını zaafa uğratmak ve böylece Anadolu’nun işgaline zemin hazırlamaktır. Bu görevlerden ikincisi ise Osmanlı vatandaşı Ermenilerden gönüllü birlikler kurmak ve bu birliklerin de Batılı devletlerin ve Rus ordusunun ön saflarında savaşarak Türk ordularının savunma hattının yıkılmasını sağlayarak veya cephe gerisine sabotaj faaliyetleri yürüterek Anadolu’nun işgalini kolaylaştırmak. Bu hareketin içerisinde çok geniş Ermeni kitleleri yer almıştır. Bu hareket sadece bazı Taşnak militanları veya Taşnak Partisinin çeteleri değil çok geniş kitlelere sirayet etmiştir. Çok sayıda Osmanlı vatandaşı Ermeni’nin Rus ordusunda görev almak için başvuruda bulunmasına dair birçok Rus belgesi mevcuttur. Osmanlı vatandaşı olan geniş Ermeni kitlelerinin düşmanla işbirliği politikası 27 Mayıs 1915 Sevk ve İskan Kanunun yani tehcir hadisesinin gerçekleşmesine zemin hazırlamıştır. Diğer taraftan da Ermeni gönüllü birliklerinin işgal bölgelerindeki katliam politikaları da yine tehcire giden süreci anlamak açısından önemlidir. Bu konuya ilişkin Rus arşivlerinde belgeler mevcuttur. Bu belgeler Rus komutanlarının idari makamlarının yazdığı raporlar ve iç yazışmalardır. Bunlar işgal bölgelerinde Ermeni çetelerinin yoğun bir şekilde Müslüman nüfusa yönelik katliamlar gerçekleştirdiklerini, sistematik olduğunu bu katliamların ve ırkçı nefrete dayandığını göstermektedir. Hatta ve hatta Rus Kafkas ordularının askeri mahkemelerinde bir çok Ermeni gönüllü birliği ve çetesi mensubu askerlerin, subayların ve liderlerinin Müslüman nüfusa yönelik katliam yapma suçundan yargılanarak idama kadar varan ağır cezalara çarptırılmışlardır. Yani Türkiye’nin düşmanı olan bir ülkenin mahkemelerinde dahi ki bu ülkenin Ermeni faaliyetlerini destekleyen bir kuvvet olması önemlidir buna rağmen Çarlık Rusya’sı bile bu katliamları ortaya koymuştur. Bu hadiseler ile ilgili birçok belge benim çalışmalarımda mevcuttur. Bu 17


Ayrıca olaya en yakından tanıklık etmiş yetkililer Rus arşivlerinde birçok kayıt bırakmışlardır. Bu belgeleri incelediğimizde de üç tane temel sonuç elde ediyoruz. Bunlardan birincisi: 1915 olayları ve sonrasında yaşananların bir soykırım olarak nitelendirilemeyeceği bunun karşılıklı bir kırım olduğu gerçeğidir. İkinci sonuç ise: bu kırımın Batılı emperyalist devletler ve Çarlık Rusya’sı tarafından Türkiye’yi paylaşmak amacıyla kışkırtıldığıdır. Üçüncü sonuç ise: Türkiye’nin paylaşılmasına karşı ilk başta İstanbul hükümetinin Dünya Savaşı döneminde ardından da İstiklal Savaşı döneminde Ankara Hükümetinin bir vatan savunması gerçekleştirdiğini, hukuki tabiriyle söylediğimizde bir meşru müdafaa eylemi içerisinde bulunduğudur.

üst düzeyde tedbirler almıştır. Türkiye elbette o dönemde 4-5 cephede savaşmakta ve asker ihtiyacı hat safhadadır. Buna rağmen cepheden askerlerini çekip Ermenilerin tehcir konvoylarını korumak üzere görevlendirdiği biliniyor. Hatta bazı saldırılarda Osmanlı askerlerinden de hayatlarını kaybedenler olmuştur. Ayrıca Ermenilere yönelik bazı yasa dışı tavırlar gösteren, baskı uygulayan, zulümde bulunmaya kalkan devlet görevlileri, erler ve askerler içerisinde de yargılamalar yapılıyor ve bunu yapan bizzat İstanbul Hükümetidir. İstanbul Hükümeti Ermenilere kötü davranan devlet görevlilerini yargılayıp idam dahi etmiştir. Çetelerin kendileri gibi düşünmeyen Ermenilere baskı uyguladığından bahsettiniz, bu pek gündeme gelen bir şey değil. Özelikle gündeme gelenler arasında bölgeden gitmek istemeyen Ermenilerin, sırf gitmemek için Müslümanlaşması, bunun da asimilasyon olarak isimlendirilmesi var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sovyet belgelerinden bahsettiniz, bu Sovyet belgelerinde tehcir sırasında Ermenilere yönelik bariz bir saldırı var mı? Buna ilişkin bir belgeye rastladınız mı? Belgeleri incelediğimizde ulaşacağımız sonuç söylediğim gibi karşılıklı bir kırımın yaşandığıdır. İki taraf da kayıplar veriyor, iki taraftan da insanlar birbirini öldürüyor. Fakat burada önemli olan şu: Taşnak Partisinin 1890 yılında kurulmasından itibaren kendi tüzük ve programlarında benimsediği temel yöntem terördür. Taşnak Sütyun Partisi terör eylemleriyle kan dökerek batılı devletlerin dikkatini Ermeni meselesine çekmeyi ve onların güçlerini de arkalarına alarak büyük Ermenistan kurmayı hedefleyen bir örgüttür. Taşnak Sütyun Partisi daha 1890’lardan itibaren terör eylemlerine başvurmaya başlamıştır. Bu terör eylemlerini; köy basma şeklinde gerçekleşen olaylar,- aslında bugünlerle kıyaslayacak olursak PKK’nın yaptığı gibi çeşitli katliamlar- çeşitli soygunlar, Osmanlı Bankası’nın basılması, devlet yöneticilerine yönelik suikastler, kendileriyle aynı fikirde olmayan Ermenilere yönelik baskılar, o Ermenilerin sindirilmesi, devlet kademelerinde çalışan Ermenilere yönelik suikastler şeklinde sıralayabiliriz. Bu gibi eylemlerle aralarında hiçbir sorun olmayan, birlikte gayet makul bir şekilde yaşayan halklar arasına fitne sokulmuştur. Bu da karşılıklı kırımın fitilini ateşlemiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında da düşmanla işbirliği politikasıyla bu tarzdaki eylemler zirve yapmıştır. İşgal bölgelerinde biraz önce de söylediğim gibi çok ciddi şekilde Müslüman nüfusa yönelik sistematik bir ırkçı nefrete dayanan- bunlar benim tanımlamalarım değil tamamen Rus kaynaklarında ifade edildiği şekilde söylüyorum- katliamların yapılmasıyla birlikte buna karşı diğer taraftan da Ermenilere yönelik saldırılar gerçekleşmiştir. Fakat burada önemli olan şu; bu saldırıların hiçbiri -Ermenilere yönelik yapılan saldırıların hiçbiridevlet eliyle yapılan saldırılar değil. Tehcir döneminde dahi İstanbul Hükümeti Ermenilere karşı gerçekleşen saldırıları engellemek amacıyla elinden geldiği kadar

Öncelikle Sevk ve İskan kanunda Ermeni ismi geçmiyor. Gayrimüslim ifadesi kullanılıyor. Bu ifade kullanılınca Müslümanlığı benimseyen Ermeniler tehcirden hariç tutulabiliyor. Dolayısıyla çok sayıda Ermeni Müslümanlığı benimseyip, Müslüman olarak kalıp tehcirden kurtulmuş oluyorlar. Bu tamamen kendi iradeleriyle verdikleri bir karar. “Bu kadar Ermeni’ye ne oldu?” diye soruluyor, ciddi bir kısmı şu an aramızda. Yani şöyle açıklayayım bölgede Kürtlerin yoğun olduğu bölgede yaşayanlar Kürtleşiyor, Türklerin yoğun olduğu bölgede yaşayanlar ise Türkleşiyor ve daha sonra o hayat içerisinde karışıp asimile oluyorlar ve din değiştirmekle birlikte bölgede kültürel olarak kim yoğunluktaysa onların adeti, geleneği, göreneği benimsenerek kuşaklar boyunca karışıp gidiyor. Ermenilerin kendi içlerinde fikirlerini benimsemedikleri kişilere yaptıkları baskılar var ve bunlar benim çalışmalarımda birçok örneğiyle mevcuttur. Taşnaklar özellikle kendilerinden farklı görüşteki bütün Ermenilere karşı çok büyük zorbalıklar uyguluyorlar. Onlara şantajlar yapıyorlar, para vermeyen iş adamlarını, tüccarları öldürüyorlar. Hatta son kitabımda Taşnakların Ermenilere yolladıkları tehdit mektuplarını yayımladım. Taşnaklar kendi içlerinde de otorite kurmak için çok ciddi baskı uyguluyorlar. Ermeni soykırımı kavramını Türkiye aleyhine kullanan yalnızca Ermeniler değil, Batılı Devletler de kullanıyor, bu Batılı Devletlerin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz ve Ermeni soykırımı iddiaları dünya üzerinde ne zaman gündeme gelmeye başladı? Ermeni meselesi her zaman siyasi bir mesele olmuştur. Türkiye’yi paylaşmanın bir aracı, bir aygıtı olarak kullanılmıştır. Hiçbir zaman da Batılı Devletlerin “Ermenilerin acılarını paylaşalım.”, “Ermenilerin hakları18


Doğu Perinçek’in Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde İsviçre aleyhine açmış olduğu Ermeni meselesiyle ilgili bir dava var. Bu davanın Ermeni meselesi kapsamında önemi nedir? Dava bu şekilde sonuçlanırsa yani temyiz kararı da onaylanırsa bu kararın Ermeni meselesi üzerine etkisi nasıl olur?

nı hukuklarını savunalım.” gibi bir dertleri olmamıştır. Geçmişte ne amaçlarla gündeme getirildiyse bugün de aynı amaçlarla gündeme getirilmektedir. Daha önceden Büyük Ermenistan planı üzerinden Ermeni meselesi kullanılırken bugün de Ermeni meselesi ya da Ermeni soykırımı iddiaları Büyük Kürdistan projesine hizmet etmek için ortaya atılmaktadır. Nasıl atılmaktadır, aradaki bağ nedir? Biliyorsunuz Amerika Birleşik Devletleri Irak’a saldırısından sonra Irak’ın kuzeyinde kukla bir devlet kurdu. Bu kukla devlet de Türkiye toprakları aleyhine genişletilmek istenince artık Büyük Ortadoğu Projesinin haritalarından, Amerika’nın resmi-yarı resmi organlarında çıkan yazılardan veya Amerika’nın PKK gibi örgütlere desteğinden net bir şekilde görüyoruz. O kukla devletin topraklarının genişletilmesi istenildiği zaman terörün düğmesine basılacaktır. Haliyle Türkiye de kendi toprak bütünlüğünü savunmak amacıyla bir meşru müdafaa eylemi içerisinde olacaktır, tedbirler almak zorunda kalacaktır. İşte o zaman Batılı Devletlerin kamuoyunda bir gürültü patırtı kopartılacak ve “Bakın Türkler 100 sene önce Ermenilere soykırım yaptılar şimdi de yeni bir soykırım yapıyorlar.” şeklindeki söylemlerle Türkiye’ye müdahalenin hem psikolojik hem toplumsal hem siyasi hem de hukuki zeminini bu Ermeni soykırımı iddiaları aracılığıyla hazırlanılmaya çalışılacaktır. Bugün Türkiye’ye karşı “3t” adıyla bilinen ve “toprak, tazminat, tanıma” şeklinde açıklanan bir dayatma da mevcuttur. Bir defa Ermenistan’ın Türkiye’den toprak alma gibi bir şansı bulunmamaktadır. Ermenistan’ın arkasına dünyanın bütün kuvvetlerini yığın, yine Türkiye’den toprak alamaz. Bunlar ayrı meseleler ama soykırım iddialarının temelinde yatan budur. Büyük Kürdistan projesi için Türkiye’ye yönelik bir psikolojik savaş aygıtı olarak bu soykırım söylemi kullanılmaktadır. Bunun için de bu tür kararlarla Türkiye’yi mahkum etmek ve bunu daha sonra Türkiye’ye yönelik müdahalelerde kullanmak soykırım iddialarının temelini oluşturmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri Senatosu’na Ermeni meselesiyle ilgili sürekli gidip gelen bir yasa tasarısı bulunmaktadır. Bu yasa tasarısında şöyle bir ifade kullanılmış; “Ermeni soykırımının failleri cezalandırılmadığı müddetçe Türkiye’nin yapmakta olduğu ve yapabileceği soykırımların önüne geçilemeyecektir.” Yani Türkiye’nin yaptığı, yapmakta olduğu ve yapabileceği soykırımlardan bahsediliyor. Türkiye’nin artık Ermenilere karşı bir soykırım yapma gibi bir durumu söz konusu değil. Burada neyden bahsettikleri gayet açıktır. Biraz önce bahsettiğim gibi Büyük Ortadoğu projesi çerçevesinde o Büyük Kürdistan projesine Suriye’den de Akdeniz’e doğru bir koridor açmak istenilmekte ve Amerika’nın orada PYD’yi desteklemesi yine bu projenin bir parçasıdır. Dolayısıyla bugün bu meselenin gündeme getirilme sebebi aslında Batılı Devletler Türkiye’ye karşı bölme parçalama planlarıdır.

AİHM’in 17 Aralık 2013 tarihinde ilk derece mahkemesi bir karar aldı. Ve burada Perinçek’i haklı buldu. Bu kararda iki noktaya dikkat çekmek istiyorum. Birincisi: AİHM yargıçları “Ermeni soykırımı yoktur demek düşünce özgürlüğü kapsamındadır, dolayısıyla bu söylemin cezalandırılması yanlıştır.” şeklinde bir ifade kullandılar. Fakat gerekçeli kararda sadece düşünce özgürlüğüne vurgu yapılmadı ayrıca çok daha önemli bir noktaya da değinildi: “1915 olayları Yahudilere yönelik Nazilerin yaptığı Holocoust’a ve 1948 sözleşmesindeki soykırım şartlarından farklı bir içeriğe sahiptir” denilerek 1915 olayları soykırımdan ayrı tutuldu. Burada yargıçların, doğrudan “Ermeni soykırımı yoktur.” gibi bir ifade kullanmamasıyla birlikte yaşanan olayların soykırımdan farklı bir içeriğe sahip olduğunu söylemesi Türkiye açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Bu kararı İsviçre devleti temyiz etti. 28 Ocak 2015 tarihinde temyiz duruşması görüldü, bu temyiz kararının da 2015’in sonlarına doğru çıkması bekleniyor hatta daha erken de olabilir. Fakat oradan da Perinçek lehine olumlu bir karar çıkacağını tahmin edebiliyoruz. Bu kararın Perinçek lehine çıkması öncelikle; artık Avrupa’da “Ermeni soykırımı yoktur.” söyleminin cezalandırılamayacağı anlamını taşımaktadır. İkinci olarak; yine gerekçeli kararda 1915 olaylarının soykırımdan farklı olduğunun belirtilmesiyle birlikte de Avrupa’daki bütün soykırımın inkarını yasaklayan kanunları iptal ettirebilmesine sebep olacaktır. AİHM’e bağlı ülkelerdeki parlamentoların aldığı kararların kaldırabilmesine veya bunların tek taraflı olarak okullarda okutulmasının önüne geçilebilmesini dayanak olacaktır. Aslında soykırım iddialarının Türkiye’ye karşı siyasi bir alet olarak kullanılmasının da önüne geçmiş olacaktır. Tabi soykırım iddiaları üniversitelerde, bilim kuruluşlarında, tarih enstitülerinde, konferanslarda, sempozyumlarda tartışılabilir ve kimisi soykırım olduğu yönünde görüş belirtir kimisi olmadığı yönünde görüş belirtir. Buna zaten kimse müdahale edemez. Herkes bu konuda fikrini söyleyebilir, araştırmalarını ortaya koyabilir. Ama bu davayla birlikte bu durumun artık parlamentoların, siyasi kurumların elinde bir oyuncak haline gelmesi ve Türkiye’ye karşı bir şantaj aleti olarak kullanılmasının önüne geçilmiş olacaktır. Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. 19


MİNERVA

O

ORTADOĞU-SINIRLARIN ÇİZİLMESİ Ersel KORUK

erselkoruk@gmail.com

rtadoğu’ kavramının ne olduğunun iyi anlaşılması gerekiyor. Nereyi gösterdiğini belirtmeden önce, nereden geldiğini anlamak daha öncelikle duruyor. Sözcüğe bakıldığında bir ortadan yani dünyanın göbeğinden, bu ortaya yakın (ki bölge Yakındoğu olarak da adlandırılmaktadır1) bir doğu bölgesinden bahsedildiği anlaşılıyor. Anlaşıldığı üzere Batı kendini dünyanın göbeğine koyup, buranın doğusu, yakın doğusu gibi kavramlar üretiyor. Bu da Batı’nın hegemonik yaklaşımını sergilemektedir.

yolu üzerinde olması, coğrafi konumunun gibi insanlık tarihinin başlangıcından beri çeşitli önemlere sahip Ortadoğu; özellikle günümüzde petrol gibi değerli bir yeraltı kaynağına sahip olmasıyla bölgesel olarak önemini fazlasıyla devam ettirmektedir.

‘Ortadoğu’ kavramının ilk kullanılışını Fromkin şöyle aktarıyor: “Sykes, 1916 yazının büyük bir bölümünü konuşmalar yaparak geçirdi. Bu konuşmalarında, Amerikalı deniz subayı ve tarihçi Alfred Thayer Mahan’ın Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi tanımlamak için icat ettiği ‘Ortadoğu’ terimine yeni bir anlam yüklüyordu. Dünyanın bu bölgesinin uzmanı böylelikle ününü daha da pekiştirmekteydi.”2 ‘Ortadoğu’ kavramının Batı’dan geldiği, Batı’ya ait olduğu açıktır. Ayrıca Ortadoğu’dan kasıt dar-geniş anlamda olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Dar anlamda Ortadoğu Türkiye, İran, Mısır üçgenini belirtirken geniş anlamda; Kuzey Afrika, Sudan, Somali’den Afganistan’a kadar olan alanı içerir.3 Zaman içinde Ortadoğu’nun tanımı çeşitli değişikliklere uğramasına ya da üzerinde tam olarak anlaşılamamasına rağmen, Ortadoğu her zaman dünya üzerinde önemli bir bölge olma özelliğini korumuştur. Medeniyetin beşiği, üç semavi dinin çıktığı topraklar olması, birçok ticaret

1. Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’daki toprakları teker teker işgal edilmiştir. Mısır 1882’de Süveyş Kanalı’nı korumak adına, ki İngiltere’nin sömürgelerinin yolu açısından önemliydi Süveyş Kanalı, İngiltere tarafından işgal edildi.4 Bu süreçte Cezayir Fransa, Trablusgarp (Libya) ise İtalya tarafından yine benzer sömürgeci bahanelerle işgal edildi. Ardından patlak veren dünya savaşına giren Osmanlı İmparatorluğu kendini dört yıl sürecek dünyanın o güne değin gördüğü en büyük savaşın ortasında buldu.

Ortadoğu bu önemli yapısından ötürü sürekli devletlerarasında bir çekişme alanı haline gelmiştir. Antik çağlardan bugüne kadar bu güç savaşlarının göbeği halinde olmuş, birçok savaş görmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’ya hâkim olmasıyla birlikte bölgeye görece istikrar gelmiş, birkaç yüzyıl bölge kısmen barışa kavuşmuştur. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun güç kaybetmesiyle yine Ortadoğu büyük devletlerin hedefi haline gelmiş, bir mücadele alanı haline dönüşmüştür. 18. yüzyılda gerçekleşen Sanayi Devrimi’yle Ortadoğu özellikle sanayileşmiş Batı için bir pazar halini almıştır.

DÜNYA SAVAŞI: SINIRLAR YENİDEN ÇİZİLİYOR 20. yüzyıla kadar olan mücadele özellikle İngilizlerle Ruslar arasındaki ‘Büyük Oyun’ olarak adlandırılan güç çekişmesinden oluşuyordu. David Fromkin bunu şöyle anlatıyor: “Rusların Asya’daki emellerini yenilgiye uğratmak, kuşaklar boyunca İngiliz sivil ve asker yetkili-

1

Deniz, Ş. ,Ortadoğu’nun Yeniden İnşaasının Yapı Bozumu: Büyük Ortadoğu Projesi Üzerine Bir Analiz, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 20, Kış 2012, s.169 2 Fromkin, D.(2013), Barışa Son Veren Barış, İstanbul: Epsilon Yayınları, s.183 3 Erişim Tarihi: 10 Mayıs 2015 http://afakkulubu.org/wp-content/uploads/2014/03/ORTADO%C4%9EU-MAKALE-2.pdf 4 Cleveland, W.C.(2008), Modern Ortadoğu Tarihi, İstanbul: Agora Kitaplığı, s.118

20


lerinin değişmez hedefi oldu. Bu çaba, yüksek kozlara sahip oldukları Büyük Oyun’du. Geleceğin Hindistan Genel Valisi George Curzon kozları açıkça tanımlamaktadır: ’Türkistan, Afganistan, Hazar ötesi, İran- bu adlar benim için çok büyük uzaklıkları akla getirmektedir- bunların, dünyaya hâkim olma oyununun piyonları olduğunu itiraf etmeliyim.’ Kraliçe Victoria ise bunu daha açıkça dile getirmiştir: ‘Bu, dünyada Rus ya da İngiliz üstünlüğü sorunudur.”5 Bu çekişmeden yararlanmasını bilen Osmanlı İmparatorluğu özellikle bu iki büyük devlet arasında bir denge güderek, varlığını devam ettirmeyi başardı, toptan bir hedef haline gelmeyi engelledi. Ancak 20. yüzyıla doğru durum tersine döndü. Önce yeni yükselen güç Almanya İmparatorluğu öncülüğünde 1882’de Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya Üçlü İttifak’ı oluşturdular. Ardından 1892’de RusFransız İttifakı kuruldu. Daha sonra 1904’te Fransa ile İngiltere aralarındaki sömürge anlaşmazlıklarını çözerek anlaştılar. İtilaf cephesinin kurulması da 1907’deki İngiltere-Rusya anlaşmasıyla sağlanmış oldu.6 Bu ortamda süreç 1914’de kadar çeşitli gerilimlerle sürüp gitti. 28 Haziran 1914’de askeri bir tatbikat için gittiği SarayBosna’da Avusturya-Macaristan Veliahdının öldürülmesi savaşı başlatan neden oldu. Avusturya-Macaristan 24 Temmuz’da Sırbistan’a savaş ilan etti, sonra sırasıyla savaşa Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya dâhil oldu. Ağustos ayının sonuna gelindiğinde savaş dünyaya yayılmış oldu.7 Osmanlı İmparatorluğu ise daha savaş başlamadan kendine müttefik arayışı içindedir. Aradığı müttefiki de bulur; 2 Ağustos 1914’de Osmanlı-Alman İttifak Antlaşması savaşın başladığı anda imzalanır. Ancak Osmanlı bir süre bekleyecek, savaşa 28, 29 Ekim’deki Sivastopol-Odesa bombardımanlarının ardından girecektir.8 Dünya savaşı böylece başlamış birçoklarının dediğinin aksine çok uzun sürmüştür. Fromkin şöyle aktarıyor: “Kabul gören bir görüş de savaşın kısa süreceğiydi; yine Kitchener, bir öngörüşle şaşkın (ve Churchill’e göre kuşkulu) Kabine’ye İngiltere’nin milyonlarca kişilik bir ordusu olacağını, savaşın en az üç yıl süreceğini ve denizde değil Avrupa’da yapılacak kanlı savaşlarla sonuç alınacağını söylemişti.” 9

maların temel nedenlerinden birini oluşturuyor. Ortadoğu yüz yıldır çatışmalarının merkezi konumuna oturdu, aynı şekilde de devam ediyor. Anlaşmalar kısmen savaşa son vermek isterken barışa son veren barış10 anlaşmaları haline geldiler. İngilizler için Ortadoğu’nun temel önemi sömürge yollarının üzerinde olmasıydı: “Başbakan da bunu böyle görmekteydi. Sonraları şöyle yazacaktı: ‘Britanya İmparatorluğu için Türkiye ile savaşın özel bir önemi vardır… Türk İmparatorluğu Doğu’daki büSir Mark Sykes yük topraklarımızın: Hindistan, Burma, Malaya, Borneo, Hong Kong, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yolunun ortasındaydı.”11 Günümüzde Ortadoğu petrollerinin büyük önemi olmasına rağmen o günlerde petrol bugün ki kadar önemli bir kaynak durumunda değildi, ayrıca Ortadoğu’da bu denli petrol olduğu bilinmiyordu.12 Savaş sürerken İngilizler Arap coğrafyasında bir isyan çıkarmak istiyorlardı. Bağlantıyı da Mekke emiri Şerif Hüseyin ile sağlamışlardı. Bu sırada İngiltere’nin Ortadoğu’daki isteklerinin belirlenip Kabine’ye öneri sunması için bakanlıklar arası Bunsen komitesi 8 Nisan 1915 kuruldu. Komite yapılacak gizli anlaşmalarında öncülü raporları hazırlamıştır. Ancak ne kadar yetersiz bilgiye sahip oldukları bölgeleri ayırırken kullandıkları yoldan anlaşılmaktadır. Bölge adlarını koyarken iki bin yıl önce Helenlerin kullandıkları adlara göre ayırıyorlardı; doğu tarafına Mezopotamya batı tarafına ise Suriye diyorlardı. Suriye’nin güneyi ise Hristiyan Batı dünyasının kutsal toprakları adlandırmak da kullandıkları Filistin adını koydular. Daha sonra İngiltere adına gizli anlaşmaların görüşmelerini yürütecek Mark Sykes 1 Nisan 1915’de arkadaşına şöyle yazıyor: “Mektubunda hala Türk yanlısı olduğunu anladım... Politikan tümüyle yanlış. Türkiye diye bir şey artık var olmamalı. İzmir Yunanlıların olacaktır. Adana İtalyan, Güney Toroslar ve Kuzey Suriye Fransız, Filistin ve Mezopotamya İngiliz ve geri kalan, İstanbul da dâhil Rus… Ayasofya’da Te Deum ve Ömer Camii’nde bir Nunc Dimittis okuyacağım. Bunu bütün kahraman küçük uluslar şerefine Galce, Lehçe, Keltçe ve Ermenice okuyacağız…”13 Sykes’ın mektubundan anlaşıldığı üzere daha gizli anlaşmalar dahi ortada yokken İngilizler büyük oranda sınırları çizmiş durumdalardır. Ayrıca Kahire’de bir Arap Bürosu kurulmuş, onlar da destekleyici çalışma-

Savaş devam ederken İtilaf Devletleri aralarında savaşın bitiminde uygulamak üzere bir takım gizli anlaşmalar yaptılar, bu anlaşmalar büyük ölçüde bugün ki Ortadoğu’daki sınırları çizen anlaşmalar olarak tarihe geçti. Barış anlaşmalarıyla çizilen bu sınırlar, ‘barış’ önadının aksine bölgeye ne huzur ne de istikrar sağladı. 21. yüzyıl Ortadoğu’sunda büyük oranda hala varlığını sürdüren bu sınırlar yaklaşık yüz yıldır bölgedeki çatış-

5 Fromkin, 2013, s.29 6 Akşin, S.( Eylül,2014),Kısa 20. Yüzyıl Tarihi, İstanbul: İş Bankası Yayınları, s.27 7 Uçarol, R.(2015), Siyasi Tarih, İstanbul: Der Yayınları, s. 603 8 Akşin, 2014, s.63 9 Fromkin, 2013, s.73 10 Fromkin’in kitabının adına atıftır. 11 Fromkin, 2013, s.245 12 Fromkin, 2013, s.30 13

Fromkin, 2013, s.122-124

21


lar yapmaya başlamışlardı. İngiliz temsilci Mark Sykes ile Fransız temsilcisi François Georges Picot Kasım 1915’de görüşmeler başlamışlardır. Bu görüşmelerin sonuçlanmasıyla anlaşmayı onaylaması için Rusya’ya da gönderilmiş. Böylece bütün gizli anlaşmaların önünü açacak Sykes-Picot-Sazanov Anlaşması 16 Mayıs 1916’da imzalanmıştır. Suriye Musul’a kadar Fransızlara bırakılmış, İngiltere Hayfa’dan Mezopotamya’ya kadar olan coğrafyayı almıştır. Filistin’in ise uluslararası yönetime bırakılacağı kararlaştırılmıştır.14 Rusya ise ülkede rejimin değişmesiyle isteklerinden vazgeçmiş, gizli anlaşmaları açıklamıştır. Anlaşmaların varlığı bu şekilde öğrenilmiştir. Mekke emiri Hüseyin’le görüşmeler yapılmış Hüseyin bütün Arap coğrafyasını içine alan büyük bir devlet isteğinde bulunmuş; ancak İngilizler buna karşı çıkmışlar ona Hicaz ve Suriye’nin iç kesimini vereceklerini söylemişlerdir; anlaşamamışlar görüşmeleri savaştan sonrasına ertelemişlerdir. Ancak Hüseyin kıyılardan vazgeçmediğini kesinlikle belirtmiştir. Tarihe McMahon yazışmaları olarak geçen bu pazarlığı Araplar yıllarca dile getirecek, İngiltere’nin onlara ihanet ettiğini söyleyeceklerdir.15 Ayrıca Filistin ilerleyen yıllarda çok büyük bir sorun oluşturacaktır. Filistin’de kurulan İsrail devletinin önünü açan Balfour Deklarasyonu da yine savaş yılları içinde (2 Kasım 1917) ilan edilecektir:

likte büyük bir sorun haline gelmeye başladı. Filistinli eşraf yüzyılın sorunu haline dönüşecek bu olayı çözmek durumundaydılar; ancak kendi güçlerini de korumaya çalışırken ( ki bunu Yahudilere değerinin çok üstünde topraklarını satarak yaptıkları da oldu20) bu çözmede başarılı olmaları pek olası değildi. Öyle de oldu günümüz de hale devam eden büyük bir sorun teşkil ediyor Filistin’in durumu. Sonuçta 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti kuruldu.

“Krallık Hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır; ayrıca, Filistin’deki Yahudi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ya da başka ülkelerde yaşayan Yahudilerin hak ve siyasal statülerine zara verecek uygulamaya gidilmeyeceği kabul edilmektedir”16

CLEVELAND, W.C. (2008), MODERN ORTADOĞU TARİHİ, İstanbul: Agora Kitaplığı

Deklarasyon o denli karışıktır ki sözü edilen tarafların bile kafası karışmıştır.

ARAFAT, M., PARİS KONFERANSI’NDA MEZOPOTAMYA, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 10 Sayı: 1, Haziran 2008, s.92-103

Günümüzdeki Ortadoğu sınırlarının büyük oranda çizildiği 1. Dünya Savaşı’ndan bugüne çıkan sorunların çoğunun aslında ‘barış’ anlaşmalarıyla alakalı olduğu görülmektedir. Asıl olan anlaşmaların galip devletlerin henüz savaş bitmeden mağlupları nasıl paylaşacaklarını belirttikleri gizli anlaşmalara dayandığın açıktır. Bu anlaşmalar hazırlanırken ne denli bilgisiz davranıldığı, kasten mandaterlik döneminde bölge ülkelerini zora sokacak politikaların uygulandığı anlaşılmaktadır. Bölgenin huzura kavuşabilmesi için dışardan bir müdahale olmadan kendilerinin çözüm üretmesi gereklidir. KAYNAKÇA AKŞİN, S. (EYLÜL, 2014), KISA 20. YÜZYIL TARİHİ, İstanbul: İş Bankası Yayınları

FROMKİN, D. (2013), BARIŞA SON VEREN BARIŞ, İstanbul: Epsilon Yayınları UÇAROL, R. (2015), SİYASİ TARİH, İstanbul: Der Yayınları

Savaş bittikten sonra Suriye’nin mandaterliğini alan Fransa 2. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde bölgede tam anlamıyla böl-yönet politikası uygulayacaktır.17 İlk Siyasal bölünme 1920’de Lübnan’ın kurulmasıyla oldu, ardından kuzey kıyı şehri Lazkiye civarında bir Alevi devleti, güneyde ise Dürzilerin çoğunlukta olduğu bir Cebel Dürzi devleti kuruldu; 1942’ye kadar da Suriye’den idari bakımdan ayrı yönetildiler.18 Suriye halkı ise Suriye’yi Filistin’i de içine alacak şekilde bir bütün olarak görmek istiyordu. Fransa’nın bu politikası daha sonra birçok çatışmayı tetikleyici neden oldu. İngiltere ise Filistin’in mandaterliğini almıştı. İki dünya arası dönemde Filistin’e Yahudi göçü katlanarak devam etti.19 Bu da Yahudilerin toprakları satın almasıyla bir-

DENİZ, Ş., ORTADOĞU’NUN YENİDEN İNŞAASININ YAPI BOZUMU: BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ ÜZERİNE BİR ANALİZ, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 20, Kış 2012, s.168-183 İNTERNET KAYNAKLARI (ERİŞİM TARİHİ: 10 Mayıs 2015) http:// a f a k k u l u b u . o rg / w p - c o n t e n t / u p l o a d s / 2 0 1 4 / 0 3 / ORTADO%C4%9EU-MAKALE-2.pdf http://www.aku.edu.tr (ERİŞİM TARİHİ: 10 Mayıs 2015) http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/ SOSYALBILENS/dergi/II2/5-deniz-dogru.pdf

14 Fromkin, 2013, s.155 15 Cleveland, 2008, s. 179 16 Cleveland, 2008, s. 271 17 Cleveland, 2008, s. 243 18 Cleveland, 2008, s. 245 19 Rakamlar için bkz Cleveland s. 282 20

Fromkin, 2013, s. 447

22


MİNERVA

P

PARİS 1919: VAHŞET DİPLOMASİSİ Ayda SEZGİN

aydasezgin.95@gmail.com

aris Barış Konferansı (18 Ocak 1919), Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren antlaşmaların hazırlandığı uluslararası bir konferanstır. Müttefik, kısmen müttefik ve ortak devlet gibi farklı gruplara ayrılmış 32 devletin temsilcileri katılmıştır. Bu devletler, İtilaf Devletleri ile savaşmış veya onlara savaş ilan etmiş devletlerdi.1

cek de birçok karar alındı. Bu kararların alınmasında hiç kuşkusuz Osmanlı’nın jeopolitik konumu büyük rol oynamıştır. Tarihsel süreç, kültürel yapı, etnik ve dini unsurlar hatta mimarisi, surları, kasabaları, köyleri, toprak yapısı dâhi göz ardı edilmemesi gereken unsurlardır. Paris’in çok uzaklarında, Avrupa’nın güneydoğu ucunda, bir başka kent de geçmişine ağlıyor, geleceğine bakıp tedirginlik duyuyordu. Yunanlılar ve Romalılar için Bizans, barış mimarları için İstanbul, Türkler için İstanbul, bir zamanlar şahane Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olmuş, 1453’ten sonra da muzaffer Osmanlı Türklerine başkentlik etmişti. Şimdi Osmanlı İmparatorluğu da yokuş aşağı yuvarlanmaktaydı. Kent; mültecilerle, yenik orduların askerleriyle tıklım tıklımdı, yakıt da yiyecek de umut da çok kıttı. Görünüşe göre onların kaderi de, hatta tüm imparatorluğun kaderi de Barış Konferansı’na bağlıdır.3

Birinci Dünya Savaşı sonunda İtilaf Devletleri barış antlaşmaları hazırlamak amacıyla bir araya geldi. ABD, Japonya, İtalya, İngiltere ve Fransa gibi beş büyük devlet konferans kararlarına oldukça hâkimdi. Dönemin ABD başkanı Wilson’un konferansa katılımındaki temel amaç Milletler Cemiyeti’nin kurulmasını sağlamaktı. Böylesi kasvetli bir savaştan sonra barış için bir araya gelen devletler aslında barıştan çok çıkarlarına en uygun yolu arama gayesindeydiler. Mesela; Fransa’nın amacı Almanya’yı bir daha savaşamayacak duruma getirmekti. İngiltere’ye gelince esas amacı Alman tehlikesini ortadan kaldırmak ve Avrupa’nın dengesini bozucu faktörleri yok etmekti. Toprak ve sömürge taleplerinden vaz geçmek istemeyen Fransa ve İngiltere, savaş öncesi benimsedikleri Wilson İlkeleri’ni dikkate almadılar.2

İstanbul’u yaratan ve yüzyıllar boyunca öneminden bir şey eksiltmeyen bir diğer unsur coğrafyasıydı. Bu eski kent, denizin çevresini üç yandan kuşatmaktaydı. Kuzeybatıda Boğaziçi, Karadeniz’e, Rusya’ya ve Orta Asya’ya doğru uzanırken güneybatıda Marmara Denizi, Çanakkale’ye ve Akdeniz’e açılıyordu.4 Aslında bahsedilen bu hayati suyolları 19. Yüzyıl diplomasisinin şekillenmesinde de ciddi anlamda etkili olmuştur.

Konferansa katılan her devlet farklı çıkarlar gözeterek buna uygun yollar bulma tasası taşısa da onları aynı çatı altında birleştiren bir takım ortak amaçlar vardır. Bunlar: • Avrupa sınırlarını yeniden gözden geçirmek, • Osmanlı topraklarının ne şekilde paylaşılacağını karara erdirmek, • Batı Anadolu ve Ege’yi İtalya’ya değil, daha güçsüz konumda olan Yunanistan’a vermek • İtilaf Devletleri’nin İttifak Devletleri ile yapacakları kesin barış antlaşmalarının şartlarını görüşmekti. Rusya dünya denizlerine çıkabilmek için sıcak suyu olan limanlara özlem duyuyordu. İngiltere de, Rus-

Paris Barış Konferansı’nda Osmanlı Devleti’ni doğrudan ilgilendiren ve belki devletin kaderini tayin ede-

1 Orta Doğu Raporu, Turgut Özal Üniversitesi (Erişim Tarihi: 09.05.2015) 2 www.turkcebilgi.com 3 MACMILLAN, Margaret, Paris 1919, ODTÜ Yayıncılık, Ekim 2014, Ankara, sf. 360 4

MACMILLAN, Margaret, Paris 1919, ODTÜ Yayıncılık, Ekim 2014, Ankara, sf. 360

23


ları Karadeniz’e hapsetmek için hasta olan Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutma peşindeydi (İngilizler boğazları Rusların kontrol etmesine ancak savaş sırasında, çok çaresiz durumlar doğduğunda izin vermişlerdi, ama bereket versin 1917 ihtilalleri nedeniyle Ruslar bu ödünü kullanamayacaklardı.)5

şılan bir konudur; ölenlerin sayısı da öyledir, verilen rakamlar 300.000 ile 1.5000.000 arasında değişmektedir.8 Kamuoyu bu durum karşısında dehşet içinde kalmıştı. İngiltere’de çocuklar tabağındaki yemeği yememekte direnince onlara açlık çeken Ermeniler örnek verilmişti. Bu durum karşısında ABD’de yardım amaçlı dev paralar toplanmıştı. Clemenceau uygulanan vahşet anlatan bir kitaba önsöz yazmıştı: “Yirminci Yüzyılın şafağında Paris’e beş gün uzaklıktaki bir yerde, barbarlık çağlarının derinliklerinde bile hayal edilemeyecek vahşetin uygulanıp bir diyarı dehşetle doldurması gerçek midir?” Lansing ise bu olaydan söz ederken: “Bu savaşın tarihindeki en kara sayfalardan biri” demiştir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı tüm güçsüzlüğüne ve zayıflığına rağmen şaşırtıcı bir cesaretle savaştı. Gerek Mezopotamya’da, gerek Gelibolu’da Türk askerleri büyük bir zafer beklentisi içindeki müttefikleri bozguna uğratmıştı. Fakat Akdeniz’in doğu ucunda müttefikler korkutucu sayıda savaş gemisine sahipti. Tek soluk alınabilecek yer imparatorluğun kuzeydoğu sınırları, yani eski Rus İmparatorluğu’nun çökmekte olduğu sınırdı, ama Osmanlılar bundan bile yararlanamayacak kadar zayıftı. Karadeniz’in doğu ucunda, eski tebaa halklar – Ermeniler, Gürcüler, Azeriler, Kürtler – Rusya sınırı üzerinde kendi devletlerini kurma mücadelesi içindeydi. Bir Amerikalı diplomat, “Türkler arasında genel tavır umutsuzluk içinde barış konferansının sonucunu beklemekten ibaret” diye bildirmekteydi.6 Bu milletler başka birçok halk gibi kurtuluşu Amerikalılarda arıyorlardı. Kendi kaderini tayin hakkı ilkesi Doğu Anadolu ve Trakya’da Türkçe konuşulan bölgeleri kurtarabilirdi. İstanbul’da aydın kesim tarafından “Wilson İlkeleri Derneği” kurulmuştu. Zira ABD hiçbir zaman Osmanlı İmparatorluğu’na doğrudan savaş ilan etmiş değildi. Böyle olunca, bu imparatorluğun kaderinde söz sahibi olma açısından da durumu netameliydi. Wilson’un On Dört Noktası’ndan yalnızca bir tanesi Osmanlı’ya değiniyordu. O madde : “Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk kesimlerine güvenli bir egemenliğin güvencesi verilmeli, ama hala Türk yönetimi altında bulunan tüm uluslara da kuşku payı olmayan bir yaşam güvencesiyle, müdahalesiz bir özerk gelişme fırsatının güvencesi verilmelidir.” Türk kesimler nereliydi? Kimler özerk gelişme fırsatına sahip olacaktı? Araplar mı? Ermeniler mi? Kürtler mi? Her yana saçılmış Rum toplulukları mı?7

SONUÇ YERİNE Paris Barış Konferansı, her ne kadar isim kökünde bir “barış konferansı” olsa da, aslında emperyalist güçlerin sömürge ihtiyaçlarına hitap eden, bu bağlamda Ortadoğu ve Osmanlı coğrafyasının “manda ve himaye” adı altında paylaşılmasına ön ayak olan bir konferanstır. Konferansta karara bağlanan antlaşmalar barışı getirmediği gibi, yaklaşık yirmi yıl sonra daha büyük bir vahşetin patlak vermesine de sebep olmuştur. İşte bu şartlar altında incelendiğinde; Paris Barış Konferansı’nın aslında görüldüğü gibi barışçıl bir çözüm yolundan ziyade bir “vahşet diplomasisi” olduğu söylenebilir. KAYNAKÇA

Osmanlı İmparatorluğu savaşa girdiğinde Jön Türklerin 19132ten beri İstanbul’u yönetmekte olan “triumvira”sından Enver Paşa ordularını ağırlıklı olarak doğuya, Rusya’ya karşı savaşmaya yolladı. Bu durum 1915’teki felaketle sonlandı. Ruslar çok büyük Osmanlı kuvvetlerini yok edip Anadolu’da ilerlemeye hazır hale geldiler. Aynı zamanda müttefikler de batıda Gelibolu’ya çıkarma yapıyordu. Enver Paşa, Ermenileri fiili ya da potansiyel hainler olduğu düşüncesiyle hepsinin Doğu Anadolu’dan göç ettirilmesini emretmiştir. Göç başlamadan pek çok Ermeni katliama uğramıştır. Pek çoğu da bu zoraki yolculuk sırasında hastalık ve açlık gibi etmenlerden ölmüştür. Osmanlı Hükümeti’nin gerçek amacının soykırım olup olmadığı hala çok tartı-

MACMILLAN, Margaret, Paris 1919, ODTU Yayıncılık, Ekim 2014, Ankara MUTLU, Cengiz, “Birinci Dünya Savaşı’ndan Milli Mücadele’ye İsviçre’de Osmanlı Aleyhtarı Propaganda ve Osmanlı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Faaliyetleri” makalesi İNTERNET KAYNAKLARI ORTA DOĞU RAPORU, Turgut Özal Üniversitesi, Erişim Tarihi : 09.05.2015 www.turkcebilgi.com

5 MACMILLAN, Margaret, Paris 1919, ODTÜ Yayıncılık, Ekim 2014, Ankara, sf. 361 2 MACMILLAN, Margaret, Paris 1919, ODTÜ Yayıncılık, Ekim 2014, Ankara, sf. 361 3 MACMILLAN, Margaret, Paris 1919, ODTÜ Yayıncılık, Ekim 2014, Ankara, sf. 369 4

MACMILLAN, Margaret, Paris 1919, ODTÜ Yayıncılık, Ekim 2014, Ankara, sf. 371

24


MİNERVA

19

YENİ GÜÇLERİN AVRUPA SİYASETİNE KATILMASI: ALMANYA VE İTALYA Sevgi ALTINBIÇAK

. yüzyıl başlarından itibaren Avrupa’da iki önemli gelişme gerçekleşmişti.İlk olarak neredeyse bütün ülkelerde mutlakiyet yönetimlerinin yıkılması için verilen uğraşlar, ikincisi ise Batı ve Orta Avrupa’da bağımsızlık, ulusçuluk gibi akımların güçlenmesi ile yeni devletlerin ortaya çıkmasıdır. Bu devletlerin bir kısmı bağımsızlıklarını kazanan bir kısmı da birliklerini sağlayan uluslar tarafından kurulmuştur ve ortaya çıkan bu devletler, Avrupa siyasetine katılan yeni güçler olmuşlardır.

sevgi.altinbicak@gmail.com

Bu yeni sınıf,merkezi devleti ve bu devletin denetimini,değişmeyen siyasal sınırları, ticaret ve endüstrinin gelişmesi açısından gerekli buldu ve eski düzenin kurallarını yıkmayı daha liberal ve parlamenter kurumlar yoluyla siyasal iktidara da ortak olmak istedi.19. yüzyılın ortalarında meydana gelen değişimler bu ekonomik yapının kavranmasıyla anlaşılabilir.3 İTALYA’NIN SİYASİ BİRLİĞİNİ TAMAMLAMASI İtalya’da Roma İmparatorluğu’ndan sonra ve Napolyon’un kısa dönemi dışında siyasi birlik hiçbir zaman sağlanamamıştı.4 Yakınçağın başında da İtalya, yüzyıllardır olduğu gibi üzerinde küçük devletlerin bulunduğu, bölünmüş bir siyasi yapıdaydı. Napolyon’un daha önce İtalyan Krallığı’nı kurması ve özellikle 1789 Fransız Devrimi ile ulusçuluk akımının da yayılması, İtalyan Birliği için gerekli olan heyecanın yakalanmasını ve adımların atılmasını sağladı. Ancak bu birliğin gerçekleşmesi için aşılması gereken önemli bir engel vardı: Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. Bu imparatorluk, Viyana Kongresi kararlarına göre kurulmuş 36 devletli Germen Konfederasyonu ve İtalyan yarımadasının büyük bir kısmını etkisi altına almış bulunmaktaydı. Bu nedenle İtalyan Birliği kurulacaksa, Avusturya’nın bu etkisinin kırılması başka bir deyişle savaş alanında malup edilmesi gerekiyordu. İkinci bir engel ise kilise yoluyla bütün İtalya’ya, politik yolla ise Orta İtalya’ya egemen olan Papalık idi. Sicilya Krallığı’nı elinde tutan İspanyollar ile ülke üzerinde nüfuz sahibi olan Fransa’yı da birliğin oluşmasının karşı tarafına dahil etmek gerekir. Bütün bu hususlar dışında, İtalya’nın kendi içinde tam bir görüş birliğine sahip olamaması, kendi karşısına çıkardığı engeldi.Monarşistler, cumhuriyetçiler ve papalık yanlılarının farklı beklentilerde olması ve aralarında sağlıklı bir eşgüdüm sağlayamamaları İtalyan Birliği ülküsünü sürekli erteletmiştir.5 Fakat hangi düşünce içerisinde olunursa olunsun, tüm İtalyanları ortak payda da birleştiren,öncelikle yabancı etkilerinin ülke üzerinden kaldırılması ve ulusal birliğin sağlanmasıydı.

19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Batı ve Orta Avrupa’da ulusal birliğini kuramamış ve merkezi bir hükümet biçimine sahip olmayan iki ülke kalmıştı: Almanya ve İtalya.1 Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Fransa’nın etki ve denetiminde olan İtalyan ve Alman birliklerinin tamamlanması, 19. yüzyıl ve daha sonrası Avrupası’na olduğu kadar dünyada da büyük etkiler yaratmış olmalarıyla ayrıca önem taşırlar. Almanya ve İtalya’nın siyasi birliklerini tamamlamasının nedenini sadece bir unsura bağlayamayız. Temelde iki devlet (Prusya-Piyemonte) ve iki devlet adamının (Otto von Bismarck ve Kont Camillo Cavour) eseri gibi düşünülse de, Almanya ve İtalya’nın siyasi birliklerini tamamlamasını yalnızca askeri ve diplomatik olaylar olarak görmek, bu başarıların tarihi önemini gölgeler.2 Bu olaylar ayrıca daha öncesinin toplumsal ve ekonomik yaşamının da bir sonucudur. Bölgelerin siyasal bölünmüşlüğünün yansıması olarak toprak ve kaynaklar halka veya bir monarka ait değildi. Bu kaynakların çoğu feodalitenin elindeydi bu durumun getirisi ise mali gücün ufak bir yerde toplanması ve bu mali gücü elinde bulunduranların teknolojiyi kendi çıkarları adına kullanmasıdır. Orta Avrupa’da merkezileşmiş endüstri gelişmiş ve gelişen merkezi endüstri ise zenginliğe daha fazla zenginlik katarak burjuva sınıfının ortaya çıkmasına neden olmuştu. Şiddetlenen ekonomik bunalım, burjuva sınıfını bu bunalımların yarattığı problemlerle karşı karşıya bıraktı ve İngiltere,Fransa,Belçika gibi ulusal bütünlüğünü tamamlamış ülkelerin refahı burjuva sınıfına da ekonomik bunalımların ancak birleşmiş,bütünleşmiş ve büyük merkezli devletlerce minimum düzeye indirilebileceğini gösterdi.

Dönemin İtalya’sında iki önemli krallıktan biri Güney İtalya ve Sicilya topraklarını elinde bulunduran Napoli Krallığı bir diğeri ise Piyemonte. Ancak Napoli

1 Oral Sander,Siyasi Tarih:İlkçağlardan 1918’e,İmge Kitabevi Yayınları,İstanbul 2010,s.217 2 Oral Sander,2010,s.217 3 Oral Sander,2010,s.219 4 Toktamış Ateş,Siyasal Tarih,İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,İstanbul 2014,s.244 5

Toktamış Ateş, 2014,s.244

25


Krallığı İtalyan Birliği gibisinden bir misyonu üstlenme niyetinde değildi.6 Bu nedenle öncülük Piyemonte’ye ait olacaktı.

laşmaya başlamıştır. III. Napolyon’un düşüncesi ise tehlike olarak gördüğü Pancermenizm ve Panslavizme karşı Latin ulusları arasında bir birlik kurulmasından yanaydı.Ayrıca denge unsuru olarak gördüğü Piyemonte’nin büyümesini ve Avusturya karşısında durabilmesini ancak Fransa’ya tehlike yaratmayacak bir pozisyonda kalmasını istiyordu.7

İtalya’da ilk hareketlilik 1820’li yıllarda Piyemonte ve Napoli’de başladı.Bu hareketi başlatanlar bütün İtalya’yı bir krallık altına toplayarak, ülkeyi Avusturya etkisinden kurtaracaklarını ifade ettiler ancak Avusturya kendisine yardıma gelen Rus orduları ile bu hareketi bastırdılar.

Kont Cavour Fransa üzerindeki politikasının yanı sıra Piyemonte’nin dış borçlarını azaltmak için çeşitli çalışmalarda bulunuyor ve düzenli ordusunuda güçlendirerek Piyemonte’nin gücünü göstermek ve başka devletlerinde desteğini sağlayabilmek için 1853 Kırım Savaşı’na Fransa, İngiltere ve Osmanlı Devleti ile anlaşma yaparak bu devletlerin yanında savaşa katılmıştır ve bu sayede İtalyan Birliği’ni bilinirliğini daha da artırarak ileriye dönük yardım sağlama fırsatını yarattı.

1848 de Fransız Devrimi’nin getirdiği heyecanla İtalyanlar birçok yerde olmak üzere tekrardan ayaklandılar. Ayrıca Papa IX. Pie’nin siyasi suçluları affedip, ulusal birliğin kurulmasını desteklemesi İtalya’da daha büyük bir heyecan yarattı ve Napoli Krallığı’nda da halk silahlara sarıldı.Fakat bu sefer İtalyanlar arasında çıkan anlaşmazlık sonucu Papa askerlerini geri çekti, Napoli Kralı meclisi dağıttı ve ordusunu geri çağırdı. Bu durumda yalnız kalan Piyemonte, Avusturya karşısında tek başına durdu ve bu andan sonra Piyemonte Kralı artık İtalya Kralı olarak kabul gördü. Bu gelişmelerden sonra Avusturya ordusu daha da güçlenerek, Piyemonte kuvvetlerini yenilgiye uğrattı ve eski düzen yeniden kurulmuş oldu.

Piyemonte ve Fransa arasında yapılan bir takım gizli görüşmelerin sonucunda Fransa, Avusturya’yı savaş sırasında yalnız bırakmak amacıyla İngiltere ve Rusya’nın tarafsızlığını ve Prusya’nın-ise desteğini sağlamıştır.Ancak daha sonra Germen Konfedesayonu bu olayı Germen-Latin sorunu olduğunu kabul etmiş ve Prusya artık Avusturya’nın yanında yer almıştı. Diplomatik olarak gittikçe güçlenen Piyemonte Avusturya’ya karşı tahriklerini artırıp Avusturya’nın saldırgan taraf olmasını istiyordu.Ve nihayet Avusturya 26 Nisan 1859’da Piyemonte’ye savaş ilan etmiştir. Fransa ise Piyemonte’yi yalnız bırakmayacağını açıklayarak Avusturya’ya karşı savaşa girdi. 4 Haziran 1859’da Avusturya Magenta’da, 24 Haziranda Solferino’da yenilgiye uğratıldı. Lombardiya ve Venedik’ten çıkarıldı.8 Bu zafer sonrasında İtalya’nın farklı yerlerindeki halkta kendi istekleriyle Piyemonte’ye katılmak istemiştir.

Bu gibi girişimlerin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra İtalya artık Avusturya’nın gücünü kırabilmek için diğer Avrupa devletlerinden de yardım almanın önemini farketti ve bu noktadan sonra izleyeceği politikalarını bu esasa göre şekillendirdi. Yeni politikaların uygulanmasında ve İtalyan Birliği’nin gerçekleşmesinde ise iki önemli isim karşımıza çıkacak, Piyemonte Başbakanı Kont Cavourve III.Napolyon. Kont Cavour gerçekleşen bu olaylar ışığında Avusturya’yı ülkeden çıkarmak için başta Fransa’nın yardım sağlanmasını şart olarak görmüş, III. Napolyon’un Avrupa’nın haritasının uluslar esasına göre çizilmesi politikasından yararlanmaya ve Fransa’ya yakın-

III.Napolyon ise artık kendi yarattığı bu güçten çekinmeye başlamış, Avusturya’nın Fransa’ya yaptığı görüşme teklifini kabul ederek Avusturya ile bir ön barış yapmıştır. Kont Cavour Fransa’nın bu tutumu sonucunda savaşa yalnız devam edilmesi taraftarı olsada Kral Victor, Cavour’un bu düşüncesine karşı çıkmıştı. Sonuçta Cavour’da barışı kabul etti ve üç devlet arasında daha imzalandığı gün ölü doğan Zürih Antlaşması imzalandı.9 Antlaşma sonucu sadece Lombardinya’yı topraklarına katan Piyemonte’ye diğer küçük devletlerin halklarıda kendi istekleriyle katılmaya devam ediyordu. Fransa ise, Piyemonte ile arasında imzaladığı Torino Antlaşması’yla Nice ve Savoi’yi alarak sınırlarını Alpler’e dayandırdı.

6 Toktamış Ateş, 2014,s.245 7 Rıfat Uçarol,2015,s.283 8 Rıfat Uçarol,2015,s.285 9

Toktamış Ateş,Siyasal Tarih,İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,İstanbul 2014,s.250

26


Nisan 1860’ta İspanyol soyundan gelen krala karşı Sicilya’da birliğe katılmak için ayaklanma çıktı ve kısa sürede İspanyol egemenliğine son verilerek önce Sicilya sonra Napoli’yi ele geçirerek Güney İtalya’yı da birliğine katan Piyemonte 1860 yılı yılında, Venedik ve Roma hariç bütün Kuzey ve Orta İtalya’yı birliğine katılmış oldu.10

da değildi. Bu bakımdan Prusya, ulusal birliğin kurulmasına liderlik yapabilecek durumdaydı.11 Alman Birliği’nin kurulmasında birinci derece rol oynayan Otto von Bismarck Alman Birliği’nin ‘‘demir

1861 yılında İtalya’nın kralı ilan edilen II. Victor Emmanuele 1866 yılında Avusturya’nın tıpkı İtalya gibi siyasi birliğini tamamlamaya çalışan Prusya’ya yenilgisi sonucu hiçbir varlık göstermemesine rağmen sadece savaşta Prusya’nın yanında yer aldığı için Venedik’i topraklarına katmayı başardı.Ancak Roma’nın İtalya’ya katılması çok daha güç ve zorlu bir süreç gerektiriyordu. Bir tarafta Papa diğer tarafta Fransa bu olayın gerçekleşmesine karşı çıkıyordu. Fransa Katolikliğin koruyucusu politikasını üstlendiğinden ve Roma’nın İtalyan Birliği’ne katılmasını bu politikasına indirilecek bir darbe olarak nitelendirdiğinden Roma’ya asker göndermiştir.Buna rağmen İtalyanlar Roma’yı birkaç defa kuşatmaya çalışmış ancak başarı gösterememiştir.Bu olay 1870 yılında Prusya-Fransa arasındaki Sedan Savaşı’na kadar devam etmiştir ve Fransa savaşta yenilgiye uğrayıp Roma’dan çekildiğinde İtalyanlar burayı işgal ederek başkentlerini taşımışlardır ve İtalya Roma’nın da topraklarına katılmasıyla siyasi birliğini tamamlamıştır.

ve kanla’’ yani kuvvet yoluyla kurulabileceği düşüncesindeydi.12 Bu bağlamda Bismarck’ın dış politikası, Avusturya’yı Alman politikası dışında bırakmaya ve Prusya önderliğinde bir Alman birliği kurmaya dayanıyordu. Bismarck, silah ve diplomasi yoluyla hazırlandığı savaşlarda, Avrupa’nın büyük devletlerinin yardımlarını en azından tarafsızlıklarını sağlamak istiyordu. İç politikasında ise sürekli ordunun güçlendirilmesine ve savunma bütçesinin artırılmasına yönelik girişimlerde bulunuyordu.

1870 yılında İtalyan Birliği’nin kurulması her şeyden önce Viyana Kongresi ile çizilen Avrupa siyasi haritasını ve güçler dengesinin büyük ölçüde değişmesine neden olmuştur. Akdeniz’in stratejik bakımından çok önemli olan bu noktasında, yeni bir devletin ortaya çıkması bu tarihten itibaren büyük devletlerle birlikte İtalya’nın da Avrupa, Akdeniz ve Dünya politikasında önemli bir rol sahibi olmasını sağlamıştır.

Lehistan Ayaklanması’nda Fransa ve İngiltere ortak harekete girişemezken, Bismarck Rusya’yı tam anlamıyla desteklediğini belirterek olağan bir biçimde PrusyaRusya Antlaşması’nı sağladı ve artık Prusya’nın Doğu sınırları güvence altındaydı.İç ve dış politikasında kendini geliştiren Bismarck, bu durumdan yaralanarak hem ordusunun gücünü deneyebilmek hemde Avusturya’yı Almanya’dan çıkarabilmek adına fırsat aramaya başladı ve bu aradığı fırsatı Elbe Dukalıkları adı verilen Schlewig, Holstein, ve Lauenburg Dukaları’nın anlaşmazlıkları yarattı.13 Haklarının büyük bir kısmını Almanların oluşturduğu bu dukalıklar, Danimarka Kralı’na bağlı ve Germen Konfederasyonu’na dahildiler. Danimarka’nın, Schlewig’i doğrudan kendi topraklarına katmasına Germen Konfederasyonu ve Prusya karşı çıkmıştır. Konfederasyon üzerinde Prusya’nın etkisinin artabileceğini düşünen Avusturya’da artık bu olayın içerisine girmiştir. İki Alman devleti Danimarka’ya karşı savaşa girdi ve savaş sonucunda üç devlet arasında Viyana Antlaşması yapıldı ve bu dukalıklar Prusya ile Avusturya’ya bırakıldı.Bismarck, hem batıya doğru genişlemiş hemde Alman devletleri üzerinde daha etkili bir hal almıştı.

ALMANYA’NIN SİYASİ BİRLİĞİNİ TAMAMLAMASI Viyana Kongresi’nin parçalanmış olarak bıraktığı uluslardan biri de Almanlardı. İtalyan Birliği’nin ardında nasıl Piyemonte gibi bir devlet varsa, Alman Birliği’nin ardında da başka bir devlet, Prusya yatmaktadır. Aynı şekilde iki önemli devlet adamı da baş roldedir: I.Wilhelm ve Otto von Bismarck.Farklarından bahsedecek olursak Prusya, Alman ulusal birliğini kurmak için bir devlet yerine, üç devletle Danimarka, Fransa ve Avusturya ile savaşa girmek zorunda kalacaktı. Avusturya ve Prusya Almanlar arasında bu birliğin kurulmasını sağlayacak ve buna öncülük edebilecek devletler olarak gözüküyordu. Avusturya bir Alman devleti olmakla birlikte, aslında bir imparatorluğun başı olduğundan ulusal bir Alman politikası güdecek durum-

Daha sonra, Avusturya ile Prusya’nın elde edilen du-

10 Rıfat Uçarol,Siyasi Tarih,DER Yayınları,2015,s.288 11 Rıfat Uçarol,2015,s.291 12 Rıfat Uçarol,2015,s.295 13

Toktamış Ateş,Siyasi Tarih.İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,2014,s.262

27


kalıklar yüzünden giderek arası açılmaya başlamış ve iki devlet arasında görüşmeler sonucu Gastein Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmada Schlewig’in Prusya yönetimine, Holstein’in Avusturya yönetimine bırakılması kararlaştırıldı. Bu antlaşma kısa süreli sakinlik yaratsada uzun dönemde Prusya-Avusturya savaşına engel olamayacaktı.Zaten Danimarka ile savaş bir güç gösterisinden öte bir şey değildi.

1866 yılının Haziran ayında başlamış oldu. Bismarck’ın orduları kısa sürede Avusturya üzerinde üstünlük sağlamış ve 3 Temmuz 1866’da kesin bir yenilgiye uğratmış. Bu savaş yalnızca Avusturya-Prusya arasındaki ilişkiyi değil, Almanya’nın geleceğinide tayin etmiştir.Artık Avusturya tüm hak ve yetkilerini Prusya’ya bırakmış ve Prusya’nın üstünlüğünü kabul etmiştir.14 Prusya’nın Avusturya karşısında kazandığı zafer Bismarck’ın durumunu güçlendirdi ve Avrupa’da kendini kabul ettirebilmesi, birlik dışında kalan Güney Alman prensliklerinide birliğe katabilmesi için Fransa ile çatışmasını kaçınılmaz kılmıştı. Fransa’da kendi hoşgörüsü ile ortaya çıkan bu büyük güçle kesin bir hesaplaşmaya gireceğinin bilicindeydi.

Bismarck Alman Birliği’nin sağlanmasını topraklarını genişleterek değil, Avusturya’yı saf dışı bırakarak gerçekleştireceğini biliyordu. Bu nedenle Avusturya ile savaş kaçınılmazdı. Lehistan Ayaklanması ile güvence altına alınan Rusya ayağından sonra bir diğer konu Fransa. III. Napolyon ile Biarritz’de yapılan görüşmede Bismarck kimi ödünlerle Fransa’yı tarafısız tutma çabasındaydı. Görüşmenin sonunda Fransa’nın tarafsızlığını sağlayan Bismarck İtalya’yı Prusya ile anlaşma yolunada çekmiş bulunmaktaydı.İtalya ile ittifak 8 Haziran 1966 yılında Berlin’de imzalandı.

Fransa-Prusya savaşını fitilleyen sebep aslında İspanya Krallığı’nın seçim sorunu olmuştur. İspanya Kraliçesi Isabella’nın tahttan indirilip yerine Prusya Kral ailesi olan Hohenzollemler’in Katolik kolundan bir aday gösterilmesi Paris’te büyük tepkiye yol açmıştır.15 Fransa, Katolik dahi olsa Prusya Kral ailesinden birinin tahta geçmesini istemiyor çünkü Prusya ile birlikte olabileceklerini ve iki ateş arasında kalabileceğini düşünüyordu. Fransa bu durumun güçler dengesini bozacağını bilerek Prusya’dan bunun engellenmesini istedi ancak Bismarck’ın etkisiyle bu garanti verilmedi ve Fransa,

Bismarck artık diplomatik alanda hedeflerine ulaştığından Avusturya’ya savaş açmak için bir neden gözetiyordu ve o neden Avusturya himayesindeki Holstein’de karışıklık çıkması olmuştu. Prusya Gastein Antlaşması’nın artık sona erdiğini belirterek bu bölgeyi işgal altına aldı ve böylece Avusturya-Prusya savaşı

14 Rıfat Uçarol,Siyasi Tarih,DER Yayınları,2015,s.297 15

Rıfat Uçarok,2015,s.300

28


bunun üzerine Prusya’ya 1870 yılında savaş ilan etmiştir.16 Sedan’da iki devletin orduları arasında büyük bir meydan savaşı yapıldı ve Fransa ağır bir yenilgiye uğratıldı.

güçlenen Almanya karşısında İngiltere ile Rusya yakınlaşma içerisine girdiler ve bu yakınlaşma sonucu daha önceleri Rusya’nın güneye inmesini istemeyen ve bu nedenle Osmanlı bütünlüğünü destekleyen İngiltere artık Almanya’nın Rusya’dan çok daha büyük bir tehlike olduğunu düşünerek bu politikasından vazgeçerek Almanya karşısında Rusya ile birlikte durabilmek için Osmanlı topraklarından tavizler vermekten çekinmemiştir.

Avusturya savaşından sonra Alman Birliği’nin yarısı sağlanmıştı ve Sedan savaşı ile Alman Birliği tamamlanmıştır. SONUÇ

Görüldüğü gibi özellikle Alman Birliği’nin sağlanması ve sonrasında meydana gelen olayların yanı sıra, Almanya İmparatorluğu’nun tarih sahnesine çıkmasıyla artık dünya güç merkezlerine bir yenisi daha eklenmiştir demek yanlış olmaz.

İtalyan ve Alman birliklerinin kurulmasının uluslararası politika için en önemli sonucu, Viyana Kongresi ile kurulmuş olan Avrupa’daki güç dengesini alt üst etmeleridir. İtalya ve Almanya’nın gerek kuruluşu sırasında, gerekse politik güç olarak ortaya çıkmasından sonra, Avrupa’nın, daha geniş anlamı ile dünyanın politik gelişmelerinde önemli değişmeler olmuştur. Ancak iki devlet siyasi birliklerini tamamladıktan sonra aynı etkide olamamışlardır. Almanya siyasi alanda daha güçlü ve etkili taraf olarak karşımıza çıkmıştır. Bu gücün diğerleri ile ilişkisi veya rekabeti ise dünyayı büyük olaylara sürüklemiştir.

KAYNAKÇA ATEŞ, T. (2014),SİYASAL TARİH, İstanbul:İstanbul Bigi Üniversitesi Yayınları SANDER, O. (2010), SİYASİ TARİH, Ankara:İmge Kitabevi Yayınları UÇAROL, R. (2015), SİYASİ TARİH. İstanbul:DER Yayınları

Siyasi birliğini tamamlayan ve giderek güçlenen Almanya, artık birçok devlet için rollerin değişmek üzere olduğunun habercisiydi. Almanya, ABD’nin dış politikasında büyük bir etki yaratarak önemli ölçüde değişmesine neden olmuş ve ABD uzun süredir sürdürmekte olduğu ve Monroe Doktrini çerçevesinde izlediği ’’ izolasyon politikasını’’ terk etmiştir.17

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

minervadergi.blogspot.com

Avrupa’nın güçlü devletlerinden Avusturya ve Fransa Prusya’ya yenilgilerinden sonra etkilerini büyük ölçüde yitirmişlerdi.Güçlü bir Almanya karşısında duramayacağını düşünen Fransa denizaşırı bölgelerde genişlemeye yönelmiş ve sömürge faaliyetleri hızlanmıştır. Prusya’ya yenilerek Orta Avrupa’da iddiası kalmayan Avusturya sırtını bu devlete dayadı ve gözlerini doğal yayılma alanı olarak gördüğü Balkanlar’a çevirdi.18 Fransa’nın 1870 yenilgisi ile Avusturya’nın zayıflamasından yararlanmak isteyen Rusya, Panslavizm politikası ile Balkanlar’da ilerlemeyi seçmiş ve Avusturya ile sürekli anlaşmazlığa düşmesine sebep olmuştur.19 İtalya ve Alman birliğinin kurulması kendi adımıza da bir önem arz etmiştir.Almanya’nın güçlenmesi Fransa dışında İngiltere ve Rusya içinde tehlikeli bir durum haline gelmişti. Güçlenen Alman donanması İngiltere’nin sömürgelerine yönelmiş ve ayrıca denizlerdeki İngiliz gücünü tehdit etmiştir. Rusya perspektifinden problem ise Almanya’nın Lebensraum-Yaşama Alanı’nı Rusya topraklarında görmesiydi.20 Dolayısıyla

Katkı ve Eleştirileriniz Bize Ulaşın:

İçin

om

minervadergi@gmail.c

16 Oral Sander,Siyasi Tarih:İlkçağlardan 1918’e,İmge Kitabevi Yayınları,İstanbul 2010,s.221 17 Toktamış Ateş,Siyasal Tarih,İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,İstanbul 2014,s.243 18 Oral Sander,Siyasi Tarih:İlkçağlardan 1918’e,İmge Kitabevi Yayınları,İstanbul 2010,s.224 19 Oral Sander,2010,s.225 20

Toktamış Ateş,Siyasal Tarih,İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,İstanbul 2014,s.244

29


MİNERVA

ALMANYA’YA İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE GENEL BİR BAKIŞ Özgenur AKTAN

aktanozgenur@gmail.com

1) Weimar Cumhuriyeti Kuruluş Süreci:

ihanet olarak algılanıyordu. Antlaşmanın, Alman toplumu için küçük düşürücü ve onur kırıcı olduğu düşünülüyordu.

A

lmanya, 1.Dünya Savaşı’ndan Versailles Barış Antlaşması’nı imzalayarak -mağlup olarak- ayrılmıştır. 28 Haziran 1919 tarihinde imzalanan ve 10 Ocak 1920 tarihinde yürürlüğe giren antlaşma içerdiği ağır ekonomik, askeri ve siyasi maddelerle Almanya’daki farklı görüşlere sahip tüm siyasi otoriteler tarafından adaletsiz bulunmuştur ve ciddi ölçüde eleştirilmiştir.

Artık imparatorluk rejimi de yıkılmıştı. Özellikle 19. yüzyılda etkisini güçlendiren liberalizm akımının etkisiyle, 1.Dünya Savaşı’nın galipleri, demokratik bir rejimin uygulanmasını; yani imparatorlukların ortadan kaldırılmasını, barış antlaşmaları sürecine paralel olarak yürüttüler.

440 maddelik antlaşmanın şartlarına göre; Almanya mecburi askerliği kaldırmak, ordusunu 100 bin kişi ile sınırlamak zorundaydı. Bütün savaş gemilerini İtilaf Devletleri’ne teslim eden Almanya, bundan böyle gemi ve uçak da yapamayacaktı. Antlaşma, coğrafi bakımdan da kimi düzenlemeler içeriyordu. Buna göre, Almanya Alsas-Loren’i ve Saar Bölgesi’ni (Saarland) Fransa’ya bırakacak, ancak Saar bölgesinin kaderi 15 yıl sonra yapılacak halk oylaması ile tayin edilecekti. Ekonomik bakımdan da antlaşma Almanya’nın pek çok yetkisini kısıtlıyordu. Doğudaki önemli tarım alanları ve üretim yerleri elden çıkıyor, ayrıca Almanya’dan “tamirat borcu” adı altında 132 milyon altın markı -yaklaşık 300 milyon euro- savaş tazminatı talep ediliyordu.1

Rejim değişikliğinin tavandan bir kuvvet ile halka dayatıldığına inanılıyordu. Fransa’nın 1871 yılındaki kaybının intikamını, bu antlaşma ile aldığı görüşü halk arasında gitgide yayılıyordu. Bu sürece daha ayrıntılı bakarak; Fransa’nın Versailles Antlaşması’nın geçerliliğini korumak, savunmak ve Almanya’ya hiçbir ödün verilmemesini sağlamak için neden bu kadar ısrarcı davrandığını anlayabiliriz. Bilindiği gibi, Almanya 1860’lı yılların sonuna kadar küçük prensliklerden oluşmaktaydı ve bu prenslikler arasında Prusya, Viyana Kongresi kararlarına rağmen hedeflenen ekonomik ve siyasi amaçlara ulaşılabilmesi yolunda gösterdiği çabalar ve başarılar ile sivrilmekteydi. Almanya’nın birleştirilmesi, bir bütün haline getirilmesi düşüncesi; 1789 Fransız Devrimi ile ivme kazanan milliyetçilik anlayışına paralel olarak zaten amaçlan-

Savaşın galipleri ile imzalanan bu antlaşma, içerdiği koşullar ve getirdiği değişimler ile halk nezdinde de bir 1

Marek, M. (9 Ocak 2010). Versay’ın 90’ıncı yılı. (B. Özay, Çev.). Deutsche Welle Türkçe, Erişim tarihi: 1 Mayıs 2015, http://www.dw.de/ versay%C4%B1n-90%C4%B1nc%C4%B1-y%C4%B1l%C4%B1/a-5102651 adresinden ulaşılabilir.

30


maktaydı ve arzu edilmekteydi. Bu bütünleşmenin sağlanılması sürecinde ise Avusturya, Danimarka ve Fransa ile savaşıldı. İlk olarak Danimarka ile gerçekleştirilen savaşta Avusturya’nın da desteğini almayı başaran Prusya, Danimarka’yı mağlup etti.

akıllı bir denge politikası izleyerek Avrupa’da barışı korudu. O devrildikten sonra ise Almanya dış politikada saldırganlaştı. Birinci Dünya Savaşı patlak verdi ve ABD ile Avrupa devletleri, Almanya’ya karşı birleşerek onu yerle bir etti. Sekiz milyondan fazla askerin öldüğü savaştan sonra aşağılanma ve burnu yere sürtülme sırası Almanya’ya geldi. Savaşı sona erdiren ve Almanya için ezici hükümler içeren anlaşma, Alman Birliği’nin ilan edildiği Versay Sarayı’nın Aynalı salonunda imzalandı. Almanya, Alsace ve Lorrain’i Fransa’ya geri verdi ve belini büken tazminatlar ödemeye, aşağılayıcı koşulları kabul etmeye zorlandı. İkinci Dünya Savaşı, Almanya’nın kendini bu aşağılayıcı durumdan kurtarıp intikamını almaya çalışmasının sonucudur.3

Almanya’da doğan küçük temsilciliklerden birisi olan Prusya, yıllar sonra Alman Birliği’ni kuracaktır. Prusya’dan Alman Birliği’ne uzanan süreçte karşımıza Alman tarihinin iki önemli isimi çıkmaktadır. Şüphesiz bu iki önemli isim, Friedrich II (Büyük Friedrich) ve Otto von Bismarck’tır. 1660 yılında egemen bir devlet, 1701’de ise krallık olan Prusya, Friedrich II döneminde önemli askeri ve diplomatik zaferlere imza atarak Avrupa’nın önemli güçleri arasında yer almaya başlamıştır. Kazanılan zaferler sonrasında Prusya’nın amacı Alman Birliğini kurmaktır. Fakat Alman Birliğini kurma amacı sadece Prusya’ya özgü değildir: Avusturya da kendince bir Alman Birliği kurma amacını taşımaktadır. İşte bu iki devletin, tüm Alman krallıklarını bir birlik altında toplama çabaları sürecinde ciddi sürtüşmeler yaşanmıştır.2

Bu gelişmelerin ve düşüncelerin etkisiyle antlaşmanın, kalıcı bir barış tesis etme amacına yönelik olarak algılanması daha da zorlaşıyordu. Ancak Almanya için; bu antlaşmayı imzalamamak gibi bir seçenek söz konusu değildi. 1918 Kasım’ındaki silah bırakışması, imparatorluğun yıkılması ve cumhuriyet rejiminin kurulması, yenik çıkılan bir savaşın sonunda olupbittiye getirilmişti ve halkın gerçek isteklerine de pek uymamaktaydı. Ancak, bu olupbittiden sonra, Alman Sosyal Demokratları yeni rejime sahip çıktılar. Hemen silah bırakışmasından sonra Almanya’da üç devrimci odak noktası belirmişti. Kiel’de kentin işçi ve denizcileri bir “işçiler ve askerler konseyi” kurarak merkezi otoriteye karşı çıktılar. Bu durum başka bazı kentlere de sıçradı. Münih’te kentin sendikacı ve sosyalistleri bir Yahudi sosyalisti olan Kurt Eisner’in başkanlığında “Bavyera Cumhuriyeti”ni ilan ettiler. Berlin’de ise sosyalist Ebert ve Scheidemann, II. Willhelm’i tahtından feragate zorlayarak geçici bir hükümet kurdular.4 Bavyera Cumhuriyeti’ne ise Alman ordusuna bağlı kuvvetler tarafından son verildi.

Danimarka ile yapılan savaş sonucunda ele geçirilen Schleswig ve Holstein dükalıklarının; idaresinde, Avusturya ile Prusya arasında paylaştırılması sürecinde çeşitli sorunlar meydana gelmiştir. Zira Bismarck bu dükalıkların sadece Prusya’nın hâkimiyetinde yer alabilmelerini amaçlamaktadır. Neticede Prusya Başbakanı Bismarck, Avusturya’ya karşı galibiyet elde etmeyi de başarmıştır. Bu süreçte, Fransa ve Rusya’nın Avusturya ile Prusya arasındaki mücadelede tarafsız olmalarının sağlanabilmesi önemli bir role sahiptir. Esasında Prusya’da yükselmekte olan Alman ulusçuluğunun Otto Von Bismarck liderliğinde Almanya’nın bölünmüşlüğüne son verip siyasal bir birlik kurabilmesine katkı sağlayacağı düşüncesinin etkisi ile 3.Napolyan, Prusya kuvvetleriyle savaşmıştır. 1870 yılındaki Sedan Muharebesi’nde iki ülke karşı karşıya gelmiş ve Fransa ciddi bir yenilgi elde etmiştir.

Halkın, Sosyal Demokratlara tepkili olması hususundaki diğer bir neden de ülkenin 1.Dünya Savaşı’na girmesine ve buna yönelik hazırlanan bütçe kararlarına Sosyal Demokrat Partisi üyesi birçok kişinin destek sunmuş olmasıdır. Bu karara bağlı olarak Sosyal Demokratlar arasında da çeşitli ayrışmalar yaşanmıştır.

Yenik Fransa Almanya hududunda bulunan Alsace ve Lorraine eyaletlerini Prusya’ya vermek zorunda bırakıldı ve ağır savaş tazminatına mahkûm edildi. Alman Birliği ilan edildi ve Alman Kralı William, hakaret gibi, Fransız monarşisinin ve ulusal birliğinin sembolü sayılan Versay Sarayı’nda imparator ilan edildi. Bismarck’ın yaptığı en büyük hata Fransa’yı dize getirdikten sonra bu şekilde küçük düşürmek, aşağılamak ve gurur kırmak oldu. Fransa, Avrupa’da Almanya’nın en amansız düşmanı haline geldi. Bismarck yirmi sekiz yıl şansölyelik yaptı ve güç elinde bulunduğu sürece

Sosyal demokrasi açısından 1914 yılı Almanya’da önemli bir kırılma noktası olarak adlandırılabilir. Çünkü sosyal demokratlar imparatorluk hükümetine karşı sert eleştirel bir tutuma sahip olmalarına rağmen, Birinci Dünya Savaşı öncesinde birçok sosyal demokrat savaş çığırtkanlığında bulunarak, ülkenin savaşa girmesine neden olmuştur.5 Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) meclis grubunun bu savaş desteğine tepki olarak 1916 yılında Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un liderliğinde Sosyal Demokrat Parti içerisinde bir “Spartaküs

2

Yüksel, O. (24 Kasım 2010). Alman Birliği Arayışları ve Alman Birliği. Erişim tarihi: 1 Mayıs 2015, http://politikakademi.org/2010/11/alman-birligiarayslar-ve-alman-birligi-html/ 3 Münir, M. (23 Mart 2012). Bismarck’ın Ergenekon’u. Milliyet, Erişim tarihi: 1 Mayıs 2015, http://www.milliyet.com.tr/bismarck-in-ergenekon%20u/ ekonomi/ekonomiyazardetay/23.03.2012/1518945/default.htm 4 Sander, O. Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi Yayınları, s. 17 4 Geiss, I. (1970), 20. yüzyıl dünya devrimleri ansiklopedisi, “Yeni Almanya”, İstanbul: Arkın Kitabevi Yayınları, s. 463-469.

31


Birliği” oluşturulmuştur. Partide yer alan fakat Spartaküs Birliği’ne katılmayan bir grup sol kanat üyesi sosyal demokrat ise SPD-İmparatorluk meclis grubundan ayrılarak 1917 yılında Bağımsız Alman Sosyal Demokrat Partisi (USPD)’ni kurmuşlardır.6 Karl Liebknecht’in liderliğinde bulunan SPD içerisindeki Spartaküs Birliği’nde yer alan sosyal demokratlar ise 29 Aralık 1918’de Berlin’de yaptıkları bir kongrede ‘‘Alman Komünist Partisi’’ni (KPD) kurmuşlardır.7 USPD’den birçok üye de Komünist Partisi’ne katılmayı tercih etmiştir.

siyle Weimar dönemi hukuki olarak başlayabildi. Almanya’da liberal bir demokratik rejim sürecini başlatmak için gerçekleştirilen ilk girişim; Weimar Anayasası’nın kabul edilmesiyle kurulan Weimar Cumhuriyeti olmuştur. İmparatorluk yönetiminden cumhuriyete geçiş süreci, çeşitli ekonomik ve siyasal problemlerin ivme kazandığı bir dönemde yürütülmüştür. Yeni rejimi destekleyen Sosyal Demokratlar ile komünistler arasındaki çatışma, Versay Barış Antlaşması’na yönelik olumsuz tutumun aşırı milliyetçi bazı gruplar aracılığıyla; bir eylem planına dökülebilmesi noktasında başlayan hareketler; genel olarak toplumsal hayatta bir sıkıntı ve bunalım havası yaratıyordu. Toplumda Sosyal Demokratlar’a; yani yeni rejimin yürütücülerine yönelik büyük bir tepki ve kızgınlık oluşmuştu. Bu noktada; hükümetin etkisiz ve pasif görülen, kabullenici ve uzlaşımcı olarak algılanan politikaları eleştirilmekteydi. Ancak 1919 yılındaki darbe girişiminin önlenmesiyle Sosyal Demokratlar için toplumsal ve siyasal hayatta kısa süreli bir boşluk ve rahatlık havası meydana gelmişti. Bu durum, Weimar Anayasası’nın hazırlatılması ve kabul edilmesi sürecinin başlatılmasına yönelik olarak kullanıldı.

Sosyal Demokratlar yönetimde etkili oldukları 19181933 yılları arasında genel olarak; sosyalizm ile liberalizm ideolojilerini biraraya getirip, çeşitli antlaşmalarla değişen koşullar neticesinde elde var olanı tutma ve devletin, yeni siyasal düzene entegresini kolaylaştırma çabasındadırlar. Yani devrimci değil, reformcu bir yapıya sahiptirler. Esasında Sosyal Demokratlar, kuruluşlarının ilk yıllarında katı bir Marksist ideolojiyi benimsemişlerdi. Fakat zamanla -özellikle Bolşevik Devrimi sonrasında- ılımlı bir çizgiye kaydılar. Siyasal ve ideolojik açıdan daha ılımlı ve reformcu bir anlayışı benimsemeleri, komünizm destekçileriyle aralarındaki çatışmaya da önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Ancak genel olarak parti içindeki çatışmaların başlangıcına; ülkenin 1.Dünya Savaşı’na giriş sürecinin temel oluşturduğunu ve bu ayrışmaların Bolşevik İhtilali’ne, ABD’nin savaşa dâhil olmasına bağlı olarak ivme kazandığını belirtebiliriz.

Sosyal Demokratlar, Merkez Partisi ve Liberal Demokratlardan oluşan bir koalisyon Kurucu Meclis’e egemen oldu. Meclisin Goethe’nin kenti olan ve liberalizmin simgesi haline gelmiş bulunan Weimar kentinde yaptığı toplantılarda liberal bir avukat olan Hugo Preus’a son derece liberal bir anayasa hazırlattırıldı. Büyük ölçüde Amerikan, Fransız ve İsviçre anayasalarından esinlenilerek hazırlanan Weimar Anayasası 31 Temmuz 1919’da kabul edildi. Ana hatlarıyla yedi yıllık bir süre için seçilen cumhurbaşkanı, iki meclisli parlamento, nispi temsil ve eyaletlerin federe yetkilerini öngörüyordu. Ulusal Meclis, 1920 ilkbaharına kadar Weimar’da kaldı, sonra Berlin’e taşındı. Böylece Almanya’da Hitler’e kadar sürecek olan Weimar dönemi başladı.8 Weimar Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olarak Friedrich Ebert seçildi.

Komünist Partisi adı altında 1918 yılında partileşen komünizm destekçileri 1919 yılında Almanya’da sosyalist düzenin kurulması amacına yönelik olarak başarısız bir darbe girişiminde bulundular. Darbe girişimi, Friedrich Ebert hükümeti tarafından bastırıldı. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht katledildi. Bu darbe girişiminin önlenme-

6 Mertens, M. ‘‘Die Geschichte der SPD’’, http://www.bpb.de/politik/grundfragen/parteien-in-deutschland/42082/geschichte 7 Mertens, M. ‘‘Die Geschichte der SPD’’, http://www.bpb.de/politik/grundfragen/parteien-in-deutschland/42082/geschichte 8

Sander, O. Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi Yayınları, s. 19

32


2) Weimar Dönemi Almanyası ve Adolf Hitler’in İktidara Gelişi:

vurulmasıyla, Alman ulusunun hak ettiği güce ve itibara kavuşabileceğine inanmaktaydılar. Ekonomik problemlerin ivme kazanmasıyla halkın, Weimar Cumhuriyeti’ne karşı güvensizlikleri daha da artmaktaydı ve buna bağlı olarak toplumdaki militarist hareketler de yükselişteydi.

Zamanına göre ilerici bir belge olan Weimar Anayasası, doğrudan ve temsili demokrasinin yanı sıra önemli vatandaşlık hakları ve siyasal haklar sağlıyordu. Ancak çeşitli ülkelerin anayasalarından yararlanarak hazırlandığından bir bütünlük ve açıklıktan yoksundu. Örneğin,

Her ne kadar ülkenin demokratik bir cumhuriyet yönetimine geçişinden bahsetsek de uygulamada monar-

cumhurbaşkanı, başbakan ve parlamento arasında karşılıklı ilişkiler ve bu makamların yetki ve sorumlulukları açık hükümlere bağlanmamıştı. Ayrıca köklü bir demokratik geleneğe sahip olmayan Almanya’da anayasanın cumhurbaşkanına tanıdığı (48.madde) olağanüstü hale ilişkin yetkiler de gelecekte siyasi istikrarsızlığı arttırıcı bir rol oynayacaktı.9

şi geleneği halen etkisini göstermekteydi. Demokratik temellerin atılamaması, ekonomik sıkıntılar, halkın çoğunluğunun yönetimden memnun olmaması gibi çeşitli nedenlerin üzerine, Weimar Cumhuriyeti’ne yönelik ayaklanmaları ve gerçekleştirilen darbe girişimlerini de eklediğimizde yönetimde, ciddi bir meşruiyet sorununun ve yıpranmanın görülmekte olduğunu belirtebiliriz.

Anayasadaki yapısal sorunlar dışında, 1.Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak ayrılmış Almanya’da ekonomik sorunlar da baş göstermeye başlamıştı. 1.Dünya Savaşı’ndan kalan dış borçlar, savaş tazminatı, halk ayaklanmalarına ayrılan bütçe, toprak kayıpları gibi daha birçok nedenler ile finansman sorunu yükseliyor, ülke enflasyonist bir ortama sürükleniyordu.

Örneğin, Berlin’de 1920 senesinde başarısız bir darbe girişimi daha oldu. Kapp olarak adlandırılan bu darbe, adını; New York doğumlu Wolfgang Kapp’tan almaktadır. Kapp, Versailles Antlaşması’nın uluslararası arenada Almanya’nın itibarını zedelediğine inanan bir gazetecidir. Wolfgang Kapp önderliğindeki darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması; genel anlamda halkın desteğinin alınamamış olmasıyla açıklanmaktadır. Burada; bir zamanlama hatası söz konusudur; zira aynı tarihte Berlin’de işçi ve memurların genel grev hali hüküm sürmektedir. Bu yüzden darbe fikri, geniş kitlelere yayılamamış ve başarısız bir teşebbüs olması niteliğiyle tarih sahnesinde yerini almıştır.

1.Dünya Savaşı’ndaki yenilgiden ve Versay Antlaşması’nın sonuçlarından da iktidar sorumlu tutulmaktaydı. Bundan dolayı toplumun çoğunluğu milliyetçilik, ulusçuluk gibi olguları şiddetli bir biçimde kucaklamaya hazırdılar; çünkü ancak bu değerlere baş9

Uzun, Ş. (2003), Federal Almanya Yönetim Sistemi, İçişleri Bakanlığı Araştırma ve Etütler Merkezi Yayınları, s.598, Erişim tarihi: 1 Mayıs 2015, http:// www.arem.gov.tr/ortak_icerik/arem/Projeler/21yy/almanya.pdf

33


Bu başarısız Kapp Darbesi’nin önemi Almanya’da militarist hareketlerin başlamış olduğunu göstermesidir. Bu arada, ileride Alman iç ve dış politikasını ve giderek tüm dünya barışını temelinden değiştirip tehdit edecek olay, 1919 Ocak’ında Münih’te Alman İşçi Partisi’nin kurulmasıdır. Bu partiyi kuranlar ve destekçileri, Versailles hükümlerine göre terhis olmuş işsiz askerler, romantik serüvenciler ve siyasal tahrikçilerdi. Eylül ayında, o zamana kadar hiç tanınmayan eski başçavuş ve başarısız ressam Adolf Hitler partinin siyasal komitesine katıldı. 1920 yılında ise partinin adı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nazi) olarak değiştirildi. Partinin programından neye taraftar olduğu değil de neye karşı olduğu anlaşılabiliyordu. Burada ilginç olan nokta, bundan sonra köktenci partilerin çoğunun aynı program yöntemini kullanmalarıdır. Nazi Partisi Yahudi, komünizm ve parlamento karşıtı idi ve ünlü general Ludendorff tarafından da desteklenmekteydi. Hitler 1923 yılında bir darbe girişiminde bulundu, başarı kazanamadı ve hapse atıldı. Burada Nasyonal Sosyalizm’in temel kaynağı olan kitabını, Mein Kampf (Kavgam) yazdı. Kitap yeni siyasal kuramlar ve Almanya’nın gelecek ihtiraslarını dile getiriyordu.10

Endüstriyel Ruhr bölgesi işgalinin sona ermesi, Almanya’nın ödeyeceği tamirat borcundaki düzenlemeleri içeren Dawes Planı’nın uygulamaya konulması ve 1925 yılındaki Lokarno Antlaşmaları ile Fransa ve Almanya ilişkileri daha ılımlı bir seyre kavuşmuş olsa da bu durum uzun sürmedi. Lokarno Antlaşmaları’nın uluslararası politika açısından kısa ve uzun vadeli sonuçları olmuştur. Kısa vadeli sonuç olarak, savaştan sonra ilk kez Fransa ile Almanya’nın istekleri arasında haklı bir denge kurarak iki ülke arasındaki ilişkileri normalleştirdi. Ayrıca, Almanya’yı yeniden Avrupa’nın büyük devletleri arasına alarak Dawes Planı’nın başlattığı işi bitirdi. Uzun vadeli sonuçlarına gelince, bunlar kısa vadeliler gibi olumlu nitelikte değildir. Bir kere, tüm savaş sonrası düzenin üzerine oturduğu Versailles Antlaşması’nın, başka antlaşmalar ile teyit edilmedikçe, bağlayıcı olmadığını, açıkça olmasa bile, üstü kapalı bir biçimde ortaya koymuştur. Bu da Versailles düzeninin iflası demekti. İkinci olarak, hükümetlerin, kendilerini doğrudan doğruya ingilendirmeyen sınırların korunması için askeri harekâta girişmeyecekleri açıkça ortaya çıkmıştır. Örneğin, İngiltere, Fransa ile Belçika’ya verdiği güvenceyi, Almanya’nın doğu sınırları için vermemişti. Bu durum, Hitler’in dikkatli gözlemlerinden kaçmayacak ve dış politikasında, Polonya ya da Çekoslovakya’ya saldırdığı takdirde İngiltere’nin harekete geçmeyeceği varsayımından yola çıkacaktır.11

1923 yılındaki darbe girişimi, ordu müdahalesi ile bastırılmıştır. Adolf Hitler ise iktidara demokratik yollara başvurarak, anayasanın dışına çıkmadan ulaşma kararını almıştır. Bunun sonrasında ise kendi diktatörlüğünü kurmayı amaçlamaktadır. Başarısız darbe girişiminin ardından Naziler yeniden örgütlenerek anayasanın sınırları içerisinde amaçlarını eyleme dökmeye çalışmışlardır.

Fransa ve Almanya ilişkileri arasında denge kurulamamasında; ABD’nin yer almadığı Milletler Cemiyeti’nin güç dengesinde etkinlik sağlayamaması önemli bir role sahiptir. Ayrıca İngiltere ile Fransa arasında Almanya politikalarına yönelik görüş farklılıkları söz konusudur. Fransa, Versailles Antlaşması’nın tüm koşulları ile korunmasını talep etmektedir; çünkü ancak bu yolla Almanya’nın kendilerine yeniden saldıramayacağından emin olabilecektir. İngiltere ise yeni rejimin Almanya’da hem teorik hem de pratik olarak uygulanabilmesi noktasında, Almanya üzerinde daha fazla baskı kurulmaması gerektiğini düşünmektedir. Bundan sonrasında, yeni kurulan dengenin bozulmaması için çalışılmalıdır. Esasında İngiltere, Versailles Antlaşması’nın adaletsiz taraflarını da görerek Almanya’ya karşı daha sağduyulu bir politika izlenmesinin gerekli olduğunu savunmaktadır. İngiltere’nin Almanya’ya yönelik bu tavrında, SSCB’nin rolü de ayrı bir neden olarak yer almaktadır. Ancak ABD’siz bir Milletler Cemiyeti’nin ve iki ülke arasında dengeleyici bir rol oynayamayan İngiltere’nin etkisiyle; Fransa ile Almanya ilişkileri arasında, yeni siyasal sisteme uygun bir uzlaştırıcı bir denge politikası izlenememiştir. Bu durum 2.Dünya Savaşı’na giden süreçte önemli bir etkiye sahiptir.

Fransa’nın 1923 yılında -Almanya’nın 1.Dünya Savaşı’ndan kalan tamirat borcuna sahip olabilmek içinRuhr bölgesini işgal etmesi Almanya-Fransa ikili ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu duruma İngiltere ve ABD’nin de tepki göstermesiyle, Almanya’nın borçlarının taksitlendirilmesi süreci başlamıştır.

Siyasi açıdan 1920-1923 yılları arasında Alman de-

10 Sander, O. Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi Yayınları, s. 20 11

Sander, O. Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi Yayınları, s. 21-22

34


mokrasisi sol ve sağdan gelen diktatörlük tehlikeleri ile çalkalanırken, ekonomik durum da giderek kötüleşmekteydi. 1921’de bir Dolar 70 Mark iken, 1923 Kasımı’nda bir Dolar 840 milyar Mark’a yükselmiştir. Vergiler ise devlet masraflarının ancak %2’sini karşılayabiliyordu. Alman ekonomisini bu derece yıpratan en önemli sebeplerden birisi şüphesiz Versay Barış Antlaşması’nın yüklemiş olduğu tamirat borcudur.12

ciddi bir düşüşle karşılaşmıştır. Nitekim 1933 senesinin Ocak ayında Hitler iktidara gelmiştir. Bunun ardından Nazi Partisi dışındaki tüm siyasal partilerin faaliyetlerine son verilmiştir ve Hitler hükümet başkanlığının yanında -şansölye- 1934 yılında devlet başkanlığını da ele geçirmiştir. Böylece Almanya’da; yürüttüğü antikomünizm, nasyonalizm, anti-semitizm gibi politikalarıyla ve ırkçı düşünceleriyle Adolf Hitler’e, Almaya’nın Führer’ine itaat dönemi başlamıştır.

Ülke içindeki enflasyon sorunu ve 1929 Ekonomik Buhranı gelişmeleri ile iktisadi olarak zarara uğramış birçok kişinin Yahudi bireylere karşı beslediği olumsuz düşünceler, Almanya topraklarının Versay ile küçülmesinden memnun olmayanlar ve eski askerler gibi toplumun belirli kesimleri üzerinden yürütülen propaganda çalışmaları; Hitler’in kendi diktatörlüğünü kurmasını her geçen seçimle daha kolay bir hale getirmiştir. Weimar rejiminin hem ekonomik hem de siyasal sorunlarla mücadelesi Hitler tarafından kamuoyu üzerinde kullanılmıştır. Ayrıca bu dönemde Komünist Partisi ile Sosyal Demokratlar arasındaki çatışmalar da devam etmektedir. Siyasal bölünmüşlük, yani diğer partilerin genel olarak Nazilere karşı bütünleşememeleri durumu da Alman toplumunun Adolf Hitler’e yöneliminde etkili olmuştur.

Uluslararası toplumun, genel olarak demokrasi ile faşizm arasındaki çatışmanın meydana getirebileceği sonuçlar üzerinde -gerekli olduğu kadar- duramamasında komünizm tehlikesi korkusu önemli bir neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Komünizme yönelik algı, faşizmin evrensel olarak yol açabileceği tahribin ne kadar ciddi boyutlara ulaşabileceğinin öngörülememesine yol açmıştır. KAYNAKÇA ARMAOĞLU, F. (2007), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, İstanbul: Alkım Yayınevi GEISS, I. (1970), 20. yüzyıl dünya devrimleri ansiklopedisi, “Yeni Almanya”, İstanbul: Arkın Kitabevi Yayınları

Parlamentarizmin kurallarına uygun biçimde işletilebildiği tek kısa dönem Mark’ın değerinin yükseldiği 1923 yılı ile büyük ekonomik krizin ilk belirtilerinin görüldüğü 1928 yılı arasıdır. 1928’den itibaren mali yapının bozulmasıyla birlikte ortaya çıkan ekonomik bunalım ortamında rejim giderek parlamentarizmden uzaklaşmış; 1924-1932 yılları arasında seçimler altı kez yenilenmiş, ancak bu seçimlerden hiçbirisi işlerliği olan bir parlamentar düzen ve siyasal istikrarı sağlayıp, ekonomik sorunları çözebilecek çoğunluğa sahip bir siyasal parti yaratamamıştır. Bu nedenle, yasama yetkileri giderek yürütme erkinin eline geçmiş ve ülke kararnamelerle yönetilmeye başlanmıştır. Bu yıllar aynı zamanda parlamentar sistemde radikal partilerin yükselmeye başladığı dönemdir ve bu doğrultuda 1928’de oyların ancak % 3,5’ini alabilen Hitler, 1932 seçimlerinde oylarını %34’e yükseltmiştir.13

SANDER, O. Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi Yayınları İNTERNET KAYNAKLARI MAREK, M. (9 Ocak 2010). Versay’ın 90’ıncı yılı. (B. Özay, Çev.). Deutsche Welle Türkçe, Erişim tarihi: 1 Mayıs 2015, http://www.dw.de/ versay%C4%B1n-90%C4%B1nc%C4%B1y%C4%B1l%C4%B1/a-5102651 MERTENS, M. “Die Geschichte der SPD”, Erişim tarihi: 1 Mayıs 2015, http://www.bpb.de/politik/grundfragen/parteien-in-deutschland/42082/geschichte MÜNİR, M. (23 Mart 2012). Bismarck’ın Ergenekon’u. Milliyet, Erişim tarihi: 1 Mayıs 2015, http://www.milliyet.com.tr/bismarck-in-ergenekon 20u/ekonomi/ekonomiyazardetay/23.03.2012/1518945/default.htm

Ekonomik ve siyasal sorunların artışı ile iktidardaki yönetimin zayıflaması, dolayısıyla bu iktidarın temsil ettiği cumhuriyet rejiminin işlerliğinin sorgulanması ve halkın, toplumsal yaşantıdaki sıkıntıların çözülebilmesi sürecinde -günden güne artış gösteren- şiddet eylemlerine başvurması; radikal görüşlü partilerin, iktidar partisi gibi ılımlı partilerin arasından sivrilebilmesini kolaylaşmıştır. Örneğin, 1928 ve 1932 yılları arasında Komünist Partisi de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi de oylarını arttırmayı başarmıştır. Komünist Partisi’nde bu artışlar daha küçük oranlarda gerçekleşmiştir. Ancak yine aynı yıllar arasında Sosyal Demokrat Partisi, oylarında

UZUN, Ş. (2003), Federal Almanya Yönetim Sistemi, İçişleri Bakanlığı Araştırma ve Etütler Merkezi Yayınları, Erişim tarihi: 1 Mayıs 2015, http://www.arem.gov.tr/ ortak_icerik/arem/Projeler/21yy/almanya.pdf YÜKSEL, O. (24 Kasım 2010). Alman Birliği Arayışları ve Alman Birliği. Erişim tarihi: 1 Mayıs 2015, http:// politikakademi.org/2010/11/alman-birligi-arayslar-vealman-birligi-html/

12 Armaoğlu, F. (2007), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, İstanbul: Alkım Yayınevi, s. 156 13

Uzun, Ş. (2003), Federal Almanya Yönetim Sistemi, İçişleri Bakanlığı Araştırma ve Etütler Merkezi Yayınları, s.599, http://www.arem.gov.tr/ortak_icerik/arem/Projeler/21yy/almanya.pdf

35


MİNERVA

B

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER 70 YAŞINDA Roza İZGÖREN

rozaizgoren@hotmail.com

u sene 70. Yaşını kutlayan Birleşmiş Milletler (United Nations) kavramı II. Dünya Savaşı devam ederken Amerika Birleşik Devletleri’nin 32. Başkanı (görevde en uzun sure kalan ABD başkanı) Franklin Delano Roosevelt tarafından, müttefik ülkeler için kullanıldı.1

Başlangıçta savaş sonrası, ülkelerin anlaşmazlığını giderme ve yeni savaşları önleme amacıyla kurulan örgüt, günümüzde alanını genişletmiş,kendine bağlı birçok idari bölümü ve kuruluşları olan örgüt haline gelmiştir. Evrensel düzeyde bu kadar geniş bir yelpazeye sahip olan Birleşmiş Milletler dünya uluslarını bir araya toplayan ve barışçıl çözümler sunmaya çalışan ilk siyasi örgüttür de denebilir.(Milletler Cemiyeti benzer hedeflerle yola çıksa da varlığını uzun sure devam ettirememiştir.) Daha önce de belirtildiği gibi asıl amacı dünya barışını sağlamak olan Birleşmiş Milletler’in zaman geçtikçe uluslar-üstü kuruluş olmaktan çıkıp büyük güçlerin oluşturduğu bir siyasi güç olduğu gözlemlenebilir.Birleşmiş Milletler üyelerinin uluslararası hukuk eşitliği varmış gibi görünse de bu örgütün alacağı kararların birçoğu büyük güçlerin çıkarlarına yönelik olmaktadır. Yani Birleşmiş Milletler’de karar alınırken insan hakları, barış, adalet gibi kavramların yanı sıra ulusal çıkarlar da düşünülürek karar verilir. Birleşmiş Milletler’in kurulduğu 1945 yılına dönülürse kuruluş aşamasında da beş daimi üyeye (Amerika Birleşik Devletleri,Fransa,Çi n,İngiltere,Rusya) veto hakkının tanınması,örgüt henüz kurulurken ulusal çıkarların sağlanması ve dünya dengesi gözettiği söylenebilir.

Resmi olarak 1942 yılında Birleşmiş Milletler’in oluşturduğu beyannamede ve Atlantik Bildirisi’nde kullanıldı.1945’de San Francisco Konferansı’nda bir araya gelen 50 ülke temsilcisi 111 maddeden oluşan antlaşmayı oluşturdular.Böylece Birleşmiş Milletler kurulmuş oldu. Örgütün kuruluş amacı II. Dünya Savaşı’nın ardından, ülkeler arası anlaşmazlığı ortadan kaldırmak ve ortaya çıkabilecek savaşları engellemekti.Bu amaçla kurulan örgüt,ilk yıllarında 51 üyeye sahipken bugün 193 üyeye ulaşmıştır.2 Güvenlik Konseyi, Genel Kurul, Yönetim Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey,Uluslarası Adalet Divanı örgütün idari yapısal bölümleridir.Bu bölümlerin yanı sıra Newyork’taki Genel Sekreterlikte (karargah binası) üyelerle her yıl yapılan toplantılar gerçekleşir, kararlar burada alınır.O yüzden örgütün en önemli mercii genel Genel Sekreter olarak nitelendirilmektedir.Şu an Genel Sekreter olarak Ban Ki-mun görev yapmaktadır. Örgütün başkenti Genel Sekreterlik’in bulunduğu Newyork’tur.

Günümüzde büyük güçlerin değiştiği gözlenir.Almanya ve Japonya yeni süper güçler olarak ortaya çıkar-

1 www.unicankara.org.tr , erişim tarihi 08.05.2015 19.30 2

www.unicankara.org.tr/v2/pages/bm-sistemi/bm-tuerkiye.php#.VVCBgFK3zCQ , erişim tarihi 08.05.2015 19.36

36


ken Rusya ise daha pasif bir hale gelmiştir. En büyük güç olarak görülen Amerika Birleşik Devletleri,Birleşmiş Milletlerin kararlarında etkin bir rol oynamaktadır.Bütün bunlara rağmen Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü vizyonuyla Birleşmiş Milletler’in üstlendiği rol arasında bir takım zıtlıklar da yaşanmaktadır.Birleşmiş Milletler,Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarlarını yönelik hareket etse de uluslararası bir örgüt olduğu için diğer ülkelerin tepkisini almaktadır.20 Mart 2003’te Amerika, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararını beklemeden Irak’ı vururken sessiz kalan Birleşmiş Milletler kuruluş amacına ihanet etmiştir.ABD’nin Irak’a saldırması sadece Irak için değil Birleşmiş Milletler için de bir yıkım olmuştur.Çıkış noktası dünya barışı olan bu örgüte tepki büyümüş,güvenilirliği sorgulanmaya başlamıştır.Siyaset bilimcilere göre ABD’nin davranışı sadece Irak’a girme isteği değil Birleşmiş Milletler’i bu olayların ardından değişen dünya düzenine uygun bir şekilde yeniden dizayn etme çabasıydı.Kendi çıkarları doğrultusunda dizayn edilen Birleşmiş Milletler siyasi etkinliğini yüzeyselleştirecek,dünya barışı için izlediği yoldan uzaklaştıracak,çevre sorunları,AIDS,kadın hakları,enerjinin kullanımı,gıda programları gibi zaten kendisine bağlı kuruluşlar yoluyla ilgilendiği daha soft konular üzerine yoğunlaştıracaktı.Bu durum ABD’nin dünya dengesi üzerindeki rolünü arttırırcı etki gösterir. Ancak böyle bir durumun gerçekleşmesi halinde Birleşmiş Milletler’in kuruluşundaki ana maddeler de değişmelidir.Bu durumda mutlaka alternatif “evrensel örgütler” düşünüleceğinden Birleşmiş Milletler’in sonunun Milletler Cemiyeti gibi olacağı söylenebilir.

hiçbir somut karar almaması, her İsrail-Filistin çatışmasında akıllra gelmektedir.Yine benzer bir örnek verecek olursak, Suriye rejiminin kimyasal silah kullanması kesin bir şekilde tespit edilmesine rağmen Güvenlik Konseyi’nin müdahale kararı ya da önleyici kararlar almaması,Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya’nın bu konuda anlaşamayıp bir karara varılmasını engellemesi, Birleşmiş Milletler’in dünya barışından önce ülke çıkarlarına uygun davrandığının göstergesidir. Özetle; Birleşmiş Milletler üye sayısı ve çeşitliliği bakımından evrensel bir yapılanma olarak görülür.Ancak alınan kararlar ve yaptırımlar büyük devletlerin menfaatlerine yönelik olduğundan, Birleşmiş Milletler’in güvenilirliği hasar görmüştür.Güvenlik Konseyindeki daimi üyelerin yetkileri (başta veto yetkisi olmak üzere) sınırlandırılmadığı,üye çeşitliliğine gidilmediği taktirde Birleşmiş Milletler’in sonunun er ya da geç Milletler Cemiyeti gibi olacağı öngörülmektedir.Varlığına bu şekilde devam etse bile Birleşmiş Milletler adı altında amacından uzaklaşmış siyasi bir araç olarak kalacaktır. KAYNAKÇA MENGİLER, Özgür, Birleşmiş Milletler Çerçevesinde Uluslarasi Uyuşmazlıkların Barışcı Çözümü İNTERNET KAYNAKLARI http://www.un.org/en/aboutun/structure/index.shtml

Birleşmiş Milletler Irak Savaşı’nın ardından da güvenilirliğini ve samimiyetini sorgulatmaya devam etmiştir.1940’lı yıllardan yani Birleşmiş Milletler’in kurulduğu yıllardan beri şiddetini değiştirerek devam eden İsrail-Filistin sorununa karşı Birleşmiş Milletler’in

http://www.un.org/en/aboutun/history/ http://www.unicankara.org.tr/today/1.html

37


MİNERVA

AVRUPA KİMLİĞİ VE TÜRK KİMLİĞİNE ETKİSİ Efe Can MÜDERRİSOĞLU

GİRİŞ

A

vrupa coğrafyası, tarih boyunca, üzerinde kurulan devletlerin kendi aralarında gerçekleştirdikleri güç savaşlarına sahne olmuştur. Her ne kadar “Pax Romana” ya da “Pax Britannica” gibi barış dönemleri yaşamış olsa da, söz konusu coğrafyada güç mücadelelerinin neden olduğu yıkım, teknolojik gelişmelerle doğru orantılı biçimde artış göstermiştir. Öyle ki, 20. yy’da Avrupalı devletlerin güç mücadeleleri, daha önce yaşanmamış büyüklükte bir yıkımla sonuçlanan dünya savaşlarına neden olmuştur. Dünya savaşlarının akabinde, tekrar benzeri bir yıkımın yaşanmaması için Westphalia’dan, söz konusu döneme kadar planlanan tüm barış projelerinin acilen hayata geçirilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır. Efesli Herakleitos’un evrensel akış öğretisinin özeti niteliğindeki “Her şey akar; hiçbir şey aynı kalmaz.” özdeyişi gibi Avrupa’da da büyük bir değişim yaşanmış ve tarih boyunca savaşların yaşandığı coğrafyada hayata geçirilen yapı ile artık “Pax Europeana” dönemi başlatılmıştır. Söz konusu yapı, savaşın hammaddesi olan kömür ve çelik sektörlerinde iş birliğine gidilmesi sayesinde savaşları engellemek üzerine inşa edilmiştir. Yeni-işlevselcilere göre bu işbirliği, yayılma etkisi ile (spill over effect) diğer alanlara da sirayet edecektir. Nitekim, böyle de olmuştur. 1950’de temeli atılan yapı, iktisadi bir Topluluk olarak yoluna devam ederken, 1970 yılından itibaren – özellikle petrol krizi ile birlikte – iktisadi olarak atılan her adımın siyasi sonuçlar doğurduğunun fark edilmesiyle siyasi bir “Birlik” olma yoluna evrilmiştir. Bu nedenle, her ne kadar hukuki meşruiyetini 1992 yılında Maastricht Andlaşması ile kazanacak olsa da, Avrupa vatandaşlığının Topluluk bazında tartışılmaya başlandığı dönem 1970’li yıllara tekabül etmektedir. Ancak ortak bir kimlik, bugün dahi, farklı ulus inşa süreçleri yaşamış olan Avrupa halkları için önemli bir sorun teşkil etmektedir. Avrupa’daki devletler açısından yurttaşlık, gerek tanımı, gerekse ulus inşası süreçlerinin farklı zamanlarda gerçekleştirilmesi açısından büyük farklılık38

sbf.muderrisoglu@yahoo.com

lar arz etmektedir. Söz konusu coğrafya üzerinde, inşa sürecini görece daha erken tamamlamış olan İngiltere gibi devletlerin bireyi merkezine yerleştiren liberal vatandaşlık anlayışı ile; daha sonra devletleşen İtalya, Almanya veya orta ve doğu Avrupa’daki ülkelerin vatandaşlık anlayışı birbirinden farklıdır. Bu uluslarda, devleti merkezi konumda tutmak ve propaganda yoluyla ulus bilincini yerleştirmeye çalışmak esastır. Bu iki yol arasındaki farklılık (devletten ulusa ve ulustan devlete), ulusun biçimlendirilmesinde öncü rolü oynayan aktörlerden kaynaklanmaktadır.(Habermas, 2012: 13) Tüm bu farklılıklara rağmen, “Farklılıklar içinde Birlik” hedefiyle yoluna devam eden Avrupa Birliği, ortak kimliğin en önemli basamaklarından olan ortak tarihe atıfta bulunma ihtiyacına cevap verebilmektedir. Zeus’un aşık olduğu Europa’dan hareketle, başta mitolojik bir anlam taşıyan Avrupa, daha sonra coğrafi anlamda kullanılmaya başlanmış, M.S. 8. yy’dan itibaren de kültürel anlamda kullanılmıştır.(Erdenir, 2005: 5354) Ortak bir tarihe atıfta bulunulmasına rağmen, ortak bir kimlik oluşturabilmek için mitolojiden çok daha fazlasına ihtiyaç olduğu aşikardır. Örneğin, PanAvrupacıların ortak kültüre yaptıkları bu atıfla, YunanRoma-Hıristiyanlık ya da daha sonra gerçekleşen Aydınlanma Çağı’nın getirdiği değerler çerçevesinde ortak bir kültüre işaret etmek, Avrupa’nın farklı bölgelerinde


yaşayan ve farklı kültürlere ait halklarda bütünleştirici bir etki yapamamaktadır. Zira Pan-Avrupacılığın en önemli çıkmazını teşkil eden bu konuda Avrupa uluslarının farklılıkları, söz konusu atıftaki ortak alanlara baskın gelmektedir.(Erdenir, 129)

ikisi ise Avrupa parasal birliği ve ortak dış ve güvenlik politikası olacaktır. Her ne kadar, iyimser ve Avrupa Birliği’nden beklentilerin yüksek olduğu bir dönemde kaleme alınsa da Avrupa yurttaşlığı bir çok tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Avrupa Birliği yurttaşlığı ulus-devlet sınırlarının ötesinde bir yurttaşlık tanımı getirerek, modern yurttaşlığın mekânsal sınırının sorgulanmasına yol açmıştır.(Gündoğdu, 2004: 16) Buna ek olarak vatandaşlık kavramı devlet çağrışımı yapabilmektedir. Zira devletin kurucu öğelerinden birisi insan topluluğu ya da bir başka deyişle vatandaştır. Ayrıca bu topluluğu oluşturan bireyler arasındaki bağa bakıldığında, topluluğun tek bir ulustan olma zorunluluğu da yoktur.(Pazarcı, 2009: 141) Avrupa Birliği ise bu tartışmaları engellemek amacıyla Birlik vatandaşı olabilmeyi şarta bağlamıştır. Maastricht Andlaşması’nda vurgulanan bu şart gereğince Birlik vatandaşlığı yalnızca Birliğe üye devletlerin vatandaşlarına tanınmıştır. Ayrıca 1997 tarihli Amsterdam Andlaşması ile “Avrupa Birliği vatandaşlığının ulusal vatandaşlığın yerini almadığı” ibaresinin eklenmesi, vatandaşlığa Birlik nezdinde ne denli bir hassasiyet gösterildiğinin kanıtı niteliğindedir.(Yücel, 2013: 39)

Tüm zorluk ve çıkmazlarına rağmen, yalnızca Birlik içerisinde Avrupa yurttaşlığının oluşturulma sürecine baktığımızda dahi, Avrupa Birliği’nin sui generis yapısını görebilmekteyiz. AVRUPA YURTTAŞLIĞI Giriş bölümünde de belirtildiği üzere Avrupa yurttaşlığı fikri, Topluluk genelinde 1970 yılının ortalarından itibaren gündemde olan bir konudur. Her ne kadar Avrupa Birliği’nin kurucularından olan Robert Schuman insanları bir araya getirdiklerini ileri sürse de, gerek Paris Andlaşması’nda gerekse Roma Andlaşması’nda Avrupa vatandaşlığı ifadesini görememekteyiz. Yaşanan gelişmeler, söz konusu tarihin, Avrupa vatandaşlığı gibi iddialı bir söylem için erken bir dönem olduğunu göstermektedir. İlkin, bu tarihte savaştan yeni çıkmış Avrupa’nın yeniden yapılandırılma çalışmalarına odaklanıldığını görüyoruz. İkinci olarak, savaşın izlerinin 1950’lerde hala çok taze olması sebebiyle devletlerin (Özellikle Fransa – Almanya) birbirine dair güven duyma hususunda sorun yaşadıklarını görmekteyiz.

Avrupa Birliği bu konu üzerinde hassasiyet ile dursa da, Avrupa Birliği Adalet Divanı verdiği kararlarda hem andlaşma metninin ötesine geçebilmekte, hem de hassasiyeti koruyabilmektedir. 2010 yılında ABAD önüne gelen Rottman Davası** bunun en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Önceden Avusturya vatandaşı olan Rottman, Almanya vatandaşlığına geçmiştir. Avusturya yasalarına göre bir başka devletin vatandaşlığına geçen kişinin Avusturya vatandaşlığı korunamamaktadır. Buna ek olarak Alman yetkili makamları Rottman’ın Almanya vatandaşlığını hileli beyanla elde ettiğini ortaya çıkardılar. Bu nedenle Rottman, sadece vatansız kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalmamış aynı zamanda Birlik vatandaşlığını kaybetme tehlikesi ortaya çıkmıştır. Zira Andlaşma metinlerinde Birlik, vatandaşlığı üye devletlerden birinin vatandaşı olma şartına bağlamıştır. Burada altı çizilmesi gereken husus ise, vatandaşlıkla ilgili bir sorunsalın ilk kez ABAD’ın önüne gelmiş olmasıdır. (Yücel, 43)

Bu dönemde, temeline iktisadi meseleleri alan altı devlet, her ne kadar kurucu andlaşmalarda vatandaşlıktan bahsetmeseler de, serbest dolaşım sistemini hayata geçirmişlerdir. 1957 tarihli Roma Andlaşması’nın III. Başlığı altında kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı düzenlenmiştir. Ancak vatandaşlık kavramının ortaya atıldığı dönem 1975 yılı olacaktır. 1975 yılında yayımlanan Tindemans Raporu’nda* detaylı bir biçimde ele alınan Avrupa yurttaşlığı, hukuki meşruiyetini ise ilk kez 1992 tarihli Maastricht Andlaşması’nda kazanacaktır.(Kaya, 2011: 141) Paris ve Roma Andlaşmaları’nın vatandaşlık için erken dönemler olduğunu vurgulamıştık. Ancak, söz konusu andlaşmaların tam tersine Maastricht Andlaşması vatandaşlığa bünyesinde yer vermek adına ideal bir dönemde kaleme alınmıştır. Dünya 1980’lerin sonlarına doğru hiç beklenmedik bir hızla büyük bir değişim yaşamıştır. Çok kısa bir süre içerisinde önce Berlin Duvarı’nın yıkılması, akabinde Doğu Bloğu’nun son bulması ve komünist ülkelerin tek tek bağımsızlıklarını kazanması Avrupa’da ılımlı rüzgarların esmesini sağlamıştır. Soğuk Savaş’tan galip çıkan Avrupa, arkasına aldığı ılımlı rüzgarla Maastricht Andlaşması’nın metnini oluşturmuştur.

ABAD verdiği kararda; ülke vatandaşlığı kaybedildiğinde, AB vatandaşlığını da kaybetme neticesinin meydana geldiği hallerde bu düzenlemelerin ancak AB hukuku dikkate alınarak ve orantılılık ilkesi çerçevesinde gerçekleşebileceğini vurgulamıştır. Her ne kadar ABAD verdiği kararda andlaşma metninin ötesinde bir karar vermiş olsa da, kararında konuyu sadece orantılılık ilkesi çerçevesinde ele alması ve net bir vatandaşlık tanımı yapmaktan kaçınması da söz konusu hassasiyeti koruduğunu bizlere göstermektedir.(Yücel, 44)

Maastricht Andlaşması’na giden süreçte Felipe Gonzales’in yazdığı mektup, Tindemans Raporu’ndan itibaren gündem de olan Avrupa yurttaşlığı tartışmalarını ateşlemiştir. Gonzales, kaleme aldığı mektupta, yurttaşlığın oluşturulacak olan Birliğin üç ayağından biri olması gerektiğini vurgulamıştır.(Kaya, 142) Diğer

Vatandaşlık kavramının en hassas konusu hiç kuşkusuz ki federal devlet çağrışımı yapmasıdır. Reddedilen Anayasa Taslağı’nda devleti çağrıştıran bayrak, marş ve

*

Dönemin Belçika başbakanı ve federalizm yanlısı Leo Tindemans tarafından hazırlanan rapordur. Bu raporla Tindemans, Avrupa Topluluğu kurumlarında gerçekleştirilmesi gereken reformları kaleme almıştır.(Dinan, 2005: 361) ** ABAD’ın 2 Mart 2010 tarihli kararı: C-135/08 Janko Rottman

39


başlı başına adındaki anayasa ibaresi vatandaşların bir yapıya aidiyet duymasını için önemli değerlerdir. Ancak, Anayasa Taslağının daha ‘yumuşak’ bir versiyonu olan Lizbon Andlaşması’nda bu değerlere yer verilmemiştir. Lizbon Andlaşması, Maastricht Andlaşması’ndan itibaren gelen vatandaşlık haklarını düzenlemiş ve buna ek olarak Lizbon Andlaşması bünyesinde kendisine yer bulan Temel Haklar Şartı ile birlikte de vatandaşlar için haklar düzenlenmiştir. Gerek Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkındaki Andlaşma’nın II. Kısmındaki 20 - 25 maddeleri gerekse Temel Haklar Şartı’nın 46 ve 46. maddeleri vatandaşlara çok önemli haklar tanımaktadır. Ancak bazı maddeler, sembolik bir anlam taşımaktan öteye gidememektedir.

ülkede çalışabilme, özgürce oturma ve okuma hakkı; ikamet ettikleri üye devlette, o devletin vatandaşları ile aynı şartlarda, AP seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı; üye ülkelerde yerel seçimlere katılma ve bunlarda oy kullanabilme hakkı; Avrupa Parlamentosu’na ya da Avrupa Ombudsmanı’na dilekçe yazabilme hakkı; Avrupa Birliği kurumlarına birliğin herhangi bir resmî dilinde dilekçe yazabilme ve aynı dilde yanıt alabilme hakkı; uyruğu olduğu üye devletin temsil edilmediği üçüncü bir ülkenin topraklarında, üye devletlerden her hangi birinin diplomatik veya konsolosluk makamlarınca, o üye devletin uyruklarıyla aynı şartlarda korunma hakkı; Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi ve Avrupa Komisyonu belgelerine özgürce ulaşabilme hakkı; Avrupa Yurttaş İnsiyatifi Hakkı ile, Avrupa Birliği yurttaşlarına, üye devletlerin önemli bir bölümünden en az bir milyon imza toplanması halinde Komisyon’a yasa taslağı önerme hakkı tanınmıştır.

LİZBON ANDLAŞMASI’NDA YURTTAŞLIK Lizbon Andlaşması, Maastricht Andlaşması’ndan itibaren yapılan tüm vatandaşlık düzenlemelerini, ABİA’nın “Ayrımcılık Yapmama ve Birlik Vatandaşlığı” başlıklı İkinci Kısmı altında düzenlenmiştir. ABİA 20/1’de ilk iş olarak Birlik vatandaşı olma şartı tekrar edilerek bir üye devletin uyruğunda olan herkesin Birlik vatandaşı olduğunu belirtilirken, aynı fıkranın devamında “Birlik vatandaşlığı ulusal vatandaşlığın yerini almayıp ona ilavedir.” ibaresi ile hassasiyetlerin altını tekrar çizilmiştir. Birlik vatandaşlığının ulusal vatandaşlığın yerini almayıp, ona ilave olması düşünüldüğünde, Rottman’ın Birlik vatandaşlığını da kaybetmesi beklenir. Ancak belirtildiği üzere, ABAD kararını orantılılık ilkesi üzerinden vererek, Birlik vatandaşlığının korunduğu sonucuna ulaşmıştır.

Söz konusu maddelerin önemli bir kısmı çok değerli haklar tanımaktadır. Avrupa Birliği yurttaşlığı denilince akla gelen ilk özgürlük olan serbest dolaşımın yanında, ikamet ettikleri üye devlette, o devletin vatandaşları ile aynı şartlarda, AP seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı ya da üye ülkelerde yerel seçimlere katılma ve bunlarda oy kullanabilme hakkı gibi düzenlemeler çok önemlidir. Bazı haklar ise aynı öneme sahip olmalarına rağmen, daha çok sembolik değer taşımaktadır. Bir kişinin uyruğu olduğu üye devletin temsil edilmediği üçüncü bir ülkenin topraklarında, üye devletlerden her hangi biri-

nin diplomatik veya konsolosluk makamlarınca, o üye devletin uyruklarıyla aynı şartlarda korunma hakkı bunun en güzel örneğini teşkil etmektedir. Günümüzde, Birliğe üye devletlerin, Dünya genelinde devlet olarak kabul görmüş yapılarla ilişkileri göz önüne alındığında hemen hemen hepsi ile diplomatik ilişkiler kurdukları aşikardır. Bunun yanı sıra, zaten diplomatik ilişkilerini kestikleri coğrafyalar hakkında kendi vatandaşlarını uyarmaktadırlar. Tüm bunlar düşünüldüğünde, söz ko-

Gerek madde 20/2’de gerekse akabinde gelen maddelerde (madde 21-25) Birlik vatandaşlarının hakları düzenlenmiştir. Ayrıca daha önce belirtildiği üzere Temel Haklar Şartı’nın 45 ve 46. maddelerinde de düzenlenen bu hakların bir kısmı Birlik vatandaşlığının tanımını güçlendirmek adına sembolik değere sahiptir. Tüm hakları toparlayacak olursak*** ; Ulusal kimliği nedeniyle herhangi bir ayrımcılığa uğramama güvencesi; bazı istisnalar dışında birliğe üye herhangi bir ***

Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Andlaşma madde 20/2 – 21 – 22 – 23 – 24 – 25 ve Temel Haklar Şartı madde 45 – 45

40


nusu maddenin sembolik değeri daha net anlaşılacaktır.

lik anlamına gelmemesi – Avrupa Birliği bürokratları Birliğin bir devlet olmadığı konusunda ısrar etmektedirler – gerekse AB yurttaşları arasındaki eşitliğin sağlanmasının zor olması kavramlar üzerinde belirsizlikler yaratmaktadır.(Altınbaş, 2009: 102) Sosyal, iktisadi ve siyasi hakları devletlerin kendi vatandaşlarına verdikleri düşünüldüğünde, devletlerin farklı uygulamalarının neden olduğu eşitsizliklerin nedeni daha net bir biçimde anlaşılacaktır.

Tüm haklar düşünüldüğünde, sembolik değere sahip olsun ya da olmasın, tüm bu düzenlemelerin temelde Birlik vatandaşlığı fikrini güçlendirmek adına yerleştirildiğini görmekteyiz. AVRUPA YURTTAŞLIĞI’NIN KARŞILAŞTIĞI SORUNLAR Dünya, 1980’lerin sonundan itibaren hızlı bir dönüşüm yaşamış, komünist bloktan kopan devletler liberal sisteme entegre olmaya çalışmışlardır. Böylesi bir dönemde söz konusu devletler güvenlikleri açısından yüzlerini NATO’ya, siyasi ve ekonomik liberalizasyonu gerçekleştirmek için yüzlerini Avrupa Birliği’ne dönmüşlerdir. Avrupa Birliği yurttaşlık fikrine böylesi bir dönemde hukuki meşruiyet kazandırmış, böylece tüm farklılıklar içerisinde tek bir Avrupa kimliği ideası hayata geçirilmiştir.

Bir diğer sorun ise, Avrupa kimliği oluşturma sürecinde kendisine neyi model olarak alacağı noktasında çıkmaktadır. Böylesi bir oluşumda ulus-devlet modeli uymayacaktır. Ulus-devlet dediğimiz yapını modern anlamıyla tek bir yönetim tarafından denetlenen toprak, dil ve kültüre dayanmaktadır. Avrupa’nın kurulmasına ise toprak ve ulus birliğinden söz edememekteyiz. (Kastoryano, 2009: 28) Bu noktada farklı dillerin mevcudiyeti, gelenek ve kültürlerin çokluğu da göz önünde bulundurulmalıdır.

Tüm bu olumlu esen rüzgarlar içerisinde Avrupa yurttaşlığı konusu Amsterdam Andlaşması’nın kabulüne kadar olan sürede akademik ve siyasi çevrelerde zirvede kalan konu olmuşken, Birliğin kendisine dair olan beklentileri karşılayamaması nedeniyle – özellikle 2000 yılından itibaren – eski albenisini kaybetmiştir.(Samur, 2012: 116) Bunda hiç kuşkusuz ki Avrupa yurttaşlığına dair getirilen eleştirilerin etkisi büyüktür.

Birlik içerisindeki demokratik açık ise yurttaşlıkla ilgili diğer bir sorunu oluşturmaktadır. Her ne kadar Tek Avrupa Senedinden günümüze Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri arttırılarak demokratik açığı kapatma çalışmaları yapılmış olsa da, Parlamento halen daha karar alma mekanizmalarında istenilen konumda değildir. İlk seçimlerin yapıldığı 1979 yılından bugüne Parlamento seçimlerine katılımdaki düşüş dikkatlerden kaçmamaktadır. Yönetime yeterince katılmayan halkın da bu sebeple kendini o yönetimin yurttaşı olarak benimsemesi beklenemez.(Altınbaş, 103)

Avrupa yurttaşlığının yerleşmesindeki temel sorunlardan biri aidiyet duygusudur. 1997 yılında Birlik nüfusunun yalnızca %5’i kendisini yalnızca Avrupalı olarak tanımlamakta, %40’ı’önce ulusal kimliğine aidiyet duymakta sonra Avrupa Birliği yurttaşı olarak kendini görmekte, sadece %10’u önce Avrupa Birliği yurttaşı olarak kendini görmekte sonrasında ulusal kimliğine aidiyet duymaktadır.(Uçak, 2006: 68) 2002 yılındaki araştırmada ise yalnızca Avrupalı hissedenler %4’e düşmekte, kendini önce Avrupa Birliği yurttaşı daha sonra kendi ulusal kimliği ile tanımlayanların oranı %7’ye düşmekte, önce ulusal kimliğine aidiyet duyan daha sonrasında kendini Avrupa Birliği yurttaşı olarak tanımlayanların oranı ise %48’e çıkmıştır. (Erdenir, 131) Bu da bize PanAvrupacılığın temel sorunlarından birini göstermektedir. Zira, farklılıklar içerisinde Birlik oluşturma çabası ile yola devam edilse de, toplumların kendilerini öncelikle öz kimliklerine yakın hissettikleri ortadadır.

Sorunların temelindeki bir diğer husus ise Avrupa yurttaşlığının arka planında siyasi, sosyal ve kültürel alt yapıdan yoksun olmasıdır. Avrupa yurttaşlığı öncelikle andlaşma metnine dahil edildi ve akabinde kimlik ve bilinç oluşturulmaya çalışıldı.(Altınbaş, 104) Ancak kimlik ya da yurttaşlık bilinci oluşturmak için mitlerden, andlaşma maddelerinden ya da ortak hatıralardan çok daha fazlasına ihtiyaç olduğu aşikardır.

Avrupa Birliği yurttaşlığının karşılaştığı bir diğer önemli sorun ise kavramlar üzerindeki belirsizliklerin olmasıdır. Vatandaşlık bir devlete üyelik anlamına gelmektedir ve her vatandaş devletin önünde eşittir. Ancak Avrupa Birliği vatandaşlığının gerek bir devlete üye-

Avrupa vatandaşlığının yerleştirilmesindeki zorluklardan birisi de “dil”dir. Ortak bir dilin eksikliği Avrupa 41


halklarının tam anlamıyla bütünleşmelerini zorlaştırmaktadır. Örneğin, Avrupa Birliği bir başkana sahiptir ve Belçikalı bir başkanın Yunanistan’da yapacağı İngilizce konuşması Yunan halkı için bir anlam ifade etmeyecektir.(Altınbaş, 104)

deşlik üzerine vurgu yapılmak suretiyle kültürel karışımın reddedilmesi fikri hakimdir, bu nedenle de Türkiye ve İslam’a böylesi bir yapı içerisinde yer yoktur.(Kaya, 2004: 1) Sosyal demokratlar ise tam tersine kültürel çeşitliliği reddetmeyerek Türkiye ve İslam’a kapıları kapatmamaktadırlar. Bu noktaya kadar anlatılanlar konunun Avrupa ayağını oluşturmaktaydı. Ancak konunun bir de Türkiye ayağı vardır. Türkiye, tarihsel olarak Avrupalı ilan edilmiş olsa dahi, bu konu halen tartışma yaratmaktadır. 1856 tarihli Paris Andlaşması’nda Osmanlı Devleti’nin bir Avrupa devleti olduğu ilan edilmiştir ya da daha yakın tarihten bir örnek vermek gerekirse 1987 başvurusuna dair cevabın açıklandığı 1989 tarihli kararda Türkiye’nin üyeliğe ehil olduğu vurgulanmıştır. Türkiye’nin Avrupalı bir devlet olarak görülmesine rağmen özellikle dini açıdan Avrupa’dan farklılaştığı da aşikardır. Ancak, bu hususta Türkiye’nin coğrafi konumuyla paralel nevi şahsına münhasır bir durumda olduğunun altını çizmek gerekir. Türkiye özellikle dini açıdan Avrupa’dan ayrı bir porte çizebilmektedir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. İlki, Türkiye’yi kurucu aktörlerin hukuk yapılanmasını Avrupalı devletlerden örnek almalarıdır. İkinci husus ise, Türkiye’nin ulus inşa sürecinin Avrupa’dan örnek alınmasıdır. Türk kimlik inşası hem Fransız milliyetçiliğinin hem de Fransız milliyetçiliğine eleştirel bir tavır sergileyen Alman milliyetçiliğinin izlerini taşımaktadır. Bu nokta hem medeniyetçi hem de kültürcü olmak suretiyle paradoksal bir doğaya sahiptir.(Kadıoğlu, 2008: 173) Her iki milliyetçilik akımının izlerini taşıyan Türk milliyetçiliğinin daha çok Fransız milliyetçiliğinin izlerini taşıdığını söylemek mümkündür. Zira Türk milliyetçiliğinin süreci Alman milliyetçiliği sürecinin tam tersi bir seyir izlemiştir. Alman milliyetçiliğinde ‘devletini arayan bir millet’ten söz edilirken; Türk milliyetçiliğinde ‘milletini arayan devlet’ten söz edilebilmektedir. (Kadıoğlu, 174)

Avrupa coğrafyası tüm bu sorunlara neden olan farklılıkların ötesinde, daha derin farklılıkları da bünyesinde barındırması sebebiyle başka sorunlar ortaya çıkmaktadır. Daha önceki bölümlerde belirtildiği üzere, Avrupa yurttaşlığı için Yunan-Roma-Hıristiyanlık ve Aydınlanma Çağı gibi değerlere atıfla ortak bir kültürü işaret edebilmektedir. Ancak, yaşanan göçlerle Avrupa coğrafyası, dünyanın dört bir yanından gelen farklı dindeki, farklı dildeki, farklı milletteki insanların bir araya geldiği kıta halini alarak çok farklı kültürleri de bünyesinde barındırmaktadır. Bu insanların durumu Avrupa yurttaşlık ideasının bir diğer çıkmazını oluşturmaktadır. Tüm bu sorunlara ve çıkmazlarına karşın Avrupa yurttaşlığı, Avrupa Birliği’nin sui generis yapısını gözler önüne sermektedir. Avrupa halkları için Birlik vatandaşlığı denildiğinde ilk akla gelen husus olan seyahat özgürlüğünün yanı sıra çok önemli kazanımlar sağlamaktadır. Birlik vatandaşlığına dair yaşanan sorunların temelinde Birliğin devlet ile uluslararası örgüt arasında kalan ve tam anlamıyla net olmayan konumunun neden olduğunu ileri sürebiliriz. Zira uluslararası örgütten daha fazlası olan, ancak, bir devletten de daha azı olan Avrupa Birliği’nin söz konusu sui generis yapısı, Birlik yurttaşlığının da kazanımlar ve sorunlar arasında sui generis bir konuma yerleştirilmesine neden olmaktadır

Avrupa kimliği, Avrupa Topluluğu ya da günümüzdeki adı ile Avrupa Birliği ile ilişkilerimize paralel bir biçimde Türkiye’deki kimlikleri etkilemektedir. Örneğin, ortak pazara dahil olma konusu, Türkiye’deki solun temsilciliğini yapan Türkiye İşçi Partisi ile Milli Görüş olarak ortaya çıkan Erbakan’ın İslami sağ partilerinin aynı söylemde buluşmasına neden olmuştur. Söz konusu iki uç kesim Avrupa karşıtı söylemde aynı tavrı takınmışlardır.(Çayhan, 1997: 418-419) Liberal sağ kesimin ise istikrarlı bir biçimde Avrupa Birliği’ne entegre olma çabasında olduğunu görmekteyiz. Demokrat Parti’nin başlattığı bu süreç, Adalet Partisi ile devam etmiş, Anavatan Partisi darbe sonrası duran ilişkileri tekrar onarmaya çalışmıştır.

AVRUPA KİMLİĞİ VE TÜRK KİMLİĞİ Günümüzde, tek bir Avrupa tanımı yapmanın zorluğu ortadadır ve yapılan tanımlar çeşitlilik göstermektedir. Ancak en belirgin olan iki tanım dikkatleri çekmektedir. Bunlardan ilki, muhafazakar Hıristiyan Demokrat Parti’nin lideri Angela Merkel’in tanımı iken, diğer tanım Sosyal Demokrat Parti’nin eski liderlerinden Gerhard Schröder’in tanımıdır. Muhafazakarların Avrupa tanımında Hıristiyanlık, tikellik, gelenek, geçmiş ve tür-

1999 yılında Helsinki’de aday ülke ilan edilmemiz 42


KAYNAKÇA

ise Türkiye’de Avrupa karşıtı söylem geliştirmeyi zorlaştırıcı bir etki yapmıştır. Zira 1960’lı yıllardan itibaren istikrarlı bir biçimde Avrupa karşıtı söylem geliştiren milliyetçi kesim, söz konusu söylemini terk etmiştir. Milliyetçi kesimin meclisteki yansıması olan MHP’nin idamın kaldırılması ve anadilde eğitim ve yayın haklarının tanınması sürecini sessiz kalmak suretiyle de olsa zımnen desteklemesi söz konusu fikri doğrular niteliktedir. Ayrıca, var olduğu sürece istikrarlı bir Avrupa karşıtı söylem geliştiren Milli Görüş içerisinden koparak AKP’ni kuran kadronun Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği yolundaki en hızlı reformları gerçekleştirmiş olması da Helsinki sürecinin Türkiye’de yaşattığı dönüşümü gözler önüne sermektedir.

ALTINBAŞ, D. (2009), “Avrupa Birliği’nin Başarısız Girişimi: Avrupa Yurttaşlığı”, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 11/3, ss. 93-112 ÇAYHAN, E. (1997), Türkiye – Avrupa Birliği İlişkileri ve Siyasi Partilerin Konuya Bakışı, Boyut Kitapları DESMOND, D. (2005), Avrupa Birliği Ansiklopedisi, İstanbul: Kitap Yayınevi ERALP, A. (1994-1995), “Gümrük Birliği Tartışmasının Düşündürdükleri”, Görüş: Türk Sanayicileri ve İş adamları Derneği Yayın Organı, Özel Sayı: 18 ERDENİR, B. (2005), Avrupa Kimliği: PanMilliyetçilikten Post-Milliyetçiliğe, Ankara: Ümit Yayıncılık

SONUÇ 1992 tarihli Maastricht Andlaşması ile ilk kez bir kurucu andlaşma metni içerisinde kendine yer bulan Avrupa yurttaşlığı, Avrupa Birliği’nin nevi şahsına münhasır yapısını gözler önüne sermektedir. Avrupa Birliği vatandaşlığının, Maastricht Andlaşması’nın kaleme alındığı dönemdeki beklentileri karşılamaktan uzak olduğu aşikardır. Ancak, böylesi bir fikrin kısa bir dönem içerisinde tam anlamıyla bir başarı göstermesini beklemek hayalci bir yaklaşım olacaktır. Zira, Avrupa Birliği hala “inşa halindeki bir süper güçtür.”(Altınbaş, 102)

GÜNDOĞDU, Y. (2004), “Avrupa Birliği Yurttaşlığı Avrupa Kimliği Sorununa Çözüm Oluşturabilir mi?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:3, No:2, ss. 1126 HABERMAS, J. (2012), Öteki Olmak, öteki ile yaşamak – Siyaset Kuramı Yazıları, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları KADIOĞLU, A. (2008), Vatandaşlığın Dönüşümü, İstanbul: Metis Yayınları

Her ne kadar inşa halindeki bir süper güç olarak tanımlayabiliyorsak da, “Avrupa Yurttaşlığının Karşılaştığı Sorunlar” bölümünde belirtildiği üzere günümüz itibariyle başarısız bir portre çizmektedir. Ancak başarısız bir portre çiziyor dahi olsa aday ve komşuluk politikası yürüttüğü devletler üzerinde bir dönüşüm yarattığı da gerçektir.

KASTORYANO, R. (hzl.) (2009), Avrupa’ya Kimlik Çokkültürlülük Sınavı, İstanbul: Bağlam Yayıncılık KAYA, A. (2004), “Avrupa Birliği, Avrupacılık ve Avrupa-Türkleri: Tireli ve Çoğul Kimlikler”, Cogito, Avrupa’yı Düşünmek Özel Sayısı:39

Türkiye özelinde konuya yaklaşacak olursak, Avrupa kimliğinin Türk kimliği üzerinde zaman zaman büyük, zaman zaman ise sınırlı dönüşümlere neden olduğunu belirtmekte fayda vardır. Ancak temelde Türk kimliği ile Avrupa kimliği çatışma halinde yola devam etmektedirler. Zira Avrupa Topluluğu 1970’lerden itibaren bir değişim yaşayarak temeline insan hakları ve demokrasiyi yerleştirmiş ve soğuk savaş parametrelerinin dışına çıkmışken; Türkiye soğuk savaş parametreleri ile yoluna devam etmiştir.(Eralp, 1994-1995: 34) Bu durum çatışmanın temel sebeplerinden birini oluşturmaktadır.

KAYA, A. (2011), “Avrupa Birliği Yurttaşlığı”, Avrupa Birliği’ne Giriş: Tarih, Kurumlar ve Politikalar, A.Kaya, S. A. Düzgit, Y. Gürsoy, Ö. O. Beşgül (drl.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları PAZARCI, H. (2009), Uluslararası Hukuk, Ankara: Turhan Kitabevi SAMUR, H. (2012), “AB Yurttaşlığı’nın İlk Yirmi Yılının Değerlendirilmesi”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt:8, Sayı:30, ss. 93-123

Asıl uyuşmazlığın sebebini ise iki vatandaşlığın özleri sebebiyle ortaya çıkmaktadır. AB vatandaşlığı belirtildiği üzere bir üye devlet vatandaşlığına ek olarak kazanılmaktadır. Bu nedenle etnik vatandaşlık kavramına uzak olan, bireyi merkezine alan liberal bir demokrasiler için oluşturulmuş bir süreçtir.(Vardar, 2009: 99) Türkiye’de ise “devlet için birey” anlayışı halen varlığını sürdürmektedir. Vazifeler üzerinden tanımlanan vatandaşlık anlayışı, bireye dayanan, liberal Avrupa Birliği vatandaşlığı ile çatışma halindedir. Bu çatışmalar da bir takım uyuşmazlıklara sebep olmaktadır. Tüm bu uyuşmazlıklara ek olarak, Türkiye’de etkisini arttıran muhafazakar kesimin geliştirdiği Avrupa karşıtı söylemin, söz konusu kimlik ilişkisini ne şekilde etkileyeceğini ise gelecek yıllarda göreceğiz.

UÇAK, S. (2006), “Milli Devletler, Küreselleşme ve Avrupa Birliği”, Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, ss. 59-70 VARDAR, D. (2009), “Avrupa Birliği-Türkiye İlişkileri ve Vatandaşlık Sorunu”, Küreselleşme, Avrupalılaşma ve Türkiye’de Vatandaşlık. Keyman, F. ve İçduygu, A. (Ed) İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi YÜCEL, G. Ş. (2013), “Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın Avrupa Birliği Vatandaşlığı İle İlgili Son Yaklaşımları”, Marmara Avrupa Araştırmaları Dergisi, Cilt:21, Sayı:2, ss. 37-55

43


MİNERVA

VURULDUK EY HALKIM, UNUTMA BİZİ ‘’FAİL-İ MEÇHUL CİNAYETLER’’ Ecenaz TERZİ

ecenaz_terzi_96@hotmail.com

Vurulmuşum Dağların kuytuluk bir boğazında Vakitlerden bir sabah namazında Yatarım Kanlı, upuzun...

Sabahattin Ali’nin muhalif kimliğinin olması ve bunu yazdığı yazılarda ve çıkardığı kitaplarda çok fazla belli etmesi idi.Kuyucaklı Yusuf romanı da onun muhalif kimliğini ortaya çıkaran romanlarından biridir.’’Roman 14 Haziran 1937 ‘de toplatılarak aile hayatı ve askerlik aleyhinde olduğu gerekçesiyle mahkemeye verilir. Mahkeme bilirkişi oluşturur. Bilirkişi heyetinde ünlü romancı Reşat Nuri Güntekin’de vardır.Güntekin şöyle der: Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikayecilerinin en kuvvetlisidir ve Kuyucaklı Yusuf romanı memleketimiz ve edebiyatımızın yüzünü ağartacak kıymetli bir sanat eseridir.’’2 Sabahattin Ali’ nin ortaya koyduğu yapıtlar dönemin en güçlü kalemleri tarafından da onay görmekteydi fakat ‘’Markopaşa, Malumpaşa, Merhumpaşa gibi mizah gazetelerine yazdığı yazıların dönemin iktidarini rahatsız etmesi sebebiyle hedef seçilmiştir.’’3 YIL 1979… “Maalesef kurşunlardan kaçılmıyor.’’ Kurşunların hedefi bu sefer Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi gazetecilerinden biri olan Abdi İpekçi’ydi. Milliyet Gazetesi’nin kurucu Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, Türkiye’nin 12 Eylül askeri darbesine sürüklendiği ortamda 1 Şubat 1979’ da öldürüldü. İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca yakalandı. Ancak suikastın siyasi arka planı aydınlatılamadı.Abdi İpekçi, 1960’ların Babiali’sine ‘’kalite gazete’’ kavramını getiren usta bir gazeteciydi.Milliyet’i doğru habercilik ve düşünsel çeşitlilik üzerine inşa etmişti. Aklın ve sağduyunun öncüsü bir fikir gazetesi aynı zamanda kitlesel bir etki uyandırabilir, karar vericileri demokrasi, özgürlük ve sivil haklar konusunda etkileyebilirdi.Milliyet tam da bu misyonun temsilcisiyken Abdi İpekçi silahlı bir saldırganın hedefi oldu ve hayatını kaybetti.’’4 “...Abdi İpekçi’ yi her gün okuyan sevgili okuyucular! Onu, Türk basınının uygar yazarını, Türk basınının bu en yetkin yöneticisini son yolculuğunda yalnız bırakmayın.Gözyaşlarınızı gözyaşlarımızla birleştirin...’’ 5

Ahmed Arif imin yaptığı belli olmayan veya bilinmeyen demek faili meçhul. Dolayısıyla faili meçhul cinayetleri de kimlerin işlediği bilinmemekle beraber azmettireni de bilinmemektedir.Ülkemiz bu yönden çok acı çekmiştir.17 yaşında faili meçhul cinayetlere kurban gitti, genç kadın vahşice öldürüldü, gazeteci bombalı saldırıya uğradı, suikaste kurban gitti ve daha nice gazete başlıkları...Siyasetçiden gazeteciye, edebiyatçıdan öğretmenine bir sürü insan faili meçhul cinayetlere kurban gitti.Fail-i meçhul cinayetleri Osmanlı dönemine hatta selçuklu dönemine kadar uzatabiliriz. İttihat ve Terakki’den günümüze kadar olan cinayetleri ele alırsak belli bir dönemde bir cinayetler silsilesiyle karşı karşıya kalmaktayız.1909’da Hasan Fehmi’nin öldürülmesiyle başlar aslında faili meçhul cinayetler.Hatta Hasan Fehmi’nin öldürüldüğü gün olan 6 Nisan günü ‘’Öldürülen Gazeteciler Günü’’ olarak anılmaktadır ülkemizde.Hasan Fehmi öldürülen ilk Osmanlı gazetecisidir.1910, 1911, 1912 de bu ölümler devam eder.1948 yılına gelindiğinde ise dev bir isim aramızdan ayrıldı. Sabahattin Ali’ydi aramızdan ayrılan… Livaneli’ nin seslendirdiği Leylim Ley, Sezen Aksu’nun seslendirdiği ‘’Çocuklar Gibi’’ , ‘’Kıyamadığım’’ , ‘’Dağlar’’ ve yine Edip Akbayram’ın seslendirdiği “Aldırma Gönül Aldırma” şiirleri bestelenmiş bir şairdir Sabahattin Ali. “Başın öne eğilmesin aldırma gönül aldırma” dedi ve hiç başı öne eğilmedi Sabahattin Ali’nin.’’Düşüncelerini yapıtlarında ve gazete yazılarında yılmadan savundu... 41 yıllık kısa yaşamı boyunca Türk Edebiyatının dünya dillerine çevrilen seçkin örneklerini vermekle kalmadı, yurdu için bağımsızlık istedi, özgürlük istedi, çağdaşlaşma istedi... Bu değerlerin düşleriyle yaşadı. Bu düşlerin bedelini hapishane ve sürgünlerle geçen bir yaşamın ardından Istranca ormanlarında katledilişiyle ödedi.’’1 Peki neden aylarca hapis yattı ve sonu ölüm oldu büyük şairin? Diğer faili meçhul cinayetlerimiz de olduğu gibi bir sürü komplo teorisi var yazılmış. Ama asıl olan

K

ŞEYTANIN OYUNCAKLARI “Korkunç bir oyun oynanıyor.Şeytanca hazırlanmış bir kurgu var sanki.Ve çok kimse farkında olmadan, bilincine varmadan bu kurguyu geliştiren bir rol yükleniyor.

1 blog.milliyet.com.tr, Sabahattin Ali, 23 Ocak 2008 2 haber.sol.org.tr /kültür-sanat/ Sabahattin Ali neden öldürüldü? 3 www.sözcü.com.tr 2012, Ölüme Götüren Yazılar başlıklı yazıdan 4 Faili Meşhur 3 Suikast 3 Gazeteci, Boyut Yayınları, sf.9 4

Uğur Mumcu’ nun 3 Şubat 1979 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan ‘’Gözyaşlarınızı Gözyaşlarımızla Birleştirin’’ yazısından

44


...Herkes bulduğu suçluya göre yakıştırdığı bir teoriyi ortaya atıyor.Bu tozkoparan fırtınasında gerçekler de gizleniyor, şeytanlar da...’’ 6 Faili meçhul cinayetlere kurban giden bir başka isim: Cavit Orhan Tütengil, İstanbul Üniversitesi öğretim üyesidir.Abdi İpekçi ile ortak noktalarından biri aynı yıl öldürülmeleridir.’’Babası Cavit Orhan Tütengil 7 Aralık 1979’ da öldürüldüğünde kızı Deniz Tütengil yirmi üç yaşındaydı.Siyasal açıdan kötü bir dönemdi, cinayetler, çatışmalar, tehditler...Böyle bir tehlikenin kendi yakınlarından geçebileceğini düşünüp tedirgin oluyorlardı ama...Babasının öldürüldüğünü duyduğunda, hayatlarının bir döneminin kapanmış olduğunu, duygusal açıdan bir dönüm noktasında bulunduklarını gördü.Daha o günlerde fark etti bu acıyı hayatı boyunca yenemeyecekti.Sonraki yıllarda, Abdi İpekçi’ nin kızı Nükhet İpekçi’ nin girişimleriyle hayatını kaybetmiş kişilerin yakınları olarak bir araya geldiler.Birlikte davranırlarsa, daha çabuk sonuç alınabileceğini, gerçeklerin daha çabuk aydınlatılabileceğini düşünüyorlardı. Ama sonuçsuz kaldı... VE YIL 1993… Uğur Mumcu ‘’Türkiye’ de araştırmacı gazeteciliğin öncüsü Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’ te arabasına konulan bombayla katledildi.Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu aydın, demokrat, hukukçu kişiliğiyle yaşamı boyunca haksızlıklarla mücadele etti.Devletteki karanlık, kirli, derin yapılanmaların üstüne gitti.Abdi İpekçi suikastını aydınlatmaya çalıştı.İpekçi’nin katili Ağca’ nın Papa

suikastındaki rolünü irdeledi.1986’ da yazdığı ‘’Saklı Devletin Güncesi’’ on yıl sonra Susurluk kazasıyla ortaya dökülen mafyalaşmanın, çeteleşmenin habercisiydi. Ne yazık ki Mumcu da İpekçi gibi katledildi.’’7 Mumcu suikastının üzerinden 22 yıl geçti ve cinayet devletin namus borcumuz demesine rağmen aydınlatılamadı. Mumcu yazmaya başladığı ilk andan itibaren Türkiye’ ye bomba düşmüş gibi oldu.Yazdığı ilk yazısıyla da Yaşar Nabi ödüllerine layık görüldü.Daha öğrenciliğinden belliydi çok iyi bir yazar, bir hukukçu, bir insan hakları savunucusu olacağı, hak arayacağı ve bu yüzden de iğrenç bir saldırının hedefi oldu, sonsuza kadar susturuldu Usta gazeteci… ‘’Gazeteciyi nasıl tanımlarsınız?Kimdir gazeteci, ne yapar? İşlevi nedir? Gazeteci, her konuda fikir ileri süren, her şeyi bilen insan demek midir? Hayır. Nereden bilecek gazeteci her seyi? Ben kendime göre bir tanım yapayım: gazeteci, haber ve bilgi kaynağına en çabuk ulaşan ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunan insan demektir.Gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye, ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir.Bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur.Sır saklayan, haber ve bilgi kaynağını gizlemesini bilen, gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan, gazetecidir.’’ 8 Uğur Mumcu tam da tarifini yaptığı gazeteciydi ve ne yazık ki o da faili meçhul cinayetlere kurban verdiğimiz isimlerden biri oldu. Vurulduk ey halkım unutma bizi… Öldürüldük ey halkım unutma bizi… Hücrelere atıldık ey halkım unutma bizi… Göz göre göre öldürüldük ey halkım unutma bizi Öldürüldük ey halkım unutma bizi Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım unutma bizi Yirmi iki yaşlarındaydık ey halkım unutma bizi Asıldık ey halkım unutma bizi Korkmadan öldük ey halkım unutma bizi UĞUR MUMCU KİTAP KAYNAKLARI BOYUT YAYINLARI, Faili Meşhur 3 Suikast 3 Gazeteci, Ocak 2012 GÜNÇIKAN, Berat, Devletin Şiddet Tarihi , Agora Kitaplığı, Haziran 2014 İNTERNET KAYNAKLARI haber.sol.org, Cansu Fırıncı’nın, Sabahattin Ali neden öldürüldü haberi, Şubat 2012 www.sözcü.com.tr, Ölüme götüren yazılar, 1 Aralık 2012 t24.com.tr, Kültür-Sanat, Sabahattin Ali nasıl öldürüldü?, 26 Nisan 2012 blog.milliyet.com.tr, Sabahattin Ali, 23 Ocak 2008

6 Abdi İpekçi’ nin 04.12.1975 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlanan yazısı 7 Faili Meşhur 3 Suikast 3 Gazeteci, Uğur Mumcu, sf.71 8

Uğur Mumcu’ nun 3 Mayıs 1992 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlanan yazısından...

45


MİNERVA

E

ENDÜSTRİ DEVRİMİ’NDEN GÜNÜMÜZE EMEĞİN İSTİSMARI Fatih BURHAN

fatihburhan10@hotmail.com

meğin sömürülmesi insanoğlunun var olmasından günümüze kadar sürekli olarak gelişen yaşam koşullarında kendine yer bulmuş ve bu konumunu günümüze kadar gerek kölelik gerek serf-feodal ve proletarya-burjuvazi çekişmeleri ile korumuştur ve günümüzde de halen var olan bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak geçmişten günümüze bu konuda en çok çekişmenin yaşandığı dönem olarak 18.yy Endüstri Devrimi ve sonrası emeğin istismarını ele alabiliriz.

tur. O dönemde özellikle roman ve tiyatro türü, Hugo, Sthendhal, Balzac, Dickens, Dostoyevski, Zola, Malot gibi güçlü yazarların kalemlerinde toplumu çok yönlü olarak yansıtmaya başlamış,dolayısıyla realizm ve natüralizmin ürünleri olan eserler çağının yazılı belgeleri ; bu eserlerin yazarları da görgü tanıkları olmuştur. Charles Dickens, Endüstri Devrimi’nin neden olduğu fayda/zarar çelişkisini, “İki Şehrin Hikayesi” adlı eserinde “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; aydınlığın ve karanlığın mevsimiydi; umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı.” diyerek gayet açık bir şekilde dile getirmiştir.

Avrupa’da Endüstri Devrimi sonrası ortaya çıkan yeni çalışma ilişkileri emeğin istismarına neden olmuş, söz konusu istismar kendini uzun mesai saatleri, düşük ücretler, hijyenik olmayan işyerleriyle hissettirmiştir.

ENDÜSTRİ DEVRİMİ VE DEĞİŞEN ÇALIŞMA İLİŞKİLERİ

Endüstri Devrimi, 18. yüzyılın ikinci yarısında buhar makinasının icadı ile önce İngiltere’de, daha sonra Kara Avrupası ve Amerika’da başlayan, ekonomik ve sosyal yapıda köklü değişimlere neden olan bir süreçtir. Bu süreç, kuşkusuz beraberinde insanlığa birtakım nimetler sağladığı gibi, bazı külfetlere, sıkıntılara da neden olmuştur.Endüstri devrimi ile ortaya çıkan bu sorunlar 18.yüzyıldan günümüze kadar emeğin gelişen teknoloji ve hayat koşullarıyla başka şekillere devinimiyle birlikte sürekli bir sömürülme tartışmasını ı doğurmuş ve günümüzde de halen yoğun bir şekilde tartışılmakta aynı zamanda da ülkemiz ve dünya gündemini meşgul eden bir sıkıntı niteliğini taşımaktadır.

1768’de James Watt tarafından buhar makinasının bulunmasıyla başlayan ve emek üretimin yerini makine üretimin aldığı sürece Endüstri Devrimi denir. 18. yüzyıl, insanlık tarihinde en çok değişen ve buna bağlı olarak çok şeyi değiştiren, sonuçta önemli yapısal değişimlere neden olan iki devrimin ortaya çıktığı bir çağdır. Birincisi, “Endüstri Devrimi”, ikincisi ise “Fransız Devrimi”dir. Endüstri Devrimi, üretimde makina kullanılarak geleneksel üretim tarzını, dolayısıyla ekonomik yapıyı; Fransız Devrimi ise, çağlar boyu küçük değişimlerle sürüp gelen monarşik yönetim şeklini, dolayısıyla siyasal yapıyı köklü olarak etkilemiştir. Bu siyasal ve ekonomik yapıda meydana gelen köklü değişim çalışma ilişkilerini de derinden etkilemiştir. Endüstri Devrimi, tarım ekonomisi ağırlıklı toplumdan, kütle üretim tarzıyla daha çok “mal” üreten endüstri toplumuna geçişi sağlayan bir süreç başlatmıştır. Bu süreçte, her şeyden önce, “işçi sınıfı” denilen yeni bir sınıf doğmuş; yeni sınıfla birlikte çalışma hayatının geleneksel aktörleri değişmiştir. Endüstri Devrimi öncesinin meslek kuruluşları olan loncalar 18. yüzyılın sonlarında önemini yitirmiş; lonca sistemi içinde yer alan usta-çırak kavramı, yerini “patron-işçi” kavramına bırakmıştır. Endüstri devrimi ile usta-cırak olan karşılıklı çıkara dayalı ilişkinin yerine gelen patron-işçi kavramı karşılıklı çatışma ortamını doğurmuş ve sürekli olarak çatışmaların yaşanmasına sebep olmuştur. Aynı zamanda ortaya çıkan Fordist üretim tekniği işçilerin hep aynı işi yapmasına ve işten soyutlanmasına sebep olmuştur.

Endüstri Devrimi sonrası, üretimde makinanın yoğun olarak kullanımıyla kitle üretimine geçilerek mal bolluğu yaşanmış, böylelikle birim maliyetin azalması, keza mal arzının artmasıyla fiyatlarda önemli derecede düşüşler yaşanmıştır. Diğer taraftan, buhar makinasının ulaşım araçlarında da kullanılmasıyla, şehirler, hatta ülkeler arasında, kısa sürede ucuz ve rahat seyahat etme, üretilen malları diğer ülkelerde pazarlama imkânı giderek artmıştır. Bu sayılanlar, Endüstri Devrimi’nin faydaları arasında sıralanırken, zararları arasında da kuşkusuz kötü çalışma koşulları, düşük ücretler, dolayısıyla emeğin acımasızca yaklaşık yarım yüzyıl istismar edilmesi/ sömürülmesi yer almıştır. 18. yüzyılın sonlarında başlayıp 19. yüzyılın ilk çeyreğinde giderek yoğunlaşan emeğin sömürülüşü, aynı yüzyılın başlarında realist/naturalist yazarların kaleme aldığı eserlerde ana ya da ikincil konuyu oluşturmuş-

Endüstri Devrimi öncesinin esnek çalışma süreleri, 46


yeni dönemde yerini katı mesai anlayışına bırakmıştır. Diğer taraftan, teknolojik gelişmeler sayesinde kütlevi üretim tarzına geçilmiş; buna bağlı olarak işyeri ölçeğinde de değişim yaşanmış, büyük ölçekli işyerlerinin sayısı giderek artmıştır. Dolayısıyla üretimde makina kullanımıyla emeğe dayalı üretim tarzı, sermaye ve teknolojiye dayalı üretim tarzına dönüşmüştür.

desine dayalı, devletin taraf olmadığı bireysel akit sistemiyle düzenlemeyi öngörmüştür.Ancak bu sözleşmenin işveren yanlı olması kaçınılmaz hale gelmiştir.Çünkü işçilerin kendini savunabileceği kendi çıkarlarını koruyabilmek için teklif sunabileceği başka bir çıkar yolu kalmamıştır.Ellerindeki tek gücün emeğin olduğunu ve hayatta kalabilmek için tek çaresinin çalışmak olduğunu düşünen ve köyden kente göç ettikleri için geri de dönme imkanı olmayan işçi,ler adaletsiz sözleşmeleri kabul edecek çaresizlikte kalmıştır.İşçilerin ellerindeki diğer gücün de sadece nüfus kalabalığı olduğunu düşünüp bu gücün kutsallığını kullanabileceğinin farkına varması süresine kadar yani 1848 devrimine kadar kötü çalışma koşulları altında çaresizce karın tokluğuna denebilecek ücretlerle çalışmaları kaçınılmaz olmuştur.Liberal düşünce sisteminin getirdiği sözleşme özgürlüğü aşırı kar amacı için işverenin tek taraflı çıkar sözleşmesine dönüşmüştür kısa zamanda.

Endüstri Devrimi’yle aynı yüzyılda gerçekleşen Fransız Devrimi de, sonuçları itibarıyla öncelikle siyasal yapıda, daha sonra ekonomik yapı üzerinde de etkili olmuş; siyasi liberalizmin açılımı liberal devlet anlayışı, beraberinde iktisadi liberalizm anlayışını da getirmiştir. Bu bağlamda, ekonomiye her türlü müdahaleyi reddeden iktisadî liberalizm anlayışı “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez faire, Laissez passer) mantığıyla uzun bir süre uygulamada kalmıştır. İktisadi liberalizmle ekonomik yapıda meydana gelen köklü değişim, kuşkusuz siyasal yapıdaki değişimle birlikte çalışma ilişkileri üzerinde etkili olmuştur.

Sanayi devriminde aşırı arz ve kar amacı sonrası ezilen işçi sınıfı artık sadece erkek işçilerden ibaret değil kadın ve çocuk işçiler ordusuna dönüşmeye başlamıştır. Çünkü bir kişinin bir aileyi geçindirebilecek kadar para kazanması da mümkün değildir.Aile boyu çalışma ve para kazanma şartı ancak aileyi ayakta tutabilmektedir. Bazı işyeri ve fabrikalarda artık kadın ve çocuk işçilerin sayısı erkek oranlarından çok daha fazla olmaya başlamıştır.Çünkü hem kadın ve çocuk işçilerin ücretleri daha az hem de bazı yerlerde örneğin baca temizliğinde veya dar madenlerde çocukların küçük olduğu için daha rahat

Çalışma koşullarında işverenin(sermaye sahibinin) eline esir düşmüş köyden kente göç ettiği için elinde toprak sermayesi de kalmayan sermayesi sadece emeği olan işgücü, devletin de müdahalesiz kalmasıyla tamamen çaresiz kalmış ve sermaye sahibiyle anlaşma yapabilecek halden tamamen mahrum bırakılmıştır. Liberal düşünce sistemi, teorik olarak bireysel gayretlerin hem bireye, hem de topluma büyük yarar sağlayacağına inandığından, çalışma koşullarını işçi ve işverenin özgür ira47


hareket edebilmesi veya kadınarın tekstil işinde daha yatkın olması, kadın ve çocuk işçileri erkeklere oranla işveren açısından daha cazip hale getirebiliyordu.Bazı kaynaklara göre çocuk işçi yaş sınırının 7-8 yaşlarına kadar düştüğü görülmüştür.Kötü çalışma koşulları altında işçiler günde 16 saate varan sürelerce çalıştırılmıştır. Dar havasız madenlerde sürekli çalışmaktan dolayı işçi hastalıkları ortaya çıkmaya başlamıştır.Bu sağlıksız koşullardaki emek istismarı birçok edebi eserde de kendine yer bulmuştur. Liberal devletin ve işverenlerin ihmali emeğin istismarına; işçi kesiminin yarım asır aç ve sefil bir hayat sürdürmesine neden olmuştur.

düzene konulmasının mücadelesi verilmektedir.Malesef Avrupa devletlerinin yaşadığı tramvatik olayları mücadele vermek açısından Afrika ve Asya ülkeleri tekrar yaşamakta,günümüzde geri kalmışlığın ve kalkınmakta olan ülke olmanın getirdiği travmaları yine işçiler yaşamaktadır.Hatta emeğin Avrupa ülkelerinde sömürülmesi konusunda düzenlenen yaşalar Afrika ve Asya ülkelerinde ve gelişememiş ve gelişmekte olan ülkelere göre daha sağlıklı olduğu için işverenler coğrafi keşifler sonucunda yapılan köle ticareti misali şimdi de gelişmemiş ülkelere ucuz işgücü olduğu için yatırım yaparak, fabrikalarını kurarak o ülkelerdeki emeği sağlıksız iş koşullarını işçilere dikte ettirerek sömürmektedirler.

Canlarından başka vercek birşeyinin kalmadığını farkeden işçilerin 1848 ve sonraki yıllarda Avrupanın çeşitli ülkelerinde isyanlarına kadar liberal devlet ve işveren durumun vahimiyetinin farkına varamamıştır.En sonunda çıkan isyanlarla birlikte çalışma koşulları düzenlenmeye başlanmıştır.Başta 1848 ayklanması olmak üzere günümüze kadar gelen isyan silsileleri ile kademe kademe sözleşmelerle işçilerin çalışma düzenleri hafifletilmeye başlanmıştır.Çalışma süreleri azaltılmış,sağlık koşulları düzenlenmeye çalışılmış,ücretler dengesi oluşturulmaya çalışılmıştır.İşçiler de zaman içerisinde sendikalaşma özgürlüğüne kavuşmuşlardır.Çeşitli uluslararası çalışma örgütleri kurulmuş ve işverenin aşırı kar odaklı stratejisi biraz olsu hafifletilmeye çalışılmış ve hala da bu baskı kırılmak için mücadele verilmektedir.1948 ihtilalinden bu yana olan işçi işveren çatışması tarihte çok büyük eserlerle kendine yer edinmiştir. bu konuda başta gelen eserlerle Karl Marks eserlerinde kapitalist sisteme en büyük eleştiriyi yaparak tarihte kendisine büyük bir yer edinmiştir. Ancak hala günümüzde de birçok alanda işçi emeğinin sömürülmesinin önü alınamamıştır.Hala ülkemizde ve dünyada emeğin istismarı,işçi ölümleri,hastalıkları sürekli gündemde olup hala yeni kanunlarla ya da kanun düzenlemeleriyle

ILO tarafında yapılan açıklamaya göre 2013 yılında dünyada bulunan çocuk işçi sayısı toplam 168 milyon, ağır şartlarda çalıştırılan çocuk işçi sayısı ise 85 milyon olarak belirlenmiştir (ILO, 2013). Bu göstergeler, ulusal ve uluslararası kuruluşların yoğun çalışmalarına rağmen çocuk işçiliğinin ciddi bir sorun olmaya devam ettiğinin açık göstergesidir. Sonuç olarak; çocuk işçiliğini ortaya çıkaran ve devamını sağlayan sistemin acımasızlığıdır. Her ne kadar bu konuda önlemler alınsa da sorun tam anlamı ile çözüme kavuşturulamayacaktır. Çünkü 16. yüzyılın gelişmekte olan günümüzün ise gelişmiş ülkesi konumunda bulunan ülkelerin çocuk işçiliğini yaratma nedenleri, 21. yüzyılın gelişmekte olan ülkeleri için de geçerliliğini korumaktadır. Kölelik ve köle gibi çalıştırma, 1926 yılında uluslararası bir sözleşme ile dünya genelinde yasaklanmıştır. Fakat vereceğim birkaç örnekle uluslararası sözleşmelerin pek de uygulanmadaözellikle gelişmemiş ülkelerde başarılı olamadığını görebiliriz. * Dünyada yaklaşık milyon insan köle gibi çalıştırılıyor. Köleler çeteler tarafından pazarlanan seks işçileri ve niteliksiz işçilerden oluşuyor. (WFF- Özgür Yurdu Vakfı). 48


* 200 sene önce bir köle bugüne göre 40 bin dolara satılıyordu, günümüzde 50 bin dolara satılıyor. * Her sene 500 bin kadın seks kölesi olarak kullanılmak üzere kaçırılıyor. (HRW Londra Merkezi) * En iyimser tahmine göre her yıl 1-1,2 milyon çocuk insan kaçakçılarının kurbanı oluyor. * Köleliğin %76’sından Hindistan, Çin, Pakistan, Nijerya, Etiyopya, Rusya, Tayland, Kongo, Myanmar, Bangladeş sorumlu. * Asya ülkelerinde 1,5 milyon, Latin Amerika da 1,3 milyon, Sahra altı Afrika’860 bin, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 260 bin, sanayileşmiş ülkelerde 360 bin, kalkınma yolundaki ülkelerde 210 bin köle bulunuyor (Uluslararası Çalışma Örgütü- ILO). * Köle bulunan 162 ülke arasında Moritanya, Haiti, Pakistan, Hindistan ve Çin ilk 5 sırada yer alıyor. Türkiye 110-130 bin arası rakamla 90. Sırada yer alıyor (WFF).

lara aykırı şekilde uzun mesai saatlerinde çalıştırıldıklarından yakınanlar da var. Observer, bir yardım kuruluşu ve bazı araştırmacıların katılımıyla yapılan ortak çalışmanın bu markalara ait altı fabrikada saat ücretinin 10 centin biraz üzerinde olduğunu ortaya koyduğuna da yer veriyor haberde **Dünyanın en büyük giysi tekelleri arasında yer alan İsveç firması H&M’in Kamboçya’daki fabrikalarında çocuk emeği sömürüsü, cinsel taciz ve sendikal hak ihlallarinin devam ettiği belirtildi.İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), Kamboçya’da aralarında H&M’in de bulunduğu 73 tekstil fabrikasında incelemelerde bulundu ve işçilerle görüşmeler yaptıktan sonra hazırladığı raporu kamuoyuna açıkladı. Raporda, fabrikalarda çocukların üretimde çalıştırıldıkları, işçilerin tatil günlerinde çalışmaya zorlandıkları, kadın işçilere yönelik cinsel tacizin sürdüğü, haklarını arayan ve sendikaya üye olan işçilerin işten atılmakla tehdit edildikleri belirtiliyor. En kötü durumda olan işçilerin de küçük fabrikalarda çalışan kadınlar olduğuna dikkat çekiliyor.

Spor markalarında ‘emek’ sömürüsü Observer dev spor giyim markalarının çalışanlarının hedef oldukları kötü muamele ve sömürüye dikkat çekti. Olimpiyat sponsorları Adidas, Nike ve Puma’nın ürünlerinin Bangladeş’teki fabrikalarda üretilmesinde görev alan “ucuz” işçiler, köle gibi kötü muamele görüyor... 04-03-2012, Pazar

**Soma Faciası ya da Soma Maden Faciası, 13 Mayıs 2014’te Türkiye’nin Manisa ilinin Soma ilçesindeki kömür madeninde çıkan yangın nedeniyle 301 madencinin ölümüyle sonuçlan madencilik kazası. Facia, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan iş ve madencilik kazası olarak kayıtlara geçti. Soma Holding şirketlerinden Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından işletilen maden ocağında, patlamaya elektrikli ekipmanların sebep olduğundan şüphelenildi. Yangın, vardiya değişimi sırasında meydana geldi ve 787 işçi patlama sırasında yer altında kaldı. Enerji Bakanı Taner Yıldız, 17 Mayıs 2014 tarihinde yaptığı açıklamada, toplamda 301 kişinin hayatını kaybettiğini ve içeride kimse kalmaması sebebiyle kurtarma çalışmalarının sona erdiğini açıkladı. KAYNAKÇA AVŞAR, Zakir, Eren Öğütoğulları. ( 2012) “ Çocuk İşçiliği ve Çocuk İşçiliği ile Mücadele Stratejileri” Sosyal Güvenlik Dergisi, C.1. ss. 9-40.

Gethin Chamberlein imzalı haberde, Olimpiyat sponsorları Adidas, Nike ve Puma’nın ürünlerinin Bangladeş’teki fabrikalarda üretilmesinde görev alan işçilerin dövüldükleri, sözlü tacize hedef oldukları, düşük ücret aldıkları ve uzun mesai saatleri içinde çalıştırıldıkları iddiaları yer alıyor.

UZUN, Ahmet (2000). “Sanayi Devrimi Esnasında Çalışma Şartlan”, Prof. Dr. Nusret Ekin’e Armağan, Tühis Yayını, Ankara. İNTERNET KAYNAKLARI

Habere göre, her üç şirketin çalışanları fiziki saldırıya uğradıklarını söylerken, Puma’nın tedarikçilerinden birinin çalışanları dayak yediklerini, tokatlandıklarını, itildiklerini ve saçlarının çekildiğini anlatıyor.

http://www.iktisadi.org/ucuz-emek-gucu-mu-cocukmu.html http://www.acikgazete.com/guncel/2012/03/04/spormarkalarinda-emek-somurusu.htm?aid=45815

Adidas ve Nike için üretim yapan fabrikalardaki bazı kadın işçiler cinsel tacize uğradıklarını söylerken, yasa-

http://siyasihaber.org/31605 49


MİNERVA

G

BAŞKANLIK SİSTEMİ ÜZERİNE Sinan AKBULUT

sinanmiro@gmail.com

ünümüz Türkiye’sinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dilinden düşürmediği ve siyasi gündem adına en çok yer tutan başlık, başkanlık sistemi oldu. Peki başkanlık sistemi nedir? Hangi ülkelerde uygulanır? Ve esas konu, ülkemizde uygulanmaya çalışılacak model bize ne kadar uygundur? Bu modelin, içerisinde barındırdığı tehlikeler ve diğer ülkelerde uygulanan başkanlık sistemi modellerinden farkları nelerdir? Yazımda bu sorulara temel olacak cevaplar vermeye çalışacağım.

lı, kendi tarihi, sosyolojik ve siyasal koşullarının ürünü olan başkanlık rejimleri mevcuttur. Bütün bu rejimlerin içinde herkes tarafından bilinen ve en uzun süredir devamlılığını koruyan örnek ise ABD başkanlık sistemidir. Başkanlık sisteminin temel unsurları şunlardır: A) Başkan, halk tarafından doğrudan ve dolaylı olarak belirli bir süre için seçilir. Bu süre hiçbir biçimde parlamento tarafından kısaltılamaz ve feshedilemez. B) Kuvvetler ayrılığı kesin bir biçimde uygulanmalıdır. Devlet organlarının eşgüdüm içinde aksamadan çalışması için fren ve denge sistemi ile organların yetki ve güç suistimali engellenmelidir. C) Hükümet üyeleri başkan tarafından seçilir ve azledilir. Başkan hükümet üyelerinin düşüncelerine uymak zorunda değildir. Hükümet üyeleri yasama organı içinden, Başkan tarafından seçilebilirler ancak seçildikten sonra yasama organı üyeliklerini sürdüremezler. D) Devlet başkanı, hükümet başkanı ayrımı yoktur. E) Başkan, görevi ile ilgili işlerden dolayı sorumsuzdur.2

Başkanlık sisteminin doğuşu 1787’deki Amerikan Anayasa Kongresi ile birlikte olmuştur. Amerikan tarihinde, ABD’nin ilk kurucuları olan ve kendilerine “Founding Fathers” denilen “Kurucu Ata” ların yarattıkları bir sistemdir. Bu kişiler İngiltere’nin devlet sistemine hayranlık duyuyorlardı ve İngiliz “Monarşik” sistemini de çok iyi biliyorlardı. İngiltere’de yazılı olmayan bir anayasa, yasama ve yürütmeden bağımsız bir yargı, yürütmeden bağımsız bir yasama (meclis) ve yasamadan bağımsız bir yürütme (Kral) bulunmaktaydı.

Başkanlık sisteminin iyi işlemesi için gerekli olduğu ileri sürülen koşullar ise şunlardır: A) Başkanın yasama organını feshetme yetkisi olmamalıdır. B) Başkana yasaları veto edebilme hakkı tanınmalıdır. Başkanın vetosu da yasama organının özel çoğunluğu tarafından aşılabilmelidir. Örneğin 3/5 veya 2/3 gibi. C) Başkan yasama organının üyesi olmamalıdır.3

Kongre, “Yasama” ve “Yargı” mekanizmasını oluşturduktan sonra İngiliz Kralı tarafından uygulanan “Yürütme”nin kendi ülkelerinde nasıl uygulanacağı sorunu ile karşılaşınca, yeni bir devlet kavramı ile kurulan Amerika Birleşik Devletleri’nde yeni bir kral yaratmaktansa, bu sorunu “Başkanlık Sistemi” ni oluşturarak çözmeye karar verdi. Ama “Başkan”ı yaratırken, Fransız aydınlanma düşünürü Montesquieu’nun “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden esinlenerek yasama, yürütme ve yargı organlarını birbirinden mümkün olduğu kadar ayırmaya çalıştılar. Böylece, ABD Başkanı İngiliz Kralı’nın yerini almadı ve onunla aynı yetkilere de sahip olamadı. Tarihsel olarak da hukuki olarak da ABD Başkanlığı oluşum sürecinde İngiliz kralından tamamen ayrı bir kuvvet olarak gelişti.1

Başkanlık Sisteminin Dünyadaki Uygulamaları: Başkanlık sistemleri arasında en uzun süreli sistem, ABD başkanlık sistemidir. Özellikle Latin Amerika ülkeleri başkanlık sistemini benimsemişlerdir. Bu ülkeler içinde sistemi başarıyla uygulayan ülke hemen hemen yok gibidir. Demokratik rejim içinde sadece Kosta Rika ve Venezuela bu sistemi uygulamaktadır. 1949 yılından beri Kosta Rika’da, 1958 yılından beri Venezuela’da başkanlık sistemi kendine özgü koşullarıyla uygulanmaktadır. Kolombiya, 1974’ten ve Peru da 1979’dan beri sivil hükümetlerle başkanlık hükümeti sistemini uygulama çalışıyorlar. Diğer Latin Amerika ülkelerinde Başkanlık rejimi otoriter ve totaliter rejimlere dönüşmüştür. Günümüzde demok-

Genel hatlarıyla başkanlık sistemini tanımlayacak olursak; yasama, yürütme ve yargı organları arasında kesin bir ayrıma ve dengeye dayanan, yasama ve yargı organlarının demokratik denetimi içinde, yürütmenin iktidar olanaklarını genişleten bir hükümet sistemidir. Bu tanım çerçevesinde dünyada hepsi birbirinden fark-

1 www.ataatun.org/baskanlik-sistemi-2.html adresinden alınmıştır. 2 Kemal Gözler, Anayasa Hukukuna Giriş, Bursa Ekin Kitabevi Yayınları, Dördüncü Baskı, 2004, s.82-110 Başkanlık 3

Kemal Gözler, Anayasa Hukukuna Giriş, Bursa Ekin Kitabevi Yayınları, Dördüncü Baskı, 2004, s.82-110

50


ratik görünen birçok Latin Amerika ülkesinde demokrasi sürekli tehdit altındadır ve kimi gerekçelerle askeri darbe olasılığı her zaman mevcuttur. Latin Amerika dışında Başkanlık sistemi içinde görülen Filipinler ve Endonezya gibi birçok ülkede de demokratik geleneklerin yerleşmediği görülebilmektedir.4

nato bu üyeleri onaylar. Bakanlar, kongreye karşı sorumlu değildir. Sadece başkana karşı sorumludurlar. Başkan istediği bakanı azledebilir. Hükümet toplantılarında son ve kesin söz başkana aittir. Bu konuda verilen en güzel örnek Lincoln’ün bir sözüdür: “Yedi hayır, bir evet, evetler kazandı”

ABD Başkanlık Sistemi:

Kongre tarafından kabul edilen yasaları iki biçimde veto edebilir: “Açık veto”, Kongre’ye kabul ettiği yasayı geri göndererek hem Senato’da hem de Temsilciler Meclisi’nde ayrı ayrı 2/3 çoğunlukla kabul edilmesini isteyebilir. ABD’de bugüne kadar başkanlar veto haklarını 2800 kez kullanmışlardır. Kennedy’nin veto ettiği hiçbir yasa Kongre tarafından tekrar kabul edilmemiştir. İkinci Veto biçimi ise “packet veto” olarak adlandırılan 10 günlük inceleme hakkını kongrenin tatile girme döneminde kullanarak, imzalamadığı yasayı bir dahaki dönemde tekrar görüşülmek zorunda bırakmasıdır. “Spoil System” olarak adlandırılan yaklaşımla başkan kendi politikalarını uygulayacak kadroları bürokratik kademelere atayabilir. Yüksek dereceli memurların atamalarında senatonun onayı aranır, ancak senato genellikle bu atamaları onaylar.

ABD’de yürütme organı Başkan, yasama organı iki meclisli Kongredir (Temsilciler Meclisi ve Senato). Başkan Kongreyi feshedemediği gibi Kongre de başkanı istifaya zorlayamaz. Başkan 4 yıllık bir süre için başkan yardımcısı ile birlikte seçilir. Ülkede koşullar ne olursa olsun bu süre değiştirilemez. Başkan sadece iki devre (4+4) seçilebilir. Başkan olmak için dört anayasal koşul vardır: ABD’de doğmuş olmak, ABD vatandaşı olmak, 35 yaşında veya üstünde olmak ve 14 yıldır ABD’de ikamet ediyor olmak. Başkanın Yetkileri: ABD Başkanının, Duverger’in deyimiyle “seçilmiş kralın” 5 geniş yetkileri vardır:

Başkan, anayasaya göre silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır. Silahlı kuvvetlerin nasıl, nerede, ne zaman ve hangi biçimde kullanılacağına karar verir. En küçük rütbeli subaydan en yüksek rütbelisine kadar hepsini

Hükümet üyelerini atar. Bu üyeler için ABD’de bakan sıfatı yerine “sekreter” sıfatı kullanılmaktadır. Se4 Doç.Dr. Ayşe Tülin YÜRÜK, Anayasa Hukuku, s.178. 5

https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/genel_kurul.cl_getir?pEid=8331

51


başkan atayabilir. Başkan Truman, General Mac Arthur ile arasında çıkan ihtilafı generali emekli ederek çözmüştür.

başkanlığını Yüksek Mahkeme Başkanı yapar. Suçluluğa karar verilebilmesi için 2/3 çoğunluğun sağlanması gerekir. En ağır karar başkanın görevine son verilmesidir.

Yüksek Mahkeme Yargıçları Başkan tarafından atanır, bu atamanın senato tarafından onaylanması gerekir.

Yargı ve Yüksek Mahkeme: 1787 Anayasasıyla kurulan ve 1789 tarihli adliye yasasıyla görev ve yetkileri belirlenen yüksek mahkeme, ABD’de en yüksek yargı organıdır. Yüksek Mahkeme dışında ABD’de dört çeşit federal mahkeme bulunmaktadır.

Dış politikada başkan önemli kararları bizzat kendisi alır. Kimi devletleri tanıyabildiği gibi ikili antlaşmalarla ilişkileri geliştirebilir. ABD anayasasına göre başkanların yabancı devletlerle imzaladığı anlaşmaların yürürlüğe girmesi için Senato’nun 2/3 çoğunluğu gereklidir. Senatonun onayıyla büyükelçileri atama yetkisine sahiptir.

Başkanlar çoğu zaman, Yüksek Mahkeme hakimlerinin atamalarını yaparken kendi görüşlerini destekleyecek kişileri seçmektedirler. Ancak atamalardan sonra, kendilerini seçen başkanla farklı kararlar veren hakimlere çok sık rastlanmaktadır. Hakimlerin böyle davranabilmelerinin ardında yatan önemli gerekçelerden birinin, ömür boyu seçilmeleri olduğu belirtilmektedir.

Başkan, Federal yasalara karşı gelmekten hüküm giymiş olanları şartlı olarak veya tamamen affetme yetkisine sahiptir. Kongre: ABD’de başkanlık sisteminin en önemli temellerinden birisi de kongredir. Kongre, 438 temsilciyi içeren Temsilciler Meclisi ve 100 Senatörü içeren Senato’dan oluşur.

ABD’de hakimlerin büyük bir yargı yetkisi hatta siyasi gücü vardır. Hükümlerini verirken yasalardan ziyade anayasaya dayanmaktadırlar, yani anayasaya aykırı buldukları yasaları tatbik etmeme hakları vardır.

Kongrenin Yetkileri:

Yüksek Mahkeme aynı zamanda temyiz organıdır. Mahkemenin Anayasaya aykırılık konusunda son mercii oluşu anayasaya değil daha çok teamüllere dayanmaktadır. Yüksek Mahkeme hakimlerinden Huges “Yüksek Mahkeme nasıl anlarsa anayasa odur” diyerek yetkisinin büyüklüğünü ortaya koymuştur. Kimi hukukçular bu nedenle ABD’yi “hakimler hükümeti” diye nitelendirmişlerdir. Ancak Maurice Duverger bu nitelemeyi abartılı bulmaktadır: “Yüksek mahkeme yargıçları bir karara karşı çıkabilirler, ama karar alamazlar: denetlerler ama yönetemezler.”

Kongre kişilerin ve federe devletlerin anayasa ile tanınmış hak ve yetkilerine dokunmamak koşuluyla tekelinde olan yasa yapma gücünü anayasa sınırları içinde serbestçe kullanabilmektedir. Yasa yapma gücü daima iki meclisin anlaşması ile uygulama bulabilmektedir. Bütçenin kabulü, federal hazinenin çıkış ve girişlerini düzenleyen mali yasaların yapılması tamamiyle kongreye aittir. Kongre başkana hedef ve politikalarını gerçekleştirmesi için gereken mali olanakları sağlamayarak engel olabilir. Örneğin, Jefferson’a yaptığı gibi yeni topraklar almak istediğinde gereken parayı vermeyebilir.

Fransa Yarı Başkanlık Sistemi:

Gerektiğinde komisyonlarıyla herhangi bir faaliyet hakkında soruşturma yaparak bir mahkeme görüntüsü bile kazanabilir.

Yarı başkanlık sistemi, hükümet başkanı ve cumhurbaşkanı arasında yürütme yetkilerinin paylaşıldığı, yasama ve yürütmenin işbirliği içinde çalıştığı, kesin kuvvetler ayrılığının olmadığı bir hükümet sistemidir. Bu sistemde de Cumhurbaşkanı genel oy ile halk tarafından seçilmektedir ve hükümet, millet meclisi önünde sorumlu sayılmaktadır.

Temsilciler Meclisi, mali inisiyatife sahiptir. Mali yönü olan yasaların önerisi Temsilciler Meclisince yapılmaktadır. Senato, kendine gelen mali yasayı kabul edip etmemekte serbesttir.

Fransa’nın uyguladığı bu sistemin parlamenter rejime göre temel farklılıkları şunlardır:

Senato uluslararası antlaşmaları onaylar ve bazen bu hakkını onaylamama yönünde kullanmaktadır. Birinci Dünya Savaşandan sonra Başkan Wilson’un imzaladığı Versay Barış antlaşması Kongre tarafından reddedilmiştir.

Klasik parlamenter rejim Cumhurbaşkanına sembolik görevler yüklediği halde, yarı başkanlık sisteminde yetki sahası daha geniştir. Örneğin; meclisi dağıtabilme, referandum isteyebilme, anayasa konseyi üyelerini atayabilme ve anayasanın 16 maddesi gereği olağanüstü durum ilan ederek yasama, yürütme ve hatta yargı gücünü elinde toplayabilmektedir. Cumhurbaşkanı, dış politika ve savunma konularında da ağırlığa sahiptir.

Kongre başkan üzerinde impeachment(suçlandırma) yetkisini kullanabilir. Başkan vatana ihanet, zimmetine para geçirme veya diğer cürüm ya da ağır suçlar nedeniyle itham edilip yargılanabilir. Bu suçların tespiti ve suçlunun cezalandırılması yetkisi Kongre’ye aittir. Temsilciler Meclisi hazırlık araştırmasını yapar. Senato da mahkeme vazifesini görür ancak bu durumda senatonun

7 yıl için seçilen Cumhurbaşkanı, vatana ihanet dışında mutlak bir sorumsuzluk taşımaktadır. Yasaları onay52


layan Parlamento, hükümeti denetleme ve düşürebilme yetkisine sahip olduğu halde, Cumhurbaşkanına karşı denetleme yönünden herhangi bir yetkisi yoktur.

yapabilecek. Başkan, seçimler öncesinde başkan yardımcısını da halka açıklayacak. Sistemde üniter yapı korunacak, tek parlamento olacak. Meclis’in milletvekili sayısı 550 olarak korunacak. Parlamento seçimleri ile başkanlık seçimi eş zamanlı olarak 5 yılda bir yapılacak. Ancak “3 yılda bir parlamentonun yarısının yenilenmesi” formülü üzerinde de çalışılıyor. Bu durumda, yenilenecek üyeler kurayla belirlenecek.8

Venezuela Başkanlık Sistemi: Demokratik sistemin uzun süredir kesintiye uğramadığı ve başkanlık sistemi ile yönetilmekte olan Venezuela, ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Bu ülkede demokrasi, baskıcı bir diktatörlüğe karşı mücadele eden solcu işçi liderlerinden, muhafazakar işadamları gruplarına kadar farklı güçlerin geniş bir koalisyonu sonucu ortaya çıkan uzlaşmayla doğmuştur. İstikrarın arkasında petrol, kahve ve şeker gelirlerinin demokratik bir ortam içinde özel sektörü geliştirmesi, orta sınıfa ve çalışan kesimlere ayrıcalıklar getiren önemli mali kaynakların sağlanması belirtilmektedir. 1958’de başlayan demokratikleşmeyle birlikte ülkede bütçenin üçte biri sosyal programlara, diğer üçte biri ekonomik kalkınma projelerine harcanmıştır. Günümüzde ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalsa da ülkede rejim açısından büyük sorunlar yaşanmamaktadır. Başkan 5 yıllık bir süre için doğrudan halk oyuyla seçilmektedir. Üst üste iki dönem görev yapamamaktadır. Başkan, yürütmenin başı ve silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır. Senato ve Temsilciler Meclisi olmak üzere Ulusal Kongre ülkenin yasama organıdır. Ülkede güçlü iki büyük parti bulunmaktadır. Yasama organının çoğunluğunu oluşturan partiler genelde başkanın kararlarını desteklemişlerdir. Başkanlık sisteminin işlemesinde siyasi partilerin büyük özverileri olmuştur. 1958’de seçim öncesinde siyasi parti liderlerinin imzaladıkları antlaşma “Punto Fijo” sadece ülkenin zorlu geçiş yıllarını atlatmasını değil, etkileriyle uzlaşma unsurunu Venezuela siyasal kültürünün önemli bir yapıtaşına dönüştürmeyi de sağlamıştır.6 Türk Tipi Başkanlık Sistemi Nedir, Planlanan Yapı Nasıldır?

Başkan Meclis’e değil sadece halka karşı sorumlu olacak. Bu nedenle güvenoyu ve gensoru uygulamaları kaldırılacak. Bu yolla başkan ve kabinenin düşürülmesi imkanı da olmayacak. Başkan kabinesini parlamento içinden seçmeyecek. Milletvekili olanlar, bakan olamayacak.

Son günlerde tartışılan başkanlık sistemi yönetim modeline Türk Tipi Başkanlık Sistemi denmeye başlandı, işte bu Türk tipi başkanlık sisteminde diğer başkanlık modellerinden farklı olması düşünülen neler var? Genel hatlarıyla öngörülen model aşağıdaki gibidir;

Amerikan sisteminden farklı olarak büyükelçi gibi üst düzey bürokratlar başkan tarafından atanacaklar. Bu atamada Meclis onayı aranmayacak. Bütçeyi başkan hazırlayacak, Meclis’in bütçeyi attırma ya da eksiltme yetkisi olacak.

Çift meclisli ABD ya da Fransa modelleri tercih edilmeyecek.7 Yargılamayı, Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi yapacak.

Modele göre başkan, cumhurbaşkanının halen sahip olduğu yetkilerin yanı sıra bakanları da atayacak. Hükümetin olduğu gibi partinin yönetimi de başkana geçecek. Parti içinde başkan olduğu sürece partili kimliğinin

Başkan doğrudan halk tarafından 5 yıllığına seçilecek. Başkan olmak için 40 yaşında ve üniversite mezunu olmak şartı korunacak. Bir kişi, iki dönem başkanlık

6 www.baskanliksistemi.com 7 www.trtturk.com/haber/turk-tipi-baskanlik-sissteminin-ayrintilari-belli-oldu.html 8

http://www.timeturk.com/m/haber.asp?id=567161

53


sürebileceği ya da parti lideri olmayabileceği formülleri üzerinde de duruluyor.

tili sistemlerde siyasal istikrarsızlığa yol açarak yürütme ve yasama arasında çatışma yarattığı söylenmektedir.

Başkan, vatana ihanet gibi belli başlı bazı suçlardan yargılanabilecek. Yargılamayı, Yüce Divan sıfatı ile Anayasa Mahkemesi yapacak. Başkanı, Yüce Divan’a gönderme yetkisi ise Meclis’te olacak. Meclis, bu kararı nitelikli çoğunluk ile verecek. Başkan hakkında yargılama kararı verilmesi için 367 kabul oyu aranması planlanıyor.9

Başkan ve parlamento (Kongre) arasında farklı siyasal eğilimlerin çoğunluğu oluşturduğu durumlarda halk adına yapılan konuşmalarda meşruiyet ve temsil krizine yol açabileceği ileri sürülmektedir. Siyasal iktidarın tek bir elde toplanması demokratik geleneklerin olmadığı ülkelerde tek adamlık, diktatörlük sonuçları doğurabilir.

Bu başkanlık modelinin Ürdün modeli ile çok benzer olduğu da konuşulan diğer bir görüştür. Hatırlatalım ki Ürdün bir Krallık ve Kral tarafından yönetiliyor.

“Kazanan; her şeyi kazanır, kaybeden; her şeyi kaybeder” ilkesi nedeniyle seçildikten sonra asla müdahale edilmez durumunda olan bir kişi ülkede muhalefeti birçok konuda uzlaşmazlığa ve yasadışı yollara itebilir.

Aşağıda, öngörülen sistemin ABD’den temel farkları verilmiştir:

Yürütmenin mutlak hakimiyeti oluşabilir ve demokratik teamüllere sahip olmayan bir ülkede başkanın partisinin çoğunluğundan oluşan yasama, yürütmeye tabi olarak hareket edebilir.

1) ABD’de ya da başka bir yerde başkan meclisi feshedemez. AKP’nin yaptığı taslakta ise edilebilir. 2) Başkanlık sisteminde başkan kanun yapamaz. AKP’nin “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” dediği taslakta başkan (KHK’lerle) yapabilir.

Tersi durumda yasa çıkaramayan, özellikle bütçesini oluşturamayan ve vaatlerini yerine getiremeyen bir sistem içinde başkan, başarısızlığa sürüklenecektir.

3) ABD’de bile Yüksek Yargı mensupları ve bazı üst düzey atamalar Senato’nun onayına tabidir. Senato oyladıktan sonra atamalar yürürlüğe girer. AKP’nin taslağında ise böyle bir onaya ihtiyaç görülmüyor. “Tek kişilik bir padişahlık” gibi algılanıyor bu durum.

Parlamentarizmin Tartışılan Yönleri: Ülkemizde de olduğu gibi parlamenter sistem yumuşak kuvvetler ayrılığına dayanan bir sistemdir. İngiltere’de kendine özgü koşullarda oluşmuş ve Kara Avrupası’na geçtikten sonra birçok ülke tarafından kabul edilmiş ve gelişmiştir. Birçok kişi tarafından demokrasinin tek gerçekleşme biçimi olarak görülen parlamentarizm günümüzde ağır eleştiriler almaktadır.

4) Başkan yürütmeden biri olarak çok güç biriktirdiğinden, bu gücün bir miktarını yerel yönetimlere vererek, dengeyi sağlar. Türkiye’de düşünülen sistemde bu da yok.

Tüm bu bilgiler ışığında, gelecek dönemde ülkemizin ne yönde değişeceğini ve etkileneceğini, hep beraber tayin edip göreceğiz.

5) Başkanlık Sisteminde kuvvetler ayrılığı kesin bir biçimde vardır ve bu demokrasinin teminatıdır. Başbakan ise kuvvetler ayrılığı yürütmeye engel diyerek itiraz ediyor, öte taraftan da başkanlık istiyor; bu da manidar bir duruma işaret ediyor.

KAYNAKÇA

6) Başkanlık sisteminde fren ve denge sistemleri var. Yani sistem, hukuk mekanizmaları ile yetkililerin ve egemenliğin dayatılmasını frenleyip dengeleniyor ve de Senato’nun denetimi ile regüle ediliyor. Türkiye’de öngörülen dengesiz ve frensiz başkanlık bizi demokrasiden uzaklaştırıp otokratizme götürebilir. Böyle bir tehlike var. 10

GÖZLER, Kemal, Anayasa Hukukuna Giriş, Ekin Kitabevi, Bursa, 2011 TÜLİN, Ayşe, Anayasa Hukuku, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2013 İNTERNET KAYNAKLARI

Başkanlık Sisteminin Tartışılan Yönleri:

www.tbmm.gov.tr (Erişim Tarihi: 26.04.2015)

Başkanlık rejimi parlamentarizme göre geçmişi fazla olmayan bir hükümet sistemidir. Yapı taşları ABD dışında tam anlamıyla yerine oturmamıştır.

www.baskanliksistemi.com (Erişim Tarihi: 22.04.2015) www.trtturk.com (Erişim Tarihi: 29.04.2015)

Temel eleştiriler:

www.timeturk.com (Erişim Tarihi: 24.04.2015)

Eleştirilerin bir kısmı, başkanlık sisteminin işleyişine ve sonuçlarına göre biçimlenmektedir. Başkanlık sisteminin daha çok iki partili sistemlerde yaşadığı, çok par-

www.usasabah.com (Erişim Tarihi: 26.04.2015) www.birgun.net (Erişim Tarihi: 25.04.2015)

9 www.usasabah.com/Yazarlar/yahya.bostan/2015/01/30/turk-tipi-baskanlik-sistemi 10

www.birgun.net/news/view/bunun-adi-baskanlik-degil-diktatorluk/12868

54



Hazırlayan: Şaban ÇAYTAŞ

sabancaytas@gmail.com

AYTEN ALKAN İLE YEREL YÖNETİMLER ÜZERİNE SÖYLEŞİ Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda çekince konulan maddelerin kaldırılmasında hukuki engeller var mıdır? Ayrıca çekincelerin kaldırılması yerel yönetimlerin güçlendirilmesi açısından gerekli midir ve eğer çekinceler kalkarsa ne gibi değişiklikler gerçekleşir?

önemli ve yapısal bir yeri var. Şart 1985’te imzaya açıldı, Türkiye Cumhuriyeti bu Şartı 1988 yılında imzaladı, 1991 yılında onayladı ve 1992 yılında da yürürlüğe soktu. Dolayısıyla Şart, Anayasa’nın 90. Maddesi gereği, iç hukuk normu niteliği de kazandı. Fakat Türkiye, Şart’ı imzalarken önemli çekinceler de koydu ve bu çekinceler, aradan geçen bunca zamana rağmen kaldırılmış değil. Çekincelerden; - üçü yerel yönetimlerin mali kaynakları ve mali özerkliğiyle (Md. 9/4, 6 ve /7), - biri, yerel yönetimleri ilgilendiren karar ve düzenlemelerde yerel yönetimlere danışılması gereğiyle (danışma ilkesi), (Md. 4/6) - biri, yerel yönetimlerin iç örgüt yapılarını gelişen yerel ihtiyaçlara göre kendilerinin düzenleyebilmesiyle (Md. 6/1), - biri, seçilmişlerin görevlerinin son bulmasıyla da neticelenebilecek ‘görevle bağdaşmayan iş’lerin neler olduğunun yasayla tanımlanması gereği (Md. 7/3), - biri, merkezi idarenin yerel yönetimler üzerinde uygulayacağı vesayetin, vesayetle korunmak istenen yararla orantılı olması (Md. 8/3) - biri yerel yönetimlerin başka yönetimlerle girecekleri işbirliği serbestisi (Md. 10/2 ve /3) - sonuncusu da yerel yönetimlerin, kendi çıkarlarını korumak amacıyla yargıya başvurabilme haklarıyla ilgili (Md. 11)

A

vrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı ve Avrupa Kültür Sözleşmesi’yle beraber Avrupa Konseyi’nin dördüncü direği olarak kabul edilir Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı. Türkçe’de, AB’nin organlarından biri olan Avrupa Konseyi (European Council, EC, Conseil Européen) ile, 1949 yılında Avrupa’da demokrasi ve insan haklarını güçlendirmek amacıyla kurulan ve Türkiye’nin 9 Ağustos 1949 tarihinden beri üyesi olduğu Avrupa Konseyi (Council of Europe, CoE, Conseil de l’Europe) sık sık karışıtırılıyor. Birincisi (EC) AB devlet ve hükümet başkanlarıyla Komisyon Başkanı’nı bir araya getiren, AB’nin genel siyasi ilkelerinin belirlendiği nihai karar organı. Genellikle Brüksel’de toplanır. İkincisi, Türkiye’nin başından bu yana üyesi olduğu CoE, AİHM’i de bünyesinde barındıran ve merkezi Strasbourg’da bulunan örgütlenme. Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı bu ikinci örgütün ürünü. Ana ilkesi “çoğulcu demokrasiyi geliştirmek” olarak tanımlanan Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi, Konsey’in üç ana biriminden biri. Konsey’in 12 Ocak 1957’de kurduğu Yerel ve Bölgesel Yönetimler Sürekli Konferansı, 17 Ocak 1994’de, biri bölgesel diğeri yerel yönetimleri kapsayan iki meclisten [yerel yönetimler meclisi – bölgeler meclisi] oluşan ve 318 delegesi üye ülkelerin seçimle işbaşına gelmiş yerel yöneticileri olan şimdiki Kongre’ye dönüştürüldü. Dolayısıyla Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimleri’nin Konsey nezdinde

Bu çekincelerin kaldırılmasının önünde hukukî bir engel yok. Öte yandan, benzeri biçimde çekincelerle Şart’ı imzalayıp onaylamış, ama yerinden yönetim sistemi Türkiye’dekinden çok daha gelişkin ve demokratik Avrupa ülkeleri de var. Öte yandan, elbette söz konusu çekinceleri kaldırmak bir siyasi irade, bir prensip düzeyinde kabul beyanında bulunmak demek. Türkiye’nin bunu yapmaması, 56


merkeziyetçi geleneğinden kaynak alıyor. Diyelim Tek Parti dönemiyle AKP iktidarı dönemi, hatta AKP iktidarının 2002-2010’lar ile 2010’lar sonrası merkeziyetçilikleri birbirinden tarihsel olarak da nitelik olarak da farklı özellikler gösteriyor. Fakat ortak paydanın merkeziyetçilik olduğu gerçeği ortadan kalkmıyor. Merkeziyetçiliğe, bir de otoriteryenliği eklemek gerek elbet.

“yörede yaşayanların fikirlerinin alınması / halka danışma / o yöreye dair söz sahibi olma / yönetime katılma” geliyordu. Bu, herhalde, çok şey anlatıyor değil mi? İzin verin, bu sorunun yanıtı için, ben öğrencilerin sınav kâğıtlarından bazı alıntılar yapmakla yetineyim: “Validebağ’da yaşanan, (merkezi otorite - yerel yönetimler ilişkisi söz konusu olduğunda) açık bir vesayet rejimidir.”

Kürt hareketinin yerel yönetimlerden beklentileri nelerdir? Özerklik uygulanabilir mi ve önünde hukuki engeller var mıdır? Eğer uygulanırsa Türkiye’yi neler bekliyor?

“Gezi’de tanık olduk ki, 15 milyonluk kentin yerel yöneticileri, merkezi yönetimden gelen plan ve talimatları uygulama memurlarından fazlası değildir.”

Özerklikten bahsediyorsak, önünde hukuki engeller yok. Öte yandan, özerkliğin derecesi ve biçimi ülkelerin benimsedikleri siyasi ve idari rejimleri, gelenekleri, tarihleri doğrultusunda değişir. Örneğin kimi ülkelerde eğitim yerel yönetimlerin sorumluluk alanında. Veyahut birçok ülkede yerel yönetimler yerel dillerde hizmet veriyor ve hatta yerel yönetimleri, yok olmaya yüz tutmuş dilleri korumakla anayasal olarak sorumlu tutmuş ülkeler var. Fakat Türkiye’de 2006 yılında örneğin Diyarbakır Sur Belediye Meclisi, “çok dilli belediyecilik” kararı aldığı için feshedildi, Belediye Başkanı da o karara katıldığı için görevden alındı. Sonradan Hükümetin birçok kurumda ve düzlemde resmi dilden başka dillerin kullanımını mümkün kıldığını biliyoruz ama. “Yaparsam ben yaparım, yaparsam merkez yapar!” tavrı… Yerel toplulukların kendi kendilerini yönetme kabiliyet ve imkânları, hiç şüphesiz demokratik gelişmeyle başabaş gider. Bu anlamda belli denemeler ve örnekler dışında (örneğin Fatsa deneyimi) Türkiye’de bunun tecrübe edilmiş olduğu bir dönem ya da yerellik yok. Kürt illerindeki talep, aslında bu yönlü bir talep. Başka yerlerde kolayca rastlanmayacak bir “yerel yönetim – yerel halk” iç içeliği de görürsünüz bu illerde; kuvvetli bir aidiyet ve temsiliyet ilişkisi vardır. Lâkin ben her zaman “Parti-Yerel Yönetim özdeşleşmesi”nde sorunlar olduğunu düşünürüm. Bunun kendisi yerel özerkliği zedeleyecek faktörlerden biri. Parti AKP olmuş, BDP olmuş, ilke düzeyinde fark etmez bu anlamda. Parti İl ya da İlçe örgütüyle Yerel Yönetim arasında önemli bir fark olmalı ve bu korunmalı değil mi?.. Son olarak, ben özerkliğin sadece Kürt Siyasal Hareketi’nin güçlü olduğu yerler için değil, bütün Türkiye için bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Fakat bunun yolu sadece yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden geçmiyor. Zira aynı zamanda ve daha önemlisi bir siyasi kültür meselesi. Bunca “liderci” bir toplumun özerklik hayal edebilmesi için daha çok hayal kırıklıklarından geçmemiz gerek.

“Yerel yönetimler toplumun huzuru ve toplumun ihtiyaçlarının daha etkin, ussal olarak karşılanabilmesi ihtiyacından doğmuştur. Bunun içindir ki yol yapımı, hastahane gibi oluşumlar, hizmetler sunar. Toplumun, şehrin ya da bir semtteki ahalinin istemediği bir olguyu ya da projeyi dayatması kendi kuruluş amacından sapmasına, dolayısıyla bir çelişkiye yol açmaktadır. ‘Dönemin Başbakanı da istiyor’ cümlesi, yerel idarenin merkezi idareye karşı korunması gerekliliğini şahsen bana hatırlattı.” “Oluşumu yüzyıllar alan koruların yıkımı, sadece o yöre halkına değil, tüm Türkiye’ye malolacaktır. Esas olan, belediyelerin özerkleşerek istediklerini yapabilmeleri, her kaynağı insafsızca kullanabilmeleri değildir. Halkın, seçmenin özerkleşmesi ve karar alma süreçlerinde etkin rol oynayabilmesidir.” “Yerel yönetim bu demek değildir. Halk için halka rağmen bir tavırla olaya yaklaşılamaz. … Bu, sadece Üsküdar Belediyesi için de böyle değildir. Türkiye genelinde bu durum böyledir. Halkın katılamadığı kararlar, bedelleri halka ödetilerek icra edilmektedir.“ “Normalde merkeziyetçi burjuva yönetimi, halkın en çok üreten ve en farklı görünen kesimlerini ezmek üzere yasalar yapar. … Bizim devletimiz bir burjuva devleti olmayı bile doğru düzgün beceremeyerek, kendi yaptığı yasalara kendisi de uymamakta… Örneğin; Validebağ Korusu’na yapılacak butik cami, cami yapmayla ilgili yönetmeliğe göre gereken alandan küçük bir alanı işgal edecek şekilde tasarlandığı için yapılmamalıydı, ancak inşaat süreci başlayıp ardından yönetmelik değiştirildi. Ya da örneğine rastlamaktan bıktığımız şekilde yürütmeyi durdurma kararına karşın inşaata devam edilmesi… Bu bana hep, metrobüs inşa ihalesinin yapılmasından bir ay önce ihaleyi alacak firmanın inşaata başlamasını ve oradaki rant ilişkilerini anımsatıyor. … Bu sebeplerle hukuktan medet ummamak gerek.”

Validebağ’da genel hatlarıyla neler yaşandı? Belediyenin üzerine düşen görev neydi? Realitede uygulanan ne oldu?

“Açılan dava hakkında mahkemenin verdiği yürütmeyi durdurma kararının iptali ve buna herhangi bir gerekçe gösterilmemesi de, yerel yönetimlerin yasama ve yürütme hakkına fazlasıyla sahip olduğu ve merkezi yönetimi geride bıraktığının belirtisidir bana göre.”

İÜ SBF Kamu Yönetimi 3. Sınıfa verdiğim Yerel Yönetimler dersinin arasınavında benzeri bir soru sordum. Öğrencilerin referansta bulunduğu nosyonların başında,

Değer verip, vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler. 57


Hazırlayanlar: Ayda SEZGİN Ünal ÇELİK

aydasezgin.95@gmail.com unal_celik_1994@hotmail.com

RAŞİT TÜKEL İLE REKTÖRLÜK SEÇİMLERİNE DAİR SÖYLEŞİ 12 Eylül 1980 sonrası üniversitelerde yaşanan dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz?

tede sadece öğretim üyeleri yok. Öğretim üyeleri dışında, araştırma görevlileri, öğrenciler, idari personelin de oy hakkının olması gerekir. Çünkü tüm bu bileşenlerin içinde yer aldığı bir üniversiteyi yönetiyorsunuz, sadece öğretim üyelerinin değil tüm üniversitenin rektörü oluyorsunuz. Ancak mevcut yasalara göre biliyorsunuz sadece öğretim üyeleri oy kullanabiliyor. Bu sistemde de kullanılan oya, seçimin sonuçlarına, diğer bir ifadeyle öğretim üyelerinin iradesine bağlı kalınmadan sıralama YÖK tarafından değiştirilebiliyor ya da Cumhurbaşkanı tarafından sıralamaya bakılmadan bir atama yapılabiliyor. Bu da daha sürecin en başında, akademik özerkliği daraltan ya da giderek ortadan kaldıran bir durum. Aynı zamanda bilimsel özgürlükler de giderek ortadan kayboluyor. Bilimsel özgürlük dediğimiz zaman, bir araştırmacının bilimsel gerçekler, nesnel temeller üzerinde araştırma yapması ya da çağdaş gelişmeler ışığında bir eğitim programı ya da müfredat oluşturması, bilimsel araştırmalardan edindiği sonuçları özgürce yayabilmesini anlıyoruz ve bu durumun da giderek ortadan kaybolduğunu görüyoruz. Çünkü kadro dağıtımları adil bir biçimde yapılmıyor. Atamalar liyakat temel alınarak gerçekleştirilmiyor. Atama ve yükseltmelerde de sizin rektöre ya da üniversiteyi yönetenlere yakınlığınız belirleyici olabiliyor. Bunların bir sonucu olarak da üniversitelerde hiyerarşik bir yönetim biçimi oluşturuluyor. Yukarıda atanan bir rektör, onun seçtiği dekanlar,

B

iliyorsunuz, 12 Eylül sonrasında 6 Kasım 1981 tarihinde Yüksek Öğrenim Yasası çıktı ve Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) kuruldu. Aslında YÖK’ün en önemli işlevi devletin üniversiteleri kontrol altına almasıydı. Tabii kontrol altına almak dediğimizde, öncelikli olarak akademik özerklik alanının daraltılması söz konusu oluyor. Artan biçimde denetim altına alınan üniversitelerin kendini yönetmesi ise giderek imkansızlaşıyor. Bunun en somut göstergesi rektörlük seçimleri. Çünkü atama seçim sonuçlarına bağlı kalmadan gerçekleştiğinde, sizi atayan merciyle ilişkiniz işin en başında belirlenmiş oluyor. Onun talepleri karşısında bağımsız davranmanız giderek zorlaşıyor ya da mümkün olmuyor. Tabii o zaman da, iktidarın ya da onun temsilcilerinin üniversiteyle ilgili düşündüklerinin gerçekleştirilmesi gündeme gelebiliyor. Oysa ki üniversiteyi üniversite yapan en önemli özellik akademik özerklik, yani bağımsızlık ve kendi kendini yönetebilmedir. Bunun ilk aşaması da rektörlük seçimi. Buradaki mensuplardan öğretim üyeleri midir?

kastedilen

sadece

Evet, şimdiki yasalara göre öğretim üyeleri. Ama bu uygulama olması gereken değil tabii ki. Çünkü üniversi58


yüksekokul müdürleri ve yukardan aşağıya bir ast-üst ilişkisi altında yönetilen bir üniversite. Oysa ki üniversitelerde yatay ilişkiler geliştirilmelidir. Bilimin, bilginin üretilmesi ast-üst ilişkisinin hakim olduğu bir ortamda gerçekleştirilemez. Bu tür bir yapılanmanın en önemli eksikliklerinden biri katılımcılık. Tüm üniversite bileşenleri kendilerini ilgilendiren konularda kararlara katılabilmelidir. ‘’Katılabilmeli’’ derken, öncelikle bunun ortamının, mekanizmalarının oluşturulması gerektiğini belirtmek isterim. Örneğin, yönetime yakın öğrencilerin bazı kurullara katılabiliyor olması, öğrencileri temsil ettikleri anlamına gelmiyor.

görevlilerinin bir 50/d sorunu var. Bu arkadaşlarımız güvencesiz bir kadroda çalışıyorlar, fakülteyle ilişkileri bir süre sonra kesilebiliyor. Üniversitemizde güvencesiz olarak, işini kaybetme tehditi altında 3000’den fazla taşeron işçi çalışıyor. Bu nedenlerle demokratik bir seçim ortamından başlayarak tüm üniversite bileşenlerinin karar süreçlerinde yer alabilecekleri mekanizmaların oluşturulması çok önemli. Seçimle değil atamayla gelen bir rektörün, yönetim kademelerine kendi ekibini yerleştirerek üniversiteyi hiyerarşik bir düzen içinde yönetmeye kalkması, sorunların çözümüne katkı sağlamadığı gibi, birçok yeni soruna neden oluyor.

Ya da Öğrenci Temsil Kurumu seçimlerinin duyurusunun çok yapılmadan, belli saatlerde ya da belli kişileri haberdar edilerek, diğer öğrencilerin haberi olmadan yapılan seçimler olabiliyor. Bunun ilerleyen süreçte daha büyük bir yansıması olarak 2010 yılında Öğrenci Kültür Merkezi’nin (ÖKM) kapatılması gibi bir durumla da karşı karşıyayız. Öğrencilerin üretim yapabilecekleri yegane alan olan ÖKM dönemin rektörü tarafından ‘’Yer yok’’ bahanesiyle kapatılabilmişti. Bunun sonrasında dönem başında şimdiki ‘’Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi’’ (AUZEF) olarak kullanılan binada tiyatro çalışmaları yapan arkadaşlarımızın sahnesi bir gece operasyonuyla dışarı atılmıştı büro yapılacağı gerekçesiyle. Ya da öğrenciler için temin edilen taş odalar öğrenci kulüplerin teslim edileceği söylenmesine rağmen okul birimlerine veriliyor. Fakat bu yapılan yerler başlangıçta öğrenci kulüplerinin faaliyet yapması için yapılan alanlar olarak gösteriliyordu.

Sizden önceki dönemde yani Yunus Söylet’in rektör olduğu dönemde üniversitenin genel yapısını nasıl yorumluyorsunuz? Az önce tepeden inen, atama usulü bir yönetimden bahsettiniz. Ama bundan önceki rektör bir seçimle iş başına gelmişti. O zaman yapılan seçimde siz ikinci olmuştunuz. Bir önceki seçimde ikinci oldunuz, sonraki seçimde rekor bir oyla seçildiniz. Bu iki dönem arasında yaşanan değişimi nasıl açıklıyorsunuz? Rektör atamasının seçim sonucuna bağlı kalınarak yapılması çok temel bir nokta. Ancak, bir kişinin en yüksek oyu alması üniversiteyi en iyi şekilde yöneteceği anlamına gelmiyor. İstanbul Üniversitesi de dahil olmak üzere birçok üniversitede rektörlük için adaylıklar açıklanırken, iktidarla, karar vericilerle, atamayı yapanlarla ilişkiler öne çıkartılıyor. Bu ilişkiler bir avantaj gibi sunulabiliyor. İktidara yakın olduklarında sanki üniversiteye daha çok hizmet verebilirlermiş gibi bir anlayış ortaya koyuyorlar, bu tarzda bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Öğretim üyeleri de seçimlerde bu tür bir algılamaya uygun biçimde davranabiliyorlar. Bunun bir yanılgı olduğu çok açık. Yunus Söylet örneğinde bunu gördük. Sonuçta siz iktidarla yakınlığınızı öne çıkartarak seçime girip yine bu yakınlık üzerinden atandıysanız, en yüksek oyu da alsanız bağımsız kararlar veremiyorsunuz. O yakınlık atanmak açısından bir avantaj sağlarken, sonrasında üniversite için bir dezavantaj oluyor. Çünkü üniversitenin çıkarına olan şeyi değil, yukarıdakilerin sizden istediği şeyi yapmaya başlıyorsunuz. Seçim sürecinde bunları çok vurguladık. Veterinerlik Fakültesinin eğitim-uygulama çiftliği TOKİ’ye devredilebiliyor ya da botanik bahçesi Diyanet’e verilebiliyor. Bu tür yeni anlaşmaların yapılabileceğini, benzer uygulamaların önümüzdeki dönemde giderek artacağını öngörüyoruz. Şeffaflık olmadığı için de, siz yönetimin hangi kararları aldığını, bunları hangi aşamalardan geçerek uygulamaya koyduğunu ancak gerçekleştikten sonra öğrenebiliyorsunuz. O zaman da iş işten geçmiş oluyor. Bu durum sadece İstanbul Üniversitesi’ne özgü

Öğrenciler için yaşam alanları, sosyal, kültürel faaliyetlerini yapabilecekleri alanlar giderek ortadan kaldırılıyor. Aldığı kararlar gösteriyor ki, üniversite yönetimi bunların gerekliliğini bile kabul etmiyor. Bu tür alanlar bazen gerekçesiz biçimde kaldırılıyor. Bazen de daha çok öğrenci almak için mekan yaratmak isteniyor. Halbuki daha çok öğrenci daha büyük üniversite anlamına gelmiyor. Sizin öğrencilerinize ne sunduğunuz, ne kadar çağdaş ve öğrenci merkezli bir eğitim verdiğiniz, ne kadar yaratıcı, sorgulayan, eleştirel düşünceyi öne çıkartan bir eğitim ortamı oluşturduğunuz, sosyal, kültürel faaliyetler için ne kadar alan açtığınız önemli olan. Üniversite yönetiminden beklenen de, bu tür faaliyet alanlarını, bırakın kapatmayı, daha nasıl geliştirebileceğini, yeni kanalları nasıl açabileceğini düşünmesi, bunları hayata geçirmesi. Kararların üniversite bileşenlerinin gereksinimleri dikkate alınmadan, merkezi bir biçimde alındığı bir yapılanma, sadece öğrenciler için değil, her kesim için farklı sıkıntılara neden oluyor. Örneğin, araştırma 59


değil, birçok üniversitede benzer süreçler yaşanıyor.

yaptık. Tıp fakültelerindeki öğrenci kontenjanı sorunu son dönemin öne çıkan konularından biri oldu. Aslında, birçok fakültede benzer bir kontenjan sorunu yaşanıyor. Farklı olarak, tıp fakültelerinde öğrenci kontenjan sayılarını artırma, hekim sayısını artırmak, hekim emeğini ucuzlatmak için sistemli bir politika olarak uygulanıyor. Tıp fakültelerinin alt yapı olanakları değişmezken, öğrenci kontenjanlarının her yıl yüzde yirmi artırıldığına tanık oluyoruz. Amfiler değişmiyor, hatta deprem riski nedeniyle yıkılan binalarımız var, ama öğrenci sayımız artıyor. Bu konuda paneller yaptık, imza topladık. Ayrıca, çeşitli fakültelerde yaşanan sorunları tespit ettik ve rektörlüğe dilekçe vererek bunlara yanıt talep ettik. İstanbul Üniversitesi Demokratik Üniversite Girişimi olarak etkinliklerimizi sürdürürken, karşımıza rektörlük seçimi çıktı. Biz seçime yönelik bir çalışma içinde değildik.

Konusu açılmışken buradan hareketle Demokratik Üniversite Girişimi’nin kuruluş sürecini de anlatırsanız.. Evet, onu da anlatayım. Demokratik Üniversite Girişimi’nin öncesine, yani 2012 yılına, hatta biraz daha geriye 2011 yılına gidelim. 31 Ocak 2011 tarihi üniversite hastaneleri için önemli bir tarih. Çünkü bu tarihte tam gün diye bilinen ancak gerçek anlamda tam günle ilişkisi olmayan performansa dayalı ödeme sistemi üniversite hastanelerinde uygulanmaya başlandı. Bu aynı zamanda, 300 öğretim üyesi olarak bir araya geldiğimiz, cübbelerimizle İstanbul Üniversitesi merkez binaya yürüdüğümüz ve rektörle görüşme yaptığımız tarih. Ondan sonra da çeşitli eylemlerimiz oldu; yürüyüşler, basın açıklamaları yaptık. Ancak, bildiğiniz gibi, ‘’Sağlıkta Dönüşüm’’ süreci diğer alanlarda olduğu gibi, üniversitelerde de bizim tüm çabalarımıza ve diğer birçok çabaya karşın devam etti. Biz o süreçte tıp fakültesi öğretim üyeleri olarak, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) ve taşeron işçiler ile birlikte bu eylemleri yapmıştık. 2012 yılında rektörlük seçimi gündeme gelince, üniversite mücadelemizin bir aşaması olarak içimizden birinin aday olmasına karar verdik. O dönemde kendimizi ‘’İstanbul Üniversitesi Tıp Fakülteleri Öğretim Üyeleri Girişimi’’ olarak tanımlıyorduk. O dönemde yaptığımız toplantılar sonucunda ben aday gösterildim. Adaylık kararını verme aşamasında tıp fakülteleri dışındaki kesimlere ulaşmayı gerçekleştiremedik. Diğer fakültelerle bağlantılar seçim çalışmaları sırasında gerçekleşti. Seçim sürecinde çalışmalarımızı birlikte yürüttüğümüz çeşitli fakültelerde öğretim elemanı ve idari personel olan arkadaşlarımızla seçim bittikten sonra bir araya geldik ve birlikte mücadeleye devam etme kararı aldık. Kendimizi bu yeni dönemde ‘’İstanbul Üniversitesi Demokratik Üniversite Girişimi’’ olarak tanımladık. Böylece daha önceleri tıp fakülteleriyle sınırlı olan mücadelemiz, seçim süreciyle birlikte tüm İstanbul Üniversitesi’ni temsil edecek bir genişliğe ulaşmış oldu. Bu yeni yapılanma içinde çeşitli etkinliklerimiz oldu. Kimi zaman üniversite sorunları üzerine konferanslar, paneller düzenledik. Kimi zaman çeşitli baskılara maruz kalan öğretim elemanlarının yanındaydık. Örneğin, iki araştırma görevlisi arkadaşımız öğrencilere konuşma yaptığı için soruşturma geçirmişlerdi. Onlara destek olduk. Öğretim elemanlarının hak kayıpları söz konusu olduğunda, onlarla dayanışma içine girdik. Botanik bahçesinin 2013 yılında Diyanet’e verilmesi gündeme geldiğinde imza topladık, yürüyüş

Seçim odaklı kurulan bir yapı değil yani.. Hayır değil. İlk bir araya geldiğimizde bunu özellikle vurguladık. Seçime yönelik bir çalışma içinde olmadığımızın altını çizdik kendi aramızda. Yunus Söylet’in milletvekilliği aday adaylığı için istifası gündeme gelince, seçim gündemimize girmiş oldu. Biliyorsunuz, 28 Şubat’ta YÖK Yürütme Kurulu, Genel Kurulu bile beklemeden 12 Mart’ta seçim kararı aldı. Bu bilgi bize 2 Mart’ta geldi. Arada sadece on gün süre vardı, hatta daha bile kısa. Kısa bir süre içerisinde seçim çalışmasına başlamak gerekiyordu. Biz daha önceki ilişkilerimiz ve etkinliklerimiz nedeniyle bunu hızla gerçekleştirebildik. Hemen bir basın açıklaması yaptık. Kendi aramızda yeniden aday belirledik. Arkadaşlar benim aday olmamı uygun buldular. Ardından da 4 Mart’ta bir basın açıklaması yaparak adaylığımı ilan ettik. Bu kısa sürede tüm fakülteleri dolaştık. Seçim çalışmalarımız sırasında savunduğumuz temel üniversite değerlerine yoğun bir ilginin olduğunu farkettik. Savunduklarımız, bildiğiniz gibi, akademik özerkliğin, bilimsel özgürlüklerin, katılımcılığın, şeffaflığın olduğu demokratik bir üniversiteydi. Her kesimin karar süreçlerinde söz sahibi olması gerektiğini söyledik. Ayrıca, oylarımızın arkasında olacağımızı, eğer en yüksek oyu alıp da atanmazsam, bu konudaki ısrarımızı sürdüreceğimizi belirttik. Çünkü birçok öğretim üyesinde ‘’seçime gideceğiz de ne olacak?” düşüncesi vardı. Bu ciddi bir sorun aslında. Öğretim üyeleri genel olarak verdikleri oyların rektör atanmasına bir etkisinin olmamasından rahatsızlar. Biz kime verirsek verelim, onlar bildiğini atıyor nasılsa, düşüncesi hakim. Bu aşamada birçok öğretim üyesini oy vererek üniversite mücadelesine katılma konusunda

60


ikna ettik. Gerçekten de seçimde en yüksek oy almayı bekliyorduk. Ziyaret ettiğimiz bölümlerde öğretim üyeleri bize bunu hissettirdi. Diğer yandan, tüm üniversitelerin sorunu olan bu antidemokratik seçim sistemini ülke gündemine de taşımış olduk. Bu önemliydi; çünkü şimdiye kadar üniversitelerde seçim sonuçlarına ses çıkaran olmamıştı. Kişisel düzeyde rahatsızlıklar yaşanıyordu mutlaka, ancak buna güçlü bir söylemle karşı çıkılmamıştı. Bu şekilde uygulandığında seçimlerin anlamsızlığına, demokratik bir seçim sisteminin oluşması için de mücadelenin önemine vurgu yaptık.

bütünü temsil ettiği oranda anlamlı buluyorum. Böyle bir temsilin de sağlandığını düşünüyorum. Eylemlerde taşeron işçisinden idari personele, öğrenciden öğretim elemanına kadar tüm bileşenler, azımsanmayacak oranlarda temsil edildiler. Bunlar anlamlı olsa da, yeterli değil tabii ki. Sürdürülmesi gereken bir mücadele hattı, söz konusu olan. Bizim seçim sonrasında yaptığımız en önemli şey, oylarımıza, dolayısıyla üniversitemize sahip çıkmak oldu. Bundan sonra benzer duyarlılıkların diğer üniversitelerde de oluşmasını bekliyoruz. Peki eğer atanmış olsaydınız yani yapılan atama üniversitenin iradesini yansıtan bir atama olsaydı yapacağınız ilk uygulama ne olurdu, üniversiteye dair?

Peki bu atanmama sonrasında, işte o dediğiniz oylarımız sahip çıkıyoruz meselesinde akademinin verdiği oya, kendi iradesine yeteri kadar sahip çıktığını düşünüyor musunuz? Örneğin ilk günlerde kimi imza kampanyaları düzenlendi. 15000 in üzerinde imza toplandı ya da verilmiş 1202 oy var ki bu oy YÖK tarihinde alınmış en yüksek oylardan bir tanesi. Ama yapılan eylemliliklerde alanda olan öğretim üyesi sayısı bunun çok daha altında.

Tabii o zaman seçim sonucuna bağlı kalınmış olacaktı. Seçimi bu kadar önemsiyorsak, ilk yapacağımız idare görev dağılımının demokratik bir biçimde seçimle yapılmasını sağlamak olacaktı. Dekan atamalarını seçim sonuçlarına göre yapacaktık. Müdürlükler de aynı şekilde... Tüm akademik ve idari kurulların demokratik bir biçimde çalıştırılması, kararların yukarıdan aşağı değil de tabanda, anabilim dallarında, bölümlerde, fakültelerde oluşturulması. Karar süreçlerine üniversitenin tüm bileşenlerinin katılmasının sağlanması. Atamalarda kesin biçimde liyakatın temel alınması, kadro dağıtımla-

Raşit Tükel: Bize oy veren her kişinin orada eylemde olmasını beklemek aşırı bir beklenti olurdu açıkçası. İnanıyoruz ki bizler o eylemleri yaparken çeşitli nedenlerle eylemlere katılmayan birçok kişinin gönlü bizimleydi. Bir duygu birlikteliği yakalanmıştı. Bu eylemleri

61


rının bilimsel, nesnel ölçütler ve ilgili bölümün ihtiyacı temel alınarak adil bir şekilde yapılması. Güvencesiz kadrolarda çalışmanın, taşeron çalışmanın kaldırılması. Öğrenciler için sosyal ve kültürel faaliyet alanlarının yaratılması. Kolların canlandırılması. Öğrenci Kültür Merkezi benzeri yapıların yeniden kurulması. Böyle başlardık herhalde. Tabii ki bu sürece yayılacaktı. Bunları gerçekleştirmek çok da zor değil aslında. Akademik ve idari kurulların düzenli toplanması, karar süreçlerine ilgili tüm kesimlerin katılması, orada alınan kararların uygulamaya geçirilmesinin sağlanması zor mu, örneğin? Merkezi, hiyerarşik bir yapı kurup ‘’En doğruyu ben bilirim, benim dediğim olacak!’’ demedikten sonra seçim bildirgemizde yer verdiklerimizi yapmanın zor olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

zindeler. Ben o eylemi bir sahip çıkma eylemi olarak değerlendirdim. Öğrencilerin kendi tarzları içerisinde kendi etkinlik biçimleriyle gerçekleştirdikleri bir eylemdi. Oraya öğrencilerle konuşmaya geldiğimde verdiğim mesaj şuydu: “Ben size ne yapmanız gerektiğini söylemeye gelmedim. Sadece sizden bir değerlendirme yapmanızı isteyebilirim. Eylemin devam edip etmeyeceğine siz karar verirsiniz. Bu kararı verirseniz buradan birlikte çıkabiliriz ve birlikte güçlü bir mesaj vermiş oluruz.” Öğrenci arkadaşlar benim olmadığım bir ortamda aralarında tartıştılar, değerlendirdiler. Sonuç olarak da birlikte çıkma kararı aldılar. Benim açımdan oradan öğrencilerle birlikte çıkmanın birlikteliğe vurgu yapan sembolik bir anlamı vardı. O akşam sadece ben yoktum, başka öğretim üyesi arkadaşlarım da gelmişti, beraberdik. Öğrenciler ve öğretim üyeleri birlikte dışarı çıkmış olduk. Bunun bu şekliyle anlamlı bir mesaj olduğunu düşünüyorum.

Atama sonrasında çok ses getiren, yani özellikle o günün akşamında sosyal medyada çok ses getiren öğrencilerin okulu terk etmeme eylemi olmuştu. Hatta siz de eylemin ilerleyen saatlerinde okula gelerek öğrencilerle birlikte okuldan çıkmıştınız. Yapılan bu eylemi ve bu eylemin medyadaki yansımasını, bu kadar ses getirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani twitter da bile trend topic listesinin en üst sırasında yer almıştı.

O gün, forum sırasında yaptığınız açıklamada bunun uzun soluklu bir mücadele süreci olduğunu ve bu işin bundan sonra öğrencilerle birlikte devam ettirileceğini söylemiştiniz. Peki bundan sonra Demokratik Üniversite Girişimi yapılan bu atama konusunda ne yapmayı düşünüyor?

Öğrenciler bu sürece gerçekten sahip çıktılar. Bu karşılıklı olan bir durum aslında. Bizler, Demokratik Üniversite Girişimi olarak seçim konuşmalarımızda, bildirgelerimizde, öğrencileri merkeze alan eğitim anlayışımızı, öğrencilerin sosyal ve kültürel alanlarda kendilerini var etmelerine, kendilerini ilgilendiren konularda karar süreçlerine katılmalarına olanak sağlamaya dönük olan yaklaşımımızı açık olarak ifade ettik. Bunları hayata geçirmeye olan istekliliğimizi de aynı şekilde. Öğrenciler çeşitli eylemlerle bu sürece sahip çıktılar. O eylem de bunun bir göstergesiydi.

Biz her yerde söyledik: Bizim açımızdan ve birçok kesim açısından rektörün meşruiyetinin olmadığını. Gayrımeşru ilan ettiniz. Biliyorsunuz ben bir önceki rektörlük seçiminde ikinci olduğumda diğer aşamalara katılmamıştım. Demokrasinin gereği olarak. Bu süreçte İstanbul Üniversitesi Demokratik Üniversite Girişimi olarak bu yaklaşımı diğer adaylardan da bekledik elbette. Daha önce de ifade ettiğim gibi, rektörlük seçimleri bize ulaştığımız bir aşamayı gösteriyor. Üniversite mücadelesi ise sürüyor. Bunu sürdürürken de öğrencilerle rektörlük seçim sürecinde kurduğumuz ilişki önemli bir kazanımımız olacaktır. Üniversiteye birlikte sahip çıkacağız ve seçim öncesine göre daha güçlü olarak mücadeleyi birlikte sürdüreceğiz.

Herhalde bu rahatsızlığın ortaya çıkmasında fazlaca göze batan durum; sandık vurgusu yapılan bir ortamda sandıktan çıkan iradenin hiçe sayılması oldu.. Evet, sandıktan çıkan bir irade gerçekten hiçe sayılmış oldu. Aslında şimdiye kadar böyle bir durum geniş toplum kesimlerince pek farkına varılmıyordu. Üniversitelerde kim atanıyordu, kim atanmıyordu? O yüzden de bu atama tüm toplumda adalet duygusunu zedeledi. Farklı birçok kesimdem gelen geri bildirimlerde bu durum açık olarak ifade edildi. Edilmeye de devam ediliyor. Doğal olarak öğrenciler de bu sürecin tam merke-

Mahmut Ak’ın seçim sürecine değinmek istiyoruz. Şöyle örnekler vardı: Mahmut Ak’ın henüz rektör olarak atanmadan seçim süreci boyunca öğretim üyelerini toplayıp oy talep etmek ya da kendisine oy vermemeleri halinde kadro çıkartmamakla ya da yükseltmemekle tehdit etmesi gibi girişimleri olmuş. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

62


Rektörlük seçim sürecinde kendinizi iktidara yakın olarak konumlandırmanız, atamanızın iktidarın tercihine bağlı olarak yapılması, yönetime geldiğinizde sizin de kadroları aynı yakınlıklar üzerinden belirlemenize neden oluyor. Bu durum bazı öğretim üyelerinde kadro beklentisi yaratırken, bazıları için ise kadroya alınmama tehlikesi ya da tehditi olarak yaşanabiliyor. Sonuçta, liyakat değil itaat temel alınıyor. Bir bilim insanının yönetimle ters düştüğünde bilimsel gelişiminin hiçe sayılması, bilimsel çalışmalarının dikkate alınmaması bu aslında. Bunlar demokratik, bilimsel bir ortama ait gelişmeler olmasa gerek. Aldığımız 1202 oy bu açıdan oldukça anlamlı. Bu sayı itaat ilişkisini reddeden öğretim üyelerinin hiç de az olmadığını gösteriyor ve geleceğe ilişkin ümit veriyor.

lerinin akademik kurullarına vekil rektör olarak katılmış ve böylece seçim çalışmalarına başlamıştı. Daha sonra bu çalışmalar, yine vekil rektör olarak kendini davet ettirdiği İstanbul Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinde ve ardından da diğer tüm fakültelerde yapıldı. Hatta yapılan kimi etkinliklere İstanbul Üniversitesi’nin rektörü olarak davet ediliyordu.. O tarz davetiyeler elimize geçti. Yanlışlıkla bastırıldığı söylendi. Ne derece inandırıcı bilmiyorum, siz değerlendirin. Ancak daha da önemlisi biraz önce belirttiğim, YÖK’ün 10 günlük bir seçim takvimi oluşturması ve vekil rektörün de bu süreçte akademik kurulları toplayarak kendini fakültelere davet ettirmesiydi. Bu arada akademik kurullar imza karşılığı toplanıyor. Aynı süreçte, sizin ise fakültelerde, yüksek okullarda akademisyenlerle buluşma ortamlarını bir hafta gibi bir sürede kendi olanaklarınızla oluşturmanız gerekiyordu. Yaratılan eşitsizliğe dikkatinizi çekerim.

Rektörlük seçimi ve sonrasında yapılan bu atamayı normalleştiren,doğal karşılanmasını sağlayacak şu şekilde yorumlar yapılıyor: “2000’lerin başında Ahmet Necdet Sezer de seçilen kimi rektörleri atamıyordu. Şimdi iş tersine döndü.” Bu yorumlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Atamanın yapıldığı gün okulda sınavlar başlamadan birkaç gün önce ve ayrıca öğrenci yoğunluğunun en az olduğu perşembe gününün akşamı. Ayrıca öğrencilerin başka bir meşgaleyle uğraştığı bir gün. Çünkü birkaç güne sınavlarımız başlayacaktı.

Bir önceki seçimde Yunus Söylet en yüksek oyu almıştı. Rektör olarak en yüksek oy alanın atanmasının gerektiğini belirterek süreçten çekilmiştim. Sonuçta, o dönemde görüşlerini ve temsil ettiği değerleri yakın bulmadığım bir insanın rektörlüğünü, en yüksek oyu alması nedeniyle meşru gördüm. Bu tutumumun sorunuza yanıt olabileceğini düşünüyorum. Hangi koşullar altında olursak olalım, hangi iktidar başta olursa olsun aynı ölçütler geçerli olmalıdır. Buradaki ölçütümüz de seçimin sonucuna uymaktır. Dünyada bizde olduğu gibi seçim yapılıp da sonucuna bağlı kalınmayan bir üniversite yok. Ancak, daha önce de belirttiğim bir konuyu burada bir kez daha ifade etmek isterim. Rektörlük seçimlerinde üniversite bileşenlerinin tümünün oy hakkının olması gerektiğini, demokratik bir üniversiteyi ancak böyle kurabileceğimizi düşünüyoruz. Bu arada söylemem gereken bir şey daha var. O da YÖK’ün üniversitemizde 9-10 günlük bir sürede “baskın seçim” yapmış olması. Bizim 2012’den gelen birlikteliğimiz, mücadelemiz bu antidemokratik uygulamayı tersine çevirdi. Yoksa bu kadar kısa bir sürede nasıl bir seçim çalışması yapacaksınız? Kendinizi nasıl tanıtacaksınız? Görüşlerinizi nasıl aktaracaksınız? Buna karşın iktidara yakın olduğunuzda hemen her şey önünüze hazır olarak sunuluyor. Mahmut Ak’ın seçim çalışmalarındaki tutumunu o süreçte çok eleştirdik. Daha YÖK seçim takvimini belirlemeden, Mahmut Ak Siyasal Bilgiler ve Diş Hekimliği Fakülte-

Herhalde tepkilerden çekindikleri için yaptıkları bir şey olsa gerek. Hocam Mahmut Ak atandıktan sonraki süreçte gerek akademi gerek öğrenciler “Benim rektörüm Raşit Tükel” diyerek Mahmut Ak’ı gayrımeşru ilan ettiler. Peki bundan sonraki süreçte Mahmut Ak’ın kaybettiği meşruluğu geri kazanabileceğini düşünüyor musunuz ve Mahmut Ak’ı nasıl bir rektörlük süreci bekliyor? Bu kazanılacak bir şey değil. Sonuçta seçim olmuş, siz bu seçimde epey bir oy farkıyla 2. sırada yer almışsınız, buna karşın siz atanıyorsunuz. Meşruluk ancak seçimle kazanılabilir. Açık söylemek gerekirse seçim dışında meşruiyet kazanmanın başka bir yolu yok. O yüzden bu böyle kalacaktır, herkesin değerlendirmesi de bu yönde olacaktır. Sorularımız bu kadar hocam, ilginize ve vakit ayırdığınız çok teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim.

63


MİNERVA

YERLEŞİK İKTİSAT – EKOLOJİK İKTİSAT POLİTİKALARI VE ÇEVRE KİRLİLİĞİ İLİŞKİSİ B. Selen YILMAZ - Sedat KUBAT

GİRİŞ

sedatkubat1@hotmail.com bselen96@hotmail.com

Çünkü sanayileşme sadece doğayı tahrip etmekle kalmayıp insanı da tahrip etti. Fabrikalarda işçilerin uzun çalışma saatleri, hiçbir sosyal haklarının olmayışı, kadın ve çocuk işçilerin istismarı, işçi hayatının sadece ürettiği ürünlerin değeri kadar anlam ifade etmesi yaşanan trajedinin sadece birkaç örneğidir.

E

ndüstri Devrimiyle birlikte yoğun bir şekilde artmaya başlayan çevre kirliliği bu gün dünyanın geleceğini ve insanlığı tehdit eder duruma gelmiştir. Ancak bu tehdide karşı oluşturulan farkındalığın tarihi bu kadar eski değildir. Konuyla ilgili çalışmalar 1970’lerle birlikte yoğunluk kazanmıştır. Tehlikenin boyutları hususunda ise farklı görüşler ortaya çıkmaktadır. Bu tehdidin insan temelli olduğunu düşünüp yine insan çabasıyla düzeltilebileceğine inananlar ve artık geri dönüşü olmayan bir yola girildiğini savunanlar vardır.

İlerleyen süreçte yaşanan devrim hareketleri işçilerin çalışma koşullarını bir nebze de olsa iyileştirdi. Yani insan kendini örgütlü mücadelelerle ifade edip en azından temel haklar elde etti ancak doğanın örgütlenme şansı ve örgütlenme bilinci yoktu. İnsan, doğanın bir parçası olduğunu unutup, kendisi için var olduğuna inandı. İnsanlığın seyrinin doğanın seyriyle paralel bir şekilde ilerlediği gerçeğinin farkına varamadı. Bu gerçeğinse farkına varması gereken- en azından öncelikli olarakelbette fabrika işçileri değildi. Doğanın diğer muhatabı olan kapitalist sistemin gözlerini kendi ırkdaşına dahi kapatmışken doğaya karşı bir farkındalık beslemesi ve üretimini buna göre şekillendirmesi beklenemezdi. Ka-

Görüşlerin haklılığı ne durumda olursa olsun ortak paydayı Paul Sweezy oluşturuyor. Sweezy, “mevcut gidişat devam ederse insan türünün kendi bindiği dalı kesmesinin yalnızca bir zaman meselesi olduğu inancını” gözlemliyor.(Monthly Review, Haziran 1989). Tehlikenin sinyalleri ise • Atmosferde sera gazlarının birikmesi sonucu dünyanın ortalama sıcaklığının çok yakında sanayi öncesi dönemlerin 2° C (3.6° F) üstüne çıkıp kritik eşiği aşacağına kesin gözüyle bakılıyor. ( Uluslararası İklim Değişikliği Çalışma Grubu,Meeting the Climate Challenge, Ocak 2005). • Bilim çevreleri, en karamsar senaryoda bile ortalama küresel sıcaklıkta 5.8° C (10.4° F) artış öngören Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPPC)’nin ortaya koyduğu küresel ısınma seviyesinin çok düşük kalacağı endişesini taşıyorlar. Örneğin İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’nde yapılan dünyanın en büyük iklim modelleme deneyinin sonuçları,küresel ısınmanın IPCC’nin tahminlerinin iki katı hızla artabileceğini gösteriyor. (London Times , Ocak 27,2005). • Ulusal Bilimler Akademisi’nin 2002’de yayımladığı bir çalışmaya göre dünya ekonomisi, yeryüzünün doğurganlık kapasitesini daha 1980’de aştı ve 1999 itibarıyla %20 üstüne çıkmış durumda. Bu, insanlığın 1999’da tükettiklerini yerine koymak için “ 1,2 dünya veya bir dünyanın 1,2 yılı gerektiği” anlamına geliyor. (Matthis Wackernagel, ”Tracking the Ecological Overshoot of the Human Economy ,” Proceedings of the National Academy of Sciences , 9 Temmuz,2002) Bunlar küresel anlamda yaşanan ekolojik krizin birkaç örneği olmakla birlikte tehlikenin tarihi de en az gelecekte bizi bekleyen tehlike kadar korkutucudur. 64


pitalizm, insan emeğini metalaştırmakla kalmamış doğayı da metalaştırmıştı. Çünkü tabiatı gereği daha çok üretim, daha çok tüketim ve ekonomik anlamda olabildiğince büyüme eğilimi içerisindeydi. Büyüme ise daha fazla üretmekle mümkündü. Ya işçilerin çalışma saatlerini arttıracak ya da makineleşmeyi arttıracaktı. Ancak her şekilde doğa daha fazla tahribata uğrayacaktı. Kapitalizm için doğa, formülün sabit ve sadık terimiydi. Dünyanın gidişatını değiştirecek, çağ açıp kapatacak kadar da güçlü ve vazgeçilmezdi. Nitekim kapitalizmin yaşadığı dönemsel krizlerde de bir aktör olarak görev almıştır.

ikincisi ise yerleşik iktisada alternatif olmaya çalışan Avrupa ve Amerika orijinli olarak ortaya çıkmış “ekolojik iktisat”tır. NEO-KLASİK ÇEVRE İKTİSADI ile EKOLOJİK İKTİSADIN KARŞILAŞTIRILMASI

Çevre tahribatına yol açan bütün bu olumsuz gelişmeler 1970’li yıllardan itibaren çö- Kaynak: J.C.J.M.Berg,”Ecological Economics: Themes, Approaches and Differences with Environmental züm arayışlarına neden olmuşEconomics” , Reg.Environ.Change, Vol:2,2001,p.16. tur. Bunun nedeni ise kapitalizEkolojik iktisat, optimal ölçekte, sürdürülebilirliğin min bitmek bilmeyen büyüme isteğine karşılık doğanın önceliğine dayanan, fiziksel ve biyolojik göstergelerle artan nüfusa cevap verememesi, yer altı kaynaklarının desteklenmiş,uzun döneme odaklanan ve sürdürülebilir tükenecek duruma gelmesi ve kapitalist sistemin kendi kalkınmayı öne sürerken neo-klasik iktisat,; optimal dakendini dahi bitirme pahasına kollara ayrılıp güç savaşğılım ve dışsallıklarla pareto etkinliğine dayanan,parasal ları yaşaması sıralanabilir. Kapitalist sistem, gelişmiş göstergelerle desteklenmiş, kısa donemden orta döneme manevra yeteneğini bir defa daha uygulamaya başlayıp odaklanan sürdürülebilir büyüme temellidir. önlemler almaya başlamıştır. 1970’lerden sonra görülen Ekolojik iktisat ve neo-klasik çevre iktisadının temel çalışmaların sebebi sistemin kendini koruma isteğidir. konulara bakışları arasında da farklılıklar görülmekte1978 yılında Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma dir. Neo-klasik refah iktisadında analizin merkezinde Komisyonu tarafından Ortak Geleceğimiz Raporu habireysel tüketiciler ve firmalar bulunurken, alternatif zırlanmıştır. Bu raporda sosyal, ekonomik, çevresel ve oluşturmaya çalışan ekolojik iktisatta bireylerin analizi kültürel sorunlar dile getirilip çözüm için “sürdürülebiyapılır. Neo- klasik refah iktisadında fayda fonksiyonu lir kalkınma” kavramı ortaya atılmıştır. ve üretim fonksiyonundan faydalanılırken, ekolojik iktisatta, çok kriterli değerlendirmeler ve ortak mal üreSürdürülebilir kalkınma kavramından önce konuytimi, biyofiziksel ve termodinamik yöntemlerle üretim la ilgili çalışmaların incelenmesinde yarar görüyoruz. esas alınmaktadır. (Tablo:2) İktisatta çevre konusunda ciddi anlamda ilgi gösteren iki iktisat okulundan bahsetmek mümkündür. Birincisi neo-klasik iktisat olarak da bilinen “yerleşik iktisat”,

SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA

Kaynak: John Gowdy and Jon D.Erickson,”The Approach of Ecological Economics” , Cambridge Journal Of Economics, Vol: 29(2) , 2005 p.213

65

Sürdürülebilir kalkınma fikri ilk defa “Nüfus Hakkında Bir Deneme” adlı eseriyle Thomas Robert Malthus(1766-1834) tarafından ortaya atılmıştır. Sürdürülebilir kalkınma, bugün ve gelecek için çevresel, ekonomik ve sosyal refah anlamına gelir. İçerisinde çevrenin korunmasıyla birlikte ekonomik kalkınmayı da barındırır. Tanım olarak sürdürülebilir kalkınma ise ilk defa Birleşmiş Milletler Çevre ve kalkınma Komisyonu tarafından 1978 yılında yayınlanan Ortak Geleceğimiz Raporu’nda yapılmıştır. “Bugünün neslinin


kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini, gelecek kuşakların ihtiyaçlarını karşılayabilme olanaklarını tehlikeye atmadan sağlayan bir kalkınmadır.

cek kudrete sahiptir. Bu durumun örnekleri santrallerin kurulduğu bölgede gözlemlenebilmektedir. Bazen de bir akarsu üzerine birçok hidroelektrik santrali kurulabilmektedir. Böyle bir durumda ise doğal hayata verilen zararı tahmin etmek güç değildir.

Sürdürülebilir kalkınmanın amaçlarını ise şöyle sıralayabiliriz, • Ekonomik anlamda büyümeye ivme kaybettirmeden niteliğini değiştirilerek sürekliliğin sağlanması. • Nüfus artışında sürdürülebilir bir plan uygulanması. • Toplumun temel ihtiyaçlarının tedarik edilmesi. • Teknolojinin yönetiminin gözden geçirilmesi. • Çevre ve ekonominin birleştirilmesi.

Hidroelektrik santrallerinin olumlu sonuçları da elbette olmaktadır. Santral, bulunduğu çevrenin su ihtiyacını karşılayabilmekte, bölgeye olan ulaşımı kolaylaştırmakta, bölgeye yakın yerlerdeki tarım arazilerinin sulama ihtiyacını karşılayabilmektedir. Bütün bunlara rağmen doğaya verdiği zarar azımsanmayacak düzeydedir. SONUÇ YERİNE

Sürdürülebilir kalkınmanın politik anlamdaki uygulamaları geri dönüşüm, biyolojik çeşitliliğin korunması, nüfus planlaması, etkin enerji kullanımı gibi konularda yoğunlaşmıştır. Geri dönüşüm, değerlendirilmesi mümkün ürünlerin fiziksel veya kimyasal işlemler uygulanarak kullanılabilir ham maddelere dönüştürülmesi işlemidir. Biyolojik çeşitliliğin korunması için uygulanan politikalar ise genetik çeşitliliğin azalmasını önlenmesi ve tür çeşitliliğinin korunmasına yönelik uygulanır. Nüfus planlamasında dünyanın kaldırabileceği makul nüfus seviyesine yönelik geliştirilir. Etkin enerji kullanımı ise doğanın enerji üretiminde tahrip edilmesinin azaltılması açısından önem taşır.

Endüstri Devrimi, sadece insan hayatını değiştirmekle kalmamış, insanın doğayla olan bağını da değiştirmiştir. Kapitalizm, sadece işçiyi ürününe değil doğayı da ürününe yabancılaştırmıştır. Çevre kirliliği ve ekolojik dengenin bozulması elbette anlık gerçekleşmemiş, belirttiğimiz süre zarfında birikimli olarak ilerlemiştir. Yazımızda durumun vehametini anlattık ancak çözüm önerilerinden bahsetmedik. Çünkü çözümü bu güne kadar uygulanan politikalar daima kapitalist sistemin içerisinde aradı. Yazımızda kapitalist sistemin doğayla birlikte insanı da katlettiğinden sıkça bahsettik. Üzerinde bu kadar durduğumuz bu ilişkinin nedeni kapitalist sistemin insanı doğadan, daha da özelleştirirsek topraktan ayırmasıydı. Yüzyıllarca süren bu uzaklaşmaya ise doğa, tepkisini insanlığı tehdit ederek verdi. Çözüm önerimiz ise insanın tekrar ait olduğu yerle yani doğayla olan birlikteliğine geri dönmesi. Aksi takdirde fabrika bacalarına filtre takılması, fabrika atıklarının arıtılması, nüfus politikaları uygulanması, geri dönüşüm tekniklerinin geliştirilip yaygınlaştırılma vb. uygulamalar bu güne kadar tecrübe edildiği gibi sonuçsuz kalacaktır. Kapitalist sistemin son bulması ütopik bir düşüşüncedir ki zaten biz bunu istemiyoruz. Sadece gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya bırakma amacındayız.

Yazımızın giriş bölümünde çevre kirliliğini ortaya çıkaran sebepleri ve tehlikenin ne boyutta olduğunu belirttik, daha sonra Ekolojik İktisat ve Neo-Klasik İktisat arasında bir karşılaştırma yapıp sürdürülebilir kalkınma politikasından kısaca bahsettik. Ancak çevre kirliliği, doğal kaynakların tüketimi ve ekolojik dengenin bozulması konunun teorik boyutu kadar karmaşık değil. Bu sorunların ülkemize yansımaları ise oldukça tedirgin edici durumdadır. Yeryüzünün enerji ihtiyacının büyük bir bölümü hidroelektrik santrallerinden sağlanır. Bu oran yaklaşık olarak % 19’dur. Yenilenebilir enerjinin ise yaklaşık olarak %70’lik kısmı bu santrallerden sağlanmaktadır. Türkiye’de 150’den fazla hidroelektrik santrali bulunmaktadır. Hidroelektrik santrallerinin, enerji miktarının önemli bir kısmını sağlamalarına rağmen göründükleri kadar masum olmadıkları söylenebilir. Daha çok baraj ve akış hızı yüksek akarsulara kurulan bu santraller, doğadaki su gücünün kullanımıyla ve düzeneklerinin kolaylığıyla çevreye zararsız gibi görünür.

KAYNAKÇA ALTIPARMAK,Aytekin.”Uluslararası Ticaret,Ekolojik Ayakizi ve Türkiye”, http://www.sosbilko.net/dergi_ EBD/arsiv/2011_2/aytekin_altiparmak.pdf, (İndirme Tarihi: 4.05.2015) BAYRAKTUTAN, Yusuf & Uçak,Sefer. ” Ekolojik İktisat ve Kalkınmanın Sürdürülebilirliği”, http://iibfaacd. kilis.edu.tr/index.php/AACD/article/view/34,( İndirme Tarihi: 4.5.2015) BERG, J.C.J.M.,”Ecological Economics: Themes, Approaches and Differences with Environmental Economics” , Reg.Environ.Change, Vol:2,2001,p.16. GOWDY John, ERİCKSON Jon D.,”The Approach of Ecological Economics” , Cambridge Journal Of Economics, Vol: 29(2) , 2005 p.213

Bu tesislerin ekonomik anlamdaki dezavantajları, tesisin kurulacağı barajın yapımı ve tesislerin kurulumundaki yüksek maliyetlerdir. Baraj yapıldıktan sonra işler hale getirilemeyebilir veya tesis yapıldıktan sonra kurulumu gerçekleşmeyebilir. Kısaca yüksek maliyet hidroelektrik santrallerinin ekonomik anlamda dezavantajlarının başında gelir. Ekonomik yanı bir yana bırakılırsa hidroelektrik santralleri kurulduğu bölgedeki hayatı da sona erdire66


/ SAHRACAFE / cafe_sahra / SAHRA CAFE


SOYUTLAMA

YAŞAR KEMAL 68


Hazırlayan: Onur ASLAN

tezaim27@gmail.com

VEDAT ÖZDEMİROĞLU İLE YAŞAR KEMAL ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Uykusuz” dergisi yazarlarından Vedat Özdemiroğlu ile Yaşar Kemal’i ve Yaşar Kemal’in insan üzerindeki etkilerini konuştuk.

kadar zihnime girmemişti. Hemen çok sevdim ve bütün ruhuyla bütün doğasıyla mazlumdan yana olan yazarı tanıdım. Bu andan sonra Yaşar Kemal’in evrenine giren insan oradan çıkar mı? Hiç ara vermeden her sene mutlaka elimde bir Yaşar Kemal oldu. O da çok şükür bizi hiç kitapsız bırakmadı.

Derginizin bir okuru olarak Yaşar Kemal’e duyduğunuz derin sevgiyi ve saygıyı, yazılarınızdan anlıyorum. Sizin Yaşar Kemal kitaplarıyla tanışmanız nasıl oldu?

Benim için okumak hıfz etmektir yani içine girmektir eserin. Neredeyse tamamen hatırlamak isterim. Birkaç kere karıştırsam da “Bu Diyar Baştan Başa” röportajlarını ve “Ölmez Otu” romanını okuyamadım. Fırsat bulduğumda “Ortadirek”, “Yer Demir Gök Bakır” ve Ölmez Otu” üçlemesini tekrar elime almak istiyorum. Yaşar Kemal aslında bir okuyucuya bir ömür yeter. Kendi başına bir ülke edebiyatı gibi tuhaf bir evrendir ve benzeri yoktur. Neden Nobel ödülü alamadı diye soruyorlar ama destana Nobel verilmiyor ki. Yaşar Kemal, Homeros’un bir meslektaşı. Bence dünyanın en büyük yazarı bizdedir. Yazarlar ve iyi sanatçılar ölmüyorlar, o yine bizde. Bizim için büyük bir kıvanç meselesidir. Tabi bunu üstünlük olarak değil de bir mutluluk olarak kaydetmek gerekir.

Ben okumayı ilkokul birinci sınıftan önce öğrendim ve ilk okuduğum şeyler de kütüphanedeki kitapların sırtlarıydı. Abim ve annem harflerin okunuşlarını öğretmişlerdi, ben de bu kitap isimleriyle uğraşarak okumayı söktüm. “İnce Memed”, adını okuyabildiğim ilk kitaplardandır. Hatta İnce Memed’in atın sırtında resmedildiği kitap kapağı bende vardır. Evimizde her daim bir Yaşar Kemal kitabı bulunurdu. Babam emekli bir askerdi ve o dönemin sakıncalı askerlerindendi. Annem ve babam da onu okurlardı yani Yaşar Kemal kitaplarının olduğu bir evde doğdum. Elimize ne geçerse onu okuyorduk hatta abimle bazen ansiklopedi bile okurduk. İlk kez lisede “Ortadirek” ve “Yer Demir Gök Bakır” kitaplarını okudum. Daha önce de kitap okurken gözlerimin dolduğu olmuştur ama “Ortadirek” kitabını okurken salya sümük ağladığımı hatırlıyorum. Çünkü böylesine hakikat o zamana

Zaten yolda yürürken gördüğünüz manzaralarda dahi Yaşar Kemal’i tekrar tekrar okuduğunuzu hissediyorsunuz. 69


Evet, mesela Yaşar Kemal’in şiirleri romanları kadar etkili olmayabilir ama bütün külliyatı bir şiirdir. Bir mühendis bir teknisyen, bir şair gibi oturup kafiyeler düşünmek için uğraşmaz ama bütün hissiyatıyla bütün ruhuyla ve her hücresiyle karşımıza şair gibi bir adam çıkar. O uzayın şairidir. Yaşama sevgisini ve mazlumun hakkını bu kadar içten benimseyen bu kalemin ben bir eşini daha görmedim. Çok memnunum onunla aynı dilde meslektaşı olmaktan.

bu kitaba güzel bir önsöz yazmıştır. İyi arkadaşlar. O vesileyle tanıştım ben. Yaşar Kemal, eşim Şirin Soysal’ı bebekliğinden beri tanır. İlk zamanlarda bu tanışıklıktan yararlanmak istemedim ama birgün ziyaret edelim teklifi edilince ben de canıma minnet kabul ettim. Gittik ve eşi Ayşe Hanım bizi karşıladı. Zaten büyük saygım ve hayranlığım vardı yazara ayrıca o gün çok iyi iki de dost kazanarak ayrıldım oradan. Yaşar Kemal’in öyle yalansız ses tonu var ki hemen ikna oluyorsun, kötülük hissetmiyorsun. O bir kahraman gibi konuşurdu ve kahraman gibi nefes alırdı. Onu daha çok sevmeme vesile oldu. Aslında o utangaç da bir adamdır. Bu da çok önemli. Konu kendisinin yazarlığının büyüklüğü ile alakalı iken sanki yanlış bir şey yapmış gibi mahcup tavır alırdı. Konuyu hızla geçmek isterdi.

Bütün o manevi ve şiirsel coşkunun yanı sıra asıl ustalığı teknikte ortaya çıkar. Hiçbir zaman bir devamlılık hatası bir teknik zaman yanlışı göremezsiniz. Bütün o insan sevgisi ve hikaye aşkının içinde çok da dikkatli bir akış vardır. Zamanla çok iyi geçinen bir yazardır.

Yaşar Kemal’in vefatının ardından dergiye yazdığınız yazıda önce İnce Memed için daha sonra da yazar için “Mecbur Adam” demiştiniz. Bu mecburiyeti biraz açıklar mısınız? Yaşar Kemal, “İnce Memed” kitabında bu teoriyi ortaya atar çünkü İnce Memed büyük bir halk kahramanı olmakla beraber kalıcı çözüm olamaz. Bu ne kadar ağa varsa o kadar Memed ile çözülecek iş değildir. O bunun farkında olan bir yazar. İnce Memed, benim okuduğum kitaplar içinde adam öldürmeye en uzak insandır. O temiz ruh, ağalar ne kadar zalim olursa olsun kurşunu sıkarken çok acı çeker. O adam olmak istemez. Hayatın onu mecbur ettiği durumdur. Adalet duygusu o kadar gelişmiştir ki ve o kadar sever ki insanları bu hali artık çaresizliktir. Bundan asla zevk aldığını göremezsiniz. Zaten birinci ciltte arkadaşı Cabbar, bir başkasına “hiç kimseyi incittiğini görmedim” ve “ evliya” der İnce Memed için. Yeryüzüne indirilmiş bir kahraman gibi algılayabiliriz onu. O buna mecburdur. Kesinlikle seri katil filmlerinde gördüğümüz alışma hali yoktur. O seri mazlumdur en fazla. Bıçak kemiğe dayanmadan mecburiyetini açık etmez. Yaşar Kemal, “Mecbur Adam” örneğini tarihten de verir. Osmanlı’ya başkaldıran cesur bir beyden bahseder. Osmanlı ona kendi saflarına katılmasını teklif eder. O da “ben yola çıktım bir kere, dönüşü olmaz. Mecbur adamım ben.” der. İnce Memed de “Bunlar beni yenerler, eşek sırtında dolaştırırlar da ama dönüşü yok” der kitapta. Dediği gibi de olur.

Peki, kendisiyle tanışmanız nasıl oldu? Rahmetli kayınpederim Gazne Soysal eski bir diplomat aynı zamanda da yazardır. Kendisinin “Gündüz Hırsızları” isminde hikaye kitabı var ve Yaşar Kemal’de

Yaşar Kemal, İnce Memed’den pek hoşlanmazdı rol çaldığı için ama nasıl İnce Memed mecbur adamsa ede-

70


biyatta da Yaşar Kemal mecbur adamdır. Konforlu veya küçük burjuva olarak yetişip tercihini o yolda yapmış biri değildir. Mazlum halkın içinden çıkıp bütün yönelimini o yönde yapan bütün tavırlarını sade vatandaş üzerine kuran insan, o algılarla ve her şeyi gören gözüyle mecburdur ona. Hiçbir ödül hiçbir beklenti bunu karşılayamaz. Parayla da açıklanacak bir şey değil. O kitaplar o destansı söylem ancak ve ancak eşi benzeri görülmediğinin farkında olan biri tarafından olacak bir iştir.

sevdiği kadar o atı da seviyor. Urfa ovalarında seken ceylanlar bir zamanın barış simgesi. Sanki rüzgarlara hakim bir adam onlardan harfler çıkarıyor, dağları dolaşıyor ve oralara yazıyor. O boşlukta asılı kalmıştır. Bu büyüye kapılan ve maviliği keşfeden insan artık o maviliğin ta kendisidir. Yeni bir hayata çağırır. Osman Şahin’in Anavarza yöresinde yaptığı röportajlarda insanlar İnce Memed’i tanıdıklarını iddia ediyorlar. Yaşar Kemal ise onu ben yarattım, gerçek bir yaşam yok diyor. Bu toprağın insanlarının Yaşar Kemal hikayelerinin bir parçası olmak istemelerinin nedeni nedir? İnsanlar Yaşar Kemal’i nasıl böylesine içselleştirebiliyor?

Yazarlar için hep yazılarını balyozla yazardı, tabancayla yazardı veya oya işler gibi yazardı tarzında söylemler kullanılır. Sizce Yaşar Kemal ne ile yazardı?

Tersinden düşünürsek halk efsanelerinden, ağıtlardan, dengbejlerin söylemlerinden nasıl faydalanıyorsa Yaşar Kemal, onun yazdıkları da halk tarafından içselleştirilebilir. Hakikat dediğimiz hayali de kapsayan bir durum. Mesela örümcek adam var mı yok mu? Bence var. Gittim, gördüm ve oğlumla seyrettim. Hatta serinin ikinci filminde ağladım ben. Gökhan Şavlar -röportaj esnasında bize eşlik eden ve Yaşar Kemal’le akrabalığı bulunan bir beyefendi- nasıl varsa örümcek adam da öyle var. Ama o hayal ürünü derseniz, hayal ürünü ne

Yaşar Kemal’in yazısı doğadaki hareketlerin bir devamı gibidir. Onun romanlarında rüzgarı hissedersiniz. Doğal bir durum gibi yazar. O kadar basit ve o kadar mükemmel bir söylem çıkar ortaya. Dağlara ovalara yazardı diyebiliriz. Onun sadece kalemi ve kağıdı değil; kuş kanatları, toz yürekleri, ikindi vakti esen garbi yelleri ile çok büyük bir kadrosu vardı. Acayip bir flarmoniyi yönetirdi. Kırmızı yakut gözlü koşmayınca üzülen atlar dediğinde anlıyorsun ki işçiyi, koca kadını, nineyi

71


yazdığı bir yazıda onunla ilgili şöyle bir anısını paylaşıyor:

peki? Gerçeğe dahil bir durum. Onun için İnce Memed artık var. Nur içinde yatsın, Yaşar Kemal ölümlü, İnce Memed ölümsüzdür. Halk, soylu ve derin bir içgüdü ile bunu alır, kabul eder. Nasıl büyük zalimler unutulmazsa -mesela dün “Yezid” bir insan ismiyken artık bir hakaret olmuştur. O ismin günahı yoktur, son yezidin günahıdır o- tersi durumda İnce Memed de hep yaşayacaktır. Efsaneler bitkiler gibidir. Efsaneler olmadan yaşayamaz insan. O efsaneyi her zaman halk üretmez bazen de hazırını alır. Karakteri bu kadar benimsemelerinin nedeni birebir İnce Memed değil ondaki özelliklerdir. Bir haksızlığa dayanamayan adam, hepsinin adına kendini ateşe atan adam. Bu cesareti herkes göstermeyebilir ama bu cesaretin ne olduğunu, nasıl önemli, az ve soylu bir davranış olduğunu anlar, bilir. Deniz Gezmiş’i de bugün faşist ve bazı ırkçılar dışında halkımız benimser. Hiçbir politikacı da böyle yiğitçe anılmaz. Saf bakışın, kitle dediğimiz gerçek pırlantayı barındıran insanların içinde büyük bir adalet ve vicdan duygusu vardır. Cumhuriyet gazetesi hiçbir zaman bir milyon satmadı ama Uğur Mumcu’nun cenazesinde bir milyondan fazla kişi vardı. O kolektif bilinç aslında o temiz ruhu bilir, tanır. Bu durum Yaşar Kemal ile halkın karşılıklı jestleşmesidir.

“Cannes film festivalindeyiz, bir kahvenin terasında oturuyoruz. Önümüz ana cadde, ötesi kumsal ve deniz. Caddeden iki yana yıkıla yıkıla, sarı sakallı, yırtık ceketli, gözleri baygın baygın bakan bir Fransız berduşu geliyor, bize yaklaşıyor ve para istiyor. Sabah sabah öyle bir alkol kokusu geliyor ki adamdan anlatamam. Masada kalabalığız, gazeteci arkadaşlarımız var. Yaşar Abi adama cömert bir bahşiş veriyor, adam mersi diyor; bu sırada bir arkadaş sarhoşa Fransızca “Bu mösyöyü tanıyor musun?” diye soruyor, sonra ekliyor: “Yaşar Kemal.” Ben içimden amma da soru ha diyorum, sokakta yatıp kalkan adam nerden tanısın Yaşar Kemal’i? Sarhoş ileri geri sallanarak gözlerini kısıyor, Yaşar Abi’ye bakıyor bakıyor, sonra ağzından şu kelimeler dökülüyor “Memed le bandit” Yani “Eşkıya Memed” Ağzımız açık kalıyor.” Bununla birlikte Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın her milletvekiline “Binboğalar Efsanesi” kitabını hediye etmesini düşünürsek yabancı uyruktan insanların Yaşar Kemal’e olan bu bağlılığını nasıl açıklayabilirsiniz?

Zülfü Livaneli, Yaşar Kemal’in ölümünden sonra

72


Bunlar müthiş anılar. Sokağın nobeli, bir yazarın alabileceği en büyük ödül budur.

zaten biliyoruz bir Türk çocuğu olarak. O isyanı, ferman padişahın dağlar bizimdir sözünü biliyoruz. Sonra bu söylemden yola çıkıp Osmanlı’ya kafa tutan Kozanoğulları’nın isyanını yazınca adam ortaya acayip bir bütünleşme çıkıyor. Ama bu durum aynı dilden olmayı gerektirmez. İnsanlık tek bir millettir zaten. Ben Mısırlı Necip Mahfuz’u da Yaşar Kemal külliyatını okuduğum gibi büyük bir dikkatle okudum. Orada da anlıyorsun, iyi bir yazar dünyanın hakimidir. Balzac’ı da Emile Zola’yı da Stendhal’ı da Yaşar Kemal çok severdi. Onları okurken de Fransız olmaya gerek yok. Tolstoy’un insanoğlunu bütün cepheleriyle kapsayan eserlerini okurken Rus olmaya gerek yok. Onlar, insanı anlatırlar. Birçok Rus’a göre Dostoyevski’yi daha iyi anladığımı oraya gidip insanlarla konuşunca anladım. Onlar da tam okumamışlar. Bir de bazı insanlarda kendi çevresindekilere değer vermeme vardır. Eminim, Yaşar Kemal Arjantinli olsa daha çok okuyacak bir sürü Türk de vardır. Dediğim gibi bizim bir şansımızdır ana dilimizden yazıyor olması ama Fransız mazlumu için ya da dikkatli bir Macar okuyucu için de büyük bir yazardır. Edebiyat o sınırları geçer. Bir Yunan bir Türk’e sempa-

-Burada Gökhan Şavlar araya girip Victor Hugo’ya ait şu anıyı anlatıyor.“Victor Hugo’ya bir gün; “Hayatında en çok mutlu olmanı sağlayan iltifat nedir?” diye sorarlar. O da şöyle cevaplar: “Bir akşam tiyatrodan eve dönüyordum. Dış kapıya geldiğimde anahtarı yanıma almadığımı fark ettim. Bu arada çok şiddetli bir şekilde ufak su dökmeye ihtiyacım vardı. Artık dayanamayacağımı anladığım için, hemen evimin duvarına işemeye başladım. Tam o sırada bir sarhoş belirdi ve benim omzuma vurarak, “Bana bak utanmaz herif! Koskoca Victor Hugo’nun duvarına su dökmeye utanmıyor musun? Defol git buradan bakayım!” dedi. İşte, hiç tanımadığım, halktan birisinin bu şekilde bana değer vermesi, aldığım en samimi övgüydü.” Yaşar Kemal bizim için kaymaklı ekmek kadayıfı. Kaymak olmasa da çok güzel de bir de konuyu bilince her şey yerli yerine oturuyor. Mesela Dadaloğlu’nu

73


Kemal, kendi kafasında kurduğu mutlu ülkeyi ve mutlu insanlığı kitaplarıyla veya yazdıklarıyla okuyucularına aşılıyor diyebilir miyiz?

tik bakmayabilir ama Yaşar Kemal’e mutlaka sempatik bakacaktır. Çünkü onu da koruyan bir yazar var orada. Yaşar Kemal, Sait Faik’i çok sevdiğini ve bir romana başlamadan önce mutlaka Sait Faik okuduğunu söylerdi -ki hikaye ve Türkçe bir araya geldiğinde o bambaşka bir yerdedir gerçekten-. Stendhal’ın üzerinde çok dururdu. Yaşar Kemal’e ilk gittiğimde “Selam Dünyalı Ben Türküm” adlı kitabımı vermiştim. İkinci gittiğimde kitap başucu kitapları arasındaydı, çok sevinmiştim.

Aslında tertemiz bir çocuk ruhuyla bütün insanlığa söylemiştir bunu. Benim kitaplarımı okumayanlar katil olsunlar demek değildir o. Lütfen benim kitaplarımı hepiniz okuyun ve hiçbiriniz katil olmayın demektir. Yaşar Kemal romantik bir adam değildir. Realist ve serttir. O da barışa duyduğu büyük özlem ve insanca yaşamaya duyduğu büyük saygıdan dolayıdır. İnsanın insana zulmü güzel değildir ama bir gerçek olarak varken hayatı zorlaştırıcı zamanı kahredici bir süreç yaşanıyorken onu bütün liflerine ayırarak çokça yazar. Onun dilinde şu soru vardır, insanca yaşamaya, barışa, aşka, dostluğa doyduk mu ki bunlar oluyor? İçindeki büyük sevgiden dolayı bir çocuk gibi şaşkındır. Onunla hesaplaşmadan bu sözleri söyleyemezsin. Soyut kalır o zaman. Beni okuyanlar savaş düşmanı olsunlar demek soyut laftır ama eserleriyle bunu somutlaştırmıştır. Yaşama coşkusunu öylesine bütün hücrelerinde hisseder ki seni de yanına almak ister ama bunu hikaye ile yapar. Hemen hemen herkes sevgiden bahseder ama bu söz bütün külliyatın üzerine söylenmiştir. Yaşar Kemal hem siyasi hem de sanatsal olarak sürekli binbir çiçekli bahçeden bahseder. Romanlarında ve söylemlerinde hep sınıfsız ayrımsız kardeş bir toplum tasvir etti. Bunun için çok büyük emek sarfetti. Sizce ilk romanından son romanına Türkiye halkları adına bir ilerleme kaydedildi mi? Çıkar amacıyla hayatımızı zorlaştıranlara rağmen hayatın kendi ivmesi var. Saf doğruyu uzun süre gizleyemiyorsunuz, yasaklayamıyorsunuz. Bir halkın kendi anadilini konuşması lafı bile edilmeyecek bir gündemken bunun yasaklanması ya da aydınların fikirlerinden yargılanmaları, devletin insanları idam etmesi, öldürmesi vs. ne olursa olsun faşizme çok uzak bir toplumda yaşamıyoruz. Sosyalizme daha uzağız ama bunlara rağmen her şey aşılıyor. Tabi ki de işe yaramıştır. Bileğiyle yazanlar arasında en çok işlevi gerçekleştiren biri varsa o da Yaşar Kemal’dir. O ne kendini ortaya bir çıkar için attı ne de sustu. Yeri geldiğinde siyasal dayanışmasını ve savunmasını da yaptı, yargılandı da. Hiçbir ihtiyacı da yoktu. O zaten bireysel şöhreti çok önceden kazanmıştı. Çok daha başka yaşayabilecekken gözünü kapatmadı. Geçen sene ramazanın ilk günü son ziyaretimizde “bırakın bunları komünizm adına ne yapıyorsunuz?” dedi. Hık mık ettik. O yaşında hala onun peşindeydi.

Yaşar Kemal bir röportajında; “Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılamasın, kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere hükümetlere olanak vermesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri insanlıkları ellerinden uçmuş demektir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar. Yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar.” demişti. Bu sözlerinden yola çıkarak Yaşar

74


Mücadele adamıydı ve kendi benzerleriyle, mücadele eden güruhla beraber bu toplumun kazanımları oldu tabi ki. Yeterli midir? Değildir ama azımsanamaz. Türkiye artık devletin adam öldürmesini engelledi. Bu önemli bir şeydir. Uygarlığın hamisi gibi görünen Amerika bunu yapamıyor ya da Kürtçe artık faşistlerin tüylerini diken diken eden bir olgu değil. Yetmiş yedi milyonun yetmiş yedi milyon dili olabilir. Pratikte olan şey teoride suç oluyor maalesef. Bu, hayatı yasaklamaya benziyor. Şunu da söyleyeyim, mesela Yaşar Kemal’in cenazesinden sonra Tayyip Erdoğan “hüznümü anlatacak kelime bulamıyorum” dedi. Bunu usulen yapmış olabilir, teknik bir açıklama olabilir ne olursa olsun şu anki otoritenin simgesi olan adama bunu söyletmek de kolay bir şey değil. Yaşar Kemal romanlarında haybeci, işe yaramaz adamlara “vizzo” der, “zort atıyor, hırpo” der. Hırposundan vizzosuna kadar o açıklamaları yapmak zorunda kaldılar. Ben cenazede Ankara’daydım ve dergi için yazacağım yazıyla uğraşıyordum. Cenazeye gidemedim bebek beklediğimiz için. Bir yandan da televizyondan cenaze törenini izliyordum. Güler Sabancı çıktı mesela ve çok büyük övgülerle andı Yaşar Kemal’i. Normal şartlar altında İnce Memed’in indirmek zorunda kaldığı ağaları simgeliyor o insanlar. Demek o kadar derin bir haklılık var ki söyleminde bu insanlar cenazede bulunuyor. Nasıl siyasal olarak bütün yelpazeye o demeci verdirdiyse Yaşar Kemal, sınıfsal olarak da bir konsensüs bir uzlaşma sağlamış durumda. Yani Güler Sabancı da biliyor İnce Memed’in nasıl davranmak zorunda olduğunu.

man bile başkasına ihtiyacın var. İnsanlar diğer yaratıklar gibi çokluğuyla yaşama sanatını gösterir. İstiyorsan hiç evden çıkma önemli değil, yine başkasının yaptığı müziği dinleyip onun sanatını izliyorsun. O yüzden en yakınından başlayarak son insana kadar herkesten sorumlusun. Onlar da senden sorumlu. Bunun dışındaki yaşam tarzı inorganiktir. Yani Paraguaylı sokak çocuğundan sorumlusun, banane diyemezsin. Hepimizin sorumluluğudur o.

Peki sizce ne olursa Yaşar Kemal amacına ulaşmıştır?

Burada ek olarak şunu da söylemek isterim. “Binboğalar Efsanesi” bütün külliyatın kontak anahtarıdır. Yerleşik düzene geçtikten sonra anlatığı insanların yerleşik düzene geçiş hikayesidir. Yaşar Kemal’e yeni başlayacaklar onunla başlasınlar derim. Şu ana kadar hiç okumamışlar da daha önce okumuş olanlar da bu kitabı eline almalı. O derece önemli bir kitap. Orada ve diğer kitaplarında demirci ustalarına derin bir saygısı vardır. Demirci ocaklarını Yaşar Kemal bir mabet gibi anlatır. Çok etkileyicidir. Hatta en etkileyicilerinden birini “Al Gözüm Seyreyle Salih” kitabında Karadenizli bir çocuktan bahsederken anlatır. Çocuk roman boyunca kaptanlara özenir. Hep açık denizlere çıkma hayaliyle, bir gemisi olsun bir kaptan olsun özlemiyle uğraşırken ara sıra bir demirci ustasına bakar. Ve finalde de o demirci dükkanına girer. Yaşar Kemal için o körüğün, o alevin o demirci tezgahının çok büyük bir değeri vardır. Sevgili kardeşlerim bunun üzerine düşünsünler.

Benim sorularım burada bitiyor. Sizin yazar hakkında okuyucularımız için eklemek istediğiniz bir şey var mı? Elbette. Kemal külliyatı içinde en zor okuduğum kitaplar derlediği ağıtlar oldu. O birebir gerçek ağıtları derlemişti. En kolay okuyacağımı sandığım kitapların ilk bölümünü okuduktan sonra ağlamaya başladım. O, onları derlerken neler çekti, bunu düşündüm. Kendi halkına bu kadar güvenen bir yazar, büyük yazardır diye düşündüm sonra da. Halkı adam yerine koymayan, aptal diyen, aşağılayan insanların çok olduğu toplumda her lafı her ağıtı saçmaladıkları zaman bile not eden bir yazardı. Anlattığı güneş ışığının çakıl taşlarını aydınlattığı kaynak suları gibi akıp duruyordu. İyi okuyucular bilirler, kelimeler yaşarlar, kelimeler maddedir. Yazarların ömrü sınırlıdır ama kelimelerin ömrü sınırsızdır. Onlar kelimeler gibi yaşarlar. Çok şükür bin sene sonra hakkında heyecanla konuşulacak bir yazara sahiptik. Hala da sahibiz.

Kimsesiz, yoksul, çaresiz, tutsak insanların azalması değil hiç kalmaması ile olabilir. Bir ülke en tutsak insanı kadar esirdir, en yoksul insanı kadar da açtır. İnsanın insana zulmünün bir açıklaması var sadece sadistlikten değil, o bir çıkarın sonucunda gelişir. Toplumda sınıflar arası zulmün ya da kıtalararası emperyalist zulmün bir açıklaması var, kar marjları ve cirolarla alakalı, rakamlara dökülen şeyler. Bir de rakamlara dökülmeyen insanlık durumu var. Ne zaman rakamlara dökülmeyen kavramlar o rakamları sirkülase edip siler geçer o zaman bu dediklerimiz olacak. Rakam dediğimiz sonu olmayan bir şeydir ama insan daha sonsuzdur. Şu an dünyanın en uzak köşesinde acı çeken bir insan olduğunu biliyor ve hissediyorsak tam mutlu olamayız. Bireysel tam mutluluk mümkün değildir çünkü bireysel bir iş değil artık yaşamak. Sevgi dolu olmana gerek yok, kibirli zalimin teki olsan bile ezmek için birilerine ihtiyacın var. O za-

Değer verip, vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler.

75


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

İNSANLIĞIN İNCİSİ Onur ASLAN tezaim37@gmail.com

İ

nsan psikolojik olarak hiçbir zaman yalnız değildir. Bitmek tükenmek bilmeyen bir muhabbetle bağlı olduğu beyni ona sürekli düşünceler fısıldar. Zihin sağlığı yerinde olan her insan bu sessiz düşüncelerle konuşur, gülümser, tartışır, acı çeker, onlar tarafından yargılanır veya onlara kızar. Kimi bu mekanizmayı vicdan olarak tanımlar kimi de şeytan. İşin doğrusu ne vicdandır ne de şeytandır bu sesler. Onlar sadece beynimizin farklı açılarıdır. Tabiatımız, bu düşünceler akımından birini seçer ve hayata geçirir. Süreç son derece akıcıdır. Bu kusursuz işleyişe dahil olan bir olgu da sorulardır. Hiç ummadığı bir anda kişi kendisini, kolay cevap verilemeyecek soruları düşünürken bulabilir. Bu korkulacak bir durum olmaktan çok insanın yegane ihtiyaçları arasındadır. Çünkü sorular hayata dair olup bitenlerin derinine inmemize, ayrıntıları çözmemize ve doğru karar vermemize yardımcıdır. Böyle yararlı bir tartışmaya engel olmak veya amiyane tabirle “kafaya takmamak” sağlıklı davranış değildir. İnsan, sorularını sevmelidir. Dünya tarihi boyunca gelip geçmiş sonsuz sayıdaki insanın ortak paydası bu soruların birinde inci gibi saklıdır. Belirli olgunluğa erişmiş ve yaşadığı çevredeki bireylerin farklı farklı eylemlerini tatmaya başlamış beyin, mutlaka bir gün şu soruyu insana sorar: “Ben ne için dünyaya geldim?” İşte insanlar bu sorudan sonra iki ayrı yola giderler: Cevap vermeyip pişmanlıklardan kaçamayanlar ve cevap verip emin adım atanlar. Sanırım bugün dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu şey, bu sorunun üzerinde usanmak bilmeden kafa yoran parlak zihinlerdir.

76 60


B

azı insanlar yaşamlarıyla dünya üzerinde şimşek etkisi yaratırlar ve var olma nedenlerini hemen belli ederler. Örneğin Mozart, kısacık hayatına öylesine benzersiz eserler sığdırmıştır ki sadece batı klasik müziğinde değil tüm evrensel müzik türlerinde çığır açmıştır. Türk Edebiyatı’nda Orhan Veli de böyledir. Onun da ömrü kısa sürmüştür ama kaleminden akan duygu yoğunluğu asırlarca sürecek bir etkiyi meydana getirmiştir. Bazı insanlar ise fikirleri ile insanlığın üzerine yağan bir sağanak gibidir. Şüphesiz, Yaşar Kemal yaptıklarıyla, yazdıklarıyla ve söyledikleriyle bu dünyanın sağanağıdır. Damlaları ise bilgiden, gerçeklikten, iyilikten ve umuttan oluşur. Dimağımızın toprağına düşecek birkaç damla bile karakterimizin doğru yola sapması ve ruhumuzun en adil kararları verebilmesi için yeterlidir. Yazdığı her satır bu toprağa ait ayrı bir ufuk doğurur. Gözlerden uzak olduğu için soyutlaşmış hayatların kapılarını tek tek açarak insani duygulara ve değerlere dair kusursuz somutluklar yaratır. Yaşar Kemal hayattayken tüm benliğiyle insanlığa gülümsüyordu. Eminim, vefatından sonra da sonsuz bir derinlikte geçmişin, bugünün ve geleceğin tüm varlıklarına gülümsemeye devam edecektir. Neden bir hayata sahip olduğumuzu anlayabilmek için tesadüfler yığını arasından cevapların bizi bulmasını beklemek yerine cevabın ayağına gitmek en doğru çözümdür. İnsan ne ile mutlu olduğunu bilmelidir. Bireysel mutluluktan yola çıkarak dünya dengesine en fazla nasıl katkı sağlayacağını veya ne yaparsa iç dünyasının tatmin noktasına ulaşacağını çözen insan, kendisini anlamlandırabilmek için sağlam adımlar atmış olur. Bu uğurda aşılan her engel, insanı aradığı cevaba yaklaştırır. Belki de yolun sonunda aranızdan, gökyüzüne şimşek olacak veya sağanak olup yeryüzüne yağacak hayatlar çıkar.

77


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

YAŞAR KEMAL’IN GERÇEKLIĞI Yaren MUĞLALI a.yarenm@gmail.com

Y

aşar Kemal Türk edebiyatının en çok okunmuş, en çok incelenmiş yazarlarından birisidir. Hâl böyle olunca onun hayatı ve yapıtları hakkında genel bir söyleme varmak oldukça zorlaşıyor. Her yazarda olduğu gibi onun da yaşamla ilişkisi, romanlarının satır aralarında ve karakterlerinin ruhundadır. Dünyayla hangi sınıfın penceresinden ilişkilendiği, dünyayı nasıl algıladığı ve aslında nasıl yaşadığı karakterlerinde dile gelir. Tüm karakterlerini kendisinin de asla kopmadığı halkın kolektif gücünden ya da güçsüzlüğünden doğuran, binbir emekle dokuyan Yaşar Kemal; aynı zamanda bir halk masalcısıdır. Çocukluğunun kısa süren krallığını Çukurova’da kurduğundan ve tüm hayatını etkileyeceğini kendisinin bile bilmediği o acı olayları bu coğrafyada yaşadığından, ilk yapıtlarıyla beraber (Teneke, İnce Memed) Çukurova yöresi romancısı olarak tanındı. Gelgitli hayatının molalarında tüm dünya edebiyatına onlarca roman, deneme ve folklor ürünü sığdırdı. Şüphesiz hak ettiği onlarca ödülle beraber, Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk Türk yazar olarak adını tarihe yazdırdı.

78 60


K

işisel hikâyesi de evrensel bir karaktere dönüşen İnce Memed’inki gibidir. Daha çocukken babasının öldürülmesiyle “mecbur” kalıp okulu bırakır, sonrasıysa romanlarında dile gelecek kadar canlı, renkli, zorlu bir hayat serüvenidir. Her yönünü ayrı tecrübe etmiştir hayatın; en çok da dramı. Çırçır fabrikasında işçilikten, ırgat kâtipliğine; kitaplık memurluğundan, çeltik tarlalarında kontrolörlüğe kadar. Kendi deyimiyle, her romandan birer satır koymuştur kendi beyaz sayfasına her acıyı tadıp. Efsaneler, ağıtlar, dertler ve çileler onun eserlerinin her zaman esin kaynağı olmuştur. Küçük yaşta ozanlara öykünerek ağıtlar, şiirler söylemeye başlamasıyla kendisiyle atışan görme engelli Âşık Ali’nin “Sen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın” sözleri onu derinden körükler. Çukurova’nın yarım yüzyıllık görgüsünü betimlediği ve tüm çatışmalarını yansıttığı İnce Memed, nihayetinde bir mit olmaktan çıkıp “mecbur” insana, garibana, yetime ve emekçiye yol gösteren; onların çığlığını duyan tek kahraman olur koca çınarın usta kaleminde, işçiliğinde. Dağın Öte Yüzü başlığı altında topladığı Orta Direk, Yer Demir Gök Bakır ve Ölmez Otu romanlarının önsözünde ise bizzat kendisi “benim yaşantım ve tanıklığımdır” değerlendirmesini yapar. Bunun en bariz örneği ise inatçı kişiliği, tıbbî bilgisi ve yardımseverliğiyle Meryemce’dir. Bu karakter yazarın babaannesi Hırde Hatun ile öyle çok benzerlik gösterir ki; bükük belini, sivri çenesini, kınalı saçlarını ve daha nice uzvunu ondan alır. Diğer romanlarında, öykülerinde ve folklor eserlerinde olduğu gibi, bu üçlemesi de ağalık temasından, köylü çilesinden, kederden ve kendisinin tüm çatışmalarından nasibini alır. Vefatıyla herkesi yasa boğsa da Abdi Ağaların, Adil Efendilerin kökünün hâlâ kurutulamadığı bu dünyada onun İnce Memed’i ve tüm karakter ordusu da her daim sürükleyici bir mücadelenin ruhu olarak yaşayacaktır.

79



#BizimHikayemiz Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi - Çalışma Grubu, 2009 yılında yola çıkarken ilk üyelerini bir araya getiren temel sebep; geçmişte İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü bünyesinden çıkan Minerva’yı canlandırma isteğiydi. Grubumuz, Minerva’yı istikrarlı yayımlanan bir bülten haline getirerek yola çıkışının boşuna olmadığını gösterdi. SUİAM-ÇG, amatör dergi yayını ile kendisini geliştirmeye çalışırken daha çok etkileşim kaynağıyla beslenme yoluna gitti. Bulunduğu ortamda akademik ve sosyal birikimin artması ve yoğunlaşması için etkin olmayı hedefledi. Bu anlamda okul içinde ve dışında çeşitli faaliyetler yürütüyor, etkinlikler düzenliyor. SUİAM-ÇG yola çıktığından beri onlarca üniversite öğrencisi için bir deneme alanı, alternatif bir öğrenme çevresi oluşturdu. Üniversite dönemini daha anlamlı kılmaya çalışan pek çok arkadaşımız kendilerince oluşturulan bu okulun parçası oldu, olmaya devam ediyor. Misyonumuz: İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencilerinin gerek sosyal gerek akademik hayata hazırlanmaları için alternatif bir ortam sağlamak, Araştırma ve düşüncelerin başta yayıncılık olmak üzere pek çok etkinlikle paylaşılması için aracı olmak, Kendimizi yenileyerek yaptığımız çalışmalarla çevremizde sürdürülebilir bir etkileşim sağlamak, Entelektüel birikime ve sosyokültürel hayatın gelişimine katkı sağlamak, Sivil toplum, özgür düşünce, farklılıklara saygı, insan hakları, toplumsal barış gibi olguların gelişmesine yardımcı olmaktır. facebook.com/iu.suiamcg twitter.com/suiamcalisma suiamcalisma@gmail.com


EN

UCUZ HIZLI KALİTELİ

“ önce dost ”

DETAY FOTOKOPİ

Seri çekimlerde %35 İNDİRİMah-beyaz) (siy

Dijital Kopyalama Renkli Fotokopi Dizgi Ciltleme Scanner PDF En Güncel DERS NOTLARI Kırtasiye Web Tasarım

www.detayfotokopi.net

0212 528 38 71

ADRES: Bozdoğan Kemeri Caddesi No: 55 detay@detaycopy.net Vezneciler / FATİH

DETAY FOTOKOPİ


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.