Minerva Dergisi - Sayı: 19

Page 1

. MINERVA www.minervadergi.org

MAYIS - 2016

SAYI: 19

İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni

“VarsIN toprak kIzIla boyansIn, ay hep bembeyaz kalIr. ~ ~ GöGün kayItsIzlIGIdIr bu.” VICTOR Hugo



.

MINERVA

Sayi 19

Bizden... Yeryüzü doğası gereği bir ışık tarafından aydınlatılması gereken bir oluştur ve insanlık tarihi boyunca o yeryüzünün üzerinde yaşayanlar, zekanın parıltısı ve özgür bilginin ışığında aydınlanmış ve bugünlere ulaşmıştır. Kuşkusuz her dönem karanlıkta kalanlar olmuştur. Bu durumda o ışığa ulaşanların ve sahip olanların öne çıkması, ışığını paylaşması, insanın en doğal haklarını koruması ve daha aydınlık yarınlara ulaşması yolunda sadece maddi bir eylem değil aynı zamanda manevi bir erdemdir. Bilmenin gücü, aklın yararı, bilimin ve sanatın iradesinden beslenen uygarlıklar ve düşünce yapıları, cehalete karşı yürüttükleri kadim mücadelede er ya da geç galip olacaklardır. Bu sadece haklı bir galibiyeti değil, insanlığın varlığının ve mutluluğunun garantisini temsil eder. Minerva, bugünden 8 yıl önce bu mücadelede öne çıkanların buluştuğu, tarihsel birikimde belki küçük ama o adımı atanların aklında ve kalbinde yarınlara uzandığı ölçüde büyük bir adımdır. 19. sayısı ile karşınızda olduğumuz Minerva Dergisi aydınlık yarınlara umutla, inançla ve inatla bir adım daha atmıştır. Bundan sonraki adımlarında daha kalabalık, daha büyük ve daha güçlü olmak dileğiyle. Hep birlikte... İyi okumalar.

Teşekkür... Sn. Prof. Dr. Haluk ALKAN, Sn. Prof. Dr. Nuray MERT, Sn. Prof. Dr. Namık Sinan TURAN, Sn. Prof. Dr. Burak Samih GÜLBOY, Sn. Doç. Dr. Ahmet ÖZTÜRK, Sn. Doç. Dr. Yunus KAYA, Sn. Doç. Dr. Sadık ÜNAY, Sn. Doç. Dr. Murat METİNSOY, Sn. Doç. Dr. Ahmet Emre ATEŞ, Sn. Yrd. Doç. Dr. A. Leyla SANLI, Sn. Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf BEKAROĞLU, Sn. Yrd. Doç. Dr. İrfan ÇİFTÇİ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Muharrem Hilmi ÖZEV, Sn. Yrd. Doç. Dr. Muhammed A. AĞCAN, Sn. Yrd. Doç. Dr. Burcu Sunar CANKURTARAN, Sn. Yrd.doç. Dr. Begüm KURTULUŞ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Gül Pınar Erkem GÜLBOY, Sn. Yrd. Doç. Dr. Gizem Bilgin AYTAÇ ve Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü değerli araştırma görevlilerine teşekkürü borç biliriz.

SUİAM Çalışma Grubu Adına Sorumlu: Ayda SEZGİN Genel Yayın Yönetmeni: Yunus TURAN SUİAM Çalışma Grubu: Alperen KARAMUSTAFAOĞLU, Ayda SEZGİN, Burak ATASAYAR, Burak HACIOĞLU, Erdoğan Can ELDEN, Melisa Deniz ÖZKELEŞ, Esra KASAP, Mehmet Orkun GENÇ, Melike CENGİZ, Melike DURMUŞ, Melike ŞAHİN, Hatice DURMUŞ, Roza İZGÖREN, Büşra Selen YILMAZ, Sinan AKBULUT, Yaren MUĞLALI, Yusuf TELLİ, Zeynep Gizem TUNA, Özgenur AKTAN, Yunus TURAN Görsel Yönetmen: Coşkun SAİTOĞLU coskunsaitoglu@live.com

Basım Tarihi: 10.05.2016

minervadergi@gmail.com www.minervadergi.org

İLETİŞİM

twitter.com/minervadergi facebook.com/iu.suiamcg

MİNERVA Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni’nde yer alan çalışmalarda tüm sorumluluk çalışma sahiplerine aittir. Minerva’nın çalışmalarla ilgili olarak herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır.


içindekiler...

Prof. Dr. İzzettin Önder ile Küreselleşme Üzerine Yunus TURAN

Osmanlı İmparatorluğu’nda Kimlik ve Kimlik Oluşumu Yusuf TELLİ

3 Diktatörlük ve Güç Arayışı Yaren MUĞLALI

11 Uluslararası İlişkiler Teorilerine Tarihsel Bir Bakış: Realizm ve Liberalizm M. Deniz ÖZKELEŞ

13 “Propaganda” Kavramı ve Alternatif Eylem Modellerinin Oluşumu Üzerine Can ELDEN

17 ABD Dış Politikasında Kırılma Noktası: Soğuk Savaşın Bitişi Mehmet Orkun GENÇ

20 İkinci Dünya Savaşı Sonrasında “Savaş”ın Evrimi: Vekâlet Savaşı ve Kore Örneği Burak ATASAYAR

23 Yükselen Güçten Süper Güce: Çin Halk Cumhuriyeti’nin Büyüme Aşamaları Büşra KILIÇ

48 Bir Savaş Fotoğrafçısının Objektifinden “Mülteciler”: Kerem Yücel ile Söyleşi Z. Gizem TUNA

54 Avrupa’nın “Doğu”ya Bakışı ve Bir Araç Olarak İslamofobi Alperen KARAMUSTAFAOĞLU

60 Doç. Dr. Yusuf Adıgüzel ile Mültecilik ve Mülteciliğin Sorunları Üzerine Selma TURAN - Melike DURMUŞ

63 Sabiha Senyücel Gündoğar ile Mültecilik ve Çokkültürcü Politikalar Üzerine Özgenur AKTAN

68 Seçmen Davranışlarıyla Ekonominin İlişkisi Bağlamında: Türkiye’de Seçmen Davranışlarının Genel İncelemesi Ersel KORUK

73 Yunanistan Ekonomik Krizi: Yunan Ekonomisinin Yapısal Sorunları Büşra Selen YILMAZ

78

27 1967 Arap-İsrail Savaşı: Önleyici Savaş Doktrini Üzerinden Bİr Değerlendirme Uğur OVACIKLI

32 Kavramsal Olarak Feminizm, Toplumsal Cinsiyet ve Devlet Üzerine Yaklaşımlar Ayda SEZGİN

40 Küreselleşme Bağlamında Ulus Devletin Tartışılması Burak HACIOĞLU

SOYUTLAMA: CHARLIE CHAPLIN Chaplin’in Sessiz Haykırışı ve Müziği Esra KASAP

82 Erdem Onur ASLAN

83

43 Celal Kadri Kınoğlu ile Söyleşi Onur ASLAN

84


MİNERVA

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KİMLİK VE KİMLİK OLUŞUMU Yusuf TELLİ

yusuftelli34@gmail.com

İ

nsan ırkı varoluşundan bu yana sosyal hayatın içerisinde farklı aidiyetler ve kimliklere sahip olmuştur. Benimsenen her kimlik kendi özünü bir başka kimlikten farklı olması üzerine temellendirmiştir. Kimlik kavramı, Latince idem (aynı) sözcüğünden türetilmiş olan “identity” kelimesinden gelir ve bir mensubiyeti, aidiyeti ve bir toplulukla aynılaşmayı ifade eder.1 Sözlük anlamıyla, toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan şartların bütünüdür.2 Toplumda ise bireylerin aynı nitelik ve belirtilere sahip olmasıyla toplumsal kimlik dediğimiz kavram ortaya çıkar. Bir toplum kendi kimliğini tarif ederken kendi karşısında bir diğer-öteki bularak kendini farklı sınırlar içerisinde tasnif eder. Toplum kimliğinin oluşumunda belirli birçok etken vardır. Kültür, din, mezhep, dil, ırk vb. faktörler belirli kimlikleri benimsemede bir araç olarak kullanılır. Söz konusu Osmanlı İmparatorluğu olduğunda ise imparatorluk yapısının getirdiği temel özelliklerden kaynaklanan birçok kimliğin bir arada bulunmasına sebep olan bir “mozaik” model görünür. Osmanlı, farklı etnik kökenlerden gelen, farklı dinlere sahip ve ayrı dilleri konuşan insanları aynı imparatorluk kimliği altında toplamıştır.3 Hatta o dönem Avrupa’sında Osmanlı kadar muhtelif din ve ırklardan oluşmuş bir imparatorluk bulunmuyordu. Devletin toplumsal, siya-

sal ve yönetsel yapısı, genellikle ırk esasına göre değil, din veya mezhep esasına göre örgütlenmişti.4 İşte bu yüzden makalenin amacı salt bir “Osmanlı Kimliği”nin olup olmadığı ve bu kimliklerin nasıl oluştuğu sorusuna cevap bulmak ve bu hususta genel bir çerçeve çizmektir. A. Osmanlı Toplum Yapısına Genel Bir Bakış ve Millet Sistemi Osmanlı toplumu iki temel ayak üzerine temellendirilmiştir. Bu iki ayağın en kuvvetli olanı “millet-i hâkime” olarak bilinen Müslümanlardır. Diğer temel unsur ise İslam devletlerinde “cizye” vergisi vererek Müslümanların tahakkümü altında bulunan “ehl-i zimme”dir. (Hatt-ı Hümayunlarda “tebaa-i gayrimüslime” ve “cemaat-ı muhtelife olarak da geçer.)5 Osmanlı İmparatorluğu bugünkü sınırlarla dünyanın en büyük devletlerinden biri olabilirdi çünkü Kırım’dan Sudan’a, Bosna’dan Basra Körfezi’ne, Kafkaslar’dan Fas’a uzanan bir imparatorluk çerçevesi vardı. Bu coğrafyalarda birbirinden farklı onlarca kültür, inanış, lengüistik yapıdan bahsetmek abes olmaz ki yeryüzündeki imparatorluklar çoğunlukla ayrı milletler ve kimlikler üzerine temellendirilmiştir.6 Osmanlı toplum yapısında “ırk” ve “ulus” gibi kavramlar yer almıyordu. Sosyal hayattaki bireylerin statü ve kimliğini tayin eden faktör, bireyin inanç yapısıydı. Toplum, ait olduğu inanç temelinde çeşitli “millet”lere ayrılmıştı.7 Millet, bir dine ya da mezhebe sahip topluluk demekti. Yani bugünkü anlamıyla millet kelimesi Osmanlı’da “ırk” kelimesinin karşılığı değildi. İnsanlar etnik kimliğiyle değil inandıkları din üzere ayrılmıştı. Örnek olarak, Türk, Arap, Boşnak, Kürt, Arnavut Vs. etnik yapılar Müslüman oldukları için aynı sınıf içerisinde bulunuyorlardı ve bu şüphesiz “millet-i hâkime” idiler.

1 Kılıçbay, Mehmet A. “Kimlikler Okyanusu”, Doğu Batı, yıl: 6, sayı. 23, Ankara, 2003. 2 Türk Dil Kurumu-Güncel Türkçe Sözlük, 2016 3 Sinan Turan, N. “Tefrikten İttihad”a Osmanlı Devleti’nde Gayrı Müslimler’in Toplumsal ve Siyasal Statülerinde Değişim Süreci, S. 1-5 4 Eryılmaz, B. Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992, s.10. 5 A.g.e, s.14 6 Özbaran, S. Bir Osmanlı Kimliği 14.-17. Yüzyıllarda Rûm/Rûmi Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yayınevi, 2004, s.13 7

Timur, T. Osmanlı Kimliği, İmge Kitapevi, 2010, s.219

3


Kamûs-ı Türki gibi Osmanlı Türkçesinin başat eserinde, “din” ve “millet” kavramları aynı anlamda kullanılmıştır. Bunun yanında “millet” ile “ümmet” kelimeleri farklı anlamlarda kullanılmıştır. Kamûs-ı Türki’ye göre millet kelimesi, bir dine bağlı çeşitli ırk ve dile mensup toplulukların ortak adıdır: İslâm milleti gibi. Ümmet ise, bir dine mensup çeşitli topluluklardan her birisi için kullanılan bir kavramdır. Türk ümmeti gibi. Kamûs-ı Türki yazarı Şemseddin Sami, “İslam milletleri” (milel-i İslamiye) yerine “İslam milleti” (millet-i İslamiye); “İslam ümmeti” yerine ise “İslam ümmetleri” (ümem-i İslamiye) denilmesinin daha doğru olacağını belirtir.8

ceberut yüzünü değil; azınlıklar arasındaki düzene göz kulak olup tahammüllü ve toleranslı yüzünü göstermiştir. Osmanlı etnik-dini cemaatler ortasında kendisine bu farklılıkları koruma ve güvence altına alma misyonunu yükleyerek “millet sistemi”ni oluşturmuştur. Bu konudaki önemli nokta ise Osmanlı’nın bünyesindeki bu etnik ve dini yapılara karşı tutumu salt “hoşgörü-adalet” kavramlarıyla açıklanamaz. Çünkü imparatorluk yapısı baskıcı ve zorlayıcı politikalarla ayakta kalacak bir sisteme sahip değildir. Devlet yönetimi de bu konuda elini oldukça rahatlatan millet sistemini uygulayarak kendi geleceğini güvence altına almıştır. Kısacası Osmanlı İmparatorluğu için hoşgörü, adalet ve tahammül kavramları bir lütuf değil, zorunlu bir durumdur.

Tanzimat’tan sonra, batılılaşma ve laikleşme hareketleri ile birlikte, “millet” ve “ümmet” kelimeleri, bu orijinal ve dini içeriklerinden farklı olarak anlam değişikliğine uğradılar ve millet terimi “ümmet”, ümmet terimi de “millet” kelimesi yerine kullanılmaya başlandı.9 Millet kavramının bu anlamda Batı dillerinde karşılığı yoktur. Eğer millet, İngilizce’deki “nation” (ulus) kelimesinin karşılığında kullanılacak olursa, o takdirde bu kavram, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve aynı dili konuşan toplumu ifade etmiş olur.10 Aynı ırka mensup topluluk da “ulus” kavramıyla anlatılır. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nda millet kavramı içinde ifade edilen topluluklar, çeşitli bölgelerde dağınık şekilde oturmakta ve farklı dilleri konuşmaktadır. Bu topluluklar, ne ırk ne de dil birliğine sahip değillerdir. Temel ortak noktaları ise, bir dine veya mezhebe bağlı oluşlarıdır. Bu nedenle millet kavramının özünü inanç ortaklığı meydana getirir. Millet kavramının bu içeriğinin din ve inançlara verilen değerler çerçevesinde değerlendirilebilse de bu duygusal bir yaklaşım olacaktır. Buradaki kavram kargaşası tamamen kelimelerin birbirini motamot karşılayamaması ile ilgilidir.

İslam hukukçularına göre insanlar Müslüman ve Müslüman olmayanlar olarak ikiye ayrılırlar, Müslüman olmayanlar da kendi içlerinde aynı şekilde iki kola ayrılırlar. Bunlar “ehl-i kitap olanlar” ve “ehl-i kitap olmayanlar”dır. Ehli kitap olanlar kendilerine Allah tarafından semavi bir kitap yollandığına inanılan Yahudi ve Hristiyan’lardır.11 Bu özelliğin dışında kalan diğer bütün inançlar ise ehl-i kitap olmayan azınlıklardır. İslam devletinde bütün bu topluluklar İslam hukukuna göre “tebaa” olarak kabul edilir. Tebaanın can güvenliği, mal, çalışma, din ve vicdan hürriyeti bakımından devletin koruması altındadır. Ayrıca gayrimüslimlerin bir İslam devletindeki konumu misafirlikle ilişkilendirilmiştir. Çünkü gayrimüslimler devlet himayesi altında oldukları için bir nevi misafir statüsüne sahiptirler. Bu sebeple görevleri Müslümanlardan daha azdır ama imparatorluğun gözbebeği konumunda değildirler zira bu kadar az göreve sahip olmaları avantajlı bir durumken aynı zamanda hakları ve özgürlükleri Müslümanlardan önemli ölçüde azdı. Örneğin bir gayrimüslim Osmanlı’da zorunluluğu askerliğe tabii değildir. Bu nedenle kendisini himaye edip koruyan devlete yıllık “cizye” vergisi verirler. Bu vergi bir nevi varlık vergisi gibidir. Bu verginin muhatapları, olgunluk yaşına erişmiş erkekler veya askerlik yaşındaki erkeklerdir, yani kadınlar, çocuklar, din görevlileri, fakirler, çalışamaz durumdaki yaşlı ve engelli insanlar bu vergiden muaf tutulmuşlardır. Öte yandan bir gayrimüslim hiçbir zaman Osmanlı devlet yapısı içinde devlet başkanlığı ve ordu komutanlığı gibi önemli kamusal görevlere getirilmemiştir fakat herhangi bir idari göreve getirilip, kendilerine Müslümanlarla eşdeğer ücret ödenmesinde bir beis görülmemiştir.12 İmparatorluğun bir parçası olan gayrimüslimler Osmanlı topraklarının neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar yönetim merkezi İstanbul’da olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçasıdırlar.13 Osmanlı bu mozaiğin devamını sağlayabilmek

Osmanlı, bünyesindeki etnik ve dini yapıları bir şekle sokmaya ya da bütünleştirmeye çalışmamıştır. İmparatorluğun doğasında yer alan çok uluslu yapı Osmanlı’da da mevcuttu ve bu sebeple azınlıklara karşı baskıcı ve

8 Eryılmaz, B. Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992, s.12 9 A.g.e. s.18 10 Oxford Dictionaries, Oxford UniversityPress, 2016 11 Demir, M. – Turan, T. Türkiye Selçuklu ve Osmanlı Tecrübesinde Gayr-i Müslim Kimliği, Akademik İncelemeler, cilt: 2 , Sayı:1, 2007 12 Eryılmaz, B. Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992, s.101-102 13

Koyuncu, A. Osmanlı Kimliği Üzerine Düşünceler, Türkiyat Araştırmaları, 2005,s.201

4


adına millet sistemini bütün dini yapılarında örgütlemiştir. Örneğin kiliseler Osmanlı millet sistemini devam ettirmek için en etkili araçtı. Devlet kendi gücünü lokalize ederek belirli yapılara dağıtmıştır. Hıristiyanlık dinini benimsemiş gayrimüslimlerin Osmanlı’da birçok mezhebe ayrıldığını görürüz. Rum Ortodoks Kilisesi, Ermeni Gregoryen, Ermeni Katolik, Ermeni Protestan, Süryani Kadim Kilisesi (Ortodoks), Süryani Katolik, Kaldani eski kilisesi ve Kaldani Katolik, Nasturi Kilisesi ve hatta cumhuriyetin erken dönemindeki Türk Ortodoks kilisesi, Osmanlı’da yer alan mezhep ve inançlara önderlik eden kiliselerdi.14 Bu noktada saydığımız kiliseler Osmanlı’nın bir memuru gibi kendine biat eden cemaat üyelerini adeta kontrol eder. Yani padişahlar, vezir-i azamlar, şehzadeler ne kadar “Osmanlı” ise, Patrikhane’de aynı şekilde Osmanlı’nın bir kurumudur hatta bizzat “Osmanlı”dır.15 Osmanlı’da cemaat önderleri, gayrimüslimler ile devlet arasında bir kontak aracı, bir temsilci misyonu üstlenmiştir. Devletle gayrimüslim halkın arasında iletişimi ve düzeni sağlayan aracı kiliselerdir. Bu dolaylı iletişim devlet açısında da oldukça pratik bulunmuş olmalı ki uzun süre korunmuştur. Bunun yanı sıra millet liderleri kendi cemaatleri üzerinde ruhani ve dini bir otoriteye değil aynı zaman da maddi ve cismani aynı zamanda siyasi bir otoriteye de sahipti. Bunun dayanağı ise devletin kendi yönetsel işlevini bir kısmını millet liderlerine bırakmış olmasıydı. Ama burada bir olaya açıklık getirmek lazım, o da millet sisteminin sanıldığı gibi belirli bir patriğe özerklik verip onun bütün ülkedeki cemaatini özerk yönetmesi değildir. Devlet, kendi yerel memurlarının yetki ve gözetiminde yerel cemaatlere özerklik verir.16 Bu nedenle millet liderleri büyük yetki ve imkânlarla donatılmıştı. Gayrimüslimler bu yetkileri kötüye kullanan liderlerini kimi zaman direkt olarak devlete şikâyet etmişlerdir. Tanzimat’la gelen millet sistemindeki birtakım demokratikleşme ıslahatlarından sonra millet liderlerinin yetkileri kısıtlanıp bazı yetkileri ise cemaatlerin kurduğu meclislerle paylaşılmıştır. Bu sebepten dolayı gayrimüslimlerin bu reformların yapılmasını dile getirmeleri gelişmelerin önünü açmıştır. Millet liderleri ise bu durumdan rahatsız olmuşlardır çünkü Osmanlı’da her millet kendi hukuk kurallarıyla ya da kendi müeyyide yöntemleriyle yönetiliyordu. Millet liderleri ise ellerinden alınan hapis, işkence, sansür ve vergi koymak gibi güçleri bu rahatsızlığın temelini oluşturuyordu.17

iç içe yaşamıştır. Her ne kadar toplum gayrimüslim ve Müslimlerden oluşsa da, hiçbir zaman iki toplum birbirine eşit tutulmamıştır. Osmanlı hanedanlığı Türk-İslam kültüründen gelen bir yapıya sahipti ve bu yüzden imparatorluktaki temel unsur Müslümanlar ve Türklerdi. Bu sebeplerden ötürü Ermeni, Rum, Sırp gibi etnik yapılar toplumda hep ikinci planda kalıyorlardı. Böylelikle yüzyıllar boyunca gayrimüslimler, Türk-İslam kurumlarının etkisinde kaldılar. Osmanlı’da gayrimüslimlere büyük bir din değiştirme baskısı yapılmamıştır. Bunun nedeni hak din sayılan bu dinlerinKuran’da geçen “dinde zorlama yoktur” ayetine göre değerlendirilmesidir. Din değiştirme olayları genellikle evlilikler ve bireysel ilişkiler etrafında yaşanıyordu.18 Bu konuda muhtelif yaklaşımlar da söz konusudur. Mesela Osmanlı’nın yüzyıllarca egemenliği altında bulunan Balkanlar’da tarih yazıcılığı Osmanlı konusunda pek iyi düşüncelere sahip değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nu “yabancı” olarak tanımlayıp, kendilerini zorla Müslümanlaştırmaya çalışan köleleştirici, zalim bir devlet olarak görmüştür. Örnek olarak Bulgar tarih yazıcılığı, uluslaşma evrelerinde gösterdiği reflekslerde Osmanlı’yı sürekli olumsuzlayarak bir çizgi çizmiştir. Fakat bu son dönemde özellikle 1990’lı yıllardan sonra kendi ayakları üzerinde durabilen bir devlet olup ulusal kimliğini oturtunca kırılmaya başlanmıştır. Osmanlı kimliği artık tekrar sorgulanmaya başlanmıştır.19 Bu konuda İlber Ortaylı’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun eski toprakları üzerine kurulan ve şu an Türkiye’nin komşusu olan ülkeler için Osmanlı’nın 700. kuruluş yıldönümünde söylediği “istesek de istemesek de, beğensek de beğenmesek de hepimiz Osmanlıyız”20 sözleri önem arz eder.

Osmanlı toplumundaki Müslim-gayrimüslim ilişkileri dönemden döneme değişiklik göstermiştir. İmparatorluğun en kadim toprakları olan Anadolu’da, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Müslümanlar ve Hıristiyanlar 14 Ortaylı, İ. Osmanlı’da Milletler ve Diplomasi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008, s.3-15 15 Koyuncu, A. Osmanlı Kimliği Üzerine Düşünceler, Türkiyat Araştırmaları, 2005,s.202 16 Jan Zürcher, E. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çeviren:Yasemin Saner, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2015, s.27 17 Eryılmaz, B. Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992, s.103 18 Demir, M. – Turan, T. Türkiye Selçuklu ve Osmanlı Tecrübesinde Gayr-i Müslim Kimliği, Akademik İncelemeler, cilt: 2 , Sayı:1, 2007 19 Eryılmaz, B. Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992, s.103 20

Ortaylı, I., “ İstanbul’un Fethi ve Üçüncü Roma Nazariyesi,” /Uluslar arası İstanbul’un fethi Konferansı (24-25 Mayıs), Bildiriler, İstanbul, 1997.

5


melerine izin verilmezdi. Hıristiyan ve Yahudilerin, çocuklarına Müslümanlara has isimler vermeleri yasaklanmıştır. Özellikle Osmanlı döneminde, her üç dinde de ortak olarak kullanılan Joseph (Yusuf, Yasef) ve David (Davud) gibi isimler, farklılığın belirtilmesi amacıyla farklı yazılmıştır. Gayr-i Müslimlere uygulanan yasaklardan bir diğeri, onlara kamu hizmetinde ve askerlikte görev verilmemesiydi. Gayr-i Müslim erkeklerinden, askerlik hizmetinden muaf tutulmaları karşılığında cizye adı verilen bir vergi alınırdı. Zımmîlerin askere alınmamaları İslâm hukukuna dayanan bir uygulamaydı. Bu kural Osmanlı bünyesindeki Gayr-i Müslimlerin Müslümanların savaşlar nedeniyle sanat ve ticaretle uğraşamamasından kaynaklanan boşluğu doldurmalarını ve Osmanlı ticaretine hâkim olmalarını sağlamıştı (Bozkurt, 1992: 284-285).23

Türk tarih yazıcılığında her ne kadar Osmanlı’nın azınlıklara hoşgörüsünden dolayı methiyeler yazılsa da gayrimüslimlere karşı oldukça ayrımcı ve sert yasaklar da uygulanmıştır. Toplumu direkt olarak ayrıştıran yasaklara birkaç örnek vermek gerekirse: “Bu konuda zaman zaman bazı fermanlar yayınlanıyordu. Örneğin, 1564 tarihli bir fermanla Gayr-i Müslim kadınların tiftikten ya da kutni denilen bir ipek ve pamuklu karışımı kumaştan yapılma etek giymeleri istendi. Gayr-i Müslim kadınlar çoğu yerde Müslüman kadınlar gibi giyinirlerdi ancak yüzlerini örtüp örtmemeleri yöreden yöreye değişirdi. Rumeli ve İstanbul’da yüzlerinin bir bölümünü açıkta bırakırlardı, Atina’da genç kızlar peçe takar, evli kadınlar yüzlerini açık bırakırlardı. Doğu Anadolu ve Kafkaslarda yaşayan Ermeni kadınlar da Müslüman kadınlar gibi yüzlerini örterlerdi. 16. ve 17. yüzyıllarda Gayr-i Müslim kadınlar gösterişli yöresel kıyafetler giyiyorlardı ve ferace kullanmıyorlardı (Faroqhi, 2000: 124-126). Müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. Hıristiyanların sarık sarmaları yasaktı”21

Osmanlı toplumunun genel yapısı Tanzimat fermanına kadar böyle işliyordu. Millet sistemi adı verilen sosyo-kültürel yöntem Osmanlı’nın uzun süre imparatorluk yapısını devam ettirebilmek için başvurduğu sistem olmuştur. Bu yöntemle imparatorluk içindeki farklı etnik ve dini kimlikleri imparatorluğun bir parçası haline getirmiştir.

Toplumdaki insanların ayakkabı ve sarık-şapka rengine karışacak kadar sert bir anlayıştan bahsetmek çok da yanlış olmaz bu konuda. Bahsi geçen bu yasaklar ayrıştırma ile ilgili olduğu için kimlik çerçevesinde değerlendirilebilir. 17. Yüzyılda geçen bir olay da ise İstanbul’daki yabancıların oturduğu semt olan Pera/Galata kadısı olan Afrika kökenli Molla Ali bütün yabancı elçi ve tüccarları bile cizye vergisi ödemeye sevk etmişti. Bunu reddeden bir tüccarı hapse bile yollayan bu gözü pek kadı Osmanlı ile Avrupa diplomatik bir kriz çıkarmak üzereydi. İskoçya kralının elçisi kendisinden “bir kara Moore” diye bahsetmişti. Çünkü Afrika kökenli bir siyahinin Avrupalılara ahkâm kesmesi o dönem için ilginç bir olaydı. Aslında Osmanlı klasik bir İslam devleti refleksi sergiliyordu. Azınlıklardan cizyesinin alan yasaklarla kontrol altında tutan, toplumda ikinci plana atan bir İslam devletiydi. Tanzimat fermanıyla üzerilerindeki birçok yük ve dertten kurtulan gayrimüslimler ise toplumsal ayrışmaya sebep olan yasakların yanında kişisel hak ve hürriyetleri konusunda daha sert yasaklara maruz kalmışlardır: Hıristiyanların yeni kilise yapmaları yasaktı ve mevcut olanların tamiri için de sultanın izni gerekiyordu. Ancak uygulamada bu kurallara riayet edilmediği görülmektedir. Bu kurallar göz ardı edilerek, Hıristiyanların yeni kiliseler inşa etmelerine bile zaman zaman izin verildi (Faroqhi, 2000: 68). Buna karşılık, Gayr-i Müslimlerin silah taşımalarına, ata binmelerine Müslüman kadınla evlenmelerine, Müslümanlara karşı şahitlik et-

B. Osmanlı Toplumunda Türk Unsuru Osmanlı İmparatorluğu temelde bir Türk devletidir. Devletin kurucuları, devlet geleneği ve töreleri Türk tö-

21 Demir, M. – Turan, T. Türkiye Selçuklu ve Osmanlı Tecrübesinde Gayr-i Müslim Kimliği, Akademik İncelemeler, cilt: 2 , Sayı:1, 2007 22 Tezcan, B. Osmanlı Dünyasında Kimlik ve Kimlik Oluşumu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012, s.91-92 23

A.g.e, s.202

6


resine dayandığı için “baseintrique, temel unsur, temel entrikacı, temel oyuncu”24 Türklerdir. Fakat spesifik olarak bir Türk devleti değildir çünkü Osmanlı İmparatorluğu bir ulus devlet değil tıpkı diğer imparatorluklar gibi ırk ve dil bakımında zengin bir devlettir. Tarih yazıcılığımızın Türk temelli olmasından dolayı imparatorluğun diğer unsurları hakkında Türkler kadar bilgi bulunmamaktadır. Elde olan bilgiler de çoğunlukla ihanet ve sadakat ikileminde gerçekleşen tartışmalarla sınırlı denilebilecek kadar azdır. Azınlıklar çoğunlukla devletin başına açtıkları belalar ve yaptıkları isyanlarla literatürde yer almaktadır.25

Âl-i Osman; ya da kesin bir bölgesel tanım gerektiğinde, aldıkları mirasın adıyla Memleket-i Rûm demişlerdir.B. Lewis, 1998 Osmanlı devleti bir Türk devletiydi. N. Göyünç, 1999”27 Alıntılamalarla atıf yapılan tarihçilerin ihtilaflı görüşleri net bir Türk temelli bir devletten bahsetmeyi mümkün kılmıyor bu noktada. Konuya evet-hayırdan farklı yaklaşımlarda söz konusudur. Osmanlı’nın Türk devleti olduğunu fakat insanların o dönemde kendilerini Türk olarak addetmediklerini belirten tarihçilerde olmuştur. Pre-nasyonalist dönemde milleti hâkime içinde bulunan ırklardan bir tanesi olan Türklük, o zaman için önemsiz bir kimlik olduğu için benimseme noktalarında tartışmalar dönmektedir. Müslümanlar, Hıristiyanlar gibi dini bir hiyerarşiye sahip olmadıkları için Türkler alelade bir Müslüman toplumuydu. “Osmanlı tam anlamıyla bir Türk devletiydi ya da değildi” demek bu noktada tartışmaya sebep oluyor. İkilemin dışında kalan tespitler de yok değildir:

Osmanlı’nın geleneksel kaynaklarında Türkler iki şekilde yer almaktadır. Bunlardan ilki tarihe şekil veren kutsanmış ve övülen silsilenamenin bir parçası oluşlarıdır. Bu anlamda İslam uygarlığı tarihinde şerefli bir yer tutmuşlardır. İslam’ı kabul ettikten sonra sürekli sahip çıkan, koruyan, İslam’ın kılıcı olmuşlardır. Bütün bunları yaparken Türklüklerinden ödün vermeyip asıllarını korumuşlardır. Türklük kavramı bir başka yerde ise uygarlığın geri kalmış ve göçebe oluşlarıyla bilinenler için kullanılıyor. Burada bahsi geçenler esasen bir kısmını, Yörük ve Türkmen aşiretlerini ifade ediyor. Yönetici olan Türklerin gittikçe melezleşmesi ve saflığını kaybetmesi ve kendilerini dini sıfatlarla tanımlaması Türklük kavramını giderek küçültmüştür. 16. yüzyıldan sonraki Osmanlı vakayinamelerinde Türkler hakkında birçok yerde aşağılayıcı sıfatlarla bahsedildiği görülür. “kaba Türk”, “cahil Türk”, “idraksiz Türk” gibi ifadeler vakayinamelerde sıklıkla görebileceğiniz ifadelerdir. Daha önce tekrar edildiği gibi bu ifadeler yalnızca göçebe ve köylü Türkler için kullanılıyordu. Bu durum sadece Türklere has bir durum değildi. İmparatorluktaki diğer göçebeler ve köylüler (Araplar, Kürtler,Çerkezler vb.) için de aynı kaba sıfatlarla karşılaşmak mümkündür.26

“O bir kere kolonyalizm nedir filan anlamaz. O bir devlettir işte, toprakları vardır. Sonra etnisite anlamında, milletler nedir? Arnavutmuş, Arapmış, Hırvatmış, Osmanlı’nın kafasında Öyle şeyler yoktur. Gerçi devlet dairelerinde Türkçe konuşulur, Türk devletidir, ordudaki, bürokrasideki dilTürkçe’dir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kesintisiz bütün kayıtları, yazışmaları Türkçe’dir. Medresede Arapça okunur, ama dil Türkçe’dir. Osmanlılar üstelik Öyle pek fazla Arapça ve Farsça bilmezler... Arapça ve Farsça bilgisi Osmanlı bürokrasisinde ve ilmiye sınıfında yoktur. Türkçe konusundaki bu Türklüğe rağmen kimlik bilinci haline gelmiş bir Türklük söz konusu değil... Bir kere kendisine Türk demiyor, öyle bir gayreti yok, başka ad koyuyor. Önce Müslüman demiş, sonra Osmanlı demiş. Osmanlılıkla Türklüğün kavgasını etmiş.”28

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk unsuru ve etkisi hala tartışmalı bir konudur. Devlete aidiyet ya da düşmanlık ikileminde süren tartışmaların bir süre daha devam edeceği öngörülüyor:

Resmi dilin Türkçe olduğu bir devlete Türk devleti diyememenin imparatorluktaki aidiyetlerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Burada dönemin kimlik algısıyla ilgili bir durumdan söz edilebilir. İmparatorluğun tebaası kendi etnik kimliklerinin dışında tamamen dini aidiyetleriyle sıfatlara bürünmüşlerdir. Avrupa’daki milliyetçilik akımından etkilenip Türk kimliğini benimsemeleri ve vurgulamaları ise Osmanlı’nın artık son dönemlerine denk gelmiştir. 18. Yüzyılın sonlarından itibaren bir Türk ulusal kimliği problemi ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın savaşlarda yenilmesiyle ve Avrupai fikirlerle kıpırdanmaya başlayan azınlıklar Osmanlı’yı önlem almaya itmiştir. Bu çoğu zaman baskı; bazen de reformlarla çözüme kavuşturulmaya çalışıl-

“Osmanlı İmparatorluğu bir Türk imparatorluğu değildi. O çok-dilli, çok-dinli ve çok-kültürlü bir politik sistemdi ve tarih boyunca varolmuş diğer imparatorluklarla kıyaslanmalıdır. H. İNALCIK, 1996 Osmanlıların resmi dili genellikle Türkçe olarak açıklanır; ancak halk kendisine Türk dememiştir, ülkesini de Türk olarak görmemiştir.Türk ve Türkiye sözcükleri Avrupa’da en azından 12. yüzyıldan beri kullanılagelmiştir, ama Türkiye’de Türkler tarafından kullanılmamıştır. Onların yerine, yönettikleri ülkelere, din terimleriyle, Memâlik-i İslam, hanedan deyimleriyle

24 Ortaylı, İ. “Osmanlı Kimliği”, Türk Yurdu, 19, 143 (1999), 21-27. 25 Koyuncu, A. Osmanlı Kimliği Üzerine Düşünceler, Türkiyat Araştırmaları, 2005,s.202 26 Timur, T. Osmanlı Kimliği, İmge Kitapevi, 2010 s.175-176 27 Özbaran, S. Bir Osmanlı Kimliği 14.-17. Yüzyıllarda Rûm/Rûmi Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yayınevi, 2004, s.7 28

Ortaylı, İ. “ 19. Asra Kadar Osmanlı Millet Sistemi ve Bâb-ı Ali,” Tarih ve Toplum 224 (Ağustos 2002).

7


mıştır çünkü bu kıpırdanmalar, çok uluslu bir Osmanlı İmparatorluğu’nun sonu olabilirdi. Bütün bu olayların yanında, ulusal kimliklerini inşa sürecindeki azınlıkların yanında Osmanlı Türkleri de boş durmamışlardır. Bu hareketlerle Türklerin de düşünme süreçleri başlamıştı. Devletin bölücü olduğunu düşünüp tasvip etmediği için siyasallaşamayan bu akım ileriye gidememiştir.29

Bunun yanında Türkler, amansız ve gözü pek olmalarıyla da nitelendirilmişlerdir. “sarazeni” ya da “sarrasin” olarak bilinen Araplardan ayrı tutulmuşlardır. Türkler kibirli ve burunları havada olarak tasvir edilmişlerdir. Avrupalıların Türkleri yakından tanıması Haçlı seferleriyle olmuştur. Haçlı seferi yaparken doğudan Bizans’ı zorlayan bir itici unsur olarak görülmüştür. Almanca metinlerdeki ilk “Türkiye” kelimesi bir şiirde geçer. Bavyeralı bir şair ve aynı zamanda şövalye olan Tannhauser’in haçlı seferine katılmasıyla tanıdığı Türklerin yaşadığı coğrafya olarak “Türkei”32 terimini kullanması bir ilktir. Bunun yanında Türkler yıllarca savaş halinde oldukları Batı gözünde Müslümanlıkla eşdeğer tutulmuştur:

“Gerçekten de yüzyıllık bir süreden beri “Türklerin tarihi”ni yazmaya çalışıyoruz ve “Türklerin aslı”nı araştırıyoruz. Aslında sorunun bu şekilde konulmuş olması, kendi irademiz ve seçeneklerimiz dışında belli cevapları da beraberinde getirmiştir. Çünkü bu yaklaşım biçimi daha önce sorulması gereken temel bir soruyu hasıraltı etmiştir. O da 19.yüzyılda kendisini “Osmanlı” ve “Müslüman” olarak tanımlayan bir topluluğun, ne gibi somut koşullarda ve ideolojik ortamda Türk olmayı seçtiği ve Türkleşmeyi benimsediğidir. Eğer felsefi bir terim kullanmak gerekirse, Türklüğün fenomenolojisidir: Türklüğe temel teşkil edecek somut toplum (halk) ve toprak varlığıyla, Türk olma bilinci arasındaki ilişkinin kendi özgün koşulları içinde ortaya konulmasıdır. Kimlik sorununu da çözücü nitelikteki bu kolektif benliği yeniden yapılandırma yöntemi benimsenmediği sürece, “Türklerin tarihi” sadece etnik açıdan yazılmaya mahkûmdur ve bu tarihe verilecek “değerler” de kendi yarattığımız değerler değil, batı ideolojisinin ona atfettiği değerler olacaktır.”30

“Türkler, şüphesiz birkaç yüzyıl boyuncaİslamiyetle özdeşleştirildi, “Moor”, “Saracen” ve “Tatar” diye tanımlandı. Türk sözcüğü zamanla İslamiyet ile eş anlamlı sayılacak, Osmanlıların ötesinde başka etnik grupları da kapsayacaktı. Türkiye veya Osmanlı imparatorluğu sınırları dışında, bir Avrupalının Müslüman olması onu “Türk oldu” damgasını yemekten kurtaramayacaktı.” Ku’ranLatince’ye aktarılırken Türk damgası yemişti: AlcoranumTurcicum. Bu bakımdan, Rönesans döneminin literatüründe Osmanlıların (Türklerin) tuttuğu yer Arap ve İran dünyasından çok fazla oldu. Sadece 16. yüzyıl Avrupa’sında Osmanlılarla ilgili yayınların ne denli çok olduğunu Cari Göllner üç ciltlik yüklü çalışması Turcica*da gösterir. Stefan Yerasimos’un kapsamlı bir çalışmasından da 14.-16. yüzyıllarda Osmanlı topraklarına gezgin geldiğini öğreniyoruz.”33

Osmanlı’daki Türk kültüne Batı’nın yaklaşımı nasıldır sorusunun cevabı aradığımız bu bölümde Avrupa tarih yazıcılığının Osmanlı-Türk olgusuna bakışını açıklamak gerekmektedir. Makalenin başında kimlik kavramının açıklamasının yapıldığı bölümde bahsi geçen “öteki-diğer” kavramı Avrupalıların Osmanlı’yı tasvir ederken durduğu noktadır. Kendi kimlikleriyle aynı sınıfta kabul etmedikleri Osmanlı’yı öteki olarak benimseyip “o neyse ben onun karşısındayım, zıddıyım” diye düşünerek kendilerine sınır çizmişlerdir. Alman kültüründeki Türk imgesinin oluşumu ve tasviri ilginçtir: Çoğu Avrupa halklarında ve bu arada -Onur Bilge Kula’nın araştırmasına göre- Alman kültüründe “Türk” imgesi Haçlı seferlerinden de önce, kilisenin etkisiyle oluşmuş, Anado-lu’da Bizans sınırlarını zorlayan bir güce karşı gösterilen duyarlılıkla ortaya çıkmıştı. Bizans imparatoru AleksiosKornnenos’unFlandre kontu Robert’e yazdığı bir mektupla başlayan sayısız yazışmanın 11. yüzyılın sonları için yarattığı Türk imgesi adeta her şeyin başlangıcıdır. Kula’ııın özetlemesine göre: “Türkler dinsiz ve insansal yönden hoşgörüsüz, kaba, hoyrat, yıkıcı, vicdansız, acımasız, ahlak kurallarını gözetmez, iğrenç eylemleri sonucu en korkunç günahı işlemeye yatkın kişilerdir.”31

Avrupalıların gözünde Müslümanlığı seçmek Türk olmakla eşdeğer olduğu için Batı’nın anladığı Türk kelimesinin yeniden düşünmekte fayda var. Yüzyıllarca savaş halinde olduğu Osmanlı’daki Türk olgusuyla haçlı seferlerinde tanışan Avrupa bu tanımı kendi Hıristiyan kimliklerinin karşısında duran Müslümanlıkla

29 Timur, T. Osmanlı Kimliği, İmge Kitapevi, 2010 s.219-220 30 A.g.e. s.121 31 Özbaran, S. Bir Osmanlı Kimliği 14.-17. Yüzyıllarda Rûm/Rûmi Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yayınevi, 2004, s.68-69 32 A.g.e s. 75 33

A.g.e. s.78

8


birleştirmişlerdir. Kudüs fatihi Selahattin Eyyubi ve devletinin neden aynı şekilde adlandırılmadığı açıktır. Çünkü Osmanlı yüzyıllarca Avrupa’yla dirsek temasında bulunmuş, savaşlar yapmış ve diplomasi yürütmüştür. Batı’nın neredeyse tamamı karşılarında Müslüman kimliğiyle bilinen Osmanlı’yı (kısmen Endülüs Emevileri’ni de) bulmuştur. Bu “ezeli” düşmana karşı elbette ki Avrupa tarih yazıcılığı pek sıcak bakmamıştır. Tarihçilik bir yana dursun, o dönemde din değiştirip Müslüman olan Hıristiyanlara da kötü gözle bakıldı:

lukta herhangi biri kendini Osmanlı olarak nitelendirebilir mi? Şüphesiz Osmanlı kavramı, çizgileri silik olan bir çerçevedir ve tarihçiler farklı tarifler yapmaktadır. Kimi tarihçiler kamu görevinde çalışmasının yeterli olacağının, kimisin askeri yapıyla ya da daha farklı bir önkoşulun Osmanlı kavramını tarif ettiğini düşünmektedir: İlber Ortaylı’ya göre “Osmanlı” demek sarayda yaşayan yönetici halk ile seyfiye, kalemiye, ilmiye mensuplarından oluşan askeri sınıf için kullanılan bir tabirdir. Bir başka tarihçi Edhem Eldem’e göre ise bir kişinin Osmanlı sayılabilmesi için “Devlet-i Âliye” içinde bir görevinin olması gerekmektedir. Merkez tarafından vilayet ve taşraya atanan görevliler de (kadı beylerbeyi, vali vs.) buna dâhildir. Norman Itzkowitz de bu konudaki düşüncelerini şu şekilde belirtmiştir: Osmanlı sayılabilmenin üç şartı vardır. Devlete hizmet etmek, dine hizmet etmek ve Osmanlı adabını ve geleneklerini bilmektir. Burada dine hizmet etmek terimi biraz sıkıntılıdır çünkü dine hizmet edebilmek için Müslüman olma koşulu vardır. Fakat Osmanlı’nın daha önce bahsettiğimiz millet sistemi içinde gayrimüslimler devlet görevlerinde çalışmışlardır. Norman Itzkowitz’in bu tespiti bu noktada geçerliliğini yitirmektedir.36 Bir başka örnek olan ve Salih Özbaran’ın kitabında geçen “Mora yarımadasındaki veya Basra eyaletindeki değişik kökenden gelmiş, ama Müslümanlaşmış, Türkçeyi öğrenmiş ve Türkçe yazmış yönetici (askeri) sınıf” nasıl olur da Osmanlı sayılabilirdi bu teze göre. Buradan çıkartılabilecek ortak nokta, Osmanlı sıfatına sahip olmak için devletin kurumsal yapısıyla bağ olması gerekmektedir. Bir diğer ortak payda ise bu kurumsal yapının içinde olurken aynı zamanda Türkçeyi düzgün bir dille konuşmaktır.

“...yerel Hıristiyan halklar da bir takım refleksler geliştirerek din değiştiren hemcinslerini yok sayma yoluna gittiler. İslam’ı kabul edenler yabancılar, dönmeler haline geldiler, artık onlar “Hıristiyan kardeşler” veya arkadaşlar değil, fakat kafirler, Osmanlılar ve Türklerdi (Jelyazkova 1997: 32,33). Mühtedilere atfen Türkleşmiş Hıristiyan anlamında “potumak” ifadesi Slav dillerine yerleşti. Balkan Hıristiyanları bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra uzun yıllar Türklük ve Müslümanlığı eş anlamlı kullanmaya devam etti.”34 17. ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı’nın Rumeli’ndeki Müslüman halklarından olan Arnavut, Boşnak ve Pomaklarda bir Türkleşme eğilimi görülmektedir. Aynı şekilde Anadolu’daki Çerkez, Kürt ve Abazalarda da aynı eğilim gözlenir. Bu eğilim etnik kimliğin asimilasyonuyla elbette ki ilişkilidir fakat aynı zamanda bu bir imparatorluk getirisidir. “Türkleşme” ile bahsi geçen kavram bir ırk ya da etnik yapı değildir. Buradaki Türklük, devlete yani Osmanlı’ya bağlanmadır: “19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Balkan coğrafyasında yaşanan göçlerde ekserisi Türkçe bilmediği halde çok sayıda Arnavut, Boşnak, Pomak unsurun ve daha sonra Giritli Müslümanların hicret etmesi kimlik tayininde dinin belirleyici rolünü ortaya koyar. Günümüzde bile Kafkasya’daki Çeçen ve Abhaz, Bosna’daki Boşnak, Kosova’daki Arnavut ve Bulgaristan’daki Pomak, Türk’ü kendisinden saymaktadır ve bu imparatorluğun getirdiği bir kimliktir”35

D. Sonuç Yerine 19. yüzyılda millet sistemi devamlılığını sağlayamaz oldu. Bunun en önemli nedeni ise Avrupa’dan farkında olmadan ithal edilen milliyetçilik akımıdır. Tanzimat döneminde Avrupa’ya açılmayla başlayan, öğrencilerin yollanması, eğitim ve askeri disiplin ithal edilmesiyle Avrupai ve kozmopolit bir Osmanlı seçkinler grubu oluşmuştur. O dönem imparatorlukların korkulu rüyası olan ve çok uluslu imparatorlukları zor durumda bırakan milliyetçilik akımı Osmanlı içinde de yayılmaya başladı. Daha önce imparatorluğu bir arada tutan millet sisteminin özü etnik ulusçuluğa kaymaya başladı. Bu nedenle 19. Yüzyıl sonrasında Osmanlı kimliği dediğimiz kimlik Türkçe konuşmaya dayalı bir kimliktir.

Bir önceki bölümdeki bahsi geçen Avrupa gözünden Türk kelimesi aynı şekilde burada da geçerlidir. Türklük imparatorlukta alelade bir etnik yapının adıdır fakat aynı zamanda daha somut olan kültürleşmiş bir kavramdır. Bunu inşa eden Türk ırkı değildir. İmparatorluk potasında eriyen bir kimlik mozaiği ve kültürü bu kavramı oluşturmuştur. C. “Osmanlı” Kavramı Üzerine

Osmanlı imparatorluğunda ortak bir etnik ve siyasal Osmanlı kimliği kurulamamıştır. İmparatorluğun son dönemindeki Osmanlıcılık37 akımına kadar Osmanlı’da

Osmanlı kavramı imparatorluk içinde sadece Türk yapısının bir getirisi mi? Yoksa Osmanlı Türklerden bambaşka bir şey mi? Osmanlı kime denir? İmparator-

34 Koyuncu, A. Osmanlı Kimliği Üzerine Düşünceler, Türkiyat Araştırmaları, 2005, s.203 35 Ortaylı, İ. “Osmanlı Kimliği”, Türk Yurdu, 19, 143 (1999), 25,26 36 Koyuncu, A. Osmanlı Kimliği Üzerine Düşünceler, Türkiyat Araştırmaları, 2005, S.203 37

Osmanlıcılık, içindeki bütün ulusları ve unsurları Osmanlılık ruhu içinde ortak bir üst kimlikte birleştirmeyi amaçlar.

9


tek bir milletten bahsetmek mümkün değildir. Bu tarihe kadar Osmanlı’da milletler farklılıklar içinde ayrı kültürlerle yaşıyorlardı.38 Çok uluslu bir imparatorluk olması temelde bütünleştirici rolüne engel olmuştur. Fakat Osmanlı’nın üstünden yıllar geçmesine rağmen geride kalmış büyük bir Osmanlı kültürü göze çarpmaktadır. Mimaride, kültürel yapıda, müzikte, gündelik hayatta, yemek kültüründe, lengüistik yapıda büyük ölçüde kültür kaynaşması meydana gelmiştir. Homojen bir Osmanlı kimliğinden bahsedilemese de kültürlerin bir potada eriyip bir cümbüş oluşturduğu heterojen bir Osmanlı kültür yapısından bahsetmek doğru olur.

KILIÇBAY, Mehmet Ali, “Osmanlı Kimliğine Kişisel Bir Yaklaşım”, Türkiye Günlüğü, 1990

Osmanlı’da gayrimüslimler yüzyıllar boyu Müslüman hegemonyası altında yaşamış olsa da imparatorluğun yıkılış süreci olan son dönemine kadar birkaç küçük örnek dışında barış içinde yaşamayı başarabilmişlerdir. Osmanlı yönetici sınıfı hatta padişah bile bu barışı korumaya gayret göstermiştir. İmparatorluğun farklılıklar içinde var olması için mümkün olduğunca çabalamışlardır. Padişah paskalya ve hamursuz bayramlarında “millet başı”larına “atiye-i seniyye”39 ihsanında bulunduğu olmuştur. Hıristiyan ailelerin Müslüman komşuları için evlerinde seccade bulundurmaları40 ya da sert kış aylarında Hıristiyanların çoğu kez yanı başlarındaki Kürt Yörüklere ev sahipliği yaptığı, Kürtlerin elinin bol olduğu zaman Ermenilere yardım ettiği ve beraber sazlı sözlü eğlenceler yaptıkları olmuştur.41 Bugün Slav dillerinde, Türkçe, Rumca, Ermenice, Kürtçe, Arapça gibi bu coğrafyalarda konuşulan dillerde birbiri içine geçmiş onlarca kelimeler, deyimler bulunmaktadır.

TEZCAN, Baki, “Osmanlı Dünyasında Kimlik ve Kimlik Oluşumu”,İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012

KOYUNCU, Aşkın, “Osmanlı Kimliği Üzerine Düşünceler, Türkiyat Araştırmaları, 2005 ORTAYLI, İlber, “Osmanlı Kimliği”, Türk Yurdu, 19, 143 (1999a) ORTAYLI, İlber, “19. Asra Kadar Osmanlı Millet Sistemi ve Bâb-ı Ali,” Tarih ve Toplum 224 (Ağustos 2002b) ÖZBARAN, Salih, “Bir Osmanlı Kimliği 14.-17. Yüzyıllarda Rûm/Rûmi Aidiyet ve İmgeleri”, Kitap Yayınevi, 2004

TİMUR, Taner, “Osmanlı Kimliği”, İmge Kitapevi, 2010 TURAN, Namık Sinan, “ Kimlik Sorunu Üzerine Bir Yaklaşım: Roma’nın Varisi Olmak “İhmal Edilmiş Bir Osmanlı Kimliği Olarak Rumilik” Türkoloji Kültürü, 8.sayı, 2011 YANIK, Celalettin, “Etnisite, Kimlik ve Milliyetçilik Kavramlarının Sosyolojik Analizi”, Kaygı, 20.sayı, 2013 İNTERNET KAYNAKLARI h t t p s : / / w w w. a c a d e m i a . e d u / 6 11 5 6 4 2 / Tefrikten_%C4%B0ttihada_Osmanl%C4%B1_Devletinde_Gayr%C4%B1_M%C3%BCslimlerin_ S t a t % C 3 % B C s % C 3 % B C n d e _ De%C4%9Fi%C5%9Fim_S%C3%BCreci, Erişim Tarihi: 16.04.2016

Osmanlı kimliğine etnik bir gözle yaklaşılması doğru değildir. Zira bahsi geçen bütün olaylar ne Türk kimliğiyle ne de başka bir aidiyetle alakalıdır. Bu durum imparatorluk bilincinden ortaya çıkan bir olgudur. Osmanlı kimliği farklılıklar içinde bir bütünü temsil eden kavramdır. Etnik kimlikten uzak biraz daha soyut bir olaydır, etnik kimlikten çok bir kültür kimliğidir.

https://www.academia.edu/6116033/Osmanl%C4%B1_ Devletinde_Gayr%C4%B1m%C3%BCslimlerin_ K%C4%B1l%C4%B1k_K%C4%B1yafetlerine_ Dair_D%C3%BCzenlemeler, Erişim Tarihi: 15.04.2016

KAYNAKÇA DEMİR, Mustafa- TURAN, Tufan, “Türkiye Selçuklu ve Osmanlı Tecrübesinde Gayr-i Müslim Kimliği, Akademik İncelemeler, cilt: 2, Sayı:1, 2007

http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_ bts&arama=kelime&guid=TDK. GTS.571657c512cb64.87353865, Erişim Tarihi: 13.04.2016

ERYILMAZ, Bilal, “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi”, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992

http://www.oxforddictionaries.com/definition/english/ nation?q=nations, Erişim Tarihi: 11.04.2016

JAN ZÜRCHER, Erik, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, Çeviren: Yasemin Saner, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2015

http://frmsinsi.net/showthread.php?t=1047971, Erişim Tarihi: 13.04.2016 h t t p : / / w w w. t u r k c e b i l g i . c o m / osmanl%C4%B1c%C4%B1l%C4%B1k, Erişim Tarihi: 12.04.2016

KARPAT, Kemal, “Osmanlı’dan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet ve Milliyetçilik”, Timaş Yayınları, İstanbul, 2015

38 Karpat, K. Osmanlı’dan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet ve Milliyetçilik, Timaş Yayınları, İstanbul, 2015, s.184 39 Padişah tarafında verilen hediyelerdir. 40 Koyuncu, A. Osmanlı Kimliği Üzerine Düşünceler, Türkiyat Araştırmaları, 2005, S.209 41

Tezcan, B. Osmanlı Dünyasında Kimlik ve Kimlik Oluşumu,İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012, s.185

10


MİNERVA

DİKTATÖRLÜK VE GÜÇ ARAYIŞI Yaren MUĞLALI

a.yarenm@gmail.com

R

5. Uluslararası politika hukuki, ekonomik ve sosyal alanlardan farklıdır. Esas olan askeri ve siyasi güç ve çıkarlardır.

ealist anlayışa göre insan doğasının temel ilkelerinden biri, daimi güç arayışı içinde olmasıdır. Morgenthau gücü; hem uluslararası politikanın en temel amacı hem de amacın gerçekleştirilmesi için bir araç, bir ilişki türü olarak tanımlarken; bir başka tanıma göre güç, bir otoritenin sahip olduğu imkân ve hareket kabiliyetini ödül, ceza, ikna ve zorlama gibi yöntemler kullanarak karşı tarafın davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirebilmesidir.1 Morgenthau, II. Dünya Savaşı sonrası oluşan konjonktürde uluslararası politikanın güç açısından tanımlanan ulusal çıkara dayalı objektif ve evrensel kurallarla yönetildiğini savunmuştur ve uluslararası politikayı bir güç mücadelesi olarak tanımlamıştır. Morgenthau’nun güç kavramına göre realizmin altı önemli ilkesi vardır:

6. Uluslararası politikayı şekillendiren temel bileşenler ulus-devletlerdir.2 Realizme göre insan doğasını temel alıp güç ile birleştirecek olursak; insanın varoluşsal bencilliği devletlerin davranışlarında da ortaya çıkmaktadır ki bu yüzden bugüne dek devletler rasyonel davranıp güç maksimizasyonu amacıyla hareket etmişlerdir ve edeceklerdir. Bu bilgileri göz önünde bulunduracak olursak gücü sınırsız kullanan, tüm siyasi organları tek bir merkezde toplamış, olağanüstü yetkilerle donatılmış yönetimleri diktatörlük olarak adlandırabiliriz. “Dictator” ve “dictare” kelimelerinden türemiş olan diktatörlük, otoriter yönetim tarzının totalitarizm ve otokrasi ile birlikte sık görülen şeklidir. Dolayısıyla güç bir diktatörün ya da otoriter bir partinin elindedir, ayrıca siyasal iktidarın yetki alanı genişlemiştir. İktidarın karar verici olduğu alan, kamusal sınırların dışına taşıp bireysel mahremiyet sınırlarını da daraltmıştır. Otoriteyi ve gücü elinde bulunduran ya da bulunduranlar toplumun hemen her alanında düzenleyici, denetleyici ve karar verici bir konuma gelmiştir. Ulusal çıkarın içeriğinde de bir değişiklik söz konusudur ki bu sayede otoriteyi tek bir ideoloji üzerinden yürütmek amaçlanmıştır. Bu ideoloji var olan sistemi köklü bir biçimde değiştirme isteğinde olabileceği gibi, var olanın yeniden üretilmesinde ya da var olanın meşrulaştırılmasında da bir işleve sahip olabilir. Demokrasi kavramı kullanılarak gücü besleme ya da zedelenen demokratik yönetimi darbe aracılığıyla kurtarma operasyonları, aynı zamanda demokrasi kavramının dikta otoritenin meşrulaştırılmasında temel bir rol oynadığını ispatlamıştır.

1. Uluslararası politika evrensel temellere dayanır ve kaynağını insan doğasından alır. Realizme göre insan, çıkar peşinde koşan bencil bir varlıktır. 2. Devletlerin amacı çıkarlarını korumak ve başka devletler üzerindeki gücünü arttırmaktır. Dolayısıyla devletlerin izledikleri bu haritayı güç perspektifiyle değerlendirmek gerekir.

Kendilerini demokratik olarak nitelendiren diktatörlükler bunu göstermek ve meşrulaştırmak adına düzmece seçimler ve halk oylamaları yapmışlardır, anayasalar düzenlemişlerdir. Elbette bu seçim ve halk oylamalarından çıkan iktidar hep aynı olmuştur ve anayasa da sabit ideoloji ve çıkarlar etrafında şekillenmiştir.

3. Güç kavramı esas alındığında, çıkarlar sabit ve değişmezdir ancak çıkarların içeriği zamanla değişebilir. Bu durumda farklı politikalar uygulanmalıdır.

Siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt’in yirminci yüzyılın tipik faşist diktatörlüklerinin ortak özellikleri hakkındaki çalışmasına göre, diktatörlüğün temel besleyi-

4. Güç ile bağlantılı olmayan moral-ahlaki araçların uluslararası politikada herhangi bir değeri yoktur. 1 Bekir Aydoğan, Güç Kavramı ve Kamu Diplomasisi Raporu, s.3. 2

Baskın Oran; Ünsal Oskay(çev.), Hans Morgenthau, Uluslararası Politika, Türk Siyasi İlimler Derneği, Ankara, 1970, s. 1-18.

11


cisi ortak tehditlerdir. Bu tehditler ırksal, etniksel ya da dinsel azınlıklar çerçevesinde oluşturulur ve insanların histerik davranması sağlanarak mevcut otoritenin etrafında durmaları amaçlanır. Diktatörlüğün bir diğer besleyicisi ise şüphesiz korkudur. Genellikle ulusal güvenlik kaygısından doğan bu korku siyasi otorite tarafından kitleler üzerinde harekete geçirici ya da tam tersi olarak boyun eğdirici politikalara dönüştürülür. Korku veya güvenlik ihtiyacı nedeniyle otokratik yönetim altındaki toplum, zorlu durumlarda insan haklarının ihlal edilebileceğini kabullenir hale gelir. Mevcut otoritenin kamuoyunu manipüle etmek için kullanabileceği bir diğer yol ise özel sermayeyi koruyarak kendine bir iktidar eliti yaratmasıdır. Bir bakıma burjuvaziyi temsil eden iktidar eliti sınıfı, sanayi ve ticaretin önemli bir kısmını elinde bulundurmasına bağlı olarak baskı altındaki toplumu şekillendirmek için kullanılan basit bir yöntem niteliğindedir. Suç ve cezalandırma ile baskı altına alınan dikta yönetimlerde güvenlik unsurları üst düzey yetkiyle donatılmıştır. Toplum fedakârlık ve sadakat sorumluluğuyla hareket ettiğinden çoğu zaman yargısız infazlara göz yumar. Diktatörlüklerde mevcut otoriteye karşı en büyük tehdit emeğin örgütlü gücüdür ve bu yüzden sendikalar ya tamamen saf dışı edilir ya da çeşitli unsurlarla baskı altında tutulur.

netimidir. Adolf Hitler’e göre bu sistem bir diktatörlük değil; tam anlamıyla ulusal egemenliği ve ulusal çıkarları esas alan, amacı toplumsal refahı yükseltmek olan bir sosyal devlet sistemidir. Ancak tarafsız bir gözlem yapacak olursak nasyonal sosyalist ideolojinin hâkim olduğu yönetimde tek parti iktidarlığı ve muhalefete yer vermeme ilkesi diktatörlük olduğunu doğrular niteliktedir. “Karizmatik yönetim uzun süre reddedildi ve alay konusu yapıldı fakat köklerinin derinlerde olduğu ve uygun psikolojik ve sosyal koşullar oluştuğunda çok güçlü bir uyarıcı olduğu aşikâr. Liderin karizmatik gücü bir hayalden ibaret değildir. Milyonların inandığı bir şeyden kimse şüphe edemez.”( Franz Neumann, 1942) Hitler’in diktatörlüğünün yirminci yüzyıl için bir değerler dizisi olarak taşıdığı önem, Stalin’in ya da Mao’nun diktatörlüklerinden oldukça fazladır. Hitler’in diktatörlüğü başka pek çok şeyin yanı sıra, yoğun ve aşırı bir tarzda şunların ifadesi olmuştur: modern devletin kendini topyekûn ortaya koyuşu, otorite baskısının ve şiddetinin öngörülemeyecek dereceleri, kitleleri kontrol etmek ve harekete geçirmek için medyanın eşine daha önce rastlanmamış manipülasyonu, uluslararası ilişkilerdeki benzeri görülmemiş aşırı milliyetçilik ve tehlikeleri, ırksal üstünlük ideolojilerin yıkıcı gücü, modern teknoloji ve yeniliklerin istismar edilen kullanımı ile beraber ırkçılığın nihai sonuçları. Bu örnekten yola çıkacak olursak devletin minimal örneği olan birey realist doğası gereği daima güç arayışı içinde olacaktır. Bununla beraber realist doğası gereği bencil de olan birey daha fazla gücü elinde bulundurmak ve üstünlük sağlamak da isteyecektir ki bu politika gerek uluslararası alanda gerek devlet bünyesinde kendini gösterecektir. Çoğu zaman aniden gelişen krizler baskın otoriteyi ve diktatörlüğü beraberinde getirir, tıpkı Hitler örneğinde olduğu gibi. (Büyük Bunalım kriz yönetimini zorunlu kılmış ve Hitler’in yükselmesinde bir basamak görevi görmüştür.) Ancak siyaset biliminde John Dalberg- Acton tarafından öne sürülen ve sıkça karşımıza çıkan bir felsefe vardır: “Güç yıkılır; mutlak güç mutlaka yıkılır.” Ne kadar güçlü ideolojilere oturtulmuş olurlarsa olsunlar ve ne kadar uzun sürerlerse sürsünler her diktatörlük bir gün mutlaka çökmeye mahkûmdur.

Nazi Almanyası ve Adolf Hitler Örneği Totaliter ya da otoriter gözetmeksizin her diktatörlükte esas alınan ve tüm politikaların bunun üzerinden şekillendiği bir ideoloji mevcuttur. Buna en açıklayıcı örnek olarak 1933 ve 1945 yılları arasında nasyonal sosyalizm etkisi altındaki Almanya’yı verebiliriz. Nasyonal sosyalizm ulusal devrimci bir yönelim olarak kendini toplumun ve siyasi iktidarın her basamağında gösteren siyasi bir öğreti, bir ideolojidir. Belirtilen yıllarda Almanya’nın resmi devlet felsefesi olarak yürürlükte olması ve geleceğini şekillendiren politikalarda temel alınması, ortak hareket etme mekanizması ve dönem içinde tek parti olan NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) yönetimi sayesindedir.

KAYNAKÇA KOLOŞ, Umut, Foucault, İktidar ve Hukuk (Modern Hukukun Soybilimi), İstanbul Bilgi Üniversitesi/Hukuk Dizisi, İstanbul, 2015 MOORE, Barrington, Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, Şirin Tekeli (çev.), İmge, 2003 MORGENTHAU, Hans, Uluslararası Politika, Baskın Oran – Ünsal Oskay (çev.), Türk Siyasi İlimler Derneği, Ankara, 1970.

Führer Devleti (Führerstaat), nasyonal sosyalizm ideolojisi doğrultusunda karar almada tek yetki mekanizmasının, tek siyasal otoritenin olduğu bir diktatörlük yö3

Ian Kershow, Hitler, 1.cilt, İthaki, 2007, s.15.

12


MİNERVA

ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİNE TARİHSEL BİR BAKIŞ: REALİZM VE LİBERALİZM M. Deniz ÖZKELEŞ

A. GİRİŞ

ozkeles-deniz@hotmail.com

Hobbes’a göre insanlar devleti kurmadan önce doğa durumunda yaşamaktalardı. Bu doğa durumuysa herkesin herkesle savaştığı korku dolu bir kaos ortamıydı. İnsanlarsa bu kaos ortamından kurtulmak için kendi yetkilerinden vazgeçerek bu güçlerini Leviathan’a (devlet otoritesine) devrettiler. Böylece ulus devlet oluşmaya başladı. Machiavelli gibi Hobbes için de “hakkın kaynağı güçtür”; yani güç hakkı doğurur. Çünkü bir doğa durumunda zayıflar daha güçlü karşıtlarını öldürmek ya da sindirmek için her türlü yola ve hileye başvurabilirler. Zor ve aldatma savaşta başlıca iki erdemdir.5 Hobbes’a göre toplumsal sözleşmenin kurulma amacı insanların bencilliğidir. Bir otoritenin olmadığı yerde insanlar savaş durumundadır. İnsanlar güç kullanmada eşit oldukları için çatışmalar herkesin yaşamını tehlikeye sokar. Doğa yasaları insanın bencilliğine üstün gelemediği ve bir yaptırım sağlanamadığı için amaçlar gerçekleşemez. Toplumsal sözleşme olursa, bu sözleşmeye katılanların ortak çıkarları ve güvenlikleri sağlanacağından amaç gerçekleşir. Böylece insanlar barış içinde yaşarlar. Bu sözleşmeyi imzalamak içinse feragat ettikleri şey egemenlikleridir. Egemenliklerini aktardıkları devlet otoritesi ise kimseye hesap vermek zorunda değildir ve sınırsız, mutlak bir egemenliğe sahiptir. Bu sınırsız yetki halkı temsil eden bir hükümete verilmesi halinde ortaya

U

luslararası ilişkiler yaklaşımı olarak realizm II. Dünya savaşından sonra başlamış olsa da daha önceleri klasik realizmi temellendiren ve insan doğasını açıklayan düşünürler vardı. Bu düşünürlere bakmak için gerilere gidersek; Yunanlı Thucydides “Peleponez Savaşının Tarihi” kitabında Atina ve Sparta’nın kaçınılmaz savaşlarının aslında “işbirliği ve yüksek moral değerlerden çok güç politikasının (yani ulusalçıkar ve güç peşinde koşmanın) devletlerarası ilişkilerive çatışmayı nasıl etkilediğini göstermek için kullanmıştır.”Uluslararası ilişkilerde “güçlünün yapabileceklerini yapacağını, güçsüz olanlarınsa bunları kabullenmek zorunda olduklarını” ileri sürmüştür.1 Machiavelli ise Thucydides’ten farklı olarak devlet adamlarına güç maksimizasyonu için tavsiyeler vermiştir. Machiavelli için temel siyasi değer ulusal bağımsızlıktır. Yöneticilerin temel sorumluluğu her zaman kendi ulusal çıkarlarını korumak, ilerletmeye çalışmak ve bekayı sağlamaktır. Bu da güçlü olmayı gerekli kılar. Eğer bir devlet güçlü değilse, bu diğerlerinin avı olmaya davettir. Dolayısıyla yönetici av değil avcı olmalıdır. Bu gerektiğinde ulusal çıkarlarının korunmasında acımasızlık da içerir.2 Machiavelli’ye göre çıkar için verilen söz tutulmayabilir çünkü devlet adamları dikkatli davranmak zorundaydı. Realizmi derinden etkileyen bir diğer düşünürse İngiliz siyaset felsefecisi Thomas Hobbes’tur. Leviathan adlı eseri siyaset alanında ilk genel teori olarak kabul edilmektedir.3 Hobbes’un insan doğasına yaklaşımı olumsuzdur, insan varlığını ayakta tutma ve sürdürme güdüsünün her hareketin temeli olduğunu savunmaktadır. Ona göre insan çıkarcıdır ve istemeden de olsa birbirlerine düşman olabilirler. Bu durumda “İnsan insanın kurdudur.’’ der. Ancak genel bir güvensizlik oluşturan bu durum, insanın an güdüsü olan kendi varlığını korumak istemesine aykırıdır, bu bakımdan çok tehlikelidir. Bu varlığı koruma güdüsü, insanları bir sözleşmeyle ellerinde bulunan güce başvurma yetisinden bir devlet adına vazgeçmeleri ve onu bir egemene devretmelerine yol açmıştır. Böylece bir sözleşmeyle devlet kurulmuş ve doğa durumundan yurttaşlık durumuna geçilmiştir.4

1 Alıntılayan: Aydın, Mustafa, “Uluslararası İlişkilerin “Gerçekçi” Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği” 2 A.g.e 3 Arı, Tayyar, “Uluslararası İlişkiler Teorileri: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği”, MKM yayıncılık, 8. Baskı 2013, Bursa, syf: 147 4 A.g.e, syf 148 5

A.g.e, syf: 148

13


çıkan bir demokratik hükümettir.6 Hobbes için söz konusu olan Leviathan’ın egemenliğinin tartışılmaz oluşu ve bireyinde bütün yetkilerini bu egemen erke devretmiş oluşudur.7

haklar ve insan aklı tarafından bildirilen ahlaksal yasa demekti. Liberal düşüncenin savunucuları arasında yer alan Fransız filozof Charles Montesquieu diğerlerinden farklı olarak savaş ile yönetim biçimleri arasında doğrudan ilişki kuran ilk kişi sayılabilir. Savaş ile monarşi arasında kaçınılmaz bir ilişki olduğunu göstermeye çalışmış ve otoriter rejimlerin savaşa daha yatkın olduğunu ileri sürmüştür. Demokratik rejimlerin artmasının barışın sağlanmasında bir unsur olarak göstermiştir. Bütün insanları kapsayan tek bir doğa yasası ve düzenin olmasına karşı çıkan Montesquieu insan doğası olduğunu kabul eden akılcılığa karşı çıkmış ve farklı politik toplumlarda farklı hukuk sistemlerinin insanlar üzerinde değişikliğe yol açtığını savunmuştur. Güçler ayrımı ilkeleri üzerine yoğunlaşmıştır.

Liberalizmin ise insan doğasına bakışı farklıdır. Belli amaç ve idealleri olan bir siyasal düşünce geleneğini temsil etmektedir.8 Klasik liberal düşünce eşitlik,özgürlük ve mülkiyet temelli oluşmuştur. Realizm gibi liberal düşüncenin temelini oluşturan düşünürler vardır. Aydınlanma çağındaki filozofların temel düşünceleri liberalizmi doğurmuştur. Aydınlanma çağında insanların özgürlüğüne kavuşacağı inancı üzerinde durulmuştur. Bu dönemki filozofların insan doğasına ve insan bakışları realizm aksine olumlu olmuştur ve insanın eğitilebileceğini öne sürmüşlerdir. Siyasi alanda gelişen özgürlük daha sonra ekonomik alana yansımıştır. Liberalizmin temelini oluşturan düşünürlerden bahsedecek olursak ilk aklımıza gelen kişi John Locke olmaktadır. Locke’a göre insanlar eşit yaratılmaktadır ve bir takım haklarla doğmaktadırlar. Bu haklara yaşama hakkı, özgürlük hakkı ve mutluluğunu sürdürme hakkı örnek gösterilebilir.

Aydınlanma dönemi filozoflarından bir diğeri olan François Voltaire ise savaş ve barış konuları üzerinde durmuştur. Barışı insanlık açısından başlı başına bir amaç olarak görerek savaş karşıtı bir tutum sergilemiştir. Despotizme ve soyluların imtiyazlarına karşı çıkmıştır. Voltaire’in insan doğasını yorumlaması şu şekildedir; insanlar doğaları gereği hayvandır ve vahşi içgüdüleri uygarlığın oluşmasıyla yumuşamıştır. Uygarlığın idaresi altındaki insanın vahşi hali, doğal haline göre çok daha iyi bir yaratık olduğunu savlamaktadır. Olumsuz bir görüşe sahip görünen Voltaire, savaşa,despotizme,eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı çıkarak olumlu ve yapıcı düşüncelere sahip olduğunu göstermiştir.

Liberalizmin birinci ve temel ilkesi kaynakların ve zenginliğin eşit dağıtılmadığı anlamına gelmeyen fırsat eşitliğidir. Liberalizmin ikinci temel ilkesi, bireyin doğal gereksinimlerini rasyonel yollarla karşılama ve isteme kapasitesine sahip olduğu ilkesidir. Liberalizme göre kişi çevresinde olup biten fiziksel ve toplumsal gerçekleri kavrayacak kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla birey kendini geliştirme yetisine sahiptir, kendine güvenen ve bu kapasiteye sahip olan insana, kendi mutluluğunu arama hak ve özgürlüğü tanınmalıdır. Üçüncü ilke, bireyin temel alınması ve özgürleştirilmesidir. Toplumsal politikanın amacı bireyin özgürlüğünü ve özerkliğini genişletmektir. En iyi toplum, bireye daha fazla özgürlük tanıyan toplumdur. Liberalizmin dördüncü ilkesi özel mülkiyetin önemidir. Özel mülkiyet sayesinde birey özel amaçlarına ulaşabilir; bireyselliğini ve mutluluğunu gerçekleştirebilir. Bu durum bireyi çalışmaya teşvik eder ve çalışması sayesinde birey sadece kendisinin değil, aynı zamanda toplumun zenginleşmesini de sağlar.9

Voltaire insan doğası hakkındaki düşünceleriyle kendisinden sonra gelen Rousseau’yu ters yönde etkilemiştir. Kendi toplumsal reform ilkelerine demokratik bir hükümet biçimi için sağlam bir ussal aklama getiren klasik çalışmasını, “Toplumsal Sözleşme”de (1762) ortaya koydu. Devleti, yurttaşlarının özgürlük ve eşitlik için doğuştan, vazgeçilmez hakları ve kendi yazgılarını belirleme güçleri yoluyla katıldıkları bir toplumsal sözleşme üzerine dayalı politik bir örgüt olarak tanımlayan Rousseau’ya göre, insan aynı zamanda doğuştan barış yanlısı ve naziktir. İnsan doğasında saldırganlığa ilişkin bir öz söz konusu değildir. İnsanın saldırganlığı doğal durumundan uzaklaşıp,sivil toplumla tanıştıkça artmaktadır. Rousseau’ya göre savaş ve saldırganlık insan uygarlığının bir sonucudur. Uygarlık insana doğa durumunda kalmayı değil, bir asker olmayı öğretmektedir. İnsanlar, devlet olarak örgütleninceye ve yöneticiler kendi çıkarları için ordular oluşturuncaya kadar savaş ve silah gibi kavramlarla tanışık değildiler. Bu noktada Rousseau sözleşme yasasını benimseyen diğer bilim adamlarından ayrılmaktadır. Çünkü Rousseau’ya göre

Doğa durumunda insanların eşit ve özgür olduklarını vurgulayan John Locke, Hobbes’un düşüncelerinden bu noktada tamamen ayrılmaktadır. Locke’a göre doğa durumu savaş durumu değildir. Ortak yargıda bulunma yetkisiyle donatılmış bir üstleri olmadığı sürece, usa göre yaşayan insanlar doğa durumunda bulunurlar. Haksız bir zorlama söz konusu olduğunda savaş yaşanabilir; fakat bu durum doğa durumu ile özdeşleştirilmemelidir.10 Yani Hobbes’un doğal yasası olan güç ve kaos yasasının aksine Locke’un doğal yasası temel eşitlik, 6 A.g.e, syf: 149 7 A.g.e, syf: 149 8 A.g.e, syf: 293 9 A.g.e, syf: 293-294 10

A.g.e, syf: 294

14


toplumsal sözleşme diğerlerinin düşündüğü gibi, insanlar arasındaki çatışmayı sona erdirmedi; tam tersine savaşın nedeni oldu.11 Rousseau toplumsal örgütlenmenin temelini aile olarak görmüştür ve devletin aileyi örnek alması gerektiğini savunmuştur. Çünkü ailede eşitsizlik ve kölelik durumları yoktur. Vazgeçilmez iradeleriyle özgür ve eşit insanların karşılıklı olarak anlaşarak devlet kurma hakkı vardır; çünkü egemenlik yalnızca halkındır. Kararlar oylama yoluyla demokratik yolla alınmalıdır. Kişi bencil çıkarları için değil ortak yarar için oy verir. Zira, halk iyidir ve iyi için oy kullanacaktır. Bazen yozlaşsa bile bu aldatıldığı içindir ve genel irade üstün geldiği zaman demokrasi gelişir. Halk kendine ve kendini yönetenlere yönetme gücü ve yetkisi verse de egemenlik, genel iradeyi temsil eden halkın kendisine aittir ve terk edilmez.12 Burada liberal düşünceyi savunan Rousseau ve realist düşünceyi savunan Hobbes arasındaki farkı görmekteyiz. Rousseau anayasal monarşiyi reddederek demokratik bir toplum tüm vatandaşlar için eşit hakları savunmuştur. İnsan doğum yasının iyiliği üzerinde durmuştur.

devletler cumhuriyetine katılacaktı. Savaşları önlemek için mutlakiyetçi yönetimlere son verilmesi ve demokrasinin ve halk egemenliğinin gerçekleşmesi gerektiğini savunmuştur. Devleti soyut, bireyi somut varsayarak bireyi esas alan uluslararası toplum anlayışını geliştirdi. Yetki alanı sınırlanmış devlet anlayışı içinde bireysel girişimciliğin önemi üzerinde durmuştur. B. Realist ve Liberal Paradigmaların Karşılaştırılması: Klasik realizm, insan doğasına olumsuz yaklaşmasından dolayı kötümser olduğu, bencillik ve kendi çıkarını düşünmenin sadece bazı politikacılara özgü bir özellik olmayıp politikanın temelini oluşturan genel bir durum olarak gördüğü için eleştirilmektedir. İnsan doğası sadece savaş ve çatışmayı açıklamaktaysa da barış ve işbirliğinin nasıl açıklanacağının yanıtsız kaldığı düşünülmektedir. İşte yeni realistler bu sorunu aşmak ve bu eleştiriden kurtulmak için insan doğasından uzaklaşarak uluslararası sistemin yapısıyla ilgilenmeye başlamışlardır. Ayrıca, klasik realistlerin kullandıkları, güç, ulusal çıkar ve güç dengesi kavramlarının zaman zaman çelişkili anlamlarda kullanıldığına dikkat çekilmektedir. Klasik realistler tarafından devlet adamlarının, güç olarak tanımlanan çıkara göre hareket ettikleri vurgulanırken, bir başka yerde siyasi liderlerin diğer devletlerin meşru ulusal çıkarlarını da göz ardı etmemeleri gerektiği ifade edilerek çelişkiye düşülmektedir.13 Hobbes’a dayanan realist düşüncede çatışma, olağan ve normal bir durum olarak görülürken liberal düşünürler ise toplumsal ve ekonomik ilişkilerin daha belirleyici ve temel olduğu üzerinde durmaktadırlar.14 Realizmi eleştirenler teorinin öngörme gücünün yetersizliğinden bahsetmektedirler. Realizmin etkin olduğu dönemde onun karşıtı herhangi bir düşüncenin olacağına ihtimal bile verilmiyordu. Öngörme ve açıklama kapasitesine büyük güven duyuluyordu. Zaten realizmin etkin olduğu dönem devletlerin güç, silahlanma yarışına girdiği, emperyalist yayılmacılık sergilediği ve askeri güvenliğe öncelik verdikleri bir dönem olmuştu. Fakat artık şartların değiştiği ifade edilerek realizmin yetersiz olduğu hatta öngörülerinin gelişen olaylardan farklı olduğu savunulmuştu. Ayrıca realizmin artık mevcut gelişmeler karşısındaki betimleme ve açıklama gücünün de sorgulandığı gözlenmektedir. Realizmin genellemeleri ile mevcut koşulların örtüşmediğini düşünen yazarlar artık realizmin ( gerçekçiliğin) gerçek olmadığını ileri sürmektedirler.15 Liberallere göre, anarşik bir yapıda devletlerin işbirliğinden cayma olasılıkları yüksek olduğundan fayda maksimizasyonu gerçekleştirme çabası büyük ölçüde sınırlanmakla beraber, korku ve belirsizliğin giderilmesiyle anarşik ortamın ıslahı söz konusu olabilir.16

Rousseau gibi Voltaire’den etkilenen bir diğer düşünür Immanuel Kant’tır. Toplumsal ve politik felsefesini Sonsuz Barış (1795) ta açıklamıştır. Kant, bir dünya devletinin kurulmasını savunmuştur. Tüm bireyler hak ve ayrıcalıkları olan yurttaşlar olarak federatif bir özgür 11 A.g.e, syf: 297 12 A.g.e, syf: 297 13 A.g.e, syf: 176 14 A.g.e, syf: 178 15 A.g.e, syf: 179 16

A.g.e, syf: 179

15


KAYNAKÇA

Modern gelişmiş demokrasiler aynı zamanda refah devletleri olup, güç ve prestij yerine ekonomik gelişme ve sosyal güvenlik konularına ağırlık vermektedirler. Bu nedenle, devletlerin birbirlerini potansiyel düşman olarak gördükleri için işbirliğinden kaçındıklarına ilişkin realist savlara karşı çıkan liberaller, devletlerin birbirlerini uluslararası güvenliği ve ülke içi refahı artırmada işbirliği yapabilecekleri ortaklar olarak görmektedirler.17 Hobbes’un anlayışından beslenen realizm, güvenlik sorununun olduğu ve bu güvenliği sağlayacak bir üst otoritenin bulunmadığını söylerken, doğa durumunu kaos ortamı olarak görmeyen ve üst otoritenin özgürlüklerin korunup gelişmesi için anlaşılıp oluşturulan bir yapı olarak gören Locke ve Rousseau’dan esinlenen liberal düşünce uluslararası ortamda merkezi otoriteye atfedilen rol devletler arasında işbirliğine yöneltecek ve devletlerin ortak çıkar peşinde koşmalarını sağlayacak ortamı sağlamaktadır. Realistler mutlak çıkar ya da mutlak kazançtan ziyade nispi kazanç üzerinde ısrar etmektedir. Çünkü bunlara göre devletler için mutlak kapasitelerden ziyade göreceli kapasiteler önemlidir. 18 Realistlere göre, devletlerin uluslararası yapı içinde ayrı ayrı birbirinden kopuk birimler gibi düşünülerek mutlak kazancın tarafları işbirliğine teşvik edeceği yönündeki liberal savlar yanlıştır. Çünkü devletler kendi kazançları kadar diğerlerinin kazançlarını da önemserler; daha açık bir ifadeyle bir devlet diğerinden daha fazla kazanacaksa, yani net bir kazanç sağlayacaksa işbirliğine girer. Tersinden ifade etmek gerekirse, bir işbirliğine girmeye karar veren bir devlet diğer tarafın bundan göreceli olarak daha kazançlı çıkacağını anlarsa bu işbirliğinden vazgeçer. Daha doğrusu, realistlere göre, biri devletlerin birbirlerini aldatabileceği diğeri ise nispi kazanç olgusu olmak üzere işbirliğinin önünde iki önemli engel bulunmaktadır. Devletlerin böyle hareket etmesinde yukarıda ifade edildiği gibi, uluslararası anarşik yapı rol oynamakta ve bunun neden olduğu güvensizlik ve varlığını sürdürme kaygısı devletlerin işbirliğine gitmelerini zorlaştırmaktadır.19

ARI, Tayyar, “Uluslararası İlişkiler Teorileri: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği”, MKM yayıncılık, 8. Baskı 2013, Bursa AYDIN, Mustafa, “Uluslararası İlişkilerin “Gerçekçi” Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği” PINAR, Latif, “Uluslararası İlişkilerde Liberalizm/İdealizm Teorisi” UĞRASIZ, Bülent, “Uluslararası İlişkilerde İki Farklı Yaklaşım: İdealizm ve Realizm” OĞUZLU, Tarık, “Uluslararası İlişkilere Giriş”, Küre yayınları, 1.basım Mart 2014, İstanbul

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

www.minervadergi.org

Realizmi eleştirenler genelde zor bir işle karşı karşıyadır. Çünkü gerçek hayattaki siyaset yapımıyla yakınlığı dikkate alındığında, realizm ilk başta belli bir avantaja sahiptir. Her ne kadar eleştirilse de kendinden sonra oluşan liberalizm ve diğer düşüncelere katkısı olduğu ve uluslararası ilişkisinin disiplinine katkıları olduğu göz ardı edilemez durumdadır. Uluslararası ilişkiler teorisine katkılarının yanı sıra, siyasi davranış konusunda da diğer yaklaşım ve metodolojiler için daha ileri tartışma ve analizlere konu olabilecek çok sayıda varsayım ortaya koyduğu da görülür.20

Katkı ve Eleştirileriniz İçin Bize Ulaşın:

om

minervadergi@gmail.c

17 A.g.e, syf: 308-309 18 A.g.e, syf: 309 19 A.g.e, syf: 310 20

Aydın, Mustafa, “Uluslararası İlişkilerin “Gerçekçi” Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”

16


MİNERVA

“PROPAGANDA” KAVRAMI VE ALTERNATİF EYLEM MODELLERİNİN OLUŞUMU ÜZERİNE Can ELDEN

can.elden.1995@gmail.com

G

ünümüz siyasetinin en önemli aracı olan propaganda esasında çok eskilere dayanmaktadır. Propaganda, Antik Yunan’da sofistler ve onların kullandığı retorik sanatıyla ortaya çıkmış1, tarihsel süreç içerisinde her zaman var olmuş; ancak şekil, yöntem ve amaç değişikliğine uğramıştır. Yazımızda propaganda kavramı hem anlam bakımından hem de tarihsel gelişim bakımından incelenecek ve alternatif eylem modellerinin oluşma nedeni tartışılacaktır.

ce insana seslenen politikacıları göz önüne getirirsek, en önemli araçların başında gelen retorik sanatına odaklanmamız gerekir. 1.1 - Araç olarak retorik Propagandanın siyasi açıdan önemini anlamak için siyasetin nesneline odaklanmamız gerekir. Bu nesnel, kuşkusuz ki Antik Yunan sofistlerinden beridir halk kitleleri olmuştur. İşte burada karşımıza retorik sanatı ortaya çıkmaktadır. Antik Yunan demokrasisine yön veren sofistler, halk kitlelerine ulaşmak amacıyla retorik sanatını kullanmışlardır.

1- Propaganda Nedir? Kısaca ve bize en yararlı düzeyde tanımlayacak olursak propaganda; çoğunlukla hükümetler veya siyasi partiler tarafından kullanılan ve geniş halk kitlelerini edinilmiş amaç doğrultusunda manipüle etmek için yapılan eylemlerin tümüne verilen isimdir.

Peki, nedir retorik? Yunanca rhetorikhos kelimesinden türeyen bu kavram, tanımsal olarak “güzel ve ikna edici konuşma sanatı” olarak ifade edilir.2 Yaklaşık iki bin beş yüz yıl öncesinden günümüze döndüğümüzde ise hala en başarılı siyaset adamlarının başarılı birer retorik sanatçısı olduklarını görürüz. Örneğin Adolf Hitler’i ele alalım. Hitler, Nazi Partisi’ni başa getirmek için retorik sanatının tüm inceliklerini ustalıkla kullanmıştır. Hitler, gerek vaatlerinde olsun, gerekse antisemitik3 söylevlerinde olsun retorik sanatını kullanmış ve halkın desteğini bu yollarla arkasına alarak Almanya’nın başına Nazi Partisi’ni geçirmeyi başarmıştır. Elbette ki Hitler bu ve bundan sonra Almanya’yı İkinci Dünya Savaşı’na götüren süreçteki başarısında yalnız değildir. Hitler’in -daha doğru tabirle Nazi Partisi’nin- başarısındaki bir diğer önemli isim ise Joseph Goebbels’dir. Goebbels, Nazi Partisi tarafından kurdurulan “Haklı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı”nın başındaki isimdir. Kuruluşundan beri Üçüncü Reich’ın4 yegâne emeli insanlarını yeniden eğitmek olmuştur.5 İşte bu amaçla kurulan bakanlık, Hitler’in Alman halkını İkinci Dünya Savaşı’na sokma emeline oldukça iyi hizmet etmiştir ve Nazi Partisi’nin bu alanda başarılı olmasına ön ayak olmuştur.

Tarihsel süreç içerisinde gördüğümüz üzere propaganda, yaygın olarak politik amaçlara ulaşmadaki araç olarak kullanılmıştır. Burada ise karşımıza şu soru çıkar: Bu aracı nasıl kullanacağız? Kuşkusuz, propagandanın kendisi zaten bir araç olmasına rağmen, propaganda amacına ulaşmak için yine -ancak bu sefer daha küçük – bazı araçlar kullanılır. Mesela el broşürleri, televizyon ve radyo yayınları, reklam filmleri vs. Toparlamak gerekirse; burada büyük amaç “siyasi emellere ulaşmak”; bu amaca hizmet eden araç ise “propaganda”dır. Büyük amaca ulaşmak için öncelikle küçük amaca ulaşmayı hedeflememiz gerekir ki bu küçük amaç ise “propaganda”; küçük amaca ulaşmak için kullanılan küçük araçlar ise “el broşürleri, reklam alanları, reklam kampanyaları” vs.dir.

1.2 - Tarihte Propaganda

Bunların yanında; değinmemiz gereken önemli bir husus da insan unsurudur. Mitinglerde toplanmış binler-

Modern anlamda propaganda kavramının önem kazanması 19. yüzyılda sanayi toplumunun oluşması ile

1 Haluk Gürgen, “Propaganda”, Kurgu Dergisi Sayı 8, y.y., 1990, s. 135 2 Oxford Dictionary of English 2e, Oxford University Press, 2003 3 Antisemitizm : Yahudilik dinine, kültürüne veya ırkına, yani Yahudi kimliğine karşı duyulan nefret,hoşnutsuzluk. 4 Türkçe’de tam bir ifadelendirilmesi olmamasına karşın “imparatorluk” diye çevrilebilir. 5

David Welch, The Third Reich : Politics and Propaganda, Routledge, New York, 1993, s. 22

17


1.3 - Soğuk Savaş Dönemi Propagandaları

sağlanmıştır.6 Sanayi toplumunun oluşması ile kitleler, değişen yeni sınıflar düzenindeki yerlerinin farkına daha iyi varabilmişler7 ve bu bilinçlenme, propagandaların gerekliliğini kaçınılmaz kılmıştır. Çünkü bilinçli bir toplumu yönlendirebilmek için daha sistematik bir yönteme ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle beraber dünya iki kutba ayrılmıştı. Bunlardan ilki, ABD öncülüğündeki Batı Bloğu, ikincisi ise SSCB öncülüğünde kurulan ve kapitalizmi benimsemeyen ülkelerin oluşturduğu Doğu Bloğu’dur. Bu iki kutup savaş sonundan Sovyetler Birliği dağılana kadar da sıcak bir çatışma yaşamadan karşılıklı mücadelelere girişmişlerdir. İşte bu mücadele dönemine siyasi tarih literatüründe “Soğuk Savaş” adı verilmiştir.

Propaganda kavramının önem kazanması ile kavram sosyologlar ve siyaset bilimciler için önemli bir inceleme alanı olmuştur. Kazandığı anlam itibariyle propaganda, kişilerin veya küçük toplulukların istenilen safa çekilmesinden ziyade; ekonomik sınıfın, topluluğun, ırkların veya ulusların bütün bireylerinin istenilen safa çekilmesi için bir araç olmuştur. Bu bağlamda propaganda için en önemli hale gelmiş olan kavram “kitlesel ikna” kavramıdır. Ancak ne var ki, bu “kitle”nin hacmini saptayacak olan mutlak sınırlar asla belirlenememiştir.8

İki ülkenin de güçlerinin dengeli olması ve her iki ülkenin de yeni bir savaşı göze alamaması durumları Soğuk Savaş dönemini beraberinde getirmiştir. İşte böyle bir ortamda sıcak çatışmanın yaşanamaması, beraberinde iki blok arasında bir üstünlük yarışı doğurmuştur. Bu yarış kapsamında her iki ülke de karşılıklı propaganda faaliyetlerine girişmişlerdir.

İlerleyen tarihle birlikte gelişen propaganda kavramı çerçevesinde, propaganda üç ana madde olmak üzere çeşitlilik kazanmıştır:

1.3.1 - Amerika Birleşik Devletleri Kapitalist Amerika’nın gözünde Sovyetler Birliği daha kuruluşundan itibaren bir tehdit unsuru olmuştur. Bu tehlikenin bilincinde olan ABD, Sovyet tehdidini “Kızıl Tehlike” olarak adlandırmıştır. Amerika bu kavramı literatüre henüz daha İkinci Dünya Savaşı başlamadan 1919 yılında sokmuştur. Ancak tarihi İkinci Dünya Savaşı’ndan da eski olan bu kavram yaklaşık 30 sene sonra, Soğuk Savaş’ın ilk 12 yıllık periyodunda bile Amerikan dış politikasına yön vermiştir.

1.2.1 - Beyaz Propaganda: Beyaz propagandada kaynak güvenilirdir ve propaganda içeriğinde kitleye verilen bilgiler doğrudur. Verilen mesajlardaki en küçük bir şüphe duygusu bile propagandanın etkisiz kalmasına neden olabilir. Bu propaganda tipi, gelişmiş ülkeler tarafından sıklıkla kullanılır. Beyaz propagandalarda kaynak resmi ve kesinlikle doğru olmak zorundadır. Örnek vermek gerekirse “Moskova Radyosu”9 barış zamanlarında genellikle bu tip propaganda yapmıştır. 1.2.2 - Siyah Propaganda: Kara propaganda olarak da bilinen bu tip propagandada verilen mesajların kaynağı asılsızdır. Genellikle mesajlar başka bir kaynaktan alıntılanıyormuş gibi gösterilir. Gerçek kaynak gizli tutulur. Bu tür propagandalara örnek vermek gerekirse; ilk olarak 1956 Macaristan ayaklanması sırasında yapılan “Hür Macaristan Radyosu” örnek gösterilebilir. Sovyet baskısı altındaki bir Macaristan’ın batıdan yardım talep etmesi üzerine kurgulanmıştır. Ancak, sonradan bu radyonun tamamen KGB’nin kara propagandası olduğu ortaya çıkmıştır. Sovyet Rusya’nın bu propagandadaki amacı batı bloğu ülkelerine ABD’nin hiçbir durumda yardıma gelemeyeceğini göstermektir.

Amerika’nın böyle bir anti-propaganda yürütmesinin başlıca nedenleri dünyada komünizmin yükselmesiydi. Sovyetler Birliği’nin gerek savaş süresince kazandığı başarılar, gerek Pasifik’in öteki yakasında Çin ve Doğu Avrupa’da Yugoslavya gibi ülkelerin komünizmi benimsemeleri, gerekse kendi ülkesinde komünist olduğundan şüphelenilen vatandaşlarının bilgi sızdırması korkuları ABD’yi Sovyet tehdidi karşısında bir korkuya düşürüyordu.11

1.2.3 - Gri Propaganda: Bu propaganda türü beyaz propaganda ile kara propagandanın arasında bir yerdedir. Verilen haberin kaynağı bazen açıkça verilirken bazen gizlenmiştir. Çoğu zaman yalan ve gerçeği iç içe barındırır. Olaylar çarpıtılarak verilir ve rivayet ile dedikodu vasıtasıyla yayılır.10

Vatandaşlarını “Kızıl Tehlike’’den korumak isteyen Amerika, halkını manipüle etmek için elinden geleni yapıyordu. Bu amaç uğruna gerek yazılı-basılı

6 Terence H. Qualter, Propaganda Teorisi ve Propagandanın Gelişimi, Çev : Ü. Oskay, A.Ü.SBF Dergisi, Ocak-Aralık 1980, Cilt XXXV, No: 1-4, s. 255 7 A.g.e, s. 287 8 A.g.e, s. 286 9 “Rusya’nın Sesi” olarak da bilinir. 29 Ekim 1929 tarihinde kurulmuştur. Günümüzde içlerinde Türkçe’nin de bulunduğu 41 dilde yayın yapmaktadır. 10

Özlem Güllüoğlu, “Halkla İlişkiler ve Propaganda İlişkisi Üzerine Kuramsal Bir Değerlendirme”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu Dergisi Cilt:12, y.y., 2009, s. 507-508 11 http://komunos.org/kizil-tehlike-abdnin-komunizm-korkusu.html , erişim tarihi : 15.04.2016

18


organları, gerek radyo-televizyon yayınlarını, gerekse kişileri bu ideolojinin şeytaniliğini anlatmaları için hiç çekinmeden kullanıyordu.12

olağan modeller kadar dikkat çekerler. Bu modellerin ortaya çıkma nedenleri ise ilk olarak “etki” unsurunun değişmesidir. ‘68 Olayları örneğinde olduğu gibi rejimler hala bir eylem unsuru olabiliyorken; özellikle otoriter bir politika uygulanan ülkelerde alternatif modellerin ortaya çıkmasında genel bir hükümet politikasından ziyade daha “özel” politikalar etkin olmaktadır. İkinci bir neden ise dikkat çekmek için marjinalliğe ihtiyaç duyulmasıdır. İnsanlar psikolojik olarak olağanın içindeki marjinali görme eğilimindedirler. Örnek olarak; öğretmen ya da idareci bir sınıfa girdiğinde okulun öngördüğü üniformayı giymeyen bir öğrenciyi hemen fark ederler. İşte alternatif eylem modelleri ihtiyacını doğuran da insanın psikolojisinin ta kendisidir.

1.3.2 - Sovyetler Birliği Elbette Sovyetler Birliği de kendi ülkesinde ve dışarıda propaganda mücadelesine ihtiyaç duymuştur. Bu çaba neticesinde ise ağırlığı görsel medyaya vermişlerdir. Sovyet propagandasının en önemli unsuru sinema ve animasyon filmleri olmuştur. Amerika örneğinde olduğu gibi SSCB de propaganda çalışmalarına -özellikle iç propagandaya ağırlık vererek- kuruluşunun hemen sonrasında başlamıştır. İlk başlarda animasyonlarda gösterilen batılı kapitalist figürü; insani çizgiler haricinde aşırı derecede çirkin gösterilmiştir.13 Bu animasyonlarda kitlelere gösterilmek istenenler kapitalistlerin para ve kanla beslenen, insan denilemeyecek çirkinlikte varlıklar olduğudur. İlerleyen yıllarda kapitalistin hatları daha insanlaşsa da “iyi kapitalist” kavramı yalnızca bir aldatmacadır.14 Verilmek istenen fikir aynıdır.

3- Sonuç Görüldüğü üzere; tarih boyunca “propaganda” kavramı önemli bir siyasi araç olmuş, siyasi amaçların yön verdiği propagandalar ise bu etkilerin tepkileri doğurması sonucu eylemleri oluşturmuştur. Zaman ilerledikçe politikalar ve buna bağlı olarak eylemler de çeşitlenmiştir. Bu bağlamda “Alternatif eylem modelleri neden oluşur?” sorusuna verecek iki cevabımız vardır: Bunlardan ilki, değişen hükümet politikaları; ikincisi ise insanların psikolojik olarak marjinal olana dikkatlerini çevirmesidir. KAYNAKÇA GÜLLÜOĞLU, Özlem, “Halkla İlişkiler ve Propaganda İlişkisi Üzerine Kuramsal Bir Değerlendirme”, Selçuk Üni. Sosyal Bilimler MYO Dergisi Cilt 12, y.y., 2009 GÜRGEN, Haluk, “Propaganda”, Kurgu Dergisi Sayı 8, y.y., 1990 İNCEOĞLU, Çağrı, “Sovyet Propaganda Animasyonlarında Batı ve Batılı İmgesi”, Galatasaray Üni. , İletişim Dergisi Sayı 19, y.y., 2013 Oxford Dictionary of English 2e, Oxford University Press, y.y., 2003 QUALTER, Terrence H. , Çev: OSKAY, Ünsal, “Propaganda Teorisi ve Propagandanın Gelişimi”, A.Ü. SBF Dergisi Cilt XXXV No: 1-4, Ankara, 1980 WELCH, David, The Third Reich : Politics and Propaganda, Routledge, New York, 1993 İNTERNET KAYNAKLARI http://komunos.org/kizil-tehlike-abdnin-komunizmkorkusu.html ,erişim tarihi: 15.04.2016 http://www.kuriositas.com/2013/10/the-red-menaceanti-communist.html ,erişim tarihi: 15.04.2016 http://bigumigu.com/haber/sscb-de-soguk-savasdonemi-uzay-temali-propaganda-afisleri/, erişim tarihi: 15.04.2016.

Soğuk Savaş döneminde en önemli mücadele alanlarından biri, belki de ilki uzay olmuştur. Uzayın bu denli öneminin farkında olan Sovyet idarecileri bu alanı da bir propaganda aracı olarak görmüş ve uzay üzerinden propaganda yapan afişleriyle yoldaşlarına seslenmişlerdir.15 2 – Eylemcilik Tarihte her etki bir tepkiyi doğurmuştur. Bundan tabii ki devletlerin eylemleri ve eylemlerini meşrulaştırmak için yaptıkları propagandaların etkileri de tepki olarak “eylem” kavramını doğurmuştur. Tarihin her döneminde siyasi aktiviteler çeşitli eylemleri doğurmuştur. Ancak değişen tek şey eylemlerin şekilleridir. Lady Godiva’nın atını çıplak bir şekilde köyün içinde sürmesini es geçip günümüze yaklaşırsak, eylemciliğin siyasi iktidarlar karşısında önemli bir güç unsuru olması 20. yüzyılın ikinci yarısından sonraya tekabül etmektedir. Bu dönemde karşımıza çıkan ve yarım yüzyıla damga vuran en önemli eylemcilik olayları ise 1968’deki öğrenci hareketidir. DeGaulle iktidarına karşı çıkan bu direniş giderek büyümüş ve tüm dünyayı etkisi altına almıştır. 50 sene ileri gidip 21. yüzyıla baktığımızda ise 50 yıl önceki direnişlerin, yürüyüşlerin veya atılan sloganların yerlerini kaybetmediğini görürüz. Bunların yanı sıra, bu tip eylem modellerine destek vermek amacıyla “alternatif eylem modelleri” ortaya çıkmıştır. Alternatif modeller, uygulama bakımından diğerlerine göre daha kolaydır ve örneğin toplu bir yürüyüş gibi eylem öncesi bir organizasyon genellikle gerektirmezler. Ancak en az

12 http://www.kuriositas.com/2013/10/the-red-menace-anti-communist.html , erişim tarihi : 15.04.2016 13 Çağrı İnceoğlu, “Sovyet Propaganda Animasyonlarında Batı ve Batılı İmgesi”,Galatasaray Üniversitesi İleti-Ş-İm Dergisi Sayı 19, y.y. , Aralık 2013, s.30 14 A.g.e s. 32 15

http://bigumigu.com/haber/sscb-de-soguk-savas-donemi-uzay-temali-propaganda-afisleri/ , erişim tarihi : 15.04.2016

19


MİNERVA

ABD DIŞ POLİTİKASINDA KIRILMA NOKTASI: SOĞUK SAVAŞ’IN BİTİŞİ Mehmet Orkun GENÇ

S

oğuk Savaş, tanım itibari ile sıcak çatışma olmadan tarafların birbirleriyle savaş halinde olma durumunu işaret etmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı devletler Dünya çapında cereyan eden bu savaştan yorgun düşerek, dünyada söz sahibi olma konusunda itibar kaybına uğramıştır. Bundan sonra uluslararası sistem iki kutuplu bir hal almaya başlamıştır. Bu kutuplardan birinin başını Sovyetler Birliğinin bulunduğu Doğu bloğu diğer kutbun başını ise Amerika Birleşik Devletlerinin başını çektiği Batı bloğu oluşturmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında görülen askeri ve siyasi gerginlik dönemine Soğuk Savaş denir, çünkü iki güç arasında doğrudan bir savaş yaşanmamıştır.1 Bu süreçte Amerika Birleşik Devletlerinin dış politikası; kendi bloğunu güçlendirmek ve muhtemel komünizm tehdidi altındaki ülkelere yardım etmek, bu ülkeleri kendi bloğu içerisinde konumlandırmak şeklinde olmuştur. Ayrıca bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikasını önlemek için 1947 yılında George KENNAN’ın ortaya koyduğu çevreleme stratejisini uygulamaya koymuştur. Yine 1947 yılında muhtemel komünizm tehdidi altındaki ülkelere yardım etmek için Truman Doktrini ve Marshall planı ortaya konulmuştur.

mehmetorkungenc@gmail.com

Yunanistan’a 300 milyon dolar Türkiye’ye ise 100 milyon dolar yardım edilmiştir.2 Marshall Planı ise 2. Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin bazı Batı Avrupa ülkelerine yaptığı ve ABD’nin o dönemki Dışişleri Bakanı George MARSHALL’ın adı ile anılan yardımdır.3 Ayrıca olası bir komünizm tehdidine karşı 1949 yılında askeri birlik anlamında Kuzey Atlantik Askeri Paktı(NATO) kurulmuştur. Sovyetleri çevreleme ve komünizm tehdidi altındaki ülkeleri kendi bloğuna kazandırma eksenli ilerleyen Amerikan dış politikası ve uluslararası sistem 1991 yılında Sovyetler Birliğinin yıkılmasıyla yeni bir şekil almaya başlamıştır daha önceki çift kutuplu sistemden tek kutuplu ve hegemonyacı bir sisteme doğru dönüşüm yaşanmıştır. Sovyetler Birliğinin yıkılmasıyla tek kutuplu ve hegemonyacı sistemin lokomotifi Amerika Birleşik Devletleri haline gelmiştir. Yeni sisteme uygun bir Amerikan dış politikası ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu yeni sistemde Amerika Birleşik devletleri müdahale edici, olayların başrolünü üstlenici bir politika izlemeye başlamıştır. Nitekim bu durumun ilk örneği 1990 yılında Kuveyt’i çeşitli bahanelerle işgal eden Irak’ın 1991 yılında Birleşmiş Milletlerin desteği ile Kuveyt’ten çıkarılması olmuştur. Ayrıca bu müdahaleci dış politikanın bir diğer örneği yine Birleşmiş Milletler çatısı altında 1992 yılında Somali’ye karşı sergilenmiştir. Çıkarı olsun ya da olmasın yaptığı bu müdahaleler, emperyalist bir ABD’nin doğuşunun resmi olarak görülmüştür. Bu yeni tutumun teyidi, 1992 yılında ortaya çıkan Savunma Planlama Rehberi olmuştur ki bu belge ile birlikte Amerikan stratejisi, diğer gelişmiş ülkeleri Amerika liderliğine karşı koymaktan ya da mevcut siyasi ve ekonomik düzeni bozmaktan vazgeçirmek üzerine kurulmuştur. Ayrıca, süper güç olmaya yakın ülkeler bir şekilde engellenmelidir. NATO’ya karşı alternatif oluşturabilecek yapılara onay verilmemeli ve tüm dünyada Amerikan hegemonyası yürürlükte olmalıdır. Zikredilen belge, “yeni muhafazakâr” kimliği ile tanınan Savunma Bakanı Yardımcısı Paul Wolfowitz denetiminde hazırlanmıştır. Yeni muhafazakâr görüş, geleneksel muhafazakârlara göre daha şahinci bir görünüm sergileyenler olarak tanımlanmaktadır.4

Truman Doktrini; Amerika Birleşik Devletleri başkanı Harry S. TRUMAN’ın Avrupa’daki Sovyet etkisini dengelemek için Batı Avrupa ülkelerine yardım yapılmasına ilişkin görüşüdür. Bu plan kapsamında

1 ROSKIN, Michael G. –BERRY, Nicholas O. , Uluslararası İlişkiler Uİ’nin yeni dünyası(Çev. Özlem Şimşek), Adres Yayınları, Ankara,2014, syf.81 2

SÖNMEZOĞLU, Faruk(Der.) , Uluslararası İlişkiler Sözlüğü(Haz. Ülke Arıboğan, Gülden Ayman, Beril Dedeoğlu), Der Yayınları, İstanbul, 2010, syf.641 3 A.g.e, syf.471 4 http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423878743.pdf,syf.4

20


George Herbert Walker Bush’tan sonra Demokrat Partili William Jefferson Clinton başkanlık seçimini kazansa da Amerika Birleşik Devletlerinin dış politikası bir önceki başkan döneminde izlenilen politika ile aynı doğrultuda ilerlemiştir. 1995 yılında yani Clinton’ın başkan olduğu dönemde NATO çatısı altında gerçekleştirilen bu müdahale ile Amerika Birleşik Devletleri hem üye ülkeler ile arasındaki ilişkileri güçlendirmiş hem de uluslararası sistem içerisinde lokomotif olma görevini iyice genişletmiştir. Clinton’un başkanlığının ilk döneminde kaydettiği küresel ölçekli başarılar ve bütçe açığını düzeltmesi, ikinci kez seçilmesinde (1997) etkili olmuştur. Ekonomik refah artışı ve sosyal hayattaki iyileşme ile halkın desteğini alarak, dış politikada daha aktif bir uygulamaya gitmiştir. Realizme kayan ve reel politik kaygılara odaklanan bu yeni yaklaşım, ittifak bağlarının güçlendirilmesini ve ABD’nin dış politikadaki geleneksel ortakları ile birlikte çalışmayı salık vermekte idi. Kısaca ifade etmek gerekirse, Washington çıkarlarına uygun düştüğünde harekete geçmeli ve duruma müdahale etmeliydi. Clinton, böylece güç odaklı dış politika izleme yoluna gitmiş ve bu anlamda küreselleşme olgusundan faydalanmıştır. Tahmin edilebilir ki, küreselleşme dünyada Amerikan hegemonyasına hizmet eden bir süreçtir. Bu bağlamda dünya bir köy, ABD ise buranın muhtarı olarak tahayyül edilmiştir.5

5

2000 yılındaki seçimler ile birlikte Amerika artık yön değiştirmeye başlamıştır. Çünkü 2000 yılındaki seçimlerde Cumhuriyetçi partinin adayı George Walker Bush seçimleri kazanmıştır. Daha sonrasında 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleşen terör saldırılarıyla birlikte Amerikan dış politikası Amerika Birleşik Devletlerinin ulusal çıkarlarının yanına küresel terörizmle mücadele ilkesi eklenerek yeni bir şekil almaya başlamıştır. Bu bağlamda Amerika Birleşik Devletleri 7 Ekim 2001 tarihinde 11 Eylül terör saldırılarının sorumlusu El Kaide örgütüne destek olduğunu düşündüğü Taliban rejimine karşı Afganistan’ı işgal etmiştir. Daha sonra nükleer silahlar olduğu ve bunları kendisine karşı bir tehdit olarak görmesi gerekçesiyle 23 Mart 2003 yılında Irak’ı işgali etmiştir. Özellikle dış politikadaki bu saldırganlık Amerika Birleşik devletlerinin uluslararası arenada saygınlığını yitirmesine sebep olmuştur. Ayrıca 2008 yılında ortaya çıkan ekonomik kriz mevcut yönetimin seçmen desteğini yitirmesine sebep olmuştur. Bunun sonucu olarak 2009 yılındaki seçimlerde Demokrat Parti’nin adayı Barack Hussein Obama’nın seçimi kazanmasıyla Amerika Birleşik Devletlerinin dış politikasındaki bu saldırgan ve işgalci tavır yumuşama göstermeye başlamıştır. Obama’nın izleyeceği dış politika ilkeleri; demokrasi ve insan haklarının önceliği, Amerikan değerlerinin

A.g.e, syf.5

21


KAYNAKÇA

askeri yolla da savunulabileceği, uluslararası örgütlerin uluslararası sorunların çözümlenmesinde yetersiz kaldığı ve güçlendirilmesi gerektiği ve toplum mühendisliği yapılamayacağı gibi hususlar bulundurmaktadır. Ayrıca Obama’nın siyasal öncelikleri; hükümetler arası işbirliğinin en üst düzeye çıkarılma isteği, terörizmle mücadele konusunda Obama idaresinin sertlik ve diplomasi arasında bir denge sağlama çabası, terörizm tehdidine karşı küresel mücadele yürütülmesi, nükleer silahların yaygınlaşmasını önlemeye yönelik geniş bir ittifak ve güvenlik alanı yaratılması gibi yapı taşlarını bulundurmaktadır.6

ARI, Tayyar, Uluslararası ilişkilere giriş(4.baskı), MKM, Eylül 2013 ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl siyasi tarihi(18. baskı), Alkım, Nisan 2012 MINGST, Karen, Essentials relations(2nd. ed.), Norton, 2013

A.g.e, syf. 8

international

ULUDAĞ, Mehmet Bülent, Dünya siyasi tarihi(2.baskı), Kriter, Eylül 2012 ROSKIN, Michael G., Cord, Robert L., Medeiros, James A., Jones, Walter S., Political Science: an introduction(12th. ed.), Pearson, 2012

Sonuç olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikası başkanların ideolojilerine göre uygulamada değişiklik göstermektedir. Fakat Soğuk Savaş sonrasındaki yeni dünya düzeninde teknolojik gelişmeler ve küreselleşme olgusunun etkisi dâhilinde dahi dış politikada ekseni kendi ulusal çıkarlarının en yüksek düzeyde olacağı şekilde tasarlanmıştır. Sovyetler Birliğinin dağılıp Soğuk Savaş’ın bitimiyle oluşturduğu hegemonyacı tek kutuplu sistem yumuşama gösterse dahi hala devam etmektedir. Bu hegemonyacı sistem devam ettiğinden dolayı Amerika Birleşik Devletleri’nin dış politikası Dünya üzerindeki bütün devletleri etkilemekte ve birçoğunu Dünya’nın lokomotifi konumunda olan Amerika Birleşik Devletleri ile çıkarları doğrultusunda işbirliğine zorlamakta hatta zorunlu kılmaktadır.

6

of

ROSKIN, Michael G., Berry, Nicholas O., Uluslararası ilişkiler uluslararası ilişkilerin yeni dünyası(çev. Özlem Şimşek), Adres, Şubat 2014 SANDER, Oral, Siyasi tarih cilt 2 (9.baskı), İmge, 2001 SÖNMEZOĞLU, Faruk(Der.) , Uluslararası İlişkiler Sözlüğü(Haz. Ülke Arıboğan, Gülden Ayman, Beril Dedeoğlu), Der Yayınları, İstanbul, 2010, VIOTTI, Paul R., Kauppi, Mark V., Uluslararası ilişkiler ve Dünya siyaseti(5. baskı)(çev. Ayşe Özbay Erozan), Nobel, Ekim 2014 İNTERNET KAYNAKLARI http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423878743.pdf Erişim Tarihi: 19.04.2016 http://blogs.reuters.com/great-debate/2013/07/25/ obamas-plan-one-nation-under-government/ 22


MİNERVA

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA “SAVAŞ”IN EVRİMİ: VEKÂLET SAVAŞI VE KORE ÖRNEĞİ Burak ATASAYAR

A. Kore Savaşı Öncesindeki Gelişmeler

burakatasayar@gmail.com

miyete zorlanıyordu. Ültimatom niteliğinde bir Potsdam Bildirisi, ardından Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombalarının patlaması sonucu Japon İmparatoru 15 Ağustos günü bir radyo yayınında Potsdam Bildirisi’nin şartlarını kabul ettiğini açıkladı.3 Bu bildirinin bir maddesi Japon egemenliğinin Japon takımadaları ile sınırlı kalması gerektiğini söylüyor4 ve bunun kabulü de doğal olarak 1900’lerden beri Asya’da nüfuz alanını artıran Japonya’nın imparatorluk durumuna bir son veriyordu. Japonya teslim olmasıyla beraber Mançurya, Çin’in doğusu, Formoza adası veya Tayvan, Güneydoğu Asya’da Fransız Hindiçini (günümüzde Vietnam, Laos ve Kamboçya ülkelerinin tamamı) ve Endonezya’nın yanı sıra 1910’dan beri bir koloni yönetimi altında tuttuğu Kore Yarımadası’ndan da feragat etti.

S

talin, Yalta’da diğer müttefiklerine Avrupa’da savaşın bitişini takiben üç ay içerisinde Asya’da, Japonya’ya karşı da savaşa katılacağının sözünü verdi ve Kızıl Ordu, Almanya’nın teslim olduğu ve ateşkesi onayladığı 8-9 Mayıs 1945’ten1 tam üç takvim ayı sonra, 9 Ağustos’ta Asya’daki savaşta Japonya’ya karşı müttefiklerine katıldı. Bu zamana kadar Sovyetler Birliği batıda Almanya’ya odaklanmış ve Japonya’nın da çıkarları doğrultusunda Asya’da bir cephe açmaktan kaçınmıştı.2 Savaşa girdiğinde ise hâlihazırda Japonya, yeterince yıpranmıştı ve Müttefikler tarafından tesli-

Kore Yarımadası, Japonya, Çin’in kuzeydoğusu ve Uzak Doğu Rusya’ya yakın bir konumda bulunuyor. Yarımada, Amerikan tarafının SSCB’nin Kore’yi tamamen işgalinden çekinmesi ve karşılıklı bazı tavizlerle 38. kuzey paraleli ile güneyde Amerikan ve kuzeyde Sovyet sektörüne bölündü. Aralık ayında dışişleri bakanları düzeyindeki Moskova Konferansı’nda iki tarafta seçimler yapılması ve sonunda bağımsız bir Kore üzerine anlaşıldı.5 Ancak savaşın galibi olan iki ülkenin ters düşen çıkarları yerini anlaşmazlığa bırakacak ve ilerleyen yıllarda Truman Doktrini ile ABD, SSCB’ye ve komünizme karşı net bir tavır alacak ve iki ülkenin Almanya üzerinde bariz anlaşamaması Soğuk Savaş’ı meydana getirecek, Kore’nin batıda kalan devasa komşusu Çin’deki iç savaşta Mao Zedong ve Çin Komünist Partisi başarılı olacak ve Çin Halk Cumhuriyeti kurulacaktı.6 Kore’de de işler planlandığı gibi gitmedi ve Sovyet sektöründe Kim Il-Sung önderliğinde kurulan Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (veya Kuzey Kore), sonunda güneydeki ikamesi Kore Cumhuriyeti’ne (veya Güney Kore) savaş ilan edecek ve 25 Haziran 1950’de Kuzey Kore ordusu güneye doğru hareket ederek 38. paraleli geçecekti. 1

II. Dünya Savaşı’nın Avrupa cephesinin bitişinin tarihindeki farklılık ABD, Avrupa ve SSCB arasındaki saat farkından kaynaklanmaktadır. Teslimiyet antlaşması Avrupa zamanına göre 8 Mayıs akşamı imzalanmıştır, bu Moskova saat dilimine göre 9 Mayıs gece yarısından sonrasına denk gelmiştir. Bu farkın bir sonucu olarak Avrupa ülkelerinde 8 Mayıs ve eski Sovyet ülkelerinde (özellikle Rusya) 9 Mayıs tarihleri Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır. 2 Henry Kissinger, Diplomacy,Simon&Schuster, New York,1994, s. 365 3 WilliamsonMurray, Allan ReedMillett, A WarTo Be Won: FightingThe Second World War, TheBelknapPress of Harvard UniversityPress, Cambridge, 2001, s. 522-525 4 http://www.ndl.go.jp/constitution/e/etc/c06.html, erişim tarihi: 13.04.2016 5 Burton Ira Kaufman, TheKoreanConflict,GreenwoodPress,Westport,1999, s. 5 6 Çin adı kullanılırken 1949 öncesinde, 1912’den beri bulunan ve Çin İç Savaşı’ndan önce en son Çan Kay-Şek ve Çin Milliyetçi Partisi (Kuomintang) tarafından yönetilen Çin Cumhuriyeti (İç Savaş sonrası Tayvan’a çekilerek burada otoritesini devam ettirmiştir ve bu ülke günümüzde Tayvan olarak adlandırılmaktadır), 1949 sonrasında da İç Savaş’ı kazanarak ülke genelinde otoritesini kuran Çin Halk Cumhuriyeti kastedilmektedir.

23


Savaş oldukça hızlı gelişmelere sahne oldu, önce iki ay gibi kısa bir sürede Kuzey tarafı Güney tarafını güneydeki Busan kentine sıkıştırdı, “birleşmeye” ramak kala ABD öncülüğünde Birleşmiş Milletler, birçok Batı ülkesi ile bir misyon gönderdi, bir diğer üç ayda da Güney tarafı ve BM tüm Kore yarımadasını kat ederek Kore Yarımadasının kuzey sınırlarını oluşturanYalu ve Tumen nehirlerine dayandılar, bu sefer “birleşmeye” Çin Halk Cumhuriyeti mani oldu -savaşta hiç görülmemiş bir insan gücü ile-, bir milyona yakın asker ile savaşa dahil olarak Güney tarafını 38. paralele kadar ittirdi.7 Haziran ayından Kasım ayına kadar savaşta iki tarafa birçok yeni oyuncu eklenmiş ve iki taraf da birer kere olmak üzere diğerini tamamen almaktan kıl payı dönmüştü. İlginç olan ise sıcak çatışmanın sonraki iki yılında savaşın başladığı çizgi, 38. paralel etrafında dönmesi ve böyle sonuçlanması. Amerikan medyası savaşın kendisi ile çok ilgilenmese de başarılı bir askeri kariyere sahip, Amerikan halkı için bir savaş kahramanı olan karizmatik bir isim, 1953 başında ABD Başkanı olan Dwight Eisenhower, seçim kampanyasında Kore’ye özellikle değinecekti ve hatta yerinde incelemeler yapacaktı. Washington – Moskova hattında sinirler hepten gerilmiş bir durumdaydı, II. Dünya Savaşı biteli beş yıl olmuştu ve iki süper güç için sıcak çatışma ihtimali hiç de azımsanacak gibi değildi8 ve mesele, Kore’den çok daha fazlası gibi görünüyordu.

iki tarafı kızıştırmaya yetecek iç gerilim ve iki tarafın aldığı inanılmaz dış destek, bu destekçilerin müdahalesi ve Kore’yi de aşan bölgesel ve küresel çıkar çatışmaları göz önünde bulundurulursa, vekâlet savaşı tanımına uyan amiyane bir örnek olmaktadır. Kore’nin durumu ve iki tarafın tutumu da savaşı iki milyonu aşkın askerin çarpıştığı, ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği ve Çin gibi güçlerin gerek politik gerek konvansiyonel silahlarla bir şekilde içinde bulunduğu tarihsel bir olay halini almıştır.

C. Kore Savaşı’nın Dış Etmenleri Kore Savaşı’nın karşıt tarafları haline gelecek ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki çatlakların geçmişi yine II. Dünya Savaşı’na dayanıyor. Kore, II. Dünya Savaşı’nın seyri Müttefiklerin lehine döndüğünden beri Kahire ve Yalta konferanslarında bahsi geçmekte olan, Roosevelt, Churchill, Stalin ve Çan Kay-Şek arasında Asya’nın geleceği konuşulduğunda alt konu başlıklarından sadece biriydi. Kore’nin bağımsız olması gerektiği 1943’teki Kahire konferansında11 dile getirilmişti.12 Savaşta birlik ve karşılıklı tavizler zamanıydı, Roosevelt Sovyet – Amerikan ittifakını koruyabileceğine inanıyordu ve bunun adına da Kore’yi tamamen bir Sovyet uydu devleti olarak vermeye hazırdı, savaşın sonuna doğru Çin’i de katarak üçlü, hatta Britanya’yı katarak dörtlü bir yönetim teklif edilmişti.13 Aslında Kore’nin durumu muğlâkta kalmıştı. Ancak Roosevelt’in Nisan 1945’te ölümü ile yerini alan Harry Truman, SSCB’ye Roosevelt kadar iyimser bakmıyordu ve politikasını Kore’de ve Asya’nın geri kalanında Sovyet genişlemesini önlemek olarak belirledi.14 Temmuz ayında Manhattan Projesi, New Mexico’daki denemede başarılı olacaktı. Bu artık Amerika’nın atom bombasına sahip olduğunu gösteriyordu ve bu durum Amerika’nın, Japonya’yı erken

B. Vekâlet Savaşı (Proxy War) “Proxy” sözcüğünün dilimizdeki karşılığı “vekil”dir ve “proxy war”, veya dilimize birebir çeviri ile “vekâlet savaşı”, karşıt güçlerin direkt olmamak üzere sıcak bir çatışmada taraf olması olarak tanımlanabilir.9 Bu karşıt güçler hem çıkarlarını korumak hem de doğrudan doğruya bir çatışmada insan güçlerini kullanmamak ve de asıl düşmanla karşı karşıya gelmemek için kolay bir yöntem olarak, çatışmada destekledikleri tarafları donanım (bariz bir şekilde ilk olarak silah), eğitim ve para bakımından destekleyeceklerdir. Tanımda “güç” kelimesi yerine “devlet” kelimesi kullanılabilir ancak tanımı “devlet” ile kısıtlamak devlet dışı oluşumların ve çatışmaya bahis bölgedeki iç karışıklıkların ve anlaşmazlıkların muhtemel bir vekâlet savaşındaki rolünü yok sayıp olayı oldukça basite, sadece iki büyük devletin bölgesel çekişmelerde yandaşlarını kullanmalarına indirgeyebilir.10 Soğuk Savaş dönemi ve dünyadaki kutuplaşma ile beraber ABD ve Sovyetler Birliği’nin ideolojik çatışması, iki ülkenin müttefikleri veya uydu devletleri arasında birçok vekâlet savaşına sebep olmuştur. Kore Savaşı, iki rakip ideolojiyi benimseyen iki taraf,

7 Carter Malkasian, TheKoreanWar,Osprey Publishing, Oxford, 2001, s. 9 8 Malkasian, 2001, s. 7 9 Andrew Mumford, Proxy WarfareandtheFuture of Conflict, The RUSI Journal, 2013, s. 40 10 Mumford, 2013, s. 40 11

SSCB ve Japonya, 1941’de bir saldırmazlık paktı imzaladıklarından Stalin, Çan Kay-Şek, Roosevelt ve Churchill’in bulunduğu Kahire Konferansı’na katılmayı tercih etmemiştir. 12 Mark P. Barry, The U.S. andthe 1945 Division of Korea: Mismanagingthe ‘BigDecisions’, International Journal on World Peacevol. XXIX, 2012, s.35 13 Barry, 2012, s.35 14 Barry, 2012, s. 37

24


bir ateşkese zorlayabileceğini gösteriyordu. Stalin’in Yalta’da verdiği sözü tutmasına gerek olmayabilirdi ve bu durum Truman’ın çıkarlarına hizmet ederdi. Ancak hem Amerika’nın nükleer silahlarını kullanması, hem de Sovyetler Mançurya’ya girmesi sonucu Truman’ın istekleri gerçekleşemedi. Kore’yi Sovyet ve Amerikan sektörlerine bölmek ise Japonya’nın teslim olmasından sonra Dışişleri Bakanı James Byrnes’ın “Sınırın olabildiği kadar kuzeye itilmesi” emri ile II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Dışişleri-Savaş-Donanma Koordinasyon Komitesi’nin15 görevi haline geldi, Amerikalılara göre Sovyetlerin herhangi bir sınıra saygı duyacağı hepten şüpheliydi ve iki albay 38. kuzey paralelini belirledi. Bunların konuşulduğu 10 Ağustos’ta Kızıl Ordu, Kuzey Kore’ye girmişken en yakın Amerikan kara güçleri 965 kilometre uzakta, Japonya’nın güneyinde ve Tayvan’ın doğusunda kalan Okinawa Adaları’ndaydı.16 Ancak 16 Ağustos’ta Kızıl Ordu 38. paralele kadar geldi ve ilerlemedi.17 8 Eylül’de ilk Amerikan güçleri Kore’ye varacaktı ve Aralık’ta Moskova’da görüşüldüğü haliyle Kore, iki parça halinde seçimler olana ve düzen kurulana kadar böyle bölünmüş kalacaktı.

Güney Kore’nin ilk başkanı olacaktı. Kuzey’de de Sovyetler tarafından eğitilmiş ve Japonlara karşı direnmiş Kim Il-Sung önderliğinde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti kurulacaktı. Birleşmiş Milletler’in Kore’deki meşru hükümet konusunda tercihi Güney olacaktı.

Kore Savaşı’na kadar Güney’de Rhee otoriteyi sağlayamayacak ve komünist gerillalar ile çatışmalar yaşanacaktı. Kuzey’de de Kim, Sovyet desteğiyle bir ordu kuracak ve Güney Kore’yi işgal için Çin’de otoritenin yeni sahibi Mao ve Stalin ile kulis yapacaktı. Stalin, Kuzey Kore’yi ülkesinin doğusu için ve haliyle ülkesi için bir güvence olarak görüyordu. Ayrıca Stalin ve Mao başta çekinceliydiler. ABD ise tam tersine çekilmeyi ve muhtemel bir savaşı Güney’in başlatması sonucu Sovyetler ile burada da karşı karşıya gelmekten çekinerek Güney Kore ordusuna Kuzey’de olanlar gibi bir destek vermemeyi tercih etmişti. Ayrıca Rhee hükümetinin istikrarsızlığı da ABD’nin gözünü korkutuyordu ve Sovyetlere rest çekilecek asıl yerin Avrupa olduğu düşünülüyordu. Ancak 25 Haziran 1950’de Kuzey Kore saldırıyı başlatınca ve beş gün içinde Seul düşünce ABD için askeri müdahale ve Güney’e destek dışında çare kalmamıştı. Hem ABD’nin itibarı hem de Kore’yi komünist Kuzey’in birleştirmesinin Asya’daki muhtemel yansımaları söz konusuydu.19

D. Kore Savaşı’nın İç Etmenleri ve Tarafların Savaşa Yönelmeleri: Çözümsüzlük 1876’dan beri yavaşça Japon etki alanına giren ve 1900’de ilhak edilerek Japon İmparatorluğu’nun bir genel vali ile yönettiği ve bir asimilasyon siyaseti de izlediği Kore’nin kendisinde de bir iç huzursuzluk vardı. 1919 yılında bir bağımsızlık hareketi bastırılmıştı ve Kore halkında Japonya’dan kurtulma isteği vardı. Ülke içindeki grupların uzlaşabildiği tek nokta Kore’nin ileride birleşmesi ve bağımsız olmasıydı, Japon idaresi altında kazandıkları güçlerini kaybetmek istemeyen muhafazakârlar ve değişim isteyen solcular arasındaki çatlak da belirginleşmişti. Japonlar artık yoktu, fakat Kore’de “geçici” olarak bulunan ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki gerilim tırmanırken ve Avrupa’da bu iki güç zaten karşı karşıyayken bu konuda çok “acele etmiyorlar”, çıkarlarına uygun şekilde kendi yandaşlarını destekliyorlardı. Amerikan sektöründe ordu hükümeti sağcılarla işbirliği yapacak ve solcu gruplara karşı tavır alacak,18 uzun süre ABD’de yaşamış milliyetçi Syngman Rhee, Mayıs 1948’deki seçimler sonrasında

Ağustos’a kadar ülkenin güneydoğu ucundaki liman kenti Busan’ın 130 kilometre uzağına kadar çekilen Güney’in şansı, SSCB’nin daha önce Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımadıkları için çekildiği BM Güvenlik Konseyi’nde boşluktan20 yararlanan ABD’nin bir müdahale için BM onayını almasıyla döndü. Japonya’nın teslimini onaylamış olan ve sonraki beş yılda ülkenin “imparatoru” olan Douglas MacArthur komutanlığında birçok Batı ülkesinin askerlerinden olu-

15

İngilizcesi State-War-NavyCoordinationCommitee olan ve II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru kurulan bu kurumun amacı savaşın kaybedenleri olan Mihver Devletlerinin işgali sırasında çıkacak siyasi sorunlara yönelik olarak devletin üç kurumu olan Dışişleri Bakanlığı, Savaş Bakanlığı ve Donanma Sekreterliği’nin ortak hareket etmesini sağlamaktı. 16 Barry, 2012, s. 40 17 Barry, 2012, s. 45 18 Kaufman, 1999, s. 4 19 Kaufman, 1999, s. 6-8 20 Sovyetler Birliği’nin veto hakkını kullanmaması ile ABD, istediği şekilde BM’den Kuzey Kore’ye saldırmak için onay alabilecekti ve alabildi.

25


şan Birleşmiş Milletler güçlerinin karşı atağıyla Güney, Eylül sonunda 38. paralele geri yetişti ama ne Truman, ne de BM bununla yetinecek ve Kuzey Kore işgal edilmeye başlanacaktı. Çan Kay-Şek’i Tayvan’a çekilmeye zorlayarak kurulan Çin Halk Cumhuriyeti de sınırlarına gelen BM ve Amerikan askerlerini istemiyordu ve savaş konusundaki tavırları bu güçler ilerlemesi halinde müdahale etmek yönündeydi.21-22 Nitekim Güney kuvvetleri Çin sınırına kadar dayandı ve Çin de savaşa ilk etapta 200 bin ve ilerleyen zamanlarda bir milyonu geçen bir insan gücü ile katıldı. Savaşın geri kalanı belirleyici olmaktan uzak seyretti ve iki taraf için yıpratıcı oldu. 27 Temmuz 1953’te bir ateşkes imzalansa da 1954’teki Cenevre Konferansı, Kore için bir çözüm bulmaktan uzak kaldı.23 Kuzey Kore’nin teklifi tüm yabancı askerlerin çekilmesi ve tüm Kore geneli seçimler iken Güney Kore, tarafında savaşan BM’ye güvenerek BM güçlerinin bölgede kalması ve sadece Kuzey’de seçimler yapılması teklifini öne sürdü, bu tutumunu zaten kendisinin meşru hükümet olduğuyla savunuyordu. Sonradan tüm ülkede seçimler ancak Güney Kore anayasasına göre ve yine BM gözetiminde olması yönündeki teklifi, Çin tarafından dayatma olarak görülecek, ABD hariç hiçbir müttefiki tarafından da kabul görmeyecek ve nihayetinde Cenevre’den bir sonuç çıkmayacaktı.24

nin birleşme istekleri, iki ülkenin de bu konuya bakanlık düzeyinde kurumlar oluşturması ile belli olsa da (iki ülkede de Birleşme Bakanlıkları bulunmaktadır) “birleşme” yakında şahit olunabilecek bir şey olmaktan uzaktadır. ABD ve SSCB de II. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk defa bu kadar şiddetli karşı karşıya gelmiştir, iki ülkenin siyaseti için Kore Savaşı belirleyici olmuştur ve ilerleyen yıllarda dünyada bu iki ülkenin taraf olduğu vekâlet savaşları “moda” olacaktır. Kore’den sonra Küba Füze Krizi ve Domuzlar Körfezi Çıkarması, Vietnam Savaşı, Angola Bağımsızlık Savaşı, Nikaragua Devrimi, Granada’nın işgali, 1973 Şili Darbesi ve Soğuk Savaş’ın bitişinden hemen önce Sovyet – Afgan Savaşı, iki ülkenin ideolojik olarak tavır aldığı olaylar olarak gösterilebilir.26 ABD, dünyanın genelinde antikomünist ve sağcı gruplara destek verecek, SSCB de solcu gruplara destek verecektir ve bu döngü Soğuk Savaş’ın sonrasına kadar devam edecektir. Soğuk Savaş sonrasında da vekâlet savaşları birçok şekilde karşımıza çıkmaktadır. Dwight Eisenhower, vekâlet savaşlarını “dünyadaki en ucuz sigorta” olarak tanımlamış, Sovyet-Afgan Savaşı’nda SSCB’ye karşı ABD ile beraber Taliban’ı silahlandıracak Pakistan’ın devlet başkanı Muhammed Ziya ül Hak da bu savaş türünün “mevcut çatışma bölgelerinde kazanın kaynamasını sürdürmek” için gerekli olduğunu söylemiştir.27 Vekâlet savaşları bu güç savaşında iki taraf için de oldukça “işlevsel” olmuştur. KAYNAKÇA BARRY, Mark P.,The U.S. andthe 1945 Division of Korea: Mismanagingthe ‘BigDecisions’, International Journal on World Peacevol. XXIX, 2012 KAUFMAN, Burton Ira, TheKoreanConflict, GreenwoodPress, Westport, 1999 KİSSİNGER, Henry, Diplomacy, New York, 1994

E. Kore Savaşı Sonrası Kore’nin Genel Durumu, Soğuk Savaş ve Vekâlet Savaşı

MALKASİAN, Carter, TheKoreanWar, Osprey Publishing, Oxford, 2001

Kore Savaşı, Soğuk Savaş durumunun oluşma safhasındaki rüzgârlardan oldukça etkilenmiştir ancak kesinlikle yerel etmenlerden ve yerel siyasetten bağımsız değildir. Savaşın sonucunda herkesten çok Koreliler zarar görmüş ve Kore, sanayisi mahvolmuş ve 38. paralelin küçük değişikliklere uğramış haliyle bir ateşkes hattı ile ideolojik olarak bölünmüş bir ülke olmuştur.25 Bu sınır her ne kadar silahsızlandırılmış bölge olarak adlandırılsa da adının tam tersi bir şekilde Kuzey Kore, Güney Kore, ABD askerler ve BM barış gücünün bulunmasının yanı sıra fazlaca mayınla donatılmıştır. Kore’nin parçalanmışlığı günümüzde de devam etmektedir ve iki ülke-

MUMFORD, Andrew, Proxy Warfareand the Future of Conflict, The RUSI Journal, 2013 MURRAY, Williamson, Millett, Allan Reed, A WarTo Be Won: FightingThe Second World War, The Belknap Press of Harvard UniversityPress, Cambridge, 2001 İNTERNET KAYNAKLARI http://www.ndl.go.jp/constitution/e/etc/c06.html h t t p : / / w w w. f m p r c . g o v. c n / m f a _ e n g / z i l i ao_665539/3602_665543/3604_665547/t18033.shtml

21 Kaufman, 1999, s. xix 22 Malkasian, 2001, s. 7 23 Malkasian, 2001, s. 88 24 http://www.fmprc.gov.cn/mfa_eng/ziliao_665539/3602_665543/3604_665547/t18033.shtml, erişim tarihi: 13.04.2016 25 Malkasian, 2011, s. 88 26 Mumford, 2013, s. 41-42 27

Mumford, 2013, s. 40

Simon&Schuster,

26


MİNERVA

YÜKSELEN GÜÇTEN SÜPER GÜCE: ÇİN HALK CUMHURİYETİ’NİN BÜYÜME AŞAMALARI Büşra KILIÇ

kilic_busra@windowslive.com

GİRİŞ

aşınması, yeni bir liderin sıyrılmasına yol açacaktır. Sıyrılan yeni liderin Çin olması kuşkusuz uzun yıllar alacaktır ancak imkânsız bir senaryo değildir. Elimizi attığımız hemen hemen her üründe para kadar evrensel bir ibare olan “Made in PRC” ibaresini görmemiz, tüm dünyaya Çin’in varlığını hatırlatmaktadır. Hafızalara kazınan bu varlık, 21. Yüzyıl’da silineceğe benzememektedir. Sonuç bölümünde ise ekonomik büyümenin her zaman süper gücü getirip getiremeyeceği konusu değerlendirilecektir. Dünya ekonomisini yöneten iki aktörün güç mücadelesi bölgesel düzeyde mi kalacak yoksa küresel bir rekabet mi olacak tartışma konusudur.

B

ir ülkenin “yükselen güç” olarak adlandırılabilmesi için bazı karakteristik özellikleri karşılıyor olması gerekir. Bu özellikler; bölgesel üstünlük, küresel anlamda rol alma amacı ve süregelen ABD hegemonyasına itiraz etmek olarak özetlenebilir (Macfarlane,2006: 41). Asya Pasifik bölgesinin lideri konumunda bulunan ve diğer yükselen güçlerden daha fazla ekonomik güce ve dolayısıyla ABD ile rekabet etme kabiliyetine sahip olan Çin Halk Cumhuriyeti gücünü “Pax China” düzenini inşa etmek üzere kullanamamaktadır. Yine de Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan “tek kutuplu” dünya düzeninde ABD hegemonyasına rakip olabilecek belki de tek ülke olması, bu yükselen gücün gelecekte süper güç olup olamayacağı tartışmalarını da beraberinde getirmiştir.

1. ÇİN HALK CUMHURİYETİ’NİN YÜKSELİŞİ 1.1. Çin Komünist Partisi’nin Devrimi Çin, tarihi boyunca yaşadığı iç savaşlarda her çöküşten sonra yeniden birleşerek, dünyanın belki de en yaşlı ve hep orada bir yerde duran kendine özgü bir kültürdür. Çin’in varlığı, doğanın değişmez bir kanunu gibidir. Çin, tarihi boyunca sayısız hanedanlığa ev sahipliği yapmış ve kuruluşundaki “Sarı İmparator” efsanesini takip eden ve rakiplerini alt edip imparatorluğu birleştiren –kimi zaman da genişleten- liderlere sahip olmuştur (Kissinger, 2015: 27). Son imparatorluk olan Qing Hanedanlığı’ nın 1644’te başlayan hâkimiyetini 1912’de yitirmesiyle, “modern dönem” olarak adlandırılan bir döneme girilmiş, Çin için “ulus devlet” fikri ortaya çıkmıştır.

Çalışmanın birinci bölümünde, Çin’in “ulus devlet” olduğu tarihten itibaren yükselme süreci ve yaptığı ekonomik hamleler kronolojik olarak incelenecektir. Güçlü bir uygarlığın yerle bir olmuş kalıntılarından yeniden doğan Çin’i anlamak için ülkeyi inşa eden Komünist Parti’yi ve kalkınma hamlelerini incelemek gerekmektedir. Yüksek emek potansiyeli ve planlı devlet kapitalizmi sayesinde büyüyen ülke, dış politikasında da attığı dikkatli adımlar sayesinde kendini sağlama almaktadır. Yaşadığı bölgesel sorunlara ve enerji ihtiyacına rağmen, sürdürülebilir büyüme için kendini sürekli konjonktüre adapte etmektedir. İkinci bölümde ABD hegemonyası ve 21. Yüzyıl’da dünya düzeninden bahsedilecektir. ABD’nin liderliğinin meşruluğu daha fazla sorgulanmaktadır. Meşruluğun 27


Merkezi otoritesini yeniden yitiren Çin’de, 1912 Ocak ayında milliyetçi lider Sun Yat-sen yeni cumhuriyetin başkanı ilan edildi. Ancak görevi alışından sadece altı hafta sonra, askeri komutan Yuan Shikai’ye boyun eğmek zorunda kaldı. Yuan’ın 1916’da yeni bir imparatorluk ilan etmesi de başarısızlıkla sonuçlandı (Kissinger, 2015: 123). Bu arada Rusya’da patlak veren Bolşevik Devrimi’nin etkileri Çin’de de hissedilmeye başlandı. 1921 yılında Mao Zedong’un liderliğinde toplanan 1. Ulusal Kongre ile Çin Komünist Partisi (ÇKP) kuruldu.

ekonomik kalkınmanın kapsamının sürekli genişlemesi ile ekonomik sistemin kusurları ortaya çıktı (Shi, 1997: 90-92). “Büyük Proleter Devrim” olarak adlandırılan süreçte, devrim sürekli olarak ayakta tutulmaya çalışıldı ve parti bürokrasisine sızan burjuvaları temizleme hareketi başladı. Genç “devrimciler” silahlandırılarak “Kızıl Muhafızlar” adıyla ülkenin dört bir yanına gönderildi. Sonuçta hareket amacını da aşarak büyük bir kaosa yol açtı ve askeri müdahale ile durdurulabildi (Sander, 1998: 328-329). Mao’nun 1976’da ölümünden sonra Kültür Devrimi’ne son verildi. Süreç, iç düzeni öyle bir sarsmıştı ki 1978’de Çin’in dünya üretimindeki payı %5’lere düşmüştü

İçeride milliyetçi- komünist ayrımı, dışarıda Japonya ile girilen çetin mücadeleler sonucu Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) ilan edilmesi 1949 yılını buldu. Cumhuriyetin ilanından sonra ÇKP, tüm sistemi kendi ideolojisine göre şekillendirdi. Çin’de 1949 sonrasında iki farklı ekonomik kalkınma politikası uygulandı. Mao döneminde (1949–1976) uygulanan yüksek düzeyde merkeziyetçiliğe dayanan “Planlı Ekonomi” ve Deng döneminde uygulanmaya başlanan dışa açılma ve reform politikası sonucu geliştirilen “Çin Tarzı Sosyalist Piyasa Ekonomisi” (Çakıroğlu’ndan aktaran Sandıklı, 2009: 42).

(Sandıklı, 2009: 42). 1977’ de Mao yönetiminin izleri bitip Deng yönetimi başlayınca, yeni planlar gündeme geldi. Deng, Stalinist temeller üzerine kurulu ekonomi politikalarını reddetti (Öğütçü, 1998: 68). 1980’li yıllardan itibaren, üç madde ile özetlenebilecek bir reform süreci başlattı. İlk olarak “Dörtlü Modernleşme” adı verilen kalkınma planı hayata geçirildi. Tarım, sanayi, savunma ve sanayi alanlarında gelişme amaçlanıyordu. İkinci olarak, sosyalizmi piyasa ekonomisine uydurma koşulu olarak da adlandırabileceğim bir adım atıldı: Çin ekonomisi dış yardımlara açıldı. Son olarak da parti içinde gençleştirme hareketi başladı ve yaşlılar görevlerini bırakmaya zorlandı. Bu gençleştirme 1981’de başlayıp 1985’te hız kazandı (Sander, 1998: 329-330).

Komünist Parti başkanı Mao Zedong, 1950 yılında Sovyetler Birliği ile otuz yıllık “Dostluk, İttifak ve Karşılıklı Yardım Antlaşması” imzalamıştır (Sander, 1998: 328). O tarihten sonra Çin Halk Cumhuriyeti, ülkedeki “burjuva kapitalistleri” ne karşı temizleme operasyonuna girişti ve planlı ekonomiye geçti. Ülkenin ekonomik kalkınması için ilk beş yıllık plan 1953’te yürürlüğe girdi. İkinci ve daha iddialı olan “İleriye Doğru Büyük Hamle” kalkınma planı, 1958 yılında Sovyet yardımlarıyla başladı. Kültür Devrimi’ne kadar giden süreçte ÇHC Sovyetler Birliği’nin en büyük pazarı haline geldi (Sander, 1998: 328).

Reformlar konusunda en büyük adım, Milli Halk Kongresi’nin 1982’de kabul ettiği dördüncü anayasa ile atıldı. Bu anayasanın 11. Maddesi, kanunun çizdiği sınırlar çerçevesinde “ferdi ekonomi” ye izin vermekteydi. İyileştirmeler halkın günlük yaşamına olumlu şekilde yansırken, Çin de artık piyasa ekonomisine geçmiş oldu (Armaoğlu,2009:1072-1073).

Büyük İleri Atılım’ın Çin’i toplam üretimde yükselttiği kuşkusuzdur. Ancak kişi başına düşen gelir dramatik olarak düşmüştür. Çelik üretimini arttırmak için hurda metal bulamayan insanlar kap kacaklarını hatta tarım aletlerini, pulluklarını erittiler. Sonuç olarak kırsal alanda büyük bir kıtlık yaşandı ve rakamlar kesin olamamakla birlikte 20-40 milyon arası insanın ölümüne Mao’nun acımasız politikaları sebep oldu (Acemoğlu ve Robinson, 2015: 400). Üretilen politikalar komünizm olmaktan çok üretimin daha da yükselmesini amaçlayan devlet kapitalizmi idi.

1.2 Kalkınma Süreci Piyasa ekonomisine geçildikten sonra ülkenin farklı bölgelerinde farklı ekonomik modeller denendi ve yabancı sermaye girişleri ile dış ticaret önem kazandı. Devlet kontrolünde bankacılık sisteminin temelleri atıldı. Böylece 1995’e gelindiğinde Çin’in dünya üretimindeki payı yüzde 11’e ulaştı (Örmeci, 2013:2). 1997-2002 arası dönemde kamu iktisadi teşekküllerinin verimsiz hale gelmesi ve teknolojik yetersizlik gibi sebeplerle Çin ekonomisi kısa süreli bir durgunluk yaşadı. Reform ve kalkınma süreci başladığında Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) ile özel teşebbüsler arasındaki verimlilik/teknoloji farkları çok fazla değildi. Ancak geçen zamanla birlikte bu ikisi arasındaki farklar derinleşti ve sonuçta KİT’ler kaybeden taraf oldu. (Saray ve Gökdemir, 2007: 666) Bu sorunu Çin daha fazla dış yatırım, teknoloji ithalatı ve verimsiz KİT’lerin özelleştirilmesi, politikasıyla aştı.

1957-1966 arası dönemde, sosyalist yapılanma tamamlandı. Siyasal olarak Komünist Parti’nin diktatörlüğü hâkimdi, başka siyasal bir örgütlenmeye izin verilmiyordu (Acemoğlu vd, 2015: 399). Toprak reformu ile mülkiyet hakkı bitirildi. Mayıs 1966’dan Ekim 1976’ya kadar süren, siyasi ve ekonomik alanlarda tahrip edici kayıplara yol açan “Kültür Devrimi” döneminde ise; 28


2003 yılına gelindiğinde Çin’in GSMH’si 1,4 trilyon dolardı ve dünyanın yedinci büyük ekonomisiydi (IMF,2004:World Economic Outlook). 2003 yılından sonra ise Çin ekonomisinde talep fazlası nedeniyle ortaya çıkan enflasyonist baskı eğilimleri görülmeye başlandı. “Aşırı Isınma” olarak adlandırılan bu duruma çözüm olarak ekonomiyi soğutma tedbirleri gündeme geldi. Başbakan Jiabao’nun kararıyla banka kredilerine sınırlandırmalar ve yatırım projelerine daha sıkı denetimler getirildi. Mali disiplin sağlandı, firmalar daha az kredi, daha çok öz sermaye ile iş yapmaya zorlandı. Tedbirler ekonomiyi toparladı ve kısa sürede Çin ekonomisi yüksek oranlarda büyümeye başladı. İlerleyen yıllarda ekonomi ortalama % 9-10 civarında büyüme oranlarını yakaladı. “Sırasıyla 2003 yılında % 9.3, 2004’te 9.2, 2005’de 9.9, 2006’da 10.7, 2007’de ise 11.4’lük büyüme oranlarına ulaştı.” (Sandıklı, 2009: 45). Bu dönemde dünya ortalaması yüzde 5’ler civarında büyürken, Çin ekonomisi ortalama %10’lar civarında büyüdü ve ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisi durumuna geldi (Radikal, 20.04.2007).

tepkilere yol açmaktadır. Zengin yoksul ayrımının derinleştiği, toplumsal gerilimlerin olduğu ortamda “ne pahasına olursa olsun büyüme anlayışı terk edilmelidir.

Çin’in ihracat avantajı, para birimi Reminbi’nin değer kazanmasıyla birlikte azalmaktadır. İhracat odaklı büyüme, talep odaklı dalgalanmalar karşısında kırılganlık teşkil etmektedir. Küresel kriz döneminde; 2009’da ABD’nin Çin’den yaptığı ithalat %12,3 oranında, AB üyesi toplam 27 ülkenin yaptığı ithalat ise %13,7 oranında azaldı (Atlı, 2014: 290). İhracatın GSYH içerisindeki payı düşünüldüğünde bu kırılganlığın ekonomiye fazlasıyla zarar vereceği aşikârdır.

2009-2010 yıllarında gelişmekte olan ülkelere, hammadde üreticileri başta olmak üzere 110 milyar dolar kredi vererek Dünya Bankası’nın 100 milyar dolarlık kredi miktarını geçti (Milliyet, 18.01. 2011) . Goldman Sachs’ın çalışmasına göre; öngörülemez bir siyasi/ ekonomik bunalım ya da doğal afet çıkmadığı sürece, sürdürülebilir büyüme ile Çin’in 2050’de GSMH’si 44 trilyon dolar olacaktır (Örmeci, 2009:3).

Büyümenin önündeki bir diğer çelişki ise enerji arzı sorunudur. Büyüme hacmi ile enerji üretimi arasında dengesizlik bulunmaktadır. Petrol ve doğalgaz da dışa bağımlıdır. Bu nedenle de, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmektedir. 2010 yılında yenilenebilir enerji alanında 300 milyar Yuanlık yatırım yaparak, dünya genelinde birinci sıraya yerleşmiştir (05.12.2011, Enerji Enstitüsü).

1.3. Büyüme Modelinde Yapısal Sorunlar Çin Başbakanı Wen Jiabo 2007’de yaptığı bir konuşmada “Çin’in ekonomik büyümesi istikrarsız, dengesiz, koordinasyonsuz ve sürdürülebilirlikten uzaktır.” demecini vermiştir (Atlı, 2014: 285). Bu demecin verildiği dönemde ekonomide bir istikrarsızlık görünmemesine rağmen, hükümetin eksikliklerinin farkında olduğu söylenebilir. 2008 Küresel Ekonomik krizini en az zararla atlatan ülkelerden biri olan Çin; diğer ekonomiler ortalama %5 oranında küçülürken, büyüme hızının çift haneli oranlardan 2008’de %9’a, 2009’da ise %8,5’a düşmesi yönünde etkilenmiştir (Atlı, 2014: 287) 2012’de Komünist Parti Kongresi’nde kalkınmanın yüksek performans ve kalite üzerine şekillendirilmesi hedefini açıklandı. Çin büyümeye devam ederken politika yapıcıların bu ihtiyatlı söylemlerde bulunmasının nedeni, büyümenin sürdürülebilirliği konusundaki endişelerdir.

2. TEK KUTUPLU DÜNYA VE ABD HEGEMONYASI 2.1 Hegemonya Kavramı Modern uluslararası ilişkiler, 1648 Westphalia Barışı’na kadar dayandırılabilir. Kuşkusuz devletlerarası ilişkiler daha önce de vardı ve “uluslararası ilişkiler” bilim dalı II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıktı ancak egemen devletlerden oluşan “uluslararası devletler toplumu” anlayışı bu barış sayesinde ortaya çıktı (Keyman,2006:4). Güçler dengesine dayanan bu sistem, Soğuk Savaş’ın bitimine kadar bir “hegemonya” nın öncülüğünde ayakta kaldı. Hegemonya uluslararası sistemin gerekliliklerini kendi istem ve hedefleri doğrultusunda şekillendirme kabiliyetine sahip olmakla birlikte, genelde sistemin istikrarını isteyen bir güçtür. Bu nedenle, hegemonyanın olduğu bir sistemin terazisi dengesiz değildir.

Çin’in ekonomik büyümesi üç saç ayağı üstüne oturtulmuştur: İhracata yönelik ve düşük maliyetli üretim, ağır sanayi ve altyapıya yapılan yüksek yatırım oranı ve yüksek tasarruf oranları (Atlı, 2014: 288). Düşük maliyetli üretim çoğunlukla ucuz emek ile sağlanmaktadır. Komünist Parti’nin uygulamaları, kişi başına düşen gelir ile ülkenin yurtiçi hasılası arasındaki uçurum, artık

Gramsci’den yararlanarak hegemonya kavramını uluslararası ilişkiler disiplinine kazandıran Cox’a göre 29


hegemonya “Devlet-sivil toplum karşılıklı ilişkilerinin bir uzantısı olan kurulmuş dünya düzeninin, diğer bir deyişle kapitalist üretim tarzının uluslararasılaştırılması sürecine anlam verir.” Böylece hegemonya, dünya düzenini belli esaslara göre şekillendiren bir eklemleme aracıdır (Keyman, 1997:246). II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan liberal sistemde, ilişkileri domine etme yetisine sahip güç ABD olmuştur. Aynı şekilde, savaşı cephelerde galip bitiren ve Avrupa’yı Naziler’den temizleyen Sovyetler Birliği de bir diğer başat güç olarak sivrilmiştir.

ğuk Savaş döneminin kaygı verici manzaralarını aşan barışçı bir yaklaşım koymaktı (Kissinger, 2015: 13). Bu adımda komünist blokta olmasına rağmen çok taraflılığı benimseyen Deng’in dış politika stratejisinin de katkısı büyüktür. İçinde bulunduğumuz yüzyılda iki ülkenin ilişkilerine baktığımızda; askeri, siyasi, ekonomik, teknolojik ve kültürel alanlarda başat güç olmak için mücadele ettiklerini görmekteyiz. Asya- Pasifik bölgesinin liderliğinin önem arz ettiği bu rekabette, ABD Çin’e karşı donanmasının %60’ını 2020’ye kadar Pasifik’e yerleştirmeyi amaçlamaktadır (Dickgreber,2012:1). Ticaretini deniz yolu üzerinden gerçekleştiren Çin içinse bu durum tehlike arz etmektedir. Askeri nitelikte olmasa da ABD’nin güvenliğini tehdit eden unsur ise Çin’in siber saldırılarıdır. (TURQUIE Diplomatique, 2012: 23)

Soğuk Savaşın bitiminden sonra ABD’nin rakipsiz bir güç haline gelmesi, güçler dengesini sağlayacak ikinci bir kutbun varlığını yitirmesi, Westphalia modelinin krizini gündeme getirdi (Keyman, 2006:6). Bir rakibin yokluğu, modern bir “imparatorluk” düzenine neden oldu. 11 Eylül saldırısı, bu imparatorluğu sarsan en önemli olay oldu. Askeri gücü daha çok arttırma eğilimi, terörizme savaş teması ve Irak ihtilali, ABD’nin hegemonyasını zayıflattı. Hem iç kamuoyunun onaylamadığı savaş yatırımları hem de dış politikasında sadece güvenlik odaklı hareket etmesi ülkenin meşruluğuna gölde düşürdü.

Ekonomik ilişkilerde ise rekabet-iş birliği tezatı göze çarpmaktadır. Sahip olduğu yüksek nüfus potansiyeli ile Avrupalı ve Amerikalı firmalar için bulunmaz bir iş gücü ve pazar niteliğinde olan Çin, güçlü markalar için tehdit değil “fırsat” anlamına gelmektedir (Örmeci,2013:9). Ancak iki tarafın da ekonomisini etkileyen en büyük unsur enerji bağımlılığıdır. İki ülke gelecekte Orta Asya’da enerji kaynakları için birbirine rakip olacaklardır.

Unutulmamalıdır ki yükselen güçlerin Amerikan tek kutupluluğunun sona erdirmesi mümkündür. Yükselen güçler yönetişimde daha aktif rol almaya çalışırlarken çok kutuplu bir uluslararası sistemin sinyallerini vermektedirler. Ancak, ortaya çıkacak düzenin kutupsuz (apolarity) yani hiçbir süper gücün mevcut olmadığı istikrarsız bir hale dönüşebileceği ihtimali de akıldan çıkarılmamalıdır (Uzer, 2013: 90).

Büyük güç olmanın psikolojik göstergelerinden biri de teknolojik rekabettir. Neredeyse tüm parça ürünlerin üretildiği Çin, inovasyon yaratan ürünleri ithal etmektedir. Ancak Soğuk Savaş Dönemi’nde ABD- Sovyetler rekabetinde olduğu gibi; Çin de uzay çalışmalarını hızlandırmıştır. İlk astronotunu 2003’te başarıyla uzaya gönderen ülke insanlı uzay mekikleri, yörüngeye kenetlenme ve uzayda yürüme teknolojilerini bağımsız olarak sağlayan üç ulustan birisidir. Yurtdışına gönderdiği binlerce öğrencisi sayesinde teknik bilimlerde hızlı bir gelişim içerisindedir ancak halen ABD’den oldukça gerilerde olduğu otoritelerce ifade edilmektedir (Örmeci, 2013: 10).

2.2 Yükselen Çin ve Hegemon ABD İlişkileri ABD ve Çin arasındaki diplomatik ilişkiler Başkan Nixon döneminde neredeyse 20 yıl aradan sonra başlamış, o günden bugüne sürekli ve istikrarlı biçimde yürümüştür. Henry Kissinger’ın aktarımıyla, Pekin’e gönderilmekle onurlandırılmasının sebebi; Amerikan halkının önüne, Vietnam Savaşı’nın sancılarını ve So30


KAYNAKÇA ACEMOĞLU D. ve ROBİNSON J.A.(2015). “Ulusların Düşüşü Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri”, çev. Velioğlu F.R, 8. Baskı: İstanbul, Doğan Kitap. ARMAOĞLU F. (2009). “20.Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1995”, On Yedinci Baskı: İstanbul, Alkım Yayınevi. ATLI A. (2014). “Değişen Çin ve Kriz Sonrası Dünya Düzenindeki Rolü”, “Küresel Kriz ve Yeni Ekonomik Düzen”, Der. Bakır,C., Öniş Z., Şenses F., 1. Baskı: İstanbul, İletişim Yayınları, ss. 285-309. DICKGREBER M. (2012). “Geleceğin Süper Gücü Kim?”, TURQUIE Diplomatique, 15 Kasım-15 Mart 2012 (46). ENERJI ENSTITÜSÜ, 05.12.2011, “Çin Yenilenebilir Enerji Yatırımında Birinciliğe Yerleşti”, http://enerjienstitusu.com/2011/12/05/cin-yenilenebilirenerji-yatiriminda-birincilige-yerlesti/ (Erişim Tarihi: 17.01.2016) IMF, (2004). “World Economic Outlook”, http://www. imf.org/external/pubs/ft/weo/2004/02/data/ (Erişim Tarihi: 17.01.2016) KEYMAN, E.F. (1997). “Globalization, State, Identity/ Difference”, New Jersey, Humanities Press. KEYMAN, E.F. (2006). “Küreselleşme, Uluslararası İlişkiler ve Hegemonya”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 3, Sayı 9 (Bahar 2006), ss. 1-20. KISSINGER, H. (2012). “Çin: Dünden Bugüne Yeni Çin” , çev. Çeper N.I., I. Basım: İstanbul, Kaknüs Yayınları. MACFARLANE, S. N. (2006). “The ‘R’ in BRICS: Is Russai an Emerging Power?”, International Affairs 82, I (2006), s. 41-57. MILLIYET, “Çin Kredide Dünya Bankasını Geçti”, 18.01. 2011. ÖĞÜTÇÜ, M. (1998).“Yükselen Asya”, İmge Kitabevi, Ankara. ÖRMECI, O. (2013). “21. Yüzyılda ABD- Çin Rekabeti”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 29, ss. 1-14. RADIKAL, “IMF’nin Raporu Ümit Verdi”, 20.04.2007. Sander, O. (1998). “Siyasi Tarih 1918-1994”, 6. Baskı: Ankara, İmge Kitabevi. SHI, Q. (1997), “Çin”, Yeni Yıldız Yayınevi, Pekin. SARAY M.O. ve GÖKDEMIR, L. (2007). “Çin Ekonomisinin Büyüme Aşamaları (1978-2008)”, Journal of Yaşar University, 2(7), ss. 661- 686. SANDIKLI, A. (2009). “Geleceğin Süper Gücü Çin”, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009, ss.40-50. UZER, U. (2013). “21. Yüzyılda Tek Kutupluluk Tartışmaları”, Bilge Strateji, Cilt 5, Sayı 8, Bahar 2013, ss.69-93.

ABD’nin Çin’den üstün olduğu bir diğer alan da kültürel rekabettir. Batı kültürünü domine eden ABD Hollywood sineması, evrensellik iddiası bulunan müzik listeleri ve devasa kültür endüstrisiyle tüm dünyada takipçilere ulaşırken, Çin’in geleneksel doğu kültürü mistik bir merak uyandırmakla beraber bir endüstri yaratamamaktadır. Böylesi bir yumuşak gücün eksikliği, Çin’i ABD hegemonyasının gölgesinde bırakmaktadır. ABD-Çin rekabeti 21. yüzyıl dünyasını şekillendirecek önemli bir siyasal konudur. Küresel gücün ağırlık merkezinin Batı’dan Doğu’ya kaydığı durumda ABD’nin yerine geçecek en büyük aday Çin’dir. Gelişmiş ekonomisi, askeri gücü, teknoloji hamlelerine rağmen yine de liberal değerlerin temsilci ve büyük bir siyasi cazibesi olan ABD ile yarışamamaktadır. Tüm çabasını ekonomik gelişmeye veren ülkenin siyasi özgürlüklere zemin açması ve dünya kamuoyunca saygı görmesi gerekmektedir. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME İçinde bulunduğumuz yüzyılın geride bıraktığımız yılları itibariyle Çin, ani bir hamleyle dünyanın önde gelen ve geleceği en çok merak uyandıran güçlerinden biri oldu. Yaşanmakta olan süreçte Çin’in Asya kıtasının merkezi gücü haline gelmesi, büyük ekonomik hareketliliği, etkileyici ekonomik büyüme oranları, döviz rezervleri ve askeri kapasitesi gibi genellikle avantaj olarak kabul edilebilecek özellikleri düşünüldüğünde dünyada önemli bir güç odağı haline geldiği düşünülebilir. Bu başarısının sırrı istikrarlı ve kararlı bir şekilde yönetilen kalkınma planlarıdır. ABD hala dünyada önde gelen egemen güç olsa da bu liderliğin meşruluğu her dönem sorgulanmıştır ve giderek daha fazla sorgulanmaktadır. Sorgulardaki en ufak kuşku, yeni bir liderin sıyrılmasına yol açacaktır. Küresel gücün ağırlık merkezinin Batı’dan Doğu’ya kaydığı, Asya’nın ileriye dönük ciddi gelişim ve dönüşümlere gebe olduğu iddiası güçlenmektedir. Bu durumda en iddialı büyümeye sahip Çin, en muhtemel süper güç adayı olacaktır. Ancak yumuşak gücünü kullanamayan bir ülkenin süper güç/hegemon olabileceği söylenemez. Çin’in ekonomik büyümenin yanında bölgesinde ve iç siyasetinde istikrar sağlayamamış olması; yükselen gücünü kabul edilen bir hegemonyaya dönüştürememesine neden olmaktadır. ABD ise ekonomik büyümesinin yanı sıra demokrasi, insan hakları gibi evrensel değerlerin moral temsilcisi durumundadır. Dünya kamuoyunda bu değerleri sağlamayan bir gücün meşru bir hegemonya sağlaması mümkün değildir. Çin siyasi reformlar yapmadığı sürece, “süper” olamayacaktır. Yükselmekle süper olmak arasında kalmak ise uzun süre sürdürmesi zor bir araftır. 31


MİNERVA

1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI: ÖNLEYİCİ SAVAŞ DOKTRİNİ ÜZERİNDEN BİR DEĞERLENDİRME Uğur OVACIKLI

uovacikli@gmail.com

GIRIŞ

ci savaş2 doktrininin öne çıktığı en önemli örneklerden biri olmuştur. Türkçe literatürde önleyici hareket, önleyici saldırı ve önleyici müdahale olarak da kullanılan önleyici savaş teriminin3 İngilizce literatürdeki karşılığını iki farklı kavram temsil etmektedir. Bunlar, preemptivewar ve preventivewar kavramlarıdır. 1967 Arap-İsrail Savaşı, aşağıda belirtilen nedenlerden dolayı preemptivewar doktrini altında incelenecektir. Ancak doktrinde preemptivewar ve preventivewar kavramları dönüşümlü olarak birbirlerinin yerine kullanılıyorsa da4, bu iki kavramın savaş literatüründeki tanımları farklıdır. Preemptivewar tanımına geçmeden önce, iki kavram arasındaki farkın vurgulanması faydalı olacaktır.

1

967 Arap-İsrail Savaşı’nın nedenlerine dair önleyici savaş doktrinini esas alarak yapılan bir çalışma esnasında, savaşın nedenleri ve kökenleri ayrımının iyi analiz edilebilmesi gerekmektedir. Savaşın nedenleri üzerine yapılan sorgulama sürecinin sağlam temeller üzerinde inşa edilmesi için yapılacak olan bu ayrım önemlidir.1 1967 Savaşı’nın kökenleri, İsrail devletinin tek taraflı ilan edildiği 1948 yılından sonra yaşanan siyasal, askeri ve toplumsal gelişmenin tarihsel dinamikleri içinde değerlendirilebilmektedir. Buna karşılık, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nın nedenlerinin sorgulanması için incelenmesi gereken dönem, savaşı muhakkak kılan gelişmelerin başlangıcıdır. Zamana bağlı kalarak yapılan bu ayırım, siyasi liderlerin önleyici askeri kuvvet kullanma kararına nasıl geldiğinin anlaşılmasında faydalı olacaktır. Ayrıca, ülkeler açısından savaş, güvenlik, tehdit gibi kavramların öneminin her safhada nasıl değiştiği bu şekilde daha iyi görülebilecektir.

Preemptivewar ve preventivewar kavramlarının en temel iki farkı ‘‘zamanlama’’ ve ‘‘tehdidin niteliği’’dir. Preemptive kavramı, yakın bir tehdide karşı taktiksel tepki olarak tanımlanmıştır. Preventive kavramı ise uzun dönemde oluşması beklenen tehdide karşı üretilen stratejik bir tepki olarak kabul edilmektedir.5 PreventiveWar Doktrini altında incelenen çalışmalarda genellikle muhtemel bir tehdit doğmadan yok edilmesi amaçlanmıştır. Ancak PreemptiveWar Doktrini çalışmalarında tehdit açık bir şekilde görülmekte olup, tehdidin ortadan kaldırılması söz konusudur. Özetle, tehdit acil ve yakınsa, buna karşılık yapılan müdahale preemptive, tehdit uzak ve hatta sadece olası ise buna karşılık yapılan müdahale preventive olarak adlandırılmaktadır.6 Preventive müdahalenin uluslararası hukuk bakımından bir karşılığı yoksa da, preemptive müdahalenin uluslararası hukukta kabul edilebilirliği tartışmalı bir konudur.

Arap devletleri ile İsrail arasında yaşanan gerginlik 1967 yılında yoğunlaşmıştır. İsrail savaş nedeni sayacağı ‘‘kırmızı çizgilerini’’ 1967 yılının Mayıs ayı içerisinde açıklamıştır. İsrail, savaş nedeni olarak sayacağı maddelerin Arap devletleri tarafından fiilen ihlal edilmesi üzerine, önleyici bir müdahaleye girişmiştir. İsrail’in 1967’de uyguladığı önleyici askeri faaliyet kararı, yakın bir tehdide yönelik olarak önleyici kuvvet kullanımı bakımından son derece uygun bir örnek teşkil etmektedir. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nın nedenlerine dair bir inceleme yapmadan önce, önleyici savaş/preemptivewar tanımının yapılması, 1967 Savaşı’nın önleyici savaş doktrini üzerinden incelenmesinin uygun görülebilmesi açısından önemlidir.

Bir devletin açık bir tehdit olarak tanımladığı devlet ya da devletlere karşı önleyici saldırısı/preemptivestrike, savaşın kaçınılmaz olduğu ve istihbaratın uygun hedefler tespit edebileceği varsayımlarından hareketle, önleyici saldırının önemli avantajlar sağlayacağı amacıyla başlatılır. Bu avantajlar; saldırının kesin sonuçlar

PreemptiveWar/Önleyici Savaş 1967 Arap-İsrail Savaşı, nedenleri itibariyle önleyi1

Burak Gülboy, Mutlak Savaş: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri Üzerine Clausewitzyen Bir Çözümleme, Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, İstanbul, 2004, s.1 2 Literatürde PreemptiveWar ya da Preemptive Strike olarak geçen kavramların Türkçe çevirisi farklı yazarlar tarafından farklı şekillerde yapılmıştır. Preemptive kavramı engelleyici, önalıcı, önleme amaçlı, öncelikle önleme, önleyici olarak çevrilmiş olsa da önleyici olarak kullanımı daha yaygındır. Bu çalışmada da preemptive kavramı önleyici çevirisiyle kullanılacaktır. Nitekim Bush döneminde Savunma Bakanı olan Donald Rumsfeld, “önleyici müdahale, önalıcı müdahale, önalıcı meşru müdafaa ve meşru müdafaa terimleri, hemen hemen aynı manaya gelmektedir. İstediğinizi istediğiniz şekilde kullanabilirsiniz” açıklamasıyla kavramın keyfi kullanımını bir nevi dile getirmiştir. 3 Ahmet Cural, ‘‘Bush Doktrini ve Askeri Gücün Önalıcı ve Önleyici Savaş Kapsamında Kullanılması’’, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Yayınlanmış Doktora Tezi, Ankara, 2011, s.166 4 Fatma Taşdemir, ‘‘Uluslararası Anarşiye Giden Yol: Uluslararası Hukuk Açısından Önleyici Meşru Müdafaa Hakkı’’, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2 No: 5, Ankara, 2011, s.87 5 Jack S. Levy, “ResearchNote: DecliningPowerandthePreventiveMotivationforWar,” World Politics, Vol. 40, No.1, October 1987, s.92 6 Cural, a.g.m, 166

32


üreteceği ve düşmanın reaksiyonunun etkilerini tamamen yok etmese de en azından azaltacağıdır.7 Böylelikle önleyici saldırı adı altında ilk vuruşu gerçekleştiren devlet, düşman devlet ya da devletlere karşı avantajlı bir konuma gelebilecektir.

sınırda bulunacak İsrail askeri birliklerinin konumunu içeren madde, İsrail lehine düzenlenmişti. Suriye-İsrail sınır sorunu, karşılıklı olarak sert söylemlerin geliştirilmesiyle giderek derinleşti. Gerginliğe konu olan sınır bölgeleri, Mart 1962’den itibaren düşük seviyede de olsa iki devlet arasında çatışmalara sahne oldu. 1967 Savaşı’nı hazırlayan sürecin bir diğer gerilim noktası Ürdün Nehri’ydi. 1964’te Kahire’de toplanan Arap Birliği Zirvesi’nde İsrail’in Ürdün Nehri’nden su temin etmesinin engellenmesi konuşuldu. Böylece İsrail’in ulusal su yolu kaynaklarının %35’i azalacaktı. Kararın çıkmasında Suriye çok ısrarcıyken, Lübnan ve Ürdün, bu kararın İsrail’i kışkırtacağına inanıyordu.10 İsrail de bu kararı kınayarak, savaş sebebi olarak görülebileceğini açıkladı. İsrail bir adım daha ileri giderek, Suriye’de Ürdün Nehri üzerinde inşa edilen barajlara karşı askeri harekatlar düzenledi.11

Önleyici savaş müdahalesinde bulunan devlet, genellikle kendisinin bölgesel ya da küresel düzeyde diğer devletler tarafından yok edilme tehdidiyle karşı karşıya kaldığını düşünmektedir.8 Yok edilme tehdidini içinde yaşayan devlet, muhakkak ortaya çıkması beklenen tehdide karşı önleyici savaş planlarını üretmektedir. Kendi ülkesinin gücünü düşman devlet ya da devletlere karşı yeterli görmeyen devlet, bir savunma manevrası olarak önleyici bir müdahaleyi düşünmektedir. Önleyici müdahale ile düşman devlet ya da devletleri alt edebileceği öngörüsü de bir başka itici faktör olarak görülmektedir. İsrail de Arap devletleri tarafından yapılacak saldırıyı beklemeden, Arap devletlerini alt edebileceği düşüncesiyle önleyici bir müdahalede bulunmuştur. İsrail kendisinin yok olma tehdidine maruz kaldığını düşünüp, kendisine göre bir savunma manevrası anlamında, Odak Operasyonu’nu başlatmıştır. 5 Haziran 1967 tarihinde başlayan Arap-İsrail Savaşı da, yukarıda tanımlanan önleyici savaş doktrini için önemli bir örnektir.

1964 yılında toplanan Arap Birliği Zirvesi’nde; Filistin halkının, kendi anavatanlarını kendilerinin kurtarmasını ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesini sağlayacak şekilde organize edilmesi de kararlaştırıldı. Arap devletleri, özellikle de Mısır, İsrail’e karşı dağınık halde mücadele eden Filistin direniş örgütlerini tek bir çatı altında birleştirmek istemekteydi. Bu isteğin, Filistinli halkın direnişine destek verme amacını taşımakla beraber, yön verme gibi başka bir misyonu daha vardı. Buna yönelik olarak Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu.12 Arap devletleri, Filistinlileri mücadele yönünde yetiştirmek amacıyla askeri okullarına alma talebinde bulundular. Ayrıca teşkilatın finansmanı için bir Filistin Milli Fonu oluşturuldu. Zirvede Arap devletlerinin Siyonist ihtiraslara karşı kullanabilecekleri meşru haklara da vurgu yapıldı.13 Görüldüğü üzere, 1964 Arap Birliği Zirvesi’nde genel olarak İsrail karşıtı içeriklere sahip olan konular ele alındı. Zirve bu yönüyle, İsrail’i kaygılandıran ve önleyici savaş planlarını yapmasına sebep olan önemli dinamiklerden biriydi.

1967 Arap-İsrail Savaşı’nı Hazırlayan Süreç

Filistin’de İsrail’e karşı direniş mücadelesini en etkin bir biçimde yürüten kuvvet, Yaser El-Arafat’ın önderliğindeki El-Fetih’ti. Suriye’nin El-Fetih’e verdiği askeri ve maddi destek, İsrail ile olan gerginliğini tırmandırmaktaydı. Aynı zamanda Suriye topraklarında kamplar kuran Filistin direniş örgütleri, Ürdün üzerinden ani bir baskın gerçekleştirerek İsrail noktalarını vurmaktaydı. İsrail, Ürdün üzerinden Filistin gerillalarının İsrail’e saldırması üzerine, saldırıların son verilmesi amacıyla Ürdün’e askeri bir harekat düzenlemenin planlarını yapmaktaydı. Ürdün Kralı Hüseyin, Filistinli gruplar yüzünden İsrail ile bir savaşı göze alamadığı için sü-

15 Mayıs 1948 tarihinde İsrail’in tek taraflı devlet ilanından sonra, Arap devletleri ile İsrail arasında gerilimler eksik olmadı. Gerilimlerin birinci kaynağı İsrail’in ilan edilmesi olsa da, 1948 Savaşı’ndan sonra İsrail’in savaşa dahil olan Arap devletleriyle yaptığı ateşkes antlaşmalarından doğan ihtilaflar iki taraf arasındaki gerilimin önemli bir diğer kaynağıydı. Örneğin, İsrail’in Suriye ile 1949 yılında imzaladığı ateşkes anlaşması, Celile Gölü’nün kuzeyindeki stratejik toprakları elinde bulunduran Suriye ve İsrail’in arasındaki sınır konusunda ihtilaflar yaratmaya müsaitti.9 Aynı zamanda,

7 Cural, a.g.m, s.172 8 Robert Gilpin, WarandChange in World Politics, Cambridge UniversityPress, Cambridge, 1981, s.77 9 Berne Süer, Ayşe Ömür Atmaca, Arap-İsrail Uyuşmazlığı, ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2007, s.42 10 Süer, a.g.e, s.43 11 Al Jazeera, Ülke Profili: İsrail, 14 Nisan 2014, http://www.aljazeera.com.tr/ulke-profili/ulke-profili-israil, Erişim Tarihi:27 Aralık 2015 12 William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, çev.: Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. 397. 13

Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (1948-1988), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1989, ss. 226-227

33


rekli olarak eylemlerin durdurulmasını istemekteydi. Kral Hüseyin’in bu endişesi, 1966 Kasım ayında gerçeğe dönüştü. Yine Filistinli gerilla kuvvetlerinin Ürdün üzerinden İsrail’i vurması sonucunda, İsrail Ürdün’e bir askeri harekat düzenledi. Samu Saldırısı olarak bilinen bu saldırı sonucu çok sayıda sivil hayatını kaybetti ve Birleşmiş Milletler İsrail’in saldırısı üzerine 228 Sayılı Kararı yayımlayarak İsrail’i kınadı.14 İsrail’in Ürdün’e saldırmasının altında yatan tek neden Filistinli gerillaların saldırısı değildi. Özellikle ABD yardımlarıyla askeri ve ekonomik olarak güçlenen İsrail, Arap devletlerinden zayıf halkayı yakalayarak gücünü gösterme yolunu seçti.15 İsrail, özellikle Suriye ile yaşadığı gerilimler sırasında bir gözdağı verme amacıyla bu yola başvurdu. İsrail-Suriye gerilimi de kısa süreli bir çatışmaya dönüştü. İsrail ve Suriye uçakları, Golan Tepeleri üzerinde karşı karşıya geldi. İsrail bu çatışmada Sovyet yapımı Suriye hava kuvvetlerine bağlı MIG-21 tipi uçaklardan 7 tanesini düşürdü.

gelişmelerin de etkisi vardı. İsrail yöneticilerinin, Arap ülkelerinde yükselen benzer açıklamalardan dolayı kaygıları iyice arttı.

Mısır devlet başkanı Cemal Abdül Nasır, İsrail ile bir savaşa girme konusunda Suriye kadar aceleci davranmak istemiyordu.16 Ancak hem Suriye’nin hem de Ürdün’ün İsrail ile sıcak çatışmalara girmesi nedeniyle bu tutumunu değiştirdi. 1966 yılının son aylarında Mısır ile Suriye arasında bir askeri antlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre taraflardan birine yapılacak olan saldırı, diğerine yapılmış sayılacak ve taraflar bütün kuvvetleriyle diğerine yardım edecekti. Ayrıca taraflar arasında, daha önce gerçekleşememiş olan Ortak Askeri Komutanlık kurulmaktaydı.17 Suriye ile Mısır’ın yaptığı bu askeri antlaşmanın İsrail’e karşı bir girişim olduğu açıktır. İsrail’de, Arap devletlerinin kuvvetlerini koordine etmeye başladığı yönündeki tedirginlik içerisinde bu kuvvetlerin kendisine saldırabileceği düşüncesi kuvvetlenmiştir. Bu düşünce İsrail içerisinde 1948 yılından bu yana bulunmaktadır. İsrail Sendromu olarak da adlandırılan bu düşünceye göre İsrail, kendisini yok etmek için fırsat kollayan Arap düşman devletlerce çevrelenmiştir.

1967 Savaşı’nda İsrail’in Önleyici Askeri Güç Kullanmasının Nedenleri İsrail’in 5 Haziran 1967’de uyguladığı önleyici askeri faaliyet kararı, yakın bir tehdide yönelik olarak önleyici kuvvet kullanımı bakımından son derece uygun bir örnek teşkil etmektedir. İsrail,1967 yılının Mayıs ayı içerisinde Arap devletleri ile arasında yaşanan gerginliğinin hızla tırmanması üzerine Arap devletlerinin bazı eylemlerini savaş sebebi sayacağını açıkladı; -Bir veya birden çok Arap ülkesi askeri gücünün sınır bölgelerinde tehditkar oranda yoğunlaşması. -Tiran Boğazı’nın veya İsrail’e doğrudan bağlantısı olan hava ve su yollarından birinin kapatılması. -Misilleme politikalarıyla baş edilemeyecek oranda yoğun yarı askeri faaliyetler veya dayanılamayacak ölçüde Arap gerilla faaliyetleri.

1967 yılının Mayıs ayı geldiğinde, İsrail’de devletin ilan edilişinin 19. yıl dönümü nedeniyle kutlama hazırlıkları başlatıldı. Kutlamalar, Filistinli halktan başlayıp tüm Arap toplumlarına yayılan bir tepkiyi de meydana getirdi. Arap radyolarında kutlamalar lanetlendi ve İsrail’in bu coğrafyada yeri olmadığı hakkında görüşler dile getirildi. 16 Mayıs 1967 tarihi geldiğinde Mısır’ın devlet radyosu olan Kahire Radyosu’nda İsrail tehdidine karşı gerekirse savaştan kaçınılmayacağı duyuruldu. Suriye’deki radyolarda ise İsrail’in Arap devletlerine karşı önemli bir tehdit olduğundan ve yok edilmesi gerektiğinden bahsedildi.18 1967 Savaşı’na giden sürecin 15 Mayıs’tan sonra hızlanmasının altında bu sembolik

-İsrail’in doğu ve kuzey sınırında Ürdün ve Lübnan’dan daha kuvvetli bir Arap devletinin kontrolü ele geçirme gayreti ile güç dengesinin değişmesi.19 -İsrail’e olan silah yardımından daha fazlasının Arap ülkelerine yapılması ve bunun sonucunda güç dengesinin İsrail’in aleyhine değişmesi. İsrail’in savaş sebebi sayacağına dair açıkladığı bu kırmızı çizgiler Mısır, Ürdün ve Suriye tarafından tanınmamış ve fiili olarak çiğnenmişti.20 Mısır hükümeti, 18 Mayıs 1967 tarihinde, BM Genel Sekreteri’ne gönderdiği telgrafta, Mısır-İsrail sınırında yer alan Sina

14 Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Ortadoğu: Savaş, Barış ve Diplomasi, Alfa Yayınevi, İstanbul, 2005, ss.312-313 15 Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, Çeviren: Yavuz Olagan, İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2005, s.476 16 Nadav, Safran, FromWar - TheArab-IsraelConfrontation: 1948-1967,PegasusPress, Newyork, 1969, s.273 17 Arı, a.g.e., s.313 18 Matthew J. Flynn, First Strike:PreemptiveWar in Modern History, RoutledgePress, Newyork, 2008, s.186 19 Cural, a.g.m., s. 209 20

A.e., s.209

34


Yarımadası’nda bulunan BM Barış Gücü kuvvetlerinin (UNEF - United Nations Emergency Force) derhal çekilmesini istedi. Sina’da bulunan 3.393 kişilik BM Barış Gücü askerleri, aynı günün akşamında BM Genel Sekreteri’nin emriyle bölgeden geri çekildi. Mısır, Sina Yarımadası’na Mayıs ayı içerisinde büyük çapta askeri birliğini nakletme amacıyla BM Barış Gücü’nün bölgeden ayrılmasını istemişti. Mısır buna yönelik olarak, Sina’ya 6 askeri tümenden oluşan 100.000 asker ve 900 adet zırhlı tank çıkarma kararı aldı. Suriye, Golan Tepeleri’ne konuşlandıracağı 75.000 asker ve 400 zırhlı tank ile eşik edecekti. Ürdün ise bu ittifaka 32.000 asker ve 300 tankla katıldı. Aynı zamanda Ürdün, seferber ettiği tanklara ek olarak 150 tankını daha İsrail sınırına göndermek için hazır bekletmekteydi. Fas, Libya, Suudi Arabistan ve Tunus gibi ülkeler de İsrail’e karşı savaşta Suriye, Mısır ve Ürdün’e destek olunacağına dair açıklamalar yaptı. Irak, 4 tugay askeri birliğini olası bir savaşta cepheye gönderme kararı aldığını bildirdi. Arap devletlerinde seferber edilen askeri kuvvetlerin tamamını 300.000 asker ve 2.300 tank oluşturmaktaydı. Aynı zamanda Arap devletlerindeki askeri uçak sayısı 900 iken, İsrail’in elinde yaklaşık 300 askeri uçak bulunmaktaydı.21 Bu sayı 1967 yılı şartları göz önüne alındığında oldukça kuvvetli bir askeri güç anlamına gelmekteydi. Bu ortamda ilk saldırının Arap devletleri tarafından yapılma olasılığı göz önüne alındığında, İsrail’in kendini savunmasına imkanyoktu. İsrail de bunun farkında olduğundan dolayı sınırında konuşlanacak

bir askeri yapılanmayı savaş sebebi olarak ilan etmişti. 300.000 Arap askerinin İsrail’e karşı hazırlanması, savaşın kaçınılmaz olduğunun bir göstergesiydi. İsrail’in, Arap devletlerinin askeri bir antlaşma imzalamalarını Suriye’nin tüm silahlı kuvvetlerini tam seferberlik durumuna getirmesini ve Mısır’ın füze üslerini tam alarma geçirdiğini öğrenmesi üzerine durum 19 Mayıs 1967’den itibaren ciddi bir şekilde değişmeye başlamıştır. Daha da kötüye giden bu duruma karşılık İsrail hükümeti, silahlı kuvvetlerini seferber etmeye ve boğazların kapatılması durumunda kendi hakları olan açık denize ulaşma konusunda uluslararası destek arayışına karar vermiştir. Bu noktada İsrail hükümeti, deklere ettiği kırmızı çizgilerin askeri güçle aşılmasına öncelikle şiddet içermeyen yöntemlerle cevap verme yoluna gitmiştir. Bir başka ifadeyle İsrail, tüm diğer yolların denenmesi ve başarısız olunmasından sonra başvurulması gereken askeri güce, askeri gücü kullanmadan önce uluslararası hukuka müracaat ederek yaklaşmıştır.22 Ancak BM Genel Sekreteri’nin arabuluculuk için Kahire’ye gitmesinden sonra İsrail, BM Barış Gücü’nün Sina’dan çekilmesini bahane ederek çözüm önerisine yeşil ışık yakmamıştır. Nasır, 22 Mayıs’ta savaşa yönelik bir ciddi adım daha attı ve Tiran Boğazı’nın İsrail gemilerine kapandığını açıkladı. Tiran Boğazı’nın Mısır tarafından İsrail’e kapatılması, İsrail’in savaş sebebi sayacağı kırmızı çizgilerin en önemli maddelerinden biriydi. Bu durum, İsrail

21 Flynn, a.g.e., 185 22

Cural, a.g.m., s.2012

35


içerisinde Arap devletlerinin daha büyük bir tehdit olmadan yok edilmesini isteyen radikallerin yükselişine neden oldu.23 İsrail Nasır’ın bu girişimlerini açık bir şekilde savaş tehdidi olarak algıladı ve aynı zamanda Arap devletlerine verdiği askeri destek yüzünden Sovyetler Birliği’ni suçladı. Buna karşılık Sovyet hükümeti, 23 Mayıs 1967 tarihinde sert bir açıklama yayımlayarak, yaşanan gelişmelerden İsrail’i sorumlu tuttu.24 Nasır’ın Tiran Boğazı’nı İsrail’e kapadığı açıklamasının ardından Başbakan Eshkol bu durumu açıkça uluslararası hukuka aykırı bir girişim olarak tanımladı. Mecliste yaptığı konuşmada Eshkol:

Sovyetler Birliği 1953 yılından itibaren Mısır’a, 1960’lı yıllardan itibaren ise Suriye’ye hibe ya da satış yoluyla silah gönderdi. Soğuk Savaş gerginliğinin yoğun hissedildiği yıllarda dönemin son teknolojik silahları Arap devletlerinin elindeydi. İsrail de, ABD tarafından silahlandırılan ülkelerin başında gelmekteyse de Arap devletlerinin silahlanmasını kaygıyla izlemekteydi. Aynı zamanda Sovyetler Birliği, Ortadoğu coğrafyasında ABD’nin en güçlü müttefiki olan İsrail’in kendi müttefiki olan devletlerce zayıflatılmasını istemekteydi. ABD’nin Vietnam topraklarındaki işgali devam ederken, olası bir savaşta İsrail’e arka çıkmaya devam etmesi, Sovyetler Birliği’nce düşük bir ihtimaldi. Buna yönelik olarak Sovyetler Birliği, 13 Mayıs günü Kahire’ye Sovyet parlamento heyeti gönderdi. Heyet, Nasır ile görüşerek İsrail’in Suriye sınırına 11-13 tugaylık bir kuvvet yığdığını söyledi. Ancak bu bilgi gerçek dışıydı. Sovyetler Birliği, Mısır’ı İsrail’e karşı kışkırtma niyetindeydi.

“Bu sabah Mısır Devlet Başkanı Akabe Körfezi ile Kızıl Denizi birbirine bağlayan Tiran Boğazını İsrail bayraklı gemiler ile stratejik özellikte yük taşıyan diğer gemilere kapama niyetini ifade eden bir açıklama yapmıştır. Körfezdeki serbest dolaşımın herhangi bir şekilde engellenmesi uluslararası özgürlükler ile ülkelerin egemenlik haklarının ciddi şekilde ihlali ve İsrail’e yönelik saldırgan bir faaliyettir.’’ 25

Başbakan Eshkol, kendi generallerinden önleyici bir müdahale için zamanın çok uygun olduğu yönünde öneriler alırken, ABD tarafından bu tür bir hareket tarzının izlenmemesi yönünde telkinler alıyordu. Bu kapsamda, U Thant’ın Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün çekilmesi kararının üzücü olmasına rağmen Johnson, Sovyetler’i iş birliği içinde gördüklerini, ABD’nin BM ve diğer uluslararası platformlarda krizin barışçıl yollarla çözümüne çalıştığını belirtiyordu. Kriz sonuçlanana kadar ABD, Patton tankları, Hawk füze parçaları, gıda ve ekonomik yardımdan oluşan 47.3 milyon dolarlık yardım ile 20 milyon $’lık krediyi, içinde bulunduğu durumun üstesinden gelmesi için İsrail’e vermeye niyetliydi.27 Buna ilave olarak ABD, İsrail’in tüm barışçıl yolları tükettikten sonra önleyici bir müdahale yapması yönündeki önerilerine devam etti.

Eshkol yaptığı bu açıklamayla Mısır’ın uluslararası barışı bozduğunu ima ederek uluslararası hukuk çerçevesinde Mısır’a yaptırım kararı alınmasını istedi. Aynı zamanda bu durumu İsrail’e saldırganlık olarak niteleyen Eshkol, uluslararası hukukun bir girişimi olmayacaksa, kendi egemenlik haklarını, kendilerinin koruyacağına dair bir açıklama yaptı. Kırmızıçizgi ihlallerine karşı uygun reaksiyonlar gösterilemediği takdirde İsrail’in caydırıcılığı ciddi anlamda zarar görebilirdi 30 Mayıs 1967 tarihine gelindiğinde ise Ürdün kralı Hüseyin karşılıklı savunma anlaşması yapmak üzere Kahire’ye geldi. Ürdün’ün, Mısır ile Suriye arasında imzalanan askeri antlaşmaya katılması, İsrail’e göre önleyici müdahaleyi gerektiren durumların içinde önemli bir noktaydı. Ürdün kralı Hüseyin, 1967 yılı içerisinde Mısır’da lanetlenen isimlerin başında gelmekteydi. Ancak ortak düşmanın yaratılması, her zaman Arap devletleri arasındaki birleşme duygusunu canlandırmıştı. Tüm Arap devletlerine yayılan Anti-İsrail söylem üzerine, İsrail medyası, Nasır’ın söylemleriyle birlikte Nazi Soykırımı anılarını birlikte kullandı ve İsrail içerisinde de Arap karşıtı söylemler yayıldı.26

Haziran ayının ilk günlerinde, Arap ülkelerinde bir savaş durumu hakimdi. Arap ülkeleri, ilk saldırıyı İsrail’in yapmasını beklemekteydi. Böylece İsrail saldırgan ve suçlu durumuna düşecek, Arapların İsrail’i ilhak etmesi meşru bir temele dayandırılacaktı.28 İsrail karar makamları, artık savaşın yakın olduğuna ve ve ilk taarruza dayanamayacaklarına karar verdi. İsrail Genelkurmayı savaşın başlamasını kaçınılmaz olarak görerek önleyici bir saldırının acilen başlaması taraftarıydı. Bu nedenle İsrail inisiyatifi ele alarak ilk darbeyi vurmuş ve 5 Haziran 1967 günü sabahında Arap komşularına karşı Altı Gün Savaşı olarak da bilinen önleyici askeri faaliyeti (PreemptiveWar) başlatmıştır.29

İsrail’in kırmızı noktaları arasında önemli maddelerden biri de hibe ya da satış yoluyla Arap devletlerinin küresel güçler tarafından silahlandırılması sonucunda Ortadoğu’da var olan güç dengesinin bozulmasıydı. 23

Demet Gökçınar, ‘‘Arap-İsrail Uyuşmazlığında Filistin Sorunu’’, Atılım Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü , Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2009, s.147 24 Armaoğlu, Filistin Meselesi…, s.244 25 Cural, a.g.m., s.216 26 Al JazeeraTurk, Altı Gün Savaşı Belgeseli, 9 Haziran 2014, http://www.aljazeera.com.tr/belgesel/alti-gun-savasi, Erişim Tarihi: 4 Kasım 2015 27 Cural, a.g.m., s.218 28 Armaoğlu, Filistin Meselesi…, s.247 29 Cural, a.g.m., s.219

36


likle Sina Yarımadası’ndaki çatışmalarda Mısır’ın zırhlı kuvvetleri, İsrail’in hava saldırılarıyla ağır darbe aldı. Bunun sonucunda İsrail, üç gün içerisinde tüm Sina’yı ele geçirdi. Mısır savaşın başlangıcından yalnızca 4 gün sonra mağlubiyeti kabul etti ve İsrail kuvvetlerinin Süveyş Kanalı’nın batısına geçmesine engel olmak istedi. İsrail için kara savaşlarının en çekişmeli geçtiği yerler Ürdün sınırında yer alan Batı Şeria’da gerçekleşti. Ancak birbirinden kopuk hareket eden Arap güçleri ağır bir yenilgi aldı. Ürdün de 7 Haziran günü ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı. İsrail Suriye karşısında da mutlak galip gelerek, Golan Tepeleri’ni aştı ve Şam’a doğru ilerlemeye başladı. Bunun üzerine Sovyetler Birliği, ABD’ye başvurarak, İsrail kuvvetlerinin durdurulmadığı takdirde, askeri müdahale dahil, gerekli tedbirleri alacağını bildirdi. Suriye de, İsrail kuvvetleri yalnızca Şam’a 40 kilometre yakınlaşmışken ateşkes anlaşmasını imzalayacağını duyurdu.34 Suriye’nin de ateşkes anlaşmasını imzalayacağını duyurmasıyla birlikte, 1967 Arap İsrail Savaşı, İsrail’in mutlak galibiyetiyle sonuçlandı. İsrail mevcut sınırlarını bu savaşla birlikte yaklaşık 4 katına çıkardı. Mısır’dan Gazze ve Sina’yı, Suriye’den Golan Tepeleri’ni ve Ürdün’den Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü aldı.

5 Haziran 1967 sabahı, İsrail hava kuvvetlerinin neredeyse tamamı demek olan 200 uçak hazırlandı ve Mısır’a doğru harekete geçti. İsrail hava kuvvetleri, Arap devletlerinin radarlarına yakalanmamak için önce Akdeniz’e doğru uçmaya başladı. Akdeniz ortalarına kadar gelen İsrail hava kuvvetleri ani bir dönüşle güneye hareket etti. Mısır’ın, İsrail hava kuvvetlerinin ani bir saldırısının her zaman doğudan geleceği düşüncesinin aksine, İsrail hava kuvvetleri Mısır’ın kuzeyinden hava saldırısını başlattı. Mısır üzerinde yakınlaşan uçaklar dalış yapmadan önce 1200 metre yüksekliğe tırmandı. Birbirine yakın olarak hareket eden uçakların tamamı, ani bir dalışla Mısır hava sahalarına saldırıya geçti. Mısır hava üslerinin bir çoğu bombalandı. Mısır havaalanlarında zarar görmeyen uçaklar kısa sürede karşı bir saldırıya geçmek için havalandı ancak buna yönelik bir harekat planı ve tatbikatı daha önce yapılmamıştı. İsrail havalanan uçakları düşürmede, plansızlığın sağladığı rahatlıkla zorlanmadı.30 İsrail, Mısır üzerinde 2. hava saldırısını da gerçekleştirdi ve 11 havaalanı daha bombaladı ve bombalanan havaalanı sayısı 16’ya yükseldi. Mısır 4 saat içerisinde 320 uçağını, yani uçaklarının yüzde 80’ini31 ve bombardıman uçaklarının tamamına yakınını kaybetmişti.32 Savaşın kaderi 5 Haziran sabahı belli olmuştu.

İsrail’in Önleyici Müdahalesinin Uluslararası Hukuka Uygunluğu İsrail, 5 Haziran 1967 sabahı gerçekleştirdiği müdahaleyi, önleyici meşru müdafaa hakkı uyarınca başlattığını öne sürdü. Bu önleyici müdahalenin, savaşın sonundan itibaren meşru müdafaa hakkı adı altında ele alınıp alınamayacağı tartışılan bir konu oldu. Meşru müdafaa kavramı, uğranılan bir saldırı karşısında kişinin ya da devletin kendisini korumak adına başvurduğu eylem olarak tanımlanmaktadır. Meşru müdafaa kavramı, uluslararası hukukta devletlerin silahlı güç kullanma yasağına getirilen sınırlı bir istisnayı teşkil etmektedir. 26 Haziran 1945 yılında taraf devletlerce imzalanan Birleşmiş Milletler Antlaşması’na göre bir devletin meşru müdafaa hükmü altında bir diğer devlete karşı güç uygulayabilmesi bir takım şartlara bağlanmıştır. Meşru müdafaa hakkının devletler tarafından uluslararası hukuka uygun bir şekilde kullanılabilirliği antlaşmanın 51. maddesinde35 düzenlenmiştir. Meşru müdafaa hakkı, ‘‘mevcut bir saldırıya karşı koyma’’, ‘‘ilk saldırılardan korunma’’, ‘‘bir bölgenin işgalden

5 Haziran 1967 tarihinde başlatılan ve hava operasyonu olan Odak Operasyonu ile birlikte hava saldırılarının, cephe savaşlarını kolaylaştırdığı anlaşıldı.33 Özel-

30 Al Jazeera, a.g.e. 31 Ahmet Emin Dağ, Ortadoğu Çatışmaları, İnsani Yardım Vakfı Yayınları, İstanbul, 2015, s.27 32 Al Jazeera, a.g.e. 33 Kenneth M. Pollack, ‘‘AirPower in theSix-DayWar’’, TheJournal of Strategic Studies,Vol. 28, No. 3, Washington, DC, USA, 2005, s.472 34 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993, ss. 846-849 35

Birleşmiş Milletler Andlaşması 51. madde için bkz:https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc027/kanuntbmmc027/kanuntbmmc02704801.pdf İşbu Andlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler Üyelerinden birinin silâhlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi milletlerarası barış ve güvenliğin muhafazası için lüzumlu tedbirleri alıncaya kadar, tabiî olan münferit veya müşterek meşru müdafaa hakkına halel getirmez. Bu meşru müdafaa hakkını kullanarak üyelerin aldığı tedbirler derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve konseyin, işbu Andlaşmaya dayanarak milletlerarası barış ve güvenliğin muhafaza veya iadesi için lüzumlu göreceği şekilde her an hareket etmek yetki ve ödevine hiçbir veçhile tesir etmez.

37


kurtarılması’’ gibi amaçların varlığı halinde kullanılabilecektir.36 51. maddenin çizdiği sınırlar göz önüne alındığında, meşru müdafaa hakkı, yalnızca devlete yapılacak bir saldırının veya işgalinin ortaya çıkması durumda doğacaktır. Meşru müdafaa hakkının kullanımı, BM Antlaşması’nın diğer maddelerini de ihlal etmemesi gerekmektedir. Şöyle ki; meşru müdafaa hakkı yalnızca ‘‘gerekli’’ olduğu durumlarda ortaya çıkacaktır. Fiili olarak gerçekleşmiş bir silahlı saldırının kuvvet kullanma dışında başka bir yolla ortadan kaldırılamayacağı durumlarda, meşru müdafaa hakkı uluslararası hukukta meşru bir durum olarak görülecektir. İsrail’in 5 Haziran günü Arap devletlerine karşı müdahalesi, zamanlama olarak gerektiği bir anda ortaya çıkmamıştır. 5 Haziran günü başlatılan Odak Operasyonu, İsrail tarafından 1967 yılı öncesinde planlanan bir saldırıdır. Aynı zamanda meşru müdafaa hakkını gerekçe göstererek kuvvet kullanan devlet ‘‘orantılı’’ olmak zorundadır.37 İsrail’in saldırısı gerekli bir zamanda ortaya çıkmamasının yanında orantılı da değildir. İsrail askeri hava gücünün neredeyse tamamını Mısır, Suriye ve Ürdün’ün bombalanması adına kullanmıştır. Aynı zamanda İsrail, orantısız güç kullanımı sonucu Sina’yı, Golan Tepelerini, Batı Şeria’yı ve Doğu Kudüs’ü işgal ederek, topraklarını 4 katı büyüklüğüne çıkarmıştır. Ancak, meşru müdafaa hakkının kullanılması sırasında orantısız bir güç kullanılması, karşı tarafın da meşru müdafaa hakkının kullanılmasıyla sonuçlanacağı için, orantılı olma zorunluluğu bulunmaktadır. Ayrıca meşru müdafaa hakkını kullanan devlet durumu derhal Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne gerekçeleriyle beraber bildirmekle yükümlüdür ve devletin eylemlerini Güvenlik Konseyi’nin alacağı kararlar doğrultusunda yönetmesi gerekmektedir.38 İsrail, Arap devletlerinin savaş hazırlığı içinde olduğuna bildirdiği halde, 5 Haziran müdahalesi hakkında bir bilgilendirmede bulunmamıştır. Aynı zamanda, BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 242 sayılı kararı da tanımadığını belirtmiştir. İsrail, 51. maddede ifade edilen meşru müdafaa hakkını kullanan devletin BM Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda hareket etme gerekliliğini reddetmiştir. Bu yönüyle İsrail’in meşru müdafaa hakkını önleyici savaş üzerinden yorumunun uluslararası hukuk nezdinde bir karşılığı bulunmamaktadır. 51. maddenin çizdiği sınırlar göz önüne alındığında meşru müdafaa hakkı, yalnızca bir devletin topraklarına yapılacak bir saldırının veya işgalinin ortaya çıkması durumda doğacaktır. Birleşmiş Milletler’in yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı da 1986 yılına kadar 51.

maddenin bu dar yorumuna dayanarak karar vermiştir.39 Ancak güçlü olanın haklı olabileceği uluslararası ilişkilerde, ABD gibi bir gücün 1986 yılındaki Nicaragua v. United States of America davasında fiilen bir silahlı saldırının gerçekleşmediği halde Nicaragua’daki askeri faaliyetleri söz konusu olunca, 51. madde bir takım yazarlar tarafından geniş yorumlanmaya başlanmıştır.40 Bu meşru müdafaa hakkını geniş yorumlayan yazarlara göre devletler sistemde engelleyici/önleyici meşru müdafaa hakkına da sahiptir. 51. maddenin bu geniş yorumlanmasına göre bir yapılageliş kuralı olarak meşru müdafaa hakkı, aynı zamanda olası bir silahlı saldırıyı önlemek için kuvvet kullanma hakkını da içermektedir.41 Sonuç olarak önleyici meşru müdafaa adı altında yapılan müdahaleleri uluslararası hukuka uygun sayan 51. maddenin geniş yorumlanması, uluslararası sistemin istikrarını temelden sarsacak, tehlikeli sonuçlar doğurabilecek niteliktedir.42 Bu geniş yorumlama savaşları arttıracağı gibi bu savaşların uluslararası hukuka uygun sayılması da gündeme gelecektir. Güçlünün haklı olduğu uluslararası ilişkiler arenasında güçlü sayılan devletler, yoruma açık nitelikte olan bir kararı rahatlıkla uluslararası hukuka uydurmaya çalışacaklardır. Sonuç İsrail’in 1967’de uyguladığı önleyici askeri faaliyet kararı, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nın nedenleri dikkate alındığında, yakın bir tehdide yönelik olarak önleyici kuvvet kullanımı bakımından son derece uygun bir örnek teşkil etmektedir. İsrail, önleyici müdahale durumunu gerektirecek olan nedenleri 1967 Mayıs ayı içerisinde açıklamıştır. Tiran Boğazı’nın İsrail’e kapatılması, İsrail sınırında Arap devletleri askerlerinin konuşlandırılması, İsrail’e saldıran gerilla faaliyetlerine verilen destek ve Ortadoğu’daki güç dengesinin dış güçlerce İsrail aleyhine bozulması gibi nedenleri İsrail ‘‘kırmızı çizgiler’’ olarak adlandırmıştır. İsrail’in açıkladığı bu kırmızı çizgiler, Arap devletleri tarafından fiilen ihlal edilmiştir. İsrail bunun üzerine savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünerek önleyici bir müdahalede bulunma kararı almıştır. Bu kararın alınma sürecinde uluslararası hukukun sessizliği de etken olmuştur. İsrail, Arap devletlerinin bir savaşa hazırlandığını hem uluslararası platformda hem de ikili ilişkiler vasıtasıyla dile getirmiştir. Ancak uluslararası kurum ve kuruluşlar arabulucu faaliyetleri içerisinde somut adımlar atmamıştır. Aynı zamanda Sovyetler Birliği açık bir şekilde Arap devletlerini İsrail’e karşı kışkırtmıştır. ABD ise İsrail’in ısrarları karşısında sessiz kalarak, İsrail müdahalesine örtülü bir destekte bulunmuştur.

36 A. Buğra Aydın, ‘‘Uluslararası Hukukta Önleyici ve Öngörücü Meşru Müdafaa Hakkı’’, Birikimler Dergisi, Sayı 4, 2014, ss. 52-53 37 Berdal Aral, Uluslararası Hukukta Meşru Müdafaa Hakkı, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1999, s. 25 38 Aydın, a.g.m.,ss. 52-53 39 Michael Reisman, ‘‘AssessingClaimstoRevisetheLaws of War’’, TheAmerıcanJournal Of InternatıonalLaw, Vol:97:82, Yale Law School, 2003, s.83 40 Aydın, a.g.m, s. 53 41

Merve Aksoy, Hukukun İstismarı: ‘‘Preemptive Self-Defence’’ Kavramı ve Mavi Marmara Olayı, İHH İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi, http:// www.ihhakademi.com/hukukun-istismari-preemptive-self-defense-kavrami-ve-mavi-marmara-olayi/, 3 Temmuz 2015, Erişim Tarihi: 27 Aralık 2015 42 Taşdemir, a.g.m., s.89

38


İsrail’in vukuu muhakkak bir tehdide karşı başlattığı önleyici müdahale uluslararası hukuka uygun davranma kaygılarından çok, stratejik kaygılardan dolayı gerçekleştirilmiştir. Çünkü BM Antlaşması 51. maddesinde düzenlenen meşru müdafaa hakkının kullanımı belirli ve açık şartlara bağlanmıştır. BM Antlaşması’na taraf olan devletlerin, BM Antlaşması’na uyma zorunluluğu vardır. BM kurulmadan önceki kurallara dayanan örfi hukuk kurallarıbaz alınarak meşru müdafaa hakkının geniş yorumlanması mümkün değildir. Böylelikle meşru müdafaa hakkının sınırları göz önüne alındığında, İsrail’in 5 Haziran 1967 tarihinde gerçekleştirdiği operasyon meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesi hukuksal bir olanaksızlıktır. Aynı zamanda BM Antlaşması’nda sıkça vurgulanan tarafların uluslararası barışa karşı bir eylemde bulunmamaya dair verdikleri taahhütler, Arap devletlerince bozulmuştur. İsrail’in müdahalesinin meşru müdafaa kapsamında değerlendirilemeyeceğinin belirtildiği bu çalışmada, Arap devletlerinin kalıcı bir barışa karşı bir politika izlediklerinin altı çizilmesi gerekmektedir.

tüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2009

KAYNAKÇA

TAŞDEMİR, Fatma, ‘‘Uluslararası Anarşiye Giden Yol: Uluslararası Hukuk Açısından Önleyici Meşru Müdafaa Hakkı’’,Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2 No: 5, Ankara, 2011

GÜLBOY, Burak, Mutlak Savaş: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri Üzerine Clausewitzyen Bir Çözümleme, Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, İstanbul, 2004 LEVY, Jack S., “ResearchNote: DecliningPowerandthePreventiveMotivationforWar,” World Politics, Vol. 40, No.1, October 1987 POLLAC, Kenneth M., ‘‘AirPower in theSix-DayWar’’, TheJournal of Strategic Studies,Vol. 28, No. 3, Washington, DC, USA, 2005 REİSMAN, Michael, ‘‘AssessingClaimstoRevisetheLaws of War’’, TheAmerıcanJournal Of InternatıonalLaw, Vol:97:82, Yale Law School, 2003 SAFRAN, Nadav, FromWar - TheArab-IsraelConfrontation: 1948-1967,PegasusPress, Newyork, 1969 SÜER, Berne, ATMACA, Ayşe Ömür, Arap-İsrail Uyuşmazlığı, ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2007

ARAL, Berdal, Uluslararası Hukukta Meşru Müdafaa Hakkı, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1999 ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993

İnternet Kaynakları Al Jazeera, Ülke Profili: İsrail, 14 Nisan 2014,http:// www.aljazeera.com.tr/ulke-profili/ulke-profili-israil, Erişim Tarihi:27 Aralık 2015

ARMAOĞLU, Fahir, Filistin Meselesinde Arap-İsrail Savaşları (1948-1988), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1989

Aksoy, Merve, Hukukun İstismarı: ‘‘Preemptive SelfDefence’’ Kavramı ve Mavi Marmara Olayı, İHH İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi, http://www.ihhakademi.com/hukukun-istismari-preemptive-self-defensekavrami-ve-mavi-marmara-olayi/, 3 Temmuz 2015, Erişim Tarihi: 27 Aralık 2015

ARI, Tayyar, Geçmişten Günümüze Ortadoğu: Savaş, Barış ve Diplomasi, Alfa Yayınevi, İstanbul, 2005 AYDIN, A. Buğra, ‘‘Uluslararası Hukukta Önleyici ve Öngörücü Meşru Müdafaa Hakkı’’, Birikimler Dergisi, Sayı 4, 2014

Al JazeeraTurk, Altı Gün Savaşı Belgeseli, 9 Haziran

CLEVELAND, William L.,Modern Ortadoğu Tarihi, çev.: Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008

2014,http://www.aljazeera.com.tr/belgesel/alti-gunsavasi, Erişim Tarihi: 4 Kasım 2015

CURAL, Ahmet, Bush Doktrini ve Askeri Gücün Önalıcı ve Önleyici Savaş Kapsamında Kullanılması, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2011

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

www.minervadergi.org

DAĞ, Ahmet Emin, Ortadoğu Çatışmaları, İnsani Yardım Vakfı Yayınları, İstanbul, 2015 FLYNN, Matthew, First Strike:PreemptiveWar in Modern History,RoutledgePress, Newyork, 2008

Katkı ve Eleştirileriniz Bize Ulaşın:

HOURANİ, Albert, Arap Halkları Tarihi, Çev.:: Yavuz Olagan, İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2005 GİLPİN, Robert, WarandChange in World Politics, Cambridge UniversityPress, Cambridge,1981

İçin

om

minervadergi@gmail.c

GÖKÇINAR, Demet, Arap-İsrail Uyuşmazlığında Filistin Sorunu, Atılım Üniversitesi-Sosyal Bilimler Ensti39


MİNERVA

KAVRAMSAL OLARAK FEMİNİZM, TOPLUMSAL CİNSİYET VE DEVLET ÜZERİNE YAKLAŞIMLAR Ayda SEZGİN

aydasezgin.95@gmail.com

A. GİRİŞ

arasında var olan eşitsizliği sonlandırmak, her türlü cinsiyetçiliğin, cinsel sömürünün, baskının karşısında durmak ve eril tahakkümü sonlandırmaktır.

B

u çalışmada feminizm ve toplumsal cinsiyet kavramı genel çerçevesiyle irdelenmeye çalışılacaktır. Feminizm teorik açıdan ele alınacağı gibi toplumsal yaşamda da kadın erkek eşitsizliğinin cinsiyetçiliğin nasıl bir biçimde var olduğu açıklanmaya çalışılacaktır. Toplumsal cinsiyet kavramına tarihsel bir perspektiften değinilerek feministlerin bu kavramı kullanıma sundukları belirtilecektir. Toplumsal cinsiyet ve devlete ilişkin günümüzdeki yaklaşımlar sınıflandırılarak anlatılmaya çalışılacaktır.

Temel kavramları sorgulamak adına Butler’in feminizm anlayışı da açıklayıcı olacaktır. Ona göre herhangi bir kimse hiçbir itirazla karşı karşıya kalmayacağı feminizm tanımı sunamaz. Butler: “ Feminist teori sadece akademiyle sınırlı değildir. Feminist teori bir olanağın imkan sahasına girdiği ya da tahayyül edildiği; kolektif olarak kendi üzerine düşünme pratiğinin gerçekleştiği; değerler, öncelikler ve dil hakkında bir ihtilafın baş gösterdiği her yerde gerçekleşen bir şeydir. Şuna inanıyorum ki, içkin eleştiriden duyulan korkuyu yenmek ve asli konular hakkında çatışan yorumları evcilleştirmeksizin içeren bir hareketin taşıdığı demokratik değeri korumak çok önemlidir. İkinci dalgaya geç katılan biri olarak ben feminizme, global bağlamda hiç tartışmasız herkesin üzerinde anlaşmaya vardığı herhangi bir öncülün var olmadığı varsayımıyla yaklaşıyorum. Dolayısıyla hem pratik hem de politik açıdan ihtilafları susturmaktan elde edeceğimiz bir değer yoktur. Burada sorulması gereken sorular şunlardır: Şu ihtilafları en iyi nasıl sahiplenebiliriz? Onları en iyi üretken hale nasıl getirebiliriz? Ve nasıl yapar da, bizim “ne olduğumuza” dair giderilemez karmaşayı tanıyan biçimlerde eylemde bulunmayı başarabiliriz.”2 Butler’in bu tanımından feminizmin toplumsal dönüşüm sorunlarıyla ilgilenen bir hareket olduğunu da söylemek yanlış olmayacaktır. Bir diğer taraftan da Butler’iyaşam sorunu merkezli bir feminizmle demokrasi açısından feminizmi bütünlükçü gören bir anlayıştan bakarak anlayabiliriz.

B. FEMİNİZM VE TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMLARININ İRDELENMESİ Feminizm ve toplumsal cinsiyet zaman zaman birbiri yerine kullanılan ve ikisinin de hatları saptanmakta sorunlar yaşanılan kavramlardır. Bu kavramlar biraz daha açıklayıcılığı adına şu şekilde ele alınabilir: “Feminizm, farklı zaman ve bağlamlarda değişen içeriğe sahip olsa da en genel anlamda erkeklerle kadınların eşit olması gerektiği iddiasına dayanır ve bu nedenle kadınlarla erkekler arasındaki hiyerarşik ilişkilerden doğan eril tahakkümü ortadan kaldırmayı ister. Feminizmin bir diğer önemli iddiası cinsiyet eşitsizliklerinin başta toplumsal hiyerarşilerle/eşitsizliklerle iç içe geçtiğini ve bu nedenle her bir tür toplumsal eşitsizliğin(sınıfsal, etnik, bölgesel vb.) cinsiyet eşitsizliğinden beslendiğini ve ancak birbirini besleyerek birlikte var olduğudur. Bu nedenle toplumsal eşitsizliklerin ortadan kaldırılabilmesi için cinsiyet eşitsizliklerinin de ortadan kalkması gerekir.”1 Feminizmin temel iddiası kadınlarla erkekler

Feminizm gibi toplumsal cinsiyet kavramına da genel hatlarıyla bir çerçeve çizecek olursak: Toplumsal cinsiyet feministlerin 1970’lerde yeni bir anlam yükleyerek kullanıma sundukları bir kavramdır. “Toplumsal cinsiyet (gender) kavramı, ilk başlarda cinsiyet (sex) kavramı ile karşıtlık ilişkisi içinde tanımlanmıştı. Buna göre, cinsiyet kadın ile erkek arasındaki biyolojik-anatomik farklara işaret ederken, toplumsal cinsiyet cinsel kimliklerin kuruluşunun ve aralarındaki ilişkinin toplumsal ve kültürel olduğuna işaret ediyordu. Aslında feminizmin ilk ortaya çıkışından itibaren cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadele eden kadınların

1 Serpil Sancar, Türkiye’de Kadın Hareketinin Politiği: Tarihsel Bağlam,Politik Gündem ve Özgünlükler, Kasaum, s.55 2

Alev Özkazanç, Butler’ın Feminizmi: Siyasi Bir Okuma İçin Kılavuz, Kasaum, s.120

40


asıl dersi, bu eşitsiz sistemin doğal, tanrısal, biyolojik kökenli olduğunun reddedilmesi ve kadın ve erkekliğin toplumsal iktidar ilişkileri yoluyla kurulduğunu vurgulamak olmuştu. Feminist kuramsal çabaların derinleştiği 1970’lerden itibaren cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkinin niteliğinin tam olarak ne olduğu konusunda farklı yaklaşımlar sergilendi ve farklı feminist konumlar oluştu. Ne de olsa, biyolojik olan ile toplumsal olanı kesin ve net bir şekilde ayırarak düşünmek olanaksızdı. Nitekim feminist kuramın son kırk yıldaki genel seyri, toplumsal-kültürel kuruluşun dışında bir doğal, biyolojik, beden gerçeği olmadığı vurgusunun artması yönünde gerçekleşti. Bu bağlamda, bedenin varsayılan “doğallığı” da sorunsallaştırılmaya ve bizzat bedenin kendisinin bu toplumsal cinsiyet sistemine nasıl dahil olduğu araştırılmaya başlandı.3

eşit temsilin mümkün olacağını belirtmektedir. Liberal feministler, liberal teorideki devletin vatandaşlara karşı sorumluluğundan hareket etmektedirler. Buna göre devletin başlıca sorumluluğu, vatandaşlarına eşit şekilde muamele etmesi ve başkalarının özgürlüğüyle bağdaşacak şekilde onları kendi amaçlarını sürdürecek şekilde serbest bırakması, yani özerk varlık olarak muamele etmesidir.6

Toplumsal cinsiyet kavramını adına daha derinden bir algılayış için JoanScott’un tanımı faydalı olacaktır: Scott, “toplumsal cinsiyet, cinsler arasındaki kavranabilen farklılıklara dayalı toplumsal ilişkilerin kurucu ögesidir ve toplumsal cinsiyet iktidar ilişkilerini belirgin kılmanın asli yoludur” der. 4

“Liberal feministlere yöneltilen en önemli eleştiri, kamusal-özel alan ayrımına dayanmaları ve toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinde durmamalarıdır. Oysaki özel alanın kamusal müdahaleden yoksun olduğu gerçek olmayıp, devlet neyin kamusal ve neyin özel alan olduğunu belirlemekte ve kamusal alanda yapılan seçimler de özel alanı etkilemektedir. Dolayısıyla bu ayrım bir yanıltmacadan başka bir şey değildir.7 Özünde kamusal ve özel alan ayrımı önemlidir. Çünkü geleneksel ayrı alan anlayışı ev ve aile içi hayatın alanı ile kamusal alanı ayrı tutmuştur. Bunun sonucunda da özel yaşamı kadının alanıyla kamusal alanı erkeğin alanıyla özdeşleştirmiştir. Kamusal alana konulan cinsiyet temelli kurallarla kadının buraya katılımı sınırlanmıştır. Fakat aslında, devlet, aileyi tanımlayarak kamusal alana da özel alana da müdahale eden konumdadır. Özetle liberal yaklaşımın nötr devlet tanımlaması yetersiz kalmaktadır. Çünkü bu yaklaşım devletin patriyarkal yapısını görememesi bakımından eksiklikler içermektedir.

Aslında Scott erillik ve dişilliğin iktidarlar ve toplumsal kurumlar tarafından yeniden üretildiğini sorgulamamıza da yardımcı olur. Evlilik ve aile kurumunun ya da cinselliğin uyum ilişkisi içinde veyahut tahakküm kurma, kontrol altında tutma biçiminde var olması siyasi ilişkileri düşünmemiz için yol açıcı görevler üstlenebilir. C. TOPLUMSAL CİNSİYET VE DEVLET Toplumsal cinsiyet ve devlete ilişkin yaklaşımlar açıklanırken günümüzdeki üçlü sınıflandırmadan hareket edilecektir. İlk yaklaşım bağlamında devlet ataerkildir ve kadınlar için baskıcı bir mekanizma olarak ifade edilebilir.”Devlet, erkek egemenliğini yansıtması ve kurumsallaştırması anlamında ataerkil bir kurumdur. Erkekler iktidarı kontrol etmekte ve kendi çıkarlarına göre bu iktidarı kullanmaktadırlar. Bu yaklaşım çerçevesinde devlet politikaları, kadının bağımlılığını ve ikincil konumunu sürdürecek şekilde oluşturulmaktadır.5 Birçok feminist, şiddeti ataerkilliğin bir sonucu, erkeklerin kadınlar üzerinde tahakküm kurma, kontrolünde tutma yöntemlerinden biri olarak görmektedir. Devleti ise şiddeti önleyen değil şiddeti meşrulaştıran ve yeniden üretimini sağlayan bir kurum olarak tanımlamışlardır. İkinci yaklaşım ise devleti toplumsal cinsiyet bakımından nötr olarak tanımlayan liberal yaklaşımdır.“Liberal feminizm devleti kadınların eşit temsilinin sağlanacağı nötr bir örgüt olarak görmekte, devletin kurumlarında 3 Alev Özkazanç, Bilim ve Toplumsal Cinsiyet, Kasaum, s.1 4 Scott,Joan,Toplumsal Cinsiyet,Columbia University, 1999, s.38 5 Rhode, D.L.,FeminismandtheState, Harvard LawReview, 1994, s. 1184. 6 Rhode, D.L., s. 1186. 7

Rhode, D.L., s. 1187.

41


“Üçüncü yaklaşım ise toplumsal cinsiyet eşitliğinin devlet içinde sağlanabileceğini savunmaktadır. Devlet ve toplumsal cinsiyet menfaatleri arasındaki ilişkinin kurucu ve dinamik olduğu belirtilmektedir. Bu yaklaşım, “feministler devletle birlikte hareket etmeli mi etmemeli mi?” tartışmasını bir yana bırakmakta ve feminist taleplerin siyasi kurumları etkileyip etkilemediğine bakmaktadır. Siyasi kurumlar içinde feministlerin talep ettiği yapılar ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanıp sağlanamayacağı üzerinde dururlar. Buradaki temel husus, feministlerin siyasi kurumların stratejik seçimlerini etkileyip etkilemeyecekleridir.8 “Bu şekilde feministler siyasi kurumları stratejik kararlar bakımından etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda siyasi kurumların doğasını da değiştirebilirler. Birlikte çalışılmasıyla beraber devletin yetkili organları ve feministlerin kararları belirlemede etkileri birlikte söz konusu olacaktır. Diğer yandan hukuktaki soyut haklar ve ilkelerin, örneğin eşitlik gibi, anlamlarının belirlenmesinde de feminist hukuk teorisyenleri rol oynar.”9 Bu yaklaşım feminist aktivistlerin devletten kaçmasının mümkün olmayacağını belirtmiştir. Zira devlete ihtiyaç olduğunu da eklemiştir. Çocuk bakım merkezlerinin artırılması gibi sosyal politikaların daha kapsayıcı niteliğe gelmesi, fiziksel güvenlik, eşit ücret gibi konular için devlet kurumlarının gerekliliğini vurgulamıştır.

rak patriarkal görmek yerine, kültürel olarak erkek olan tek tek kurumlara bakmak ve devleti erkek iktidarının kurumsallaşması olarak görmek daha uygundur. Zira toplumsal cinsiyet normları farklı kurumlar içerisinde farklı şekillerde kendini gösterebilmektedir.”10 D. SONUÇ YERİNE Bu çalışmada feminizm ve toplumsal cinsiyetin kavramsal olarak irdelenmesi sonucu şunlar söylenebilir. Feminizm eril tahakküme, cinsiyetçiliğe, cinsel baskı ve sömürüye karşı bir ideolojidir. Toplumsal eşitsizliğin ortadan kalkması için mutlaka cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kalkması gerektiği savunulmuştur. Butler’in siyasi kavrayışından faydalanılarak toplumsal cinsiyete dayalı incelikli görüşleriyle anlatılanlar pekiştirilmeye çalışılmıştır. Toplumsal cinsiyet kavramını derinden bir kavrayış adına da JoanScott’un görüşleriyle bir çerçeve çizilmiştir. Cinsler arasındaki kavranabilen farklara dayalı toplumsal cinsiyetin toplumsal ilişkilerin kurucu ögesi olduğu savunulmuştur. Ve Scott’un toplumsal cinsiyet tanımıyla iktidar ilişkilerinin sorgulanabileceği savunulmuştur. Toplumsal cinsiyet ve devlete ilişkin günümüzdeki yaklaşımlar sınıflandırma yöntemi kullanılarak yapılmıştır. Üç farklı yaklaşımının savunuları şu şekildedir: Birinci yaklaşım devletin ataerkil olduğunu şiddetin ise ataerkilliğin bir sonucu olduğunu belirtir. Devlet ise şiddetin önleyen değil aksine şiddeti meşrulaştıran ve yeniden üreten bir yapıdır. İkinci yaklaşım olan liberal yaklaşımın ise devleti toplumsal cinsiyet açısından nötr olarak tanımladığı belirtilmiştir. Fakat bu açıklamanın devletin patriyarkal yapısını görememesi sebebiyle eksik ve yetersiz kaldığı savunulmuştur. Üçüncü yaklaşım ise toplumsal cinsiyet eşitliğinin devlet içinde sağlanabileceğini savunmuştur. Bu yaklaşımın ne tamamen devleti reddeden ne de tamamen devleti kabul eden bir anlayış olduğu belirtilmiştir. Devletin ilgili kurumlarıyla işbirliği yapılarak cinsiyet eşitliğinin mümkün kılınabileceği belirtilmiştir.

Bu üç yaklaşım tarihsel bir perspektiften değerlendirildiğinde kadınların hak ihlalleri doğrudan devlet tarafından yapıldığından devlete kuşkuyla yaklaşmak haklılık arz etmektedir. Bir diğer taraftan devletin koşulsuz kabulü ise onun doğasındaki cinsiyetçiliği görmezden gelmekten farksızdır.

KAYNAKÇA BUTLER, Judith, Cinsiyet Belası, Metis, 2008 HARTMANN, Heidi, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği, Agora Kitaplığı, 2006

“Yukarıda belirtilen üçüncü yaklaşım çerçevesinde ne tamamıyla devleti reddetmeden ne de koşulsuz olarak kabul etmeden devletin ilgili kurumlarıyla işbirliği yapılarak toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması mümkündür. Bunun için devletin kadına karşı baskıcı olduğunu söyleyen genellemeci bir yaklaşım yerine, devletin yasama, yürütme, yargı, eğitim, sağlık, ordu ve polis gibi örgütleri içerdiği ve her birinin kadınla ilişkisinin farklılığı üzerinde durmak gerekir. Devleti asli ola-

HOLMSTORM, Nancy, Sosyalist Feminist Proje, Cilt:1, Kalkedon, 2012 SCOTT, Joan, Gender of ThePolitics of History, Columbia UniversityPress, 1999

8

Gülriz Uygur, 2006/17 Sayılı Başbakanlık Genelgesi Işığında Kadına Yönelik Şiddeti Önlemeye Yönelik Devletin Ödevi: Değişen Devlet Anlayışı mı?,Kasaum, s.862 9 Agy. s.862 10 Agy. s.864

42


MİNERVA

KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA ULUS DEVLETİN TARTIŞILMASI Burak HACIOĞLU

B

u yazıda ulus devletlerin, küreselleşme doğrultusunda, egemenlik alanlarının kısıtlanıp kısıtlanmadığı tartışılacaktır. Fakat öncelikle ulus devlet ve küreselleşme kavramları üzerinde durulması gerekmektedir. Ulus devlet; birlik ve beraberlik içinde bulunmayan insan topluluklarını ülke ve ulus kavramları adı altında bir araya toplayan kurumdur.1 Fransız Devrimi ve daha sonrasında Napolyon’un imparator oluşuyla gelişen süreç, ulus ve ulusçuluk kavramlarına yayılım kazandırmıştır ve günümüze dek gelen uzanan ulus devletleri meydana getirmiştir. Bir ulus adına egemenliği elinde bulundurduğunu ileri süren ulus devletler; o ülkenin ekonomik, siyasi, bürokratik, askeri vb. meselelerini ve unsurlarını belirlemek ve yürütmekle mükelleftir, bu hususta tek otoritedir. Ancak küreselleşme kavramının literatüre girmesi ve bir uluslararası realite olarak karşımıza çıkmasıyla beraber, ulus devletlerin bu alanlardaki hâkimlik ve muktedirlikleri tartışılır bir hüviyete bürünmüştür. Bu tartışılabilirliğe daha detaylı yaklaşabilmek için küreselleşme kavramına tanımsal olarak değinilmesi gerekmektedir.

burakhacioglu0@gmail.com

Küreselleşme; yerel bloklar arasındaki ekonomik ve finansal akışların artan ivme kazanmasıyla gelişen; buna bağlı olarak siyasi, bürokratik ve askeri olarak da geleneksel sınırların eridiği -ki çatışmanın temeli bu önermededir- Merkez’den Çevre’ye doğru giden bir süreçtir.2 Bu bağlamda Merkez ve Çevre kavramlarını da açıklamak gerekir. Merkez olarak tanımlanan ülkeler ileri düzeyde sanayileşmeyi ve -genel olarak- uluslaşma sürecini tamamlamanın yanısıra bilgi çağını da yaşayan ülkelerdir. Çevre olarak tanımlanan ülkeler ise yüzyılları aşkın bir ulus devlet mazisine sahip olmayan, uluslaşma sürecini çok yeni tamamlamış veya tamamlamakta olan ve sanayileşme, teknoloji alanlarında henüz gelişmekte olan ülkelerdir.3 Merkez ile Çevre ülkelerin özellikleri ve küreselleşme hususundaki ilişkileri bu tanımlar üzerinden incelenir ise küreselleşmenin, aslında hala bloklar arası bir olgu ve yeni bir tür sömürgecilik metodu olduğu söylenebilir. Tartışmayı detaylandırabilmek adına küreselleşme ve ulus devlet ilişkisine ekonomik-finansal, siyasi-bürokratik ve askeri açılardan ayrı ayrı bakmak gerekir.

1 Kapani, Münci, Politika Bilimine Giriş, BB101 Yayınları, Ankara, 2015 2 Kazgan, Gülten, Küreselleşme ve Ulus Devlet, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s:193-195 3

A.g.e, s: 23-25

43


A) EKONOMİK-FİNANSAL

Bununla beraber; gerek uluslararası örgütlerin gerekse çok uluslu şirketlerin Merkez ülkeler kaynaklı olması dikkat çekicidir. Tüm bu yönlendirme ve müdahale politikaları Çevre ülkelerin egemenlik alanlarını zedelemekte iken, Merkez ülkelerde kamu harcamalarının GSMH üzerinde artması gibi gelişmelerin olması,5 Merkez ülkelerin kendi ulus devletlerini koruma isteminde olduğunu, küreselleşmenin ulus devlet aleyhindeki icraatlarının ise yalnızca Çevre ülkeler üzerinde görüldüğünü ortaya çıkarmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası örgütlerin birçoğu ekonomik ve finansal temellidir. Dünya Bankası (WB), Uluslararası Para Fonu (IMF), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Dünya Ticaret Örgütü (WTO) bunlara örnek olarak verilebilir. Bu örgütlerin kuruluşlarına genel itibariyle savaşın galipleri ve “Merkez”de yer alan ülkeler öncülük etmiştir. Faaliyetlerini çoğunlukla savaşın mağlupları ve Çevre ülkeler üzerinde yürüten bu örgütler, faaliyetleri doğrultusunda işbu ülkeleri denetleyebilmekte, işbu ülkelerin egemenlik erklerine dahil olabilmektedir.4 Devletin maliye politikasına küresel işbirliği adına çalışan bir örgütün müdahale etmesi, ulus devletin -savunduğu üzere- mutlak olması gereken egemenliğinin taciz edildiği şeklinde analiz edilebilir.

B) SİYASİ VE BÜROKRATİK İncelediğimiz ekonomik ve finansal yaptırımlara ek olarak, tüm bunların siyasal bir dayatma olmaksızın gerçekleşebileceği önermesi doğru olamaz. Bu hususta küreselleşme süreciyle ulus devletin muktedirliğini zedeleyen olgulardan biri olarak alt kimliklere yani mikro milliyetçi hareketlere bakmamız gerekmektedir.

Uluslararası örgütlerin yanısıra çok uluslu şirketlerin de incelenmesi gerekir. Sayıları gitgide artan, bununla birlikte finansal kapasiteleri de büyük bir hızla genişleyen çok uluslu şirketler dünya küresel ekonomisinin temel dayanağı hâline gelmiştir. Ancak bahse konu bu yerleşiklik ulus devletin pozisyonunu sarsıcı bir niteliktedir. Zira ticaret hacmine kıyasla vergi oranlarının düşüklüğü, pazar payının ülke ekonomisinde büyük ölçekte büyütülerek -özelleştirme vs.- birikimin yaratılması ve olası ekonomik kriz süreçlerinde tüm bunların ulus devlete karşı tehdit unsuru olarak kullanılması, devletin ekonomik ve finansal manevralarını kısıtlamaktadır; dahası çok uluslu şirketlerce bu manevraların yönlendirilmesine sebebiyet vermektedir.

Küreselleşmenin bir gerçeklik hâline gelmesine dek ulus devletler ekonomik istikrarı sürdürmek, gerekli hukuksal koşulları tesis etmek ve ulusal politikaları dahilinde vatandaşlarının eğitim, sağlık vb. imkanlarını sağmakla sorumludurlar.6 Fakat küreselleşme süreciyle bu konularda da ulus devletler politika üretemez hâle geldiler. Bu da Gülten Kazgan’ın ifadesiyle ulus devletlerin farklı topluluklara yönelik yapıştırıcı işlevlerini zayıflatmaktadır.7 Dolayısıyla çeşitli alt kimlikler -etnik, dini vs.- ulus devlete bağlılığını yitirmektedir ve ulus devletin egemenliği işbu taraflarca sorgulanmakta dahası egemenliğine karşı çıkılmaktadır. Hâliyle kitlelerin küresel bir mekanizmaya bağlılığı ve böylesi bir

4 A.g.e, s:18 5 Bkz: Dünya Bankası, World Development ve World Development Indicators 1953 ve 2007 Aktaran: A.g.e, s:67 6 A.g.e, s:318 7 A.g.e, s:318 8

A.g.e, s:320-323

44


mekanizmayla ortaklığı şaşırtıcı olmamaktadır. Ayrıca elektronik devrimle beraber iletişim olanaklarının artışı da bu sürecin işlerlik, devamlılık ve etkinlik boyutlarına yardımcı olmaktadır. Bu noktada siyasal dayatmalara da açıklama getirebiliriz. Bünyesindeki alt kimliklerle çatışan ulus devletlere antidemokratik oldukları şeklindeki söylemlerle Merkez ülkelerce saldırılması ve dahası yaptırımlar uygulanması kaçınılmaz görünmektedir ve bu direkt ulus devletin egemenliğine karşı siyasi bir baskı olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim Merkez ülkeler tüm bu savlarını çoğu zaman terörizm adı altında değerlendirmekte ve direkt askeri müdahalelerde bulunmayı meşru görmektedir. 11 Eylül 2001 New York saldırılarının akabinde ABD öncülüğünde Irak’ın işgali ve sonrasında Irak’ın ulus devlet düzeninin parçalanarak, bölgedeki sistemin değiştirilmesi buna örnek olarak verilebilmektedir.8

gerçekten zayıflatıp zayıflatmadığı sorusunu ve AB ülkelerinin çoğunlukla Merkez ülkelerden oluşmasına paralel olarak, küreselleşmenin Merkez ile Çevre ülkeler bağlamında üstlendiği dayatmacılık işlevinin tartışılabilirliğini gündeme getirmektedir; hatta bu iki sorgulamanın birbiriyle çatışmasına da sebebiyet vermektedir. C) ASKERİ Ulus devletlerin bir özelliği de şiddet araçlarının temelini elinde bulundurmalarıdır. Ancak NATO, BM Güvenlik Konseyi ve askeri ittifaklar bunu da tartışmalı bir hâle getirmektedir. Bu nokta, Merkez-Çevre bağlamında pek işler olmamaktadır. Zira genel itibariyle Merkez ülkeler içinde yer alan Avrupa ülkelerine NATO çatısı altında salt ABD üslerinin kurulması ve bunların operasyon merkezleri olarak kullanılması ulus devletin sorunları içerisinde bağımsız bir askeri yapılanma varlığını ve coğrafi konum itibariyle işbu ulus devlete karşı oluşan tehditleri gündeme getirmektedir.9 Diğer taraftan askeri ittifaklar aracılığıyla çevre ülkelere direkt müdahalelerde bulunulması, küreselleşme aygıtlarınca ulus devletlere her şekilde saldırılabileceğinin örneği olarak da okunmaktadır.

Tartışmanın siyasi boyutunu incelerken tekrar uluslararası örgütlerden bahsetmek gerekmektedir. Çünkü Irak örneğinde olduğu gibi bu tip yaptırımlarda Birleşmiş Milletler gibi örgütlerin destekçi tavrı ve bir BM organı olan Güvenlik Konseyi’nin -ki Merkez ülkelerin veto yetkisi vardır- açık onayı bu örgütlerin ulus devletler üzerindeki konumunu sorgulatmaktadır. BM’nin küresel etkinliği bu hususta Çevre ülkelere karşı bir baskı aracı olarak yorumlanabilmektedir. Uluslararası oluşumlar kapsamında Avrupa Birliği’ne değinmek de gerekmektedir. Ortak para birimi ve vize sistemini -çoğunlukla- kullanan AB ülkeleri küreselleşme olgusuna rağmen kendi ulus devlet ilkelerini korumakta, örneğin ortak bir AB Anayasası’na geçişe olumlu yaklaşmamaktadır. Bu yaklaşımlar küreselleşmenin ulus devletleri

SONUÇ YERİNE Gözükmektedir ki küreselleşme ile birlikte ulus devletlerin yapılarında ve pozisyonlarında bazı değişimler meydana gelmektedir. Ancak bu değişimleri ulus devletlerin egemenliği bağlamında tartışmak görecelidir. Zira Merkez olarak adlandırılan ülkelerin başını çektiği küreselleşme süreci ile Çevre ülkelerin ulus devlet sistemlerine karşı ekonomik, siyasi ve askeri açılardan saldırılmaktadır. Merkez ülkelerin ise her şeye rağmen kendi ulus devlet sistemlerini korumaya çalışması küreselleşmenin aslında Merkez yönetiminde, tekelinde bir küresel köy yaratma hedefinde olduğunu ve bunun da bir tür neo-sömürgecilik faaliyeti şeklinde yorumlanabileceğini gözler önüne sermektedir. KAYNAKÇA GIDDENS, Anthony, Ulus Devlet ve Şiddet, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2008 KAPANI, Münci, Politika Bilimine Giriş, BB101 Yayınları, Ankara, 2015 KAZGAN, Gülten, Küreselleşme ve Ulus Devlet, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009

9

Giddens, Anthony, Ulus Devlet ve Şiddet, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2008, s: 365-380

45




Hazırlayan: Yunus TURAN

yunsturan@gmail.com

PROF. DR. İZZETTİN ÖNDER İLE KÜRESELLEŞME ÜZERİNE Küreselleşmenin ulus devlet üzerinde yaratmış olduğu değişimin temel dinamikleri nelerdir?

yani sermayenin çıkarlarını korumaya yönelik olarak oluşturmasına yol açar. Bu durum ulus devletin temel dinamiklerini tamamen bozar. Hukuki yapı, ulusal birlik yapısı bozulur. Ulus devletin işlevi sermayenin giriş-çıkış akımlarına bir engel çıkarmaması ve hatta bunu kolaylaştırması, emeğin o bölgede tutulması, bütün sorunların, yoksulluğun o bölgede tutulması ile yükümlenmiş hale gelir. Temel değişimleri bu şekilde özetleyebiliriz.

K

üreselleşme ileri sermaye dokusunun ya da farklı bir ifade ile gelişmiş ülkelerdeki sermaye dokusunun kendilerine pazar, iş ve kar imkanı yaratabilmek amacıyla çevre ekonomilere yayılma sürecidir. Bu yayılma süreci yalnızca ucuz emeğe yönelik değildir. Çevre ekonomilerde vergi avantajı sağlayabilecek devletlere ait alanlara yönelme, çevrenin kirletilmesi ile ilgili daha yüksek olanaklara kavuşma amacıyla gerçekleşen bir yayılmadır. Bu durum, ulus devlet açısından düşünüldüğünde, ulus devletin temel yapılarının sarsıldığı saptanabilir. Ulus devlet kendi içinde hukuksal, dilsel vb. sosyolojik birliktelikler oluşturur. Fakat yabancı firmalar çevre ekonomiler üzerine yayıldıkları zaman kendi hukuklarını da getirme amacını güder. Zaten “Washington Konsensüsü” ve “Maastricht Kriterleri” olarak adlandırılan ve uluslararası birtakım ilkelerin ulusal yasaların üstünlüğünü sağlayacak kuralları geliştirmesi misyonunda olan ulus devletin, temel dinamiklerini ulusun çıkarları doğrultusunda değil de o devlete dışarıdan gelen yabancı ekonomik unsurların

Küreselleşme ile beraber ulus devletlerin küresel ekonomiye entegre olmak durumunda bırakılması devletleri ne gibi ekonomik sorunlar ile karşı karşıya bırakmaktadır? İlk olarak, çok temel sorunlardan bir tanesi, devletler sermayenin genel çıkarlarını gözetecek ve koruyacak şekilde bir üretim ilişkisi yaratma mekanizmaları oluşturur. Bu da şu anlama gelir: Emeğin esnek çalışmasından, üretimin parçalı olarak gerçekleştirilmesine; prekarya denilen güvencesiz işçi çalıştırma, vergi yasalarının uluslararası entegrasyonuna kolaylık sağlayacak biçimde hafifletilmesi ve harmonize edilmesi yani ahenkli hale getirilmesi örneğin kurumlar 48


vergisinde, katma değer vergisinde, faiz gelirlerinin vergilendirilmesinde uluslar arası standartlara uyulması gibi ulusal çıkarların ötesinde sermayenin çıkarı doğrultusunda kararlar almaya iter. Kendi başına diyelim ki sosyal demokrasi, kendi başına diyelim ki bölgesel dengesizliğin giderilmesi, gelir dağılımının düzeltilmesi gibi mekanizmalara Washington Konsensüsü pek engel oluşturmaz. Çünkü Washington Konsensüsü aslında uluslararası ilişkilerde başat kuraldır. Dolayısıyla ulus içerisindeki işlere pek müdahil olmaz. Fakat gelen sermayenin çıkarlarının korunması açısından kaynakların bu tür sermaye dışı amaçlara yönlendirilmesini engeller. Bu durum da kibarca şu ifadeler ile ifade edilir. Örneğin kamu bütçesinin küçültülmesi harcamaların daha çok verimli alanlara yatırımının gerçekleştirilmesi olarak ifade ediliyor. Verimli alandan kasıt olarak ise bölgesel kalkınma, gelir dağılımının düzeltilmesi gibi alanlar kabul edilmiyor. Hatta eğitim, sağlık gibi bir takım sosyal hizmetlerin özelleştirilmesi de sermaye çıkarları açısından engel teşkil eder. Söylediğim gibi Washington Konsensüsü bu duruma yani iç hukuka doğrudan müdahale etmez. Fakat sermayenin çıkarları doğrultusunda bütçenin daraltılması bağlamında müdahale gerçekleştirir. Bu duruma arz yanlı bütçe sistemi veya arz yanlı ekonomi adı verilir ve bu durum devletin, arzın gerisine geçmesi başka bir ifade ile üretici firmalara destek olması mantığıyla açıklanır.

düzeyde, ileri vadede nasıl bir evrime yol açar? Mesela doğanın elimizden gidiyor olması, küresel ısınmaya yönelik tedbirlerin alınması bağlamında belki yarın bu fakirlik, yoksulluk çok daha yaygın hale gelince başkaldırı hareketleriyle -Amerika’da “siz %1’siniz biz %99’uz” ile temsil edilen harekette görüldüğü üzere- insanların ayağa kalkmasıyla, ulusların ayağa kalkmasıyla süreç başka bir şeye doğru evriliyor olabilir. Zaten David Harvey’in “Kapitalizmi Sonlandıracak 17 Neden” kitabında -ki başkaları da buna benzer şeyleri işlemişlerdi- küresel ısınma, çevresel sorunlar, kaynakların tükenmeye başlaması, gelir dağılımının hızla bozulması gibi konulara değiniliyor. Sosyal kalkışlar ya da buna benzer meseleler öngörülüyor. Bunu tahmin etmek gerçekten zor. Zaten sistemde çoğu insan ileriye yönelik tahminler yapmıştır. Malthus bu isimlerin, biliyorsunuz, başlangıcıdır. Ondan sonra insanlarla gıda maddeleri arasındaki ilişkisizliği bir sorun olarak ortaya koydular. Fakat bu olmamıştır. Keynes pesimist bir tahmin yapmıştır. O da şu anda yürüyor. Marx yine tahmin yapmıştır. Hatta 18501860 depremi -yani krizi- ortaya çıktığında biraz da mutlu olmuştur. Yani “sistem değişikliğe gidiyor” diye düşünmüştür. Şu an üçüncü krizi yaşadık. İngiltere’de komünizmin oluşacağını tahmin ederken Çarlık Rusya’sına odaklarımızı çevirdik. Yani iktisatta tahmin yapmak belki de maç tahmininden bile daha zor. Bu yüzden çok uzun vadeyi bilemem; ama kısa vadede bu durumu bir “vahşi kapitalizm” olarak adlandırmalıyız. Hatta bu sıfatı koymamızda bence yarar var. Şimdilik orta vadede ise bu durum böyle gider diye düşünüyorum. Yalnız bu durum halkların kandırılabilmesi için demokrasi ile süslenip sunulacaktır. Süreç tam tersine işliyor. Fakat bahsettiğim şekilde söylenecektir ve halklar da inanacaktır. Türkiye’de demokratik anayasa yapıldığı yönünde söylemlerde bulunuluyor. Böyle bir durum gerçekleşmiyor. Böyle bir ortam bile yok. Süreç insan haklarıyla süsleniyor. Mesela Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi’ni incelerseniz Avrupa’da kapitalizmin en zirvedeki dönemlerinde hazırlanmış bir beyanname olduğunu görebilirsiniz. O beyannamede her şey insan hakkı olarak sayılır. Çevreden tutun barış, sağlık, eğitim vb. her şey bu beyanname kapsamında yer alır. Fakat 17. maddede mülkiyet de insan hakkı olarak kabul edilir. Aksine bütün özgürlüklerin özel mülkiyet tarafından engellediği gerçeği ihmal edilerek mülkiyetin insan hakkı olduğu iddia edilir. Ayrıca insanlar da İnsan Hakları Beyannamesi diye onu savunup ona sarılıyor. Toplumları kandırmak çok kolaydır. Tabi ki “aydınlar” ve tam da son dönemde görüldüğü üniversiteler bu işle yükümlüdür. Çünkü tüm bunlar sistemin araçlarıdır. Toplum da kanmaya devam ettiği sürece bu süreç bıçak kemiğe dayanıncaya dek süregelecektir. Nitekim başta da söylemiş olduğum gibi, bu durumu uzun vadede öngörmek çok zordur.

Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi göz önünde bulundurularak küreselleşme ile birlikte dünyada egemen ekonomik düzenin bundan sonraki süreçte kapitalizm olacağı söylenebilir mi? Bu soru ileriyi öngörme sorusu olduğundan ötürü biraz zor bir soru. Fakat şunu söyleyebiliriz: Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi ile şunu kastettiği genellikle tartışıldı ve ortaya sürüldü: O da şudur ki geçmişte bir ideolojiler çatışması meselesi vardı. Komünizm, sosyalizm ve kapitalizm; hatta kapitalizm içinde sosyal demokrasi, liberalizm gibi ideolojilerin çatışmasından bahsediliyordu. Fakat “Tarihin Sonu” tezi ile neo-liberal politikaların 1980’lerden itibaren çok güçlü bir biçimde ortaya çıkmasıyla Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Kızıl Çin’in sistemini değiştirmesi sonucunda artık kapitalizmin bir sistem olarak -ismi de anılmadan hatta- ortaya çıktığı öne sürülüyor. Şimdi bu böyle gidecek mi? Olabilir. Fakat bunun gerçekleşmesi zor bir şeydir. Öncelikle kısa dönemde veya orta dönemde durum o noktaya doğru gideceğe benziyor. Sürüklenerek, krizlerle biraz yerde sürünerek, belki yeni açılımlarla hafif bir sosyal demokrasiyi gündeme getirerek bu durum sürecektir. Çünkü sıkışma anlarında bu krizi atlatabilmek için bir mekanizma olarak sosyal demokrasi kullanılıyor. Fakat çok ileri 49


Özellikle kısa vadede düşündüğümüz zaman ekonomik krizlerin aşılabilmesi için yeterli olabilecek adımlar atılabiliyor mu?

üzerinden hareket ettirilmesi istenilmektedir. Böylece yalnızlaştırmıştır insanlar ve bu yalnızlaştırılma da güçlü grupta değilseniz itilmenize yol açar. Tabii ki bu durum çatışmaları da meydana getirebilir. Gündeme de değinecek olursak “Güney’in Kuzey’e Yürümesi” yani Suriyeli mülteciler meselesi böylesi bir olaydır. Türkiye’de düşük yoğunluklu -gerçi artık düşük yoğunluk olarak da kalmadı- Türk ile Kürt çatışması adı altında yürütülen çatışmalar da bu duruma bir başka örnek teşkil eder. Bu tür mekanizmalar dışlama mekanizması olan; kaynaklardan pay vermeme mekanizmalarıdır. Bu mekanizmalar meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Kapitalist sistem paylaşımcı değildir. Dışlayıcı ve alıcıdır. O zaman dışlamanın yaratılabilmesi için argümanlar gerekir. Türk dersiniz, Kürt dersiniz, Alevi dersiniz, İslam dersiniz, Hristiyan dersiniz… Avrupa da bunu uygular. Orada da mesela Türk işçileri derler, Yunan işçileri derler, böyle ayrımlar yapılır. Ama zengin ülkelerde daha hafif oluyor bunlar. Fakir ülkelerde ise daha şiddetli gerçekleşiyor. Çünkü fakir ülkelerde kaynak sıkıntısı daha şiddetli yaşanıyor. Siz mesela kendinizi zengin ülke beyni olarak düşünün. Küreselleşmede sınıf bilincini mi öne çıkartırdınız yoksa alt kimlikleri mi öne çıkartırdınız? Zengin ülkeyseniz sınıf bilincini ön plana çıkartmazsınız. Çünkü sizde sınıf bilinci var ve eğer böyle yaparsanız çatışma sizin ülkenizde yaşanır. Ama alt kimlikleri ön plana çıkarttığınızda sizin ülkenizde çatışma olmaz; çünkü zenginlikten insanlara biraz pay veriyorsunuz. Fakat fakir ülkelerde çatışma olur. Küreselleşme kapsamında sermaye çevreyi sömürme amacıyla yayılırken aslında bir yandan da çevreyi dışlıyor. İnsani ilişki olarak dışlama yapılmaktadır ve ekonomik ilişki içinde sömürü sürdürülmektedir. Yani merkez , kaynakları içine alırken sosyal ilişki olarak da çevreye yöönelik bir dışlama faaliyeti gerçekleştiriyor. O zaman da çevrenin savaşa itilmesi gerekiyor. İşte burada da etnisite ön plana çıkarılıyor. Çünkü bu tür şeyler Avrupa’da Almanya’da -onlar da fakirdi, oralarda çıktı ve bitti vaktiyle- Amerika’da çıkmaz. Çatışmalar bizim gibi ülkelerde çıkar. Çünkü biz daha fakiriz. O akım için tabii ki de bu durum daha akılcı bir projeydi. Bunu kötü anlamda söylüyorum. Yani bunlar merkez kapitalizmin işine gelecek projelerdir. Hatta bu genel ekonomik birleşmenin çok genel kurallarından bir tanesidir ve bu bütün sınırlar teorik olarak açıldığında oluşan birleşmelerden hareketlilikler doğduğunda güçlü kaynaklar merkeze doğru gider. Çünkü bu güvenliktir, olanaklara ulaşmaktır. Ama zayıf kuvvetler çevrede kalır. Mesela şehirleşmede de İstanbul’a gelenleri incelerseniz fakir yöreden gelen azdır. Yani oranın ağaları gelmiştir, paryası gelmemiştir. Fakirler gelmemiştir, çiftçi gelmemiştir. Zenginler İstanbul’a gelir. Çünkü diğerlerinin gelecek parası bile yoktur. Hatta o konu bilinci bile yoktur. Bilinç de bu şekilde yükseliyor. Aynı mesele burada da cereyan ediyor.

Hayır, bu durum incelendiğinde görülüyor ki 2008 krizi sonrasında finans kesimine çekidüzen verilecek hiçbir adım atılmadı. Çünkü güç onların elinde. Mesela bugün FED’in başkanı emekli olduktan sonra Citibank’a ya da buna benzer başka bir özel kuruluşa gider. Sistem içerisinde böyle bir ilişki var. Sistem de bunu istiyor. Bu süreçler hâlihazırda yürütülmektedir. Krizi hafifletme yönünde adımlar atılabilir. Fakat krizi önlemek gibi bir şey kapitalizmde mümkün olmaz. Çünkü kapitalizm süreci devamlı olarak krizle seyreder. Bizim yani halkın algıladığı kriz şudur: Kronik kriz sürecinin birikimli olarak bir yerde patlaması, çökmesi. Aksi halde zaten devamlı olarak süreç bu şekilde ilerliyor. İşin garibi krizi önleme yönünde alınacak herhangi bir tedbir aslında iki açıdan krizi tetikler: Birincisi firma bazında düşünelim. Elemanlarını işten çıkartarak firma harcamalarını kısar. Birey de kriz karşısında böyledir. Aslında bu krizi iyice arttırır ki kriz zaten -Keynes açısından bakarsakpiyasasızlık ve -Marx açısından bakarsak- arz fazlası demektir. Devletlere bakarsak piyasaları açmak için fazla miktarlarda para, piyasalara saçılır. Fakat bu paralar gelir dağılımını düzeltmediğinden dolayı borçlanmaya yol açılmış olur. Böylece paranın çoğu finans kesimine gider ve onların verdiği kredilerle borçlanma yoluna gidilip tekrardan yeni bir kriz ortamına sebep olacak enfeksiyon odağı meydana gelir. O yüzden sistem içinde kalındığı sürece krize ilişkin tamamen yeterli adımların atılabilmesi çok da mümkün değildir. Küreselleşmenin mikro milliyetçiliği, sınıfsal çatışmaları yani ayrışmaları tetikleyen bir etken olduğundan bahsedilebilir mi? Öncelikle bu çok güzel bir soru. Çünkü zaten birinci soruyu içine entegre etmekte fayda da olabilirdi. Fakat küreselleşmenin ya da neo-liberalizmin bir alt uygulama aracı olduğundan dolayı ya da yeni emperyalizm olduğundan dolayı mesele zaten ayrıştırmaktır. Burada sınıf çatışması olarak adlandırdığımız sermaye sınıfı ve emekçi sınıfın karşı karşıya geliyor olmasıdır. Emekçiler arasında da -hatta bu çatışmanın içine bir ulus devlet yapısı içinde veya küresel alanda şeklindeki söylemler ile biraz daha ulusal bir sos katarsak- etnisite ayrımları gündeme gelebiliyor. Oradan da bu mikro milliyetçilik meseleleri karşımıza çıkıyor. Çünkü kapitalist sistem sıkıştıkça özündeki bir dokuyu çok daha belirgin biçimde ortaya çıkarıyor: İnsanları ayrıştırmak, kaynak vermemek için olan kaynakları kendi içinde paylaşmak. Kaynakların tamamının elde edilmesi için ayrıştırma mekanizmaları kullanılıyor ve mesela mikro milliyetçilik de bunlardan birisidir. Yine bunun için dinsel bölünmeler de kullanılabilir. Zaten bu küreselleşme ile birlikte sınıf bilincinin geri plana çekilip böyle alt kimliklerin ortaya sürülmesi ve insanların bir de birey mantığı 50


Mülteci meselesine dikkat çekecek olursak sisteme kayıtlı insanlar sınırsız bir hareket özgürlüğüne sahip olurken özellikle ekonomik anlamdaki yoksunluk sebebi ile sisteme kayıtlı olamayan insanlar için sınırlar katılaşıyor. Bunu nasıl değerlendirirsiniz? Evet, bu durumun en uç hali olarak iktisat literatüründeki “kentsel yoksul” kavramı karşımıza çıkar. Çünkü kırsal yoksuldan bu durumda pek söz edilmez. Kırsal kesimde bir aile, cemaat yapısı ya da dayanışmadan söz edilebilir. Örneğin; Türkiye’de işsizliğin arttığı dönemlerde tarım kesimi incelenirse tarım kesiminde istihdamın arttığı görülür. Bu gerçek anlamda bir istihdam artışı olmayıp “gizli işsizlik” olarak isimlendirilir. Fakat kentsel alana geçildiğinde bu cemaat yapısından bir kopuş meydana gelir. Bununla ters düşecek şekilde -örneğin Çukurovalılar Yardımlaşma Derneği gibi- dernekler karşımıza çıkabilir. Fakat bu sahiplenme yeterli düzeye ulaşmaz. Bunun en aziz örneği olarak Suriyelileri gösterebiliriz. Ben bu durumu “Güney’in Kuzey’e Yürüyüşü” şeklinde adlandırıyorum. Bence bu gerçekten büyük bir yürüyüştür. Bu insanlar fakirliğin en uç hallerinden birini ifade etmektedir. Çünkü kendi ülkelerinden kopmuş durumdalar, buradaki sisteme kayıtlı değiller, çaresizler ve sığınabilecekleri hiçbir yer yok. Bu insanlar ya çok kötü şartlarda çalışacaklar ya da aç kalacaklar. Başka bir seçenekleri mevcut değil. İşte bu durum kentsel işsizlerin en uç halini ifade eder. Bunun çözümü nasıl gerçekleştirilmeli, ben açıkçası çok kestiremiyorum.

Küreselleşmenin bir sonucu olarak Dünya Vatandaşlığından söz edilmektedir. Böylesi bir durumun sizce gerçekleşebilmesi mümkün müdür? Net olarak söyleyebilirim ki böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün değildir. Öncelikle “küreselleşme ile beraber rekabetin artması sonucu daha uygun fiyatlara daha kaliteli ürünleri tüketebiliyoruz” şeklindeki söylemler geçici olarak doğrudur. Fakat bu durum geçiş dönemi ile alakalıdır. Tam da bu noktada rekabetin rekabeti öldürmesinden söz edebiliriz. Yani bu rekabet geniş anlamda girişilen bir rekabettir. Bu rekabetler birbirini öldürdükten sonra piyasada monopolleşme ve tekelleşme baş gösterecektir ki zaten buna benzer durumlar mevcuttur. Bundan altı ay kadar önce bir kitap yayınlandı. Kitabın adı Life After Privatization. Bu kitapta firmalar alfa ve beta şeklinde ayrılmıştı. Bu esere göre küreselleşme sonucunda bazı firmalar büyümeye başladı, yeni alanlara girdi. Bazı firmalar ise küçülmeye başladı. Bu küçülme diğer firmaların, küçülen firmaların alanını -payını- yemesi sonucu gerçekleşti. Büyüyen firmalar alfalar, küçülen firmalar ise betalar şeklinde adlandırıldı. İşte küreselleşme böyle bir etkiyi ortaya koymuştur. Meseleye bu şekilde yaklaştığımızda kaynaklar gerçekten nispi olarak kıtlaşmaya başladı. Elbette, süreç bu şekilde işlemeye devam ederse çok uzun vadede de olsa bu durum gerçekleşecektir. Hatta bu durumu bir cemiyet üzerinden düşünelim isterseniz. Bu durumun maliye disiplini içerisinde de ifadesi Buchanan tarafından Kulüp Teorisi ile gerçekleştirilmiştir. Bahse konu bu cemiyet dışında kalan kimseler herhangi bir ayrıcalıktan yararlanamaz. 51


Onları yok sayarsınız. Cemiyet mensupları ise belirli koşullar dahilinde cemiyet bünyesinde yaratılmış olan ayrıcalıklardan yararlanabilmektedir. Şimdi bu noktada az evvel de değindiğim gibi küreselleşme kapsamında cemiyete mensup kesim merkeze yerleşebilir. Bu gerek bireysel anlamda gerekse firma bazında gerçekleşebilir. Uluslararası bir nitelik kazanabilirler, uluslararası hukuka tabi olabilirler. Fakat cemiyet dışında kalanları çevrede tutacaklar ve merkeze yaklaştırmayacaklardır. Dolayısıyla bunu sağlayabilmek adına ulus devlet, siyasal anlamda ortadan kalkmadı. Yalnızca ekonomik olarak şekil değiştirdi. Bu da bahsettiğimiz gibi sermaye akışına açılarak, yasalarını homojen hale getirerek, uluslararası yasalara uymaya başlayarak gerçekleşti. Fakat sınırları ortadan kalkmadı. Çünkü o sınırlar vücudumuzdaki mikropları tutmaya yarayan mekanizmalar gibi işsizleri, çaresizleri, kentsel işsizleri yani dışlananları tutma görevi görmektedir. Bu yüzden bizi ortak pazara ya da Avrupa Birliği’ne almıyorlar ve bundan sonra da almazlar. Hatta orada da birilerini elimine ederler mi diye düşünüyorum. Tabii bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini kestirmek zor. Zamanla belirli hale gelecek bir durumdur. Zenginler arasında bir ittifak oluşabilir. Bir örnek vermek gerekirse şu anda Avrupa’ya giriş vizesinin gündeme gelmesi ile sınırların ortadan kalkacağı noktasında halk kandırılıyor. Şuan “evet sınırlarımız açık, gelsinler” denilecek fakat ilerleyen süreçte sizi Avrupa’dan kovacaklar. Elbette bu süreçte nitelikli, iyi donanımlı, doktorasını yapmış kişiler Avrupa’da kalabilme şansı yakalayacak. Çünkü orada da nüfus azalıyor ve nitelikli insan ihtiyacının karşılanması gerekmekte. Fakat diğer insanlara öyle bir imkan tanınmayacak. Yalnızca işgücüne ihtiyaç olduğu kadarıyla sıradan ve üstün nitelikli insanların girişine müsaade edilecektir. O yüzden Suriyelilerin yalnızca bir kısmının Avrupa’ya girişine izin veriliyor. İnsanlar bir anlamda seçilerek alınıyor. Orada “işe yarayacak” kişiler aranıyor. Aksi takdirde geri kalan insanları almaya neden ihtiyaç duysunlar ki? Yani özetle ülkeye giriş yapacak kişiler hem nitelik anlamında hem de sayısal anlamda ihtiyaca göre belirlenir. Dolayısıyla bu şartlarda dünya vatandaşlığından söz etmek pek mümkün değildir.

merkeze de karşı olmayacaktır. Örneğin bu doku kesinlikle “yerli malı tüketelim” dokusu olmayacaktır. Çünkü merkezin tüketiciye ihtiyacı var. Buna benzer şekilde merkezin çıkarlarına aykırı herhangi bir unsur barındırılmayacaktır. Fakat aynı zamanda bahsi geçen grupların bir arada kalmasını sağlayacak ve onları bir nevi “milletleştirecek” özelliklere sahip olacağı da beklenebilir. Bunun bilinçsel, kutsal ya da buna benzer unsurlardan oluşan bir doku olacağını söyleyebiliriz. Fakat kesinlikle iktisadi bir doku olmayacaktır. Eklemek gerekirse yine bunun için sosyal bir doku yaratılabilir. Dikkat ederseniz sosyoloji ön plana çıkmaya başladı. Böylesi bir doku çıkmazsa “mikropları” orada silahla tutmanız gerekir ki bu daha pahalıya mal olacak bir yöntemdir. Farklı yöntemler olabilir. Fakat asıl mesele bu grupların belirli bölgelerde tutulmasıdır. Ayrıca bunu gerçekleştirecek aracın da merkezin çıkarlarına aykırı olmayacağı öngörülebilirdir. Örneğin “ayaklanalım”, “ekonomik sisteme karşı çıkalım” gibi dokular olmayacaktır. Peki, ortaya çıkacak olan bu doku sosyolojik açıdan düşünüldüğünde bir milletin yok oluşu anlamına gelebilir mi? Eğer öyleyse bu sürecin nasıl gelişeceğinden bahsedebilir misiniz? Elbette ki bu doku bir milletin sonu anlamına gelir. Uzun vadede bu milletlerin yok olacağını söyleyebiliriz. Bunun nasıl gelişeceğinin -geleceğe yönelik bir tahmin içerdiğinden- tahayyül edilmesi güç bir durumdur. Fakat oluşacak bu yapı içerisinde milletin korunması pek mümkün olarak gözükmüyor. Peki, neden mümkün değil diye soracak olursanız -sorunuza cevaben- bu noktada o ülkenin çevre ülke konumunu alacağını dile getirmemiz gerekir. Dolayısıyla o ülkeyi yaratan zenginlikleri, merkeze aktarılan bir ülkenin içi boşaltılıyor demektir. Geriye yalnızca insanlar kalacak; ama onların oluşturacağı yapı tam manada bir “millet” olamayacaktır. Bu “millet” yapısı da o insanları yalnızca orada tutma amacına hizmet etmek içindir. Hatta insanlar o bölgede o fakirliklerini, ezilmişliklerini, dışlanmışlıklarını hissetmesinler diye o insanlar yüceltile de bilir. Açık bir şekilde ifade etmek gerekirse siyasi mitingler incelenirse -hangi parti yaparsa yapsın- oraya giden insanlar sıradan, ezilmiş ve mağdur kişilerdir. Hatta başka bir örnek ile kutsal günlerde camiye giden insanları göz önüne aldığımızda oraya giden insanların genellikle üst tabakaya mensup, zengin ve kalantor insanlardan olmadığını görürüz. İstisnalar elbette ki hariçtir. Peki bunun nedeni incelendiğinde “onların tuzunun kuru olduğunu” görürüz. Yani onların, kendilerini herhangi bir şeye coşku ile bağlayan bir şeye ihtiyaçları yok. Yine bu çerçevede futbol maçlarını düşünebiliriz. Bir takım fanatikleri göz ardı edersek bunların milleti tutma mekanizması olduğunu görürüz. Evinde ekmeği yok bu insanların. Fakat orada bir siyasi lider tarafından gaza getirilmiştir ve milleti kurtardığını düşünür. Vatan için mücadele ederek hayatından olmuş -çok üzülerek haber

Küresel kültürün ortaya çıkışı ile birlikte ulus devletin temel yapı taşlarından biri olan millet ve bu bağlamda milli kültür ikinci planda kalmaya başlamıştır. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Öncelikle milli kültürün yalnızca belirli dokularının ikinci plana düşeceğini düşündüğümü ifade etmek durumundayım. Daha önce yapmış olduğum “mikrop” benzetmesi göz önüne alındığında -bu arada bu ifadenin kötü bir niteleme olduğunun farkındayım; fakat bu ifadeyi dikkat çekici olması adına kasıtlı olarak kullanıyorumbu mikropların belirli bir bölgede tutulabilmesi adına “millet” gibi bir doku gerekiyor. Bu doku ise bahsettiğimiz grupları aldatan bir yapı olarak karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla 52


aldığımız- insanları düşündüğünüz zaman evlerine asılan bayrağın evden büyük olduğu gibi bir gerçeklik ortaya çıkar. İşte bu “milleti” ayakta tutabilmek için insanlara coşku vermek gerekiyor. Yani muhakkak ki insanları bir arada tutacak bir mekanizma geliştirilecektir. Fakat bu dizaynın nasıl gerçekleşeceğini kestirmek gerçekten zordur. Ayrıca sürecin adlandırılmasını düşündüğümüz zaman “küreselleşme”, “yeni dünya düzeni” gibi ifadeler kullanıldı. Bunlar bence reklam şirketi gibi çalışıyorlar. “Yeni dünya düzeni” şeklinde bir ifade duyduğunuz zaman kulağa hoş geliyor. Bütün dünyayı kapsayan yeni bir düzen, gerçekten “vay be” diyorsunuz. Buna nasıl karşı çıkılabilir ki? Böyle alımlı bir isim ile bunun pazarlaması gerçekleştiriliyor.

olarak karşımıza çıkıyor. Peki neden Mali İktisat dersleri kaldırılıyor? Çünkü amaç koyan bir ders olduğundan bahsetmiştim. Fakat artık “amacı siz koyamazsınız, piyasa olması gerekeni yapıyor” deniliyor. Bu duruma da “nomokratik sistem” deniliyor. Yani ortada bir amaç yoktur. “Piyasa kendi haline bırakılmalıdır” şeklinde bir yaklaşımdır. Devlet ise bu süreçte ilişkiler dahilindeki kurallara herkesin uymasını sağlamak ile yükümlüdür. Bu da kısaca “jandarma devlet” olarak adlandırılıyor. Doğrudan doğruya bu ifade ediliyor. Kökenini de söylemek gerekirse Friedman, Londra İktisat Okulu’nda bir kamu hukuku hocasının dersini dinlerken orada duymuş olduğu ifadeleri kullanarak ortaya bu kavramları atıyor. Yani bahsettiğimiz kavramlar da oradan çıkmış kavramlardır. Ayrıca bu süreç elbette ki bugünden yarına hemen gerçekleşecek şeyler değildir. Örneğin şu anda bir kriz yaşanması halinde küçülmüş olan devlet bir anda büyüye de bilir. Son krizde Amerika’da çok fazla miktarda para piyasaya saçıldı. Fakat uzun vadede düşünüldüğünde bu durumun gidiş yönlerini az çok görebilmek mümkündür.

Bahsettiğimiz mültecilik meselesi aslında küreselleşme olgusu ve onun getirdiği “yeni ve güzel bir dünya” şeklindeki algıyı tamamen yıkan bir dururumdur. Fakat bu kadar gündemde kalmasına rağmen bahsettiğiniz anlamda merkeze zarar verecek bir pozisyonda karşımıza çıkmıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ana akım iktisat incelendiğinde ortaya atıldığı günden bugüne kamu ekonomisinin varlığı ve büyüklüğü noktasındaki sert söylemlerinde bir yumuşamanın varlığından söz ediliyor. Bu durum umut verici bir gelişme midir? Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle anlattıklarımın anlaşılabilmesi adına bu durum güzel bir örnektir. Anlaşmaya göre yalnızca işe yarayan insanlar alınıyor ve sisteme dahil ediliyor. Sonra biraz para vererek -Avrupa’nın mültecilerin Türkiye’de kalması adına para teklif etmesi- burada Türkiye’de mülteci yoğunluğunun oluşturulmaya çalışılması karşımıza çıkıyor. Belki de ilerleyen süreçte bu yoğunluk daha güneyde oluşturulacaktır. O bölgede onlara bir doku taahhüdünde bulunulacaktır ve bu yolla o bölgelerde yoğunlaşma sağlanılmaya çalışılabilir. Dolayısıyla merkezin içerisine öyle herkesin girmesi istenilmiyor ve bu açıkça da ifade ediliyor.

Kesinlikle umut verici bir gelişme olmaktan uzaktır. Az evvel bahsettiğim gibi de bu yaşanılanlar konjonktürel değişimlerdir. Bunun en büyük örneklerinden bir tanesi de “Sosyal Demokrasi”dir. Bundan daha büyük bir sahtekârlık, aldatmaca olmamıştır. Örneğin; sosyal demokrasi, sermaye grupları karşısındaki diğer grupları “biraz adam etmiş” olsaydı 2008 krizinden söz etmiş olmazdık. Dolayısıyla insanlar bu sefalete sürüklenmezdi. Bu noktadan değerlendirirsek sosyal demokrasi dünyaya pek fazla şey vermemiştir. İyimser bir bakışla ise mutlak kötüleşme karşısında nispi iyileşmeden söz edilebilir. Örnek vermek gerekirse karların 1000 birim, ücretlerin ise 500 birim olduğunu kabul edelim. Karlar 3000 birime yükseldiğinde ücretler ise 750 birime yükselsin. Ücretler iyileşti. Fakat karlar daha fazla iyileşti. Yani birinci durum ile ikinci durum karşılaştırıldığında ücretin karlara göre durumu kötüleşti. Başka bir ifade ile ücretler mutlak olarak iyileşmiş gözükse de rölatif olarak kötüleşti. Bu noktada sosyal demokrasinin dünyaya böyle bir şey verdiğinden bahsedebiliriz. Finans ise bu durumu daha da kötüleştirdi. Çok “akılcı” bir yaklaşım ile sol görüşün düşüşe geçtiğini işçi sınıfının ise baş kaldırabilecek güce sahip olmadığını iyi tahlil ettiler. Dolayısıyla devlete vergi vererek çeşitli hizmetlerin sağlanmasını sağlamak yerine bu hizmetler için şahıslara kredi verilmesi yoluna gidildi. Hem sağlanması gereken hizmetin satılması hem de bunun faizinin insanlara yüklenmesi gerçekleştirildi. Gerçekten bu çok akılcı bir yaklaşımdır.

Bu durumun böyle süregitmesi ulus devleti tam manasıyla bir “jandarma devlet” haline sokar mı? Zaten yaşanan süreç oraya doğru gitmektedir. Böyle bir evrim büyük oranda gerçekleşti. A. Smith -hatta öncesinde Aristo’dan da bahsedilebilir- ile başlayan bu teorik alt yapının jandarma devlet yaratma misyonunda olduğu görülür. Çok basit olarak ifade edecek olursak; dar bir kamu alanı olacak, denk bütçe kullanacak ve çok zaruri şeylere müdahil olacak bir devlet öngörülüyor. Nitekim sonrasında işler değişmeye başladı ve bu değişim sermayenin şekillenmesi neticesinde oluşan ihtiyaçlara göre meydana geldi. Mesela Keynes dönemine telokratik sisteme “ileriyi görme” sistemi denilir. O yüzden daha önce bahsettiğim bahsettiğim gibi bölgesel dengesizlik gibi bir politika konulabilir. Gelir dağılımı benzeri bir politika konulabilir. Örneğin; maliye politikası derslerinde birinci fasıl olarak amacın ne olduğu anlatılır. İkinci olarak bu amacın hangi araçlar ile gerçekleştirileceği anlatılır. Şimdi maliye politikası derslerinin kalkması söz konusu; örneğin Boğaziçi’nde, Amerika’da okutulmuyor. Bizde ise merkez geriden takip edildiği için hala okutulan bir ders 53


Hazırlayan: Z. Gizem TUNA

zgizemtuna@gmail.com

BİR SAVAŞ FOTOĞRAFÇISININ OBJEKTİFİNDEN “MÜLTECİLER”:

KEREM YÜCEL İLE SÖYLEŞİ Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Türkiye’de ‘’mülteci sorunu’’ olarak bahsedilen konu ve bunun mültecilere psikolojik yansıması üzerine neler düşünüyorsunuz, gözlemleriniz nelerdir?

Birçoğu savaştan, birebir fiziksel olarak, uzaklaşabildiklerini düşünüyor. Ama devam eden mezhep savaşları ya da komşu savaşlarından halen kurtulamadılar. Suriye’deki savaş şöyle bir şey; bir gün ideolojilerinden dolayı birbirleriyle savaşa düşen gruplar aslında yan yana komşulardı. Yani bir gün komşu bakkal, bir gün karşı ev birbirine saldırıyor. Ve hepsi Türkiye’ye, ortak bir savaştan kaçarak geliyor. Ama Türkiye’de hepsi aynı sığınma kampındalar. Ya da aynı mahallede kiralamış bulundukları bir evde misafirler. Her durumda birbirlerine karşı olan düşmanlıkları devam ediyor. Bu düşmanlık hissi sadece bastırılmış durumda. Bundan dolayı fiili savaş hali kesilmiş olsa bile en ufak bir kıvılcımda bu süreç tekrardan yaşanabilir. Bu onlar için çok riskli. Açmak gerekirse, radikal İslam’ın en güçlü olduğu illerde Ezidi ve Nusayri (Arap Alevilerin) nüfusunun yoğunlukta olduğunu görüyoruz. Bu bir nevi psikolojik savaş gibi bir şey. İnsanlar bundan dolayı da kendilerini güvende hissetmiyor. Yaşadıkları sıkıntılara gelirsek, günlük hayatta bizim çok rahat ulaşabildiğimiz şeylerden mahrum kalıyorlar. Özetle; savaş çıktığı zaman doğan çocuk, bugün 6 yaşında. 12 yaşında olan çocuk ise 18 yaşında. Yani artık bir birey. Yıllar çok çabuk geçmiş. Bu çatışma ortamında doğum yapan kadınınsa tam anlamıyla sağlıklı bir doğum yapabilmesinin mümkünlüğünü zaten geçiyorum. Çocuğa anne sütü

A

çıkçası Türkiye’de bizler misafirperverliğimizle övünen bir toplumuz ve bu konudaki özgüvenimiz çok yüksek. Ancak bu durum, gerçekler ile örtüşmüyor. Sığınmacılar istenmediklerini çok net hissediyor. İstenmediklerine ilaveten, sığınmacı olarak geldikleri ülkenin tarafsızlığı konusunda da emin değiller. Genel konuşmuyorum; tanıştığım aileler üzerindeki gözlemlerimi paylaşıyorum. Bu süreç onları psikolojik olarak gerçekten yıkılmış bir duruma sevk ediyor. Yani sığındıkları ülke, ülkelerinde devam eden savaşın bir tarafı mı yoksa barışın mı yanında emin değiller. Geri dönebilecekler mi? Türkiye’de kalacaklar mı? Türkiye’den geçiş yapabilecekler mi? İşte tüm bu sorular, sorunlar içerisinde onların psikolojisi ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi. Türkiye’ye gelen mültecilerin burada yaşadığı sıkıntılardan bahsedebilir misiniz? Türkiye’den Avrupa’ya geçmek istemelerine sebep olan etkenler nelerdir? Savaştan tamamen uzaklaşamadıklarını mı düşünüyorlar? 54


verilmesi gibi bir imkan da yok, stresten dolayı kadının sütü kesilmiş. Zaten insanların mama ve süt bulma gibi bir olanakları da yok. Peki, öyleyse ne yapıyorlar? Benim gördüğüm kadarıyla ailelerde küçük çocuklar -istisnasız- şekerli su ile besleniyor. Gelişmiş toplumlar çocukları şekerden uzak tutmak için ellerinden geleni yaparken bu ailelerin çocukları şekerli su ile besleniyor. Ve bunun ilerde yaratacağı travmayı doktor olmadığım için bilemiyorum. Ama eminim ki baş edilmesi gereken ciddi bir sorun daha söz konusu olacaktır. İkincisi, göçmenler en temel haklara sahip değil. Örneğin; eğitim hakkına sahip değiller. Evet, göçmenler için okullar var, göçmenlerin Suriyeli öğretmenleri var ve öğleden sonra Türkiye’deki okullara gidebiliyorlar. Ama karne alamıyorlar. Yani resmi değil. Ve bu sadece ilkokul/ ortaokul için böyle. Buraya mülteci olarak gelen kişi aslında üniversite mezunu olup tıp eğitimi gören ya da mühendislik okuyan birisi ise bu kişinin eğitimine devam edebilmesi gerekir. Yani genel sorun, hepimizin onlara bakışı -sokaktaki sümüklü çocuk- ile ilintili. Ama eğitimliler, iyi ahlaklılar, çalışkan insanlar da var. Genel düşünmek lazım. Herkes sümüklü çocuk değil. Eğitim, hijyen imkanları eksik bu insanlar 6 senedir en doğal ve mahrem ihtiyaçlarını bile karşılayamıyor. Bir evin bir odasını 2-3 aile kiralıyor. Kitabımda da böyle bir fotoğraf var. Yeni evlenmiş bir çift odayı ortadan bir perdeyle ayırıyor. Böyle bir ortamda ilişkiler ne kadar sağlıklı gelişebilir? Bu tür sorunlar var. Türkiye’den Avrupa’ya geçmek istemelerinin sebebinin ise Türkiye’de yeteri kadar eğitim alamadıkları için vs. gibi nedenler ile ilgili olduğunu sanmıyorum. Sebebi Avrupa’nın hepimize olduğu gibi onlara da cazip gelmesidir. Bunun altında yatan sebep aslında haklardan ve hukuktan eşit olarak yararlanabilme gerçeği. Avrupa’daki sokakların daha temiz olması ve hayatın daha renkli olması pek çok kişiye cazip gelebilir. Bunlar çok insancıl şeyler.

önce doktora ulaşabiliyorlar ki bu iyi bir şey ancak yeterli değil. Her gün yüzlerce sığınmacıya bakan ve onlarla aynı dili konuşmayan doktorun sinirleri tepesinde ve haliyle doktor bunu karşı tarafa da yansıtıyor. Nitekim burada doktoru da anlamak lazım. Ancak sığınmacı ile de empati kurmamız lazım çünkü derdi büyük. Yani bu insanlar sokakta yaşıyor ve çadırda ya da evde yaşasalar bile yeterli ısınma sistemlerine sahip değiller, sağlıksızlar, günlerce yol yürüdüler, savaş travmaları var. Bu insanların sürdürülebilir bir sağlık politikasına, sağlık hizmetinin sürdürülebilir olmasına ihtiyaçları var. Problemleri bu. Kamplarda yaşanan sıkıntılar konusunda ise şunu söyleyebilirim ki ben kamplara ilk gittiğimde savaşın 2,3 ve 4. yılında durum çok kötüydü. Bir kamp düşünün ki 20000 kişi bulunuyor; kadın erkek ayrı ve lavabo sayısı 20 adet. Bugün futbol maçında bile kullanılan lavabo 1-2 saat içinde kullanılamaz duruma gelirken kamplarda bu durum daha da vahim oluyor. Çıkan yemekler konusunda bir şey söyleyemem. Türkiye’deki yemekler Nijerya, Pakistan ve Afganistan’da gördüğüm kamplardakinden daha iyiydi. Nitekim şu anki güncel gözlemime göre kampların durumu çok iyi. Herkese ayrı konteynır verilebiliyor. Kamptaki temizliğin ciddi anlamda iyi olduğu söylenebilir. Konteynırlarda kişisel banyo/tuvalet bulunuyor. Her şey iyi durumda çünkü daha yeni yapıldı. Ama şöyle bir sorun var: Bir örnekle açıklamak istiyorum. Henüz iki hafta önce olan bir olay, Urfa’da bir kadının feryadını dinlemek için kampa video çekmeye gittim. Tercümanım bana hiç unutamayacağım bir diyalog aktardı. Bir kadın intihar etmek istemiş, bıçak saplamak istemiş ama annesi kurtarmış ve ikinci denemesinde ise çocuklarıyla beraber kendisi de içerideyken çadırı yakmak istemiş. Bir kadını bu hale düşüren ne olabilir? Bu benim ilk kez duyduğum, bizzat dinlediğim, ilk örnek de değil. İlaveten, kamplardaki kadınlar istismara uğruyor. Türkiye’de tecavüzün adı cinsel istismar olmuş. Bununla ilgili kimsenin alınmasına ya da rol kesmesine gerek yok. Türkiye’de bu her zaman vardı. Kocalarını savaşta kaybetmiş, dul kalmış kadınların Türkiye’de nasıl taciz edilebileceğini tahmin etmek çok zor değil. Bunu yolda yürüsek dahi anlayabiliriz. Taciz durumları var, şiddet var. Civardaki köyler, çocukları gelin olarak alıyor. Çok eşlilik şimdilerde Türkiye’de “ortanca hanım” lafıyla popüler oldu. Bu durum Arap, Ortadoğu, Kürt, Türk kültüründe yani bu coğrafyada olan bir şey, bu çerçevede birden fazla eş kabul görebiliyor. Ben bunun taraftarı değilim. Ama burada, bunun yolu kamptaki kadınların pazarlanması mı olmalıdır? Kimse alınmasın ama eğer içerideki kadınlar dışarıya dış görünüşleriyle vs. anlatılabiliyorsa bunu içeriden yapan birisi muhakkak vardır. Ayrıca çok üzücü durumlu, kaza olarak nitelendirilen olaylar da var. Tek bir elektrik kaynağına bağlı olarak ısıtıcı, elektrik kullandıkları için elektrik kazası sonuçlu ölümler ve konteynırların yanması gibi durumlar oldukça fazla. Ve kontrolsüzlük var. Evet, kampa girerken parmak

Kamplarda yaşanan sıkıntılar nelerdir? Genel olarak mültecilerin sağlık durumları nasıl? Sığınmacılar, sağlık konusunda hangi hastaneye giderlerse gitsinler öncelikli bir konumdalar. Sığınmacılar sıra bekleyen Türkiye vatandaşlarından 55


Savaşı ve savaşın etkilerini, acılarını unutmak için neler yapıyorlar?

iziyle giriliyor ve fotoğraf çekerken hangi yöne doğru çekeceğimize dahi dikkat ediliyor. Kampın içerisinde çok değil, az önce savaşmış savaşçılar var, adam bir gün önce savaşmış ve dinlenmek için kampa girmiş. Tabi ki giriş ve çıkışlar serbest olmak zorunda; çünkü çalışmak için dışarı çıkılması gerekiyor. Ama Suriye’ye gidip ElNusra için savaşan bir adam kampa geri döndüğünde Özgür Suriye Ordusu’na inanmış insanlarla aynı yere gelmiş oluyor ve tabi ki huzursuzluk çıkması da bu durumda çok olağan kabul görüyor. IŞİD için savaşan adam Ezidilerin yanına gelince rol olarak gülümsüyor ve huzursuzluk devam ediyor. Yani kamplarda böylesi bir etnik sorun da mevcut.

Bu konuda sivil toplum örgütlerinin kapasiteleri ölçüsünde iyi çalıştıklarına inanıyorum. STK’lar mümkün olduğunca o atmosferi unutturabilmek için öncelikli olarak çocuklardan yola çıkarak -ki hedef grup olarak çocuklar belirleniyor- hareket ediyorlar. Çeşitli aktiviteler yapıyorlar, oyunlar oynuyorlar, fotoğrafçılık ve resim kursları veriyorlar, takvim hazırlıyorlar, ellerine kamera verip “Git evi çek, geri gel bakalım” diyorlar. Bunlar hep savaşın acısını unutturabilmek için yapılıyor. Psikososyal etkinlikler yaşça daha büyük kişiler için oluşturuluyor, bu konuda uzman kişiler onların sorunlarını dinliyor ya da toplu terapiler yapılıyor. Bütün bu faaliyetlere baktığımızda ancak belirli sayıda insana ulaşılabilmesi mümkün oluyor. Bu noktada sorununSTK’lardan kaynaklandığını düşünmüyorum, eminim devletin de çalışmaları vardır bu konuda fakat yeterli olunamıyor. Ayrıca sorunun başka bir boyutu mültecinin -Arap-Kürt kültüründen gelen bir insanın- evde her şeyini bırakıp bu eğitimlerin verildiği sivil toplum örgütlerine gidip “Ben de bugün sosyal terapimi almaya geldim” demesinin mümkün olmayışıdır. Öyle insanlar var ki ekmek almaya bile çıkamıyor. Bu cesareti gösterebilecek kişi sayısı da 100 kişide 2 kişidir herhalde. Hatta 2 bile iyi bir rakam olur.

Mülteciler kendilerine önem verilmediğini düşünüyorlar mı? Öyle bir düşünceleri varsa bu onları nasıl etkiliyor?

Mültecilerin halka uyum sürecinde çektiği sıkıntılar nelerdir? Öncelikle dil çok ciddi bir problem. Yani şu anda yoğunluklu olarak yerleşmiş oldukları bölgede bir nebze olsun Türkçe ve Arapçadan dolayı anlaşılabilmeleri mümkün. Fakat aynı lehçeleri konuşmuyorlar. Bunun dışında Batman ve Diyarbakır örneğini vermek istiyorum. Batman ve Diyarbakır’da Kürt nüfusu daha yoğun olduğu için oradaki insanlar Kobani’de çatışmaların yoğun olduğu süreçte Türkiye’den giderek birebir savaşın içerisinde yer aldılar. Kimisi Kobani’yi korumak için öldü. Kobani’den gelen mülteciler de Batman’a ve Diyarbakır’a geldi. Şimdi Batman ve Diyarbakır’daki halk soruyor: Benim çocuklarım, eşim sizin için orada savaştı, şu anda Kobani temiz, siz niye buradasınız? Artık geri gidin. Ve yavaş yavaş aynı dolmuşta giden iki kadın arasında bile bu kavgalar başlıyor ya da parkta oynayan çocuklar arasında. Ama asılında durum gerçekten öyle mi acaba? Belki de bu röportajı okuyan insanlara seslenmiş oluyorum bu yolla internetten Kobani’nin son durumuna baksınlar. 2006 yılından beri deprem ve savaş bölgelerinde çalışmaktayım. Bir savaştan en az 10 sene sonra orada bir ağaç bitmesi mümkün olabiliyor. Enkazların kaldırılması seneler alıyor. Mayınların ve bombaların temizlenmesi, cesetlerin kaldırılması gerçekten uzun süreçler alıyor. Savaş bitmiş olabilir ama o insanlar şu anda geri dönemez. Fakat bu durumun topluma

Doğrudan doğruya önem verilmediğini düşünüyorlar mı bilmiyorum. Fakat eğitimli kesim için şöyle bir problem var: Dinlenilmediklerini, saygı görmediklerini düşünüyorlar. Yani üniversite mezunu olan ya da üniversite öğrencisi olan insanlarınözgüvene sahip olduğundan bahsedebiliriz. Bu durum bizim sokaktaki yürüyüşümüze dahi yansıyor. Ama o insanlar bu özgüvene sahip değiller. Yani başlangıçta da söylediğim gibi “Sen Suriyelisin” algısı var. Fotoğraftan örnek vermek gerekirse, ben bir öğretim üyesini fotoğraflamıştım. Kendisi mevsimlik tarım işçisi olarak bile çalışamıyor. Çünkü hayatta bildiği tek şey eğitim vermek, araştırma yapmak ve jilet gibi takım elbisesiyle geziyor; her gün tıraş oluyor.Ama o halde iş bulmak için komşu tarlalara gidiyor.Asıl problem burada başlıyor. O insanların yeteneklerine göre değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Doğrudan doğruya öğretim üyesi olarak göreve başlasın demiyorum elbette bunun bir takım prosedürleri olmalı. Fakat bu durum böylesine imkansız kılınmamalı. Yani bu insanlara değer verilmeli. Bahsettiğim öğretim üyesinin inşaat işçiliği yapması söz konusu olmamalı. Örneğin ben bugün inşaat işçisi olarak çalışmak istesem yapamam ve benim evime dönme gibi bir seçeneğim var, onlar ise böyle bir olanaktan yoksunlar. Çocuklarına ekmek götürmek zorundalar. 56


Bugüne kadar birçok savaş bölgesinde bulundunuz. Sizi en çok etkileyen olay ne oldu?

anlatılabilmesi pek mümkün değil. Bu durum ise mültecilerin toplum içerisindeki kabul süreci için çok ciddi bir sorun teşkil ediyor.

Bu durum sürekli değişiyor. Hissiyatım değişiyor, yaşadıklarım değişiyor. Çünkü ben değişiyorum. Yaş olarak değişiyorum, aile anlamında bir değişime uğruyorum. Daha önce savaş bölgelerine bekar olarak gidiyordum. Daha sonra evli olarak gittim ve şimdi ise çocuklarım var. Duygular hep değişiyor. Fakat beni en çok etkileyen savaşın birebir muhatabı olmayan yani elinde silah tutmayan ve savaşla hiçbir ilgisi olmayan insanların -ister çocuk olsun ister altmış yaşında olsungeleceklerini kaybetmiş olmalarıdır. Bu durum beni çok derinden yaralıyor. İkincisi de hiçbir şeyin farkında olmayan nesillerin yetişiyor olması, yani şekerli suyla beslenen çocuklar. Bu süreçte doğmuş bir çocuk Türkiyeli mi Suriyeli mi? Vatandaşlık alınamıyor. Biz Türk vatandaşları olarak bağırıyoruz “Hayır, mültecilere vatandaşlık vermeyelim.” diye, sokaktaki ses bu. Ama bir yere ait olmak zorundalar, Suriye diye bir yer yok artık, yerle bir oldu. En basit ve temel ihtiyaçlara sahip olamayan insanlar var. Bütün bunları düşününce savaşın bu etkisi, -birebir şu hikâye diyemiyorum ama en basit şeylerini dahi kaybeden insanlar- beni daha çok üzüyor. Yoksa roket ile hedef alınmış bir evden çıkan ama zafer işareti yapan kişilerle ben ilgilenmiyorum. Ben ne daha önce ajanslarda çalışırken ne de gazetede çalışırken, ne dergide ne de kendim için yaptığım projelerde hiçbir zaman öyle bir fotoğraf çekmedim. Ben hiçbir zaman öyle birinin fotoğrafını çekmem. Bundan sonra çekmeyeceğim anlamına geliyor mu gelmiyor mu bilemem. Ama öyle ya da böyle kendini silahla savunan ya da elinde silah tutan kişinin mesajını iletmek istemem.

Savaş bölgesinde kalan halkın psikolojik durumu nasıl? Bu konuda çok net bir şey söylemem mümkün değil, çünkü Suriye’den ayrılalı uzun bir zaman oldu. Savaş çıktığında Suriye’de idim. Sınırlar kapandığı zaman ise Kamışlı’daydım. O dönem sıcak savaş henüz yoktu. Sıcak savaş olduğu dönem iseTürkiye’de idim ve sınırdaki mültecilerin fotoğrafını çekmeye başladım. Ancak Suriye’yegidip gelenlerden duyduklarımı aktarabilirim. Orada kalanlar için de durum acı verici. Çünkü sevdikleri göç etmek durumunda kaldı ya da onları kaybettiler. Ve orada bir şey için ayakta durmaya çalışıyorlar. O bir şey bizim Türk medyasından gördüğümüz gibi Esad’a, Pyd’ye, Işid’e ya da el Nusra’ya karşı bir mücadele değil. İnsanlar birebir evini, tarlasını koruyor. O sırada evine saldıran Işid ise ve yaslanabileceği güç de Pyd ise Pyd’den yana taraf oluyor. Karşıdan saldıran Esad ise ve ona destek veren Işid ise Işid’den yana taraf oluyor. Çünkü oradaki insanlarınevlerini koruma zorunluluğu var. O ev ya da tarla belki de 100 senelik emek ile kazanıldı ve altı senelik bir savaş için kaybedilmek istenilmiyor. Benim inandığım ve insanlardan dinlediğim kadarıyla olaylar bu şekilde cereyan ediyor.

Suriye’de fotoğraflamakta en çok zorlandığınız şey ne oldu? Ailelerin yaşantılarına girmek istedim. Yani çatışma ortamından ziyade sınırdan geçerken yaşadıklarını, öz olarak ailelerin kendisini fotoğraflamaya çalıştım. Zorlandığım şey ise tamamen bana güvenmelerini sağlamak. Belki biraz başörtülerini indirmeleri ya da sahip oldukları odada fotoğraf çekmeme izin verdikten sonra bana hikâyelerini anlatmaya başladıkları zaman bir noktaya kadar her şey aynı gidiyor. Yani belki de o güveni verebilecek herkese aynı şeyler anlatılıyor. Ama sonra bir yerde bu sıradanlık kırılıyor. O kırılma noktasında asıl olarak gözyaşından bahsetmiyorum. Yani örneğin diyor ki; ‘‘Benim kocamı gözaltına aldılar, hapiste yattı, işkence gördü. Geldikten 3 gün sonra öldü.’’ Hemen hemen bu durumdaki herkesin hikayesi buna benziyor. Bu kırılma noktasından sonra şunu anlattığında ise ben de yıkılıyorum, en üzücü olan şey bu oluyor : ‘’Onu yıkamama izin vermedi. Çünkü öldüğü zaman fark ettim ki bütün sırtı yaralar içindeydi. Çok ağır işkence görmüş.” Ben bunu duyduğum zaman yıkılıyorum. Çünkü o noktaya kadar her şey aynı. 57


Savaşta herkes aynı şeyleri görüyor. Ya da “Türkiye’ye gelebilmek, kurtulabilmek için yüzüklerimizi sattık ve şu an o yüzüğü kimin taktığını merak ediyorum.” Şeklinde hikayeler aktarılıyor. Kanaatimce bu çok naif, kişiye özel bir hikâyedir. Ve ben o noktadan sonra bir kare fotoğraf çekiyorum. Bazen ışık uygun olmadığında vs. ısrarcı olabiliyorum. Çünkü ben sonuçta her şeyden önce bir fotoğrafçıyım. Benim önemsediğim şey fotoğraf. Ona devam ediyorum. Ama ikinci üçüncü karede artık ben de rahatsız oluyorum. Çünkü orada yalnızca kadının kocasının ölmüş olması değil olay, bana anlatırken her şeyin geride kaldığını anımsıyor ve tüm olayları bir kez daha yaşıyor. Bunu ben de hissediyorum. Bu benim de artık taşıyamayacağım kadar ağır bir yük oluyor. En zor kısmı bu şekilde ifade edebilirim.

“Ya hadi iki üç saat daha gidelim de Lazkiye’ye uğrayalım”diyebiliyorduk. Yani bu kadar yakın. İyi kötü empati kurabilme imkanına sahip olduğum tek yerdi Suriye. Nasıl bir eğitim aldıklarını, sağlık sistemlerinin nasıl olduğunu biliyordum. Şu anki küresel durumiçerisinde Suriyelilerin hangi rolde olduklarını biliyorum. İyi doktorlar, fizikçiler var. Öncelikle dile çok hâkimler. Fransızca ve İngilizce öğreniyorlar veArapça konuşuyorlar. Kürt yoğunluğu olan bölgelerde Kürtçe konuşuyorlar. Benden daha iyi eğitimliler. Onların bu halde olması beni yaralıyor. Başka türlü ifade etmek gerekirse empati kurmama sebep olan şey de buydu. Nijerya’ya gittiğimde kabileler hakkında herhangi bir şey bilmiyordum. AyrıcaNijerya’da hayatın nasıl geçtiği de pek bildiğim bir şey değil. Afganistan için düşünecek olursak ülkenin durumu gereği herkes dezavantajlı konumda. Doğar doğmaz dezavantajlı bu insanlar, dünyaya “1-0” değil “500-0” geriden başlıyorlar. Peşaver’lı olduğun an geride başlamak durumunda kalıyorsun hayata. Bu durumdan sıyrılma imkanın yok. Swat vadisinden sadece Malala kurtuldu. İkinci bir örneği yok bu durumun. FakatSuriye öyle değil, halkın yüzde 90’ı eğitimli insanlardan oluşuyor. Böylesine iyi bir durum varken şimdibütün imkanları tükenmiş bir nesilden bahsetmek durumunda kalıyoruz.

Daha öncesinde farklı yerlerde bulunduğunuzu da biliyorum. Suriye’nin diğer yerlerden bir farkı var mıydı? Sizin için Suriye’yi farklı kılan neydi? Evet, bir fark var. Afganistan’da başka bir savaş var. Pakistan’da başka bir savaş var. Nijerya’da başka bir olay var. Fakat Suriye’deki fark şuydu: Sınırımıza bu kadar yakın bir savaş alanında bulunmadım. Yani bize çok yakında bulunuyor. Bugün sokağa çıkınca da bir sürü Suriyeli insan görüyoruz ama savaştan önce de görüyorduk. Tatil için İskenderun’u tercih ederken

Bize vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. 58


EN

UCUZ HIZLI KALİTELİ

“ önce dost ”

DETAY FOTOKOPİ

Seri çekimlerde %35 İNDİRİMah-beyaz) (siy

Dijital Kopyalama Renkli Fotokopi Dizgi Ciltleme Scanner PDF En Güncel DERS NOTLARI Kırtasiye Web Tasarım

www.detayfotokopi.net

0212 528 38 71

ADRES: Bozdoğan Kemeri Caddesi No: 55 detay@detaycopy.net Vezneciler / FATİH

DETAY FOTOKOPİ


MİNERVA

AVRUPA’NIN “DOĞU”YA BAKIŞI VE BİR ARAÇ OLARAK İSLAMOFOBİ Alperen KARAMUSTAFAOĞLU

F

obi kelimesi, Yunanca “Phobos” kelimesine dayanmaktadır. Phobos, Yunan mitolojisinde dehşet tanrısıdır. Kelimeye bakıldığında karanlık, dehşete düşüren, insan yaşamına zarar veren gibi anlamlarla karşılaşılmaktadır. Fobi, günümüzde bazı toplumların yaşamını tehdit ettiği gerekçesiyle korkuya dönüşebilmektedir. “İslamophobia” ise günümüzde İslam karşıtlığıyla özdeştirilmekle beraber genellikle Avrupa’da kendisine taraf bulan bir söylemdir. İslam’a duyulan bir korkuyu, endişeyi niteleyen bu anlayış, İslam’ın geneline olan nefreti dile getirir.Müslümanların yaşayışları, giyinişleri, kısaca batılılarla uyuşmayan yaşam şekillerine son dönemlerde gerçekleşen 11 Eylül gibi terör olayları da eklenince İslamofobi kavramı Avrupa’da yayılmış, bugün ise büyük bir korkuya dönüşmüştür. Kısaca İslamofobi, Müslümanlara karşı olan düşmanlığı, nefreti açıkça beyan eden kavramlar arasında en çok kullanılanıdır. İslamofobi kavramı kelime olarak ilk kez günümüze yakın dönemlerde telaffuz edilmişse de bu anlayış önceki yüzyıllara hatta İslam’ın yayılışına kadar gitmektedir. Tarih boyunca önce Müslüman Araplar’ın daha sonra Türkler’in Hıristiyan Avrupa ile yaptığı savaşlar bu kavramın temelini oluşturmaktadır. Öncelikle Emeviler döneminde Müslümanlar, İspanya ve Fransa sınırlarına girmiş ve yerleşmişlerdir. Avrupalılarla uzun süren savaşlar ve kaos ortamı Müslümanların Avrupalılar tarafından “acımasız” olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. 1095 yılında Haçlı seferlerini ilan eden Papa 2.Urbanus ise Müslümanları şeytanın uşakları olarak tanımlamıştır.1 İlerleyen tarih akışında Osmanlı ile Hıristiyan Avrupa arasındaki amansız mücadele İslamofobi’nin büyümesine hatta o dönemde İslam’a muhalif söylem ve hakaretlerin tekrar dile gelmesine sebep olmuştur. Bunun en meşhur örneği tabi ki Martin Luther’in Türk – İslam dünyası için söyledikleridir. Protestanlığın kurucusu Luther, Türkleri tanrının bir cezası olarak görüyordu ve her fırsatta bu kavme dini niteliklerinden ötürü hakaretler ediyordu. Luther’e göre İslam, şeytanın gücü olarak sadece Hıristiyan inancını

alperenkaramustafa@gmail.com

yok etmemekte aynı zamanda tüm dünyevi idaresini de ortadan kaldırmaktadır. Bunlarla İslamofobi kavramına çağ atlatan Luther, Hz. Muhammed’in yalancı ruhlu olduğunu ve onu peygamber olarak saymadığını, kabul etmediğini belirtmiştir. Hatta bazı kaynaklar, Luther’in İslam peygamberine “şeytanın hizmetçisi” dediğini de aktarır. Eldeki bu kaynaklardan hareketle Luther’in, günümüz batı medeniyetinin doğuya olan bakışına etkisi yadsınamaz derecededir. Luther’in tavrını o günün siyasi koşullarına bakarak rahatlıkla anlayabiliriz: Türklerin ordularıyla Viyana kapısına geldiği tarihler, bu söylemlerin zirve noktasına ulaştığı tarihlerdir. O dönem Türkler, İslam’ın koruyuculuğunu üstlendiği için bu söylemlerden nasibini almıştır. Yükselen İslamofobi beraberinde ırkçılığı getirmiş ve Türkleri küçük düşüren birtakım ifadeler Avrupa dillerinde yer bulmuştur. İtalyanca’da“Türk gibi pis kokmak‘’deyimi, Sırpçada “bir ite bir Türk’e güvenilmez” sözü, Yunanca’da“öfkesinden Türk olmak” deyimi bunlardan birkaçıdır.3 Bazı batılı yazarlarda da buna benzer sözlere rastlanır; Ernest Hemingway, Müslüman Türklerin şehri İstanbul’daki minareleri “gereksiz yere dikilmiş mumlara” benzetirken Mark Twain’de Türkleri ahlaksızlıkla, yalancılıkla nitelendirmiştir.4 Peki, Batı’nın doğu hakkındaki söylemlerinin kaynağı nedir, batı toplumu hangi “izm(ler)”den etkilenerek bu söylemleri geliştirmiştir? Burada karşımıza oryantalizm çıkmaktadır. 15.yüzyıldan itibaren batıda önem kazanan oryantalizm kavramı Avrupalıların doğuya olan merakından doğmuştur. Birçok oryantalist aydın doğuyu kendince tarif etmeye çalışmış, anlamlandırmıştır. Doğu hakkında sayfalarca araştırmalar yapılmıştır. Edward Said, “Şarkiyatçılık” adlı eserinde, 1800 ile 1950 yılları arasında, oryantalistlerin doğu hakkında 60 bin kadar eser ürettiklerini aktarır. Yazar batılı birçok entelektüelin İslam’a karşı düşüncelerinden de örnekler verir. Bu örneklerde İslam’ın geri kalmış bir kültür olduğundan, sefilliğinden, basitliğinden söz edilmiştir.5 İslam merakıyla oluşturulan eserlerde doğuya yönelik negatif bir portre çizilerek İslam ötekileştirilmiş, oryantalist entelektüellerin islamofobik söylemleri dünü ve bugünü etkilemiştir.

1 Murat AKTAŞ, Avrupa’da Yükselen İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Tezi , Avrupa Çalışmaları Dergisi Sayfa: 40 2 Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm, Kadir Canatan, Sayfa: 161-164 3 Murat Aktaş, age, Sayfa: 41 4 Oğuzhan Yanarışık, Yeni Türkiye Dergisi, Yükselen Irkçılık ve İslamofobi Gölgesinde Yaşayan Avrupa Türkleri: Almanya Örneği, Sayfa:2912 5

Edward Said, Şarkiyatçılık, Sayfa: 216

60


İslamofobi kavramı kelime olarak ilk kez ne zaman ve nerede telaffuz edilmiştir?

berleriyle yapılan yayınlarda “Medeniyetler Çatışması” fikrini aşılayan düşünceler Avrupa’da geniş yankı uyandırmıştır. Bunlar İslam düşmanlığını bütünüyle artırmış, bazı ülkelerde insanlar sokağa dökülerek İslam’a nefretlerini mitinglerle dile getirmişlerdir.

Kavramın ilk ortaya çıkışı yani uluslararası literatüre girişi 1997 yılında Runneymade Vakfı’nın yayınladığı Islamophobia: A Challenge For Us All raporuyla olmuştur. Bu rapor Avrupa ülkelerinde azınlık halde yaşayan Müslümanların durumlarını cesur şekilde ortaya koyar ve Avrupa ülkelerine bir gönderme niteliği taşır. Araştırmada, ırkçı, tehditkar, yabani, düşman, hileci, ayrılıkçı, aşağılık olarak görülen Müslümanların sosyal hayatta da ihtiyaçlarına cevap verilmediği, İslam’ın hukuken bir din olarak tanınmadığı genişçe yer alır. Bununla beraber raporda, Avrupalı insanların gözünde; İslam’ın değişime direnç gösteren statik bir din olduğu, hiçbir kültürü etkilemediği ve hiçbir kültürden etkilenmediği, barbar, cinsiyetçi ve akıldışı olduğu, Batı’nın eleştirilerini hep reddeden bir görüşe sahip olduğu aktarılmıştır.6 Bu makale tespitleriyle etkisini günümüze kadar sürdürmüş ve Avrupa’nın deyim yerindeyse sosyolojik bir haritasını çıkarmıştır.

Basın - yayın yoluyla dile getirilen bu söylemlere İngiliz basınında fazlaca rastlanabilir. Örneğin Daily Mirror gazetesinde 11 Kasım 2006 tarihli bir yazıda, başlık; “Whywearelosingwar on Terror / Teröre karşı neden kaybediyoruz?” şeklindeydi. Yazının ilerleyen bölümünde ise Müslümanları terörist ilan eden bir yazı karşımıza çıkıyor.Yine “TheIndependent” ve “BBC” gibi yayın organlarının düzenledikleri haberlerde terör, aşırılık gibi kavramlarla İslam kavramının sıkça yan yana kullanılması dikkatlerden kaçmamaktadır.8 2015’teki Paris terör saldırılarının ardından Twitter ve Facebook gibi platformlarda da İslamofobi söylemleri artmış, “#killallmuslims”etiketiyle dünya üzerindeki Müslümanların her biri ağır ithamlar altında bırakılmıştır.

Son dönemlere doğru gelindiğinde İslamofobi’nin nasıl yayıldığıyla alakalı olarak incelenmesi gereken önemli olaylar söz konusudur. Öncelikle 11 Eylül’de ikiz kulelere yapılan ve başrolünde Müslüman örgütler olan terör saldırısı sonucunda batı genelinde İslam’a karşı nefret kat kat artmıştır. Bu saldırı birçok olayın fitilini ateşlemiştir. 2004 yılında Florida’da bir İslam merkezinin duvarına yazılan “KillallMuslims’’ yazısı aradan geçen 3 yıla rağmen nefretin azalmadığının kanıtı şeklinde yorumlanmaktaydı. O dönem içerisinde camilere yapılan saldırılar, Müslümanlara sokak ortasında edilen hakaretler ve fiziki yaralamaların birçoğu kayda geçmiştir. Madrid, Londra, Bali ve İstanbul patlamaları da İslam’ın hoşgörü ve kardeşlik vurgusuna gölge düşürmüş; İslam’a yönelik terör, aşırılık, köktencilik kavramları ön plana çıkmıştır.7

İslamofobi’yi bu kadar çok gündeme getirerek onun, dünyada rağbet görmesini sağlayan temel sav ve düşünce neydi? Bu konuda en yaygın görüş, batının meşruiyet eksikliği düşüncesidir. Bu düşünceye göre soğuk savaşın bitmesiyle yeni düşmanın İslam olduğu ve batı ile doğu arasındaki savaşın kaçınılmaz olduğu belirtilmiştir. Çünkü batı, yendiği komunizmin yerine bir düşman koymalıydı ki bu bize İslam’ı işaret etmektedir. Buna paralel bir tez ortaya atan Samuel Huntington, 1993’te “Foreign Affairs” dergisinde yayımlanan “Medeniyetler Çatışması” tezinde savaşın dinamikleri üzerinde durmuş ve soğuk savaş dönemindeki gibi, ülkelerin, ekonomik gelişmişlik düzeylerine, iktisadi ilerlemelerine ve ideolojilerine değil kültürlerine göre sınıflandırılması gerektiğini söylemiştir. Ona göre artık ideolojiler çağının demir perdesinin yerini kültür alacaktır. Bir kültür çatışmasından yola çıkan teze göre savaşların ve büyük felaketlerin merkezinde toplumların uygarlık seviyeleri rol oynayacaktır. Batı - Doğu savaşlarına da dikkat çekilen bu tezde, Batı’nın soğuk savaş sonrası çatışmaya, İslam’ın da şiddete müsait olduğu vurgulanmış, savaş kasıtlı ya da kasıtsız bir propagan-

İslamofobi’nin geniş coğrafyalarda yayılış göstermesinin diğer etkenlerinden biriside yapılan saldırıları haber haline getirip yorumlayan kitle iletişim araçlardır. Teknolojinin gelişmesiyle beraber dünya üzerinde bilgi kolaylıkla paylaşılabilmekte, insanlar haberleşebilmekte, propagandalar etki alanı bulabilmektedir. Özellikle televizyon kanallarıyla, sosyal medyayla ve gazete ha6 Gordon Conway, RunneymadeTrust, A challengeFor Us All Summary 7 https://www.academia.edu/3880717/%C4%B0SLAMOFOB%C4%B0 8

Sami Çöteli, Propaganda ve İslamofobi’nin İngiliz Kitle İletişim Araçlarından Yansımaları, Akademik Bakış Dergisi Sayfa 13-15

61


dayla duyurulmuştur. Tez, Avrupalı liderlerin bile gündemine girebilmiş, büyük çevrelerce dikkate alınmıştır.9 Bu ve bunun gibi tezler yukarıda bahsedildiği üzere kitle iletişim araçları sayesinde sesini duyurabilmiştir. Kitle iletişim araçlarından yapılan daha birçok yayın vardır ki açıkça İslamofobi kavramını zihinlere yerleştirmektedir.

oylarını artırmak amacıyla İslamofobi’yi bir araç olarak kullandığı da görülür. İşin ilginç yanı, sağ partilerden oyunu kat kat artıran partiler olmuştur. Buna en iyi örneklerden birisi Belçika’daki sağ Vlaams Blok partisidir. Parti göç sorunlarıyla ilgili Müslümanların uyumsuz olmasından yakınmış ve onları tanımanın şuursuzluk olacağını belirtmiştir.Partinin oyları ise 1992 yılında yaklaşık %2 iken söylemlerle beraber %15’e ardından %24’e ulaşmıştır.13Aktarıldığı üzere İslamofobi siyasi partilerin aracı olarak kullanılmış ve zamanında bu tür zihniyetler etrafında toplanan insan grupları olmuştur. Genel bir sonuçla İslamofobi kavramsal olarak İslam dinini ve değerlerini negatif manada nitelendirmiştir. Kavram, gerek kitle iletişim araçlarıyla gerekse dilden dile yayılmıştır. Yayılışında birçok tarihi aktörün görev aldığı İslamofobi kavramı günümüz trend söylemlerden biri haline gelmiştir. Birçok sosyolog ve araştırmacı da gelişmelerden etkilenmiş, bu konu üzerine sayfalarca makaleler yazılmıştır. Özellikle sosyologlar mültecilere ayrı ilgi göstermiş, onların sosyal hayatlarını göç ettikleri ülkelerde incelemişlerdir. Yazılanların anlaşılabilmesi için 11 Eylül’e ve tarihsel kökenlere bakmak, her ülkeyi farklı şekilde incelemek, büyük önem arz etmektedir çünkü kavramın vücuda gelişi ve destek buluşu zamana, mekana göre farklı şekillerde gerçekleşmiştir. KAYNAKÇA AKTAŞ, Murat, Avrupa’da Yükselen İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Tezi, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 2014. AYDIN, Mehmet Zeki, Belçika’da İslamofobi ve Müslümanlara Yönelik Ayrımcılık, Cü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sivas, 2007. BEKAROĞLU, Edip Asaf, Avrupa’da Göç, Azınlıklar ve Siyaset: Avusturya Örneği, Vadi Yayınları, İstanbul, 2015. CANATAN, Kadir, Batı Dünyasında İslamofobi ve Antiİslamizm, Eski Yeni Yayınları, Ankara, 2007. CONWAY, Gordon, Islamophobia: A Challenge For Us All Summary, RunneymadeTrust, London, 1997. ÇÖTELİ, Sami, Propaganda ve İslamofobi’nin İngiliz Kitle İletişim Araçlarından Yansımalar, Akademik Bakış Dergisi, Sayı 33, Kasım – Aralık 2012. SAİD, Edward, Şarkiyatçılık, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2003. YANARIŞIK, Oğuzhan, Yükselen Irkçılık ve İslamofobi Gölgesinde Yaşayan Avrupa Türkleri: Almaya Örneği, Yeni Türkiye Dergisi, Eylül-Ekim 2013. İNTERNET KAYNAKÇALARI: https://www.academia.edu/3880717/%C4%B0SLAMOF OB%C4%B0

İslamofobi belirtilen şekillerde Avrupa’da yayılırken, hangi ülkelerde nasıl cereyan etmişti? İslamofobi, Avrupa’nın her ülkesinde farklı şekillerde cereyan etmiştir. Örneğin Avusturya’da, Suriye’den gelen mültecilerin artması İslamofobi tartışmalarına yol açmıştır. Mülteci göçmen gençlerin radikalleşmeye ve şiddete eğilimleri olduğu iddiaları basında sürekli yer bulmuştur.10 Bununla beraber mültecilerin göçleri Avrupa genelinde entegrasyonu gündeme getirmiştir, tartışmalar yaşanmıştır. Danimarka’da Hz Muhammed’e hakaret içeren karikatür tüm dünyada geniş yankı uyandırmıştır. Karikatür, İslam topraklarında büyük tepkiler doğurmuş, 2006 yılında Şam’daki Danimarka büyükelçiliği ateşe verilmiştir.11 Bu olayda toplumun seçilmişleri olan siyasiler büyük rol oynamıştır. Şansölye Angela Merkel, İngiltere Başbakanı Tony Blair ve Fransa Cumhurbaşkanı Chirac olayları kınamış, Danimarka’ya desteklerini bildirmişlerdir. Danimarka Başbakanı Rasmussen, karikatürü ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirmek gerektiği belirtmiştir. Bunlardan güç alan Danimarka halkı o dönemde hükümetin yanında durmuş ve islamofobik söylemlere destek vermiştir. Almanya’da Thillo Sarazin, İslam karşıtlığının kötü bir şey olmadığını belirten yazılarla İslamofobi farkındalığı yaratmış, insanları bir fobi etrafında toplamıştır. Hollanda’da ise karşımıza siyasetçi Pim Fortuyn çıkmaktadır.Fortuyn siyasetçi olduğu kadar bir yazardır ve kalemi genellikle islamofobik ögeleri yazmıştır. “Kültürümüzün İslamlaşmasına Karşı” adlı eserinde İslam’ı,entegrasyona bir engel olarak belirtmiştir. 11 Eylül’ün ardından “İslam’a karşı soğuk savaş” adlı yazısında ise İslam’ı dünya barışı için tehlike olarak gören yazar, Avrupa’nın komunistlere uyguladığı yasaklayıcı politikaların şimdide İslam’a, camilere karşı uygulanması gerektiğini savunmuştur.12 Bunlara ek olarak, Avrupa karasında bazı partilerin 9 Murat Aktaş, age Sayfa: 46-51 10 Edip Asaf Bekaroğlu, Avrupa’da Göç, Azınlıklar ve Siyaset Örneği, Sayfa: 120 11 Kadir Canatan age Sayfa: 424-425 12 Kadir Canatan age Sayfa: 438-445 13

Mehmet Zeki Aydın, Belçika’da İslamofobi ve Müslümanlara Yönelik Ayrımcılıklar, Sayfa: 20

62


Hazırlayan: Selma TURAN Melike DURMUŞ

trnselma@gmail.com melikeedurrmus@gmail.com

DOÇ. DR. YUSUF ADIGÜZEL İLE MÜLTECİLİK VE MÜLTECİLİĞİN SORUNLARI ÜZERİNE Hukuksal olarak mülteci kavramını açıklayabilir misiniz? Mülteci kavramının göçmen ve sığınmacı kavramlarından farkı nedir?

hareketliliğinden dolayı, mağdur olan insanlara yönelik olarak 1951’de Cenevre’de bir toplantı organize etti. 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde mültecilik, Avrupa’da 1951 yılından önce meydana gelen olaylardan dolayı ülkesinden ayrılmak zorunda kalan kişilere ilişkin bir kavram olarak nitelendirildi. Ancak şöyle bir gerçek var; bugünkü anlamda Birleşmiş Milletler Mültecilik Yüksek Komiserliği’nin mültecilik tanımına baktığımızda 1951’de tanımlandığı üzere, Avrupa’da 1951 yılından önce meydana gelmiş olaylardan ötürü ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış olmak gibi bir şartın yer almadığını görüyoruz. Birleşmiş Milletlerin son tanımına göre kendi ülkesinin korumasından faydalanamayan, hayati riskle karşılaşan, başka bir ülkeden sığınma talep eden kişileri mülteci olarak tanımlıyoruz. Mensubu olduğu ülkenin korumasından faydalanamayan veya faydalanmak istemeyen ya da ülkesinde zulüm gören veya zulüm görme tehlikesi taşıyan kişilerin başka bir ülkeye sığınması durumunda biz bu kişilere mülteci diyoruz. Söylemek istediğim göçmenden farklı olarak kendi ülkesinden çıkmak zorunda kalan, hayati tehlikesi olmasından dolayı ve siyasi bir baskıdan ötürü ülkesini terk etmek durumunda kalan ve kendi ülkesinin onu korumaması veya koruyamaması sebebiyle başka bir ülkeden koruma talep eden kişileri, yani mültecileri anlamamız gerektiği üzerinedir.

M

ülteci, sığınmacı ve göçmen kavramları hukuksal açıdan ve sahip oldukları haklar bakımından birbirlerinden farklı durumları ifade eder. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da mülteci, göçmen ve sığınmacı kavramları konusunda bir kafa karışıklığı var. Göçmen bizim toplum olarak yabancı olmadığımız bir kavram. Çünkü son 200 yıldır Osmanlı’nın çekilmek zorunda kaldığı Kafkaslar’dan, Kırım’dan ve Balkanlar’dan Türkiye’ye bir göç akını zaten var. Bunlara göçmen veya muhacir diyoruz, mülteci demiyoruz. Peki, mülteci nedir? Mülteci kavramı bizim gündemimize ve dünyanın da gündemine II. Dünya Savaşı’ndan sonra girmiş bir kavramdır. Mülteci iltica eden kişi demektir. Arapça kökenli bir kavramdır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da sınırlar yeniden çizilmiş ve ulus-devletçilik yükselişe geçmiştir. Ulus-devletlerin içerisindeki farklı milletlerden olan etnik gruplar baskı, yıldırma, ülkeden çıkarılma gibi olaylar yaşadı. Bu da ülke içerisinde barınamayan ve hayati riskle karşılaşan insanların başka ülkelere sığınmalarına neden oldu. Yani Avrupa’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir insan hareketliliği başladı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Örgütü bu insan 63


kültürlerin karşılaşmasından kaynaklanan bazı toplumsal sıkıntılar yaşanabilir. Bunu da doğal karşılamak gerekir. Çünkü Suriyelilerin gelenekleri, kültürleri, yaşayış biçimleri Türk toplumundan oldukça farklıdır. İki farklı topluluk karşılaştığında küçük sürtüşmeler, tartışmalar elbette yaşanabilir. Ancak 3 milyon insanın Türkiye’de yaşamasına rağmen Suriyeliler ile Türkiyeliler arasında çok büyük bir sorun yaşandığını söyleyemeyiz. Türk halkının Suriyeli mültecileri büyük bir diğerkâmlıkla karşıladığını ve Avrupa ile karşılaştırıldığında uyum içinde yaşandığını söyleyebiliriz. Bir yandan da daha düşük statüde sokakta kalan insanlar var. Ama bunların sayısı binde bir bile değildir, çok daha azdır. Tabi yine de dikkat çeken bir husus. Nitekim onların Suriyeli olduğuna dair bir kanıt yok elimizde. Sokakta kalanlar hep vardı ve hep de var olacaktır. Mesela, dilencilik yapan ve sokakta kalan insan sayısı Suriyelilerle birlikte bir miktar artmış olabilir; ancak bunun tamamını Suriyelilere bağlamak doğru olmaz. Örneğin, geldiğim kentte dilencilerin yaşadığı bir köy var. Orada görüyorum ki tanıdığım insanlar giysilerinin üstüne “Suriyeliyim” yazıp Suriyeli olmayı dilenme aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Bir de sokakta kalma dediğimiz hadise, zorunluluktan kaynaklandığı gibi insanların kendi tercihlerinden de kaynaklı olabilir. Belediye onlara bir yer gösterse dahi orada yaşamayı tercih etmeyebilirler. Kimse sokakta kalmak istemez tabii ki, ancak zorunluluktan kalanlar dışında düşkünler yurduna veya Darülaceze’ye gitmeyen, belediyenin gösterdiği yerlerde kalmayan insanlar da var. Suriyelilerin sokakta kalma oranı çok düşük. Ancak sokakta oldukları zaman mutlaka dikkatimizi çekiyorlar, onlara karşı algıda daha seçici davranmış oluyoruz. Yeri gelmişken dilenci mevzusuna da değinelim. Suriyeliler gelince dilenci sayısı arttı gibi bir algı var. Suriyelilerin çoğu Suriye’de ne iş yapıyorsa burada da o işi yapıyor. Suriye’de sanayici olan insanların buraya gelince dilenci oldukları şeklinde bir şey yok. Suriye’de dilenciyse burada da aynı şeyi yapıyor. Onun dışında Suriyelilerin bir çoğu iş güç sahibi insanlar. Burada şirket kuruyorlar, restoran açıyorlar, çeşitli girişimlerde bulunuyorlar. Binlerce Suriye ortaklı şirket var. Dolayısıyla Suriyelilerle dilencileri özdeşleştirmek doğru değil.

Türkiye özellikle güney sınırında yaşanan istikrarsızlıklar nedeniyle mülteci akınına uğruyor. Genelde bu durum özelde ise Suriye’den göçen mülteciler Türkiye’de ne gibi sorunlar yaşıyor? Öncelikle şunu söyleyelim; mülteci olmak zaten başlı başına yoksun olmayı, zor durumda kalmayı ifade eden bir kavram. Çünkü insanlar ülkelerini zorunlu olarak terk etmek ve bilmedikleri başka bir ülkeye sığınmak durumunda kalıyor. Vatandaşı olmadıkları bir ülkeden koruma talep ediyorlar. Kimliğini, pasaportunu taşıdıkları ülkeden kaçmak zorunda kalmaları ve vatandaşlığına mensup oldukları ülkenin onları koruyamaması mülteciler üzerinde psikolojik olarak büyük bir yıkıma yol açıyor. Bir de hiç tanımadıkları bir ülkeye gitmiş olmalarının getirdiği yabancılık ve hayata tutunma güçlüğü mültecileri bekleyen diğer sıkıntılardan. Gittikleri ülkenin dilini bilmedikleri için gündelik hayatta ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri noktasında dahi çok büyük zorluklarla mücadele etmeleri gerekiyor. Hatta karşılaştıkları en büyük zorluk dil bilmemeleridir. Bugün Suriyelilerin Türkçe bilmemesi Türkiye’de karşılaştıkları bütün sorunların başında gelir. Çünkü geldiklerinden farklı bir ülkede hayatlarını devam ettirmek için çalışmak zorunda kalıyorlar ve çalışmak için de dil bilmeleri işlerini kolaylaştırıyor. Dil bilmeyen mülteciler vasıfsız, daha kötü şartlarda ve düşük ücretle çalışmak durumunda kalıyor. Bir de çalışma durumu olmayan, belirli bir beceriye sahip olmayan, maddi birikimi de olmayan insanlar var. Onlar da Türkiye’de çeşitli şehirlerde mülteciler için kurulan kamplarda kalıyor. Türkiye’de kamplarda şu anda yaklaşık 300.000 mülteci kalıyor. Ancak toplam mülteci sayısı 3 milyona yakın. Yani mültecilerin sadece %10’u kamplarda kalıyor. Kamplarda kalanlar daha çok kalacak yere sahip olmayan ve maddi durumu iyi olmayan insanlar. Kampların dışında yaşayanlar zaten şehirlerde Türkiye toplumuyla beraber yaşıyor. Kentlerde kalan insanlar hayatlarını devam ettirebilmek, kiralarını ödeyebilmek, yaşam masraflarını karşılayabilmek için çalışmak zorunda. Bu kadar insan çalışıyor, kira ödüyor, alışveriş yapıyor, Türk vatandaşlarıyla sürekli etkileşim içinde oluyor. En büyük sorun ifade ettiğim gibi maddiyattan kaynaklı zorluklardır. Zaten mültecinin de genelde maddi sorunu olur, ikincil olarak ise -onun için- dil bilmeme sorunu söz konusudur. Bunun dışında da farklı

Mültecilerin oturma ve çalışma izinleri, vatandaşlık ve eğitim durumları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Suriyelilerin durumu diğer mültecilerin durumundan biraz daha farklıdır. Çünkü Suriyelilere mülteci, göçmen ya da sığınmacı demiyoruz. Suriyeliler geçici koruma altındaki kişiler. Oysa mültecilik ve göçmenlikte bir geçicilik yok. Oraya yerleşmek için gelen kişilere mülteci veya göçmen denir. Ama Suriyeliler geçici olarak koruma altındalar, ülke iç savaştan kurtulduğu zaman geri dönecekler. Ancak savaş 6. yılına girdi ve savaştan kaçan insanlar 5-6 64


yıldır Türkiye’de yaşıyor. Yaşayabilmek, hayatlarını sürdürebilmek için çalışmaya, üretmeye ihtiyaçları var. Tabi bunun için de yasal düzenlemeler mevcut. 2016 yılı Ocak ayında koruma altındaki yabancıların çalışmasını kolaylaştıracak bir yasal düzenleme yapıldı. Bu yasal düzenlemeyle Suriyeliler dışındaki diğer koruma altındaki kişiler ve uluslararası korumaya alınan kişiler daha kolay çalışma izni alabilecekler. Oturma izni konusunda da Suriyelilere geçici bir kimlik kartı veriliyor. Bu geçici kimlik kartıyla ücretsiz olarak hastanelerden faydalanabiliyorlar, çocuklar da okula gidebiliyor. Okullaşma oranına değinecek olursak kamp dışında yaşayan çocuklarda okula gitme oranı %40 civarında, kamplarda kalanlardaysa bu oran %95%99’a kadar yükselebiliyor. Kamplardaki çocukların neredeyse tamamı okula gidiyor. Kamp dışındaki okullaşma oranının yükseltilmesi için hem devlet hem de sivil toplum kuruluşları daha fazla çaba sarf etmeli. Türkiye’deki çocuklara nasıl ilköğretim şart koşuluyorsa Suriyeliler için de böylesi bir zorunluluk getirilmeli. Çünkü ülkelerine geri dönecekleri varsayılıp eğitim açısından yatırım yapılmazsa 10 yılı bile aşmadan yüz binlerce belki de milyonu aşan cahil, vasıfsız genç bir kitle oluşacak. Dolayısıyla bir an önce okullaşma oranının daha yukarıya çekilmesi için çalışmalar yapılmalı. Üniversitelerdeki Suriyelilerin oranı da çok düşük. Diğer yabancılara tanındığı gibi Suriyelilere de tanınan sınavsız üniversiteye geçiş hakkı var. Çünkü üniversitelerin bir yabancı kotası var. Bu kotaya Türkiye’de üniversite okumak isteyen bütün öğrenciler başvurabilir. Suriyeliler sınavsız üniversiteye giriyor ve bununla ilgili olarak sınavla üniversiteye giren öğrencilere haksızlık yapıldığı falan iddia ediliyor. Bu Suriye’ye mahsus bir şey değil. Kolombiya’dan, Ukrayna’dan, Belçika’dan gelen öğrenci de bu kotadan yararlanabilir. Ancak YÖK’ün belirlediği bir kontenjan var ve zaten bu kontenjanın çok azı doluyor. Dolayısıyla Türkiye’de eğitim gören yabancı öğrenciler kendilerine ayrılmış kontenjanı kullanıyor, kimsenin hakkına girilmiyor veya kimse daha avantajlı konuma getirilmiyor. Hem ilköğretim hem üniversite anlamında Suriyelilerin eğitime kazandırılması Türkiye için bir kazanç olacaktır. Kendi ülkelerine dönseler dahi Türkçe bilen, Türkçe eğitim almış kişilerin ticari, kültürel ilişkileri olacağını, Türkiye ile kendi ülkeleri arasında

irtibat sağlayabilecek potansiyele sahip insanların yetişeceğini düşünüyorum. Eğitime yatırımın gelecekte her halükarda Türkiye’nin işine yarayacağını, işlevsel bir yatırım olacağını düşünüyorum. Türkiye’nin sürekli olarak mülteci akınına uğraması Türk toplumunda ne gibi sosyal ve kültürel sorunlara yol açıyor? Suriye’den gelen insanlarla Türk toplumunun kültürel açıdan ve dini açıdan benzerlikleri var, peki savaştan kaçan insanlar İsrail veya Ermenistan gibi Türkiye’nin bazı tarihsel ve güncel husumetlerinin olduğu bir ülkenin vatandaşı olsaydı yine bu kadar uzun süre Türkiye’de büyük bir sorun yaşamadan kalabilirler miydi? Türkiye’deki insanların yaşayabileceği sorunlara üstte biraz değindik aslında. Türkiye sürekli savaşların, karışıklıkların, ihtilallerin, ayaklanmaların olduğu bir coğrafyada yer alıyor. Yani bakacak olursak zamanında Bulgaristan’da, Yunanistan’da zulüm gören insanlar Türkiye’ye göç etmiştir. Ukrayna’da, Moldova’da da sıkıntılar olabilir. Nitekim oralardan da insanlar yine Türkiye’ye geliyor. Rusya dağılıyor, İran’da devrim oluyor, Amerika Irak’a girdiğinde Körfez Savaşı yaşanıyor ve bu ülkelerin vatandaşlarının göç ettiği yer Türkiye oluyor. Suriye’de iç savaş yaşanıyor, insanlar sınır komşusu olan Türkiye’ye geliyor. Türk toplumu Türkiye’ye sığınan insanlara ötekileştirici davranışlarla veya milliyetçi, ırkçı bir tavırla değil, gayet olgun bir şekilde ve diğerkâmlıkla yaklaşmıştır. Türkiye halkının bu konudaki tutumu gerçekten takdire şayandır. Bu tutumun ne kadar önemli bir toplumsal davranış örneği olduğunu anlamak için geçen yıl Avrupa’ya giden 1 milyon mültecinin Avrupa’yı nasıl ayağa kaldırdığına bakmak yeterlidir. Türkiye halkı şu an bütün Avrupa’daki mültecilerin yaklaşık 10 katı kadar Suriyeliyi ağırlamaktadır ve buna rağmen Avrupa’daki gibi bir tepki gerçekleşmiş değildir. Bu ancak toplumun ve devletin gölünün zenginliğiyle, hoşgörüsüyle açıklanabilir. Türkiye’ye sığınan insanlar Ermenistan veya İsrail vatandaşı olsaydı demiştiniz, bu halde de yine hiçbir şey değişmezdi. Bugün Ermenistan vatandaşlarının göçmen olarak gidip de en çok çalışma yaptıkları yer Türkiye’dir. Türkiye’de yüz binden fazla Ermeni işçi Türk işçiler ile birlikte çalışıyor. Kimse Ermeni olduğundan dolayı o insanları dışlamıyor veya ötekileştirmiyor. Bu ülkelerin politik sorunlarıyla karşılaştırılamaz. Devlet olarak baktığımızda Türkiye’nin şu an en sorunlu olduğu devlet Suriye’dir. Ama Türkiye toplumu bunu ayırabiliyor. Bir devlete düşman olmak insana düşman olmak anlamına gelmiyor. Yahudiler, İsrail vatandaşları birkaç yüzyıl önce dünyanın birçok yerinden sürülmüştür ve Osmanlı Devleti sınırları içinde, Türk topraklarında nefes alabilmişlerdir. 1948’e kadar, İsrail Devleti kurulana dek Türkiye’de yaşamışlardır. Türk toplumu Yahudilere karşı da ötekileştirme, dışlama, şiddet kullanma gibi 65


eylemlerde bulunmamıştır. Bu yüzyıllardır genetik kodlarımıza işlemiş bir şey. Osmanlı Devleti bir sürü farklı milletten insanı bünyesinde barındıran bir devletti. Türkiye bugün her ne kadar ulus-devlete evrilmiş olsa da genetik kodlarımızda hala farklılıklara tahammül etme geni mevcut diye düşünüyorum.

arttırdığını söyleyebiliriz. Yani hem mülteci politikası hem uluslararası yardım örgütlerinde ön planda olması hem de yardıma ihtiyacı olan her ülkeye ulaşıyor olması Türkiye’yi siyasi açıdan ve uluslararası arenada güçlendiren bir husustur. Kota konusuna değinelim; evet Türkiye’nin böyle bir kotası yok. Uluslararası anlaşmalara göre de Türkiye sınırlarını açmak zorunda. Uluslararası koruma Birleşmiş Milletler’in tanımladığı bir koruma çeşididir. Bir ülkede savaş, deprem, yangın, volkan varsa yani kısaca can güvenliği yoksa ülke doğal haline geri dönene kadar sınırlar tanınmaz. İnsan hayatı her şeyden önemlidir ve bu sorunlarla karşılaşan insanlar en yakın yere göç eder. Kitlesel olarak gelen bu göç akınına karşı uluslararası yasalar gereğince her ülke sınırını açmak zorundadır. Türkiye’nin yerinde Yunanistan veya Macaristan olsaydı onlar da sınırını açmak zorundaydı. Ayrıca Avrupa içerisinde de mültecilik durumunu düzenleyen farklı yasalar var: Örneğin Dublin Sözleşmesi bunlardan biridir. 1990’da imzalanan bu sözleşmeye göre Avrupa Birliği’ne ayak basan mülteci ayak bastığı ülkede kalmak zorundadır. Örneğin; kişi, Macaristan’a -havadan girmediği sürecekaradan zaten başka ülkelerden geçerek geldiği için ilk geldiği ülkede mültecilik başvurusunu yapmak ve orada kalmak zorunda. Sözleşmeye tabi ülkelerin mülteci kabul etmemek gibi bir hakları var zaten. Ancak yasal olarak Avrupa Birliği içerisinde mültecilerin yeniden yerleştirilmesine yönelik bazı kotalar oluşturuluyor ki bu kotalara sadık kalmak gibi bir yükümlülükleri de mevcut. İkisi birbirinden farklı şeyler. Türkiye’de koruma altındayken başka bir ülkeye giden mülteciler zaten koruma altındayken gittikleri için ülkelerin, sınırlarını kapatabilme hakkı var. Çünkü Türkiye’de can güvenliği sorunu veya baskı gibi başka herhangi bir sorunla karşılaşmıyorlar ve bundan dolayı artık farklı bir politikaya tabi tutuluyorlar.

Türkiye’nin ve Avrupa ülkelerinin üretmiş olduğu mülteci politikaları sorunun çözümünde yeterli midir? Ve Avrupa ülkeleri sığınmacı olarak aldıkları insanlar için bir kota belirliyor. Türkiye’nin böyle bir kotası yok, bunu değerlendirebilir misiniz? Ayrıca geçtiğimiz aylarda Türkiye 3 milyona yakın Suriyeliyi misafir ederken Macaristan sınırlarını kapatarak mültecileri almadı, bunu nasıl değerlendirebiliriz? Mülteci politikası uluslararası bir politika olarak değerlendirilir. Yani ülkenin bir sınır ve göç politikası varsa bu sadece iç işlerini ilgilendirmez, çünkü mülteci başka bir ülkeden sizin ülkenize gelen kişidir. Dolayısıyla yapılan her düzenleme aslında uluslararası düzenleme anlamına gelir ve karşılıklı anlaşmalarla da uyum içerisinde bir politika geliştirilebilir. Türkiye, Birleşmiş Milletler’e taraf bir ülke ve doğal olarak Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin sözleşmelerine de taraf. Aynı zamanda Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine devam etmesinden dolayı Avrupa Birliği’nin mülteci, göç ve sınır politikalarından bağımsız bir politika geliştirmiyor. Zaten son yapmış olduğu anlaşma da Avrupa Birliği’nin sınır politikasına paralel bir politika olarak değerlendirilebilir. Şunu da ifade etmek gerekir; Türkiye uluslararası anlaşmalarla uyum içinde olma şartına rağmen göçmenlere ve mültecilere diğer devletlerin davrandığı gibi davranmıyor, daha insancıl bir tutumu benimsiyor. Siyaset bilimi literatüründe veya uluslararası arenada merhamet diye bir kavram pek yer edinememiş olabilir; ama Türkiye mültecilere ve göçmenlere karşı kuşatıcı, kapsayıcı ve merhametli bir politika izliyor. Son dönemlere baktığımızda Türkiye dünyada en çok yardım yapan ülkelerin başında geliyor. Amerika’dan sonra yardım yapan ülkeler arasında 2 ya da 3. sırada. Türkiye yaklaşık son 10 yıl içinde yardım alan bir ülkeden yardım eden bir ülkeye dönüşmüştür. Bu yardımların uluslararası arenada Türkiye’nin saygınlığını

Türkiye’nin geçtiğimiz aylarda mülteciler ile ilgili olarak Avrupa Birliği ile yaptığı anlaşmayı ve bunun ne gibi sorunlara yol açacağını değerlendirebilir misiniz? Türkiye Avrupa Birliği ile 2013 yılında bir geri kabul anlaşması imzaladı. Geçtiğimiz Mart ayında yapılan sözleşme 2013 yılında yapılan geri kabul anlaşmasının 6 ay öne çekilmesiyle ilgiliydi. Geri kabul anlaşması çerçevesinde Türk vatandaşları vizesiz seyahat özgürlüğüne kavuşurken Türkiye de; Türkiye üzerinden Avrupa Birliği sınırlarını geçmiş olan mültecilerin iade ve kabulünü gerçekleştirecekti. Anlaşma 3 yıllık bir geçiş sürecine sahiptir. Bu 3 yıllık geçiş süreci Aralık 2016’da dolacaktı ancak Türkiye’den Yunanistan’a, Yunanistan’dan Avrupa’ya çok fazla geçiş olduğundan dolayı Avrupa Birliği’nin isteğiyle anlaşma Haziran’a çekildi. Haziran 2016’dan itibaren Türk vatandaşları Avrupa’da vizesiz seyahat hakkına sahip olacak ve Avrupa’nın göçmen politikasına uygun 66


olarak imzalanan bu anlaşmanın şartları böylece daha erken devreye girmiş olacak. Anlaşma gereğince Türkiye’nin yerine getirmesi gereken, çoğunluğu göç ve sınır politikasına ilişkin 72 farklı şart var. Bir de şöyle bakarsak; Türkiye ‘nin bu anlaşmayla birlikte bir göçmen deposuna dönüşmesi riski de var, bundan da bahsedildi sürekli. Bu noktada şunu ihmal etmememiz lazım; Avrupa’dan Türkiye’ye iade edilen her mülteci karşılığında Türkiye’deki kamplardan Avrupa’ya mülteci gönderilecek. Yani Avrupa yasal olarak mülteci kabulü yapmış olacak. Aslında reel olarak baktığımızda buradaki göçmen sayısında bir artış olmayacak ve geri iade olduğu için de geçişler azalmış olacak. Hayatını tehlikeye atıp derme çatma botlarla Avrupa’ya geçmeye çalışanların, göçmen ölümlerinin azaldığını görüyoruz zaten. Bu anlaşma yasal olarak insanların Avrupa’ya gitmesini kolaylaştıracak, yasadışı gidişleri de en aza indirmeye çalışacak. Dediğim gibi Türkiye’deki göçmen sayısını arttıracak bir anlaşma değil, göçmenler hayatta kalabilmek için Türkiye’de farklı yollar deneyeceklerdir. Çünkü Türkiye’den giderse iade edileceğini bilen insanlar daha yasal yollar bulmayı deneyecektir. Türkiye bu anlaşmayla göçmen deposuna dönmektense çok daha az risk altında olabileceği bir konuma gelecektir.

yürütmekte ve tam üyelik vize serbestisini veya seyahat özgürlüğünü getirmekte. Yani seyahat özgürlüğü vs. Türkiye’ye yapılmış büyük bir jest ya da ödül değil. Avrupa toplumunun mültecilere yönelik olumsuz bir algıya sahip olmasının temelinde ne yatıyor? Sosyal ve kültürel kaygıların büyük bir payı olduğu söylenebilir mi? Türkiye ile Avrupa Birliği’nin durumu Suriye düzleminde birbirinden biraz farklı. Çünkü Suriye ve Türkiye vatandaşlarının dilleri farklı olsa da aynı dine sahipler ve bu hoşgörü eşiğini biraz daha yukarı çekiyor olabilir. Ancak Avrupa’nın mültecilere tepkili olmasının sebebini sadece dine bağlamak da doğru olmaz. Bugün Avrupa’da göçmenlerin oranı %11 civarında ve bunların %6 ‘sını Müslümanlar oluşturuyor. Son zamanlarda özellikle Müslüman göçmenlere karşı oluşan olumsuz tutumun ve kamuoyunun oluşmasının sebeplerine baktığımızda bunun terörle ilişkili olduğunu belirtmemiz gerekir. 11 Eylül sonrasında Batı toplumunda Müslümanlara karşı olumsuz algıyı besleyen bir kamuoyu ve medya oluştu. Göçmenlerle Müslümanlar, Müslümanlar ile suç, İslam ile terör sürekli birlikte kullanılmaya başlandı. Bu da beraberinde İslam düşmanlığını ve İslamofobi olarak adlandırılan İslam korkusunu getirdi. Kamuoyunda Müslümanlar ve göçmenler konusunda olumsuz algı geliştirmeye çalışan Batı medyası yeterince malzemeye zaten sahip. Avrupalılar nezdinde Paris, Brüksel saldırıları daha önce olan Madrid, Londra olayları; Müslümanlar ile terörizmi eş tutabilecekleri kullanışlı argümanlar. Bunlar Avrupa’daki Müslümanların günlük hayatını dahi zorlaştıracak etkenlere dönüşüyor. Avrupa’daki terör olaylarının göçmen politikaları üzerinde etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü günümüzde dünyadaki mültecilerin neredeyse tamamı Suriye’den, Afganistan’dan, İran’dan, Irak’tan, Somali’den göç eden Müslüman insanlar. Dolayısıyla mülteciler eşittir Müslüman algısı oluşuyor. Terör olaylarıyla birlikte baktığımızda çizilen olumsuz algı aracılığıyla mültecilik, suç ve İslam birlikte anılmaya başlıyor. Bir kamuoyu araştırması gibi yaklaşmaktan çok daha doğru çıkarımlarda bulunabileceğimiz seçim sonuçlarına bakarsak Avrupa Birliği ülkelerinin neredeyse tamamında sağcı, aşırı ırkçı partilerin iktidarda veya iktidar ortağı olduğunu görürüz. Bunu son dönemdeki göçmen karşıtı hareketlerin yükselmesi olarak okumamız gerekir.

Mültecilerin elimizde bir koz olduğunu söyleyebilir miyiz bu durumda? Şöyle söyleyelim; Türkiye ile Avrupa Birliği arasında devam eden üyelik müzakereleri var. Avrupa Birliği’ni 28 ülke oluşturuyor ve bu ülkelerin sınırları tek sınır kabul ediliyor. Avrupa Birliği’nin içinde değil, birlikle diğer ülkeleri ayıran bir dış sınır var sadece. Eğer Türkiye 28 ülkenin içerisine dahil edilecekse Türkiye’nin dış sınırları artık Avrupa Birliği’nin dış sınırları olacak. Dolayısıyla Türkiye, Avrupa Birliği’nin göç ve sınır politikasına ortak bir politika geliştirecek. Türkiye’nin geliştireceği politikayı Avrupa Birliği ile ortak bir zeminde yapması son derece doğal bir şey. Suriye İç Savaşı’ndan kaçan mültecilere harcanan para anlamında Türkiye’nin sırtında büyük bir yük var. Bu yükün altına Avrupa Birliği’nin de girmesi gerek. Bu noktada göçmenlerin koz olarak görülmesi şeklindeki değerlendirme doğru olmaz. O zaman, Yunanistan’a yapılan para yardımı üzerine de göçmenlerin koz olarak kullanıldıkları şeklinde bir değerlendirmede bulunmamız gerekirdi. Bütün dünya ve Avrupa ülkeleri Suriyelilere Türkiye’nin yaptığından çok daha az yardım yapıyor. Türkiye mülteciler için yaklaşık 10 milyar dolar harcarken Türkiye’ye mülteciler için dışarıdan gelen yardımlar sadece 400 milyon dolar kadar. Bunu koz olarak Avrupa kullanıyor. Avrupa Birliği Avrupa’ya geçen 1 milyon kişiyi istemiyorsa o halde sığınmacıların en yakın ülkede, en sağlıklı ve insani şartlara ulaştırılması doğrultusunda katkıda bulunmalı. Bunun maddi ve manevi bir bedeli olacaktır. Zaten Avrupa Birliği, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini

Vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz.

67


Hazırlayan: Özgenur AKTAN

aktanozgenur@gmail.com

SABİHA SENYÜCEL GÜNDOĞAR İLE MÜLTECİLİK VE ÇOKKÜLTÜRCÜ POLİTİKALAR ÜZERİNE Okuyucularımız için kendinizden ve çalışma alanlarınızdan bahsedebilir misiniz?

ediyoruz. PODEM, 1 ve 2 Aralık 2015’te, Gaziantep ve Ankara’da Suriyeli sığınmacıların geleceği ve Türkiye’ye etkilerini tartışmak üzere Saferworld, Baytna Syria ve ORSAM ile işbirliğinde iki çalıştay gerçekleştirdi. ** Ayrıca, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri üzerine de çalışıyoruz.

K

amusal Politika ve Demokrasi Çalışmaları Merkezi (PODEM)’nde araştırma direktörü olarak çalışıyorum. Yaklaşık bir yıldan biraz fazla bir süre önce Şubat, 2015’te PODEM’i kurduk. PODEM yeni bir kurum; fakat ben dahil burada çalışan arkadaşlarımızın çoğu sivil toplum ve düşünce kuruluşu alanında oldukça deneyimli. PODEM’in öncesindeki 13 sene boyunca Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV)’nda çalıştım. TESEV’deki yapı buradakinden daha farklıydı. TESEV’de belirli programlar altında çalışıyorduk. Ben de dış politika programı özelinde çalışıyordum ve son yıllarda da programın direktörlük görevini yürütüyordum. Burada, PODEM’de ise daha farklı bir yapılanma içerisindeyiz. Küçük bir kurumuz; fakat Ermeni meselesi, Kürt sorunu, din eğitimi ve polis gücü konusunda yürütülen birtakım araştırmalarımıza bağlı olarak Türkiye’deki demokratikleşme süreci üzerine çalışmalarımız mevcut. Ayrıca, yakın zamanda Orta Doğu’daki belirli ülkelerde saha çalışmalarına başlamayı planlıyoruz. TESEV’den ayrılmadan önce, Türkiye’ye gelen Suriyelilerin yerleştikleri yerlere etkisi üzerine bir çalışmada yer almıştım.* Burada da Suriyeliler üzerine çalışmalarda bulunmaya devam

Çokkültürlülük ile çokkültürcülük kavramlarının Türkiye’deki görünümünden bahsedip bu iki kavram arasındaki birtakım farklılıklara değinebilir misiniz? İki kavram birbirinin eşanlamlısı gibi kullanılabiliyor; fakat iki kavram arasında birincisinin toplumların heterojen yapısına, ikincisinin ise farklılıkların tanınabilmesi ve korunabilmesi doğrultusundaki siyasi bir arayışa odaklandığını dile getirip ayrım yapanlar mevcut. Siz, bu konuda ne düşünüyorsunuz? İki kavramı sizin de belirttiğiniz üzere ayıranlar mevcut. Ancak birçok yerde çokkültürlülük ve çokkültürcülük kavramları aynı anlamda kullanılıyor. Esasında iki kavram arasında temelde çok büyük bir farklılık yok. Daha detaylı akademik çalışmalarda bu ayrım hususu üzerine ek belirtmelere ihtiyaç duyulabilir. Türkiye’de ise çokkültürlülüğün teşvik edilmesinin gerekliliği üzerinde durulmalıdır. Türkiye sahip olduğu bütün farklı kimliklerin varlığını daha çok ön plana 68


çıkarmalıdır. Bu çerçevede Türkiye’deki Suriyelilerin de böyle bir konumda yer alabilmeleri önem taşıyor.

Sivil toplumuz ve eleştirmek işimizin gereği; ama bu konuda Türkiye’ye herhangi bir eleştiri getirebilmek çok zor. Özellikle de gelişmiş sermayeye sahip birçok devletin mülteciler özelindeki politikası ile Türkiye’nin tutumunu karşılaştırdığımızda Türkiye’ye eleştiri getirmenin ne kadar zor olduğunu görebiliriz.

Bir kavramın pratikte neden ve nasıl hayata geçirildiğine dikkat etmek gerekir. Küreselleşme süreci ile de ivme kazanan çokkültürlülük artık yadsınamayacak, evrensel bir gerçektir. Kimliklerin birini diğerine boğdurmak yerine, bir arada yaşamayı teşvik etmek doğrultusundaki politikalar ile potansiyel çatışmaların önüne geçilebilir. Herkes bir üst kimlik etrafında buluşturulabilir. Bu üst kimlik şemsiyesinin altındaki alt kimlikler toplumsal barış temelinde yaşamlarını sürdürebilir. Bu bağlamda kabul edilme ve tanınma olguları kritik bir öneme sahiptir. Ancak herhangi bir kimliğin, sırf otoritelerce kabul edilmediği için yok olacağını da belirtemeyiz. Kişi kendini nasıl tanımlıyorsa odur zaten. Kişinin kendisine atfettiği anlam, kimlik ve bunun pratikteki yansımaları değişken ve dinamik bir niteliktedir. Türkiye, bünyesindeki farklı kimlikleri entegre etmek noktasında çok ciddi mesafeler kat etmiş olsa da halen yapılması gereken şeyler var. Bu anlamda yeni anayasa üzerine çalışmalar, ciddi bir önem taşımaktadır.

Suriyeli göçmenler hayatlarını riske atarak Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyor. Yapmış olduğunuz saha çalışmaları çerçevesinde Türkiye, Suriyeliler için daha iyi bir yaşantı inşa edebilecekleri bir yer olarak görünebilir mi? İnsanlara daha iyi bir yaşantı sağlamak söz konusu olduğunda, hiçbir zaman hiçbir şey yeterli değildir. Bir şeylere her zaman için geç kalınmıştır ve yine her zaman için yapılabilecek bir şeyler vardır. Suriyelilere yönelik hukuki düzenlemeler için Türkiye’de en azından bir noktaya kadar geç kalınmış olduğunu belirtebiliriz. Ancak bu geç kalınmışlıktan kaçınılabilmesi mümkün müydü? Bundan çok emin değilim. Güvenli bölge oluşturulmasından konuşuldu ve bu halen hayata geçirilmiş değil. Ancak yeniden, çalışma yasasının iyi bir adım oluşturduğundan bahsedebiliriz. Milli Eğitim Bakanlığı ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) işbirliğiyle oluşturulan ve Türkiye’de gitgide yayılan geçici eğitim merkezleri de Suriyeli çocuklar çerçevesinde önemli bir işleve sahip. Çocuklara hem Arapça hem de Türkçe öğreten geçici eğitim merkezleri, önemli bir geçiş mekanizması işlevi görüyor. Sosyal, toplumsal riskleri elimine edebilmek ve çocukların adaptasyonlarını sağlayabilmek noktasında geçici eğitim merkezlerinin çok önemli bir role sahip olduğunu düşünüyorum. Suriyeli çocukların yaşıtları ile birlikte eğitim alabilmeleri gerekiyor. İstanbul gibi büyük şehirlerde örnekleri daha az görülmekle birlikte, küçük yerleşimlere gidildikçe çocuklarının Suriyeli çocuklar ile birlikte eğitim almasına karşı çıkan veliler olduğunu gözlemliyoruz. Suriyeli çocukların farklı bir katta eğitim almasını idari yollara başvurarak dile getirmeye çalışanlar bile mevcut. Küçük yerlerdeki okulların altyapısındaki eksikliklere bağlı olarak eğitim personellerinin ve velilerin şikayetleri ivme kazanabiliyor. Bu noktada, herhangi bir toplumsal karşı karşıya gelmeyi önleyebilecek mekanizmaların hayata geçirilmesi önemli. Zira birçok Suriyeli aile ekonomik sorunlarına ilaveten çevreden gelen tepkilere de bağlı olarak çocuklarının okula devam edemediğini dile getiriyor. Orta ya da uzun vadeli planlar için Suriyeli çocukların eğitim sistemine kazandırılabilmesi ve bu sürecin devamlılık gösterebilmesi çok büyük önem taşıyor. Dahası okullaşma oranının arttırılması doğrultusundaki çalışmalar çocuk emeği sömürüsünün engellenebilmesi özelinde de büyük bir etkiye sahiptir. Tabii tüm bu sorunlar her Suriyeli için çözülemiyor. İlaveten, Türkiye’de çok büyük bir kutuplaşma var ve bazı kimseler Erdoğan, AKP karşıtlığı ile Suriyelilere

Birçok Suriyeli aile geçinebilmek için çocuklarını çalıştırmak zorunda. Hem ucuz işgücü oluşturmalarına hem de yeni bir dili daha kolay öğrenebilmelerine bağlı olarak çocuk emeği sömürüsünün bunun gibi insani/siyasi göç hallerinde karşımıza çıktığını görüyoruz. Çocuk emeği sömürüsünün engellenebilmesi noktasında sizce ne gibi hukuki, idari mekanizmalar hayata geçirilmeli ve bu süreçte hükümetin pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye özelinde çocuk işçiliği sadece Suriyeliler ile gündeme gelmiş bir konu olmasa da Türkiye’ye Suriyeli göç akınının kısa bir zamanda gerçekleşmesi, göç edenlerin sayısının çok olması ve göç edenler içerisindeki kadın ve çocuk nüfusun geniş oranı çocuk sömürüsü, kadın istismarı, emek sömürüsü gibi sorunların artmasına yol açtı. Suriyelilerin hukuken ya da farklı mekanizmalar ile her şekilde korunabildiklerini iddia edebilmek zaten mümkün değil. Ancak birtakım düzenlemelere bağlı olarak çalışma yasasının ufak ufak uygulanmaya başlanması ile bu konuda önemli bir adım atılmış olacak. Tabii bu demek değil ki çocuk işçiliğinin önüne tamamen geçilebilecek. Kimsenin elinde böyle bir sihirli değnek yok. Türkiye vatandaşları için belirli çalışma prosedürleri mevcut olmasına rağmen Türkiye’de çocuk işçiliği sorununun devam ettiğini görüyoruz. Türkiye’de mevsimlik işçi sorunu, insanların sigortasız çalıştırılması gibi daha birçok gerçek var ve ülkeye yönelik göç akınlarında da gelen kişiler ülkedeki yapının, sistemin mağduru olabiliyor. İdeal siyaset ile gerçekler arasındaki ayrıma odaklanmamız önemli. Türkiye’deki imkanlar sınırlı ve ülkedeki yapısal ya da değişken sorunlar Suriyeliler için de etkili olabiliyor. 69


karşı negatif bir tutumun benimsenmesi hali arasında ciddi bir paralellik ilişkisi kurabiliyor. Yani insanlar Suriyelilere karşı siyasi tercihlerine göre pozisyon alabiliyor. Bir de şehirlerdeki Suriyelileri kendi çıkarları için değerlendirmek ve kullanmak isteyenler de mevcut. İşsizlik meselesini ve ev kiralarındaki artışı Suriyelilerin gelişine bağlayanlar da var. Suriyelilerin ücretsiz olarak sağlık hizmetlerinden yararlanması özellikle küçük yerlerde bazı şikayetlere yol açıyor. Hastanelerin altyapılarındaki eksikliklere bağlı olarak hastalar Suriyelilerin de eklemlenmesi ile daha fazla sıra beklemekten yakınabiliyor, sağlık personelleri mesai artışından şikayet edebiliyor.

hissediyor. Yani bu belirsizlik hali, insanları Avrupa’ya yönlendiren bir diğer unsurdur. Suriyeli ailelerin büyük bir kısmı çocukları için Avrupa’ya ulaşmayı amaçlıyor. Çocuklarının bir şekilde Avrupa’daki sisteme dahil olabilmesi için insanlar ölümü bile göze alabiliyor. Özetle belirttiğimiz tüm bu sorunlara ilaveten, Türkiye’deki hukuki ve siyasi anlamdaki belirsizlik hali de Suriyelilerin Avrupa’ya yöneliminde etkili. Bu çerçevede Suriyeliler konusunda Türkiye’nin net bir yol haritası ortaya koyabilmesi gerekiyor. Suriyelilerin gelişi ile birlikte birçok alanda yeniden yapılanma sürecine girilmesinin gerekliliği üzerinde duruldu. Halihazırda süregelen yeni anayasa tartışmaları ile birlikte Türkiye farklı gruplarla -toplumsal barış temelinde- bir arada yaşayabilmek için vatandaşlığı yeniden tanımlama yolunu tercih edebilir mi? Suriyelilerin büyük bir kısmının Türkiye’de kalıcı olacaklarını ortaya koyan saha çalışmaları mevcut iken bir şekilde vatandaşlık konusunun -en azından- gündeme gelmesi gerekmez mi?

Sınır hattında yaşayan ve kendi gözleriyle Suriyelilerin savaştan nasıl kaçtığını görmüş insanlar, savaş zamanlarında oluşan mağdurla dayanışma psikolojisine daha kolay giriyor ve bu çerçevede Suriyelilere karşı daha yardımsever ve hoşgörülü davranabiliyor. Ancak diğer taraftan Suriyeliler, kendilerine yönelik negatif tutumun ve algının da farkında. Örneğin; Türkiye’ye yönelik Suriyeli göçünün bir parti politikası olarak görülmesinden Suriyeliler rahatsızlık duyuyor ve bu rahatsızlıklarını Antep’te gerçekleştirdiğimiz çalıştayda da dile getirmişlerdi. Bu bağlamda, bu göç sürecinin bir parti politikası olarak değil de devlet politikası olarak -Türkiye kamuoyunca- benimsenebilmesi oldukça önemli. Ancak kutuplaşma sürecine bağlı olarak bu farkındalıktan şimdilik uzaktayız gibi görünüyor.

Anayasa ve Suriyelilere vatandaşlık verilmesi, yüksek siyasetin konusudur. Suriyelilerden önce kendimiz için bir anayasa çalışmasına ihtiyacımız var. Farklılıkların tanındığı ve korunduğu bir anayasaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum ve sizin de belirttiğiniz gibi anayasa tartışmaları ile Suriyelilerin gelişi arasındaki bu zamansal paralellik göz önüne alındığında göçmenliğin ve mülteciliğin tanımının pekala yeniden yapılabileceğini düşünüyorum ki zaten buna ihtiyaç var. Suriyeli nüfus artık Türkiye’nin bir gerçekliği. Göçün sonuçları arasında yer alan kalıcılığın külfetten ziyade artıya dönüştürülmesi mümkün. Zaten bir anayasal güvencenin varlığı Suriyeli bireylerce de beklenmekte, umut edilmekte olan bir şey. Herkes için eşit vatandaşlık ilkesinin yaratıldığı bir hukuki çerçeve, hayati öneme sahip.

Ayrıca Suriyeliler, Türkiye’de kendilerini belirsiz bir sürecin içinde görüyor; çünkü Türkiye onlara mülteci statüsü vermiyor. Neticede bir geçici koruma kanunu var; fakat bu kanun değişebilir ya da değişmeyebilir. Sonra, onlara göre, Türkiye’de sürekli seçim oluyor. Yani bu insanların gözünden bakınca, özellikle siyasi ve hukuki açıdan belirsiz bir tablo söz konusu. Herkes kendi yaşantısını belli bir seviyede de olsa öngörebilmek ister. Bir anne olarak çocuğum için eğitim vs. gibi konularda, belli bir ölçüde öngörüde bulunabilirim. Suriyeli aileler ise kendilerini neyin beklediğini bilmedikleri için bunu yapamıyor. Her insan kendi hayatı özelinde belirli şeyleri bilebilmeyi, öngörebilmeyi ister. Bu noktada Suriyeliler kendilerini karanlıkta kalmış, bırakılmış

Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerini Suriyeliler özelinde nasıl değerlendiriyorsunuz? AB ile Türkiye arasında göçmen kriziyle ilgili mutabakata varılan anlaşma AB’nin ihtiyaç duyduğu 70


bir şeydi. Avrupa’da ciddi derecede göçmenler ile ilgili bir rahatsızlık var. Avrupa, savaştan kaçan insanlar ile bir mücadele ve gerilim içerisindeymiş gibi bir görüntü vermek istemeyeceği için Türkiye’ye yönelim kaçınılmazdı. Bu anlaşma, AB açısından son derece karlı ve Türkiye ile AB arasındaki ilişkilere ivme kazandırılabilirse de ne ala.Tabii AB ile Türkiye ilişkileri bir tek buna bağlı değil, bunu da unutmamak gerekir. Örneğin; siyasi söylemlerin de önemli bir işlevi var. Nitekim gündemdeki vize serbestisi konusunda da hem iyimser hem de karamsar değerlendirmeleri duymak mümkün. İlaveten, müzakere başlıklarının açılabilmesi için Kıbrıs Rum kesiminin veto etmemesi gerekiyor. Adada müzakereler devam ediyor, oradan kapsamlı bir sonuç çıkıp çıkmayacağını henüz bilmiyoruz. Ancak o olmadan ya Türkiye deniz ve hava limanlarını Kıbrıs Rum kesimine açacak ya da açmaması halinde Kıbrıs Rum kesimi veto etmeye devam edecek ki bu da siz bir başlığı açıp kapayamazsınız demek olacak. Yani özetle Türkiye ile AB ilişkilerini etkileyen birçok alt başlık söz konusu. Suriyeliler konusundaki gelişmenin, Türkiye ile AB ilişkileri özelinde ne tür etkiler meydana getirebileceğini Haziran ayı ile birlikte daha net görebileceğiz.

yeni bir şey. Geçmişteki göç hareketleri coğrafi olarak daha sınırlıydı ve insanlar bir süre sonra geri gitmişti. Ancak Suriye’den gelen göç dalgası çok daha büyük değerlerde seyrediyor ve artık Suriyeli nüfus, bir ülke gerçekliği haline gelmiş durumda. Yerel toplum ile gelen toplum arasındaki entegrasyon politikaları üzerine birçok çalışma mevcut. Çeşitli yakınlaştırma projeleri ile yerel toplumdan gelebilecek tepkileri önleyebilmek ve toplumsal entegrasyonu sağlayabilmek amaçlanır. Eğitim ve istihdam araçlarına bu çerçevede başvurulabilir. İnsanların eğitimden ve iş ortamından soyutlandığı bir toplumda entegrasyonu gerçekleştirebilmek gerçekten çok zor olur. Toplumsal tepkilerin önüne geçilebilmesi noktasında bilinçlenme ve farkındalık oluşturulabilmesi de hayati bir öneme sahiptir. Bence sadece Suriyelilere karşı da değil, Türkiye’nin kendi toplumuna karşı bilinçlenmeye ihtiyacı var. Türkiye’de çok ciddi bir biçimde toplumsal bilinçlenmeye gereksinim olduğunu düşünüyorum. Avrupa’da süregelen çokkültürlülük tartışmalarında İslam hangi konumda yer alıyor? İslamofobik yaklaşımlara ve radikal sağ partilerin yükselişe geçmesine bağlı olarak ayrımcılık ile karşı karşıya kalabilen Müslüman bireylerin bulundukları topluma entegre olabilmelerini beklemek mümkün mü?

Avrupa’da hukuken vatandaş ama kültürel anlamda yabancı kalmış göçmen çocuklarındaki radikalleşme eğiliminin yarattığı sonuçları görebiliyoruz. Bunun önüne geçilebilmesi noktasında toplumun ve siyasi aktörlerin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Böyle bir beklentiye girilebilmesi çok zor. Ülkede kendilerine karşı bir akın varken insanların entegre olabilmesi çok zor. Avrupa şimdilerde bunun adını radikalleşme olarak koyma hatasına düşüyor. Ancak öncelikle sonuca değil, sebebe bakmak gerekiyor. Kimse durup dururken radikalleşmiyor. Tabii birtakım sapkın durumlar da mevcut; ama o sapkın hal, bir hastalık halidir ve ayrıca değerlendirilmelidir. Bunun dışında insanları neyin ya da nelerin radikalleşmeye ittiğinin üzerinde durulması gerekir. Hem bireysel hem de toplu örnekleri gözlemlemek önemlidir. Tabii son derece işinde gücünde, ekonomik gelir seviyesi hiç fena olmayan insanlar da radikalleşebiliyor. Avrupa’da İslamofobi’nin yükselişe geçtiği bir gerçek ve bu durum, Suriyelileri de Türkiye toplumunu da başka nüfusları da etkiliyor. Bir Avrupalı kimsenin gönül rahatlığıyla Müslüman nüfusa yönelik bir ön yargı içinde -toplumsal bağlamdaolunmadığını ifade edebileceğini sanmıyorum, bunu söyleyebiliyorsa da samimi değildir zaten.

Göçmenlerin sistemin, hayatın içerisine dahil edilebilmesi ve belirsizlikten kurtarılabilmesi önemli. Yani göçmenlerin çaresiz hissettirilmemesi, ötekileştirilmemesi ve kaybedecek hiçbir şeylerinin olmadığı bir noktaya getirilmemesi gerekiyor. Bu çerçevede eğitim ve iş imkanlarının sunulması ile bireylerin topluma entegre olabilmeleri sağlanabilir. Ayrıca siyasetin dilinin dışlayıcı olmaması da gerekiyor. Bu noktada, Fransa ya da Belçika’dan IŞİD’e katılan bireylere eğitim ve iş çerçevesinde birçok olanağın sunulmuş olduğu dile getirilebilir. Ancak yine de toplumdaki o dışlayıcı dil ve dışlayıcı siyaset, burada belirleyici bir işleve sahip. Mültecilerin bulundukları topluma entegre olamamalarından yakınanlar mevcut; ancak -tartışmalı bir kavram olsa da- entegre oldukları zaman da toplumdan bazı tepkiler yükselebiliyor. Örneğin; Türkiye’de de işsizliği büyük ölçüde Suriyelilerin gelişi ile ilişkilendirmeye çalışanlar var. Yani hem mültecilerin entegre olamamalarından yakınılıyor hem de bu sağlandığı takdirde de tepki gösteriliyor. Buradaki çelişkili durum mültecileri nasıl hissettiriyor ve etkiliyor?

Not: *Bahse konu çalışmaya ilişkin rapora http:// tesev.org.tr/wp-content/uploads/2015/11/Suriyeli_ Siginmacilarin_Turkiyeye_Etkileri.pdf adresi aracılığıyla ulaşabilirsiniz. **Çalıştaylar ile ilgili rapora http://podem.org. tr/wp-content/uploads/c4p-turkey-briefing-final.pdf adresi aracılığıyla ulaşabilirsiniz.

Türkiye toplumu için hak temelli mültecilik çok 71



MİNERVA

SEÇMEN DAVRANIŞLARIYLA EKONOMİNİN İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA:

TÜRKİYE’DE SEÇMEN DAVRANIŞLARININ GENEL İNCELEMESİ1 Ersel KORUK

erselkoruk@gmail.com

D

emokrasiler de iktidarı belirleyenler seçmenler olduğu için seçmenlerin tercihlerini ne gibi unsurların belirlediğini araştırmak önemlidir. Seçmen oy verirken birden fazla etmenden etkilenir. Etkilendikleri bu etmenler arasında siyasal durumları (ideolojik bakışları), psikolojik nedenler (yaş, cinsiyet, etnik grup, mezhep vs.), kitle örgütlerinin etkileri gibi belli başlı unsurlar sayılabilir. Bunlarla birlikte seçmen tercihini etkileyen en önemli unsurlardan biri devar olan ekonomik durumdur. İşsizlik oranı, enflasyon oranı gibi temel göstergeler ideolojik eğilimle birlikte seçmenin tercihini belirlemesinde başat bir rol oynar.2 Siyaset ve ekonominin karşılıklı etkileşimi iktidarın ekonomi politikalarını sadece ideolojik bakışla değil, iktidar süresinin uzatılması güdüsüyle de ele alınmasına yol açmaktadır. Doğal olarak bu karşılıklı etkileşim seçmen davranışlarının araştırmasını ayrıca önemli kılmaktadır. Buradan hareketle seçmen tercihi ile ekonomik performans ilişkisi incelenmiş ve çok temel hipotezler ortaya çıkmıştır.3 1- Sorumluluk Hipotezi Sorumluluk hipotezi, ekonomik koşullar ile siyasal iktidarın popülaritesi arasındaki ilişkiyi açıklamak için geliştirilmiştir. Bu hipoteze göre, bireyler piyasada oluşan ekonomik koşullara ilişkin sorumluluğu iktidara yüklerler. Makro ekonomik performans (işsizlik, enflasyon oranı) siyasal iktidarın oy alıp alamaması açısından temel unsurdur. Gerald Kramer, ABD’de kongre seçimleri üzerinde yaptığı bir araştırmasında ekonomik dalgalanmaların etkisinin oldukça önemli olduğunu ileri sürmüştür. Bu araştırmaya göre, ekonomik göstergelerin olumlu seyrettiği dönemlerde iktidar partisi adaylarının, aksi durumdaysa muhalefet adaylarının avantajlı konuma geçtiğine ilişkin bulgular elde etmiştir.Kramer çalışmada kişi başına düşen reel geliri oylama sürecinde temel değişken olarak ele almıştır. Buradan hareketle oylama sürecinde kişisel gelirin önemi ortaya çıkmaktadır. Lewis-Beck ise İngiltere’de 1959-1983 yılları arasında yapılan genel seçimler ile enflasyonun ilişkisi üzerinde durmuştur. Araştırmasına göre, enflasyon yükseldiğinde mevcut iktidara olan destek azalmıştır. Bu

araştırma ise ulusal ekonomik performansın önemini göstermektedir. Sorumluluk hipotezi açısından hangi göstergenin belirleyiciliği ön planda olur olsun, önemli olan ekonominin seçmenlerin oy verme sürecinde asli değişken olmasıdır. Ancak buradan hareketle Gregory Markus ekonomik oylama ilişkisinde iki görüş öne sürer. Birinci görüş, seçmenlerin kişisel çıkarlarını dikkate alarak tercih yaptıklarıdır, yani tercihlerini kişisel mali durumlarındaki iyileşme ya da kötüleşme belirler. İkinci görüş ise seçmenlerin tercihlerini kişisel çıkarın değil ulusal ekonomik performansın belirleyeceğidir. 2- Müvekkil Hipotezi Otto Swank tarafından geliştirilmiştir. Bu hipoteze göre enflasyon oranındaki yükseliş sağ partilerin popülaritesini artırırken, işsizliğin artması sol partilerin popülaritesini artırır. Sağ ve sol partiler farklı ekonomik politikalar izlerler. Bu da farklı sorunlara daha çok eğilmelerine yol açar. Buradan hareketle yüksek enflasyon belirtileri sağ partilerin, yüksek işsizlik beklentileri ise sol partilerin popülaritesini artırır. Politik desteğin belirlenmesinde makro ekonomik değişkenler ne kadar etkiliyse de, partilerin ekonomi politikalarına ilişkin hedefleri de o denli etkilidir. Swank hipotezini Amerikan seçmenleri üzerinde yaptığı araştırmasıyla da desteklemiştir. 3- Temel Hedef Hipotezi Bingham Powell ve Guy Whitten tarafından geliştirilmiştir. On dokuz ülkede yüzden fazla seçim üzerinde çalışılarak oluşturulan bu hipoteze göre, siyasal iktidara yönelik destek önceden vaat edilen hedeflere ulaşıldığı ölçüde sürer. Seçmenler tercihlerini belirlerken sol ve merkez partilerin işsizlik ile sağ partilerin ise enflasyon ile mücadele konusundaki başarılarını ölçüt alırlar. Sol ve merkez partilerin işsizlik, sağ partilerin enflasyon ile mücadele konusunda sergilediği zayıf performans mevcut iktidara yönelik desteğin çekilmesine yol açar. Bu hipotez seçmenlerin her zaman ideolojik önyargılarla hareket etmeyeceği sonucunu ortaya koyar. Seçmen davranışların yöneliminde sosyolojik ve psikolojik unsurların önemini vurgulayan yaklaşımlar da vardır. İki temel yaklaşım Columbia Okulu İle Michigan

1 Makale, Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi (TÜOBİK) sunumundan alınmıştır, İzmir, 2016 2 ERDOĞAN, S. (2004), Siyaset-Ekonomi İlişkileri, İstanbul: Değişim Yayınevi, s.105 3

Hipotezlerin özetlenmesinde ÇİNKO,L. , Seçmen Davranışları ile Ekonomik Performans Arasındaki İlişkilerin Teorik Temelleri ve Türkiye Üzerine Genel Bir Değerlendirme, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 61-1, 2002, s.103-116

73


Okulu yaklaşımlarıdır. Columbia Okuluna göre, politik tercihler oluşurken sosyal özellikler belirleyici rol oynar. Seçmenlerin dinsel, etnik ve mesleki farklılıkları, sosyal bölünmelerin temel kaynağıdır, aynı zamanda politik tercihlerin de. Bu ekole dönük en önemli eleştiriler Michigan okulundan gelmiştir. Michigan ekolü seçmenlerin sosyal bir varlık olduğuna değil, birey olduklarına yoğunlaşmıştır. Onlara göre, çoğu seçmenin başlangıcı çocukluğa uzanan, bir partiye yönelik yerleşiklik kazanmış bir çeşit psikolojik sevgi bağı vardır. Parti kimliği şeklinde somut olarak ifade edilen bu bağlılığın, dinsel bir bağlılığı andırdığı ileri sürülmüştür. Buradan hareketle seçmen tercihlerinin kalıcılığına vurgu yapılmıştır.

sektörünün ortalama büyüme hızı %13.2 olurken, sanayi kesiminin ortalama büyüme hızı %9.2 de seyretmiştir.8 1954 yılından itibaren liberal dış ticaret politikalarından vazgeçilmiş, bir önceki dönemden kaynaklı yaşanan dış tıkanmaya yönelik ithalat sınırlandırılmalarına gidilmiştir. Böylece ekonomide 1961 yılına değin sürecek bir durulma dönemine girilmişti. 1957’den itibaren enflasyon oranı (TÜFE) yükselmeye başlamış, 1958 yılında gerçekleştirilen devalüasyonun ardından %22.6 oranına kadar yükselmiştir (bu oran DP’nin iktidar döneminde görülen en yüksek enflasyon oranıdır).9 Ekonomideki bu enflasyonist yükseliş seçimlere de yansımış DP 1954 seçimlerine göre %10 civarında oy kaybederek %48.6

SEÇMEN DAVRANIŞLARI VE TÜRKİYE ÜZERİNE Ortaya koyulan hipotezlerde seçmen tercihi üzerinde ekonomik unsurların etkisini yanında sosyal, kültürel, ideolojik, psikolojik unsurların da etkisi ortaya koyuluyor. Ancak özellikle bir dizi kronikleşmiş ekonomik sorunların olduğu, krizlerin derinleştiği ülkelerde seçmen tercihi üzerinde ekonomik unsurların etkisinin diğer unsurların etkisinden daha fazla olacağı rahatlıkla söylenebilir.

oy almıştır.10

“Nitekim Türkiye’de seçmen davranışı üzerinde yapılan birçok çalışma bu iddiayı doğrular niteliktedir.”5 Makro ekonomik performansın seçmen tercihi üzerindeki etkisi özellikle kriz dönemlerinde belirginleşir. Bunun en bariz örneği 3 Kasım 2002 seçimlerinin sonucunda görülebilir; 2001 yılında yaşanan krizin ardından seçimde iktidardaki koalisyon ortaklarından hiçbiri yüzde 10’luk seçim barajını dahi geçememişlerdir.6 Türkiye’de 1946’dan günümüze değin kısa askeri darbe dönemlerini saymazsak çok partili seçimler düzenli şekilde yapılmıştır. İlk iktidar değişimi 1950 seçimlerinde gerçekleşmiş iktidara Demokrat Parti gelmiştir. 1946 – 1953 dönemi ekonomik anlamda, iki farklı partinin iktidarda yer almasına karşın, “dünya ekonomisiyle farklı bir eklemlenme denemesi”7 dönemi olarak geçmiştir.Bu dönemde 1949-1950 yıllarında yaşanan bir daralma dışında ekonomik durum olumlu yönde seyretmiş, tarım

1960 yılında yaşanan askeri müdahalenin ardından tekrar seçimlere gidilmiş, 1961 yılında ülke tarihinin ilk koalisyon hükümeti Cumhuriyet Halk Partisi ile Adalet Partisi arasında kurulmuştur.11 Bu ilk koalisyon hükümeti altı ay sürmüş, ardından CHP öncülüğünde Yeni Türkiye Partisi ile Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi arasında oluşmuş iki ayrı koalisyon hükümeti kurulmuştur. Bu iktidarlar dönemi ciddi ekonomik kırılmaların yaşanmadığı bir dönemdir. Ancak kısa birkaç yıl içerisinde üç ayrı hükümetin kurulması siyasi bir istikrarsızlığın bariz göstergesidir. Söz konusu siyasi istikrarsızlık 1965 seçimlerine de yansımış iktidar ortağı partiler ciddi oy kaybederken AP oylarını %34.8’den %52.9’a yükseltmiş, tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu elde etmiştir. CHP %28.7, CKMP %2.2, YTP %3.7, Millet Partisi %6.3, Türkiye İşçi Partisi %3 oy alarak meclise girmişlerdir.12 Ayrıca1965 seçimleri Lijphart’ın orantısızlık indeksine göre 0.75 oranıyla, temsilde en adaletli

4 KAPUSUZOĞLU, M., Ekonomik Kriz 2002 Seçimleri ve Seçim Tercihi, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Cilt 3, No 2, 2011 5 ÇİNKO, 2002, s.103-116 6 YSK verilerinden yararlanılmıştır. 7 KORKUT, B. (2012) , Türkiye İktisat Tarihi, Ankara: İmge Kitabevi, s.93 8 KORKUT, 2012, s.101 9 http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/986c33a9-89ed-4aad-9acd-0ef5e8cfff21/ergunermisoglu.pdf?MOD=AJPERES, erişim tarihi: 6 Mart 2016 10 YSK verilerinden yararlanılmıştır. 11 BEKAROĞLU, E. A. (2015), Araftaki Seçim, İstanbul: Vadi Yayınları, s.40 12

YSK verilerinden yararlanılmıştır.

74


seçim olmuştur.13 Bu dengeli temsili sağlayan temel etken ise 1965 seçimlerinde uygulanan milli bakiye seçim sistemdir. 1969 seçimlerine gelindiğinde ise küçük bir enflasyonist yükseliş görülmesine karşın ekonomide çok ciddi bir sarsılma yaşanmamıştır. AP seçim sistemini, seçim çevresi barajlı d’Hont sistemine çevirmiştir (bu sistem birinci partiyi daha avantajlı konuma getiren bir sistemdir).14 Seçim sisteminin de değişmesinin etkisiyle AP bir önceki seçime göre yaklaşık %6 bir oy kaybıyla seçimden %46.6 oy almıştır, ancak sandalye sayısını 240’dan 256’ya çıkarmıştır. Böylece yine tek başına iktidara gelmiştir. Bu seçimde CHP %27.4, YTP %2.2, MP %3.2, TİP %2.7, Güven Partisi %6.6, Milliyetçi Hareket Partisi %3, Birlik Partisi %2.8 oy almıştır.15

1970’li yıllar hem ekonomik hem siyasi anlamda çok çalkantılı geçmiş, bu da seçmen davranışlarına büyük oranda etki etmiştir. Bu dönemde özellikle Müvekkil ve Temel Hedef hipotezlerinin öne sürdüğünün aksine enflasyonist yükseliş sağ partilerin popülaritesiniarttırmamış, hipotezlerin tam aksine sol partiler ülke tarihinin en yüksek oylarına ulaşmışlardır. Ancak bu durum hipotezlerin savlarını tam anlamıyla yanlışlar nitelikte değildir. Öncelikle ekonomik sorunlarla birlikte ciddi bir ideolojik kutuplaşma durumu söz konusuydu. Öyle ki toplum neredeyse ortadan ikiye bölünmüş konumdaydı. Yani ekonomik durum seçmen davranışını etkileyen en temel unsur olmaktan çıkmış, ideolojik yaklaşımın önemi artmıştır. Ancak bu ekonominin tamamen etkisiz bir unsur olduğu anlamına gelmez. Ayrıca enflasyon ile birlikte yükselen bir işsizlik de söz konusudur. 1969 yılında işsizlik %5.9 düzeyindeyken 1979’da %8.9 yükselmiştir.18 İşsizliğin artmasında o yıllarda yaşanan köyden kente göçün ve bu göçle artan istihdam ihtiyacını karşılayacak ciddi sanayi atılımının yapılamaması da önemli etkenlerdir. Müvekkil ve Temel Hedef hipotezlerinin savlarını dikkate aldığımızda işsizliğin sol partilerin popülaritesini artıran önemli bir etken olduğu görünmektedir.

1970’li yıllara gelindiğinde ise özellikle dünyada petrol fiyatlarından kaynaklanan krizinde etkisiyle ekonomide ciddi kırılmaların yaşandığı bir süreç başlayacaktır. 12 Mart 1971 Askeri Muhtırasının ardından AP hükümeti düşmüş, 1973 seçimlerine değin sırasıyla Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu hükümetleri kurulmuştur. Ayrıca bu dönem ekonomik kırılgan bir dönem olmasının ötesinde sağ-sol şeklinde ideolojik kutuplaşmaların artığı ve bunun toplumsal şiddeti tetiklediği, Türkiye’de sol ideolojinin ciddi bir yükseliş ivmesi kazandığı bir dönemdir. Bu dönemde enflasyon (TÜFE) sürekli bir artış gösterecek 1979 yılında %62 seviyesine kadar yükselecektir.16 1973 seçimlerinden CHP %33.3 oy alarak birinci parti çıkmış ancak tek başına iktidarı kuracak çoğunluğu elde edememiştir. %11.8 oy alan Milli Selamet Partisi ile koalisyon hükümeti kurmuştur. Bu seçimde AP %29.8, Demokratik Parti %11.9, Cumhuriyetçi Güven Partisi %5.3, MHP %3.4, Türkiye Birlik Partisi %1.1 oy alarak meclise girmişlerdir. Koalisyon hükümeti Kıbrıs Barış Harekâtını yaptıktan sonra CHP önderi Bülent Ecevit, bu başarısı üzerinden oy artıracağını düşünerek erken seçime gitmek istemiş ancak muhalefet oy kaybedeceğini düşünerek buna yanaşmamıştır. Bunun üzerine AP öncülüğünde MSP, CGP, MHP ile birlikte tarihe 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti olarak geçecek ve yaklaşık 2.5 yıl sürecek koalisyon hükümeti kurulmuştur. 1977 seçimlerinde ise CHP %41.4, AP %36.9, DP %1.8, MSP %8.6, CGP %5.3, MHP %6.4 oy alarak meclise girmişlerdir. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesine kadar olan bu süreçte sırasıyla şu üç hükümet kurulmuştur; AP, MSP, MHP koalisyon hükümeti (2. Milliyetçi Cephe Hükümeti), 11 AP milletvekilinin partilerinden istifa edip 2. MÇ hükümetini güvenoyuyla düşürerek CHP öncülüğünde kurulan hükümet (Güneş Motel ya da 11’ler Olayı), AP’nin kurduğu azınlık hükümeti.17

1970 yılların siyasi ve ekonomik ortamı değerlendirildiğinde; ekonomideyükselen enflasyonist bir eğilim olmasına karşın bu sağ partilerin popülaritesini arttırmamış, aksine sol partiler yükselmiştir; bunun temel nedeniyse enflasyonla birlikte yükselen işsizlik oranları sol partileri tercih edilir hale getirmiş, üstüne sol partilerin emekçi sınıflara yönelik ideolojik söylemleri var olan ideolojik kutuplaşmış ortamda fazlasıyla lehlerine işlemiştir. Ayrıca 1973 seçimler ile 1977 seçimleri karşılaştırıldığında iki büyük partinin CHP ile AP’nin oylarını küçük partilerin aleyhinde ciddi oranda artırdıkları görülmektedir. Bunun başlıca nedeni koalisyon hükümetlerinin başarısızlığında aranabilir. 1970’li yıllar dikkate alındığında hem ekonomik hem de siyasi sorunları çözme konusunda koalisyonların yetersiz kaldığı rahatça gözlemlenebilir. Bu durumun seçmeni tek başına iktidara gelebilecek iki büyük partiye oy vermeye itmiş olması olasıdır. 1980 Askeri Darbesinin sonucunda hazırlanan 1982 Anayasası da tek başına iktidar kurulması ve istikrarın sağlanması düşüncesiyle seçim çevresi barajlı d’Hont seçim sistemine bugün hala fazlasıyla tartışılan %10 ülke barajını eklemiştir.19 1983 yılında yapılan genel seçimlere üç parti (izin alabildikleri için) katılmıştır. Anavatan Partisi %45.1, Halkçı Parti %30.5, Milliyetçi Demokrasi Partisi %23.3 oy almışlardır. Anavatan Partisi böylece tek başına ikti-

13 ÖZBUDUN, E. (2011), Türkiye’de Parti ve Seçim Sistemi, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.101 14 Seçim sistemleriyle ilgili Ayrıntılı bilgi için bkz, TÜRK, H. S. (1997), Seçim Hukukunun Temel Sorunları ve Çözüm Önerileri, Ankara: Tesav Yayınları 15 YSK verilerinden yararlanılmıştır. 16 http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/986c33a9-89ed-4aad-9acd-0ef5e8cfff21/ergunermisoglu.pdf?MOD=AJPERES, erişim tarihi: 6 Mart 2016 17 YSK verilerinden yararlanılmıştır. 18

http://www.berjournal.com/wp-content/plugins/downloads-manager/upload/BERJ%204(2)13%20Article%206%20pp.79-90.pdf, erişim tarihi: 6 Mart 2016 19 Ayrıntılı bilgi için bkz, TÜRK, 1997

75


dara gelmiştir. Bu dönem 24 Ocak 1980 ekonomik liberasyon kararlarının uygulandığı, Türkiye ekonomisinin dünyaya açıldığı dönemdir. 1980 yılında enflasyon oranı %101.4 düzeyine kadar yükselmiş, 1982 yılına gelindiğinde ise %28.4 oranına kadar gerilemiştir. İlerleyen yıllarda enflasyon tekrar yükselmiş 1988 yılında %73.7’e kadar çıkmıştır.20 Bu enflasyonist yükseliş döneminde 1987 seçimleri yapılmıştır. Oy kaybına uğradığını gören ANAP seçim sisteminde bir dizi değişikliğe gitmiş, oyu %45.1’den %36.3’e kadar düşmesine rağmen sandalye sayısını artırarak seçimden çıkmıştır.21 Lijphart’ın orantısızlık indeksine göre 1983 seçimlerinin oranı 4.5 iken 1987 seçimlerinin orantısızlık indeksine göre oranı 15.7’dir.22 Bu da iki seçim arasındaki temsilde adaletsizliği açıkça göstermektedir. Sosyal Demokrat Halkçı Parti %24.7, Doğru Yol Partisi %19.1 oy alarak meclise girmiş, Demokrat Sol Parti %8.5, Refah Partisi %7.2, Milliyetçi Çalışma Partisi %2.9, Islahatçı Demokrasi Partisi %0.8 oy almışlardır. 1991 seçimlerinden itibaren ise 2002 yılına değin sürecek yeni bir koalisyonlar dönemi başlamıştır. Sırasıyla meclise giren partilerin seçim sonuçları şöyledir: 1991 seçimleri DYP %27, ANAP %24, SHP %20.8, RP %16.9, DSP %10.7; 1995 seçimleri DYP %19.2, ANAP %19.7, RP %21.4, DSP %14.7, CHP %10.7; 1999 seçimleri DYP %12, ANAP %13.2, DSP %22.2, MHP %18, Fazilet Partisi %15.4.23

seliş göstermiştir. Bu koalisyonlar dönemi 2001 yılında yaşanan krizin ardından 2002’de gidilen erken seçimle son bulmuştur. 2001 yılında yaşanan ekonomik kriz koalisyon ortakları olan DSP, MHP, ANAP ile birlikte meclisteki diğer iki partiyi de, FP ile DYP, meclis dışına itmiş, 2002 seçimlerinden yeni kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi %34.3 oyla tek başına iktidar olarak çıkmıştır. Meclise giren diğer parti ise %19.4 oyla CHP olmuştur. Böylece iki partili bir meclis kurulmuştur. 2002 seçimlerinin Lijphart orantısızlık indeksine göre oranı 22.4’tür.25 Bu denli adaletsiz bir temsil oranının ortaya çıkmasının başlıca nedeni ise var olan seçim sistemi, özelde ise %10’luk ülke barajıdır. Bu seçimde DYP %9.6, MHP %8.4, Genç Parti %7.3, Demokratik Halk Partisi %6.2, ANAP %5.1, DSP ise %1.2 oy almıştır. 2001’de yaşanan kriz Türkiye tarihinde ekonomik unsurların seçmen tercihi üzerinde etkisinin en bariz olduğu dönemdir. 2007 seçimlerinde oylarını %46.6’ya artırarak AKP tek başına iktidarını korumuş, bu seçimlerde CHP %20 .9, MHP %14.3 oy almıştır. Ayrıca 26 bağımsız milletvekili seçilmiş, bu bağımsız milletvekilleri Demokratik Toplum Partisi olarak grup oluşturmuşlardır. Bu beş yıllık dönem hem siyasi hem de ekonomik açıdan istikrarlı geçmiş bu da AKP’nin oylarına yansımıştır. 2008 yaşanan küresel krizin ardından yapılan 2009 yerel seçimlerinde ise il genel meclisi sonuçlarına göre AKP’nin oyu %38.4’e kadar gerilemiştir.26-27 Bu da o dönemde ekonomik durumun kötü seyretmesinin sonucu olarak AKP oylarına yansımıştır.

Bu dönem ciddi siyasal ve ekonomik krizlerin yaşandığı bir dönemdir. Türkiye bu dönemde terörle ciddi şekilde uğraşmak durumunda kalmış, 1994 ve 2001’de iki büyük ekonomik kriz geçirmiştir. Ayrıca 28 Şubat 1997’de Asker Refahyol hükümetini, Refah Partisi ile Doğruyol Partisinin oluşturduğu koalisyon, istifaya zorlamış bir kez daha siyaset müdahale etmiştir. DYP ile ANAP’ın oyları giderek düşmüş, Refah Partisi ciddi seçim başarısı göstermiştir. Ayrıca CHP ve MHP tekrar siyasi bir figür olarak yükselmiş, özellikle 1999 seçimlerinde milliyetçi söylemler kullanan DSP ile MHP büyük başarı elde etmişlerdir.Özellikle merkez sağ partilerin, ANAP ile DYP, giderek oy kaybetmesi enflasyonist yükselişin bir sonucu gibi durmaktadır. 1994 yılında enflasyon %106.3 kadar yükselmiştir.24 Temel Hedef hipotezinin de öngördüğü gibi enflasyonla mücadele konusunda başarısız olan merkez sağ partilerin oyları giderek erimiştir. Ayrıca bu dönemde önemli bir siyasi sorun olan terör konusu milliyetçi söylemlerin seçmen tercihi üzerindeki etkisini arttırmış, DSP ile MHP oylarını böylece artırmışlardır. Ayrıca muhafazakâr bir parti olan Refah Partisi (kapatılmasının ardından Fazilet Partisi) merkez sağdan gelen oyları alarak ciddi bir yük-

SONUÇ YERİNE Seçmen davranışlarını etkileyen birçok unsur söz konusudur. Ancak en etkili unsurun ekonomik performans olduğu söylenebilir. Özellikle Türkiye gibi ekonomik istikrarsızlıkların görüldüğü ülkelerde bu durum çok daha barizdir. Yukarıda bahsedilen ekonomik oylamaya ilişkin hipotezlerile Türkiye’de seçmen tercihleri üzerine yapılan değerlendirmeden de anlaşılacağı üzere birçok seçmen varsayılan hipotezler doğrultusunda tercih yapmaktadır. Bu durumun her ülkeden ülkeye her zamandan zamana belirli oranlarda değişeceği bir gerçektir; ancak bu ekonominin az ya da çok seçmen tercihini etkilediği gerçeğini değiştirmez. Ekonominin seçmen tercihi üzerinde bu denli etkili olması diğer birçok unsurun etkili olmadığı anlamına da gelmez. Oy verme konusunda ekonominin öncelikli unsur olduğu konusu Adaman’nın, Çarkoğlu’nun ve Şenatalar’ın

20 http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/986c33a9-89ed-4aad-9acd-0ef5e8cfff21/ergunermisoglu.pdf?MOD=AJPERES, erişim tarihi: 6 Mart 2016 21 Seçim sistemi değişikliğiyle ilgilibkz, BEKAROĞLU, 2015, s.48-49 22 ÖZBUDUN, 2011, s.101 23 YSK verilerinden yararlanılmıştır. 24 http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/986c33a9-89ed-4aad-9acd-0ef5e8cfff21/ergunermisoglu.pdf?MOD=AJPERES, erişim tarihi: 6 Mart 2016 25 ÖZBUDUN, 2011, s.101 26 YSK verilerinden yararlanılmıştır. 27

http://sendika9.org/2015/05/secim-arifesinde-ekonomik-gostergeler-korkut-boratav/, erişim tarihi: 6 Mart 2016

76


yürütmüş olduğu bir araştırma kapsamında seçmenlerin karar verme sürecindeki öncelik sıralamasıyla ilgili anket sonucu şöyledir:

KAYNAÇA

Araştırmadan da gösterdiği üzere Türkiye’de seçmen tercihini yaparken öncelikli unsur olarak ekonomik konuları ele almaktadır. Sonrasında sırasıyla sosyal, psikolojik, siyasal konular gelmektedir.

AVCIOĞLU, D. (1973), TÜRKİYENİN DÜZENİ, Ankara: Bilgi Yayınevi ÇİNKO,L. , Seçmen Davranışları ile Ekonomik Performans Arasındaki İlişkilerin Teorik Temelleri ve Türkiye Üzerine Genel Bir Değerlendirme, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 61-1, 2002, s.103-116

Türkiye’de yapılan genel seçimleri toplu halde değerlendirildiğinde kısa bir dönem (1973-1980) hariç seçmenin tercihinin ağırlıklı olarak sağ partilerden yana olduğu görünmektedir. Giderek bu tercihin merkez sağ partilerden muhafazakâr partilere kaydığı da söylenebilir. Bu kayışın nedeninin merkez sağ partilerin enflasyonla mücadele konusunda yetersiz kalmasından kaynaklı olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de keskin ideolojik kaygılarla oy kullanan seçmen oranı %13.7’dir.29 Buradan hareketle anlaşılmaktadır ki Türkiye’deki seçmenin çoğunluğu ideolojik kaygılardan öte ekonomik kaygıları göz önünde bulundurarak oy kullanmaktadır.

ERDOĞAN, S. (2004), Siyaset-Ekonomi İlişkileri, İstanbul: Değişim Yayınevi KORKUT, B. (2012) , Türkiye İktisat Tarihi, Ankara: İmge Kitabevi ÖZBUDUN, E. (2011), Türkiye’de Parti ve Seçim Sistemi, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları SAYARI, S. , BİLGİN, H. D. (2015), Karşılaştırmalı Siyaset Temel Konu ve Yaklaşımlar, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları SÖNMEZ, A. , (2003), Doğu Asya “Mucize”si ve Bunalımı Türkiye İçin Dersler, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

www.minervadergi.org

TÜRK, H. S. (1997), Seçim Hukukunun Temel Sorunları ve Çözüm Önerileri, Ankara: Tesav Yayınları http://sendika9.org/2015/05/secim-arifesinde-ekonomik-gostergeler-korkut-boratav/, erişim tarihi: 6 Mart 2016 http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/986c33a989ed-4aad-9acd-0ef5e8cfff21/ergunermisoglu. pdf?MOD=AJPERES, erişim tarihi: 6 Mart 2016 http://www.berjournal.com/wp-content/plugins/downloads-manager/upload/BERJ%204(2)13%20Article%206%20pp.79-90.pdf, erişim tarihi: 6 Mart 2016

Katkı ve Eleştirileriniz İçin Bize Ulaşın:

https://www.researchgate.net/publication/23747427_ Turkiye%27de_Ekonomik_Krizler_ve_Hukumetler_1969-2001_Economic_Crises_and_Governments_ in_Turkey_1969-2001, erişim Tarihi: 6 Mart 2016

om

minervadergi@gmail.c

http://makdis.pamukkale.edu.tr/kriz.htm, erişim Tarihi: 6 Mart 2016

28 ÇİNKO, 2002, s.103-116, Araştırmanın yayınlanma tarihi 2001. O dönemde terör konusunda ciddi bir sorun söz konusu değildi. 29

ÇİNKO, 2002, s.103-116

77


MİNERVA

YUNANİSTAN EKONOMİK KRİZİ: YUNAN EKONOMİSİNİN YAPISAL SORUNLARI Büşra Selen YILMAZ

2

008 yılında Amerika’da başlayan “mortgage” krizi kısa sürede tüm dünyaya yayılarak ulusal ekonomileri etkisi altına aldı. Çok geçmeden hızlı kararları ile Amerikan Merkez Bankası ve Amerikan ekonomi yönetimi krizin Dolar üzerindeki olumsuz etkilerini belli ölçüde giderdiler. Olumsuz hava Euro bölgesine yönelince gerekli önlemleri almada geciken AB para yönetimi, üye ülkelerin büyük borçlarının da etkisiyle Euro’yu savunmada yetersiz kaldı.1

bselen96@hotmail.com

sorununun aşılamadığı hatta durgunluğa yol açıldığı ve kriz sonrasında finansal kurumlara/piyasalara aktarılan kurtarma paketlerinin kaçınılmaz olarak finansallaşma sürecinin uzaması ile sonuçlandığı gözlenmektedir.2 ABD krizinden kaynaklanan durgunluk nedeniyle, Yunanistan başta olmak üzere Euro bölgesine dâhil bazı ülkeler likidite ve sermaye açısından sıkışıklık içine düşmüşlerdir. Yunanistan ile AB arasındaki ekonomik entegrasyon süreci serbest ticaretanlaşmasının imzalandığı 1961 yılında başlamıştır. 1970’lerin sonuna kadar AB, Yunanistan’ın en büyük ticari ortağı olmuştur. Bununla beraber, Yunanistan’ınekonomik gelişmesi diğer üye ülke ekonomilerinin gerisinde kalmıştır. Yunanistan’ın Topluluğa katıldığı 1981 yılında kişi başına düşen GSYH, ABortalamasının %68’i olarak, İrlanda’dan sonra en düşük oran olmuştur. Yunanistan, üyeliğin ilk on yılında AB ülkelerinden yüksek bir rekabete maruz kalmış, bu durummakro ekonomik istikrarı sağlama çabalarına engel olan yerel popülist politikalarlabirleşerek, ülkenin ekonomik performansını düşürmüş ve diğer ülkelerle Yunanistanarasındaki ekonomik farkı açmıştır.3 Kriz öncesi dönemde Euro’ya katılan ülkelerde faiz oranları gerilemiştir bu da ülkelerin borçlanma imkanlarını kolaylaştırmıştır. Bu koşullarda iç talep hızla artarken talep artışına dengesizlikler ve artan özel borçlar eşlik etmiştir. Krizle müdahale çerçevesinde yürütülen genişleyici maliye politikaları sonucunda bütçe açıkları belirgin şekilde artmıştır. Mali kriz ile birlikte yaşanan konjonktürel daralma beraberinde vergi tabanını küçülterek hedeflenen vergi gelirlerine ulaşılmasını engellemiş diğer taraftan artan işsizlik oranları sosyal nitelikli transfer harcamalarının yükselmesine neden olmuştur.

2008-2009 yılında yaygınlaşan krizi, Avrupa ekonomilerinden başlayan yeni bir dalga izlemekte ve bu sarsıntıların dünya ekonomisini derin bir durgunluk dönemine sürüklediği görülmektedir. Üretim düzeyleri, istihdam oranları ve ticaret hacmi dünya çapında daralmaktadır. Finansallaşmayla üretimdeki durgunluk

Hükümetler, çeşitli muhasebe oyunlarıyla mali harcamaların bütçede görünmesini engelleyebilmektedirler.2009 yılının Kasım ayında, Yunanistan’da seçimle iktidara gelen yenihükümetin mali verilerin çarpıtıldığını açıklaması ise Yunanistan’ın ekonomik krizinin resmi başlangıcı sayılabilir. Bütçe açığının

1

Mustafa Öztürk, Nuri Osman Aras, Euro ve Kriz Sonrası Dönemde Parasal İstikrar, EKONOMİ BİLİMLERİ DERGİSİ Cilt 3, No 2, 2011 ISSN: 13098020 (Online) 2 Nilgün Erdem, Atbaşı Dönmez Ferda, Finans Sermayenin Kriz Döngüsü: Merkez- Çevre Yakınsaması, Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 66, No. 4, 2011, s. 33 - 66 3 Oltheten, E., Pinteris, G. ve Sougiannis, T. (2003), “Greece in the European Union: Policy Lessons from Two Decades of Membership”, The Quarterly Review of Economics and Finance, 43, 774-806.

78


GSYH’nin %13,6’sına, borç stokunun ise GSYH’nin %115,1’ine ulaştığı anlaşılmıştır.4

Bu gelişmelerin sonucunda 2010 yılının Mayıs ayında Avro Bölgesi ekonomi vemaliye bakanları, IMF’nin de katkısıyla 110 milyar avroya ulaşan üç yıl süreliYunanistan’ı kurtarma paketine onay vermiştir. IMF Yunanistan’a üç yıllık birstand-by anlaşması karşılığı olarak 30 milyar avro sağlayacaktır. Avro Bölgesiüyeleri ise genel finansman paketine 80 milyar avro katkıda bulunacaklardır.8

Yunanistan’ın bütçe açığındaki bu önemli sapma başlıca üç nedendenkaynaklanmaktadır: - Ekonomik gerilemeden ve reel GSYH’de beklenenden daha büyük birdüşüşten kaynaklanan “ekonomik döngü” etkisi, - Gelir toplama mekanizmalarının gevşekliğinden ve harcamalarınyüksekliğinden kaynaklanan “seçim veya politik döngü” etkisi,

Mali yardım paketi çerçevesinde öngörülen tedbirler; harcama tedbirleri, gelir tedbirleri ve yapısal mali reformlarolmak üzere üç temel başlık altında toplanabilir. Harcama tedbirleri: Bu harcamalar arasında yer alanmemur maaşları, tüketim ve sosyal transfer harcamaları bütçeye önemli bir yükgetirmiştir. Dolayısıyla, ücretler ve emekli maaşları program süresince nominalolarak dondurulacak, yüksek emekli aylıklarında kesinti yapılacak, Paskalya, Noel veyaz ikramiyeleri kaldırılacak, kamuda istihdam azaltılacaktır.

- Vergileri toplama, harcamaları kontrol etme ve verileri kaydetmeye ilişkinyaygın yapısal yetersizliklerden ve eksikliklerden kaynaklanan “yapısal” etki.5 Yabancı doğrudan yatırımlardaki azalma ile özel yatırımların ve AR-GEharcamalarının hem toplam yatırım içindeki hem de GSYH’deki azalan payıekonominin rekabetçi yapısındaki bozulmayı gözler önüne sermektedir. Birçoğu ABstandartlarına göre küçük ölçekli olan Yunanistan işletmeleri için yurt içi ve yurt dışıpiyasalarda rekabetçi kalabilmek giderek daha da güç hale gelmiştir. Sonuç olarak,ihracattaki büyüme azalmış ve piyasa payları düşmüştür. Yunanistan’ın son on yıldaAvro Bölgesi ortalamasından sürekli olarak daha yüksek enflasyon oranlarına sahipolması ise sorunları daha da derinleştirmiştir.6

Gelir tedbirleri: Genel KDV oranının %21’den %23’e çıkarılması, indirilmiş (düşük) KDV oranının %10’dan %11’e çıkarılması, düşük KDV oranına tabi kamu kurumları, restoran ve otellerde genel KDV oranına geçilmesi, benzin, sigara ve tütün mamullerinde özel tüketim vergisinin artırılması şeklindedir.9 Yapısal mali reformlar: Harcamaları azaltmaya yönelik bütçe kontrol vesüreçlerinde iyileştirmeler yapılmasını ve ayrıca vergi idarelerinin iyileştirilmesini içermektedir. Bu reformlar gelir ve harcamalar üzerindeki kontrolü güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Emeklilik sistemine, sağlık sektörüne, vergi idaresine vevergilendirme sistemine, kamu mali yönetimine, borç yönetim yapısına, istatistiksel bilgilerin raporlanmasına ilişkin önemli yapısal düzenlemeleri kapsamaktadır.10 Bu yapısal reformlar; kamu idaresinin modernizasyonunu, emek piyasalarının ve gelir politikalarının güçlendiril-

2010 yılının Nisan ayında uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s Yunanistan’ın kredi notunu A2’ den A3’ e düşürmüştür. Standart and Poor’s ise uzun vadeli kredi notunu BBB’ den BB’ ye indirerek yatırım yapılamaz seviyeye çekmiştir.7 Yunanistan’ın borç geri ödemelerinde karşılaştığı sorunlar diğer ülkeleri de doğrudan olumsuz etkilemeye başlayınca ülkeye yardım yapılması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. 4

Eurostat, 2009 yılının bütçe açığının GSYH’nin yüzde 0,3-0,5 aralığında ve borcunun ise GSYH’nin %5-%7 arasında yukarıya doğru revize edilmesinin mümkün olabileceğinin altını çizerek, bu verileri onaylamamıştır. (IMF, 2010, ss. 6-7). 5 SGP (2010), Update of the Hellenic Stability and Growth Programme (Including anUpdated Reform Programme), Ministry of Finance, Athens. 6 IMF (International Monetary Fund) (2010), Country Report, Greece: Staff Report onRequest for Stand-By Agreement, No:10/110. 7 Yunanistan ekonomik krizinin kronolojik geçmişi hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Cumhuriyet Gazetesi http://www.cumhuriyet.com. tr/?hn=136822 veya Reuters Haber Ajansı (http://www.reuters.com/article/idUSLDE64G1N320100517) 8 European Comission (2011). Economic and Financial Affairs, The Greek Loan Facility, http://ec.europa.eu/economy_finance/eu_borrower/greek_ loan_facility/index_en.htm [01.08.2011] 9 Köse, Yaşar, Karabacak, Hakan, Yunanistan Ekonomik Krizi Maliye Dergisi, Sayı 160, Ocak -Haziran 2011, ss.292 10 A.g.e, ss. 292

79


mesini, iş ortamının iyileştirilmesini, rekabetçi piyasaların desteklenmesini, kamu kurumlarının şeffaflığının ve etkinliğinin artırılmasını içermektedir. Ekonomininesnekliğini ve üretim kapasitesini artırması, uluslararası rekabet edebilirliği iyileştirmesi ve ekonomik yapının daha yatırım ve ihracat odaklı bir modele doğrukaydırması amaçlanmaktadır.

Report, Greece: Staff Report on

Bu gelişmeler yaşanırken kamu ve özel sektör çalışanları, işçiler, emekliler, öğrenciler kemer sıkma politikalarından duydukları rahatsızlıkları ülke çapında yaptıkları grev ve protesto gösterileri ile göstermişlerdir. Yunan halkının alacaklıları tarafından sunulan Ekonomik Kurtarma Paketine 5 Temmuz 2015 tarihindeki referandumda ‘’Hayır’’ yönünde oy kullanması yapısal reformların önündeki engellerden biri olarak karşımıza çıkar.

POLICY Lessons from Two Decades of Membership”, The Quarterly Review of

REQUEST for Stand-By Agreement, No:10/110. KÖSE Yaşar, Karabacak Hakan, Yunanistan Ekonomik KriziMaliye Dergisi, Sayı 160, Ocak -Haziran 2011 OLTHETEN, E., Pinteris, G. ve Sougiannis, T. (2003), “Greece in the European Union:

Economics and Finance, 43, 774-806. ÖZTÜRK Mustafa, ARAS Nuri Osman, Euro ve Kriz Sonrası Dönemde Parasal İstikrar, EKONOMİ BİLİMLERİ DERGİSİ Cilt 3, No 2, 2011 ISSN: 13098020 (Online) SEZGİN, Zafer, Avrupa Borç Krizi’nin İzini Sürmek: Mali Disiplin,

Özetlemek gerekirse; Yunanistan’ın uzun zamandır süregelen yapısal sorunları 2008 krizi (Büyük Daralma) etkisiyle görmezden gelinemez bir hal almış ve çeşitli çok yönlü tedbirlerin alınması zorunluluğunu ortaya koymuştur. Yapısal sorunlar çözülmediği sürece ucuz finansman imkânları krizi bir süre daha ötelemekten ileriye gidemez.

İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimleri Dergisi Yıl:12 Sayı:23 Bahar 2013 s.81-90 SGP, Update of the Hellenic Stability and Growth Programme (Including an Updated Reform Programme), Ministry of Finance, Athens. (2010)

KAYNAKÇA

İNTERNET KAYNAKLARI

DADUSH, Uri. Sergey Aleksashenko, SHIMELSE Alı, VERA Eıdelman, Moisés Naím, BENNETT Stancil, And PAOLA Subacchi, (2010). Paradigm Lost The Euro In Crisis, Carnegie Endowment For International Peace, www.CarnegieEndowment.org

European Comission (2011). Economic and Financial Affairs, The Greek Loan Facility, http://ec.europa.eu/economy_finance/eu_borrower/greek_loan_facility/index_en.htm [01.08.2011] Erişim Tarihi: 15.04.2016

ERDEM Nilgün, ATBAŞI Dönmez Ferda, Finans Sermayenin Kriz Döngüsü: Merkez- Çevre Yakınsaması, Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 66, No. 4, 2011, s. 33 - 66 IMF (International Monetary Fund) (2010), Country

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=136822, Erişim Tarihi: 12.04.2016

80

h t t p : / / w w w. r e u t e r s . c o m / a r t i c l e / i d U S L DE64G1N320100517, Erişim Tarihi: 11.04.2016


SOYUTLAMA

CHARLIE CHAPLIN 81


SOYUTLAMA

ESRA KASAP kassapesra@gmail.com

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO S

CHAPLIN’İN

SESSİZ HAYKIRIŞI VE MÜZİĞİ

B

ir müzik yanaşıyor dünyaya ve insanlar her şeylerini ona yüklüyor ardından buz kesen hoyrat bir gecenin sonu güneşli bir bahar sabahına çıkıyor. Her davranışımızdan bir ritim sorumlu tutuluyor, her sözümüzden bir şarkı... Bazen konuşmuyoruz, bazen konuşuyoruz, bazense konuşmak istesek bile konuşamıyoruz ve anlamlar bir türlü hiçbir kelimeye sığmıyor. Bir ritim yakalıyoruz sonra, ardından bir beste doğurup onu büyütmeye koyuluyoruz. Beste büyüyor ve insanların her davranışı onun sözlerini oluşturuyor. Bir müzikle bazen mutlu oluyoruz, bazen isyan edip sessiz çığlıklar atıyoruz, bazen de tüm dünyaya mesajdan öte nasihat veriyoruz. Ana rahmine düştüğümüz andan ölüme kadar, ruhla beden arasında insanın yaşayacaklarının, yaşatacaklarının ve yaşanmışlığının sıkışmışlığıdır müzik. Hayatımız boyunca her hareketimizin altında bir ritim yatıyor, her konuşmamız duyulmayan bir besteyle tamamlanıyor. Charlie Chaplin, tüm bu söylemlerimin içinden gelip en başa kuruluyor. Yaptığı sessiz filmlerle bazı kitlelere karşı mücadele edip, insanca yaşamayı savunan bir sanatçı olmakla kalmayıp, müziğiyle ve filmlerindeki davranışlarıyla konuşmadan tüm dünyanın içinden gelen bir çığlık olmuştur. Her filminde vermek istediği mesajı ya da eleştireceği sistemi kahkahaların arkasına saklamıştır. Onun filmleri güçten noksan insanların bir desteği olmuştur. Chaplin, filmlerinde eşitliği ve insanca yaşamayı sessiz ama tüm dünyanın duyacağı şekilde haykırmıştır O, insanların yollarında umut ışığı, yüzlerinde bir tebessüm bunların da ötesinde bir kahkahadır. Her filminde ayrı ama aynı davayı savunmuştur. Onun davası insanca yaşamak ve yaşatmaktır. O bu mücadeleyi sessiz kalıp davranışlarıyla ve müziğiyle vermiştir. Yaptığı her bestesinde hüznü kahkahaya karıştırıp, davranışlarıyla da o bestenin sözleri olmuştur. Bazen ritmik bir müziğinde insanın ruhuna ve kalbine acıyı yerleştirmiş, bazense hüzün dolu bir besteyle insanın kalbini ve zihnini büyük umutlarla doldurmuştur. Fakat o her yapıtında hüzünden kopamayan dünyada umudun bitmediğini ve bitmeyeceğini göstermiştir ve böylece onun yapıtları her çehrede bir kahkahaya dönüşmüştür. Chaplin’in filmleri, onun da deyimiyle “deliliğin hat safhalara ulaştığı, özgürlüğün deliliklerde boğulduğu ve insanlığın bir tarafa atıldığı dönemde” geçmiştir ve o, tüm dramı barındıran bir tablonun içinde insanlığı güldürmeyi başarıp, müziğin kulaktan geçip ruha ulaştığı yolda konuşmadan her ritimde yaptığı hareketiyle dokunmuştur ruhumuza. Chaplin’e göre konuşsa onu sadece İngilizce bilenler anlayacaktı ama sessiz bir filmi herkes anlayabilirdi ve dünya Amerika’dan ibaret değildi. Konuşmadı. Onun çığlıkları ve konuşacağı her şey, müziği ve davranışları oldu. O, müziğin ritminin davranışlarımıza nasıl etki edeceğini gösterdi ve dünya acıdan ibaretken kahkahaların sesi oldu. Şimdi her ritim, bir davranışın habercisidir. Her davranışsa, bir bestenin sözleridir. 82 5860


SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

ERDEM

SOYUTLAMA

Onur ASLAN tezaim27@gmail.com

İ

lk insanın doğumuna veya oluşumuna dair bugün elimizde sayısız teori vardır. Tüm teorilerde ortak olan ise insanın öğrenmek için tezatlıklara başvurmasıdır. Aç oldukları için yemek bulmaya çalıştılar, üşüdüklerinde sıcağı aradılar, karanlıkta ışığı anladılar ve ölüme şahit olduklarında hayatın çehresini kavradılar. Kısaca insan, dersini, yokluğu ve varlığı tecrübe ederek almıştır. İmkânsızlığın batağında var olan ilkel insan, öğrenmenin en zorlu ve acımasız yoluna mahkûmdur: yaşamak. Çünkü kırılganlığı ve bilinmezliğiyle yaşam, hataya en az tahammül gösteren öğrenme biçimidir. Bugün önemsenmeyecek aşikârlıkta olan bilgiler, geçmişin, uğruna can verilen çabalarından oluşur. Edinilen tüm hayat tecrübelerinin silsilesi içerisinde karşılaşılan ilk adaletsizlik, iyi ve kötü düşüncesinin başladığı andır. Bu düşünce, hududu kavranamayacak yıllar boyunca erdemi arayacak olan insanlığın başlangıç noktasıdır. Erdem arayışını beyinlerimizde bunca senedir vazgeçilmez kılan neden, doğru cevabın bulunamaması değildir aksine birçok parlak zihinde onun sanatkârane izlerini görmek mümkündür. Neden hala erdemli olanı arıyoruz sorusunun cevabı onun aktarılmaya müsait olmayan yapısında gizlidir. Tüm haşmetiyle hayatımızı yönlendiren geçmiş zamandan öğrenilemeyen tek bilgi budur. Yeryüzünün tüm ağaçları kaleminiz, okyanusları mürekkebiniz olsa ve uçsuz bucaksız gökyüzü, kâğıtlar yapsa size bulutlarından, ne iyi olanı ne de kötü olanı açıklayabilmek mümkündür. Bir annenin sonsuz şefkatini sözcüklere dökemezsiniz. Tarih, var gücüyle erdemi anlatmaya çalışan araçlarla dolu olsa da başarısızlık tüm çıplaklığıyla karşımızdadır. Çünkü bir meleği gülümseten her ne varsa şeytanın malzemesi olabilir. Katiller cesareti, soyguncular zekâyı ve tüm yalancılar sevgi ile merhameti oyuncak haline getirebilir. Bu ne anlatarak ne de yazarak çözebileceğiniz bir sorundur. Doğru olanı bulmanın yolu aktarabilmekten değil kavrayıştan geçer. Hiçbir rüzgâr, zihnin yüceliğiyle kavranan erdemi anlatabilecek nefesi veremez insana. Benliğinin hizmetinde, nefsinin izinde başıboş dolaşan insanı, her zaman düşünüzde olan huzurlu dünyaya adapte edebilmek için ona iyiliği bir sonuç olarak hediye edemezsiniz ancak sonuca ulaşmak için göstereceği çabanın yollarını çizebilirsiniz. Çünkü iyi ve doğru, ruhunu bedeninde tutan her canlı için bedel ödenerek kazanılan bir bilgidir. Eğer acıyı tatmadıysanız, gözyaşlarınız akmadıysa hiç, sevgiyi ve umudu kalbinizde minik bir kuşun çırpınışı gibi hissetmediyseniz ve merhamet isteyen bir eli tutmadıysanız hala nasıl erdemli olabilirsiniz ki? 8359 5860 83 57


Hazırlayan: Onur ASLAN

tezaim27@gmail.com

CELAL KADRİ KINOĞLU İLE SÖYLEŞİ

21.

yüzyılın gittikçe hızlanan ve evrenselleşen yaşamında, bütün zorluğuna rağmen sanatçılığı en doğru şekilde icra eden yegâne insanlardan biri olan Celal Kadri Kınoğlu ile yeryüzündeki imzası yüzyıllarca unutulmayacak Charlie Chaplin’i ve filmlerini konuştuk.

(yüksek bir vurguyla) zor bir şey başardığını anladım. Yine de bütün o zorluğuna ve bende yarattığı bütün derin saygı duygusuna rağmen Charlie Chaplin ve Şarlo estetiği benim tercihim olmamıştır. Enteresandır, bir şeyleri çocukluğumuzda çok güçlü sevdiğimizde bu bizi yanıltmıyor. Bu bizi estetik zevkin bir haritasında bir yere yerleştiriyor ve bundan sonra bir sonraki kapı genellikle o kulvar üzerinden açılıyor. Sanki insanın dünya görüşünün şekillenmesi gibi... Bu rastlantılar bizi bir yöne yerleştiriyor. Benim yönüm Charlie Chaplin’le hiç birleşmedi. Zafer Algöz gibi Bülent Emin Yarar gibi Charlie Chaplin’i çok seven oyuncu arkadaşlarım var, bunlar çok iyi oyunculardır. Ben onun dünya görüşünün izlerini çok severek algılayabiliyorum. O dünya görüşüyle ilişkili bir şekilde ortaya çıkardığı acı-komik yapıyı kalbimle anlıyorum. (gülümseyerek) Ama ben seviyorum Şarlo’yu diyemiyorum hala. Elbette, sevmesek de ya da çok sevmesek de her zaman doğru ölçmeyi bilmek gerekir. Aynı şey, sizleri siyasette bekleyecek, bir şeyin değerli olması başka şey sevmememiz başka şey. Değerlere hassasiyet şarttır.

Güneşin tüm kuvvetiyle kış mevsiminin izlerini silmeye çalıştığı bir günde, buluşma saatimize henüz oldukça vakit varken bir kitapçının rafları önünde karşılaştık Celal Bey ile. Bu tesadüf benim için büyük bir mutluluk olan sohbetimizin büyüsünü artırıp, heyecanımı tetiklemişti. O gün güneş gökyüzüne nasıl hâkimse sohbetimize de Celal Bey’in gözlerindeki gülümseyiş hâkimdi. Geride kalan dakikaların tatlı bir bilinmezlikle akıp giden ruhunu, birazdan okuyacağınız söyleşinin kelimeleri sizlere fısıldayacaktır. Kimi anların somut güzelliklerini ise yazının içerisine serpiştirilmiş halde bulacaksınız. Keyif almanız dileğiyle, iyi okumalar. Her birey kendi geçmişine ve birikimine dayanarak izlediği filmlere, okuduğu kitaplara, dinlediği müziklere farklı farklı anlamlarla bağlanır. Siz yaşam tecrübenizle Charlie Chaplin’i nasıl görüyorsunuz ve onunla nasıl tanıştınız?

Bazen gerçekten de özellikle benim gibi henüz tecrübesiz biri için, doğru ile gerçek arasındaki ince çizgiyi fark ettiğinizde bir şaşkınlık yaşıyorsunuz. Umarım zamanla bu şaşkınlığı atabiliriz üstümüzden.

Charlie Chaplin’e ilk çocukluğumda rastladım. Hatta onun Charlie Chaplin olduğunu bilmeden ben Şarlo’yu seyrettiğimi zannettim hep. Çocukluğumda en sevdiğim şeylerden biri değildir, aslında bana çok komik gelmezdi. Sessiz sinema bana çok komik ve hoş gelmiyor, nedense. Fakat oyunculuk mesleğini icra etmeye başladıktan sonra Charlie Chaplin’in ne kadar

Charlie Chaplin’in yaşamında; aile hayatında, gençliğinde, beyaz perdede kendini gösterdikten sonra yetişkinliğinde oldukça fazla kötü anının etkili olduğunu biliyoruz. Tüm bu kötü anılara rağmen onun komedi gibi zor biri türün fazlasıyla hakkını verebildiğini de görüyoruz. Bir oyuncu 84


olarak yaşamın ağırlığını ve kötü anılarını bir kenara bırakarak sahneye çıkmak nasıl bir duygudur?

ilgileniyor olabilir, inanan birisinin varoluş kriziyle ilgileniyor olabilir, karı-kocadır, sevgilidir konular çeşit çeşit olabilir; ve bu dramatik olur, komik olur, epik olur ya da grotesk olur çok başka tarzlarda da ele alınabilir ama sanatçı ilgilendiği konuyla ilgili yeni bir gerçek bulmaya çalışır. Birincisi kendi dünya görüşü çerçevesinde o gördüğü yeri doğru tutmaya çalışır ama bunu aşması gerekir, yeni bir şey söyleyebilmelidir. O yeni şey insanlık için eski olabilir ama o eseri seyreden insanlarda yaratacağı farkındalık bakımından bunu unutulmaz olmak ölçüsünde başarmalıdır. İşte belki Charlie Chaplin’in başarısı bu, unutulmaz olabilmek. Haneke’nin, Iñárritu’nun, Nuri Bilge’nin, Fatih Akın’ın filmlerinde gördüğümüz gibi... (gülümseyerek) sinemacılar, romancılar, şairler şanslılar. (iç çekerek) Biz unutuluşun yasasına boyun eğeriz tiyatroda. Kimin nasıl oynadığını kendimiz bile unutuyoruz. Ben 1985’de Kapıların Dışında oyununda ki o adamı nasıl oynadığımı hatırlamıyorum, bana inanın. Beni seyredenler de otuz sene önceki rollerimi hatırlamıyorlar. Nazım Hikmet, Orhan Veli, Ben Ruhi Bey Nasılım, Caligula... Oynadığım rollerde ne yaptığımı neye eğilimli olduğumu hatırlıyorum fakat her gece çok umulmadık birdenbire şeyler olur. Siz o yaptığınız şeyin o gece tam olarak sahibi bile değilsinizdir. O anda öyle bir bakmışsınızdır, bağırmışsınızdır, dinlemişsinizdir ki, seyirci, zamanın ekspresleri gibi bir trende kendi yaşamındaki bir yerlere doğru son hızla gider ve yaşamıyla ilgili bir şey bulur, yaşamında bir değişim oluşur. Sonra beni unutur. Önemli değil, (gülerek) bizim aradan çekilebilmemiz gerekiyor. Bence bizim unutulmaz olmamız değil, yarattığımız şeyin yaşamaya devam etmesi gerekir. Erkan Oğur gitar çalarken yok olur, biz müzikle bir yere gideriz. (gülerek) onun gibi... (mutlu bir tonda) Tabi ki Beethoven’ın bana ne yaptığını hep hatırlayacağım ve Beethoven hep orada duruyor ama benim ki biraz hüzünlü bir sanat. (gülümseyerek) ben aslında yokum ki!

(Gururla) O bizim göstermeye çalıştığımız cesaret zaten. Bizler oyuncu olduğumuzda kendi yaşamımızın hem o günkü hem geçmişteki bütün gerçeklerini aşabilecek ya da yeri geldiğinde onları büyük bir yürekle kanayan kalbi gösterir gibi ortaya çıkartacak bir cesaret göstermemiz beklenir. Oyunculuk sadece yetenek problemi değildir. Oyunculuk, insanın kendi kalbindeki bütün hakikatleri ve geçmişinde kendisine tekrarlamaya bile utandığı veya korktuğu bütün o karanlık tarafları büyük bir cesaretle seyircinin önünde ortaya çıkartma cesaretidir. Bunu göze almaktır (!) Bize garip bir heyecan veren şey o. Seyirci, sinemada oyuncuyu seyrederken kendi kalbindeki o karanlık korkunç tarafları görebilir. Daha sonra o karanlıkta çıkar sinemadan ve kendi kendine “Allahım ben bunu unutmalıyım. Orada benden bir şey gördüm. Bunu kimseye anlatamam. Kendime yalan söylemeye devam etmeliyim” der. Biz de içimizde olan ya da çok da olmayan, bir parça bile olsa korkunç ve nefret edilesi bir şeyi tamamen savunarak, inanarak içtenlikle oynamak zorundayız. Bizim mesleğimizin şanı budur aslında. Bu acı bir gününde çıktı insanları güldürdü düşüncesinden çok daha derin bir şey. Ayrıca iyi de geliyor. Hayatı unutturuyor bizim mesleğimiz. Kendimizi uzun süre mutsuz edeceğimize sahneye çıkınca bir bakıyoruz ki mutlu olmuşuz, sevinmişiz, unutmuşuz. (gülümseyerek) İnsan ruhunun bir garipliğidir oyunculuk. Bahsettiğiniz acı-komik tanımlamadan yola çıkarak sormak istiyorum; Say yayınlarının yayımladığı Schopenhauer’ın Üniversiteler ve Felsefe adlı kitabında şöyle bir bölüm hatırlıyorum: “Hepimiz için en doğru kararı verecek olan gelecek kuşakların mahkemesidir.”

Etki bu oluyor gerçekten. İnsan, yüzyıllardır kendisini anlamlandırmaya çalışırken sürekli konuşma yolunu kullandı. “Ben kimim? Neden dünyadayım? Dünyadaki amacım nedir?” sorularını, gerek diyalog gerek monologlarla doğruyu bulmaya çalışırken bir araç olarak seçti. Charlie Chaplin, filmlerinde konuşmalara yer vermemek için ve sessiz filmi terk etmemek için uzun süre direnmiş gibi görünüyor. Onu anlatan filmlerde ve kitaplarda, oyunculuğun konuşmadan da yapılabileceğine ve müziğin, canlandırılan anın duygusunu seyirciye doğru bir şekilde aktarabileceğine inandığından bahsedilir. Bugün yaşadığımız dünyayı konuşarak anlamlandırabildiğimizi söylemek çok mümkün değil sizce hayatın akışındaki ritmi ve müziği yakalayarak dünyayı anlamak mümkün olabilir mi?

Charlie Chaplin’in kimi filmlerine bakacak olursak, mesela 1940 yılı yapımı Büyük Diktatör, 1840’ların sonundaki Amerikalı altın avcılarını anlatan 1925 yılında çektiği Altına Hücum, Modern Zamanlar, Göçmen, Yumurcak... O bu filmlerin hepsinde yaşadığı dönemin sorunlarını anlatmak için bir Don Kişot rolünü üstlenmiş, insanlara kendi doğrusunu göstermeye çalışmıştır. Sizce Chaplin yirminci yüzyılın vahşi günlerini, yaşadığı dönemin insanlarına ve bize ne kadar anlatabilmiştir? Biz bugün onun eserlerini doğru takdir edebiliyor muyuz? Sanat eserlerinin sorumluluğu tanıklık ettiği ve anlatmaya kalktığı olayla ilgili yeni gerçekler ortaya çıkartmaktır. Bir sanat eseri, bir sanatçı bunu başarabilmelidir. Hangi konuyla ilgileniyor olursa olsun genel olarak kapitalizmle ilgileniyor olabilir, özel olarak bir kadınla ilgileniyor olabilir, bir eşcinselle

(düşünceli bir sessizliğin ardından) Sessizlik çok 85


şiddetli bir konuşmadır aslında. Sessizlik bize çok şey söyleyebilir, onun değeri özellikle bilgili görgülü insanlar için çok fazladır. Sessizliğin yarattığı saygı, felsefi derinlik, düşüncenin devam etmesi ve belli bir çatışmayla belli duyguların harekete geçmesi bunlar yaşamda var olan şeyler. Genellikle konuşarak sessizliğin içindeki şiiri yok eder insanlar. O yüzden biz oyunculuk bölümünde ilk iki sınıfta mutlaka sessiz egzersizler veririz. Duygu çalışmalarıdır bunlar. Hoşlanmak, gıpta, kıskançlık, öfke, duygusal dönüşümler, sürpriz, bir koku bütün bu tepkileri ve öğrencinin kelimeleri kullanmadan gerçeği yaratmak zorunda olduğunu öğretiriz. Sessizliğin kıymetini, biz biliyoruz. Bazı büyük yazarlar da çok değişik sessizlikler kullanırlar oyunlarında. Harold Pinter’ın beş-altı çeşit ayrı notu vardır; dururlar, susarlar, ölümcül sessizlik, uzayan sessizlik gibi, bunların hepsi içinde dediğiniz gibi bir müzikal yapı barındırır.

dürüst bir sessizlikle kendi kişiliğini savunan değil, “mış” gibi yapan, ne isteniyorsa onu vermeye çalışan bir ahlak servisi var sanki öğretilen. Böyle olursa yükselirim, böyle olursam beni severler... Feci yalancılar yaratıyor ne yazık ki aileler. Yetenekli insanların bu kadar yalancı oluşunu ben anlayamıyorum. Çocuk yetiştirmede ne kadar büyük hatalar yapıldığına dair fazlaca psikoloji kitabı var. Okurken, küçücük davranışların çocuğun yaşamında ne kadar büyük sorunlar yaratabileceğini gördüğümüzde ve bununla beraber gözlemleyebildiğimiz ailelerin bilinçsizliğini fark ettiğimizde çok şaşırıyoruz. Çünkü boş konuşuyorlar ve bu boş konuşmalardan sonra çocuk, “bunlar bir yalanla yaşıyor bunlar gerçek ya da değerinde kullanılan kelimeler değil” diyor. Bir plaj hayal edin bir tane Türk, çocuğunu çağırıyor deniz kenarından ve diyor ki “Merve gel buraya kızım, bak çok güneş var. Başına güneş geçecek. Sırtına krem süreyim. Kasket takalım, Merve, Merve, Merve...” gelmiyor kız. Bir terbiye verilmemiş. Öbür tarafta bir tane Alman diyor ki çocuğuna “Petra gel buraya” çocuk geliyor, krem sürüyor, şapka takıyor ve gidiyor. Niye boş konuşuyor bu bizimki! (gülüşmeler). Niçin gerçek değeri yok ya da dediği şeyler niçin yaşamıyla temsil edilmiyor. Yaşamımızla kanıtlayamadığımız hayat ne kadar konuşursak konuşalım boş bir yalandır.

Beckett’ta da hatırlıyorum bunu, Evet, tabii ki. Modern de çok fazla vardır. Çok çene çalan bir mizaç vardı, giderek daha az konuşmaya başladı ve çok azaldı kelimeler. Anlamlar arttı, daha gerekli ve minimal cümleler kuruyorlar bugün modern dramatik oyun yazarlarının kahramanları. (sitemle ve kızarak) Ama bizim tiyatro edebiyatımız çok çenebazdır. Maalesef, bizim yazarlarımız -o dizilerden bahsetmiyorum bile- boş konuşmalarla dolu yıllar geçiriyorlar. Hiç bir yere varmayan ve hiçbir anlamı olmayan aptalca duygu sömürülerini insanların saatlerce seyretmesi çok büyük bir hainlik, istismar. İnsanların zayıf oldukları taraflarıyla oynayarak kazanılmış haram paralar. Bizim tiyatromuzda (anıların mutluluğuyla) Müşfik Kenter texti alırdı ve yarısını atardı. Yine aynı oyun kalırdır geriye (gülüşmeler). Boş konuşmuşlar... Üstelik o kadar çok konuşulunca seyirci sizi konuşan bir şey olarak izliyor hâlbuki sizin yaşayan bir gerçek olmanız lazım. O yüzden Williams “hayata sadık kalın” der. Bence hayatta her şey yerli yerinde. Tabi ki farklı kültürler farklı konuşkanlıklar sergiliyor. İskandinav edebiyatından güneye doğru indikçe çeneler açılıyor.

New York’ta Bir Kral filminde dahi bir çocuk rolü vardı. O dönem Charlie Chaplin’e yöneltilen komünizm suçlamaları gibi filmdeki dahi çocuk da komünizmle suçlanıyordu. Ben filmi izlerken Charlie Chaplin’in bu çocuğun vasıtasıyla kendisine yöneltilen suçlamalara karşı doğrularını savunduğunu hissetmiştim. Nitekim Monsenieur Verdoux filminin sonunda da çok çarpıcı bir şekilde kendi doğrusunu savunan bir karakter vardı karşımızda. Sizce doğrunun değeri nedir? Bence ihtiyacımız olan şey doğruluk. Hangi dünya görüşünde olursak olalım, ahlak problemini çözmek zorundayız. Bizler şu ya da bu görüşe bağlı olabiliriz, üstelik bu görüşlerimiz zamanla yerinden oynayıp biraz değişir de, Fransızların dediği gibi “yalnız aptallar fikir değiştirmez”. Doğruluk, kendimize olan inancımız ve düşüncemize kendimizi adamamızla ilgili çok önemli bir tutkudur. Doğruyu söyleme cesareti... (düşünceli bir sessizlik) Amerikalıları hatırlıyorum, bahsettiğiniz zamanlarda gerçekten düşman yaratmaya bayılan bir Hollywood ülkesidir. Uzaylılar olsun, herhangi bir mikrop olsun, komünistler olsun, şimdi bütün Müslümanlar olsun, bir düşman bulduğunda ortaya çıkan elit ve popülist söylem kendi yeni bilgisini ve hakikatini yaratır. O yaratılmış olan hakikat insanlara aktör olur ve insanlar kendi akıllarıyla düşünmeden o propagandayı “hayatın gerçeği” olarak benimseyerek birer sözcüsüne dönüşür. Bütün üst yapılarda böyle bir radyo tiyatrosu sahneleniyor. İnsanlar söyledikleri

Türk dizilerinden örnek vermek gerekirse, çocuk oyuncuların rollerini hep onların yaşlarından büyük sözcüklerle dolduruyorlar gerçekten. Çokbilmiş çocuğun güzel satabileceğini düşünüyor. Çocuğu olduğundan büyük göstermek Avrupa’da da vardır. Küçük yaşlarda oğlan çocuklarına smokin, ceket, pantolon giydirmek; kız çocuğunu bir tür gelin veya prenses gibi giydirmek... Büyük büyük konuşan çocuklar, bunu zaten günlük yaşamda da anlayıp ben böyle yaparsam beni daha çok sevecekler, bana o hayal ettiğim oyuncakları alacaklar diye büyüklerin hayalini gerçekleştiriyorlar. O yüzden, mesela çok yetenekli öğrenciler geliyor oyunculuk eğitimi için bize ama çoğu çok yalancı oluyor. Çünkü kendi yeteneğini bir yalancılıkla satmaya ve istediği alkışı böyle elde etmeye alışmış. Aşınmış karakterler ortaya çıkıyor. Gerçekten 86


cümlelerin kendi gerçek düşünceleri olmadığını bilemiyorlar bile. Bu iktidar denen şeydir. Üstelik bir tek yerdeki iktidar ve arkasındaki dört tane cingöz adam değil, bir sürü çeşit iktidarın oluşturduğu bir iklimdir. İdeoloji dediğimiz şeyin sözcüsü haline gelmiş bir genç bir baba, bir kız ya da bir toplum görevlisi devlet görevlisi... Söylediğim cümleler gerçekte ne kadar benim kendi aklımla düşünerek kısmen emin olduğum gerçekler veya ne kadarı şu yıllarda yaşadığım için bu cümleleri kuruyorum ya da burada olduğum için bu kızı seviyorum gibi ezbere konuştuğum gerçekler, bunu anlayabilmek için uyanık olmak gerekiyor. İçine doğduğumuz iklimi entelektüel olarak da siyasi olarak da deşifre edebilmeliyiz, çözebilmeyiz yoksa 2016 Mart’ında bunlar konuşuluyordu derler biz de o sözü tekrar etmiş oluruz. O zaman çok fazla modaya bağlı kalmış oluruz ve popüler olan söylemlerin parçaları haline geliriz. İşte bunlar yerinden oynuyorlar, komünizm Amerika’da çok büyük bir düşmanlık ve korkunç bir kelimeyken giderek etkisi düştükçe ve zararsız oldukça “çok hayalperesttiler canım” gibi bir yere doğru çekildi. Daha sonra “Ya, nerde, keşke olsa ama mümkün değil” gibi bir kılık değiştirdi (gülüşmeler) “Zaten onlar inanılmaz idealist, romantik ve ahlaklı adamlardı canım” düşüncesine döndü. Şimdi son tercüme ne bilmiyorum. Dünyada da komünizmle ilgili bazı toplantılar yapılıyor ve ideal anlamda insanların eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliği başka bir bağlamda kullanılarak bir poster çalınıyor, farklı bir dünyanın içinde aynı kelimelerle karşınıza çıkıyor. Hemen hemen aynı lafları söylüyorlar başka bir dünya görüşüyle. Çok zor bunların halka anlatılış aşamaları, çok dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü bu anlatımda filozoflar var, entelektüeller var, aydınlar var; medya kanalları, gazeteler, yazarlar var; iktidarlar var, hukuk var (gülerek) ya da yok! (bir önem vurgusuyla)ve de yalancılar var! Karikatürler var “mış” gibi yapanlar var. Ben bize baktığımda Türkiye’nin dürüstçe ayıklanabileceğini görmüyorum. Bir kere çok çabuk kılık değiştiriyorlar. Rus piyeslerinde Gogol’un kahramanlarında vardır bu, hemen fikir değiştirir, kostüm değiştirir, sakalını keser, başka bir şapkayı takar gibi... Bu karikatür çok hızlı ve yine söylüyorum “çok yetenekli”, çok yalancı ve marifetli. Bu çocuğun terbiye edilmesi şart (gülüşmeler). Terbiye ederken de her türlü kelimenin altının oyulmasından kaçınmak gerekir. Demokrasinin altı oyularak, kalabalık bunu istiyor dedikleri zaman çok yazık diyorum. Kaçan bir gerçek varsa kalabalıkların istediği iktidar ne derece yok edebilir diğer etkenleri. Bir büyük sözleşmeye ihtiyaç var. Gerçekten şövalyeler gibi dürüst, parlak, akıllı, aydınlanmış yeni insan için düşünmek gerekiyor Türkiye’de. Bu evlerde ve okullarda çocuklarla başlayacak olan yeni bir ahlaktır. (gülerek) Umarım toplum mühendisliğine eğilimli değilimdir ama bir nebze gerektiriyor. Bir hesap ölçme, değerlendirme, malzeme bilgisi, bir şey yapmak gerekiyor yoksa çok yazık olacak böyle.

Wilhelm Reich, kitaplarında “Nasıl mutlu olunur?” sorusunun cevabını vermeye çalışırken anne karnındaki bebeğin psikolojisiyle inşa etmeye başlar mutlu insanı ve mutlu toplumu. Belki de bu derecede bir toplum mühendisliğine ihtiyaç vardır. Bence, kesinlikle, toplum mühendisliğine eğiliminiz varsa yanlış bir yönelim değil bu. Bilmiyorum, aklıma kendi düşüncelerim geldiğinde fazla mı elitist düşünüyorum ben diye soruyorum. Kesinlikle, doğru olan ve evrensel anlamda geçerli olan bilgilere karşı çok borçluyuz. İnsanlar onları buldular, savundular, işkence gördüler, öldüler; insan haklarının geçmişi var, işçilerin, köylülerin, kadın haklarının geçmişi var. Sınıfsal olarak da pozisyon olarak da katı bir şekilde ezilmiş, incitilmiş, ağlatılmış insanların kazandıkları zaferlere karşı bir sorumluluğumuz var. Sadece son kavgayı vermek değil kazanılmış olanları da elimizin altında bulundurmamız gerekecek. İnsanın mutluluğu için ve kendisine yakışan hayatı yaşayabileceği dünyada bulunabilmesi için, sanırım bitmeyecek devrimcilerin görevi (gülüşmeler). Sizinle Charlie Chaplin üzerine söyleyişi yapacağımız belli olduğunda arkadaşım Eren, Şarlo karakterinin elinde bastonuyla, başında şapkasıyla, yürüyüşüyle, hareketleriyle karikatürize edilmesinin buyurgan devletlerin başarısı olduğu yönünde bir tespitte bulunmuştu. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Buyurgan devlet yapılarında ve otoriter devlet yapılarında komedinin çok enteresan biçimlerde ortaya çıktığını biliyoruz. Mizahın karikatür olsun, 87


tiyatro olsun, roman olsun bir yığın örneği var. Roma imparatorluğundaki yazarlardan beri baskıda komedi unsuru güçlenmeye başlıyor, değişik yapılarda ve biçimlerde kendini gösteriyor. Fakat Charlie Chaplin’e bakıldığında insanların hangi derinlikte ne gördükleri tamamen o insanların hayatlarındaki gelişimle ve dünya görüşüyle ilgili bir şey. Biz oyunculukta bir takım kavramları katlı yapılarından dolayı milföy diye anlatırız, bir modern dansı seyrettiğimizde söz yok sadece müzik ve bir takım hareketler var fakat bir şeyler anlatıyor. Hatırlıyorum, yıllar evvel Nederland Dans Tiyatrosunu seyrettiğimde Marksizm, Hegel , Gramsci, kadın-erkek meselesi gibi o kadar çok işaret vardı ki. Charlie Chaplin’de de çok işaret var ve o işaret bakan zihindeki derinlikle ilgili. Çok eğlenceli, çok komik, çok tatlı, çok yetenekli; sonra giderek hüzünlü, sarkastik, nihilist, anarşist, neyse ne... Orayı istediğiniz kadar kazabilirsiniz. Gerçek bir sanat yapıtı zaten ne bir defada tüketilir ne de tek katlı bir yapıdır. Her defasında yaşamınızdaki değişimlerle, dünyanızdaki derinliklerle farklı bir anlam kazanabilecek tüketilemeyen bir kıymettir. Marcel Proust’un o koca romanını düşünün, doruk noktasıdır belki de edebiyatın.

belki de söylüyor. İnsan, kendine hak veriyor olabilir veya o yapıyor ben niye yapmayayım diye düşünüyor olabilir. İnandıklarını zannettikleri şeyin olup olmadığını birbirlerinden saklıyor olabilirler. Tanrıya inanmayanların sayısı tahminimizin çok üstünde olabilir (gülüşmeler). O, belki de bir tür pasaporttur birbirlerine gösterdikleri. Hayatı olmayan sahte bir belgedir. Eğer günlük yaşamda onları, ahlak yapısının arkasında bir tür dini ve büyük bir yargıyı fark ettikleri halde görgü, ahlak ve vicdan azabı durdurmayacaksa ya da hukuk durdurmayacaksa (vurguyla) bir büyük gözün onları gördüğünü aslında hiç hissetmemiş olabilirler. Gerçekten adı konmamış inançsızlardır onlar. Adı konmuş inançsızların birçoğu onlardan daha ahlaklıdır. Bu yüzden inanmak ve ahlaklı olmak otomatikman birleşmemeli aynı şemsiye altında galiba. Bu inanıyor o halde yüzde yüz ahlaklı diyemiyoruz. Eskiden beri tiyatro edebiyatında da büyük ahlaksızlar “inançlıymış” gibi yapanlardır. Komedide de böyledir bu. Oldum olası bir sahtekâr hacı, sahtekâr inançlı, ikiyüzlü yalancı, galiba elinde bulundurduğu güç ve iktidar mekanizmasından dolayı “Herhâlde ben yalan söylemeyeceğim, benim yalan söylediğimi nasıl düşünürsünüz şu arkamdaki resme bakın, statüye bakın rica ederim” diyor. Herhâlde dünyada son saftirik cahil kalana kadar o yalanı söyleyecekler. (gülüşmeler)

Yine New York’ta Bir Kral filminin bir sahnesinde, kadının biraz erkekleşmesi ve erkeğin biraz kadınlaşması konusundan bahseden cinsel kimliğe yönelik etkileyici bir işaret hatırlıyorum, çok ilgimi çekmişti.

Benim soracaklarım burada bitiyor. Sizin Charlie Chaplin hakkında olsun ya da olmasın okuyanlara ve öğrencilere söylemek istediğiniz herhangi bir şey var mı?

Sanatçılar farkına varmadan, kısa bir süreliğine de olsa zamanlarının çok ilerisine bir an gidip gelebiliyorlar. Bunu Orwell’da ve Nabokov’da görüyoruz, angaje olsun ya da olmasın farklı dünya görüşlerinden yazarlarda da görüyoruz. Bugüne baktığımızda gerçekten, erkeklerin biraz kadınsılaştığı, kadınların biraz erkeksileştiği bir ortaya doğru toplanıyor cinsellik. Artık romantik bir aşk, klasik kadın-erkek ilişkisi üzerinden değil kadınla kadının erkekle erkeğin ilişkileri üzerinden yeni bir cesaretle dile dökülüyor. Bilinen romantizmin temaları tükendiğinde insanların ilerlemesine cevap verecek bir şey getiriyor sanatçılar. Ya da insanların çok sonra yaşayacağı şeyleri yazabiliyorlar. Enteresan bir soru, geleceği kim okur? (gülümseyerek) Belki şairler...

(gülümseyerek) Can Yücel bir şiirinde; “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” diyordu (Sevgi Duvarı şiiri) Şimdi 52 yaşına geldim, daha büyük cümleler vardı hayatımda ama bu kendi başına bize çok gerekli bir cümle. Onun dışında, ben kendimi hep başka sanat eserlerinde tanıdım. Bir romanın kahramanından kendimi öğrendim, bir filmde kendimi buldum, ben kendimi ve doğru dediğim şeyi büyük sanatçıların yarattığı satırlarda, yarattığı seslerde, müzikte ve sahnelerde ölçebildim. Benim en güzel aynamdı sanatçıların gösterdikleri hayatta kendime bakmak. Beni çok büyüttü bütün okuduğum romanlar, gördüğüm iyi filmler, o değerli müzikler... Yaşamlarını sanata açsınlar. O yetenekli insanlar bir genci geleceğe doğru uçururlar. Çünkü zaman eşit geçmiyor ve zamanı hızlandırmamız gerekiyor bazen ve o zaman, öyle güzel bir yer olsun ki Faust’un dediği gibi “Böyle kalsın” diyelim. İnsan yaşamında onu tatmalı.

Az önce biraz değinmiştik. Sizce insan doğrunun ne olduğunu bildiği halde neden kötüyü yapmaya yönelir? Bu o kadar çok yerde çıktı ki karşımıza, edebiyat da, dinsel kitaplarda, İncil’de bir yerden de hatırlıyorum galiba. O kadar yerde içtenlikle soruyorlar ki bu soruyu, niçin ben, iyi olanı bildiğim halde kötüyü yapmaya eğilimliyim? Zaten bu galiba çok zevkli bir konu. İnsan böyle olmasaydı dünya daha çekilmez bir yer olurdu. Herkes sadece doğru olanı yapsaydı, çatışmadan yaşasaydı, şaka maka uygarlık da bu kadar ilerlemeyebilirdi. Kötülere borçlu olduğumuz şeyler var (gülüşmeler). Vicdanın sesi bir yere kadar

Çok teşekkürler... Değer verip, vaktinizi ayırdığınız için biz teşekkür ederiz. 88



#BizimHikayemiz Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi - Çalışma Grubu, 2008 yılında yola çıkarken ilk üyelerini bir araya getiren temel sebep; geçmişte İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü bünyesinden çıkan Minerva’yı canlandırma isteğiydi. Grubumuz, Minerva’yı istikrarlı yayımlanan bir bülten haline getirerek yola çıkışının boşuna olmadığını gösterdi. SUİAM-ÇG, amatör dergi yayını ile kendisini geliştirmeye çalışırken daha çok etkileşim kaynağıyla beslenme yoluna gitti. Bulunduğu ortamda akademik ve sosyal birikimin artması ve yoğunlaşması için etkin olmayı hedefledi. Bu anlamda okul içinde ve dışında çeşitli faaliyetler yürütüyor, etkinlikler düzenliyor. SUİAM-ÇG yola çıktığından beri onlarca üniversite öğrencisi için bir deneme alanı, alternatif bir öğrenme çevresi oluşturdu. Üniversite dönemini daha anlamlı kılmaya çalışan pek çok arkadaşımız kendilerince oluşturulan bu okulun parçası oldu, olmaya devam ediyor. Misyonumuz: İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencilerinin gerek sosyal gerek akademik hayata hazırlanmaları için alternatif bir ortam sağlamak, Araştırma ve düşüncelerin başta yayıncılık olmak üzere pek çok etkinlikle paylaşılması için aracı olmak, Kendimizi yenileyerek yaptığımız çalışmalarla çevremizde sürdürülebilir bir etkileşim sağlamak, Entelektüel birikime ve sosyokültürel hayatın gelişimine katkı sağlamak, Sivil toplum, özgür düşünce, farklılıklara saygı, insan hakları, toplumsal barış gibi olguların gelişmesine yardımcı olmaktır.

facebook.com/iu.suiamcg www.minervadergi.com

twitter.com/suiamcalisma suiamcalisma@gmail.com


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.