Minerva Dergisi - Sayı:11

Page 1

. MINERVA KASIM - 2012 YIL: 15 SAYI: 11

İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni

.

.

Latin Amerika: .

.

Isyan ve Devrimler

.

..

.

_

OrtaDoGu: .

Etnik siyaset ve guvenlik algisi Avrupa: .

Britanya _

Balkanlar:

_sonrasI . sscb .daGIlmasI . .

milliyetçilik ve baGImsIzlIk



.

Bizden

MINERVA

Sayi 11 Bizden...

Bilginin eteklerinden tutarak söyleyecek sözlerimizin varlığıydı bizleri daha ilerisi için yorulmaksızın iten. Daima daha iyisinin yapılabileceğine olan kararlılığımızla birbirimize, hocalarımıza ve tüm okurlarımıza karşı boynumuzda hep duracak sorumluluk anlayışıyla sürdürdüğümüz bu yolda, bundan sonra da aynı bilinç ve amaç ile daha iyisi için daha fazla kararlılıkla, bütünleşmiş gayret ilkesiyle ve her zaman ortak emek ile yol alınacağına şüphe yoktur. Bizler bugün yola Minerva‘nın 11.sayısıyla devam ederken aslında geleceğe, hiç tanıyamayacağımız ama kelimelerle anlatmaya çalıştığımız; daha iyisinin yapılabileceğine olan inanç,güven ve kararlılığımızı hissederek emek verecek tüm arkadaşlarımıza sesleniyoruz. Söyleyecek sözlerimizin hiç bitmemesi dileğiyle... Keyifli okumalar dileriz...

Teşekkür... Sn. Prof. Dr. Nevin ATEŞ, Sn. Prof. Dr. Toktamış ATEŞ, Sn. Doç. Dr. Levent ÜRER, Sn. Doç. Dr. Namık Sinan TURAN, Sn. Doç. Dr. Burak Samih GÜLBOY, Sn. Doç. Dr. Nuray MERT, Sn. Yrd. Doç. Dr. Leyla SANLI, Sn. Yrd. Doç. Dr. İrfan ÇİFTÇİ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Kasım HAN Sn. Yrd. Doç. Dr. Halit KAKINÇ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf BEKAROĞLU, Sn. Yrd. Doç. Dr. Ufuk URAS, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü değerli asistanlarına teşekkürü borç biliriz... Genel Müdür: Ulaş Birkan ÇAKILCI Genel Müdür Yardımcısı: Kadriye AYDIN Genel Yayın Yönetmeni: Özgür Can ARAZ Yazı İşleri Müdürü: M. Cansın SÜSLÜ Haber Merkezi Müdürü: Büşra KILIÇ Yayın Kurulu: Elmas SOY, Esma ERDAL, Ezgi DEMİR, Ezgi ŞİMŞEK, Fatma Bahar ÇANDIR, Gizem ÇİFTÇİOĞLU, Gizem YILDIRDI, Mehmet Fahri DANIŞ, Meryem KOYUTÜRK, Resul SEVİMLİ, Sevinç Ödül PATIR, Uğur OVACIKLI Kapak Tasarım - Mizanpaj : Coşkun Saitoğlu - Özge Zengin coskunsaitoglu@live.com

Baskı: Ajansrepa Basın Yayın Reklam Paz. San. ve Tic. Ltd. Şti. Galatasaray, Hamalbaşı Cad. No:4/3 Aydoğanlar İşhanı Beyoğlu/İSTANBUL 34437 Tel/Faks: (0212) 292 35 06 www.ajansrepa.com Basım Tarihi: 30.10.2012

İletişim:

minervadergi@gmail.com MİNERVA Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni’nde yer alan çalışmalarda tüm sorumluluk çalışma sahiplerine aittir. Minerva’nın çalışmalarla ilgili olarak herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır.

Dergimize olan katkılarından dolayı www.anagazete.net’e teşekkür ederiz.


içindekiler... “Yeni Anayasa Yapalım”ı Düşünürken: Britanya Anayasası Özgür Can ARAZ

44 Almanak Esma ERDAL

3 Oksijenini Topraktan Alan İnsanlar Ezgi DEMİR

9 EZLN “Ya Basta” Gizem ÇİFTÇİOĞLU

12 Arjantin’de Peron Dönemi Sevinç Ödül PATIR

14 Şili’de Amerikan Darbesi Büşra KILIÇ

18 Machuca: Dünün Çocuklarına Büşra KILIÇ

21 Chavez’in Bolivarcı Devrimi ve 1998 Yılından Bu Yana Devrim Değerlendirmesi Uğur OVACIKLI

22 İran Nükleer Programı Eşgüdümünde Oluşan Bölgesel Tehdit Resul SEVİMLİ

28 İki Farklı Ülke’de Kürt Algısı Esma ERDAL

31 Ortadoğu’da Etnik Siyaset ve Güvenlik Algısı Üzerine Röportaj Ulaş Birkan ÇAKILCI

36 Le Tableau: Mutluluğa Boya Beni Fatma Bahar ÇANDIR

42

Burjuvazi ve Sanayi Devrimi Kadriye AYDIN

46 Kuzey İrlanda Sorunu ve Çözümü: Ayrılıkçı Hareketler İçin Bir Çözüm Modeli Olabilir Mi? Mehmet Fahri DANIŞ

51 Avrupa İdeali ve AB Elmas SOY - Kadriye AYDIN

55 Makedonya’nın Özel Milliyetçiliği M. Cansın SÜSLÜ

61 Bölünmenin Ardından Balkanlar Ezgi ŞİMŞEK

64 Sacir Kajevic ile Balkanlarda Etnik Siyaset Üzerine Gizem YILDIRDI

66

SOYUTLAMA - Şeytanın Saati İyi ve Kötünün İnsana Yaklaşımı M. Cansın SÜSLÜ

70 Şeytanın Saati ve İçimdeki Ben Kadriye AYDIN

71 Denge ve Düzen ile Şeytanın Saati Ulaş Birkan ÇAKILCI

72


Bizden

ALMANAK Temmuz 2012

Esma ERDAL

ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAKALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAKALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK Ak Parti İlçe Teşkilatını ziyaret etti. Ziyaret sırasında Türkiye’nin marka değeri ile ilgili açıklama yapan Bakan Çağlayan, “Türkiye siyasi istikrar ile ekonomik istikrar ile Avrupa’nın birçok ülkesi şuan yoğun bakım çadırında yaşarken, biz kimseye ihtiyaç olmaksızın kendi imkânları ve kendi gücüyle dünyada ekonomisi gelişen en güçlü ülkeler arasında yer almaya başladı. İhracatımız geçen yıla nazaran yüzde 11-12 artmıştır. Ekonomimiz yüzde 3,2 büyümüştür. Türkiye büyürken enflasyonu düşürmüştür. Türkiye böyle bir ortamda bakın dün açıklanan bir veri ile dünyada marka değeri en yüksek olan 19’uncu ülke olmuştur.

01.07: Sırplar’ın Vidovdan kutlamaları kapsamında 5 bine yakın aşırı Sırp milliyetçi motosikletli bugün öğlen saatlerinde Sırbistan’dan, Mitroviça’nın kuzeyine geldi. Motosikletliler, Mirtoviça’da gövde gösterisi yaptı. Motosikletliler 3 parmağını havaya kaldırarak ve Sırbistan bayraklarıyla Kosova’nın Sırbistan’ın bir parçası olduğu mesajını verdi. Binlerce kişi tarafından karşılanan motosikletliler, Mitroviça’yı bölen İbre Köprüsü’nde bir araya geldi. Hep beraber köprünün karşısındaki Müslümanlara karşı rencide edici sloganlar attı. 02.07: Yaklaşık 4,5 yıl önce bağımsızlığını ilan eden Kosova’nın egemenlik hakları üzerindeki kısıtlamalar, Uluslararası Yönlendirme Grubu’nun son kez toplanmasıyla kaldırıldı. Bazı AB ülkeleri ile ABD ve Türkiye’nin de bulunduğu 25 ülkenin temsilcilerinden oluşan Uluslararası Yönlendirme Grubu’nun bugün Viyana’da yapılan son toplantısında Kosova’nın bağımsızlığı resmen ilan edildi. Grup’tan yapılan açıklamada Kosova’nın eylül ayında tam olarak egemenlik haklarına kavuşacağı belirtildi. Ülkenin bağımsızlığını ilan ettiği 4,5 yıl öncesinden bu yana gereken koşulları yerine getirdiği ve ‘gözetimli bağımsızlığın’ tam bağımsızlığa dönüşmesinin önünü açtığı ifade edildi.

09.07: Muammer Kaddafi’nin devrilmesinin ardından Libya’da ilk özgür seçimler yapıldı. Seçmenin yüzde 60’ı oy kullandı. Libyalı seçmenler, cumartesi günü ülkede 60 yıl sonra düzenlenen ilk özgür seçimlerde oy kullanmak için sandık başına gitti. Seçimlere katılım oranının yüzde 60 civarında olduğu açıklandı. Seçim Komisyonu’nun yaptığı açıklamaya göre, sandık başına çağrılan 2 milyon 800 bin seçmenden 1 milyon 600 bini oyunu kullandı.

03.07: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve birçok ünlüden toplanan 8 bin 372 çift ayakkabı ile Srebrenitsa’da yaşanan ve 8 bin 372 kişinin hayatını kaybettiği soykırımı unutturmamak için anıt yapılacak. Ankara’da, Aliya İzetbegoviç Parkı’nda 8 Temmuz’da yapılacak törenle, Srebrenitsa’da yaşanan ve 8372 kişinin hayatını kaybettiği soykırımı unutturmayacak anıtın temeli atılacak. 03.07: Nükleer programı nedeniyle İran’a uluslararası baskı artarken bölgede gerilim tırmanıyor. Tahran yönetimi herhangi bir saldırı durumunda Ortadoğu’daki ABD üsleri ve İsrail’in hedef alınabileceğini duyurdu. Avrupa Birliği’nin petrol ambargosunun yürürlüğe girmesinin ardından uzun menzilli füze denemelerine başlayan İran’dan sert açıklamalar geldi. Tahran yönetiminden yapılan açıklamada ‘herhangi bir saldırı durumunda birkaç dakika içinde Ortadoğu’daki ABD üslerinin ve İsrail’in hedef alınabileceği belirtildi. 04.07: Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Türkiye’nin marka değerinin 1 yılda 122 milyar dolar arttığını söyledi. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan Seydişehir İlçesi’nde 3


ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK AL ALM 10.07: II. Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük soykırımı yapan Bosna Kasabı Srebrenitsa katliamının yıldönümünde hâkim karşısında.

çüldü. Şirketlerin net satış gelirlerine göre sıralandıkları Bilişim 500’de ilk 10’da yer alanlar sırasıyla Türk Telekom, Turkcell, Vodafone, Avea, Ttnet, KVK Teknoloji, Genpa, İndeks Bilgisayar, Teknosa ve HP oldu.

Bosnalı Sırp komutan General Ratko Mladic hakkında savaş suçu işlediği gerekçesiyle açılan davada görgü tanıklarının dinlenmesine başlanıyor. Davanın, Srebrenitsa’da yaklaşık 8 bin Müslüman Boşnak’ın katledildiği 11 Temmuz’a rastlaması da manidar.1992 yılında Bosna’da Grabovica köyündeki katliamdan kurtulan Elvedin Pasic, Sırp askerleri tarafından 150 kişinin öldürüldüğü saldırıyı anlatacak.

17.07: Almanya’da Köln Eyalet Mahkemesi’nin sünneti “yaralama suçu” olarak değerlendirmesi ile başlayan tartışma devam ediyor. Merkel’in “Yahudilerin dini ritüellerini yerine getiremediği dünyadaki tek ülkenin Almanya olmasını istemiyorum” dediği belirtildi. Başbakan’ın Financial Times Deutschland gazetesine yansıyan bir diğer cümlesi de şöyle: “Aksi halde kendimizi alay konusu haline getiririz. Merkel, alınan kararın aksine sünnet yasağına karşı olduğunu böylece ilk kez duyurmuş oldu.

12.07: İş-Kur Genel Müdürü Nusret Yazıcı, İş-Kur’un 7 bin çalışanıyla hizmet verdiğini ifade ederek, “Şu anda 57 milyon liralık bir kaynağımız var. 7 bin çalışan sayımızı önümüzdeki yıllarda 10 bine çıkarmayı hedefliyoruz. İşsizlik tüm dünyada sadece gelişmemiş ülkelerin bir problemi değil. Gelişmiş ülkelerde de işsizlik oranı fazla. Yakın zamanda uygulanan isabetli istihdam politikaları sayesinde bugün itibariyle ülkemizde işsizlik oranı yüzde 9,8 civarında.” dedi.

17.07: Hollanda Göç ve Mülteciler Bakanlığı, mart ayında Hollanda Danıştay’ının aldığı “Yılmaz kararı” çerçevesinde Hollanda Parlamentosu’na servis sağlamak ve hizmet getirmek için gelen Türklere vize uygulanmayacağını belirten bir mektup gönderdi. Türk işadamlarının, Hollanda’ya gidecekleri zaman artık konuyla ilgili konsolosluklarda uygulamanın yapılmaması nedeniyle mahkeme yoluna başvurmak zorunda kalmaması bekleniyor.

14.07: Suriye ordusu tarafından gerçekleştirilen yeni Hama katliamının ağır bilançosu ortaya çıktı. Suriye Milli Konseyi, Suriye ordusunun Hama’nın Tiremse kasabasına yönelik ağır silahlarla gerçekleştirdiği katliamda aralarında kadın ve çocukların olduğu 305 kişinin öldüğünü açıkladı. Konsey ayrıca, 3 ayrı ailenin tüm üyelerinin boğazları ve kesilerek öldürüldüğünü bildirdi.

24.07: Ekonomik krizle boğuşan Yunanistan’da hükümet tasarruf amacıyla küçülmeye gitti. Yunanistan Maliye Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre 213 devlet kurumu ya ortadan kaldırıldı ya da bir başka kurumla birleştirildi. Böylece ülkede yılda 40 milyon Euro tasarruf edilmesi hedefleniyor. Küçülme sonunda 5 bin 256 memuriyet ortadan kaldırıldı, devlet görevlileri ya emekli edildi ya da başka makamlara atandı. 24.07: İtalya’da uzun süreden bu yana tartışılan yarı başkanlık sisteminde ilk adım atıldı. Anayasa Değişikliği önergesi, Senato’da yapılan oylamayla kabul gördü. Yarı başkanlık sistemine geçilmesi için ısrarcı olan eski Başbakan Silvio Berlusconi’nin, cumhurbaşkanlığına aday olması bekleniyor.

17.07: Türkiye’nin en büyük ilk 500 bilişim şirketinin yanı sıra pazar verilerinin ve CEO’ların 2012 hedeflerinin açıklandığı Bilişim 500 Töreni, Grand Cevahir Otel’de gerçekleştirildi. İnterpromedya’nın bu yıl 13. kez bilişim alanında gerçekleştirdiği araştırma olan ‘Bilişim 500’ün sonuçlarına göre, 2011’de bilgi teknolojileri pazarı yüzde 12,7 büyürken, iletişim teknolojileri pazarı ise yüzde 1,9 kü-

28.07: Kraliçe 2. Elizabeth’in Londra Olimpiyatları’nın resmen açıldığını ilan etmesiyle, iki hafta sürecek dünyanın en büyük spor organizasyonu başladı. Olimpiyat Stadyumu’nda düzenlenen törende dünyaya seslenerek

4


AL ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK AL ‘’Londra’ya hoşgeldiniz’’ diyen Olimpiyat Komitesi Başkanı Sebastian Coe, olimpiyatların insanlığın en güzel yanlarının kutlanması olduğunu söyledi. Olimpiyat ateşini ise, meşaleleri İngiltere’nin seçkin olimpiyatçılarından devralan genç sporcular yaktı.204 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen sporcu geçişinde Türkiye adına bayrağı Kadın Voleybol Milli Takım kaptanı Neslihan Darnel taşıdı.

Çakır Alptekin, tarihi bir başarıya imza atıp, olimpiyat oyunları tarihinde Türkiye’ye atletizm dalında ilk altın madalya sevincini yaşatırken, aynı yarışta Gamze Bulut da gümüş madalyanın sahibi oldu. 16.08: İzmir- Konya arasında her akşam saat 20.00’de karşılıklı kalkacak olan mavi tren ilk seferine İzmir’den çıktı. 350 milyon lira harcanarak yenilenen ray sistemi ile mavi tren yolculuğu 18 saatten 10 saate indi. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, İzmir’de yaşayan Konyalıların gönül rahatlığı ile trene binip bayramı memleketlerinde geçirebileceklerini söyledi.

30.07: Çin basınında geniş yer bulmaya başlayan tek çocuk politikası sorunu kamuoyunda hayli endişe yaratırken, tek çocuk politikasının kaldırılmasına yönelik sesler de yoğunlaşıyor. Çin Halk Cumhuriyeti, 1980 yılında tek çocuk politikasını uygulamaya başladı. Dünyanın en kalabalık ülkesi, tek çocuk politikasıyla nüfusun hızlı artışını önlerken, uzun vadede ciddi problemler ortaya çıktı. Özellikle kırsal kesimde erkek çocuk patlaması yaşanırken, nüfus piramidi bozulmaya başladı. Ülkede 60 yaşını aşanların 2050 yılında nüfusun yüzde 31,1’ini oluşturacağı tahmin ediliyor.

17.08: ABD’deki Ekvador Büyükelçiliği önünde toplanan kalabalık, Wikileaks’in kurucusu Julian Assenge’ye diplomatik sığınma hakkı verdiği için Ekvador’a teşekkürlerini sundu. Aralarında, kadınların öncülüğünde kurulan savaş karşıtı örgüt Code Pink (Parola Pembe) ve Occupy DC’nin (Washington’u İşgal Et) de bulunduğu 6 eylem grubu, Washington’daki Ekvador Büyükelçiliği önünde toplandı. Ekvador Büyükelçilik binası önüne çiçek koyan ve burada şarkılar söyleyen eylemciler, İngiltere’nin verdiği iade kararına Assange’ye diplomatik sığınma hakkı vererek karşı çıkan Ekvador’u kutladı.

Ağustos 2012 02.08: BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan, 31 Ağustos’tan sonra bu görevi bırakacağını açıkladı. Cenevre’de basın mensuplarına açıklama yapan Annan, Suriye krizi konusunda BM Güvenlik Konseyi’ndeki karşılıklı suçlamaları istifasının sebepleri arasında gösterdi. Yerine başka birinin geçip geçmeyeceği sorulan Kofi Annan, “Dünyada benim gibi çok deli var. Genel Sekreter Ban, bu görevi benden daha iyi yapabilecek birini bulursa şaşırmam.” diye konuştu.

19.08: Yunanistan’ın başkenti Atina’da Bayram namazı, kentte cami bulunmadığı için Olimpiyat Stadı’nda kılındı. Avrupa Birliği’nde cami olmayan tek başkent olan Atina’da Bayram namazı, Yunanistan yönetiminin izniyle 75 bin kişilik Olimpiyat Stadı’nda kılındı.

11.08: İran’ın Türkiye sınırına yakın Tebriz bölgesi 6,2 büyüklüğünde depremle sarsıldı. 6.2’nin ardından bir de 6,0 büyüklüğünde bir sarsıntı oldu. İki deprem sonucunda en az 180 kişinin öldüğü 400’den fazla kişinin de yaralandığı bildirildi. Tahran Üniversitesi Sismoloji Merkezi’nden yapılan açıklamada depremlerin merkez üssünün 1,5 milyon nüfuslu Tebriz şehri olduğu belirtildi.

20.08: Yunanistan’ın sakız ağaçlarıyla ünlü Sakız (Hios) Adası’nda Cumartesi gecesi başlayan yangın, sert esen rüzgâr sebebiyle söndürülemiyor. Şimdiye kadar 70 bin dönüm orman, Zeytinlik, tarım arazisi ve sakız ağacı kül oldu. Sakız Üreticileri Birliği, zararın 4 milyon euro olacağını tahmin etti.

12.08: Londra Olimpiyat Oyunları’na 16 dalda toplam 114 sporcuyla katılan Türkiye, oyunları 2 altın, 2 gümüş ve 1 de bronz olmak üzere toplam 5 madalyayla kapadı. Altın ve gümüş madalyalar tekvando ve atletizmden gelirken, tek bronz madalya ise güreşte alındı. Türkiye’nin Londra’daki ilk altın madalyasını tekvandocu Servet Tazegül kazandırdı. Atletizm kadınlar 1500 metrede Aslı

5


ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK AL ALM 21.08: Gaziantep’teki Patlama

Dabi’de sokağa tükürmenin cezasının 490 Liraya yükseltileceği bildirildi.

Gaziantep Valisi Erdal Ata, polis merkezi yakınında meydana gelen patlamada 8 kişinin öldüğünü, 61 kişinin yaralandığını söyledi. Ata, AA muhabirine yaptığı açıklamada, olayın bomba yüklü araçta zaman ayarlı bombanın patlaması sonucu meydana geldiğini ifade etti.

Abu Dabi Belediyesi’nden yapılan açıklamada 1,3 milyon kişinin yaşadığı şehirde halen 98 Lira olan cezanın beş katına çıkarılacağı ifade edildi. Belediye, halka açık yerlerdeki yanlış davranışlara yönelik ceza paketi çerçevesinde böyle bir karar alındığını belirtti. Açıklamaya göre sokağa tükürme nedeniyle 2010’da 30 bin ve geçen yıl 8 bin ceza kesilirken bu yılın ilk dokuz ayında sadece 750 ceza kayda geçti. Abu Dabi Belediyesi kamu sağlığı şefi Halife El Rumayti, yakın zamanda yeni ceza listesinin açıklanacağını ve yerlere sigara izmariti ya da sakız atanların da 246 Lira para cezasına çarptırılacağını söyledi.

25.08: Apollo 11 uzay projesiyle Ay’a ilk ayak basan insan olan pilot, astronot ve bilim adamı Amerikalı Neil Armstong 82 yaşında hayatını kaybetti. Aya indikten sonra insanlık tarihinin bu büyük gelişmesini “Bu benim için küçük bir adım, ama insanlık için dev bir adım” cümlesiyle anlatan Armstong, uzun bir süredir hastalıkla mücadele etmekteydi. Armstong’un üç hafta önce kalbinden geçirdiği ameliyat sonrasında yaşanan komplikasyonlar sonucunda yaşama veda ettiği belirtiliyor.

11.09:Birleşmiş Milletler (BM) Engelli Hakları Sözleşmesine Taraf Devletler toplantılarına katılmak için New York’ta bulunan, Dünya Engelliler Vakfı Başkanı Metin Şentürk engelli insanların, yaşamlarının bir figüranı değil kahramanı olmaları gerektiğini söyledi. Şentürk, “İnsanlar, özellikle engelli kardeşlerimiz, ellerinde mutlaka hayati yönetecek bir bilgiye, bir beceriye, bir yeteneğe sahip olmalılar. Buna sahip olamazlarsa, hayati da kendilerini de yönetemezler” diye konuştu. Şenstürk, İstanbul’da kurulan birliğin tanıtımı için, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nde, Lincoln Center’da, 60 kişilik New York Filarmoni Orkestrası’nı yöneteceğini ve bir orkestraya şeflik eden ilk görme engelli kişi olacağını belirtti.

27.08: İflasın eşiğindeki Yunanistan’da hükümete ait üç özel jetten ikisi elden çıkarılıyor. Yunanistan Başbakanı Antonis Samaras Fransız Le Monde Gazetesi’ne verdiği demeçte özelleştirme sürecini hızlandırmak ve nakit sıkıntısını aşmak için hükümetin adaların bazılarını satmayı veya kiraya vermeyi düşündüğünü dile getirmişti. 30.08:AB bir yandan ekonomik krizin yükünü sırtlamaya çalışıp diğer yandan krize çözüm yolları ararken Avrupalı şirketler kendi stratejilerini geliştiriyor. Küresel rekabette geride kalmak istemeyen Avrupalı şirketlerin politikacıların kararlarını bekleme lüksü yok. Krize karşı şirketlerin çözümü, araştırma - geliştirmeye daha fazla yatırımdan geçiyor. AB’nin yaptırdığı bir araştırma, Avrupa’da önde gelen şirketlerin yatırımlarını 2014 yılına kadar yılda ortalama yüzde 4 oranında artırmayı planladıklarını ortaya koydu. Özellikle de bilgisayar ve yazılım dalı, AR-GE yatırımlarına büyük kaynak ayırıyor. Sektör, yatırımlarda yılda ortalama yüzde 11’lik artış planlıyor.

19.09:Japonya ile Çin arasında yaşanan ada krizi, siber âleme de taşındı. Japonya’nın Doğu Çin Denizi’nde kontrolü altında tuttuğu Senkaku Adaları’nı sahiplerinden satın aldığını açıklamasıyla Çin’de yaşanan protesto dalgası internete de sıçradı. Japonya Emniyet Müdürlüğü (JEM), 11 Eylül’den bu yana Japon hükümet ve kamu kuruluşlarının internet sitelerinin hacker saldırısına uğradığını açıkladı. 19 sitenin saldırıya uğradığını belirten Japon Emniyeti, saldırılarda sitelerin offline haline geldiğini ya da içeriklerinin değiştirildiğini belirtti. JEM, hacker saldırılarının Çin kaynaklı gözüktüğünü de kaydetti.

Eylül 2012 06.09: Avrupa Merkez Bankası, Euro Bölgesi’nin borçlu ülkelerinin borçlanma masraflarını azaltmak için yeniden devlet tahvili satın alınması konusunda uzlaşı sağladı. Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi, bankanın devlet tahvillerini sınırlı ölçüde alacağını ve özellikle süresi üç yıla kadar olan tahvillerin satın alınacağını belirtti. Draghi, ayrıca, devlet tahvillerinin alımının sert koşullar altında gerçekleşeceğini kaydetti. 10.09: Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu 6


AL ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK AL 20.09: Youtube’da yayınlandığı andan itibaren tüm Müslüman ülkelerde şiddetli protesto eylemlerine neden olan ‘Müslümanların Masumiyeti’ adlı filmin oyuncularından Cindy Lee Garcia, söz konusu filmin yönetmeni ve yapımcı şirket aleyhinde dava açtı. 14 dakikalık fragman görüntülerinin internet ortamında yayınlandığı günden itibaren hem kendi hem de ailesinin tehdit telefonları aldığını belirten Cindy Lee Garcia, aynı zamanda fragmanın video paylaşım sitelerinden kaldırılması için de şikayette bulundu. Filmin aktrislerinden Garcia, kendisine verilen senaryoda ne Hz. Muhammed, ne de dini herhangi bir bölüm yer almadığını, bir oyuncu olarak alenen kandırıldığını iddia ediyor.

inşallah başlamış olacağız” dedi. 27.09: Türkiye önümüzdeki günlerde Yemen’in ekonomik ve kültürel kalkınması için 100 milyon dolar yardımda bulunacak. BM 67. Genel Kurulu için New York’ta bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu iki görüşmelerine devam ediyor. Diplomatik kaynaklardan alınan bilgiye göre görüşmeler çerçevesinde Yemen’in dostları toplantısına katılan Bakan Davutoğlu’nun Yemen’in ekonomik ve kültürel kalkınması için 100 milyon dolar yardım sözü verdiği belirtildi.

21.09: Balyoz Davası’nda Çetin Doğan’a 20 yıl hapis cezası verilmesine tepki gösteren eşi Nilgün Doğan özel tehditlerde bulundu. Verilen kararı komik bulan Nilgün Doğan, “Komik bir karar özel yetkili mahkemelere yakışırdı. Başka bir şey beklemiyorduk. Bizi mahcup etmedikleri için mahkeme heyetine teşekkür ediyorum. Yarın bütün dengeler değişir. Erkler değişir. Başka yerlere gelirsek ne olacak onu düşünsünler. Bakın karşıya toplu yargılamaları yapmak için yeni mahkeme salonları yapıyorlar. Bir gün kendilerinin oraya düşmeyeceklerinin garantisi var mı? Türkiye’nin en aydın Atatürkçü insanlarını bu karanlık yerlerde esir ettiler. Bütün dünyanın gözü önünde hukuku ne duruma düşürdüklerinin farkındalar mı acaba? Bu akşam başlarını yastığa rahat koyacaklarsa ikinci defa tebrik ediyorum.” dedi. 23.09: Konya’nın Meram ilçesiyle Azerbaycan’ın Şeki kenti arasında “kardeş şehir protokolü” imzalandı. Protokolü Meram Belediye Başkanı Serdar Kalaycı ve Şeki Belediye Başkanı Fikret Cefarov imzaladı. İmza törenin ardından kısa bir konuşma yapan Başkan Kalaycı, “Sözden öteye gidip, yazıya, protokole dökülen güzel bir gün oldu. Han Saray’da bunlarla ilgili görüşmeler yaptık. Daha öncesinde bu protokolü imza aşamasına getirdik. Hamdolsun, kültürüyle, sosyal dokusuyla, birlik ve beraberliği ile kardeşliği ile bunların pekiştirilmesi ve bazı organizasyonların, projelerin başlangıcına bu protokolle

7


LATİN AMERİKA OKSİJENİNİ TOPRAKTAN ALAN İNSANLAR EZLN ‘’YA BASTA’’ ARJANTİN’DE PERON DÖNEMİ ŞİLİ’DE AMERİKAN DARBESİ CHAVEZ’İN BOLİVARCI DEVRİMİ ve 1998 YILINDAN BU YANA DEVRİM DEĞERLENDİRMESİ

8


LATİN AMERİKA

OKSİJENİNİ TOPRAKTAN ALAN İNSANLAR Ezgi DEMİR

T

oprağın geçmişi insanlık tarihinden de önceye dayanmaktadır.İlk insanın ismini İbranice karşılığı “ADAM” ın İbranice “ADAMA” toprak kelimesinden türetildiği ve bir çok inanışa göre de insanın topraktan yaratıldığı düşünülürse, toprak insanın hayatında sandığından daha önemli bir yer kaplamaktadır. Peki insan toprağın önemini ilk ne zaman keşfetmiştir? Avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik hayata geçtikten sonra mı? İnsanın tabiatını düşündüğümüzde kendisine fayda sağlamayacak işine yaramayacak bir şeye gözü kapalı olan insanın toprağı sahiplenip kendini ona adaması yerleşik hayatla başlamıştır diyebiliriz. İnsan o günden sonra topraktan ayrılamaz olmuş bir çok alanda kendini toprağa göre planlamak zorunda kalmış hatta toprak sayesinde bir çok medeniyetsel gelişime de imza atmıştır. Mısırlıların ilk güneş takvimini bulma nedeni, Nil Nehri’ nin taşkınlarının ön görülüp verimli arazinin kontrollü sulanma isteğidir. Daha sonraki medeniyetler de toprağın işlenmesi ve tarımsal üretimin devamlılığı için birçok politika uygulamıştır. Bu tarımsal üretime geçiş arkasından ticareti getirdi ve ticaretin gelişimi ile üretime, üretecek insana, toprağa ve en önemlisi bu üretilenlerin satılacağı daha çok pazara ihtiyaç duyuldu. Ülkeler arası, ticaretsel rekabet ve sömürü başladı.

Doyumsuz insan elindeki bilineni tüketince bilinmeyen; ama var olanı bulma arayışına geçer. Amerika Kıtası’nın keşfine de temelde bu neden itmiştir. 14. yüzyılın sonlarına doğru Portekiz ve İspanya öncülüğünde Batı Avrupa okyanuslara açılmaya başlar. Batı Avrupalıları denizcilikte gelişmeye ve keşif yolculuklarına çıkmaya zorlayan neden, Osmanlı’nın İstanbul’u alması ve Doğu Akdeniz’de hakiyet kurması ile Doğu’nun zenginliklerine ulaşılması için yolları kapanan tüccar sınıfıydı. Cenovalı Colomb’un batıya giderek doğuya ulaşma hayali de bu ortamda ortaya çıkar. Colomb bu düşüncesine uzun bir zaman destek aramış; Portekiz tarafından reddedilmiş, İspanya’dan da olumlu cevap alabilmek için 9

yıllarca beklemiştir. Böylece Colomb İspanya sarayının desteğiyle Hindistan’a doğru batıdan yola çıkar; fakat ulaştığı yer Amerika Kıtası’ndan başka bir yer değildir. Colomb kıtaya ulaştığında binlerce yerli katledilip, değerli madenler uğruna kıtanın doğal yapısı tahrip edilip; bütün kıta ve yerliler Avrupa’nın merkantalist ve Hıristiyanlığı yayma emellerine kurban gitmiştir. Hepimizin inanç hipnotizmi altında gözümüzü kapadığımız gibi Avrupalı kaşiflerde(!) Hıristiyanlık ve onu yaymak için ellerinden geleni yapıyor halka yaptıklarını Hıristiyanlık adına haklı ve gerekli buluyorlardı. Hernan Cortez’ in Aztek topraklarını işgali de kıta keşfinin ürünüdür. Bugünkü Meksika topraklarının işgal süreci o zamandan başlamıştır. İspanya adına Aztek topraklarını talana başlayan Hernan, İmparator II.Montezuma’yı kendisine ödeneceği fidye karşılığı serbest bırakacağı sözüyle rehin almış, yerlilere ülkenin dört bir yanından, özellikle tapınaklardan binlerce altın eşya ve sanat yapıtını getirtmiş, onları dağ gibi yığıp taşınması kolay olması için eritip Avrupa’ya para olarak göndermiştir. Sonucunda tabi ki de II.Montezuma sertbest bırakılmayıp aksine yargılanıp dinsizlikten ölüme mahkum edilmiştir. İmparatorun son arzusu olan inançlarına uygun şekilde öldürülme arzusu da yerine getirilmemiş İspanyol geleneklerine göre öldürülmüştür. Hıristiyan olmayan bir adamın ne gibi bir inancı olabilirdi ki onlara göre ? Yerli halk zulme maruz kalmış köklü Aztek-Maya uygarlığından talan sonucuna geriye çok az bir iz kalmıştır. Kıtaya ve Meksika topraklarına Avrupalıların sömürüsü yüzyıllar boyunca sürmüş, yerli halk da artık yavaş yavaş militanist direniş örgütleri kurmaya başlamıştır. 19.yüzyılda kıtada İspanyollara ve Portekizlilere karşı bağımsızlık şavaşları verimiştir. İşin ilginç yanı bu direnişlerin öncüleri de, aileleri Portekiz’den, İspanya’dan gelip buraya yerleşen Güney


Amerika doğumlu kişilerdi. Venezüellalı Simon Boliver buna güzel bir örnektir. 20.yüzyılın başlarına kadar Avrupalıların egemenliği kıtada sürdü. Ta ki A.B.D. ; İngiltere, Fransa, İspanya’ya rakip olmaya başlayanan kadar. ABD 19.yüzyıldaki Latin Amerika’daki sömürgeciliğe karşı direnişlerin bir çoğunu destekledi ve böylece ABD Latin Amerika’daki özgürlüğün temsilcisi olmuş yine her zamanki gibi özgürlük, çağdaşlık timsalliğini başarı ile yerine getirmiştir. Bağımsızlığını ilan eden bir çok Latin Amerika ülkesi gibi Meksika’yı da tanımış ve elçilikler kurmuştur. Artık Latin Amerika Avrupa kamburundan kurtulmuş bu defa da ABD’nin arka bahçesi olma görevine nail olmuştur. Diğer kıta ülkeleri gibi artık Meksika’nında kaderi ABD’nin çıkarlarının elindeydi.

iki deneme şüphesiz ki başarısız olmuştur. Bu geçiş döneminin sert mi yumuşak mı olacağı en başından belliydi otuz yılı aşkın süredir diktatörlükle yönetilen bir ülkenin halkının emeline ulaşmasının yumuşak olacağı beklenemez. Zapata’yı silahlı eyleme geçecek cesareti veren de hacienda sahibi bir babanın oğlu olan Francisco Madero’nun baş kaldırısıydı. Zapata’yı bu baş kaldıraya çeken ise Madero’nun devrim planındaki kanunsuz yollarla ellerinden alınmış toprakların küçük çiftçilere geri verilmesini öngören bir madde barındırmasıydı. Zapata kendine katılacak taraftarları toplayıp; Madero ile irtibata geçtikten sonra Morelos’da devrimi başlattı. Madero Zapata’nın da desteği ile devrimi gerçekleştirmiş, Diaz hükümetini devirmişlerdi. Yeni, insana ve toprağa daha saygılı bir hükümet gelmişti; fakat bu hükümet de pek uzun ömürlü olmadı Madero’nun iki hatası vardı; toprak devrimcileri açısından bakıldığın da Madero, ekonomik reformlara el atmadan önce ülkede barışı sağlamak istiyordu bu isteğin de iç düzeni sağlamak açısından çok haklı olsa da bunun çözümünün ekonomik reformdan geçtiğini göremiyordu. Ayaklanan halk zaten ekonomik düzensizlik, ellerinden alınan topraklar sonucunda böyle bir baş kaldırıyı gerçekleştirmişti. Madero’nun bir diğer hatası ise devrimi sadece siyasal açıdan benimsemiş olması, Diaz hükümetinin bürokrasisinin ve federal ordusunun hala ayakta duruyor oluşuydu.

1910 yıllındaki ABD gölgesindeki Meksika’ya baktığımızda durumun pek de iç açıcı olduğu söylenemezdi. Halkın büyük çoğunluğunun tarımla geçimini sağladığı ülke, hacienda adı verilen büyük malikanelerle kaplıydı. İşin iç açıcı olmayan kısmı ise, iş gücünü büyük çoğunluğunu, borçlandırılıp toprağı elinden alınan köylünün borcu ödenene kadar çalışması karşılıyordu;fakat bu borçlar hiç bitmiyor katlana katlana büyüyerek köylüyü o hacienda sahibine bağlıyordu. Hacienda sahipleri ve hükümet iş birliği yaparak köylülerin ellerinden topraklarını alıyor ve köylünün emeği ile ABD’nin 1907 yılı New York borsa krizini sübvanse etmeye çalışıyordu. ABD’nin Meksika siyasal yaşamı üzerindeki etkisi, istediği an istediği kişiyi hükümet yapacak güce sahip olması baştaki hükümeti ABD’yi sübvanse etmeye mecbur bırakıyordu.

Federal ordunun Madero’dan bağımsız hareketleri ve Zapata’ya olan sert tutumu, Zapata’yı Madero’nun silah bıraktırma isteğinden uzak tutuyordu. Madero’nun ekonomik reformları geciktirmesi ise Zapata birliklerini yeni bir baş kaldırı için sürekli tetikte bırakıyordu. Anlaşılacağı üzere bu huzursuzluk ve tehditler altında Madero hükümeti çok uzun sürmedi ve federal ordu subaylarından biri olan Huerta tarafından 1913 yılında devrildi ve öldürüldü. Huerta eski rejimi destekleyen dikta bir rejimle başa geçmişti. Bunun üzerine yönetiminde engel istemeyen Huerta Zapata ile görüşmeye çalışsa da bunda başarılı olamamıştır. Bunun nedeni hem Zapata’nın istediğini almadan başka uzlaşmaları kabul etmemesi hem de Huerta’nın toprak ağalarına dayanan hükümetinin devrimcilerle çıkar çatışmasına düşmesi uzlaşmayı engellemiştir.Uzmanlaşmaya varılamayınca Huerta,Morelos’u yakıp yıkmaya başlamış bir çok askeri birliği güneye Morelos’a sevk

Morelos Eyaleti de bu baskı altında ezilen bir Meksika eyaletiydi; fakat bu eyaletin şansı topraklarında Emiliano Zapata gibi bir devrimciyi yetiştirmesiydi. Zapata babasından kalan çiftliği yöneten , hacienda işçilerine göre belli bir ölçü de daha bağımsız biriydi; fakat bu bağımsızlığı onun adalet için toprağı ellerinden alınan yurttaşlarına destek olmaya engel değildi. Zapata kendi köyü olan Anenecuilco’da ; görevi, topluluğun çıkarlarını korumak olan köy savunma komitesi başkanlığına seçilmiş, yürürlükteki hukuk kurallarına göre köylülerin haklarını savunmuş; fakat olumlu bir geri dönüş olmayınca, iki defa hacienda topraklarını işgal edip köylüler arasında paylaştırmıştır. Kan dökmeden yapılan bu 10


etmiştir. Zapata birlikleri bu ağır baskıya dayanamamış büyük çoğunluğu Morelos dışına sürülmüştür. Huerta’nın Zapata Birliklerini Morelos’tan dağıtması baş kaldırı ateşini güneydeki diğer eyaletlere yaymıştı; çünkü dağılan birlik komşu eyaletlerde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu faaliyetler etkisini göstermiş,güneydeki eyaletler düşmüştü. Kuzeyden de Anayasacılar’ın ve Panço Villa’nın birlikleri ileriliyordu. Huerta’yı devirecek birlikler bu kadar emin adımlarla ilerliyor gibi gözükse de, beklenen devrim çabuk gerçekleşmemişti. Bunun nedeni Villa’nın ve Anayasalcı Carranza’nın birlikleri arasında bir ayrılık baş göstermiş,Zapatacılar da zaten güneyde ayrı bir birlik olarak bulunmaktaydı hal böyle olunca üç tane farklı kuvvet ortaya çıkmış oldu. Zapata kendini Villa’ya daha yakın görüyor, Carranza’ya pek güvenmiyordu. Carranza, Huerta’nın devrilmesini ve bir anayasa hükümeti kurulmasını istiyordu; fakat ne siyasi ne sosyal ne de toprak reformu konusunda net bir tutum sergilemiyor bu da Zapata’ya gerekli desteği sağlamak için gerekli güveni vermiyordu .Carranza bu güvensizliği boşa çıkarmamış, diğer devrim liderlerinin fikrini almadan Meksiko’yu işgal etmiş, fedaral birliklerle anlaşmaya geçmiş ve artık Zapatacı birliklerin karşısında çatışmaya federal ordu yerine Carranza birlikleri geçmiştir. Carranza yönetimi,bu iki liderle de hiç bir şekilde uzlaşamamıştır. Zapata ile bir çok kez irtibata geçse de Zapata’nın istediği gibi bir toprak reformuna yanaşmayacağı açıktı. Zapata ve Villa birlikleri birleşerek Meksiko’yu işgal etse elde tutsa da Carranza ABD’nin desteği ile bu güçleri geri püskürtmüştür. 1919 yılında da uzlaşma çağrısı ile görüşmeye çağırdığı Zapata’yı pusuya düşürüp öldürtmüştür. Zapata’yı halkın gözünde bu kadar önemli yapan, aradan bir asır geçmesine rağmen Meksika halkı için onu unutturmayan neydi diye insan düşünmekten kendini alamıyor. Zapata’yı insanların gözünde bir halk kahramanı yapan şey inandığı şey uğrana sonuna kadar gitmesi ve bu konuda kendinden asla taviz vermemesidir. Madero’nun anlaşmazlıkları karşısında, bu sevdadan vazgeçmesi için Zapata’ya Vera Cruz eyalaetinde bir hacienda verilmesini teklif etmiş, Zapata bu teklifi şiddetle reddetmiştir. Bunun gibi bir çok örneği daha gerek Huerta zamanında gerekse Carranze zamanında geri itmiştir. Zapata köylünün içinden geldiği için köylüyü neyin memnun edeceğini gayet iyi bilen bir liderdi. Yaptığı çalışmaları köylüyü memnun edecek, refaha ulaştıracak noktalar üzerinde geliştiriyordu.Yayınladığı Ayala Planın’da devriminin amaçlarını hedeflerini açıklamıştır.Zapata’nın hedefi kesinlikle bir komünizm değil reformları, liberal-burjuvazi ve anti emperyalist içerikliydi. Liberal-burjuvanın özü; özel mülkiyeti geniş temele oturtmak, kuvvetler ayrılığına ve kişisel haklara dayanan hükümet biçimini yerleştirmek isteği ile belirmiştir. Zapata’ya göre küçük mülkiyet sahipleri özel mülkiyet hakkı ile var olacak kendi hak ve çıkarlarına sahip olacak; fakat üretim ve işleme açısından bu küçük mülkiyet sahipleri kooparatif adı altında 11

bir çatıda toplanacaklardı. Bu da toprak sahiplerinin bir bütün olarak sistem içinde erimekten kendilerini koruyacaktı. Zapata o zaman için bu emelin de tam başarıya ulaşamadı bunun en büyük nedenlerinden biri işçiler ve köylülerin bir araya gelememesidir. Bunu başarsaydı arkasında çok daha büyük bir kuvveti ve manevi açıdan da daha bağlı bir çok grubu içinde barındıracaktı. İşçiler ve köylüler ilk başta Madero’nun sonra da yine aynı taktikle Carranza’nın iki grubu birbirine düşürme oyununa kurban gittiler birbirilerinin hedefinin gayesinin aynı olduğunu anlayamadılar ki Zapata işçilerin desteğini kazanmak istediğini de sık sık dile getirmiş yayınladıkları bildirilerde işçi sorunlarına da değinmiştir. Zapata’nın desteği sadece köylü kesimi ile sınırlı kaldı. Kimi köylü, gönüllü isteyerek Zapata’ya katılmış, kimi kırk satır mı kırk katır mı federal ordu tarafından zorla askere alınmaktansa devrime katılmayı tercih etmiş. Köylünün bildiği bir şey var ise o da toprakları onlar için hayati önem taşımakta ve topraksız hiç olduklarıdır.Bu söz onların bakış açısını en iyi şekilde yansıtıyor ‘’Denizde yaşayan balık değiliz; havada yaşayan kuş değiliz; toprakta yaşayan insanız.’’ Zapata’nın planı sadece Meksika için değil topraksız kalan tüm insanlık için geçerliydi. Zapata bugün ölse de fikirleri hala o topraklarda yaşamaktadır. Zapata’nın ölümü ile ilgili de okuduğum kaynaklarda pusuya düşürülerek öldürüldüğü yazılsa da, o zamanın devrim tanıkları,gazileri ile yapılmış olan röpörtajlar da büyük bir çoğumluğu onun öldürüldüğüne kesinlikle inanmak istemiyor ; bir kısmı Arabistan’a kaçtığını bir kısımı ise -bu kısım ona topraklarını bırakaıp başka bir yere kaçmayı kesinlikle yakıştıramayan kısım- onun dağlara gizlendiğini düşünüyor amma velakin bu inanışlar sadece halkın devrimin tanıklarının ona öyle bir ölümü yakıştıramamasından kaynaklanan söylemler,inanışlardır.Demin de söylediğim gibi Zapata ölse de fikirleri,devrimci ruhu hala o topraklarda yeni zapatistalar Emiliano’unu yolundan ilerlemektedir.Bazen ölü bir adam korkuç bir düşman olabiliyor. KAYNAKÇA: http://www.izdiham.com/index.php/100-yilindameksika-devrimi-viva-zapata ,19.10.2010 http://www.antikapitalist.net/makale/dunya/59.htm , 08.11.2006 http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&Article ID=137362 , 26.11.2010 Özbudun, Sibel: LATİN AMERİKA’DA İSYANIN TARİHİ, ANKARA, ÜTAPYA YAYINEVİ, 2008 Million, Robrt P: ZAPATA-MEKSİKA’DA KÖYLÜ DEVRİMİ, İSTANBUL, AVCI OFSET, 1994


LATİN AMERİKA

EZLN “YA BASTA’’ Gizem ÇİFTÇİOĞLU

A

BD ve Kanada arasında 1987 yılında imzalanan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’na (The North American Free Trade Agreement ) Meksika’nın 1 Ocak 1994 tarihinde katılması Chiapas eyaletine çok farklı yankılar getirdi. Kendilerini ‘’EZLN’’ olarak adlandıran grup sabaha karşı Chiapas’a bağlı yedi ilçenin kamu binalarını ele geçirdi. 1994 yılı itibariyle uluslararası kamuoyunun o tarihe kadar çok da tanımadığı bir hareket sesini duyurmaya başlamıştır. EZLN (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) olarak adlandırılan bu silahlı örgüt yerli halkın haklarını savunmak maksadıyla hareket ettiğini ve edeceğini duyurmuştur. Peki NAFTA ile neler değişti? Bu büyük ayaklanma için neden NAFTA’nın imzalandığı gün beklendi? Aslında Zapatista hareketinin ortaya çıkışı 1519 yılındaki İspanyol işgaline kadar gitmektedir. Bu dönemdeki ayaklanmalar Chiapas eyaletindeki isyanın temelidir. İspanyol işgalinden sonra Meksika bu sefer iç savaşla çalkalanmıştır.İç savaştan sonra General Diaz iktidara gelmiş ve 35 yıllık diktatörlüğün ardından Emiliano Zapata gibi devrimcilerin mücadelesiyle devrilmiştir.Ancak devrimciler arası kutuplaşmalar sonucu Zapata öldürülmüştür.Caardenas’ın devlet başkanı olmasıyla halkta yine huzursuzluk başlamıştır.Küba devrimi ve1968 öğrenci hareketi etkisiyle devrimci harekette artış olmuş bunu sonucunda da 1983 yılında Chiapas’ta EZLN 1983 yılında kurulmuştur. 1983 yılında kurulmasına rağmen Meksika hükümeti tarafından tanınması 1 Ocak 1994 yılında NAFTA ile olmuştur.NAFTA yani Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması aslında AB ‘nin Kuzey Amerika versiyonu olarak açıklanabilir.NAFTA ile ABD , Kanada ve Meksika arasındaki ticari ilişkilerin liberalleşmesi öngörülüyordu. Bu anlaşma tarım, enerji, ulaşım,yatırımlar açısından işbirliği yapılmasını öngörüyordu. Yani tarımda küçük köylü yok edilecek ,enerji için nehirler satılacak,santral inşaları için öngörülen bölgelerden yerli halk kovulacak,sanayileşmenin artmasıyla çevre kirliliği artacak,üretim ve dağıtım özelleştirilecekti.Zenginler daha çok zenginleşirken fakirler daha çok fakirleşecekti. Jemas Petras’ın dediği gibi ‘’Bunun sonucunda da küçük ve orta ölçekli yerel çiftçileri tasfiye eden aşırı sübvansiyonlu ABD tarım ürünlerine kapıları açtı. Perakende satış, bankacılık ve finans alanlarındaki büyük ölçekli yatırımlar milyonlarca küçük iş sahibinin iflasına neden oldu. Serbest ticaret 1

sanayi bölgelerinin büyümesi korumacı toplumsal yasaların ve çalışma yasalarının gerilemesine yol açtı. Dış borç ödemeleri, yolsuz özelleştirmeler ve güvencesiz istihdamın büyük-ölçekli artışı, bir taraftan Meksikalı milyarderlerin sayısı katlanırken ücret seviyelerinde mutlak bir düşüşe yol açtı. ABD’li şirketler ve bankalarda biriken devasa kârlar ve faiz ödemeleri doğrudan ABD’ye aktı.’’ Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusunun (EZLN) çoğunluğu Maya yerlilerinden oluşmaktaydı ve “Ya Basta! (Yeter)” sloganıyla mücadeleye başladı ve hızla büyüdü. Aslında EZLN’nin iki kanadı var: şehirli militan kanat ile yerli organizasyonu. EZLN, yoğun olarak Meksika’nın Chiapas eyaletinde örgütlenmiş bir hareket. Aslında EZLN’in Chiapas eyaletinde örgütlenmesi pek tesadüfi değil. Chiapas yoksulların yaşadığı zengin bir bölge Chiapas eyaleti, Meksika’nın elektriğinin yüzde 60’ını üretiyor, buna rağmen burada yaşayanların üçte biri elektrikten yoksun1.

EZLN silahlarını hiçbir zaman bırakmamış olsa da silahlı eylem yapmamaları , sivil toplumu öne çıkarmak istemeleri, barış, eşitlik gibi kavramları sık sık kullanmaları uluslar arası boyutta destek görmesini sağlamıştır. EZLN kuruluşundan bu yana hiçbir zaman yeni bir devlet kurmak istememiş sadece ayrıcalıklı bir özerklik talep etmiştir. Bu doğrultuda çeşitli kampanyalar oluşturup, konferanslar düzenlemişlerdir. Latin Amerika’daki bazı gerilla hareketlerinin temel geliri uyuşturucu üretimi ve ticaretidir. Gelirlerinin çok büyük bir bölümünü uyuşturucu ticaretinden sağlayıp büyük paralar kazanırlar. Fakat örgütlendiği bölge uygun olmasına karşın

Erol Anar’ın 15.07.2012 tarihli yazısından aktarılmıştır: http://www.evrensel.net/news.php?id=32620

12


EZLN uyuşturucu işine girmedi. Daha temiz ve sivillerin hayatına da dikkat ve saygı göstermeye çalışan bir mücadele çizgisi tutturmaya çalıştılar. Özellikle eğitim ve diğer alanlarda özerk ve otonom yapılar inşa ettiler.

Marcos Zapatistaların kendilerini öne çıkarmamak ve maske takan kişinin herhangi bir yerde herhangi biri olabileceğini düşündürebilmek için maske taktığını söyler.EZLN’in kaynaklarına,konferanslarına bakıldığı zaman hiçbir zaman liderlik kavramından bahsetmedikleri görülür.Kaynaklarda lider yerine sözcü kavramı kullanılır.Aslında Marcos’u lider yapan birazda kamuoyu olmuştur.Marcos’un kişiliğinden dolayı herkes onu lider olarak adlandırmıştır.

EZLN’ in bir önemli özelliği de taleplerinin dünyada çok çabuk duyulmasıydı. Bunun belki de en büyük nedeni interneti etkin bir şekilde kullanabilmeleriydi. EZLN’in taleplerinin çok çabuk yayılmasının, kamuoyunun dikkatini çekmesinin bir diğer nedeniyse EZLN’in lideri Marcos’tur. Marcos edebiyat ve hitabet yeteneğiyle uluslararası kamuoyunun ilgisini çekmeyi başardı. Ayrıca Marcos yüzündeki kar maskesi ve askeri kıyafetleriyle gizemli bir karaktere bürünmüştür. EZLN üyelerinin genelinin Maya yerlisi olmasına karşın Marcos’un Maya yerlisi olmadığı bilinmektedir. Marcos’un hala kimliği tartışılmaktadır. Meksika Hükümeti Marcos’un eski bir üniversite profesörü olan Rafael Sebastian Guillen Vicente olduğunu iddia etmiştir.2 Marcos yaptığı açıklamada deşifre edilmek istenmesiyle alay etmiştir. Meksika Hükümetinin amacı Marcos’u deşifre ederek EZLN’e katılımı engellemektir.Bunun için sık sık Marcos’un başka kişiler olduğu söylenmiştir.

EZLN hareketine baktığımızda kuruluşundan bu yana birçok aşama geçirdiğini ama adını 1994 yılında tüm dünyaya duyurduğunu görüyoruz. Sömürülen halkın haklarını korumak isteyen bu grup hiçbir zaman yeni bir devlet kurmaktan söz etmemesiyle dikkat çekmiştir.Hatta bazı deklarasyonlarında Meksika bayrağına vurgu yapmaktadır.Ancak Emiliano Zapata zamanından beri ayrıcalıklı bir özerklik talep etmektedirler. Zapatistalar hakları için mücadele eden baskı altındaki her grubun eşit derecede önemli olduğunu ve kavganın tüm saflarda aynı anda verilmesi gerektiğini öne sürüyorlardı. Bunun için her yerdeki harekete destek sundular ve kendileri için destek istediler. Sivil toplumu etkileyebildikleri için de seslerini duyurmaları zor olmadı. Her ne kadar Zapatistalar genelde Maya yerlilerinden oluşsa ve propagandalarını etnik kimlik üzerinden yapsalar da ırk ayrımından çok sınıf ayrımına karşı çıkmak istemişlerdir. Tüm taleplerine karşın hiçbir zaman legal bir oluşum için parti kurma yolunu seçmemişlerdir.Birçok terör örgütü finansmanını uyuşturucu kaçakçılığı , silah kaçakçılığı,haraç,insan kaçakçılığı faaliyetlerinde bulunduğu görülürken EZLN Meksika gibi bir yerde uyuşturucu kaçakçılığı faaliyeti bile göstermemiştir. Hala silahlarını bırakmamasına karşın 1994 yılından bu yana silahlı eylemde bulunmamışlardır. Şüphesiz ki EZLN sözcüsü Marcos’un kişiliğinin ve her ne kadar lider olmadığını söylese de liderlik özelliklerinin sempatiyle karşılanması EZLN’i diğer devrimci gruplardan ayırmıştır.

Marcos’un deşifre olmak istememesinin nedeni sorumluluk almak istememesi, EZLN ‘in liderliğini reddetmesinden dolayı değildir. Marcos eski liderklik anlayışını yıkmak istemiştir.Kendini öne çıkarıp kimliğinin EZLN hareketinin önüne geçmesini istememiş kendini grubun sözcüsü olarak görmüştür.Marcos asıl liderin kendisi değil sömürülenler olduğunu vurgulamak için isminin basında ‘’komutan yardımcısı’’unvanını kullanmıştır.Marcos’a göre komutan sömürülenlerdir,kendisi onlar için görev yapar. 18 Mart 2001 tarihinde herkes parlementoda Marcos’u beklerken yerli halktan hastalıklı bir kadının olan Esther’in çıkmasına şaşırmıştır. Konuşmayı yapan Esther ‘’Marcos bir komutan yardımcısıdır ve.Yani bizim için görev yapar.Biz Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun komutanlarıyız ve kendi adımıza konusuruz’’.3 diyerek kimin aslında lider olduğunu bir kez daha hatırlatır.Aslında Marcos’un lider olarak anılmama çabası ve kimliğini böylesine saklaması onu daha gizemli hale getirerek kamuoyu için daha da çok dikkat çeken bir lider haline getirmiştir.

KAYNAKÇA *http://www2.binghamton.edu/history/resources/ websites-and-syllabi/history-130/buzap/buzapatistaessay.html *http://www.birgun.net/book_index.php?news_code=1 276773603&year=2010&month=06&day=17 *http://www.evrensel.net/news.php?id=32620 *https://nacla.org/news/response-ross-secondlookezln%E2%80%99s-festival-dignified-rage *http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=8995 *https://www.utsam.org/Zapatista

2

https://:www.utsam.org/images/upload/Zapatista

3

Erol Anar’ın 15.07.2012 tarihli yazısından aktarılmıştır: http://www.evrensel.net/news.php?id=32620

13


LATİN AMERİKA

A

ARJANTİN’DE PERON DÖNEMİ Sevinç Ödül PATIR

rjantin, tarihi dokusu ve siyasi yapısıyla günümüz dünyasında her zaman göz önündeki ülkelerden biri olmuştur. 1536’da Arjantin’e gelen İspanyollar bugünkü Buenos Aires’te ilk koloniyi kurdular. Şehre yerleşim ise ancak on sekizinci yüzyılda oldu.Arjantin 1776’ya kadar İspanya’ya bağlı Peru Genel Valiliğince idare edildi. Bu seneden sonra La Plata Genel Valiliği kuruldu ve Buenos Aires genel valiliğin başkenti oldu.

Castillo yönetimini ele geçirdi. Birleşik Subaylar Grubu (GOU) lideri Juan Peron cunta yönetiminde öne çıkmaya başladı. İki yıl boyunca yürüttüğü savaş ve Çalışma Bakanlıkları ve Devlet Başkan Yardımcılığı görevlerinin avantajını kullanarak orduda gerçekleştirdiği atamalarla kendine yakın bir ekip oluşturdu. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı görevini yürütürken de kendi partisinin temellerini attı. Bulunduğu konumları kendi lehine kullandığını da söyleyebiliriz. Bu sırada iş yasasında da yeni düzenlemeler gerçekleştirdi; grevlerde sendikalardan yana tavır takındı. İşçi sendikalarını hükümet denetimine alan Perón, “gömleksizler” diye adlandırılan düşük gelirli işçilerin durumlarını iyileştirmeye çalıştı.1 Bunun yanı sıra merkez bankasının devletleştirilmesi gibi bir kararın sinyallerini veren Peron egemen sınıfı da karşısına aldı. 1944 yılına gelindiğinde Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmuştu.

1806’da Buenos Aires İngilizler tarafından kısa bir süre işgal edildi. Bu işgal Arjantin’in istiklal mücadelesi için bir başlangıç olmuştur. 1808’de Napoleon İspanya’ya girdi. Bu olay bağımsızlık mücadelesini hızlandırdı ve Arjantin için bağımsızlık mücadelesini başlattı. Arjantin, 1812 yılında bağımsızlığını kazanmış olsa da ilan edilmesi 1816’yı bulmuştur. Bağımsızlık hareketinin baş lideri ve kahramanı, Şili’nin de kurtarılması için öncelikle sorumlu bir kimse olan General Jose de San Martin’dir. Bağımsızlığını elde eden Arjantin’in tarihinde komünizm, faşizm ve anarşizm gibi uç siyasetlerin etkin olduğu gözlenmiştir. Örneğin Peroncu hareketin faşist iktidarı; 1970’lerde faaliyet gösteren ve üyelerinin büyük çoğunluğu devlet tarafından “kaybedilen” bir anarşist örgüt Resistencia Libertaria Arjantin siyasetinde önemli roller oynamıştır.

1945 yılında Peron başkanlık yarışında önde gelen isim olmuştu. Bu duruma Eva Duarte’nin (halk arasında Evita) katkısı yadsınamayacak derecede büyüktü. Ancak Peron’un siyasi politikalarından rahatsız olan, anayasal yönetim isteyen kişilerin gerçekleştirdiği darbe sonucunda 9 ekim 1945’te Juan Domingo Peron tutuklandı. İşte tarihi ve peronist sahnede artık Evita’nın ön plana çıktığı nokta burada başladı diyebiliriz. Peron’u kurtarmak için halkı seferber ederek yaklaşık 300.000 kişiyi Buenos Aires meydanına toplayan Evita 17 ekim 1945’te istediğini elde etti ve Peron serbest bırakıldı. 21 ekim 1945’te Evita ile evlendikten sonra da Arjantin’de yeni bir dönemin ve yeni bir siyasi düşüncenin tüm Arjantin’i sardığı dönemin başladığını söylemek mümkündür. Halk kitleler halinde Peron’u destekledi ve Peron 1946’da Cumhurbaşkanı seçildi.

Tarihinde 46 darbe bulunduran Arjantin’in ilk darbesi ise 1930 yılında Radikallere karşı gerçekleşmiştir. Bu dönemden sonra artık ülke siyasetinin iki önemli sorunu ortaya çıkmıştır: 1- siyasi yapıyı istikrara kavuşturmak; 2- ülkeyi iktisadi olarak kendi ayakları üzerinde durur hale getirmek. Bu sırada çeşitli görevlerle Avrupa’ya giden Arjantinli askerler İtalya’da ki devlet örgütlenmesini benimsiyorlardı. Juan Domingo Peron’da Avrupa’ya giden askerlerden biridir. Peron, Avrupa’da ki gözlemleri ve kendi entelektüel birikimleri doğrultusunda komünizmi reddetmiş fakat işçi sınıfının gücünü fark etmiştir. İtalya’da ki faşizmden ve askeri disiplinden de büyük ölçüde etkilenmiştir ki bence bunda kendisinin de bir ordu mensubu olmasının etkisi büyük.

Peki, Peron’un siyaseti neydi?

Peron Dönemi

Özellikle, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Arjantin için yeni bir devrin başladığı söylenebilir. Peronist rejim artık ülkenin her yerini ele geçirmiş durumdaydı. Bunun yanında ülkeyi emperyalizme de sürüklemek istemeyen

Arjantin’de Peron’un ön plana çıktığı yıllarda II. Dünya savaşı da devam ediyordu. Böyle bir kargaşa esnasında 1943 yılında ordu, halk desteği ile başkan Ramon 1

http://www.msxlabs.org/forum/siyaset-ww/263072-juan-peron-juan-peron-kimdir-juan-peron-hakkinda.html#ixzz291KS19S4

14


Peron, ülke siyasetinde üçüncü bir yol olarak tanımlanan Peronizmi savundu.

işçilerin sorunları hakkında bilgi sahibi oluyor, bunların çözümü için yollar arıyordu.

-Peronizm nedir?

Evita’nın bir diğer çalışması ise kurduğu vakıftır. Bu vakıf sayesinde topladığı paralarla yardıma muhtaçlara yardım etmiş, yaşlılar ve çocuklar için evler, okullar ve hastaneler yaptırmış; sayısız yardım ve hayır işlerinde bulunmuştur. Ve bunların tamamını Peronist bir kadın olarak tüm Arjantin halkına karşı duyduğu sevgiyle yaptığını dile getirmiştir.

Peronizm; Juan Peron’un popülist ve milliyetçi politikalarına verilen addır. Peron’un üçüncü yolunun ideolojik zeminini Justicialismo oluşturuyordu. Bu kelime Türkçeye ‘sosyal adaletçilik’ olarak çevrilebilir. Sınıf çıkarlarının, ulusun ortak iyiliği için devlet kontrolünde olduğu, devletin toplumu belli ortak hedefler için seferber ettiği bir rejimdir. Peron, daha çok işçi sınıfını göz önünde bulundurarak kurduğu bu siyasetini “adaletçilik” üzerinden tanımlamaktadır. Bu nedenle her Arjantin yurttaşı insanca yaşama ve çalışma hakkına sahip olduğunu savunmuştur. 1949 anayasasıyla bu konuda güvenceler sağlanmıştır. Orduda geçirdiği yıllar neticesinde, General Peron adaletin, disiplin ve verimliliği de beraberinde getirdiğini görmüştür ve yönetimi sırasında bunu uygulamaya çalışmıştır.

Peronizm’i Peron’un ağzından anlatan en doğru cümle ise: “ben sadece halkın isteyeceği şeyi yapacağım”dır.2 İşte Peronizm Evita’nın katkılarından da anlaşılacağı üzere böyle bir siyasi düşüncedir. Tüm halka yardım eden, tüm halka sosyal güvence ve adaleti veren, tüm halkı sahiplenen bir siyasi yapıya ve aynı zamanda komünist ya da emperyalist ekonomilere karşı savaşan ve bunların karşısına çıkan üçüncü bir yol oluşturan sistemdir, Peronizm. Peronizm, sermayedarlardan çok işçi haklarını koruyan ve destekleyen, mümkün olduğunca yoksulluğu yok etmeye çalışan, insan haklarını, insanlarına tekrar sağlamaya çalışan bir düşünce sistemi olmuştur. Peronizm’de devlet başkanı Peron, halkın başkanı olduğunu söylemiş ve her zaman halkıyla yakın ilişkilerde bulunmuş, sık sık onların sorunlarına eğilmiş, başkanlık makamına halkını her hafta kabul ederek onlarla yakın ilişkiler kurma fikrinin de sadece fikirde kalmadığını göstermiştir.

Peron’un en önemli yardımcısı ise eşi Evita’dır. Bir

-Peron’un ekonomi politikaları Peron’un komünizme karşı olduğunu biliyoruz. Peronun, komünizmi önlemek adına işçi sınıfının ücret ve çalışma koşullarını iyileştirmeyi düşünüyordu. Bir diğer planı ise işçi sendikalarını tek bir konfederal yapı altında birleştirmekti. Kontrolsüz grev ve işçi eylemlerini önlemek için gerekli olan şeyin Sendikaların devletin kontrolünde patronlarla pazarlık yapacakları bir zemin yaratmak olduğunu düşünüyordu. Bununla beraber ücreti artan işçilerin, alım gücüde artacağı için Peron, iç piyasanın da canlanacağını düşünüyordu. Ayrıca ekonomide, 5 yıllık planlanan kalkınma modeli politikasını da benimsemiştir.

süre sonra Çalışma Bakanı olan Evita, Arjantin halkına verdiği sözleri tutarak, ücretlerin arttırılması ve daha iyi sosyal standartlar, sendikaların problemleri, sendikaların ve işçilerin başkan Peron ile sorunları hakkında görüşebilmelerini sağladı. Her gün öğleden sonraları bu konularda sendika başkanlarıyla ve yardıma muhtaç insanlarla görüşüyor, konuşuyor ve sorunlarını dinliyordu. Kendisinin yardım edemeyeceği konularda başkan Peron’un fikirlerini alıyor aynı zamanda eşi olmasının verdiği avantajla her gün her zaman ona yaptıklarını ve yapacaklarını anlatıyordu. Çarşamba günleri öğleden sonraları ise Evita’nın hazırladığı bir planlamayla başkan Peron sendika başkanlarıyla birebir görüşüyor ve 2

Devlet, başta savunma sanayi olmak üzere tüm kritik sektörlerde yatırım yapacak, dış ticaret, doğal enerji kaynakları, kamu hizmetleri ve gerekli gördüğü diğer sektörlerde tekel oluşturacaktı. Bu politikalarda Peron’un üçüncü yolunun temelidir aslında. Komünizmi engellemeye çalışan Peron bir taraftan da emperyalizmle mücadele etmeye çalışmaktadır ki bu da ekonomik politikalarını mantıklı bir şekilde açıklamaktadır. Bunu kanıtlayan bir diğer karar ise kalkınma planına yardım-

Eva Peron, Evita: Hayatım, Güneş yayınları, mart 1990, Sf.923 Wilson Silva. S. Neto: “EZLN: Luta Armada e Pluridade Política

15


cı olmayan, kendi çıkarlarını toplumsal çıkarların önüne koyan patronların mülküne devletin el koyabilecek olmasıdır. Peron kısa sürede Peronist büyük bir işçi konfederasyonu oluşturmuştur. Bu gelişme çok kısa bir süre için de olsa işçi sınıfının ücretlerinde ve çalışma yaşantılarında gözle görülür bir iyileşme yarattı. Ayrıca grev yasaklanmıştı. Ancak iş yerindeki patron ve işçi arasındaki tüm çatışmalarda işçiyi destekleyen yasalar mevcuttu. Bu da peronizmin geniş halk kitlelerince kabul edilmesinin ve desteklenmesinin en önemli nedenlerindendir. Peron’un planına göre patron örgütleri de işçi örgütleri gibi tek çatı altında toplanacak ve bu örgüt de devletle uyum içinde çalışacaktı. Ekonomik kararlar devletin gözetiminde alınacak ve emek ve sermaye cephesi eşit şekilde temsil edilecekti. Fakat Peron’a sanayiciler destek vermedi. Çünkü bu durum daha çok işçinin ve devletin lehineydi. Büyük toprak sahipleri de fiyat kontrolleri ve topraktaki kiracıyı kollayan yeni sözleşme nedeniyle rejimden soğudular. İktidar iç kesimlerde devletin desteğine ihtiyaç duyan küçük işletmecilerin desteğini almayı başardı ve patron örgütünü onları merkeze yerleştirerek oluşturdu. Bir süre bu örgüte tüm işadamı ve sanayicilerin üyeliğini zorunlu kıldı. Yine de istediği sonucu elde edemedi. Sonuçta peron’un kafasındaki, Peronizmin savunduğu, sınıf eşitliği gerçekleştirilememiş oldu. -Peron’un yönetim şekli ve devrilişi İtalya’da ki faşist yönetimden etkilenen Peron, devlet başkanlığı sırasında ülkeyi diktatörlükle yönetti. Bunda askeri kimliğinin etkisi de büyüktü. Toplumsal ve ekonomik yaşamda devlet denetimini artıran Peron, bir yanda da işçi haklarını savunarak halkın desteğini kazandı. Silahlandırma programı ve ücret zamları ile ordunun da kendisine bağlı kalmasını sağladı. Halkın tepkisini önlemek için gazeteleri kapattı, eğitimi denetim altına aldı. Ulusal Kongre’yi ve Yüksek Mahkeme’yi kendi partisinin üyeleriyle doldurdu. 1951 seçimlerinden önce, yeniden seçilebilmek için anayasayı değiştirdi.3 Kendisiyle paralel hareket eden Evita da birçok gazete ve dergiyi kapatarak basına karşı sert bir sansür uyguladı. 1951 yılında başkan yardımcılığı için adaylığını koymayı düşünen Evita işçilerden, sendikalardan ve kadınlardan büyük destek gördü. Ancak anayasaya göre başkanın ölümü dahilinde, başka yardımcısı ülkenin başına geçecekti. Bu da pek çok askeri liderin hoşnutsuzlukla karşıladığı bir durumdu. 1951 yılında Juan Domingo Peron 2. Defa başkan

olarak seçildi. Karısı Eva Peron ise bundan kısa bir süre sonra kanserden öldü. 2. Kez başkan olarak seçilen Peron 2. beş yıllık kalkınma planını uygulamaya başladı ve bu plânda tarıma ağırlık verdi. II. Dünya Savaşı yıllarında ABD azgelişmiş ülkelere tarımsal üretimde verimliliği arttırarak ekonomik istikrarı yakalamayı öneriyor, bağımsız sanayileşme çabalarını da milliyetçilik olarak tanımlıyordu. Peron savaş yıllarında Arjantin’in özellikle İngiltere’ye ihracatından elde ettiği geliri Amerikan yatırım malları satın alarak yeni bir sanayi inşa etmek için kullanmayı planlasa da ABD azgelişmiş ülkelere biçtiği iktisadi misyona uymayan ve müttefiki İngiltere’nin çıkarlarına zarar verecek böyle bir plana destek vermeye yanaşmadı.4 Bu da Peron’un tarıma ağırlık veren planının gerekçesi olabilir. Tarım ürünlerinin ihracatına ve fiyatlara devlet kontrolü getirilirken tarımda verimliliği arttıracak önlemlerin alınamaması; reel ücretleri yükselen Arjantin halkının tüketim kapasitesinin artması; tarımsal ürünün ülkeden çıkmadan tüketilmeye başlanması sonucunu beraberinde getirdi. Bu da ihracat gelirlerinde önemli bir düşüş anlamına geldi. Dış ticaret hadlerinde bozulma sanayiye hammadde ithalini de iyice güçleştirdi. Savaş yılları boyunca özellikle İngiltere sayesinde elde edilen ihracat gelirinin, Peronist politika doğrultusunda, yüksek askeri harcamalar; yükselen reel ücretler; artan talep nedeniyle üreticinin, tüketim malları üretimine yönelmesi; yatırım malları ithalatında yaşanan sıkıntılar gibi sebeplerle değerlendirilememesi; ağır sanayi yaratma hedefinin çok gerisinde kalınması ile sonuçlandı. Peron iktidarının sonuna doğru hep kaçındığı politikaya yaklaşmak zorunda kaldı ve yabancı yatırımı teşvik etmeye başladı. ABD başta olmak üzere dış sermayenin ülkeye gir-

3

http://www.msxlabs.org/forum/siyaset-ww/263072-juan-peron-juan-peron-kimdir-juan-peron-hakkinda.html#ixzz291KS19S4

4

http://www.columbia.edu/~lnp3/mydocs/state_and_revolution/argentina3.htm

16


mesine izin veren Peron’un, halktan destek görmesine karşın, kilise ve ordu ile arası açıldı. Kilise tarafından aforoz edildi. General Aramburu önderliğindeki bir askeri darbeyle hükümet 1955 yılında devrildi. Peron istifa ederek 1958’de İspanya’ya sığındı. Yurt dışındayken yandaşları Adaletçi Milliyetçi Hareket adı altında toplanan Peron yandaşları 1962’deki seçimlerde büyük başarı elde ettiler. Peron, daha önce yurda dönme girişimlerinde bulunduysa da başarılı olamadı. Peron sonrası dönemde askeri yönetimdeki devletin daha baskıcı hale gelmesi ile öğrenciler ve aydınlar, ekonomik koşulların proleterleşen orta sınıflar, Peron dönemindeki teşvik ve kredilerinden mahrum kalan küçük yerel sanayiciler de Peronist hareketi tekrar destekledi. Peronistlerin tekrar çoğalmasıyla, General Peron Arjantin’e 20 Haziran 1973’te dönebildi. 23 Ekim’deki seçimlerde 3. kez cumhurbaşkanı seçildi. 1974’te öldüğünde, 1961’de evlendiği 3. karısı Isabel devlet başkanlığı görevini üstlendi, ama Arjantin’in ekonomik ve toplumsal sorunları karşısında başarılı olamadı. Arjantin hükümeti tekrar devrildi. 1976’da Isabel’in başarısızlığının da etkisiyle hükümet, darbe yapan askeriyenin eline geçti. Bu da bir Peron döneminin artık tamamen sona erdiğinin göstergesi oldu. Arjantin’in bu karışık siyasi yapısına bir dönem damgasını vuran ve adını yazdıran Peronist rejimin kurucusu Juan Domingo Peron, her ne kadar gördükleri ve entelektüel birikimleri doğrultusunda ilerlemiş olsa da kimi zaman tamamen karşı olduğu politikaları gerçekleştirmek zorunda kalmıştır. Ama her durumda da “halkının” desteğini mutlaka kazanmıştır. 3 kere devlet başkanı seçilmesi de bunun göstergesidir. Her ne kadar ilk iki başkanlığında, yanında Evita ve Evita’nın halk ile kurduğu bağlılık ve destek olsa da, O halkın lideri olmuştur. Kendisinin ölümünden sonra da fikirleri yaşamaya devam etmiştir. Kendisinden yaklaşık 30 sene sonra yine peronist düşüncelere sahip olan Néstor Kirchner devlet başkanlığı yapmıştır. Ve Peronizmin, 30 yıl sonra ve belki sonraki 30 yılda da tekrar işlerliğini kazanabileceğini göstermiştir.

17

KAYNAKÇA: CRAWLEY, Eduardo. A House Divided: Argentina, 1880-1980. St. Martin’s Press, 1985 ÇELİKKOL, Güneş, Direnişlerin Güney Kutbu- Bir Arjantin Serüveni, Agora Kitaplığı, Mayıs 2007 PERON, Eva, Evita: Hayatım, İstanbul, Güneş Yayınları, Mart 1990 PETRAS, James- VELTMEYER, Henry, Latin Amerika’da Devlet İktidarı ve Toplumsal Hareketler, İstanbul, Kalkedon Yayınları, Kasım 2007 http://www.anarkismo.net/article/7582 http://www.biyografi.info/kisi/eva-peron http://www.msxlabs.org/forum/siyaset-ww/263072juan-peron-juan-peron-kimdir-juan-peron-hakkinda. html#ixzz291KS19S4 http://www.msxlabs.org/forum/siyaset-ww/263072juan-peron-juan-peron-kimdir-juan-peron-hakkinda. html#ixzz291KinSKl http://t24.com.tr/haber/arjantin-darbelerle-nasil-yuzlesti/208992 “Gözde KÖK’ün Arjantin’in Yakın Tarihi ve Peronizmin Mirası adlı yazısı” http://haber.sol.org.tr/bizimamerika/ arjantin-in-yakin-tarihi-ve-peronizmin-mirasi-28097


LATİN AMERİKA

ŞİLİ’DE AMERİKAN DARBESİ1 Büşra KILIÇ

Y

ıl 1973 ve 11 Eylül Perşembe ,saat 13’de TRT’de Şili’de askeri darbe! Yu es ey, si ay ey, ay ti ti, sab lorenz. Arandı tarandı bulundu Pinoşe ,Pinoşe’nin bıyığı Daglıs briyantinliydi saçları. Çarpışıyordu son resminde Salvador Allende... Analar ağladı, yürekler kan ağladı, tüm dünyada gençler yazdılar duvarlara.: “Şili’ye özgürlük, Şili’ye özgürlük” “El pueblo unido jamas sera vencido”.2

dı. Silah alma sözleşmeleri imzalandı ve askeri personeli eğitme projeleri uygulandı. Böylece Kuzey ve Güney arasındaki buzlar erimiş, ABD ve Şili arasında karmaşık bir ilişkiler ağı kurulmuş oldu. Ancak bu askeri ilişkilerde belki o zamanlar farkedilemeyen belki de bilerek görmezden gelinen bir kusur vardı o da bu ilişkilerin denetimininin tamamen ABD kontrolünde olması ve Şili Dışişleri Bakanlığı’nın hiç bir zaman bu ilişkileri siyasal bakımdan denetlememesiydi.4

Şili, Türkiye’ye göre dünyanın öteki ucunda olan bir Güney Amerika ülkesi. Okullarımızda okutulan tarih kitaplarında Şili’den neredeyse hiç söz edilmez.Coğrafya kitaplarından ya da ansiklopedilerden Şili’nin konumu, bakır üretiminde dünya liderlerinden biri olduğu, başkentinin Santiago olduğu gibi bilgiler öğrenilebilir. Ancak ortalama Türk insanı, 1973 deki darbeye kadar Şili’de ne oluyor ne bitiyor, Şili’nin ekonomisi nasıl, lideri kimdir bilmiyordu. Şimdi bile Şili’nin Türk vatandaşlarına vize uygulamadığını bilmeyen bir sürü insan vardır mesela. Ancak bunca mesafeye ve kültür farkına rağmen, Şili ve Türkiye arasında ortak bir darbe geçmişi var ve bu ortak geçmiş Şili’yi-ya da ona benzer herhangi bir ülkeyi- incelenmeye ve ders çıkarmaya değer kılıyor.

1960’lardan sonra ABD ve Latin Amerika ilişkilerinde kırılmalar meydana geldi. ABD Başkanı John F. Kennedy’nin ilan ettiği, Latin Amerika ülkelerine yardımı öngören “İlerleme İçin İttifak” (Alliance for Progress) projesinin başarısızlığı Latin Amerika ülkelerinin ABD’ye karşı olan kuşkularını arttırdı.İlerleme İçin İttifak, on yıllık bir süre için yirmi milyar dolarlık Amerikan yardımını ve yılda üç yüz milyon dolarlık özel sermaye yatırımını, 1946-1960 arasında kıtaya yapılan yardımı dört katına çıkarmayı ön görüyordu. Böylece Latin Amerika ülkeleri yılda %5 oranında büyüyecekti. Ancak ABD 1960’larla birlikte dış ticaret açığı verdi ve bunu yardım ettiği ülkelerden çıkardı. Latin Amerika ülkelerinin aldığı tüm yardımı ABD den ihraç ettiği mallar için kullanması şartını koştu. Bunun sonunca başta Şili olmak üzere bir çok ülkede korkunç bir enflasyon baş gösterdi.Kuzey Amerika’nın eline geçmiş bakır şirketleri ve toprağın halk arasındaki eşitsiz dağılımı komünist madencileri,devrimci öğrencileri hatta devlet memurlarını rahatsız etmeye başladı.

DARBE ÖNCESİ ŞİLİ – ABD İLİŞKİLERİ Şili bir çok Latin Amerika ülkesi gibi ABD’ye karşı geleneksel bir gıpta, kuşku ve yabancılık duymaktadır. Onlara göre ABD güçlü,zengin ve müdahelecidir.3 Diğer komşularının aksine 1800’lü yıllardan itibaren Büyük Britanya ile yarışa girebilecek kadar iyi ticaret yapan ve 1818’den beri cumhuriyetle yönetilen Şili, kuşkuyla yaklaşsa da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile yakın iliişkilere girmiştir. Amerikan başkanı James Monreo’nun doktirini olan “Amerika, Amerikalılarındır.” sözünden hareketle Kuzey Amerika ve Güney Amerika ülkeleri iyi komşuluk politikası izlemiştir.

1970’de Şili’deki Amerikan düşmanlığı doruğa ulaştı. Eduardo Frey’in Hıristiyan demokrat hükümeti “özgürlük içinde devrim”gerçekleştirdi. İşçi sınıfı ve halk sürüp giden enflasyona ve kaynakların yabancıların elinde olmasına isyan ettiler ve Salvador Allende’yi destekleyen yürüyüşler düzenlediler. Böylece Salvador Allende batıda seçimle iktidara gelmiş ilk sosyalist lider oldu.

İkinci Dünya Savaşı’nın belli başlı çatışmaları sona erdiği zaman ABD askeri alanda bütün dünyada diğer kapitalist devletlerden üstün konuma geçmişti.Daha sonra bunu diğer Latin Amerika ülkeleriyle de destekleyecek askeri ilişkiler içine girdi. Bu çerçevede TIAR (Amerikalılar Arasında Karşılıklı Yardım Anlaşması) ve OEA(Amerika Devletleri Örgütü) anlaşmaları imzalan1 Armando Uribe’nin aynı isimli eserinden etkilenilmiştir. 2 Şili’ye Özgürlük,Bulutsuzluk Özlemi Şarkısı. 3 Oral Sander,Siyasi Tarih 1918-1994,Ankara,1998,s.391. 4

Armando Uribe,Çev. Nabi Dinçer,Şili’de Amerikan Darbesi,Ankara,1975,s.17.

18


büyük bir başarı sağladı. Bu başarıda seçim zamanı büyük arazi sahiplerinin arazilerinin istimlâk edilmesi ve endüstrinin(özellikle bakır endüstrisi) devletleşmesi gibi ekonomik reform vaatlerinin büyük payı oldu. Allende’nin ekonomik reformları, ilk yılında çok başarılı oldu ve Şili ekonomisi %8,6 büyüdü.Allende’nin azınlık hükümeti tarım, bakır madenleri ve bankacılıkta peş peşe devletleştirmeye gidince, muhalefet ile sıkı tartışmalar yaşanmaya başlandı. Bu arada işçi maaşlarına yapılan iyileştirmeler ve ürün fiyatlarının sabit tutulması ile ülkede kişi başına düşen GSMH yükseldi.7 Böylece Unitad Popular belediye seçimlerinde de ezici bir üstünlük sağladı.

Salvador Allende SALVADOR ALLENDE VE UNİDAD POPULAR DÖNEMİ

Allende’nin uyguladığı sosyalist program; muhalefet, ABD ve kendi partisi tarafindan olumsuz tepkiler alıyordu. Öncelikle kendi partisi homojen değildi. Aşırı solcular reformların yavaşlığından,Hıristiyan demokratlarsa komünizm tehlikesinden şikayet ediyordu. Ancak asıl büyük tepki ABD’nindi çünkü bu reformlar ABD’nin milyon dolarlık yatırımlarının devletleştirilmesini, Şili’nin Sovyeler Birliği ve Küba gibi ülkelerle yakın ilişki içine girmesini içeriyordu. Fidel Castro’nun Şili’yi ziyarete gelişinden sonra ipler iyice gerildi ve ABD Şili’ye yaptığı tüm yardımları ve kredileri keserek tepkide bulundu. Bu arada Allende de koalisyonu içindeki aşırı solcu güçlerin baskısı altına girdi. Aşırı sol Allende’nin muhalefetine rağmen soyalist programın yavaş ilerlediğini ileri sürerek geniş toprakları zorla ele geçirmeye başladı.8 Enflasyonun artması ve ülkenin karışmasını fırsat bilen dönemin ABD başkanı Richard Nixon gizlice Amerikan istihabarat servisine “daha sert bir politika izlemesi” talimatını verdi.

Asıl mesleği doktorluk olan 1937´den itibaren milletvekili olan Allende, devletin çeşitli sağlık kurumlarında çalıştı ve Valparaiso Üniversitesi´nde öğretim üyeliği yaptı. Halk Cephesi Hükümeti´nin başkanı olan Pedro Aguirre Cerda, Allende´yi 1939´da Sağlık Bakanlığı’na atadı. Allende´nin sosyal düzeyi düşük olanlara karşı özel bir ilgi göstermesi, Yoksulların Başkanı olarak adlandırılmasını sağladı. 1943´te Sosyalist Parti Genel Sekreterliği’ne seçildi ve bunun ardından sağlık alanında çeşitli kamusal ve siyasal görevler üstlendi. Bunun yanı sıra ülkesinin sosyal yasalarının çıkarılması yönünde etkin bir rol oynadı. Allende, toplumun alt tabakalarına ilişkin sosyal çalışmalarından dolayı kazandığı popülerliliği 1952´deki başkan seçimlerinde kullanmak istedi. Birkaç solcu partiyi birleştirerek Frente del Pueblo´yu (Halk Cephesi) kurdu ve bu partinin adayı oldu. Ne var ki,ancak altmış bin oy alabildi. Bu başarısızlığın sonucu olarak, sonraki yıllarda giderek daha çok partiyi Halk Cephesine katmaya çalıştı.5

ABD başkanı Nixon’un ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger’in 5 Kasım 1970 tarihinde raporunda Allende’nin iktidara gelmesi “bu yarımkürede karşılaştığımız en büyük sorunlardan biri” olarak tanımlanıyordu.9 Bu sorundan Allende’nin rakiplerine yardım ederek kurtulmaya çalışan ABD başaramayınca darbe ile Allende’yi devirmek istedi.1970’li yıllarda ITT(Uluslararası Telefon ve Telgraf) ve Santiago’daki ABD büyükelçiliği sayesinde ABD’nin Şili hakkında Şili’den daha fazla istihbarat sahibi olduğu iddia edilir. Hatta büyükelçilikte bulunmuş, Şili’nin politikalarını gün gün rapor eden belgeler,muhtıralar ve planlar Şili’li yazar Armando Uribe tarafından kitaplaştırılmış;bu kitapta Allende’den önce var olan Şili-ABD askeri ilişkilerindeki yakınlık ve ITT’ istihbaratlarının CIA tarafından yapılan darbeye zemin hazırladığı iddia edilmiştir.

1969 yılında ülkede Sosyalistler, Komünistler, Liberaller ve Hıristiyan Demokratlardan ayrılmış olanların birleşmesiyle Unidad Popular kuruldu6 ve Salvador Allende 4 Eylül 1970’te, dördüncü kez başkan adayı oldu. Seçimlere giren birlik oyların %37’sini alarak

5 ANKARA ÜNİVERSİTESİ,Latin Amerika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü, Şili Ülke Raporu,s.7. 6 Eduardo Galeano,Latin Amerika’nın Kesik Damarları.yy.,t.y, s. 188. 7 ANKARA ÜNİVERSİTESİ,Latin Amerika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü, Şili Ülke Raporu,s.7. 8 9

Oral Sander,Siyasi Tarih 1918-1994,Ankara,1998,s.393 http://www.gwu.edu/~nsarchiv/NSAEBB/NSAEBB123/chile.htm

19


11 Eylül sabahı, beklenen darbe geldi. Augusto Ramon Pinochet Ugarte başkanlığındaki ordu,uçaklarıyla parlemento binası La Moneda’yı bombalamaya başladı, başkanlık sarayını kuşattı. Ancak Allende teslim olmak yerine radyodan halka seslenmeyi tercih etti.Saat dokuzu on geçe son kez halkına seslendi ve saraya giren kara kuvvetleri intihar ettiği açıklandı. Allende’nin suikaste kurban gittiği iddiaları yıllarca dile getirildiyse de 2011 yılında yapılan son otopsisinde çenesine silah dayayarak intihar ettiği kanıtlandı ve kızı onun aşağılanmak yerine onuruyla ölmeyi tercih ettiğini açıkladı.12

11 EYLÜL 1973 ŞİLİ ASKERİ DARBESİ Göreve geldiği andan itibaren hem dış hem iç muhalefetlerle uğraşan Salvador Allende’nin artan enflasyona karşı koyamayışı ve art arda kurduğu yeni hükümetlerin başarısızlığı ülkede belirsizlik ortamı yarattı. Bu belirsiz ortamda sokak gösterileri, yangınlar ve bombalamalar birbirini izleme başladı ve orta sınıf Allende’den uzaklaştı.CIA kaynaklı olduğu iddia edilen haberler “Time” gibi dergilerde yayınlanıp basın yoluyla da baskı arttırıldı. Bu arada bakır madenlerinin devletleştirilmesinden zarar gören Amerikan şirketleri muhalefete para yardımında bulunmaya başlamıştı. 1973 Mart’ında yapılan kongre seçimlerinin Allende’nin düşürülmesi için bir fırsat yarattığı düşünülmüştü. Ne var ki, sağcı Ulusal Parti ile diğer muhalefet, beklenen üçte iki çoğunluğa ulaşamazken, Allende oylarını yüzde 36’dan yüzde 43’e çıkardı. Bundan sonra her şey daha büyük bir hızla yokuş aşağı gitmeye başladı. Öncelikle aşırı sağcı Patria y Libertad (Vatan ve Özgürlük) ile aşırı solcu MIR örgütü arasındaki gösteri ve sokak çatışmaları tırmanışa geçti. Sağcılar Allende’nin ekonomiyi mahvettiğini ileri sürerken, MIR de hükümeti kitlelere silah dağıtmayacak kadar utangaç davranarak faşizme karşı mücadeleyi baltaladığını söylüyordu.10 22 Ağustos 1973’de Hristiyan demokratlar ile muhafazkarların kontrolündeki Şili Meclisi, Şili Demokrasi’sinin Kırılmakta Olduğunun Bilgirgesi adlı kararı kabul etti. Meclisin aldığı kararda Allende’nin anayasayı delmekte olduğu iddia ediliyor ve Allende bir diktatörlük kurmaya çalışmakla suçlanıyordu. Sorunu çözmek ve demokrasiyi yeniden işler kılmak için ordunun yönetime el koyması isteniyordu.11 10

Darbenin ardından Şili Kara Kuvvetleri Komutanı ve darbecilerin başı Augusto Pinochet devlet başkanı ilan edildi. Böylece Şili’de Pinochet’in 1990 yılında iktidardan ayrılmasına kadar sürecek olan on yedi yıllık diktatörlük dönemi başladı. KAYNAKÇA: AKAD,Tanju,Şili’de Darbe Vakti: Salvador Allande’nin Düşüşü,08 Nisan 2012 http://www.serenti.org/11-eylul-1973-silide-darbevakti/#ixzz28vKTcIo9 ANKARA ÜNİVERSİTESİ;Latin Amerika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü, Şili Ülke Raporu http://latinamerika.ankara.edu.tr/ulkeraporlari/ sili_rapor.pdf GALENO,Eduardo;Latin Amerika’nın Kesik Damarları,t.y SANDER,Oral;Siyasi Tarih 1918-1994,Ankara,İmge Kitabevi,1998 URİBE,Armando,Çev. Nabi Dinçer;Şili’de Amerikan Darbesi,Ankara,Bilgi Yayınevi,1975 http://tr.euronews.com/2011/07/20/salvador-allende-ninintihar-ettigi-kesinlesti/ http://www.gwu.edu/~nsarchiv/NSAEBB/NSAEBB123/ chile.htm

M. Tanju Akad,Şili’de Darbe Vakti: Salvador Allande’nin Düşüşü, http://www.serenti.org/11-eylul-1973-silide-darbe-vakti/#ixzz28vKTcIo9 Armando Uribe,Şili’de Amerikan Darbesi,Ankara,1975,s.220. 12 http://tr.euronews.com/2011/07/20/salvador-allende-nin-intihar-ettigi-kesinlesti/ 11

20


FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM

Büşra KILIÇ

M

achuca,Şili'de askeri darbe sürecini iki çocuğun gözünden anlatan,sade, akıcı ama bir o kadar da yoğun mesajlar veren bir film. Yıllardır izleyegeldiğimiz zenginfakir,iyi-kötü çatışması masum Gonzalo ve Pedro Machuca'nın gözünden anlatan filmde, bu farklılıklar izleyiciyi zaman zaman buruklaştıran zaman zaman gülümseten bir şekilde işleniyor. Pedro Machuca ve birkaç mahalle arkadaşı, Şili'nin en iyi ailelerinin çocuklarının gittiği özel okula, okulun baş rahibi tarafından burslu olarak kaydedilir. Baş rahibin öğrencilere insanlık ve ahlak dersi vermek istemesi ve sınıf farklılıklarını umursamadan iyi arkadaş olmalarını öğütlemesi sınıfta korkuyla karışık bir mecburiyet oluşturur. Ancak Machuca ve arkadaşlarının okul üniforması giymeyişleri,diğer çocukların kıyafetlerinden eski ve yamalı olduğu belli olan kıyafetler giymeleri bile onların hangi sınıftan olduğunu hemen belli etmiştir.Zengin çocukların dalga geçmelerine ve dayağına maruz kalan Machuca, zengin ama terbiyeli olan Gonzalo tarafından kurtarılır ve bu sayede arkadaş olurlar. Yaşam tarzlarının farklılıkları,birbirlerini merak etmeleri daha da ötesi birbirlerine özenmeleri onları daha da yakınlaştırır. Kopya çekmenin,bisiklet sürmenin,koşmanın hatta bir kızı ilk kez öpmenin tadına birlikte varırlar. Machuca'nın babası ve Machuca'nın arkadaşı İnfante, Salvador Allende lehine yapılan mitinglerde para kazanmak için parti bayrakları ve posterler satmaktadır. Machuca ve Gonzalo da onlara yardım eder ve siyasi görüşün ötesinde mitingi oyun olarak görürler. “Zıpla zıpla,zıplamayan zengin!” sloganında çocukların zıplayıp eğlenmeleri, olayı komikleştiren ve düşündüren bir sahne. Machuca ve ailesi getto diye adlandırabileceğimiz bir mahallede para kazanmaya ve yaşamaya çalışırken Gonzalo'nun ailesi tam tersi burjuvazi bir hayat yaşamaktadır. Burjuva hayatının yozlaşmış ahlakını ve tıpkı ülkemizde olduğu gibi aynı toplum içinde ne kadar kültür farkının olabileceğini gösteren bir aile yapısı var.Ülkedeki ekonomik sıkıntılar, her aileyi karneyle gıda almaya zorlarken, Gonzalo'nun annesi zengin sevgilisinden istediği kadar gıda ve Gonzalo'ya istediği kadar hediye alabilmektedir. Gonzalo'nun ablası gençlerin katıldığı partilerde yarını düşünmeden eğlenebilen, babası ise yaptığı kaçakçılık işi bozulunca ailesini geride bırakıp bırakıp İtalya'ya kaçabilen biri. Bir bakıma parçalanmış ve mekanikleşmiş bu aile yapısında dikkat çeken şey ise Allende'nin politikalarından rahatsız olmalarının ve bir nevi darbeyi desteklemelerinin belirtilmesidir. Filmin sonlarına doğru, Pinochet darbesi gerçekleşiyor ve bu darbe Gonzalo ve Machuca'nun hayatlarının farklılığını ortaya koyuyor.Gonzalo'nun evi rahat ve huzurluyken,daha da lüks yeni evlerine daha da lüks yeni mobilyalar alınmaktayken Machuca'nın mahallesinde her yerin yıkıldığını,insanların sorgusuz sualsiz götürüldüğünü görüyoruz. Gonzalo ise bu zulümden kurtulmak için “normal” olduğunu -utana sıkıla da olsa- kıyafetini göstererek kanıtlıyor.Bu davranışı darbenin aslında kim için olduğunu ve kime yaradığını gözler önüne seriyor. İzlerken duygulanacağınız ve gerçekten oldukça yüzeysel bir biçimde anlatmaya çalıştığım bu filmi sırf çocuk oyuncuların yeteneği için bile izlemeniz,hem Şili hem Türkiye adına çıkarımlar yapmanız çok yararlı olacaktır. Not: 41. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde açılış filmi olarak gösterildikten sonra vizyona giren Andres Wood imzalı filmin ismi Machuca diye yazılır ‘’Maçhuga’’ diye okunur. IMDB'de izleyici oylarıyla 2004'ün en iyi beş filminden biri seçilmiştir. 21

FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM

MACHUCA DÜNÜN ÇOCUKLARINA


LATİN AMERİKA

CHAVEZ’İN BOLİVARCI DEVRİMİ ve 1998 YILINDAN BU YANA DEVRİM DEĞERLENDİRMESİ Uğur OVACIKLI

“Halkımızı sindiren tüm zincirleri, açlık, yoksulluk ve sömürgecilik zincirini kırmadan önce istirahate çekilmeyeceğiz. Ya bu ülke özgür bir ülke olacak, ya da onu özgürleştirmeye çabalarken öleceğiz.”

fikirlerinin ışığında büyüdü. Ana teması insan haklarının güvence altına alınması, eşitlik ve özgürlük olan İngiltere, Kuzey Amerika ve Fransız bildirgelerindeki düşünceleri somut birer hedef olarak belirlediği bir dönemde Bolivar, monarşiye yani o dönemde var olan İspanya sömürgeciliğine karşı mücadelesinin temel bileşenlerini de bu kavramlar üzerinden örüyordu.3 Bütün Dünya’ya yayılan özgürlük düşüncesi ile Simon kendini ülkesinin oluşum halindeki gizli bağımsızlık hareketine adadı. Simon Bolivar, Amerika kıtasının keşfinden 19. Yüzyıla kadar sömürgeci güçlerden kurtulamayan Latin Amerika’yı, 10 yıldan uzun bir zaman dilimine yayılan bir mücadele ile bağımsızlığına kavuşturdu. Latin Amerika’nın İspanyol İmparatorluğu’na karşı isyanının önderi olarak Venezüella ve Kolombiya kadar Ekvator’un, Peru’nun ve Bolivya’nın kurtuluşu için savaştı. Olağanüstü bir harekatla Andlar’dan aşağı Ekvator ve Peru’ya girdi. Bölgede o zamana kadar, hiçbir general bu büyüklükte bir toprağı, böylesine ileriye giden sonuçlarla katetmemişti.

Hugo Rafael Chavez enezüella’da 20 yy. dolaylarında devrime yönelik birçok gerilla hareketi yaşandı. Fakat Chavez devrimine kadar yaşanan bu hareketlenmelerin, Venezüellalı politikacıların görüşlerine göre bir devrimi getirme, yecekti. Devrimin gelmemesinin nedeni olarak ise halkın başkaldıracak gücünün olmaması ileri sürülüyordu.1 Hugo Chavez de bu durumun farkında olmalıydı ki, devrime giden yolda ilk önce varoş mahallelerde yaşayan yoksul halk için bir şeyler yapmak ve onları da devrimin içine katmak planlarından en önemlisiydi. Chavez, 1998 yılında Venezüella’da yapılan demokratik seçimde oyların %56’sını alarak Venezüella başkanı seçilmişti ve Chavez düşündüklerini yerine getirebilmesi için bir engeli daha geride bırakmıştı.

V

Dünya siyasi tarihinin son döneminde en önemli devrimci dönüşümlerinden birini yaşayan Venezüella halkının, Hugo Chavez devlet başkanı olduğundan itibaren refah düzeyi artmaya başladı. Dünya’nın en büyük petrol rezervlerinden birine sahip olan Venezüella, 1998 yılında yoksul halkın oranı %44’dü. 2011 yılına gelindiğinde ise yoksulluk oranı ciddi biçimde azalacak, %26’ya gelecekti. Çok yoksulluk oranı da %10’dan %7’ye gerileyecekti.2

Fransız Devrimi’nde ortaya çıkan ve diğer kıtalara yayılmaya başlayan halkın siyasete katılımı ve parlamenter düzenden Simon Bolivar da etkilenmişti. Bolivar’a göre devlet yasama gücü gelişmiş, üçlü bir meclisle yönetilmeliydi. Meclislerden ilki, profesyonel ve kalıtımla geçen senato, ikincisi devlete karşı anayasayı ve halkın haklarını koruyacak merci, üçüncüsü ise halkın seçeceği bir Yasama Meclisi’ydi. Ülke siyasi rejiminin asıl amacı ise halkın barış içinde yaşamasına olanak sağlamaktı. Halkın haklarına devlet eğer bir gün bir müdahale eder, yada haklarını güvence altına almaşsa halkın zora başvurması Bolivar’ a göre meşruydu. Bu meşruluktan anlaşılan ise, Bolivar’ ın aşırı halkçı bir yapısı olduğunun göstergesiydi. Chavez de tıpkı Simon Bolivar kadar radikal halkçı bir yapıya sahipti. Devlet Başkanı olduktan itibaren sürekli halkçı reformlarla ilgilenen Chavez, eğitim ve sağlığa ayrılan payı 3 katına çıkarmıştı.4 Simon Bolivar ülke yönetimi hakkında ki bu düşüncelerinin pratiğini ise bağımsızlıklarını kavuşmalarına liderlik ettiği ülkeleri (Venezüella, Kolombiya, Peru, Ekvator, Panama ve Peru) tek bir çatı altında, Büyük Kolombiya’yı kurarak gerçekleştirdi. Latin Amerika ülkelerini tek bir çatı altında topla-

Venezüella’da yaşanan devrimle birlikte gelen tabloya nasıl ulaşıldığını anlamak için Hugo Chavez ‘in Bolivarcı Hareketi’ni ve devrimin ideolojik referanslarını iyi incelemek gerekir. Daha sonra ise ülkede var olan eksiklikleri ve Chavez’ in düşündüklerinin ne kadarını hayata geçirdiğine bakmak ve hayatı Chavez’ in siyasi projesinde önemli bir yer tutan ve söylevlerinde çok sık geçtiği için, Bolivar’ın hayatından ve başarılarından kısaca bahsetmek de yararlı olacaktır. Simon Bolivar ve Bolivarcılık Simon Bolivar, 1783 yılında Karakas’ta doğdu. Yaşadığı dönemde ortaya çıkan Fransız ve Amerikan Devrimlerinin sonucu olan “özgürlük’’ “bağımsızlık’’ 1

Richard Gott, Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim, çev: Hasan Böğün, Yordam Kitap, 2005, s. 14

2 Ahmet İnsel, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1103328&Yazar=AHMET-INSEL&CategoryID=98 , 9 Ekim 2012 3 Soner Torlak, ‘’Bolivarcı Devrim’in İdeolojik Referansları’’, 2008 4

Fehmi Gürdallı, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/146569.asp, Şubat, 2002

22


yıp, Avrupa Devletlerine karşı daha güçlü olma düşüncesini sürekli kafasında kuran Bolivar, İspanya İmparatorluğu’ndan kurtulduktan sonra bu düşünü gerçekleştiriyordu. Günümüzde ise bu düşü kuran isim Hugo Chavez. Kafasındaki bu planı kıta gündemine getirmeye çalışıyorsa da, mutlak zamanda pek mümkün görünmüyordu.

her nereye giderseniz gidin, Simon Bolivar’ın, yani kıtanın büyük bir parçasını İspanyol sömürgesinden kurtaran kurtarıcının anıtını mutlaka görürsünüz. Chavez’ in Bolivarcı Devrim Değerlendirilmesi – Artılar ve Eksiler 14 yıl sonraya gelindiğinde objektif bir bireyin, uluslararası çalışan bir medyaya baktığında Hugo Chavez’ i sosyalist bir diktatör olarak görmesi çok olağandı. Petrol işletmelerine yapılan müdahale, muhalif olan özel medyaya uygulanan baskı, başbakanlık hegemonyası, zayıf ekonomi ve şirketlerin keyfi kamulaştırma süreci hakkında birçok haber yapılmıştı. Ancak düzenli yapılan kamuoyu yoklamaları gösteriyor ki Chavez, hala halkın yarısından fazla destek alıyordu. Daha da önemlisi muhalif halktan bile Chavez’ e destek geliyordu.6 Buradan doğan en tutarlı çıkarım, Chavez sayesinde Venezüella Devleti diğer ülke devletlerine nazaran demokratik bir işleyiş içinde olduğuydu. 2012 seçimleri bu duruma en iyi örneklerden bir tanesi olabilirdi.

Bolivar’ ın Chavez ’i etkilediği tek olgu Latin Amerika ülkelerinin tek bir çatı altında toplanması değildi. Simon Bolivar’ ın 19da ülkesini ve Latin Amerika’yı İspanya İmparatorluğu’ndan, yani sömürgeci güçlerden kurtarma çabası, Latin Amerika Ülkeleri’nin ekonomik ve siyasi olarak bağımsızlığını kazanmasıyla son buluyordu. Chavez de iktidara gelirken ülkesini, ABD tarafından dayatılan neo-liberal politikalardan kurtarmayı amaçlıyordu. İki olaydan da anlaşıldığı üzere, Venezüellalı bu iki önderin de gerçekleştirdiği devrimlerin ana eksenini anti-emperyalizm ve özgürlükçü düşünce oluşturuyordu. Chavez’ in Bolivar’ a sevgisi ve Bolivarcılık’ a yoğun bir eğilimi olacak ki, iktidara gelmeden yaklaşık 16 yıl önce 1982 yılında devrimin adını Bolivarcı Devrim koymuştu. 1982 yılında askeri teşkilat içinde rütbelenen Chavez, iki arkadaşıyla birlikte gizli bir siyasi teşkilat kurarak, ordu içinde bir hücre oluşturdu. Örgüte Bolivarcı Devrim 200 (MBR-200) adını verdiler. 200 sayısının da önemi yine Bolivar’dan gelmekteydi, 1783 yılında doğan Simon Bolivar’ın 200. Doğum yılı nedeniyle yıl boyunca süren kutlamalara işaret etmek için örgütün yanına ekledi.5

Hugo Chavez, 14 yıldan bu yana halk tarafından sürekli destek alan bir başkan. Chavez 1998, 2000, 2006 ve 2012 yıllarında yapılan başkanlık seçimlerinde %50’nin üzerinde oy alarak, büyük başarılar elde etti ve ülkedeki büyük dönüşümü üstlendi. Chavez için ülkeyi reformlarla yenileştirme çabaları, elbette kolay olmayacaktı. 2002 yılının Nisan ayında, Washington tarafından organize edilen bir hükümet darbesinin kurbanı oldu. Neyse ki halkından gördüğü olağanüstü destekle, yeniden başkanlık koltuğuna oturmuştu. 2002 hükümet darbesi ile Chavez hükümetini devirme çabaları son bulmayacaktı. Başkanın son teknoloji ile donanmış koruma ordusu ile gezmesi, siyasi suikast ihtimalinin her daim var olmasının ürpertici bir belirtisiydi.7 Chavez’ e ilk başkan seçildiği yıllarda yapılan bu baskının biraz daha azalmış olduğu görülüyordu. Bu baskının azalmasını da Chavez’ in geçen 14 yıllık süreçte yerini sağlama alması olarak gösterilebilirdi. Bir dahaki bölümde Chavez’ in reformları ile birlikte, ülke içindeki eksikliklerden söz edilecektir.

Sonuç olarak Bolivarcılık, belirli bir dönem sonucu ortaya çıkan ve Simon Bolivar’ın gerçekleştirdiği pratiklerden çok, Bolivarcı düşüncenin üstüne kurtarıcılık, anti emperyalizm ve halkın siyasete katılımı ile gerçekleştirilen bir düzen, özgürlükçü yaklaşımların atfedilmesi ile gelişen disiplin ve ideolojiydi. Bolivarcı düşünce Chavez Devrimi’nin de ideolojik olarak en büyük referanslarından birini oluşturuyordu. Latin Amerika’da ve daha çok olarak Venezüella’da

6 7

Gregory Wilpert, ‘’12 Yıllık Bolivarcı Üzerine Değerlendirme’’, çev: Fügen Yavuz, 2004 Richard Gott, Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim, çev: Hasan Böğün, Yordam Kitap, 2005, s. 13

23


Siyaset Alanı Son 14 yılda yapılan halkçı ve siyasal reformların çoğu, daha önce siyaset dışı kalmış toplumsal kesimlerin, daha çok barrio adı verilen yoksul mahalleli halkın siyasete katılım oranının büyük artışına sebep olmuştur. Örneğin kayıtlı seçmen nüfus oranı 1998’de %79’dan, 2010’da %92’ye yükselmiştir.8 Bu artan oranın nedeni ise, ‘Devrimden Canlı Yayın’ belgeselinde açıkça görülmüştür. Yoksul mahallerdeki yaşı ilerlemiş insanlar dahi ilk defa oylarını 2000’den sonra yapılan seçimlerde kullandıklarını söylemiştir. Bu oran 2012’de %80’e gerilese de9, Venezüella’daki bu seçim oranının yüksek seviyede olduğu, 2008’de seçmen kitlesinin sadece yüzde %57,4’ ünün oy verdiği Birleşik Devletler ile kıyaslandığında görülmüştür.10 Seçimlerde göze batan bir olumlu reform ise Chavez’ in 1999 Anayasası sonucunda hem elektronik hem de çift yönlü oy pusulalarıyla Venezüella’da dünyanın en güvenilir ve demokratik seçim sistemlerinden birini oluşturdu. Bu demokratik sistem ile birlikte gelen süreci, 2012 seçimlerini ele alacak olursak, seçime giren Hugo Chavez ve Henrique Capriles seçime giderken sonuçları sorgusuz sualsiz kabul edeceklerini açıklamışlardı. Eski ABD başkanı Carter, 2012 Venezüella devlet başkanlığı seçimi için, ‘’Farklı ülkelerde izlediğim 92 seçimle karşılaştırınca, Venezüella’daki seçim sürecinin dünyadaki en iyilerinden biri olduğunu söyleyebilirim’’ diyordu.11 Hugo Chavez’ i sürekli sorgulayan Birleşik Devletleri’nden eski bir siyasetçi böyle bir açıklama yapıyorsa, seçimin gerçekten de demokratik olduğu söylenebilirdi. Chavez reformları ile birlikte seçimlerin yanında ülke de demokratikleşme yolunda büyük aşama kaydetmişti. Askeri geçmişi olduğu ve 1992’de subay arkadaşları ile bir askeri darbe yapmaya kalkıştığından dolayı askeri bir diktatör gibi görülmek istemediğinden, başkan olduktan sonra en önemli icraatı anayasayı halkın huzuruna sunmakla yapmıştı. Halk referandumda, büyük çoğunlukla anayasayı kabul etmişti. Bu anayasada diğer demokratikleşen süreç ise azınlık haklarıydı. 21yy.’dan evvel sürekli dışlanan kesime bir takım haklar verilmişti ve Ulusal Meclis’te 3 temsilci bulundurma hakkı verilmişti. Öte yandan Chavez’ in çeşitli reformlarla geliştirmeye çalıştığı Venezüella demokrasisi, birçok eleştiriye maruz kalmaktadır. En fazla eleştirinin geldiği noktalardan biri ise, yargı sisteminin politikleşmesidir. Eleştirilerin yargı sistemine gelmesinin nedeni ise, bazı savcı ve mahkemeler tarafından muhalefet partisi sözcülerine şüpheli soruşturma ile davalar açmış olmasıdır. Chavez’ in insan haklarını ihlal ettiği yönünde ki tartışmalar medyanın da etkisiyle sıkça gündeme gelmektedir. Bu suçlamalara yol 8

açan da, yürütmeden bağımsız, fakat yürütmenin Chavez yanlısı bakış açısının etkisi altındaki politikleşme yolundaki yargı sistemidir.12 Siyasal yaşamdaki bir diğer eksiklik ise, kamu idarelerinin aşırı bir bürokratikleşme içine girmesiydi. Bu bürokratikleşme sonucu kamu idareleri işlevselliğini kaybettirmekte ve çalışan vasıflı insanların dahi verimlerini düşürmekteydi. Bu eksiklik alt düzeyde yolsuzluklara yol açmakta, resmi görevliler sorunları çözmek için rüşvet talep etmekteydi. 1998’de seçime girerken Chavez’ in sıkça dile getirdiği eleştiri ise zamanın mevcut hükümetinin yaptığı yolsuzluklardı. Ancak kamu idarelerinin zamanla bürokratikleşme sürecinde çıkan yolsuzluklardan başka, ülkenin dışa bağımlılığından dolayı bu işten rant elde eden Bolivarcı Burjuvazinin yolsuzluk ekonomisinden beslenmesi can sıkıyordu. Transparency International’ın dünya yolsuzluk sıralamasında Venezüella, 182 ülke arasında 172. sırada yer alıyordu.13 Bu durum Chavez muhaliflerinin elini güçlendireceğine benziyordu. Ekonomi Alanı Venezüella sahip olduğu petrol rezervleri ile büyük gelirler elde edebilirdi, fakat eskiden beri bu gelirler hep toplumun çok küçük bir bölümü tarafından silinip süpürülmekteydi. Şehirlerdeki gökdelenlerin gölgesinde ve kırsal kesimde yaşayan halk, bu gelirlerden mahrumdu. 1995 verilerine göre 23 milyon nüfusun %40’ı kritik yoksulluk içinde yaşıyordu.14 Venezüella hakkında bilgi sahibi olan insanların akıllarında soru işaretleri burada başlıyordu, nasıl oluyor da petrol zengini ülkede yoksulluk oranları bu kadar düşüktü. Chavez’ e göre bu sorunun cevaplarından en önemlisi, ABD tarafından Latin Amerika ülkelerine dayatılmaya çalışılan ‘‘neoliberalizmdi’’. Venezüella, 1980’li yıllarda filizlenen ve 1990’lı yılların meşhur neoliberalizm dalgasını hisseden ilk ülkelerden bir tanesiydi. Neoliberalizm, IMF ve Dünya Bankası aracılığında küresel kapitalizmin hegemonyası, ülke bütçesinde sosyal harcamaların kısılması, mali disiplin, ticarette ve finans sektöründe liberalizasyon, özelleştirmeler ve vergi reformları gibi değişmelere yol açmıştı. Venezüella’da bu değişmeler sonucu, Amerika kıtasında yaşanan en büyük isyanlardan bir tanesi partlak vermişti. 1989 yılında halk, hükümetin ilan ettiği neoliberal paketteki vergi artışlarına daha fazla göz yummamış, başkent Karakas’ta bir ayaklanma gerçekleştirmişti. Bu ayaklanma, binlerce isyancının öldürülmesiyle son bulmuştu. Chavez ekonomik reformlarla, petrol endüstrisi üzerinde devlet kontrolünü ele geçirimiyle başladı. Hükümet, çok uluslu petrol şirketlerinin faaliyetlerini kısmi

Gregory Wilpert, ‘’12 Yıllık Bolivarcı Üzerine Değerlendirme’’, çev: Fügen Yavuz, 2004

9 BBC, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/10/121007_venezuela_update.shtml, 8 Ekim 2012 10 Gregory Wilpert, ‘’12 Yıllık Bolivarcı Üzerine Değerlendirme’’, çev: Fügen Yavuz, 2004 11 Ahmet İnsel, Radikal http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1103328&Yazar=AHMET-INSEL&CategoryID=98, 9 EKİM 2012 12 Gregory Wilpert, ‘’12 Yıllık Bolivarcı Üzerine Değerlendirme’’, çev: Fügen Yavuz, 2004 13 Ahmet İnsel, Radikal http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1103328&Yazar=AHMET-INSEL&CategoryID=98, 9 EKİM 2012 14

Richard Gott, Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim, çev: Hasan Böğün, Yordam Kitap, 2005, s. 182

24


bir şekilde kamulaştırdı ve herhangi bir petrol üretim alanının en fazla %40’ını denetlemelerini garanti altına aldı.15 Önceden, petrol şirketleri 4 dolara ürettikleri bir varil petrolü, satması için Venezüella devletine 25 dolara veriyordu.16 Kamulaştırmalarla petrolden gelen gelir, katlanarak arttı. Yeni sistemle devlet, günlük 500.000 varil

Castro Chavez’ e kafasındaki ilkeyi şöyle açıklamıştı: ‘’Küba için gelecek bir Amerikan dolarını bile güvence altına almak; çünkü bugün gelişme sağlamanın tek devrimci yolu bütün ülkeyi yabancı yatırımcılara açmaktır.’’18 20. yy.’ ın en büyük devrimlerinden birini yaşayan Küba için iyi olan, Venezüella içinde iyi olacaktı düşün-

petrol üretiminden, 3 milyar dolar elde ediyordu.17 Petrol sektörünün yanında çelik, elektrik, telekomünikasyon, bankacılık gibi alanlarda da kamulaştırmalar yapıldı. Hugo Chavez, ülkesinin Dünya Bankası ve IMF’ye olan ileriye dönük borçlarını ödeyerek, bu kurumlardan ayrıldı. Başkan Chavez, Latin Amerika ülkelerini gezerken sürekli gündemine aldığı Amerikalılar için Bolivar Alternatifini (ALBA) geliştirerek ve Güney Amerika Bankası’nı kurarak diğer Amerikan uluslarıyla ekonomik iş birliğini artırdı. Chavez sürekli düşünü kurduğu Latin Amerika ülkelerinin tamamen birleşimini sağlayamasa da, bu düşünü kısmen gerçekleştirmişti. Chavez’ e ekonomi alanında gelen en büyük eleştiriler, başka alanlarda çok radikal olup, ama ekonomi alanında tutucu olduğu yönündedir. Şöyle ki: Chavez ABD tarafından dünyaya dayatılan “vahşi neoliberalizme’’ şiddetle karşıydı. Ama yerine koymaya çalıştığı ve 21. Yy sosyalizmi dediği düzeni ekonomi alanına uygulamakta zorluk çekiyordu. Chavez neoliberalizm karşıtı sert demeçlerine karşın, yabancı yatırımları güvence altına almakla ilgilendi. Chavez’ e bu konuda en büyük desteği, Fidel Castro veriyordu. Gazeteci Fausto Maso’ya göre,

cesi Chavez’ in aklına yatmıştı. Chavez de açıklamanın benzerini 1999 Şubat’ında yapmıştı. ‘’ Projemiz ne devletçi ne de neoliberal; ikisinin ortasında, piyasanın görünmeyen eli ile devletin görünen elinin birleştiği bir yer arıyoruz. Gerektiği kadar devlet, mümkün olduğu kadar piyasa’’.19 Venezüella hükümetinin ekonomi alanında aksayan diğer yönü ise, ülkenin petrol ihtacatına olan aşırı bağımlığının devam etmesidir. Venezüella’nın ihracat getirilerinin %90’ını petrol karşılamaktadır.20 Hükümet petrol gelirlerini ülke içinde ki diğer endüstrilere aktarsa da dışa bağımlılık ortadan kalkmamaktadır. Bu sorunun en büyük nedeni ise, hükümetin enflasyonu düşük tutmak için döviz kuru sabitleme politikasına gitmiş olmasıdır. Böylece ithal edilen mallar suni olarak ucuzlatılmıştır. Bu da dışa bağımlılığı getirmekte, yerli pazarın ülke içindeki önemini kaybettirmektedir. Sonuç ve Venezüella Gündemi Chavez, 2012 yılı seçimlerinde genç, dinamik ve çoğu muhalif partisini etrafında toplayan ve dış politikada daha pragmatik, Batı yanlısı bir çizgiye dönmeyi, ülkenin petrol endüstrisini ve ekonomiyi yabancı sermayeye aç-

15 Gregory Wilpert, ‘’12 Yıllık Bolivarcı Üzerine Değerlendirme’’, çev: Fügen Yavuz, 2004 16 Salim Lamrani, ‘’Bolivar Devrim’i n İlk On Yılı: Başkan Hugo Chavez’ in Yeni Venezüellası’’, çev: Atiye Parılyıldız,2009 17 Gregory Wilpert, ‘’12 Yıllık Bolivarcı Üzerine Değerlendirme’’, çev: Fügen Yavuz, 2004 18 Richard Gott, Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim, çev: Hasan Böğün, Yordam Kitap, 2005, syf: 183 19 Richard Gott, Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim, çev: Hasan Böğün, Yordam Kitap, 2005, s. 184 20

Gregory Wilpert, ‘’12 Yıllık Bolivarcı Üzerine Değerlendirme’’, çev: Fügen Yavuz, 2004

25


Capriles ve Chavez mayı vaat eden rakibi Capriles’ e karşı oyların %54’ünü alarak tekrardan başkan seçildi. Ama 2012 seçimleri az da olsa Chavez’ in bu sefer kazanamayacak olma endişesi ülke içinde konuşuluyordu. Çünkü Chavez kansere yakalanmıştı ve Chavez’ in sağlık sorunlarından, ülkede, özellikle de muhalif basında sıkça söz ediliyordu. Her ne sebeple olursa olsun, 2012 seçimleri bazı kesimlere göre Chavez ve hükümetine ciddi bir uyarı niteliği taşıyordu. Chavez hükümetinin 14 yıllık karnesine bakıldığında başarılar, hem nicelik hem de nitelik olarak eksikliklerden dikkat çekici bir boyutta daha fazladır. Ancak Chavez’ in elde ettiği bu başarıları tam olarak anlaşılmak isteniyorsa, önce eksikliklerin farkında olunması gerekmektedir. Chavez’ in başkan olmadan önce ne düşündüğü ve düşündüklerinin ne kadarını hayata geçirdiği konusunda bu iki temel konuyu inceleyerek açıklamak yeterli olmasa da, belli başlı olarak iki konuyu anlamak önemli olacaktır. Sonuç olarak olağanüstü haller dışında, 2019 yılına kadar başkan kalacak Hugo Chavez’ in ülke içindeki iradesi devam ettiği görülmesine karşılık, Chavez’ in Bolivarcı Devrimi’nin geleceği merak konusu.

KAYNAKÇA GOLİNGR Eva, Chavez Şifresi, çev: Levent Kartal, Bilim + Gönül Yayıncılık, 2011 GOTT Richard, Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrimi, çev: Hasan Böğün, Yordam Kitap, 2005 HARNECKER Marta Hugo Chavez Venezuela Devrimini Anlamak, çev: Aysun Akgün, Güncel Yayıncılık, 2006 LAMRANİ Salim ‘’Bolivar Devrim’i n İlk On Yılı: Başkan Hugo Chavez’ in Yeni Venezüellası’’, çev: Atiye Parılyıldız, 2009 PANNİAH Thomas, ‘’Devletçi Solun Yenilenmesi ve Venezüella’nın Çelişkileri’’, çev: Nida Akçeviz, 2011 STEİNSLEGER Jose ‘’Chavez Popülizmi’ nin Bazı Göstergeleri’’, çev: Atiye Parılyıldız, 2008 TORLAK Soner, ‘’Bolivarcı Devrim’in İdeolojik Referansları’’, 2008 YOUSSAİNT Eric ‘’Bolivarcı Venezüella Yol Ayrımında (I,II,III)’’, çev: Kasım Akbaş, Soner Torlak, 2010 WİLPERT Gregory, ‘’12 Yıllık Bolivarcı Devrim Üzerine Değerlendirme’’, çev.: Fügen Yavuz, 2011 B b c , h t t p : / / w w w. b b c . c o . u k / t u r k c e / h a b e r ler/2012/10/121007_venezuela_update.shtml, 8 EKİM 2012 Ntvmsnbc, Fehmi Gürdallı, http://arsiv.ntvmsnbc.com/ news/146569.asp, Şubat, 2002 Radikal, Ahmet İnsel, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1103328&Y azar=AHMET-INSEL&CategoryID=98, 9 EKİM 2012

26


ORTADOĞU

İRAN NÜKLEER PROGRAMI EŞGÜDÜMÜNDE OLUŞAN BÖLGESEL TEHDİT İKİ FARKLI ÜLKE’DE KÜRT ALGISI ORTADOĞU’DA ETNİK SİYASET VE GÜVENLİK ALGISI ÜZERİNE RÖPORTAJ LE TABLEAU MUTLULUĞA BOYA BENİ

27


ORTADOĞU

İRAN NÜKLEER PROGRAMI EŞGÜDÜMÜNDE OLUŞAN BÖLGESEL TEHDİT Resul SEVİMLİ

GİRİŞ

Batıda, 140.000 ABD askeri tarafından işgal edilen ve halen karışıklık içinde olan İran’ın tarihi düşmanı Irak. Son olarak İran’ın güney ve güneydoğusunda uzanan savunmasız Körfez şeyhlikleri, bölgedeki rakibi Suudi Arabistan ve dünya petrolünün yüzde 40’ının akmak zorunda olduğu koridorlar. İran bu nedenden dolayı Orta Doğu’da yaşanan krizin tam ortasında yer almaktadır.

“Eski düzende bir devletin küresel hiyerarşideki sıralaması nükleer savaş başlığı sayısı, deniz gücü ve asker sayısıyla belirlenirken, yeni enerji jeopolitiğinde sahip olunan petrol/doğal gaz rezerv miktarı veya enerji kaynaklarını satın alma kabiliyeti gibi unsurlar belirleyici olmaktadır.”1

20.

yüzyılı bitirip 21.yüzyıla girdiğimiz, tüm sistemlerin yeniden şekillenmesi sonucunu doğuran bir gün yaşandı. İki kutuplu uluslararası sistemin yıkılmasından sonra yaşanan, sonuçları çok etkili olan önemli tarih ve kırılma noktası: 11 Eylül 2001…2 Bu tarihin etkisi o kadar büyüktür ki halen yaşanmaya devam etmektedir. Birleşik Devletler şu anda, tarihinde görülmediği şekilde, Ortadoğu ve Orta Asya’yı da içine alan büyük bir alanla uğraşmaktadır. Bu bölgedeki mozaiklik ABD’nin jeo-stratejik çıkarları için son derece önemli bir coğrafyadır. İran, Ortadoğu’da fiziksel ve sembolik açıdan merkezi bir konumdadır ve bu sıfatla iç ve uluslararası tavrının bölgenin kendisi ve ABD’nin bölgedeki çıkarları açısından geniş çaplı yansımaları bulunmaktadır.

İRAN’IN NÜKLEER ZORUNLULUKLARI Tarihi ve çalkantılı komşuları gözetildiğinde İran’ın nükleer programına zemin hazırlayan olguları belki de görmekteyiz. Nükleer programın başlangıcının devrim öncesi krallık dönemine uzandığı, bu dönemde sözde enerji üretiminin esas olduğu, ancak bu çalışmaların nükleer için zemin olduğu tahmin edilmektedir. Bölgesel tehditlerinden dolayı Uluslararası Atom Enerji Kurumu(IAEA) buna engel olmak için İran’ın karşısında olmuş olsa bile durdurmak için rijit bir adım sergileyememiştir. İran’ın nükleer kapasite arttırma programında IAEA ile yapılan birebir görüşmeler her ne kadar özgür bir tartışma ortamı oluşturduysa da, halk forumlarından çok, özel görüşmelerle sürdürülmektedir. Son zamanlarda İran-ABD-İsrail ilişkilerinin en büyük olgusu belki de İran’ın nükleer program çalışmaları ve geleceğiyle ilgili stratejilerdir. Din alimlerinin sık sık İsrail’in nükleer kapasitesi söylemlerinin yanı sıra, İran’ın programının tek nedeni İsrail değildir.” ABD’nin, Irak ve Afganistan işgaliyle savaş deneyimiyle birlikte telkin edilen güvensizlik hissine ek olarak, kitle imha silahlarının iki önemli etkisi daha olduğuna dair yaygın bir görüş vardır: Prestij ve baskı aracı.”3 Prestij, İran’ın önemli bir karakteristik özelliği olan ulusal onurunu yansıtmaktadır; siyasi yelpazede, ekonomisi, toplumu

İran’ın bölgedeki önemi bir hayli fazla demiştim. Komşularına bakacak olursak; doğuda, din ve uyuşturucudan güç bulan kaosun kaynağı Afganistan. Güneydoğuda nükleer silahlara sahip ve etnik-dini patlamanın kıyısında bulunan Pakistan. Kuzeydoğuda, değişken komünist liderinin ülkesini tüm dünyadan izole ettiği Türkmenistan. Kuzeybatı sınırında hâlâ Sovyetler Birliği sonrası geçişin zorluklarıyla uğraşan hükümetiyle Azerbaycan ve Müslüman Orta Doğu’da tek başarılı demokrasi diyebileceğimiz ve AB’ye katılım durumunu da düşünürsek Batı ile potansiyel sınır olacak Türkiye.

1 Yrd.Doç.Dr Emre İŞERİ, Ya İran Nükleer Programı Enerji İçinse? Türkiye’nin Enerji Güvenliğine Yansımaları*-Orsam. 2 11 Eylül 2001-Dünya Ticareti’nin merkezi olan ABD ikiz kulelerine El Kaide tarafından yapılan saldırıdır. 3

Zbıgnıev Brezinskı/Robert M.Gates-İran’ın Zamanı Geldi,s42.

28


ve siyasi olgunluğu açısından çok daha aşağı gördükleri komşu Pakistan’ın daha ileri askeri seviyede olması şüphesiz İran için kabul edilemez bir durumdur. İran’ın nükleer seçeneklerinin değerlendirilmesine neden olan ikinci faktör olan baskı aracı, İran’ın temel stratejik yetersizliklerinden biri olan ABD’den uzaklaşmasını belirgin hale getirmektedir. Çünkü Tahran’daki birçok yetkili kişi için nükleer programa sahip olmak, hem bölgede söz geçirebilecek bir güç olmak hem de Washington ile yapılan pazarlıklarda itici unsur olmasını, kendilerini güçlü göstermesini sağlayan bir unsur olmuştur.

ler 14 Nisan 2012 Cumartesi günü İstanbul’da yeniden başlamıştır. Sonuncusu 2011 yılının Ocak ayında yine İstanbul’da yapılan ve sonuçsuz kalan müzakerelerin on beş aylık aradan sonra yeniden başlaması, dünyanın meselesi haline gelen ve İran’ın “potansiyel tehdit” olarak görülmesine neden olan nükleer meselenin çözümüne dair bir umut ışığı olmuştur. Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’nın tarafı olan ve bu anlaşma çerçevesinde Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) denetimlerine tabii şekilde barışçıl nükleer enerji geliştirme hakkına sahip olduğu halde İran’ın nükleer faaliyetlerinin barışçıl niteliği konusunda uzun süredir şüpheler bulunmaktadır. IAEA’nın İran’ın nükleer programıyla ilgili 8 Kasım 2011’de yayınladığı son raporda, öncekilerden farklı olarak ilk defa, nükleer silah programı olduğuna dair kesin bir kanıta rastlanılmasa da İran’ın nükleer faaliyetlerinin bir kısmının silah yapımında kullanılan yöntemler olduğu ve şüphe oluşturduğu ifade edilmiştir. Bunun üzerine Avrupa ülkeleri ve Amerika yeni kararlar alarak halihazırda İran’a uyguladıkları yaptırım kararlarını ve İran’a karşı söylemlerini ağırlaştırmışlardır. Amerika Başkanı Obama, askeri müdahale de dahil olmak üzere İran’ın nükleer faaliyetlerini durdurmak için bütün seçeneklerin masada olduğunu açıklamıştır. Gerek ağırlaştırılmış yaptırım kararlarına gerekse İran karşıtı söylemin şiddetlenmesine İran’dan sert tepkiler gelmiştir. 14 Nisan’da İran ile P5+1 ülkelerinin müzakerelere yeniden başlaması, bu gergin ortamın yumuşaması ve anlaşma için uygun zeminin sağlanabilmesi adına olumlu bir gelişmedir diyebiliriz. Son değerlendirmelere göre 2015 yılına kadar İran, nükleer silaha ve Avrupa kıtası ile ABD’nin doğusunu kapsama alanı içine alabilecek menzile sahip atma vasıtası olan balistik füzelere sahip olacaktır.4 SONUÇ Çeyrek yüzyılı aşkın süredir, ABD ve İran arasındaki ilişkiler geçmişin mirasının kapanına kısılmıştır. ABD’nin güçlü müttefiki olan İran, 1979 Devrimi’nden sonra Ortadoğu ve dünya çapında ABD’ye en önemli muhaliflerden biri haline gelmiştir. Körfez Savaşı sonrası gittikçe güç kazanan İran ve 11 Eylül olayları sonrası Afganistan, akabinde Irak’a giren ABD, adeta satranç tahtasının iki önemli gücü olan “şah” gibi oldular; birbirine yakın ve bir o kadar da yaklaşamayacak raddede uzak…11 Eylül olaylarından sonra değişen uluslararası sistemde Ortadoğu’da iki büyük kilit ülke olan ABD ve İran ilişkilerinin geleceği ile ilgili belirsizlik halen devam etmektedir. İran’ın nükleer silah sahibi olmasının potansiyel tehlikeleri göz önüne alındığında, Tahran’a karşı gelmek için askeri seçenekler de dahil tüm alternatifler incelenmelidir. Ne var ki İran’ın, ülkenin değişik yerlerine ayrılmış programları gözetildiğinde askeri güç kullanımı bir hayli sıkıntılıdır. Herhangi bir İsrail saldırısı olursa Washington sorumlu tutulacağı için olası

Şekil 1, İran Nükleer Programı’nın Grafiği(Son 1 Yıl) İran ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi (Amerika, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere) ile Almanya’nın oluşturduğu P5+1 grubu arasında İran’ın nükleer enerji geliştirme faaliyetleriyle ilgili müzakere4

Debbie Siegelbaum, “ Regarding Iran’s nukes, senators keep military options on the table”, 18.11.2011,y- http://thehill.com/homenews/senate/194463regarding-irans-nukes-senators-keep-military-options-on-the-table

29


ABD-İsrail krizi bile yaşanması mümkün olabilir. İran’ın nükleer programlarına olan güveni ve bunun neticesinde bölgede çektiği keşmekeş birçok tehditvari unsuru da bir arada getirmektedir. Özellikle son zamanlarda İsrail ile olan gerginlik ve savaş için hiçbir çekinmelerinin olmadığını ve savaşa hazır olduklarını söylemeleri bölge ülkelerinin İran’ın olası nükleer kullanıma karşın kendi topraklarında oluşabilecek güvenlik sorununu ön plana getirmektedir. İran’ın bölgedeki terör ve etnik stratejileri bir yönden bazı ülkelerin kuyusunu kazmakla birlikte geleceğiyle ilgili zeminini bile oluşturmaktadır. Prestij ve baskı amacıyla ihtiyaç duyduğu nükleer programı uzun süreçte büyük bir savaş doğurabilir. Bunun sonucunda belki de II.Dünya Savaşı’nın sonunu getiren ABD’nin atom bombası olayını sineye çekilecek kadar büyük bir olay doğurabilir. Bu yüzden bölge ülkeleri Küresel Kraliyetçilerin aralarındaki bu musibetin askeri yolla çözülmemesi için tam mutabakat olmuştur diyebiliriz. Sorun çözülecekse askeri yollardan değil masa başında çözülmelidir. Aksi takdirde doğuracağı sonuçlar içler acısı bir tablo sunabilir.

30

KAYNAKÇA Brezinski,Zbıgnıew/ M.Gates Robert,İran’ın Zamanı Geldi,Profil Yayıncılık,İstanbul,2004 Yrd.Doç.Dr Emre İŞERİ, Ya İran Nükleer Programı Enerji İçinse? Türkiye’nin Enerji Güvenliğine Yansımaları*Orsam Güven,Pınar,21.yy’daİran,SitareYayınları,Ankara,2011


ORTADOĞU

B

İKİ FARKLI ÜLKE’DE KÜRT ALGISI Esma ERDAL

ir gün, gözüme ilişen bir yazının başlığı olmuştu merakımı uyandıran: İki Ayrı Ülke(Türkiye ve Suriye) İki Ayrı Kürt Algısı. İçeriğini şu an anımsayamadığım yazının bu başlığı yeterli olmuştu düşüncelere dalmama. Ama yetersiz bilgim düşüncelerimi kısıtlıyordu. Bu sıralarda sizlerle paylaşabileceğim bir yazımın olması gerekliydi. Bende, aslını merak ettiğim bu konu üzerine yöneldim. Gerçekten algılar ve muameleler farklı mıydı? Erişebileceğim tüm kaynaklardan faydalanmaya çalıştım bu süreçte. Edindiğim bilgileri harmanladım ve işte sonuç. Ancak şunu da belirtmekte fayda var; İngiliz tarihçi Edward H. Carr’ın dediği gibi ‘Tarih boş bir çuval gibidir, bu çuval içine koyduğunuz malzemeyle, yani tarihi yazanların ideolojik yaklaşımıyla, dünya görüşüyle şekil kazanır.’ Demek ki tarih her zaman geçmişte ‘gerçekten’ ne olduğu demek değildir. Ama bazen de öyledir!

1

Türk ve Moğol istilalarıyla zayıflamıştır; nitekim bu istilalar başladığında Kürt kuvvetleri yıllardır süregelen iç ve dış çatışmalardan büyük oranda zarar görmüş bir haldelerdir.

Kimdir bu Kürtler diyerek başlıyorum çalışmama: 1- Tarihçe

Oğuzların bölgeye girişiyle birlikte, Oğuzlar ile bölgedeki, arasında Kürtler’in de bulunduğu diğer halklar arasında çatışmalar meydana gelmiştir. Oğuzlar bölgede ilerlerken, Hasnaviler’in de çöküşü gerçekleşmiş, Annaziler yükselişe geçmiştir. Selçuk Beyi Tuğrul’un bölgeye saldırmasıyla Annaziler de sonunda Selçukluların hâkimiyetine girmiştir. Selçukluların yükselişi, Malazgirt’teki başarıları sonrası Ermenistan’ın da hâkimiyetlerine açılması, bölgedeki Kürt topluluklarının ve hanedanların çöküşüne yol açmış, Kürt toplulukların yerini Türk toplulukları almaya başlamıştır. Sonraki dönemlerde Selçukluların Kürt topluluklara karşı çeşitli saldırıları olsa da, Kürt ve Arapların zaman zaman Selçuklu ordusuyla askerî harekâtlarda yer aldıkları da bilinmektedir. Tarihî kaynaklarda bu dönemlerde Kürtler’ in adı sıklıkla Suriye ve çevresindeki bölgede geçmektedir; nitekim Selçuklu döneminin en önemli olaylarından birisi de Kürdistan isminin ilk kez Selçuklularca ortaya atılması, Selçuklu sultanı Sencer’in hâkimiyetinde resmî Kürdistan eyaletinin ortaya çıkmasıdır.

Kürtler’ in kökenine dair birçok sav ortaya atılmıştır. Bazısı bilimsel bazısı ise bilimsel olmayan dayanakları kaynak gösteren bu savlar oldukça çeşitlidir ve Kürtlerin kökeni Asurlulardan Gürcülere kadar birçok farklı topluluk ve medeniyete atfedilmiştir. Genel kanı ise; Kürtlerin Doğu’dan Batı’ya Zagros dağlarına doğru göçen kuzeybatı İranlı toplulukların bölgedeki İranî olmayan yerli halklarla birleşmesi ile oluştuğudur. Böylece, Arapların ve İslam ordularının bölgenin fethine başladığı dönemde, Kürt olarak anılan topluluk oldukça heterojendi; yerli halklardan, Sami halklara ve bazı Ermeni topluluklarına kadar, İranîleştirilmiş birçok farklı halktan oluşuyordu. İslam akınları sonrası Kürtler özellikle siyasi ve sosyal arenada yükselişe geçmişler ve dönemin siyasi olaylarında önemli bir rol oynamışlardır. Güneydoğu ve Doğu Anadolu halklarından olan Kürtlerin tarihi ile ilgili yapılan araştırmalarda, Ortadoğu’da kurulan Alamut Ziyar, Hamdanı, Büveyhoğulları, Mervani, Sedadi, Hasanveyh, Alamut, Gor, Mahabad devletlerinin kurucularının Kürdi halklar olduğu düşünülmektedir.

Böyle süregiden tarih Osmanlı döneminde Kürtlerin Osmanlıya bağlılığı ile devam eder. Kürtler, Osmanlı’nın son dönemlerinde dahi bu bağlılığı sürdürür. Bundan sonrası Türkiye’de Kürtler başlığı altında daha net yer almaktadır.

Kürtler bölgedeki önemlerini 6. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar uzun bir süre korumuşlardır. Öyle ki 11. yüzyılın başlarında hâlâ Kürtlere karşı seferlere vs. rastlanır. Bununla birlikte, bölgedeki Kürt grupların rolü ve önemi 1

Hint-Avrupa dil grubuna mensup bir dil konuşan Kürt-

CIA verilerine göre Kürtlerin yoğun olarak bulunduğu bölgeler (1992)

31


ler ‘in kültürünün temeli ise, Mezopotamya menşeilidir. Diğer Anadolu uygarlıkları ve İslam uygarlıklarından gelen kültürün de birleşmesiyle Kürt Kültürü ortaya çıkmıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemiyle beraber daha melez bir kültür ortaya çıkmıştır. 1923 yılından itibaren yapılan reformlarla daha çok şehirlerde yaşayan Kürtler, Batılı yaşam tarzını benimsemişlerdir. Toplum hayatında ve gündelik hayatta din ile toplum ilişkileri birbirinden ayrılmıştır. Taşrada yaşayan Kürtler ise, daha çok geleneksel Kürt yaşamında kalmışlardır. Yerel yaşamda, aşiretlerin, törelerin ve dinin etkisi büyük olmaktadır.

kinliklerde Arapça kullanılması ve azınlık kurumlarının komitelerinde gayri-Müslimlerle Müslümanların eşit sayıda sandalyeye sahip olmasıdır. Kürtleri hedefleyen kısıtlayıcı politikalar ise iktidara daha radikal yöneticilerin gelmeye başladığı 1954 yılından sonra başlamıştır. 1954–1958 yılları arasında Kürtçe plak ve kaset gibi müzik ürünleri toplatılmış, bunları bulunduranlar hapse atılmıştır; ancak bu uygulamalar sistematik değildir. Suriye, Kürtler’ in faaliyetlerine karşı tutumlarını 1956’dan itibaren daha da sertleştirmiştir. Birleşik Arap Cumhuriyeti(BAC)’nin kurulduğu 1958 yılında

SURİYELİ KÜRTLER Bu konuda faydalanabileceğimiz yazılı kaynaklar oldukça sınırlı. Ben de ulaşabildiğim ölçütte, bilgileri aynen aktardım burada. Kürtler, Suriye’deki en büyük etnik azınlığı oluşturmaktadırlar. Yaklaşık 1,8 milyonluk nüfuslarıyla ülke nüfusunun yaklaşık % 10’unu oluşturdukları iddia edilmekle birlikte bu oran kesin değildir. Bazı kaynaklara göre bu oran % 8 (1,5 milyon) civarındadır. Kürt yanlısı kaynaklar ise Suriye’deki Kürt nüfusunun 2,5 milyon (%13–14) olduğunu ifade ederler. Bu konuya ilişkin en düşük tahmin ise 500.000’dir. Bu oranın kesin olmamasının nedeni, Suriye hükümetlerinin etnik azınlıkların varlığını kabul etmemesi ve ülkedeki herkesi Suriyeli Arap olarak görmesidir. Bu nedenle birçok Kürt de asimile olmuş ve Araplaşmıştır. Ülkedeki Kürtler’in tamamına yakını Sünni Müslüman’dır ve daha çok Kürtçe’nin Kırmançi lehçesini konuşmaktadır.

Kürtçe müzik ve yayın, resmi olarak yasaklanmıştır. İlk Kürt siyasi partisinin kurulması da bu döneme rastlar. 1957 yılında yasadışı olarak kurulan Suriye Kürdistan Demokrat Partisi (SKDP), Gambill’e göre Suriye’deki Kürt halkı için anadilde yayın, bölgelerine daha fazla yatırım ve Kürtlerin etnik bir azınlık olarak tanınması gibi kültürel ve dilsel istekleri dile getirmekteydi. Irak’ta Molla Mustafa Barzani’nin liderliğini yaptığı Kürdistan Demokrat Parti ile yakın ilişki içindeydi. McDowall ise partinin amacının birleşik bir Kürdistan kurmak olduğunu iddia etmektedir. Ancak BAC’ın kurulmasının ardından parti kapatılmış ve liderleri hapse atılmıştır. BAC dağıldıktan sonra parti toparlanmaya çalışmış ancak 1965 yılında başlayan bölünmeler sonucu parti, gücünü ve etkinliğini yitirmiştir.

Suriye Kürtleri, daha çok ülkenin kuzeyinde ve kuzeydoğusunda yaşarlar. İran, Irak ve Türkiye’deki Kürtlerin aksine birkaç bölgeye dağılmışlardır. Kuzeydoğudaki Haseke vilayetinin kuzeyi -özellikle Türkiye sınırı boyunca-, Halep’in kuzeybatısında yer alan Kürt Dağı (Afrin) ve Fırat Nehri’nin Suriye sınırlarına girdiği yerde bulunan Ayn el-Arab, Kürt nüfusun yoğun olarak bulunduğu yerlerdir. Ekonomik nedenlerle bu kırsal bölgelerden göç eden Kürtler ise Halep ve Şam’da önemli Kürt nüfusları oluşturmuşlardır.

*1960’larda, sürmekte olan istikrarsızlığa rağmen; hükümetler Kürtlere karşı bazı uygulamalar yapmışlardır: -Arap Kuşağı Projesi

Suriye’nin Bağımsız Olduğu Yıllar

Bu uygulamadaki amaç, Türkiye sınırına yakın yerlere Arapları yerleştirerek ve Kürtlerin buradan göç ettirilmesini sağlayarak bölgeyi Araplaştırmaktı2. Nazdar’a göre bu politikanın bir nedeni de Cezire’de yer alan Keretşuk bölgesinde petrol bulunmasıydı. McDowall da bu görüşe katılmakla beraber ikinci bir neden öne sürmektedir. Buna göre Türkiye’de ve Irak’taki Kürtlerin siyasi olarak hareketlenmeye başlaması, Şam yönetimini tedirgin etmiş ve hükümet, kendi Kürtleriyle komşu Kürtler arasında bir şerit oluşturmak istemiştir. Projenin başlatılmasından birkaç ay önce yapılan nüfus sayımı3 ve vatandaşlıktan çıkarmalar Şam yönetiminin bir amacının da aşiret birleşmelerini engellemek olduğu söylenebilir.

2. Dünya Savaşı’nın ardından Fransa, Britanya’nın da arabuluculuğuyla 1946’da Suriye ve Lübnan topraklarını terk etti ve aynı yıl Suriye, bağımsızlığına kavuştu. Bağımsızlığın ilk yıllarından 1950’lerin ortalarına kadar hükümetlerin Kürtlere yönelik özel bir uygulaması olmamıştır. Hasanpur, 1946–1958 yılları arasında hükümetlerin, Kürtçe basın ve yayına karşı hoşgörülü olduklarını belirtmektedir. Tarihçilere göre bağımsızlığın ilk yıllarında milliyetçi hükümetlerin, Kürtler kadar Ermeniler, Yahudiler ve Süryanileri de kültürel ve dilsel haklardan mahrum eden bazı uygulamaları olmuştur. Bunlar, Arapça olmayan işletme isimlerinin Arapça ile değiştirilmesi, kamuya açık toplantı, kutlama gibi et2

Benzeri uygulamayı Türkiye’de de görüyoruz.

32


-12 Maddelik Eylem Planı Bir diğer uygulama ise ‘Arap kuşağı’ projesinin başlatılmasından bir yıl sonra 1963 yılının Kasım ayında ortaya çıkmıştır. Bu tarihte Cezire bölgesinden sorumlu polis şefi Muhammed Talib Hilal tarafından ‘Ulusal, Toplumsal ve Siyasi Yönleriyle Cezire İli Çalışması’ adıyla bir rapor hazırlanmıştır. Hilal, raporunda 12 maddelik bir eylem planı sunmuştur. Bu planda bölgenin Araplaştırılması, Kürtler’ in başka bölgelere dağıtılması, Türkiye’den gelen Kürtler’ in geri gönderilmesi, Arapça bilmeyen Kürtlerin oy kullanmasının yasaklanması gibi öneriler yer alıyordu. Bu plan ve plana bağlı olarak ‘Arap kuşağı’ uygulaması, ancak 1973 yılında uygulamaya kondu. McDowall, bunun nedenini bölgedeki arazi parselleme ve kadastro çalışmalarının tamamlanamamış olmasına ve buradan çıkartılmak istenen Kürtlerin gitmeyi reddetmesine bağlamaktadır. Hafız Esad Döneminde Kürtler: 1970-2000 Esad, ‘Arap kuşağı’ projesini 1976 yılında terk etmiştir. Bunun nedeni, Esad’ın Irak ve Türkiye ile yaşadığı sorunlarda bu ülkelerdeki Kürtler’ i, Bağdat ve Ankara’nın istikrarını bozmak için kullanmasıdır. Esad, anlaşmazlık ve rekabet içine girdiği Irak’taki Baas rejimini yıpratmak için Kuzey Irak’taki Kürt hareketlerine destek vermeye başlamış ve onların tepkisini çekmemek için de ülkesindeki Kürtler’ e uygulanan baskıyı hafifletmiştir. Hatta bu sayede yasaklı Kürt partileri, halen yasadışı olarak kabul edilseler de, Şam’ın da göz yumması sonucu nispeten daha rahat bir şekilde faaliyet göstermeye başlamışlardır. Chailand’a göre Esad’ın Kürtlere karşı yumuşamasında, yukarıda belirtilen dış etkenlere ek olarak, iç politika da etkili olmuştur. Esad iktidarı, ülkede azınlık olan Nusayri cemaatine mensuptu ve bu nedenle başka bir azınlık olan Kürtleri yanına çekerek desteğini artırmaya çalıştı. Hatta Esad yönetimi, bu amaçla Kürt milisler yetiştirdi ve 1979’un ikinci yarısında kendi iktidarına tehdit oluşturan MK’ya karşı kullandı. Esad’ın Kürtler’ e yaptığı açılımlar bunlarla sınırlı kalmamıştır. 1980’li yıllarda daha fazla açılım yaparak tüm Kürt siyasi mahkûmları serbest bırakmış ve Cezire’de henüz altyapı hizmeti gitmeyen birçok Kürt köyüne bu hizmetleri götürmüştür. Esad, Kürtler üstündeki Arap milliyetçi baskısını hafifletmiş olsa da her faaliyete göz yummamıştır. 1986 yılında Nevruz kutlamaları yasaklanmış, çeşitli senelerde 1962 sayımının yıldönümünü protesto etmek isteyen veya kültürel haklar talep eden az sayıdaki Kürt grup da polis tarafından tutuklanmıştır. Esad, 1970’li yılların sonlarından başlayarak 1998’e kadar PKK4’ya mali ve lojistik destek vererek terör örgütünü, Türkiye ile aralarındaki sorunlarda bir koz olarak kullanmıştır. Esad’ın PKK’yı desteklemekteki asıl amacı, iki ülke arasında Fırat Nehri’nden kaynaklanan 3

su sorunuydu. Türkiye, Fırat Nehri’nin kendi topraklarından doğan bir nehir olduğunu ve bu nedenle nehrin sularının kullanım hakkının tamamen kendi egemenliğinde olduğunu savunmaktaydı. Suriye ise Fırat’ın Suriye ve Irak’tan da geçtiği için nehrin uluslararası bir su kaynağı olduğunu ve su paylaşımının üçlü bir anlaşmayla netlik kazanmasını istiyordu. Buna ek olarak Türkiye, 1960’lı yıllarda Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) adıyla çalışmalarını başlattığı ve Fırat ile Dicle nehirleri üzerine sulama ve elektrik üretimi amaçlı barajlar kurulmasını öngören büyük bir proje başlattı. Bu gelişmeler, Suriye’nin su konusundaki kaygılarını artırdı ve PKK’ya verilen destekte önemli rol oynadı. Şam’ın PKK’ya desteğinin ikinci nedeni ise Suriye’nin Hatay’ı kendi toprağı olarak görmesi ve bunun sonucu olarak 1939 yılında Hatay’ın referandum sonucu Türkiye’ye katılmasını kabullenmemesiydi. Üçüncü bir neden ise Türkiye-İsrail arasındaki yakın ilişkiler ve iki ülkenin yaptığı güvenlik ve işbirliği anlaşmalarıdır. İsrail’i tanımayan ve bu ülkeyle hala savaş halinde olan Suriye, Türkiye’nin bu ittifakına tepki olarak da PKK’yı özellikle 1990’larda bu doğrultuda kullanmıştır. Suriye, örgüte yalnızca kamp temin etmekle kalmamış, bir örgütün ihtiyacı olabilecek aşağı yukarı her konuda yardım sağlamıştır. Bunlar arasında, PKK militanlarını barındırma, örgüte para, silah, cephane yardımı ve örgüt üyelerine kimlik ve pasaport temini de yer almaktadır. PKK, örgüte militan ve üye sağlamak için Suriyeli Kürtleri de örgüte kaydetmiştir. Hatta Şam yönetimi, PKK’ya katılan Kürtleri askerlik hizmetinden muaf tutmuştur. PKK’nın asıl eylem alanı Türkiye’ydi. Bu nedenle PKK, Suriye’de Kürt milliyetçisi bir propaganda faaliyeti yürütmemiştir. Ayrıca Suriye, örgütte kilit noktalara kendi istihbaratının yetiştirdiği Kürt ve Ermenileri yerleştirerek PKK’yı içeriden de kontrol etmiştir. Buna ek olarak Esad, Suriye’deki Kürtlerin PKK’ya üye olmasını teşvik etmiş veya en azından buna göz yummuş ve bu sayede zaten yasak ve bölünmüş olan Suriye’deki Kürt siyasi faaliyetlerini iyice zayıflatmıştır. Özellikle 1962 yılında vatandaşlıktan çıkarılan Kürtlerin çok büyük bir bölümü, örgütün faaliyetlerinde yer almıştır. Tarih böyle iken; günümüzde yaşananları görmek, anlamak pek güç değil. Bu her iki ülke için de geçerli. Yazıyı fazla uzatmamak adına sadece belli başlı durumlar üzerinde durdum. Türkiye’de Kürtler başlığı altında da yine belli başlı, günümüzde hala tartışma konusu olan meselelere yer verdim. TÜRKİYELİ KÜRTLER Orta Doğu’daki Kürt topluluklarının çoğunluğunun Türkiye’de yaşamasındandır ki Türkiye Orta Doğu’daki ülkeler arasında en büyük Kürt nüfusu barındıran ülke konumundadır. Bununla birlikte Türkiye’deki Kürt nü-

1962 yılında Haseke ilinde nüfus sayımı yapılmıştır. Resmi kaynaklara göre bu sayımın amacı, Suriye’ye yasadışı yollarla, özellikle Türkiye’den ‘sızmış’ yabancıları tespit etmekti.4 http://www.columbia.edu/~lnp3/mydocs/state_and_revolution/argentina3.htm 4 Partiye Karkeren Kürdistan-Kürdistan İşçi Partisi

33


fusun kesin sayısı da belirli değildir ve çeşitli tahminler bulunmaktadır. 2000’li yılların verilerine bakıldığında, CIA’ye göre, Türkiye’de yaklaşık 14-15 milyon Kürt asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaşamaktadır. Etnik gruplarla ilgili bir proje olan Joshua Project ise Türkiye’deki, Türkçe konuşanlar dâhil toplam Kürt nüfusunun 14 milyon civarında olduğunu belirtmektedir., 2007’de Milliyet gazetesinin KONDA’ya yaptırdığı ankette yüz yüze görüşme yapılan yaklaşık 50 bin kişinin %13,4’i kendisini Kürt olarak tanımlamış ve 18 yaş altındaki nüfusun eklenmesiyle bu oranın %15,68’e çıkıp, toplam nüfusa adapte edildiğinde Kürt nüfusunun 11 milyon 445 bin kişi olabileceği tahmin edilmiştir. Türkiye’deki Kürtler Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesine yayılmış halde bulunur. Osmanlı döneminde Konya, Ankara, Kırşehir ve Aksaray gibi İç Anadolu’nun köylerine sürülmüş ve Cumhuriyet döneminde İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Mersin, Samsun, Tokat, Amasya, Artvin ve Bursa gibi Türkiye’nin büyük kentlerine ve diğer ülkelere göç etmişlerdir. Ekonomik ve sosyal sebeplerle, ülkenin görece daha gelişmiş olan anakentlerine yaşanan göçlerin dışında, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yaşanan isyanlar sonucu birçok zorunlu göç de yaşanmış, 1990’larda bölgedeki gerilimin artması ve sıklıkla çatışmaların yaşanması sebebiyle birçok köy boşaltılmıştır. Kürt Meselesinin Ortaya Çıkışı Klasik Osmanlı’ da Kürtler büyük ölçüde vardı ama bugünkü biçimiyle bir Kürt sorunu yoktu. Osmanlının son döneminde (özellikle Tanzimat’la birlikte) merkezileşme adına başvurulan yöntemler Kürtler’ in ayaklanmalarına neden oldu. Ondan sonra da baskı ve sindirme ret ve inkârın fiili uygulamaları olarak yürürlüğe girdi. İttihatçıların, Pantürkçü ve Turancı politikaları ile bu siyaset doruğa çıktı. Cumhuriyette ise bazı ince ayrımlarla devam etti. Cumhuriyet, İttihatçıların yetenek ve güçlerini aşan hırslarını görmüş, o nedenle Türkçülüğü Turan ülküsünden Anadolu sınırlarına indirgemiş ve Misakı Milli ile sınırlandırmıştır. Bunu yaparken homojenleştirme adına asimilasyon politikalarına başvurmaktan geri durmamış; bu siyaset, onu en baştan Kürtleri bu homojenleştirmeye katmak için asimilasyona tabi tutmak olmuştur. Tarih sayfalarında, Kürtlerin imparatorlukta askerlik yaptığı, imparatorluk yıkılmaya başladığında ve hatta bu yıkılış fiilen gerçekleştiğinde bile, Kürtlerin sadakatinin devam ettiği yazmakta. Yine Kürtler, 1919-22 arasında bir olarak değil ama bir kesimiyle Anadolu’ da gelişen harekete destek oldular, içinde yer aldılar. Osmanlı döneminde bulundukları bölgelerde özerk bir statüden yararlandıkları söylenebilecek Kürtler, Yunan ordusuyla yapılan savaştan sonra da aynı durumun süreceğini, hatta 5 Atatürk Milliyetçiliği, Baskın Oran, Bilgi yayınevi, Ankara/1990, s. 190-193 6 Kürtler ve Türkler, Ahmet Özer, Hemen Kitap, s. 293 7 ‘Artık Yeter’ 8

Bkz. Kürdoloji Belg. s. 530

34

daha da ileri gideceğini düşünüyorlardı. Kürtlerin büyük çoğunluğu Kurtuluş Savaşı’nda M. Kemal’ in yanında yer aldı. Bunun sebepleri: Esas olarak Ermenilerin dönüşünden çekinmeleri, Halifeliğin (Sünni İslam) ortak olması ve yukarıda belirtildiği gibi savaş sonunda özerklik verileceği umudu. Nitekim savaşı yürütenler bu yıllar boyunca Türk etnik kimliğini öne çıkarmamaya özen gösteriyor, ortak dinsel kimliğe vurgu yapıyordu. Örneğin 1923’ e kadar M. Kemal de dâhil olmak üzere, hemen tüm yetkililer, Türkiye Milleti, Türkiye Halkı, Türkiye Devleti, Türkiye Ordusu-Hükümeti demeyi tercih etmiştir. 29 Ekim 1923 sonrasında ise ‘Türkiye’ sözcüğü yerine ‘Türk’ sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. Atatürk milliyetçiliğinin ideolojisi ulusal devleti kullanarak bir ulus oluşturmak isterken, bütün milliyetçilik ideolojileri gibi, bu yeni toplumsal birimin türdeş olmasını amaçlamıştır. Hem sınıfsal hem de etnik açıdan ‘bölünmez’ bir blok oluşturmak istemiştir5. Milli mücadelede başarı sağlandıktan sonra Kürtlerle ittifaktan ilk geri adım; 1924 Anayasası ile atıldı. Aynı yıl Hilafet’ in de kaldırılması, Türklerle arasındaki en güçlü bağı İslamiyet olarak gören Kürtlerin kopuşunu hızlandırdı. İlk ciddi kapışma milli-dini-sosyal motiflerin iç içe geçtiği Şeyh Said İsyanı oldu ve devamı geldi. Günümüzde farklı boyuta taşınmış Kürt sorununun ortaya çıkışı bu şekilde. Cumhuriyet’ in kuruluş yıllarını, Cumhuriyet’ in ilk 25 yılında yaşanan 16 Kürt ayaklanmasını ve devletin bunlara verdiği cevabı irdelemeden ortada ’80 yıllık bir Kürt sorunu’ mu, yoksa ’20 yıllık bir terör sorunu’ mu var sorusuna cevap vermek doğru görünmüyor.6 Nazım Hikmet bu mesele üzerine şunları ifade etmiştir: ‘Anadolu milli kurtuluş yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir. (…) Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketinin tanımayı vadettikleri millet ve insan haklarını tanımadı, hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü8.

7


Dersim İsyanı (1938), Ortaya Çıkışı ve Sonrası Doğu Anadolu’nun İç Anadolu ile birleştiği yerde oldukça arızalı sınırlarla çevrili bir bölge olan Tunceli, kuzeyinde Munzur sıradağları ve Karasu nehri, Doğuda Peri/ Büyüksu, güneyde Muratsuyu, batıda Karasu ile çevrilidir. Tarihte Dersim olarak bilinir. Dersim bölgesinin coğrafi konumu, bölgedeki aşiret hayatı, daha da önemlisi Osmanlı Devleti’nin uyguladığı idari yapı tarih boyunca Dersim’i şekavet, çapulculuk, ayaklanma vb. olayların merkezi haline getirmiştir9. Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Kürdistan Teali Cemiyeti’nin yönlendirmesiyle, Dersim başta olmak üzere Kuzey Kürtlerine bırakılan bölgede ‘özerk’ bir Kürt yönetimi kurulması çabasına girilmiş bu çaba ‘Milli Mücadele’ koşullarında, karşı-propaganda çabalarıyla boğulup kalmıştır. Lozan Antlaşması’ndan sonraki uygulamalar ise, başta 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi olmak üzere Ağrı, Zilan, Oromar, Tendürek gibi birçok isyana, katliama, tedip (şiddet yöntemleriyle dize getirme) ve tenkil (zorla göçürtme ve etkisizleştirme) hareketine yol açmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürtler tarafından baş gösteren otuza yakın isyan olmuştur. Bu isyanların içinde 1925’teki Şeyh Sait isyanı bir dönüm noktası niteliğindedir. Yaklaşık dört ay süren ve Diyarbakır gibi bir kentin bile kuşatılmasını içeren bu isyan güçlükle bastırılırken ordunun Yunan savaşından daha fazla kayıp verdiği belirtilmektedir. Şeyh Sait isyanı ile 206 köy yerle bir edilmiş, 8 bin 285 ev yıkılmış ve 15 bin 200 kişi de öldürülmüştür. Ayrıca bu isyanın da etkisi ile Aralık 1926’da Milli Eğitim Bakanı Türklerin birliğine zarar verdiği için Kürt, Laz ya da Çerkez gibi etnik isimlerin kullanılması yasaklanmıştır9. Dersim isyanı olarak anılan olay, Devlet’in Ağrı isyanıyla meşgul olduğu sırada Pülümür’de patlak vermiştir. Bölgede şekavet olaylarının artması karşısında Devlet, yeni birtakım tedbirler alınmasını zaruri görmüştür. Dersim liderlerinin başlıcaları Seyyid Rıza, Alişer ve Vet. Dr. Mehmet Nuri Dersimi’dir.

ta farklılık arz etmemiş. En başta belirttiğim başlığı gördüğümde ‘gerçekten farklı mıdır, farklıysa bu nasıl olmuştur, bizim ülkemizde gündemden düşmeyen bir terör sorunu mu Kürt sorunu mu ortak bir karara varılamayan bir durum varken, komşumuzda vaziyet nedir’ diye düşündüm. Kaynakları okurken ben bu konuda bilgi sahibi oldum ve sorularıma cevap bulabildim. Umarım sizlere de, konuyu net aktarabilmişimdir. KAYNAKÇA: ÇAY, A.Haluk, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Turan Kültür Vakfı, 1996/Ankara SÖNMEZ, Mustafa, Doğu Anadolu’nun HikâyesiKürtler-Ekonomik ve Sosyal Tarih, Arkadaş Yayınları, 1999/Ocak CEMAL, Hasan, Kürtler, Doğan Kitapevi, 2004 Türkiye Kürtler ve Toplumsal Algılar, Bilgesam yay. BULUT, Faik, Kürt sorununa Çözüm Arayışları, Ozan yay. KURUBAŞ, Erol, Kürt Sorunun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Nobel yay. SEKBAN, Ş. Mehmet, Kürt Sorunu, Kamer yay. KİRİŞÇİ,Kemal/WİNROW,Gareth M., Kürt Sorunu, Kökeni ve Gelişimi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları ÖZER, Ahmet, Kürtler ve Türkler, Hemen Kitap yay. ORAN, Baskın, Küreselleşme ve Azınlıklar, ‘Milliyetçilik ve Azınlık Dersi Notları’ YEĞEN, Mesut, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İletişim yay. BOZDAĞ, İsmet, Kürt İsyanları, Truva yay. BAYRAK, Mehmet, Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm, Özge yay. İnternet Bağlantıları: http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/IdZgitj2V2vbuyxGGkzJnS8yvQqpT5.pdf

Dersim, 1876’dan bu yana Kürtleri bastırmak için iki askeri harekâtın düzenlendiği bir bölgeydi. Hükümet 1935 sonunda bölgeye bir yıl sürecek bir askeri yığınak yapmaya başladı. General Abdullah Alpdoğan komutasında bölgeye askeri yollar inşa edilerek 25 bin asker yığıldı. 1937 baharında Dersim Kürtleri, General Alpdoğan’a bir heyet göndererek bölgelerine özerklik verilmesi için yalvardılar. Generalin yanıtı ise görüşmeye gelen bütün heyeti idam etmek oldu. 1938 baharında ise bölgeye bombalı saldırılar yapıldı, kimyasal gazlar kullanıldı. Bu kıyım ordunun yıllık tatbikatı olarak gösterildi10. On binlerce Kürt öldürüldü. Kürt milliyetçileri dağıldı ve Dersim (Tunceli) denetim altına alındı. İşte, Türkiye’ de olanlar ise böyle. Yazılanlar ve benim bu çerçevede edinebildiğim bilgiler bu şekilde. Görmüş olduk ki sınır komşusu iki ülkede bir milletin kaderi çok9 Her Yönüyle Kürt Dosyası, Prof. Dr. A.Haluk ÇAY, Ankara/1999 10 Kürtler ve Türkler, Ahmet Özer. 11

Kemalizm Sol Değil, Cem Uzun, İde yay, İstanbul/2004

35


ORTADOĞU

.

.

Minerva Özel

RÖPORTAJ

Ulaş Birkan ÇAKILCI

ORTADOĞU’DA ETNİK SİYASET VE GÜVENLİK ALGISI ÜZERİNE CLINICAL ASSISTANT PROFESSOR ASLI PEKER DOĞRA İLE RÖPORTAJ

E

tnik siyaset ile birlikte güvenlik algısı kavramlarının başta Ortadoğu bölgesi olmak üzere tüm dünya siyaseti için de fazlasıyla önemli olduğuna şüphe yok ancak; gün geçtikçe daha fazla berlirginleşen çizgilerle önümüzde duran kavramlar bizleri bu konular hakkında daha fazla düşünmeye itiyor. Ortadoğu‘nun yaşadığı, son dönemdeki önemli gelişmeler ile birlikte ortaya çıkan ve hala devam eden süreçler bahsettiğimiz kavramların etkisini, daha fazla incelenmesi gerektiğini ve değişken sonuçlar ortaya koyabileceğini gözler önüne serdi.

karşılaştırıldığında. Burada akılda tutulması gereken bir diğer önemli nokta da etnik, dinsel ve mezhepsel ayrımların varlığı, bu kimliklerin illa politik mücadelenin temelini oluşturacağı ya da çatışmaya yol açacağı anlamına gelmediği. Çoğu zaman gördüğümüz, bu ayrımların geçmiş sömürge yönetimleri ve sonraki otoriter rejimler tarafindan bir yönetim aracı olarak siyasileştirilmesi ve manipule edilmesi ve kimi zaman da etnik ve mezhep çatışması korkularının muhalif grupları bölmek adına bilinçli olarak pompalanması. Ortadoğu’da geçmişte ve bugün bunlara benzer süreçler görüyoruz.

Bu noktada Ortadoğu hakkında sohbetimizi kırmayıp kabul eden Clinical Assistant Professor Sayın Aslı Peker Doğra‘ya teşekkür eder, keyifli okumalar dilerim.

Asli Peker Doğra(A.P.D.): Middle East is quite a diverse region in terms of ethnic and religious identity, but it is nowhere unique in this sense in the world. In fact, its diversity is no match to what we see, for instance, in Southeast Asia or Sub-Saharan Africa. One should also note that ethnic and religious diversity does not necessarily mean that these identities would be the basis of political struggle, or lead to conflict and violence. Often times, what we see is the politization and manipulation of these identities by past colonial administrations and later authoritarian regimes as a means of governing these populations and territories, and sometimes the deliberate promotion of fears of secterianism and ethnic conflict as a tool to keep opposition movements divided.

Ulaş Birkan Çakılcı(U.B.Ç.): Hocam bize burada sohbet etme imkanını sağladığınız için tekrar teşekkür ederim. Öncelikle Ortadoğu üzerinde “etnik siyaset” kavramını değerlendirebilir misiniz? U.B.Ç.: First of all, on the Middle East “ethnic politics” Can you evaluate the concept of? A.P.D.: Ortadoğu, etnik ve dinsel kimlik açısından oldukça heterojen bir bölge, fakat bu açıdan dünyada bir istisna olduğu söylenemez, özellikle Güneydoğu Asya ya da Sahraaltı Afrika gibi çok daha heterojen bölgelerle 36


This is to a large extent what we have seen in the Middle East in the past and what we are seeing today. U.B.Ç.: Buradaki ötekileştirme anlayışı Ortadoğu’da hangi sebeplerle oluşmaya başlamıştır diyebiliriz? Yani ötekileştirme anlayışının bu topraklarda yoğun olarak izlenilmesinin sebebi nedir? U.B.Ç.: The sense of alienation can say that the Middle East has begun to emerge for what reasons? So the concept of alienation intensified monitoring of these lands is the reason? A.P.D.: Aslında bu soruya cevap vermeye yukarıda baslamış oldum. Ötekileştirme yerine bölgede ayrımcı politikaların gelişiminden söz etmek daha yerinde olur diye düşünüyorum. Bu tür ayrımcı politikaların güncel gerilim ve çatışmaları şekillendirmede nasıl bir rol oynadığını anlamak için de önce manda dönemine ve bölgedeki bağımsız devletlerin oluşum sürecine geri dönmek lazım. Manda yönetimleri özellikle yükselen bağımsızlık talepleri ve ayaklanmalar karşısında iktidarlarını muhafaza edebilmek için çoğu zaman etnik ve mezhepsel ayrılıklara ve kırılgan denge oyunlarına bel bağladılar. Örneğin Irak, Britanya’nın Şii Araplar, Sünni Araplar, Sünni Kürtler ve Sünni bir kral arasındaki denge hesaplarından doğdu. Bağımsızlık sonrası iktidara gelen kimi rejimler de önceki dönemin böl ve yönet politikalarını sürdürdüler ve özellikle ordu ve polis kuvvetleri ile hükümet pozisyonlarını aşiret ve mezhepsel ağlar üzerinden doldurdular. Bu ayrımcı politikaları sürdürürken bir yandan da mezhep ayrımcılığı karşıtı söylemlerle kendilerini ulusal birliğin koruyucusu olarak lanse ettiler. Dolayısıyla bölgedeki otoriter rejimlerin birçoğu etnik ve mezhep ayrılıklarının katılaşmasına katkıda bulundu ve yönetim stratejileri vasıtasıyla bu ayrılıkları kurumsallaştırdı. A.P.D.: In a way, I already started to answer this question above. I think instead of otherness, we should talk about the evolution of exclusionary policies in the region. And in order to understand the impact of such policies in shaping current tensions and conflicts, we need to go back to the mandate period and the emergence of the current independent states in the region. Mandate administrations often relied on ethnic and secterian cleavages and fragile balancing acts to maintain their rule especially in the face of growing demands for independence and frequent upheavals. Iraq was born out of such shuffling and balancing acts by the British among Shia Arabs, Sunni Arabs and Sunni Kurds and a Sunni king to rule over them. The regimes that came to power post-independence in some of these countries continued with the divide-and-rule policies of the previous era and relied on clan and secterian networks to recruit for the military and police forces and government positions. They often continued with their exclusionary policies and building these patron-client networks while preaching against secterian-

ism and branding themselves as champions of national unity. Thus, many of the authoritarian regimes in the region contributed to the solidification of ethnic and secterian divisions and institutionalized them through their governing strategies. U.B.Ç.: Hocam peki güvenlik algısı kavramınıda bahsettiğiniz ayrımcı politikaların gelişimiyle aynı sebeplere mi bağlamalıyız veya güvenlik kavramının doğuşu ve etkisi Ortadoğu için aynı dönem midir? U.B.Ç.: The perception of safety to tie the concept of othering the same reasons or the same period of the emergence and impact of the concept of security to the Middle East, or is it? A.P.D.: Böyle tekil ve değişmeyen bir güvenlik algısının doğuşundan söz edebileceğimizi düşünmüyorum. İnsanların güvenlik algıları zaman içinde değişir ve hissettikleri tehditlere göre evrilir. Benzer şekilde devletlerin neyi güvenlik tehditi olarak algıladıkları ve güvenlik konseptleri de değişime tabidir. Hemen akla gelebilecek bir örnek 20. yüzyılın başlarındaki Avrupa ile bugünkü Avrupa arasında güvenlik algısı açısından oluşan fark. Bu anlamda Ortadoğu devletleri için kritik dönüm noktalarından bir tanesi 1948’de İsrail’in kurulması ve bunu takip eden Arap-İsrail savaşı oldu. Bunun kadar travmatik ve tektonik bir başka gelişme de 1967’deki savaş ve yenilgi. Bu gelişmeler Ortadoğu siyasetinin çehresini ve bölgesel güvenlik denklemlerini temelden değiştirdi. İran devrimi ve İran İslam Cumhuriyetinin kurulması da bölgedeki bir çok rejimin güvenlik algılarını etkileyen dinamikler yarattı. Başka önemli gelişmeler de akla geliyor, Lübnan iç savaşı, İran-Irak savaşı, Irak’ın Kuveyti işgali ve Körfez Savaşı ve 11 Eylül sonrası Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgali gibi. Tabii ki bu olaylar bazı ülkeleri diğerlerine göre çok daha direkt olarak etkilediler ama aynı zamanda gerek bu ülkeler, gerekse bölgenin geri kalanı için yeni güvenlik sorunları yarattılar. A.P.D.: I don’t think we can talk about the birth of a single ‘security concept’ that has then stayed the same. People’s security perceptions change with time and are shaped by the threats they feel. Likewise, for states, what constitutes a security threat is subject to change and so are their security paradigms. Just think of Europe for example in the early 20th century and now. For Middle Eastern states, one critical juncture was 1948, the creation of Israel and the ensuing Arab-Israeli war, and as traumatic and tectonic was the defeat in 1967. These events changed Middle Eastern politics and regional security equations quite fundamentally. The Iranian Revolution and the creation of the Islamic Republic also created significant shifts in security thinking for many regimes in the region. One can think of other consequential develoments like the Lebanese civil war, Iran-Iraq war, Iraqi invasion of Kuwait and the Gulf War and American invasion of Afghanistan and Iraq following 9/11. These events obviously affected some coun37


tries more directly than others and created new security challenges both for those individual countries and for the region as a whole due to regional vulnerabilities. U.B.Ç.: Hocam bunun üzerine güvenlik kavramının karşıladığı anlamı Ortadoğu için hangi kavramla daha çok ilişkilendirebiliriz? U.B.Ç.: More than meets the meaning of the concept of security concepts which relate to the Middle East? A.P.D.: Açıkçası böyle tek bir kavram düşünemiyorum. Onun yerine belki Ortadoğu’da güvenlik kavramını düşünürken aynı zamanda düşünmemiz gereken olguların bir listesini yapmaya başlayabiliriz: Örneğin küresel petrol ekonomisi, İsrail-Filistin çatışması, radikal islamcı gruplar, Amerikan müdahaleleri, etnik ve mezhepsel gerilimler, otoriter rejimlerin ellerinde bulundurdukları baskı araçları ve iktidarlarını muhafaza etmek uğruna bunları kullanmaktaki isteklilikleri, bölgesel rekabetler, İran nükleer programı üzerindeki ihtilaf, vs. Tabi bu eksik bir liste... A.P.D.: Honestly, I can not think of a single concept that can relate to the notion of security in the Middle East more than any other. Rather, we can maybe start making a list of things one needs to think of while thinking about security in the Middle East, things like the global oil economy, Israeli-Palestinian conflict, radical Islamist movements, American interventions, ethnic and secterian tensions, repressive tools that authoritarian regimes have at their disposal and their willingness to use them to maintain their power, regional rivalries, the controversy around the Iranian nuclear program, etc. Of course, this is a very incomplete list. U.B.Ç.: Ortadoğu’da bugün güvenlik demek tüm Dünya’yı konuyla ilişkilendirebilmek demek iken aslında güvenliğin Ortadoğu üzerinde hakim olabilmesi için görülmesi gerekenler nelerdir? U.B.Ç.: What needs to be seen to be dominated by the notion of security on the Middle East? A.P.D.: Daha istikrarlı ve güvenli bir Ortadoğu‘ya uzanan çetrefilli yolda bölgedeki baskıcı otoriter rejimlerin yıkıldığını ve yerlerine yeni demokratik rejimlerin kurulduğunu görmek çok önemli ve umut verici bir adım olur, ama tabi bu şimdilerde gördüğümüz kimi endişe verici gelişmelere rağmen mümkün olursa. Bu demokratik rejimler geçmiş rekabetleri bir yana bırakıp bir çok alanda işbirliği yapmaya daha istekli olacaklardır, örneğin İsrail-Filistin barış sürecinde daha ortak ve kararlı bir duruş sergilemek ve gelecekte ortaya çıkacak bölgesel güvenlik sorunlarına ortak çözümler bulmak gibi. Bu tür bir işbirliği aynı zamanda bölgenin nükleer silahlar ve diğer kitle imha silahlarından arındırılması ihtimalini de daha olası kılabilir ki bu da bölgesel güvenlik açısından büyük bir adım olur. Üstelik bu demokratik rejimler kapsayıcı ve eşitlikçi politikalar izleyerek daha önceki dönemde dış-

lanmış ve yabancılaştırılmış etnik ve dini azınlıkların siyasi enerjilerini ve sadakatlarini yeniden ulusal arenaya çevirmelerine de yardımcı olabilir ve dolayısıyla ulusal birlik yönünde yeni umutlar doğurabilir. A.P.D.: In the long road toward a more stable and secure Middle East, seeing the end of repressive authoritarian regimes and the emergence of new democratic ones would be a huge and very promising step, if indeed it could be realized despite current bleak developments. Such regimes would be more willing to set aside their past rivalries and cooperate on a number of fronts, including a more unified and determined stance on the Israeli-Palestinian peace process and finding common solutions to future regional challenges. Such cooperation could also help make the prospects of creating a region free of nuclear and other weapons of mass destruction more possible, which would be a huge step toward regional security. Furthermore, democratic regimes pursuing inclusionary and more egalitarian policies can help re-orient the political energies and loyalties of formerly alienated and excluded ethnic and religious groups towards the national arena, thus creating new hopes for national unity. U.B.Ç.: Etnik siyaset kavramı ile Ortadoğu’daki güvenlik yahut güvensizlik durumunu ne ölçüde ilişkilendirebiliriz? U.B.Ç.: What is the status of the security or insecurity of ethnic politics in the Middle East with the concept of associate degree? A.P.D.: Tabii ki etnik ve mezhepsel siyaset ile bölgedeki güvenlik durumu arasında yakın bir ilişki var. Etnik ve mezhepsel gerilim yükseldikçe ve sıcak çatışmaya dönüşme tehditi arttıkça ki bu dönüşümü daha önce Irak’da gördük ve şimdi de Suriye’de benzer gelişmeler görüyoruz, bölgedeki zaten karmaşık güvenlik denklemi iyice kırılgan bir hal alıyor. Çoğu zaman olduğu gibi bu tür etnik ve mezhepsel çatışmaların ülke sınırlarını aşma ve daha büyük bölgesel çatışmalara dönüşme ihtimali de var. A.P.D.: Of course there is a close link between ethnic and secterian politics and the security situation in the Middle East. As these ethnic and secterian tensions escalate and threaten to turn into hot conflict, as we have seen in Iraq recently and are now seeing in Syria, the already complex security situation in the region will become all the more fragile. As is often the case, these ethnic and secterian conflicts have the potential to spill over state boundaries and turn into larger regional conflicts.

38


U.B.Ç.: Bahsettiğimiz bu ilişki içerisinde “vatandaşlık” ve “milliyetçilik” kavramlarını nereye koyarsınız? U.B.Ç.: In this relationship we are talking about “citizenship” and “nationalism” where you put the concepts? A.P.D.: Maalesef, ama beklenebileceği üzere bölgede bağımsızlık sonrası ortaya çıkan rejimler vatandaşlığı siyasi cemaate aidiyet kriteri olacak şekilde geliştirmediler ya da geliştirmeyi tercih etmediler. Vatandaşlık kavramı devletle tebaası arasında daha doğrudan ve aracısız bir ilişki kurar ve siyasi aidiyeti daha objektif ve göreceli olarak daha açık bir temele oturtur. Oysa yukarıda değindiğim gibi bölgedeki otoriter rejimler çoğu zaman yönettikleri toplum içindeki ayrılıkları ve hiyerarşileri kendi çıkarları için kullandılar ve manipule ettiler. Milliyetçiliğe gelince, bağımsızlık yolunda çok güçlü bir araç olsa da, milliyetçilik doğası gereği dışlayıcı bir ideoloji ve bağımsızlık sonrası dönemde vatandaşlar arasındaki hiyerarşileri pekiştirmeye yardımcı oldu, özellikle gerçekten ulusa mensup olanlar ile sadece tahammül edilenler arasındaki ayrımı. Aynı zamanda muğlak bir Arap milliyetçiliğine referans rakip Arap rejimlerinin siyasi hırslarını mazur göstermelerine de yardımcı oldu. Zaman zamansa milliyetçilik kitlelerin dikkatini yerel problemler ve rejime muhalefetten uzaklaştırıp dış düşmanlar ve dış tehditlere yöneltmeye aracı oldu. Milliyetçilik hala büyük kitleleri harekete geçirebilen çok güçlü bir ideoloji fakat bölgenin geleceği için olumlu etkileri olduğu konusunda şüpheliyim. A.P.D.: Unfortunately, yet unsurprisingly, post-independence regimes in the region were not really able nor really willing to build citizenship as the criteria of mem39

bership in the political community. The notion of citizenship establishes a direct and unmediated relationship between the state and its subjects and provides a more objective and relatively more open criteria for membership. However, as I mentioned above, authoritarian regimes in the region have often used and manipulated the cleavages and hierarchies among their subject populations to their own advantage. As for nationalism, although it has been a very powerful tool in the path towards independence, nationalism is an inherently exclusionary ideology and in the post-independence period, it helped reinforce hierarchies among citizens –between those who truly belonged to the nation and those who were merely tolerated. References to an elusive Arab nationalism also often helped justify the political ambitions of rival Arab regimes. At times nationalism also helped distract masses away from domestic problems and opposition to the regime and mobilize them against external actors and threats. Nationalism is still a potent ideology capable of moving large numbers of people, but I am skeptical about its positive potential for the future of the region. U.B.Ç.: Son zamanlarda oluşan başta “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreci göz önünde bulundurarak Ortadoğu’nun beliren genel iradesini ulus-devlet kavramı ve ulus-devlet oluşturma çabaları ile bağdaştırabilir miyiz? Ortadoğu’da yaşanan süreçlerle ulusdevlet oluşturma çabalarının ilişkisi nedir? U.B.Ç.: Of recent times, particularly the “Arab Spring” that appears on the Middle East, called the process of considering the concept of the general will of the nation-state can reconcile with the concept of


nationstate?What is the relationship between the processes of nation-state building efforts in the Middle East? A.P.D.: Sanırım buna cevabım hem evet hem de hayır. Bana göre Arap Baharı dediğimiz bir dizi gelişmenin öncelikli ve temel itici gücü kitlelerin demokratik özlemleri idi. Otoriter rejimlere muhalefet ve yeni hükümet formülleri talepleri genellikle ‘halk iradesi’ kavramına referansla savunulduğundan, hemen tüm demokratik mücadelede siyasi cemaatin sınırları sorunu, yani bir başka deyişle ulusun tanımlanması sorunu, merkezi bir önem taşır. Bu anlamda Arap Baharının yarattığı dinamikler, ulus kavramını yeniden duşünmek ve tanımlamak yönünde bir irade oluşturdu. Ümit edelim ki bu sürecin sonucu daha kapsayıcı ve eşitlikçi ulus vizyonları olsun. Fakat Arap Baharını Ortadoğunun ulus-devlet haritasını yeniden çizme süreci olarak değerlendirmek de yanıltıcı olur diye düşünüyorum. Tabii ki böylesine geniş kapsamlı bir dönüşüm beklenmeyen sonuçlar doğurabilir, ama süreci başat olarak bu lensle değerlendirmemek gerek diye düşünüyorum. A.P.D.: I guess the answer is yes and no. I think the series of developments that came to be called the Arab Spring are first and foremost driven by democratic aspirations of the people. As the opposition to the authoritarian regimes and the demands for a new formula of government are justified through references to the notion of popular sovereignty, in almost all democratic struggles, the question of the boundaries of the political community itself -or in other words the question of defining the nation- is of central importance. So in this sense, the dynamics of the Arab Spring bring forth an impetus to rethink and redefine the nation. One would hope that the outcome of this process will be more inclusionary and egalitarian visions of nationhood. But I think it would be misleading to think of this process as the remaking of the nation-state map of the Middle East if that is what you are asking. Of course there can be unintended consequences to any such momentous transformation, but I don’t think that is the primary lens we should be looking through.

petrol rezervlerinin mevcudiyeti ve petrol etrafında oluşmuş ekonomik ve siyasi sistemler. Ortadoğunun bölgesel güvenliğini ve geleceğini tartışırken aynı zamanda petrol üzerine düşünüp konuşmamak mümkün değil. Bir başka önemli faktör İslam. Her ne kadar Ortadoğu, Dünya Müslümanlarının çoğunluğuna ev sahipliği yapıyor olmasa da bölgenin dışarıdan, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nden, algısı İslamla iç içe geçmiş durumda ve son dönemde İslam, farklı bir çok siyasi akıma ve ideolojiye ilham vererek bölge siyasetinde gittikçe önemli bir rol oynamakta. Bölgenin etnik ve dini kompozisyonu, jeopolitik pozisyonu ve Asya, Avrupa ve Afrika’nın kesişimindeki konumu da bölgeyi özgün sorunlar ve olasılıklarla donatıyor. A.P.D.: There are a number of factors that set Middle East aside from other regions, though of course each region has unique dynamics and needs to be evaluted within its specific context. As I mentioned in passing at some point above, one of the factors that make Middle East peculiar is the presence of large oil reserves and the economic and political systems that emerged around oil. It is not possible to discuss regional security and the future outlook of the Middle East without thinking and talking about oil too. Another important factor is Islam, and even though the Middle East is not even the home of the majority of the world’s Muslim population, its perception -especially in the United States- is very much entangled with Islam, and Islam as an inspiration to various political movements and ideologies has come to play an increasingly important role in the region’s politics in the last few decades. The ethnic and religious composition of the region, as well as its geopolitical position, its location in the crossroads of Asia, Europe and Africa imbues it with unique challenges and possibilities. U.B.Ç.: Hocam değerli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederim. U.B.Ç.: Thank you very much for taking your valuable time.

U.B.Ç.: Hocam son olarak Ortadoğu ile ilgili konuştuğumuz tüm bu konuların Ortadoğu’ya has özellikleri nelerdir diyebiliriz? Bu konuları biz Dünyanın başka bir coğrafyasında da aynı özelliklerle görebilir miyiz? U.B.Ç.: All of these issues we talked about the Middle East and what are the specific characteristics of the Middle East can we say? These issues, we can see the same characteristics in the geography of the world to another? A.P.D.: Her bölgenin kendine has dinamikleri olsa ve kendi öznel bağlamı içerisinde değerlendirilmesi gerekse de Ortadoğu‘yu diğer bölgelerden ayıran birkaç faktör var. Yukarıda üstü kapalı da olsa değindiğim üzere Ortadoğu‘yu özgün kılan özelliklerden bir tanesi geniş

40

*Bu röportaj 05.09.2012 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri New York Üniversitesi‘nde (NYU) yapılmıştır. *This interview on 09/05/2012 United States New York University (NYU) was performed.


FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM

Fatma Bahar ÇANDIR

B

üyüklerin çocuklardan daha çok nasihata ihtiyacı olduğunu göz önünde bulundurursak bizlerin de izlemesi gereken bir filmdir Le Tableau. Hayatın her alanında karşılaştığımız hiyerarşi, eşitlik-eşitsizlik gibi kavramların boyalarla naifçe işlendiği bu fransız yapımı 76 dakikalık sevimli bir macerayı izlemek bizlere zaman kaybettirmez. Ayrıca Türkçeye çevrilmiş en güzel isim de bu filme ait: Mutluluğa Boya Beni! Daha filmin başında tastamamlar, yarımlar ve eskizler olarak 3 “sınıf” görüyoruz. Hepsi aynı tabloya ve aynı ressama ait. Toupin’ler (tastamamlar), şatoda şatafatlı bir yaşam sürerken; Pafini’ler ( yarımlar )orta sınıf diye nitelendirdiğimiz kesimi temsil etmektedir, Reuflar( eskizler) ise Toupin’ler tarafından çalıştırılan kölelerdir. Güçsüzlerin, güçlülerle imtihanı… Onları köle olmaya iten şey ise, çizimlerini renklendirecek boyaların olmaması. En basit söylemiyle parası olanın güçlüğü olduğu bir çağda yaşadığımıza göre boyanın da parayı temsil ediyor diyebilirim. Aslında söylemek istediğim , filmde geçen her şey günümüz dünyasına gönderme yapıyor. Ve tabi ki var olan eşitsizlik dolu bu düzenden rahatsız olan birileri olacak: Ramo, Lola ve Plume. Her olayı, hikaye yapan birkaç kahraman elbet vardır değil mi? Bu hikayenin en cesur kahramanı Lola kuşkusuz. Lola bir yarımdır ve hayallerle kuşatılmış yaşamında soru sormaktan ve cevabını aramaktan hiç vazgeçmeyen, cevabını bulduğunda yeni sorulara koşacak kadar da dur durak bilmeyen bir karakterdir. Bu sevimli üçlüden Ramo tastamamlardandır ve bir yarıma aşıktır. Plume ise çizimiyle zayıflığını gözler önüne seren bir eskizdir. İçinde bulundukları tablonun ressamını aramak için bir tablodan bir tabloya atlamışlar ve bu sayede anlam dolu sahnelere şahit olmamızı sağlamışlardır. Bu sahnelerden biri: Bir savaş tablosuna gittiklerinde iki tarafın da farklı olan üniforma renklerini aynı renge boyayarak eşitsizliği ortadan kaldıran Lola’nın sahnesi oldu. Elbet, reelde böyle bir olumsuzluğu bir fırça darbesiyle tersine döndürmek güç. Ya da kim bilir, belki her şey sandığımızdan da kolay. Bu üç statüden üç farklı karakterin ressamı arayışları ve ressamla ilişkileri de yaratan ve yaratılan ilişkisine bir değinme de yapmıştır. Aşk, sevgi , cesaret gibi statü tanımayan duyguların insanlara dünyayı daha da yaşanabilir kıldığını öğütleyen de bir filmdir. Elinizi yüzünüzü boyamaktan çekinmiyorsanız, filmi izlemek için hiç vakit kaybetmeyin derim.

41

FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM FİLM

LE TABLEAU MUTLULUĞA BOYA BENİ


AVRUPA

“YENİ ANAYASA YAPALIM”I DÜŞÜNÜRKEN: BRİTANYA ANAYASASI BURJUVAZİ VE SANAYİ DEVRİMİ KUZEY İRLANDA SORUNU VE ÇÖZÜMÜ: AYRILIKÇI HAREKETLER İÇİN BİR ÇÖZÜM MODELİ OLABİLİR Mİ? AVRUPA İDEALİ ve AB

42


AVRUPA

“YENİ ANAYASA YAPALIM”I DÜŞÜNÜRKEN: BRİTANYA ANAYASASI Özgür Can ARAZ

B

ilindiği gibi Anayasa konusu çokça konuşulan, tartışılan, yazılan ve üzerinden siyaset üretilen bir konu. Tabi ki böyle olmasının haklı sebepleri var. Bu haklı sebeplerin ortaya çıkmasını sağlayan başlıca unsur anayasaların sahip olduğu temel fonksiyonlar. Öncelikle anayasa, rejimin ve devletin varlığını meşru kılan en önemli araçtır. Bu meşru kılma durumuna uluslararası toplumda kabul görme açısından bakmak gerekiyor. Başka devletler tarafından tanınan bir devlet olunması için bir tür ön gereklilik konumunda duruyor anayasalar. Ayrıca anayasa, devletleri yetkilendiren ve yapılanmalarını ortaya koyan bir rehber niteliği taşımaktadır. Bunun yanında yurttaşları bütünleştirmeye yönelik bazı ilkeler, hedefler ve belki bazı işaretler oluşturan bir niteliğe de sahiptir. Bu durum aynı zamanda bir anayasanın yansız ve tam anlamıyla ideolojiden yoksun olup olamayacağını tartışmaya açmaktadır. Atlanmaması gereken bir fonksiyon da hak ve özgürlükleri ortaya koyma ve koruma görevidir. Bu konuda liberal düşüncenin etkisi yadsınamaz. Bu düşünce özellikle Kıta Avrupası ve ABD’de gelişme sağladığı dönemde, etkisiyle anayasal sistemde de kendine yer bulmuştur. Devletin birey karşısında göstermesi gereken tutumu bildirerek, devletin otoritesinin, kişinin hak ve özgürlüklerinin sınırlarının çizilmesi ve özellikle devletin, bireyin özgürlüklerini ihlal etmemesi adına Anayasal güvence sağlanması konusunda etkin rol oynamıştır. Günümüzde modern devletlerin anayasalarında bu işlev yer almaktadır. Bütün bu işlevler dikkate alındığında anayasa, hedefi siyasi düzen için kurallar koymak olan bir araç görevi görmektedir. Ancak devletler açısından uluslararası anlaşmaların anayasaların üzerinde bir kural koyucu olduğunu da unutulmamalıyız.

işler ama aslında yoktur.” ve benzeri şekillerde oluyor. Bunlar kısmen doğru ifadeler olmakla birlikte durumu yüzeysel bir şekilde anlatırlar. Sistemin sadece örf ve adetlerle işlediği izlenimi verebilirler. Britanya’da köklü bir siyasal geleneğin yanında bir bütün halinde olmasa da önemli yazılı kanunlar, kaynaklar ve bildiriler bulunuyor. Bu yazılı belgeler parlamenter sistemin iyi işlediği İngiltere’de, tarihinde parlamentoyu etkin kılmış olan 1215 tarihindeki Magna Charta’ya kadar uzanmakta ve yine 1689 yılında İngiliz Parlamentosu’nun yayınladığı Haklar Kanunu (Bill of Rights) da bu anlamda önemli. Bunların yanında ülkenin temelde yazılı olmayan bir anayasası olması uzun süreli siyasal istikrara dayandırılabilir. Tabi bu siyasal istikrar herhangi bir iktidarın uzun süreli varlığı değildir. Ülke demokrasisinin bir veya birkaç büyük ve hızlı gelişme yerine zaman içinde, olgunlaşarak gelişmesi ve belli aşamalardan geçerek yenilenmesidir. Nitekim Büyük Britanya 19.yy’da Kıta Avrupası’na yayılan devrimci ateşin etkisine girmedi. Burada önemle üzerinde durulması gereken bir unsur da İngiltere’nin parlamenter geçmişinin temelleridir. Çünkü bu geçmiş Britanya Anayasasının düzenine ışık tutuyor. İngiltere’nin parlamento yapısı ve parlamenter egemenlik mücadelesinin Fransa, Almanya gibi diğer gelişmiş Avrupa ülkelerine göre bir takım farkları var. İngiltere’deki parlamento Kıta Avrupası’ndaki diğer örneklerde olduğu gibi temelde sınıf farklılıklarının keskinleştirdiği bir parlamento olmamıştır. Ayrıca çıkışı itibariyle, yine diğer ülkelerin aksine din adamları parlamentoda ayrı bir güç halinde var olamıyorlardı. İngiltere’de verilen mücadele din merkezli olmaktan çok Parlamento (ki özel mülk sahiplerini içermekteydi) ile Kral arasındaki siyasal hesaplaşmanın merkezde olduğu bir mücadele özelliği taşımıştır. Din etkisinin Avrupa’nın geneline oranla daha az olması, şiddetli bir Protestan-Katolik çatışmasının olmaması, İngiltere’de siyasal kültürün Avrupa’daki genel gelişime oranla daha sakin geçmesini sağladığı görülmüştür. Unutulmamalıdır ki son yüzyıllarda ülkelerde anayasa yapma girişimleri yeni bir başlangıç yapma istek ve arzusuna dayanmaktadır. Bunlardan birçoğunun temel hak ve özgürlükler konusunda İngiltere’de işleyen sistemden esinlenmesi hatta onu esas alması bize gösteriyor ki: geçmişten bugüne İngiltere’de yeni bir başlangıca olan ciddi bir gereksinmenin olduğu söylenemez. Peki ya bugün durum neyi gösteriyor? İngiltere de siyasal bazı değişimler yaşayarak yazılı bir anayasa yoluna

Bir anayasa ya da anayasal sistem tartışmasında, özellikle de iyi işlerlik konusunda, ortaya somut olarak konulabilecek örneklerin başında Britanya geliyor. Bu örnek gündeme geldiğinde kullanılan ilk ifadeler ise genellikle “En doğru çalışan anayasa İngiliz Anayasadır. Ama yazısız bir anayasadır.” , “İngiliz Anayasası iyi 43


gidebilir mi? Gelecekte yazılı anayasaya ihtiyaç duyulabilir mi? Kısa vadede bu çok kolay bir iş değil çünkü yüzyıllardır iyi işleyen bir mekanizma var ortada. Öte yandan İngiltere’de siyasal yaşamın sorunsuz gittiği de söylenemez. Siyasete katılımın gittikçe azalması, siyasilere güvenin önemli oranda azalma eğiliminde olması ve İskoçların ciddi bir kısmının artık Birleşik Krallıktan ayrılmak istemesi hatta ayrılık çanlarının çok yakından çalmakta olmasını sorunların birkaç tanesi olarak ortaya koyabiliriz. Eskidikçe güçlenen Britanya Anayasası için bile mükemmellik ortaya çıkmamış diyebiliriz.

ğu savunulacak bir duruş bu. Asıl merak konusu yeni yapılacak Anayasa’nın içeriği. Demokrasimizin geliştiğini savunanlar hiç de azımsanacak boyutta değil. Yaratılan Anayasa kişilerin hak ve özgürlükleri merkezine uymayıp iktidarın aracı ve çoğunluğun haklarına bir rehber olarak ortaya çıkarsa orada demokrasiden söz edilmesi çok zordur. Sadece iktidarın haklı olduğu bir ortamdan herkesin anayasası denilecek bir kaynağın çıkması mümkün mü? Herkesin olurken aynı zamanda kimseye ait olmayan bir anayasa hayalden ibaret mi kalacaktır? Kuşkusuz her bir kişiyi önemseyebilmeyi denemek, herkesi dinlemekten çok daha yardımcı bir yol olacaktır çözüm için. Üstelik yapılan başlangıcın en son başlangıç olmama ihtimali de yüksekken… KAYNAKÇA Ekopolitik.org, “Büyük Soru: Birleşik Krallık’ın Neden Yazılı bir Anayasası Yok, ve Bu Önemli mi?”, (çevrimiçi) www.ekopolitik.org/public/printnews. aspx?id=1455, 30 Eylül 2012 HEYWOOD, Andrew, Siyaset, Ankara, Adres Yayınları, 2010 KIŞLALI, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1991 SANDER, Oral, İlkçağlardan 1918’e, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1989 TURHAN, Mehmet, Anayasa ve Anayasacılık, (çevrimiçi) yayin.todaie.gov.tr/goster. php?Dosya=MDU1MDU0MDU3, 28 Eylül 2012

Anayasa yapma tartışmaları içinde Britanya Anayasası’nın karşılaştırma aracı yapılması belki pek anlamlı değil ama bazı yönlerden düşünülmesi ve ele alınması gereken bir örnek. En azından anayasa kavramını sorgulamada yardımcı bir rol üstleniyor. Kuvvetler ayrılığının, monarşiyi yenmiş parlamenter demokrasinin, birey merkezli eşitlik ve özgürlüklerin (uzun bir siyasi kültür ve birikimle de olsa) içi dolu tek bir yazılı kaynak olarak toparlanmasa da işleyebildiğini bize gösteren bir sistem. Anayasa ve sürekli karmaşıklaştırılan kavramlar üzerinden bir hayli kafa karışıklığı yaratılan ülkemizde de bir Anayasa heyecanı var son yıllarda. 1982 Anayasası’na karşı bir duruş var toplumda. Haklı oldu44


AVRUPA

BURJUVAZİ VE SANAYİ DEVRİMİ Kadriye AYDIN

“Yaşamın ve üretimin dolaylı ya da dolaysız kontrol aracı olan sermaye, sosyal savaşın sürdürüldüğü silah olduğundan böylesine bir durumun tüm dezavantajlarının yoksulların üstüne çökeceği açıktır.” Friedrich Engels GİRİŞ

S

iyasi tarihte feodalizm sistemi ve bu sistemin ortaya çıkarmış olduğu hiyerarşik yapı oldukça önemlidir. Neredeyse 900 yıl boyunca devam edecek olan bu sistem, 1789 Fransız İhtilali ile köylülerin yardımı sayesinde burjuvazi tarafından yıkılacaktır. Feodal düzenin aristokrasisinin “Tanrı” argümanına karşılık olarak “Ulus Egemenliği”ni savunan burjuvazinin, ekonomik üstünlüğünü kullanabilmek ve yönetimde söz sahibi olabilmek adına vermiş olduğu bu büyük savaşın sonucunda, bu sistem yıkılacak ve Ulus Devletler çağı başlayacaktır. 18. yüzyılın sonları 19. yüzyılın başları arasında İngiltere’de Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmiş olması da burjuvazinin gücüne güç katacak ve ortaya “Proleterya” adını verdiğimiz, burjuvazi tarafından sömürülen yeni bir sınıf çıkacaktır. Böylelikle kapitalizmin geniş bir alana yayılması da imkan bulacaktır.

rinden biridir. Malikanelerde yaşayan serfler, senyörler tarafından kendilerine verilen toprakları işler, haftanın belli zamanlarında da senyörün toprağında çalışırlardı3. Böyle bir sistemin oluşması sebebiyle oldukça güçlenen senyörlerin bir süre sonra krala ihtiyaçları kalmamıştı. Aksine artık kralın, senyörlere ihtiyacı vardı. (Ve bu durum, orta sınıfın da yani tüccar adını verdiğimiz sınıfın da güçlenmeye başlaması ile birlikte feodalizm sistemin çökmesine zemin oluşturmuştur.) Senyörler krala askeri güç sağlamaktaydı ve bu da oldukça önemli bir konuydu. Senyör bu sebeple krala karşı bir üstünlük sağlamaktaydı; fakat zaman içerisinde serflerin özgürleşmeye başlaması ile güç kaybeden senyöre karşı orta sınıf ile birleşen kral, ticaret ile uğraşan bu orta sınıftan sağladığı güç ile yeni bir ordu kuruyordu. Böylelikle kendisine ihtiyacı kalmayan senyöre karşı güç kaybetmemek amacı ile orta sınıfı senyöre tercih ediyordu. Bir başka ifade ile; kral artık “Primus inter pares” yani Eşitler arasında birinci olmaktan çıkıp üstün güç konumuna yükseliyordu. Yani Orta Çağ boyunca etkisini hissettiren bu toprak sistemi kendi içinden çıkardığı orta sınıfın güçlenmesi ile önemini kaybetmeye başlamıştır. Senyörlerin gücünün zamanla zayıflaması buna karşılık orta sınıfın gelişen ticaret sayesinde güç kazanması, feodalizm sistemini çözülüşe götürmekteydi. Öyle ki senyörlere bağlı olan serfler, artık bir takım haklar talep etmek de, senyörlerin kabul etmemesi halinde ise isyan etmekteydiler. 14. yüzyılın köylü isyanları güzel bir örnektir bu bakımdan. Buradaki mücadeleyi kısa bir şekilde anlattıktan sonra 18. yüzyıl Fransa’sına kısa bir şekilde bakalım: 18. yüzyılda Fransa’da soylular ve rahipler vergilerden muaf durum-

FEODAL DÖNEM VE BURJUVAZİNİN GÜÇLENMESİ Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Avrupa’da neredeyse 5 yüzyıl sürecek olan siyasi karışıklık feodalizm düzenini gerekli kılıyordu. İmparatorluğun yıkılışının ardından birçok kavmin-aşiretin istilasına uğrayan bu topraklarda yaşayan insanlar 9. yüzyıldan itibaren yeni bir sisteme ihtiyaç duymuşlardı. Feodalizm bu noktada oldukça etkili olmuş ve yüzyıllarca sürecek olan yeni bir dönemin-yeni bir toprak sisteminin ve siyasi sistemin başlangıç noktasını oluşturmuştur. Feodalizm sistemi oldukça basit ama bir o kadar da etkili bir sistemdir. En tepede kral1 bulunmaktaydı ve kral ülkeyi “Tanrı” adına yönetmekteydi. Kral, “Tanrı” tarafından kendisine bağışlanan bu toprakları vassal adı verilen kişiler arasında dağıtırdı2. Bu kişiler de kendi topraklarını kendi vassallarına dağıtır ve böylelikle hiyerarşik bir yapı oluşurdu. Bu yüzyılda senyör-lord adı verilen sınıfın oluşumunun tarihi gelişimi bu şekilde gerçekleşmiştir. Malikane adı verilen çevrili alanlar içinde yaşayan insanların bir senyöre bağlı olarak yaşamını idame ettirmesi orta çağın en belirgin özellikle1

Kral “Primus İnter Pares” yani Eşitler arasında birinci idi. Bu dönemde senyörler malikanelerinde bir kral gibi özgürlerdi. Bknz: Murat Özyüksel, Feodalite ve Osmanlı Toplumu, İstanbul, Derin Yayınları, 2007, s.57 2 Tevfik Güran, İktisat Tarihi, Der Yayınları, İstanbul, 2009, s.37 3 Bu işleme “Angarya” adı verilirdi.

45


daydılar. Bütün vergi yükü köylülerin ve burjuvazinin üstüne yıkılmıştı. Rahipler ile soylular vergi verdikleri takdirde bunun Fransa’nın sonu olacağına inanmaktaydılar. Ancak Fransız hükümeti birtakım sıkıntılar yaşamaya başlayınca, ayrıcalıksız sınıflar üzerindeki yük daha fazla hissedilir oldu. Bunun neticesinde ayrıcalıklı sınıfın da vergi ödemesi gündeme geldi. 1776 yılında Maliye Bakanı Turgot böyle bir reform yapmak istedi ancak soylular bunu kabul etmeyerek parlamento çevresinde toplandılar ve tutumlarını açık bir şekilde ifade ettiler: “Adaletin ilk kuralı herkesin sahip olduğunu muhafaza etmesidir: Bu kural yalnız mülkiyet hakkını değil, ondan da önemli olan ve soy ve mevkiden gelen kişiye ait hakları da muhafaza etmektir...Bu yasa kuralına göre, bir insanlık ve hayırseverlik görünümü altında ödev eşitliği kurmaya ve zorunlu ayrımları yok etmeye çalışan her sistem az zamanda anarşiye yol açar ve toplumu alt üst eder. Fransız Monarşisi kendi anayasasına göre ayrı birkaç kesime bölünmüştür. Ruhban sınıfının kişisel hizmeti eğitim ve ibadetle ile ilgili bütün ibadetleri yerine getirmektir. Soylular, kanlarını devletin savunulmasına adar ve hükümdara öğütleriyle yardımcı olurlar. Krala bu kadar seçkin hizmetler sunamayan en alttaki toplum kesimi ise vergi, endüstri ve bedeni hizmetle görevini yapar. Bu ayrımları yok etmek Fransız anayasasının tamamını tağyir ve tebdil etmektir.” 4

ken 11. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasındaki fark da pek fark edilememektedir. Oysaki arada önemli bir fark vardır. Ortaçağda bütün köylüler ait oldukları malikanenin serfleri iken 18. yüzyılda durum böyle değildir (Bunun temelleri orta sınıfın gelişimi ve serflerin bir takım haklar talep etmesi ile atılmıştır.). 22 milyon köylünün içinden yaklaşık 1 milyon köylü serf iken kalan 21 milyon köylü serflikten kurtulmuş, özgür olmuşlardır. Malikanelerin günden güne kötüye giden ekonomileri, senyörleri belli bir miktar ödeme karşılığında serfleri özgürleştirme yoluna itmiştir. Ve 18. yüzyıla gelene dek birçok serf özgürlüğüne kavuşmuştur. Daha da önemlisi bu köylüler, toprak satın almaya başlamışlardı ve durumları daha iyi hale gelmişti. Ancak Fransa’da devrime giden yolda bu iyileşme önemli ölçüde etkili olmuş, durumu 17.yüzyıla göre daha iyi olan köylü sınıfı daha fazla ilerlemelerine engel olan devletin ve ayrıcalıklı sınıfın üzerlerine yükledikleri vergi yükünden kurtulmak isteği ile devrime destek vermiştir5. Yani Fransız köylüsü ekonomik olarak daha iyi bir noktaya gelmişti ve geldikleri bu nokta onların kendi yaşamlarına daha eleştirel yaklaşmalarına zemin hazırlamıştı. Bu noktada devreye giren ve mutlak monarşinin tanrı egemenliği tezine karşılık halk egemenliği tezini öne süren burjuvazi, aslında tam da köylü sınıfının ihtiyaç duyduğu öncü kuvveti oluşturuyordu. O zamana değin ticari olarak gelişen burjuvazinin de bu devrime öncülük etmesi kaçınılmazdı. Çünkü parasal anlamda güçlenen bu sınıf, gücünü siyasi erk ile daha da kuvvetli hale getirmek istiyordu. Aslında o zamana değin dünyadaki en büyük sorunun yöneten-yönetilen arasındaki sorun olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktaydı ve ticari başarısı sayesinde ekonomik olarak zenginleşen burjuvazi, yönetimde söz sahibi olmak istiyordu. Ve o zamana değin, kilise etrafında toplanmış, kralın tanrının dünyadaki görünen parçası olduğuna inanmış halk burjuvazinin öne sürmüş olduğu halk egemenliği tezi ile birlikte “ulus” bilincine kavuşuyordu. Devrim sonrasında feodalizmin ardından ortaya çıkan boşluğu burjuvazi fazlasıyla doldurdu ve devrimin sloganı olan “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sadece bu sınıf için geçerliliğini korudu. Leo Huberman, “Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla” adlı kitabında bu durumu şöyle özetler: “Bujuvazi 18.yüzyılın sonunda artık eski feodal düzeni yıkacak kadar güçlenmişti. Feodalizm yerine, malların serbest mübadelesine dayanan, öncelikle kar etme amacını güden değişik bir toplum burjuvazi tarafından kuruldu. Bu sisteme kapitalizm diyoruz.”

Rahipler ve soylular toplumun %5’ini oluşturmaktaydı. Birinci Kesim ve İkinci Kesim olarak adlandırılırlardı. Ayrıcalıksız sınıf olan halk ise Üçüncü Kesim olarak adlandırılmaktaydı. Halk içinde gelir farklılıkları oldukça belirgindi. Ve işte Burjuvazi adını verdiğimiz, bu dönemde oldukça önemli hale gelen bu sınıf; Üçüncü Kesimin içinde yer alan ve durumu halkın kalanına göre oldukça iyi olan yaklaşık 250.000 kişilik bir gruptu.Üçüncü Kesim içindeki bir başka grup olan Zanaatkarlar ise 2,5 milyon civarındaydılar. Üçüncü kesimin en az gelir sahibi olan sınıfı ise köylülerdi. Sayıları 22 milyonu bulan bu sınıf devlete vergi, ruhbana ondalık, soylulara da feodal haraçları öderlerdi. Durum böyley-

Yani ortaçağdan beri süregelen, orta sınıfın güçlenmesi sonrasında oluşan burjuvazi adını verdiğimiz sınıfın yönetimde söz sahibi olma arzusu 1789 yılında yaşanan bu devrim ile köylü sınıfın mücadelesi sayesinde gerçekleşiyordu.

4 Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011, s.165. 5

Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011, s.168.

46


SANAYİ DEVRİMİ VE İNGİLİZ KAPİTALİ İLE İŞÇİ SINIFI Leo Huberman’ın sözünü bir daha anımsayalım: “Bujuvazi 18.yüzyılın sonunda artık eski feodal düzeni yıkacak kadar güçlenmişti. Feodalizm yerine, malların serbest mübadelesine dayanan, öncelikle kar etme amacını güden değişik bir toplum burjuvazi tarafından kuruldu. Bu sisteme kapitalizm diyoruz.” Evet, bu oldukça doğru bir tespitti ve 18. yüzyılda gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin önemli bir basamağını oluşturuyordu. Diğer basamaklar arasında tarımdaki gelişmeleri, bunun sonucunda yaşanan mobilizasyon hareketini, Avrupa’nın sömürge arayışlarını, hızlı bir makineleşme çağının yaşanmasını verebiliriz. 18. yüzyılda başlayan endüstrileşme sürecine “Makineleşme Çağı” adını veriyor olmamızın en önemli nedeni fabrika sisteminin ortaya çıkmış olmasıdır. İnsanların bu dönemden evvel el sanatları gibi işler ile geçinmeleri, bu dönemde neredeyse imkansız hale gelmiş ve kırdan kente hızlı ve (ekonomik anlamda) zoraki bir göç başlamıştır. Buhar makinesinin ve pamuklu dokuma makinesinin başlattığı bu devrim, bir anlamda İngiliz Proleteryasının tarihidir. Tüm bu değişimlerin ana merkezi olan İngiltere, proleterya adını verdiğimiz sınıfın tarihinin objektif bir biçimde incelenmesinin mümkün olduğu bir yerdir6. Köle/ serf/ proleterya karşılaştırması yapacak olursak şöyle bir sonuca varırız: Antik Yunan’da veya Roma’da köleler efendilerinin koruması altındaydı. Serfler ise feodal dönemde, senyörler için angarya yapıyor olsalar da kendileri için çalışıyorlardı. Fakat proleterya adı verilen sınıfta böyle bir aidiyet duygusu gelişmemiştir. Bu nedenle bu üç oluşumu iyi değerlendirmek önemlidir. Sanayi Devriminden önce, hammaddelerin kullanılması ve iplik haline getirilmesi işçilerin kendi evlerinde yapılırdı. Bu işleme gerekirse anne ile kızın da yardımı dokunurdu. Böyle bir düzen içinde oldukça iyi kazanan bu dokumacı aileler kentlerin yakınlarında otururlardı. Bu dönemde rekabetin yaygınlaşmamış olmasından dolayı, rahat bir şekilde hayatlarına devam eden bu aileler hem para biriktirmek hem de boş zamanlarını değerlendirmek için kendilerine küçük topraklar satın alırlardı. Böylelikle bu dokumacı aileler, küçük çiftçiler ile bir ilişki içine girmiş bulunuyorlardı. Bu durum incelendiğinde anlaşıldı ki bu iki tarafın entelektüel birikimi aynı düzeydeydi. “Doğal üs” olarak kabullendikleri, bölgenin en büyük toprak sahibi anlaşmazlıkları çözer ve bu ailelere nasihat verirdi. Bu ataerkil ilişki içinde gereken saygıyı gören doğal üs, muhafazakar bir yaşam sürerdi. Engels, “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı eserinde bu durumu şu şekilde ifade eder: “... kısacası o günlerdeki İngiliz sanayi işçileri bugün Almanya’nın bazı yerlerinde hala bulunabilecek bir biçimde, inzivaya çekilmiş

olarak yoğun zihinsel faaliyetlerden uzak yaşar ve düşünürlerdi. Çok az okur ve bundan daha da az yazarlardı. Muntazam olarak kiliseye giderler, asla politikadan söz etmezler, asla fesatlığa girişmezler, bedeni hareketlerden hoşlanırlar, İncil okunduğunda kalıtımsal olarak kendilerine geçen bir huşu içinde dinlerler ve “Üst” sınıflara karşı oldukça iyi tavırlar takınırlardı.” Engels bu yazdıkları ile sanayi devrimi öncesi İngiltere’de yaşayan kişilerin herhangi bir düşünceye tabii olmadıklarını ve hatta düşünmediklerini ifade etmektedir. Engels’a göre Sanayi Devrimi sonrasında bu insanlarda olan dönüşüm ise daha korkutucudur; çünkü artık bu insanlar daha basit makineler haline gelmiştir. Ama der Engels tüm bu olumsuzluklara rağmen sanayi devrimi insanlara düşünmeyi öğretti: “Fransa’da politikanın yaptığını İngiltere’de imalat ve genel olarak da civil toplumun evrimi yaptı ve insanlığın evrensel çıkarlarına karşı duygusuz bir kayıtsızlığa gömülmüş olan son sınıfları da tarihin hızlı dönüşüne soktu.” Zaman içerisinde bu sınıflar ortadan kalktı ve belli bir ücret karşılığında çalışan işçi sınıfı oluştu. Sanayi Devriminden bahsederken birkaç olgudan daha kaçınılmaz bir şekilde bahsetmemiz gerekiyor. Sanayi Devriminin yarattığı etkiden dolayı hızla yaşanan mobilizasyon hareketine İrlandalı işçiler de uydu ve hızlı bir şekilde İngiltere’ye göç ettiler. İrlandalı işçilerin İngiltere’ye gelmiş olması İngiliz kapitali açısından oldukça yararlı bir hareket oldu; çünkü İrlandalı işçiler İngiliz işçilere göre daha ucuza çalışan ve hayatlarını daha zor koşullar altında idame ettirirken ses çıkarmayan bir kesimdi. Bu nedenle İngiliz işçileri kendilerini bir rekabet ortamında buldular7. Bu rekabetin sonucunda da zaten oldukça kötü olan yaşam koşulları daha da çekilmez bir hal aldı. Öyle ki tek bir odada onlarca kişinin kaldığı, bir yatağı dört beş kişinin paylaştığı birçok eserde belirtilmektedir. Bu rekabetin doğal sonucu olan ücret düşüklüğü nedeniyle birçok insan aile kurmaktan kaçınır hale geldi; çünkü kendilerine yaşam alanı yaratma fırsatı yoktu bu insanların. Bu nedenle de bu yıllarda işçiler ahlaki bakımdan oldukça kötü dönemler yaşadılar. Kısa bir şekilde özetlersek Sanayi Devrimi dolaylı da olsa aile yaşantısına ağır bir darbe indirmiştir; çünkü İngiliz işçisinin yarın için hiçbir güvencesi yoktur yani bugün yaşam araçlarına sahip olan işçinin yarın ne olacağı meçhuldür. Bu da aile kurmaktan uzak bir toplum oluşmasının başlıca nedenlerinden biridir. İnsanların oldukça zor şartlar altında hayatlarını idame ettirmesi ile ilgili olarak o zamanın Hükümet komiseri J.C. Symons şunu söyler: “Bu konutlar öylesine rutubetli, pis ve harap haldeler ki, insan onlardan birinin içinde atının bile kalmasını istemez .8” Diğer bir nokta ise çocuk işçiliğinin oldukça artmış olmasıdır. Öyle ki Leo Huberman Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla adlı eserinde ilgi çekici bir başlık kul-

6 Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev.Oktay Emre, Sosyalist Yayınlar, İsanbul, 1994, s.57 7

Burjuvazinin kazancının temelini vurgulamada rekabet burada en uygun kelimedir. Öyle ki insanlar yaşamak için bir başka insanı ezmek zorunda kalmışlardır. Thomas Hobbes’un “Doğa Hali”nin modernize edilmiş hali olarak düşünebiliriz bu durumu. 8 Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev.Oktay Emre, Sosyalist Yayınlar, İsanbul, 1994, s.93

47


lanmıştır: “İŞÇİ ARANIYOR-İKİ YAŞINDAKİLER BAŞVURABİLİR9.” Durumun ne kadar kötü olduğunu, bir el tezgahı dokumacısı olan Thomas Heath’in şu sözlerinden anlıyoruz: “İki çocuğum vardı Allaha şükür öldüler. Seviniyorum; Tanrı’ya şükrediyorum. Ben onları besleme yükünden kurtuldum, onlar da, zavallıcıklar, bu ölümlü hayatın dertlerinden kurtuldular10.” Leedds’deki Kraliyet Tıp Akademisi Üyesi Francis Sharp ise tarihe şu şekilde not düşmektedir çocuk işçiliği ile ilgili: “Leeds’e gelmeden önce kalça kemiğinin aşağı kısmının hiç böylesine garip bir biçimde deforme olduğunu görmemiştim. İlk bakışta bunu raşitizm sanmıştım ama, hastaneye gelen hastaların çokluğu, hastalığın genellikle çocukların raşitizme yakalanmadıkları bir yaşta (sekiz ila on dört arasında) kendini göstermesi ve özellikle hastalığın çocuklar fabrikalarda işe başladıktan sonra ortaya çıkmış olması, bu fikrimi değiştirmeme sebep oldu. Böyle yüzlerce vaka gördüm ve bütün samimiyetimle bu hastalıkların aşırı çalışmanın sonuçları olduğunu belirtebilirim. Bildiğim kadarıyla bütün bu çocuklar fabrikalarda çalışıyorlardı ve bu kötü durumu bu sebebe bağlıyorlardı. Açıkça belli olduğu gibi, çok fazla ayakta durmanın bir sonucu olan omurganın bükülmesi ile ilgili en aşağı üç yüz vakaya rastladım11.” Bu noktada şunu da belirtmek gerekir. Çocuk işçi sayısının artmış olması ile kadınların da çalışmaya başlaması tıpkı İrlanda göçü ile yaşanan durum gibi, emek bolluğu yaratarak ücretlerin düşmesine yol açmıştır. Sanayi Devrimi ile ilgili olarak belirtilmesi gereken diğer bir nokta ise Rönesans ile ilgilidir. Rönesansın temel noktası olan “Hümanizm” sanayi devrimi ile birlikte hızlı bir gerileme evresine girmiştir. Hümanizmin temeli

olan, her şeyin insan için yapılması insanın merkez olarak alınması bu dönemde pek fazla önemsenmemiştir. Aksine her şey sermaye sınıfı için yapılırken işçi sınıfı ihmal edilmiş, bu insanlar insanlığa yakışmayacak bir şekilde hayatlarını devam ettirmişlerdir. Sanayi Devriminin bir önceki sürecinden, eve iş verme sürecinden bahsederek başlangıçta belirttiğim fabrika sistemi hakkında bilgi vermek istiyorum. Lonca sistemi zamanında lonca ustası aynı anda birçok kişinin işini yapmaktaydı. Yani bu ustalar hem tüccardı hem işverendi hem ustaydı ve hem de satışı gerçekleştiren kişiydi. Fakat bir süre sonra devreye aracının girmesi ile, lonca ustası bu özelliğini kaybetti. Artık o ne tüccardı ne de satış yapan kişi. Yani aracının varlığı sebebiyle bu dönemden sonra bu ustalar sadece mal üreten kişiler haline geldiler. Yine bir önceki sistemin benzeri şekilde bir çalışma vardı eve iş verme yönteminde. Usta ve kalfalar bir evde birlikte çalışırlardı ama zamanla bu durumda değişti. William Petty bu durumu şu şekilde açıklar: “Biri eğirir, öteki büker, öbürü dokur,beriki çeker, bir başkası da ütüleyip paketlerse, kumaş, bütün bu sayılan işlemlerin aynı elle yapılması durumunda olduğundan daha ucuza mal olmalıdır12.” Ancak bir sonraki dönemde yani sanayi devrimi ile beraber insanların evde çalışmaları son bulmuş ve fabrika sistemine geçilmiştir. Oldukça zor koşullar altında, fabrikalar içerisinde, kendi ürettiğinin karşılığından çok daha azına itaat altına alınmış işçiler için bu yıllar sömürü yıllarıdır. Fabrika sistemi yıllarında sermaye sınıfı ise oldukça önemli bir hale gelmiştir. Gücünü de işçiler üzerinde kullanarak işçilerin bağımsızlıklarını ellerinden almıştır. Öyleki bir tarafta sermaye sınıfı zenginliğine zenginlik katarken diğer tarafta halk yoksulluk içinde-

9

Bu ilan 1934 yılında Amerika’da verilmiştir. Sanayi Devrimi’nin yarattığı Kapitalizmin acımasızlığını görmek açısından önemlidir. Bknz: Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011 10 Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011, s.199 11 Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev.Oktay Emre, Sosyalist Yayınlar, İsanbul, 1994, s.204 12 Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011, s.132

48


dir. Bu durum elbette tarihin her döneminde vardı. Yani hiçbir zaman taraflar eşit değildi; fakat hiçbir dönemde, halk üretim araçlarından bu oranda mahrum kalmamıştı. Disraeli’nin dediği gibi doğrusu iki İngiltere vardı. Bunun da en çarpıcı kanıtı şu sözlerdir: “İki ulus, ikisi arasında sevgi ve ilişki yok; sanki başka yerlerde, ya da ayrı gezegenlerde yaşıyormuşcasına birbilerinin alışkanlıklarından, düşüncelerinden, duygularından habersizler; yetişme tarzları ayrıdır, yedikleri ayrıdır, tavırları ayrıdır ve aynı yasalarla yönetilmezler.” Disraeli

KAYNAKÇA: ENGELS, Friedrich, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev. Oktay Emre, Sosyalist Yayınlar, İstanbul, 1992 GÜRAN, Tevfik, İktisat Tarihi, Der Yayınları, İstanbul, 2009 HUBERMAN, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011 ÖZYÜKSEL, Murat, Feodalite ve Osmanlı Toplumu, Derin Yayınları, İstanbul, 2007 http://www.marksist.org/sosyalizmin-abcsi/2842-ccartizm

Son olarak da sendikalaşma hareketlerinden bahsetmeliyiz. İngiltere’de işçi sınıfı önceleri Çartist hareketi13 benimsedi. Birtakım talepleri olan Çartist hareket Sanayi Devrimi ile birlikte yerini sendikal hareketlere bıraktı. Aslında sendika yeni bir şey değildi; Sanayi Devriminden evvel var olan lonca teşkilatının o zamana uyarlanmış ve işveren örgütleri ile mücadele edebilecek düzeye getirilmiş haliydi. Anlaşılacağı üzere sendikalar bir anda ortaya çıkmadı. Özellikle ondördüncü yüzyılda durumlarını daha iyi bir hale getirmek isteyen işçilerin dernekleşmesinin yasaklanması sendikal hareketler tarihini anlamak için oldukça önemlidir. Ancak 1842 yılına gelindiğinde, işçiler serbest dernek kurma hakkını elde ettiler. Sendikaların önem kazanması burjuvazi açısından sorun teşkil etmektedir. Çünkü işçilerin örgütlü hale gelmesi, aralarındaki rekabeti ortadan kaldıracaktır ve ücretler normal seviyesine dönecektir. Bu durum da burjuvazi açısından bakıldığı zaman kar kaybına dönüşecektir. SONUÇ Burjuvazinin ekonomik anlamda güçlenmesi ile başlayan bu süreç, kapitalizm sisteminin de başlangıç noktasını oluşturarak (modern anlamda) emeğin sömürülmesine zemin hazırlamıştır. Sendikal hareketlerin gelişmesiyle durdurulmaya çalışılan bu sömürü tam anlamıyla ortadan kaldırılamamıştır. Zaman içerisinde birçok engelleme ile karşılaşan sendikal örgütler isteklerinden vazgeçmeyerek yavaş da olsa bir ilerleme kaydetmişlerdir. Günümüzde de, haklarının farkında olan ve emeğinin karşılığını almayı amaç edinmiş bir işçi kesiminin varlığı son derece önemlidir. Bu nedenle gerek yasalarla gerek kültür ve birçok başka boyutla sendikal hareketlerin gelişmesine zemin hazırlamalı, piyasacılık anlayışının kurallarını sorgulamalıyız.

13

Çartist hareket, dünyadaki ilk büyük işçi hareketidir. http://www.marksist.org/sosyalizmin-abcsi/2842-c-cartizm

49


AVRUPA

KUZEY İRLANDA SORUNU VE ÇÖZÜMÜ: AYRILIKÇI HAREKETLER İÇİN BİR ÇÖZÜM MODELİ OLABİLİR Mİ? Mehmet Fahri DANIŞ

20.

yüzyıl boyunca hemen hemen tüm devletlerin en büyük sorunlarından biri olan ayrılıkçı hareketler İngiltere, Fransa, İspanya, Kanada gibi gelişmiş ülkelerin bile başını ağrıtmıştır. Tarihsel geçmişlerinden yola çıkan ve genellikle milliyetçi söylemler kullanan ayrılıkçı örgütler, yaşadıkları topraklar üzerinde hak iddia ederek çoğu zaman silahlı bir şekilde mücadeleye girişmişlerdir. Bu bağlamda inceleyebileceğimiz Kuzey İrlanda sorunu, köken itibariyle Avrupa’nın en eski etnik sorunlarından biridir. Yapısında mezhepsel çatışmaları da barındıran bu sorunun iyi tanımlanabilmesi ve sorunun çözümü hakkında gerekli çıkarımlarda bulunulabilmesinin çağdaş emsalleri açısından büyük önem taşıdığını düşünüyorum.

da yerleşimcilere karşı yapılan başkaldırının Cromwell tarafından bastırılması ile İngiliz yerleşimciler daha fazla toprak sahibi olmaya başlamış ve Katoliklerin mülkiyetindeki toprak oranı %59’dan %22’ye düşmüştür. 1690 yılında Katolik lider II. James’in Orangeli William tarafından Boyne Savaşında mağlup edilmesiyle adadaki İrlanda hakimiyeti tamamen düşmüştür. İngiltere denetimindeki Dublin parlamentosunun 1692 yılında kabul ettiği yasayla Katoliklerin oy kullanma, parlamentoda görev alma, silah taşıma ve memuriyete girme gibi hakları ellerinden alınarak adadaki İngiliz hakimiyeti güçlendirilmiştir. Tüm bu olaylar sonucunda İrlanda milliyetçiliği aktif bir şekilde ortaya çıkmaya başlamıştır.

1) İngiltere İrlanda İlişkilerinin Başlangıcı

2) İrlanda Milliyetçiliği ve Ayrılıkçı Hareketlerin Doğuşu

İrlanda Ada’sının ilk sahipleri olan Kelt halkı adaya 5. Yüzyılda gelen Aziz Patrick’in etkisiyle Katolik kilisesinin etkisi altına girmiştir ve o tarihten itibaren Katolik Hristiyanlık, İrlanda Adası’ndaki en büyük birleştirici unsurlardan biri olmuştur. Hristiyanlık, kabileler arasındaki savaşların önüne geçerek otoriteyi merkezileştirmiş, ekonominin gelişmesini sağlamıştır. Normanların hakimiyetinde merkezi bir bütünlük kurmak isteyen İngiltere ise papanın da iznini alarak 1167 yılında İrlanda Adasını işgal etmiştir. Kral II. Henry kendisini İrlanda Lordu ilan ederek aktif bir şekilde sömürgecilik faaliyetlerine girişmiştir. İngiltere’nin Dublin civarında birkaç kasabayı işgal etmesine rağmen adanın çoğu Keltlerin denetiminde kalmıştır ve Orta Çağ boyunca kabile şefleri adanın gerçek hakimleri olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.

19. yüzyıla gelindiğinde yükselmeye başlayan milliyetçilik akımının da etkisiyle İrlandalılar kendi kendilerini yönetme talebiyle İngiliz siyasi sahnesinde yer almaya başladılar. Aynı yıllarda Gal kültürü ve diline duyulmaya başlanan ilgi ile birlikte İrlandalılar bir takım örgütlenme girişiminde bulundular. 1899 yılında ‘Birleşik İrlandalı’ gazetesini çıkartmaya başlayan Arthur Griffith, Bağımsız İrlanda fikrini dillendiren ilk isim olur. Griffith’in 1905 yılında siyasi bir oluşum olan Sinn Fein’i kurması ise İrlanda’nın kaderini çizecek önemli gelişmelerin miladı sayılabilecek bir gelişmedir. Katolik İrlandalıların bağımsızlık için başlattığı hareketlere İngilizler tarafından desteklenen Protestan İrlandalıların cevabı gecikmedi. 1902 yılında kurulan Bağımsız Orange Teşkilatı ateşli bir şekilde adanın İngiliz hakimiyetinde kalması gerektiğini savundu. Bu yıllarda İngiltere’de Liberal Partinin iktidarı sırasında özerklik için yeni tasarılar parlamentoya getirilince Protestanlar daha büyük tepkiler göstermeye başladılar. 1913 yılında silahlı bir örgüt olan Ulster Gönüllü Birliği’nin kurulması sorunun büyümesinde çok büyük bir etken oldu. Protestan gönüllüler tarafından oluşturulan bu birlik Katoliklere karşı silahlı eylemlere girişti. Bağımsızlığı savunan birçok Katolik İrlandalının UGB tarafından öldürülmesi sonucunda Sinn Fein kanadından desteklenen bir oluşum olan İrlanda Gönüllüleri Örgütü kuruldu. Tüm bu gerginliklerin yaşandığı bir ortamda İngiltere 1. Dünya Savaşı’na girdi.

Tarihte Ulster Plantasyonu (1609) olarak geçen ve İrlanda topraklarının büyük bir çoğunluğunu İngiliz ile İskoç göçmenler arasında bölüştüren bu olay ikili ilişkiler açısından bir dönüm noktası olmuştur. İngiltere sömürgeciliğinin bir belgesi niteliğini taşıyan bu olayla birlikte adadaki Katolik halk ve Protestan göçmenler arasındaki gerilim yükselmeye başlamıştır. 1641 yılın-

Bazı Katolik oluşumlar savaş ortamını fırsat bilerek 1916 yılında bağımsızlık talebiyle İngilizlere karşı 50


ayaklandılar. Bir hafta içerisinde 1600 silahlı kişiden oluşan grubun 1300’ü öldürüldü ve ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu olay adadaki milliyetçi tutumun daha da güçlenmesine ve sempatizan bulmasına yol açtı. Artan İrlanda Milliyetçiliği, 1919 yılında İrlanda Gönüllülerinin adlarını İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) olarak değiştirmesiyle aktif bir gerilla savaşına dönüşmeye başladı. Sinn Fein ile yakın ilişkiler kuran IRA belli bir zaman sonra bu partinin silahlı kanadı olarak mücadelesine devam etmiştir.

formda savaşmaya başladılar: IRA ile güvenlik güçleri arasındaki gerilla savaşı, IRA’nın ekonomik ve sanayi komplekslerine karşı giriştiği mücadelesi ve Sinn Fein’in siyasi sahnede Protestanlara karşı giriştiği mücadele. IRA’nın geleneksel savaş yöntemlerinin dışına çıkması sebebiyle terörizme doğru bir yöneliş görüldü. Özellikle barış adımlarının atılmaya başlandığı 1984 yılında İngiliz başbakanı Margaret Thatcher’e yönelik bir suikast düzenlenmesi dünya kamuoyunun İrlanda sorununa yönelmesini sağladı. Amacına ulaşmayan bu eylemde beş kişi hayatını kaybetti. 3) Barış İçin Atılan Somut Adımlar 1969 yılından itibaren soruna siyasi bir çözüm arayışı içerisine giren İngiltere, muhafazakar kesimin ‘teröristlerle masaya oturmama’ çağrısı üzerine girişimlerinden bir sonuç elde edememiştir. 1980’lere gelene kadar bu durum böyle devam etmiş ve herhangi bir somut adım atılamamıştır. İngiltere’de iktidara gelen her hükümet bu tarihten itibaren İrlanda sorununu barışçıl yollarla çözmek için zemin aramış fakat muhafazakar ve milliyetçi kesimin tepkileri gecikmemiştir. Muhafazakar kanadın IRA ile yakın ilişkileri olan Sinn Fein ile masaya oturulması için örgütün silah bırakmasını ön şart olarak kabul etmesi neticesinde barış yolları sürekli olarak tıkanmıştır. 1983 yılında kurulan İngiliz-İrlanda Konseyi iki taraf arasındaki buzların erimesi için atılan ilk adım olmuştur. Bunu takip eden senelerde İngiliz-İrlanda Anlaşması (1985), karşılıklı çıkarları korumayı hedefleyen hükümetler arası bir konferans, iki taraf arasında bir Ortak Bildirge (1993) ve Anlaşma İçin Yeni Çerçeve Planları (1995) tarafların karşılıklı olarak gösterdikleri özveriler sayesinde mümkün olmuştur. Gerçekleşen önemli girişimlerin akabinde IRA, 31 Ağustos 1994 tarihinde ‘muhtemel bir demokratik barış sürecinin başlaması için’ askeri operasyonlarına son verdiğini açıkladı. Protestanlar da buna 13 Ekim 1994 tarihinde ateşkes ilan ederek cevap verdiler. Ulster Birliği ve IRA arasındaki ateşkes anlaşması ile barış için uygun bir ortam oluştu.

1920 yılında İngiltere çözüm için parlamentoda kabul ettiği bir yasayla adada iki özerk devletin varlığını kabul etti. İrlandalıların buna şiddetle karşı çıkmasıyla birlikte 1921 yılında ikinci bir yasa sunuldu. Buna göre ada iki parça olarak kalmaya devam edecek fakat adanın güneyindeki 26 vilayette ‘İrlanda Serbest Devleti’ kurulacaktı. Kurulan İrlanda Devleti’nin İngiliz Milletler Topluluğuna üyeliği devam edecekti. Kuzey doğuda ise 6 vilayetten oluşan Kuzey İrlanda İngiltere’ye bağlı bir vilayet olarak kalacaktı. IRA’nın bu anlaşmayı da reddetmesiyle silahlı çatışmalar gittikçe büyüdü. İrlanda Serbest Devleti’nin 1949 yılında adını İrlanda Cumhuriyeti olarak ilan etmesi ve İngiliz Uluslar Topluluğu’ndan ayrılması Kuzey İrlanda’daki gelişmeleri önemli ölçüde etkiledi. Kuzeydeki varlıklarını gittikçe güçlendiren Protestanlar zenginlikleriyle doğru orantılı olarak daha fazla oy hakkına sahip olmaya başladı. Çıkarılan Özel Güçler Kanunu ile Krallık Ulster Zabıtası örgütüne polislik görevi verilerek Katolikler baskı altında tutuldu. Uzun bir süre devam eden bu ayrımcı politikalar Kuzey İrlanda Hükümeti’nin 1960 yılında yaptığı ve Katolikleri de kapsayan bir dizi reform çalışması ile sekteye uğradı. Yeni hükümetin bu tavrına karşılık Protestan güç odakları 1966 yılında Ulster Gönüllü Birliği’ni tekrar canlandırarak Katolik sivillere rastgele saldırmaya başladı. Protestanların kilisesi ve siyasi kuruluşları reformlara karşı çıkarken Katolikler de reformların kabul edilmesi için girişimlerde bulundular.

1998 senesine gelindiğinde ABD başkanı Clinton’ın gözetiminde Kuzey İrlandalı siyasi aktörlerinde katılımıyla (Kuzey İrlanda’daki on siyasi partide görüşmelere katılmıştır) İngiliz ve İrlanda hükümetleri arasında Kuzey İrlanda’nın geleceği hakkında bir antlaşma imzalandı. Tarihte Belfast Anlaşması olarak geçen bu belge ile birlikte karşılıklı barış müzakereleri en olgun sonucunu vermiş oldu. Görüşmenin başkanlığını ABD senatörü George Mitchell yaptı. Başbakan Tony Blair Protestanları ve İngilizleri temsil ederken İrlanda başbakanı Bertie Ahern de İrlandalıları ve Katolikleri temsil etti. Hayırlı Cuma Anlaşması olarak da geçen bu barış süreci Protestanlar ve Katoliklerden oluşan bir bakanlık kurulunu öngörüyordu. Kurul İrlanda ve İngiltere hükümetlerine bağlı olacak ama İrlanda’nın Kuzey İrlanda üzerinde hiçbir anayasal hükmü olmayacaktı. Anlaşma

1969 yılından itibaren İrlandalılar üç değişik plat51


Kuzey İrlanda ve İrlanda’da yapılan referandumla kabul edildi.1 1994 yılındaki ateşkese rağmen IRA’nın içerisindeki ‘şahin kanadın’ durulması ve tam olarak tasfiye edilmesi için 2005 yılına kadar gelinmesi gerekti. Bu tarihten itibaren ‘mücadelesine sadece siyasi yollarla devam edeceğini’ açıklayan IRA varlığını sona erdirmiş ve örgütün tüm militanları Sinn Fein bünyesine katılmıştır. Bu olayın akabinde İngiliz ordusu tarihinin en uzun operasyonunu sona erdirerek 2007 yılında Kuzey İrlanda’dan tamamen çekilmiştir. 2010 yılında İngiltere’nin emniyet ve yargı yetkilerini Kuzey İrlanda’ya devretmesi ve 2011 yılında İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in İrlanda’ya yaptığı ziyarette İngiliz ordusu tarafından katledilen Katoliklerin anısına yapılan anıta çelenk bırakması iki taraf arasındaki buzları büyük oranda eritmiştir. Son olarak 26 Haziran 2012’de Kuzey İrlanda’yı ziyaret eden II. Elizabeth eski IRA komutanı ve şimdiki Kuzey İrlanda Hükümetinin başkan yardımcısı olan Mc Guiness ile el sıkışarak karşılıklı barış sürecinde yeni bir yola girilmesini sağlamıştır.2 Atılan adımlar neticesinde şiddetin durdurulması ekonomik kalkınmayı da beraberinde getirmiş ve eski militanların topluma entegre edilmesiyle, eskiden marjinalliğe mahkum edilmiş kesimin pastadan pay alması sağlanmıştır. Ekonomik gelişme, Kuzey İrlanda halkının en büyük sorunlarından biri olan işsizliği de azaltarak yasadışı örgütlerin çekim alanını zayıflatmıştır. Buna rağmen IRA’dan kopan ve onun devamı olduğunu iddia eden bazı örgütler hala varlıklarını sürdürmektedir. R-IRA olarak adlandırılan terör örgütü 9 Mart 2009 tarihinde iki İngiliz askerini vurarak ‘mücadeleye devam’ edeceğini bildirmiştir. Fakat bu tarz marjinal oluşumlar halkın desteğini almaktan çok uzaktır. 4) Çıkarımlar Görüldüğü gibi Kuzey İrlanda barışı ilk kez 1969 yılında gündeme gelmiş, 1983’te ilk adımlar atılmış, 1998’de imzalanan barış anlaşmasıyla somut hale gelebilmiş ve ancak günümüzde çok büyük oranda gerçekleşmiş bir süreçtir. Bu gibi uzun soluklu çatışmalarda hiçbir sorun bir gecede, ya da birkaç ayda çözülmez. Zaman içinde sorunun boyutları farklı haller alır, değişen zaman koşullarına göre yeniden yorumlanır ve gittikçe içinden çıkılması güç bir hale dönüşür. Kuzey İrlanda sorunu aslında batı dünyasının etnik ve milliyetçi hareketlere bakışındaki çifte standardı da gözler önüne sermektedir. Üçüncü Dünya’daki her etnik ve milliyetçi hareketi ‘özgürlük mücadelesi’ olarak nitelendiren Batı ülkeleri aynı kavramları Kuzey İrlanda, Bask, Katalan, Korsika ve Quebec milliyetçi hareketleri için söylemezler. Tabi ki dünya sahnesindeki hiçbir sorun birbirinin aynısı değildir. Özellikle bu tarz ayrılıkçı hareketlerde böl-

genin bulunduğu coğrafya ve jeopolitik konum doğal olarak dış güçlerin soruna müdahil olmasını beraberinde getirir. Ama iyi bir çözüm örneğinin de birçok tavsiyeden daha değerli olduğu açıktır. İngiltere Kuzey İrlanda sorununu, Endonezya Banda Açe’deki 30 yıllık krizi nasıl çözdü? ETA’nın ateşkes ilan etme sürecinde İspanya neyi doğru yaptı neyi yanlış yaptı? Kimler ne kadar taviz verdi? Tüm bu soruların cevabı Türkiye için de son derece önemli.3 1997 seçimleriyle başa gelen Tony Blair’in kararlı tutumu, hiç şüphesiz barış sürecinin oluşmasında en önemli

faktörlerden biri olmuştur. Blair’in, o zamana kadar inatla talep edilmiş bütün ön şartları kaldırarak Sinn Fein lideri Garry Adams ile görüşmeyi kabul etmesi ve iç politikadaki tüm muhalif çevreleri karşısına alarak somut adımlar atması barışı beraberinde getirmiştir. Aynı şekilde Garry Adams da İrlanda’daki milliyetçi-muhafazakar kesimlerin tüm karşı çıkışlarını yok sayarak “sömürgeci devlet” ile müzakere masasına oturmayı kabul etmiştir. Buradan da anlayabileceğimiz gibi karşılıklı güven ortamı yaratılmaksızın bir barış sürecinin oluşması mümkün değildir. Bu güven ortamının oluşması için öncelikle silahlar susmalı daha sonra tarafların siyasi bir çözümden başka yol olmadığı kitleler tarafından anlaşılmalıdır. Ayrılıkçı hareketlerin tipik özelliklerinden biri olan “askeri kördüğüm” ün başka türlü çözülebilmesine imkan yoktur. Nitekim Garry Adams’ın verdiği bir röportajda belirttiği gibi “Sinn Fein olarak biz askeri bir zaferin söz konusu olamayacağını biliyorduk. Bunu açıkça 1970’lerden itibaren söylememe rağmen IRA’yı silahın dışında bir seçenek olduğuna inandırmak zaman aldı. Askeri bir kördüğüm vardı, yani ne IRA İngiliz ordusunu ne de İngiliz ordusu IRA’yı yenebiliyordu..” .4 Eski IRA savaşçısı Michael Culbert de kendisi ile yapılan bir röportajda savaşın bittiğini çünkü artık halk tarafından desteklenmediğini vurgulamıştı. Böyle bir hareketin haklılığı ancak kendi halkı tarafından desteklenmesi ile mümkün olabilir. Bugünlerde Kuzey İrlanda’da faaliyet gösteren ve kendini IRA’nın devamı olarak niteleyen R-IRA örgütünün halk tarafından desteklenmemesi sonucu eylemlerinin sonuçsuz kalması buna örnektir. Hareketin haklılığı halktan gelir. Peki bizim sorunumuz açısından baktığımızda İrlanda’daki barış sürecinden ne gibi dersler çıkarılabilir? Her

1 İNAT Kemal – DURAN Burhanettin - ATAMAN Muhittin: Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2004, s. 215 2 http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/06/120627_queen_ira_update.shtml 3 http://www.cnnturk.com/2010/turkiye/11/03/ira.terorunu.bitiren.gerry.adams.anlatti/595198.0/index.html 4

http://www.cnnturk.com/2010/turkiye/11/03/ira.terorunu.bitiren.gerry.adams.anlatti/595198.0/index.html

52


şeyden önce Türkiye Kürtlerinin artık silahlı mücadeleden yorulduğunu PKK’nın idrak etmesi ve buna uygun olarak silahların susturulması gerekiyor. Bunu yaparken siyasi alanın önünü açması ve barış için uygun diyalog zeminini hazırlaması da şart.5 Aksi takdirde hareketin meşruluğundan ya da haklılığından söz etmek mümkün olamaz. Tabi ki burada Türkiye’ye de büyük iş düşmekte. Mevcut sorunun çözümü için karşılıklı silah bırakma sürecinin ortamı hazırlanmalı. Dünyanın hiçbir yerindeki hiçbir ayrılıkçı sorun silah ile bir çözüme kavuşmamıştır, kavuşamaz. Bunu İrlanda’da IRA’da başaramadı, İspanya’da ETA’da başaramadı. Bunun askeri bir kördüğüm olduğunu idrak edemeyen tarafın ne kendi halkına ne de sorunun ortak çözümüne hiçbir katkısı olamaz. Unutulmamalıdır ki İngiltere hükümeti IRA ile değil Sinn Fein ile anlaşma masasına oturmuştur. Nerden bakarsak bakalım, hangi ideolojinin “at gözlüğünden” değerlendirirsek değerlendirelim; çocukların ve masumların öldürüldüğü bir savaş hiçbir haklı davaya hizmet edemez. Bu nedenle taraflar ilk iş olarak silahların bırakılmasını kendilerine görev edinmeliler. İkinci olarak samimi bir şekilde barış zemininin temelleri atılmalı. Bunlar tabi ki kolaylıkla çözülebilecek meseleler olmayacaktır nitekim barış yoluna taş koyan bir güruh her yerde mevcuttur. Olaya cesaretle yaklaşmak ve her iki tarafın hassasiyetlerini, samimi korkularını iyice teşhis etmek gerekir. Meseleyi dar bir şekilde ele almayıp uluslararası uzantıları göz önünde bulundurmak da çok önemli. Dış dengelerin iç politikayı bu denli etkilediği bir dönemde dünya üzerindeki hiçbir sorunu tek taraflı ele alamazsınız. Her oluşum aslında buzdağının görünmeyen kısmındaki diğer bir sorunun uzantısıdır.

nen yer de. Dünyanın krizleri, doğaları ne kadar başka türlerde olursa olsun vicdanlı insanlar tarafından çözülmeyi bekler. KAYNAKÇA ARAKON Maya, “Kürt Sorununa Kuzey İrlanda Barışı Bir Model Olabilir mi?”, http://www.academia.edu/294213/Kurt_Sorununa_Kuzey_Irlanda_Barisi_Bir_Model_Olabilir_mi Cnnturk.com, “IRA Terörünü Bitiren Gerry Adams Anlattı”, http://www.cnnturk.com/2010/turkiye/11/03/ira.terorunu.bitiren.gerry.adams.anlatti/595198.0/index.html, 03.11.2010 ÇANDAR Cengiz, “İrlanda Notları (1): Çözüm İçin Asla Vazgeçmeyin”, http://www.radikal.com.tr/Radikal. aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1070951&Yazar =CENGIZ-CANDAR&CategoryID=97, 29.11.2011 İNAT Kemal– DURAN Burhanettin - ATAMAN Muhittin: Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2004

PKK ile IRA arasında bir benzerlik kurmak mümkün müdür? Bu, Kuzey İrlanda sorunu ile Kürt sorunu arasında bir benzerlik kurma zorunluluğunu beraberinde getirir ki bu noktada ayrılıklar olabilir. IRA dış kaynaklardan ne kadar beslenmiştir, PKK ne kadar beslenmiştir? IRA İrlanda halkının güvenini ne kadar alabilmiştir, PKK Kürt halkının güvenini ne kadar alabilmiştir? Bu değişkenler çeşitli bakış açılarından çok farklı yorumlanabilecek durumlardır. Bu nedenle iki sorun arasında bir benzerlik kurmak çok kolay değildir. Fakat Garry Adams’ın şu sözleri Kuzey İrlanda kanadının PKK sorununa bakışını yansıtmaktadır: “Sinn Fein temsilcileri Kürtlerle buluştu, sorun hakkında bilgi aldı. Bu yıl partimizin genel kurul toplantısında Kürt sorununun çözümüne destek olunması gerektiğini söyleyen bir önerge geçirdik. Barış için yol haritası tavsiye ettik, uluslararası destek istedik... Türkiye tarafından herhangi bir kimse sorunun çözümü için bizden yardım istemedi, zaten buna gerekte yok, diyeceğim belli: Devlet ve sorunla ilişkili herkes masa başında toplanmalı.” Farklı taşlarla örülse de, kenarda akan manzara bambaşka olsa da gidilen yol aynıdır aslında. Gidilmek iste5

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1070951&Yazar=CENGIZ-CANDAR&CategoryID=97

53


AVRUPA

.

.

Minerva Özel

Elmas SOY

RÖPORTAJ

Kadriye AYDIN

AVRUPA İDEALİ VE AB

B

ugün AB, Uluslararası sistem içerisinde en çok bilinen ve en çok tartışılan örgütlerden biridir. Bunun nedeni ise gerek sahip olduğu kaynaklar gerekse kendine özgü yapısı ‘sui generis’ yapısıdır. Sistemde bölgeselleşme eğilimleri artarken AB’yi diğer örgütlerden ayıran özelliğini Victor Hugo’nun cümleleriyle açıklamak gerekirse; “ABD nasıl yeni bir dünya taçlandırdıysa, bir gün gelecek Avrupa Birleşik Devletleri de eski dünyayı süsleyecektir. Ister benimsensin, ister reddedilsin birlik fikri, hiç durmadan yakılıp yıkılan kasılıp kavrulan bir kıtanın bin yıllık hülyası olarak her zaman varlığını sürdürmektedir.” AB’yi doğru anlamak adına ‘Avrupa Ideali’nden yola çıkarak ve geçmişe atıfta bulunarak günümüz sorunlarını konuştuk.

enerji ve hammadde kaynaklarının savaşın asıl sebebi olduğunu görüyoruz. Enerji dediğimizde o dönemde en önemlisi kömür; hammadde dediğimizde ise demir ve çeliktir. Genel olarak baktığımızda endüstriyel mücadelenin zirvesidir ve mücadelenin sonucu Avrupa’ya büyük zarar ve yıkıntı getirmiştir.

Röportaja başlamadan önce kuruluşundan bu yana AB’nin nasıl şekillendiğini görmek adına kısa ve temel bir ön bilginin hepimize faydalı olacağını düşündük ve Istanbul Teknik Üniversitesi’nden Yrd.Doç.Dr.Levent Kırval Hocamızın anlatımıyla bu bilgiyi sizlerle paylaşıyoruz. Keyifle okumalar! Ikinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan bir yapı olduğunu görüyoruz. Iki dünya savaşından çok büyük yıkımlarla çıkan Avrupa ülkeleri, Avrupa’da tekrar bir barış modeli nasıl kurarız sorusu üzerine düşünüyorlar ve burada da özellikle II.Dünya savaşının sebepleri üzerinde duruyorlar. Savaşın sebeplerine baktığımızda

54

Biz nasıl iktisadi bir model kurar ve modelin içinde kaynakları nasıl ortak kullanırız sorusunun cevabını kömür ve çelik alanında işbirliğine giderek bulmuşlardır. Çünkü savaşlarının temelinde hammadde ve enerji üzerinde ki rekabeti görmüşlerdir ki zamanın en değerli kaynakları da bunlardır. Bu çerçevede Avrupa Birliği(AB), Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu(AKÇT) olarak Fransız Teknokrat Jean Monnet’in fikri önderliğinde ve kendisinin Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ı ikna etmesiyle kurulur. Altı ülke ile başlar: Almanya, Fransa, Italya ve Benelüks ülkeleri(Hollanda, Lüksemburg, Belçika).Bu ülkeler çok kısıtlı bir alanda ekonomik bile diyemeyeceğimiz bir ekonominin bir alt dalında işbirliği ve entegrasyona giderler. Belirttiğimiz gibi enerji ve hammadde kaynaklarında işbirliğine giderler fakat zaman içinde yayılma etkisi dediğimiz olay gerçekleşir ki bu fikri önderliğini yapmış olan Jean Monnet ve arkadaşları tarafından öngörülmüş bir durumdur. Yani biz entegrasyona çok küçük bir iktisadi alanda başlayacağız ama bu zamanla diğer iktisadi alanlara yayılacak


ki entegrasyona başladığımız yer endüstri açısından kilit bir noktadır. Biz Endüstri Devrimini gerçekleştirmiş modern ülkeleriz burada ki sorunumuzu çözerek zaman içinde daha fazla iktisadi bütünleşmeye gidebiliriz ve hatta bir sonraki aşamada siyasi bir bütünleşme ortaya çıkabilir düşüncesiyle hareket ediyorlar. Bu yeni yapısalcı fikirlerin önderliğinde AB iktisadi alanda yayılma etkisiyle zaman içerisinde enerji ve hammadde kaynakları dışında da bütünleşmeye başlıyorlar. Sayıları bugün itibariyle altıdan yirmi yediye çıkıyor. AB’yi iki temel aks üzerine oturtmak mümkün birinci aksı derinleşme ve ikinci aksı genişleme olarak söyleyebiliriz. AB zaman içerisinde derinleşmiştir, birbirinden bağımsız ulus-devletten bir nevi realist devletten daha idealist bir işbirliği yapmaya çalışan ulus-devletlere geçip önce ekonomiyle bütünleşme hareketine başlayıp daha sonra bütünleşme hareketlerinin siyasi alanlara yayılmasıdır. Genişleme ise yani ikinci aksı modelin coğrafi olarak genişlemesidir. Bir yandan derinleşirken bütünleşme hareketine doğru yapısı değişiyor ama zaman içerisinde altı ülkeyle kalmayıp bu yapısı değişen model yirmi yedi ülkeye kadar çıkarak genişleyecek ve bu süreç aşağı yukarı 2000’lerin sonuna kadar 2009 yılında Romanya ve Hırvatistan’ın katılımıyla devam etti. Zaman içerisinde Ingiltere ve Doğu Avrupa ülkeleri üye oldu. SSCB çöktükten sonra komünizmden çıkan ülkeler Batı Avrupa’ya entegre edildiler.Ayrıca burada diğer bir önemli nokta da Doğu Almanya ile Batı Almanya’nın birleşmesidir. Çoğu zaman bu atlanır başka ülkeler söylenir. Ama bizatihi Avrupa’nın içinde olan bir ülke 1950-2000’lerde hem genişleme hem derinleşme açısından önemli adımlar attı.

değil de ulusal sınırların dışında bir barış modeli hayal ediyorlar. Burada da Avrupa’nın ikinci büyük gücü olan ve Avrupa’ya iki sefer büyük sorun çıkartmış olan hem Birinci Dünya Savaşında hem de Ikinci Dünya Savaşında ve Fransa’nın hayal ettiği barış modelinde birazda tehlike oluşturan Alman Milliyetçiliği sebebiyle Fransa, Almanya’yla uzlaşmadan bir Kıta Avrupa projesinin olamayacağını net bir biçimde görüyor. Şunu da belirtmek gerekir: Ikinci Dünya Savaşından sonra Almanya sanayi üretimi açısından önemli bir konuma geliyor. Ama bunu savaş sanayi üretimi yapan yer olmaktan çıkarıp Avrupa’da barış için üretim yapan bir ülke haline getirmek gibi bir fikri var. Bugün de baktığımız zaman AB’nin en önemli üretici, iktisadi motorudur. Hala da Yunanistan, Ispanya, Italya iflas ettiği zaman Merkel in yardım ettiğini görüyorsunuz. Millliyetçilik bazlı bir gücün barışın iktisadi motoru haline getirmeyi AB başarmıştır. Onun arkasında ki fikir babası Fransa’dır. Bu anlamda da başlangıçtan günümüze AB dediğimiz zaman Fransız ve Alman Bloğu çok önemlidir. Daha sonrası Atlantik ötesi, ABD ile ilişkileri iyi olan Ingiltere girecek ve resim biraz daha karmaşık hala gelecektir; ama biraz daha karmaşık hala gelmesine rağmen bugün dahi AB projesi Kıta Avrupası projesidir. Hatta aralarında çekişmeler olduğu zaman Ingilterenin ilk bırakan, eurodan ilk çıkan veya Fransa ve Almanya’nın veto etmesine rağmen Irak’a ilk asker gönderendir. Bu mücadeleyi hep görürüz ama modelin bizatihi kendisi Kıta Avrupa projesidir ve bunun en önemlileri kimler derseniz Fransa ve Almanya’dır.

Bugün dahi İngiltre’nin kendi içerisinde bir çok soru işaret mevcut, kamuoyu yoklamalarında her iki İngilizden bir tanesi AB’den ayrılmaya olumlu bakıyor. İngiltre’nin Türkiye’yi destkleyen bir tutum içerisinde olduğunu düşünürsek olası bir durumda AB’den ayrılması Türkiye ile olan ilişkileri nasıl etkiler?

Almanya ve Fransa öncülüğünde olmasının nedeni nedir? Kıta Avrupası projesidir ve Ingiltere bu resimde yoktur. Kıta Avrupası dediğimiz zaman bu bölgenin temel büyük güçleri; Avrupa’da kendi aralarındaki siyasi sorunu çözmek istiyorlar ama detayına indiğimiz zaman iki büyük neden var. Almanya daha çok burada endüstriyel gücü simgeler; Fransa’da kültürel gücü ve biraz da tarımı, Akdenizliliği simgeler. Bu ikisi Almanya ve Fransa Kıta Avrupasının en büyükleridir. Etki alanları yani Almanya’nın etki alanı dediğimizde Germenik kültürden Hollandadan Isveçten; Fransa dediğimiz zaman Latin dünyasından Italyanlardan Ispanyollardan bahsedebiliriz.

Ingiltere’nin Türkiye’yi AB’ye girmesinde desteklemesi Türkiye’nin hayrına mıdır yoksa AB’yi yıkmak için midir sorusunu ayrıca irdelemek lazım. Ingiltere baştan beri AB’ye mesefeli bir ülkedir. Özellikle iktisadi olarak daha piyasa bazlı modeldir; Kıta Avrupası modelleri ise daha çok sosyal devlet bazlı modellerdir. Ingiltere ise ABD’ye benzer şekilde biraz daha neo-liberal politikalar izleyen modeldir. Temelinde iktisadi bir mücadele söz konusudur.

Fransa’nın özel bir rolü daha var. Burada Fransız Ihtilaline de bakmak gerekir. Böyle bir model inşa edilirken, siyasal katılımlı bir barış modeli, Fransa bir adım öndedir. Yani Voltaire, Rousseau Diderot anlaşılmadan böyle bir model inşa edilemez. Bunların hepsi Fransa’daki kavgalardan çıkmıştır. İşte bu fikir önderliğini yapan Jean Monnetler, Schumanlar hep bu nedenle Fransızdır. Ilk kez tarihte bir nevi yeni bir Roma Imparatorluğu gibi bir ulusal sınır içerisinde barış modeli

Ingiltere’nin AB’ye biraz daha soğuk bakmasında emperyal geçmişinin de etkisi ve küresel finans sistemine daha hakim olması var. Bütün bunlardan hareketle bakarsak Ingiltere’yi ayrı bir şekilde analiz etmek gerekir. Hatta Ingiltere’de Ingilte’nin AB üyeliği için ‘garip üye’ denir. Tarihte de hep sorun çıkartmıştır ki Fransız Cumhurbaşkanı De Gaulle’in Ingiltere için Avrupalı değildir diyerek; AB’ye üyeliğini iki kere veto etmiştir. Burada şu ayırımı yapmak gerekir: Anglo-Sakson kül55


türle zaman içerisinde Kıta Avrupası çok uyuşmamıştır. Bugüne bakarsak AB kendi içerisinde ciddi bir krizin içerisinde ve Kıta Avrupası da bu krizden etkileniyor ve bu çerçevede de modelin yaşadığı sıkıntılar nedeniyle bırakın Ingiltere’yi bir Fransız ve bir Alman dahi modelin geleceği konusunda emin değildir. Burada yapılan bir hesap hatası var: Doğu Avrupa’nın yarattığı maliyetler, iktisadi olarak denetimi çok iyi yapamamaları. Bazı AB’yi suistimal eden ülkeler Yunanistan gibi biraz Ispanya gibi ve bu ülkelerin bazı dönemlerde hükümetleri üzerinde düzgün bir sistem kuramadılar. Bunun sonucunda da bu kötü yönetimin maliyetleri sadece o ülkelerde kalmadı sisteme yansıdı. Çünkü sonuç itibariyle AB iktisadi alanda tek pazar projesi, ortak bir yönetim modelidir. Bu çerçevede gerek Doğu Avrupa ülkelerinin maliyetleri gerek Doğu Almanya ve Batı Almanya’nın birleşmesinin maliyeti gerekse bazı tam üye devletlerin kötü yönetimi sonucunda iktisadi krize girmeleri ve bir de bunlara ek olarak AB’de tek pazar ve serbest ticaret alanının ötesine dönüştürememeleri yani AB’yi iktisadi bir bütünleşme haline getirememeleri ki bunda da attığı eksik adımlar sadece tek pazar projesi olarak kalmalarına ve euro projesi olarak kalması AB’nin yaşadığı sıkıntıların temelinde yatıyor. Daha fazla bütünleşme daha fazla ekonomik planlama beraberinde denetimi getirirdi. Olsaydı bugün yaşadıkları sıkıntıyı çok fazla yaşamayacaklardı. Mesela vergilendirme hususnda da ortak mevzuat çok geliştiremediler, kamunun denetimi konusunda ortak mevzuatı çok iyi geliştiremediler. Burada tabii reel politikanın etkisi de var. Ülkeler klasik ulus-devlete bağlı tezlerinden çabuk kurtulamıyorlar. Bir Fransız kendini hemen Avrupalı hissedemiyor; aynı şekilde diğer üyelerde. Bunu da milliyetçilikleri körükleyerek muhafazakar partiler çok iyi kullandı. Avrupa bir sol bütünleşmesine evrilebilecekken tam tersine sağ bir bütünleşme projesine evrildi. Bütün bunların sonucunda AB’ye olan inanç düştü. Çünkü sermayadarlerin, piyasa ekonomisinin önemli aktörlerinin desteklediği bir model olarak kaldıkça da halkın desteğini alması zordur. Hele bırakın ileri adım olmayı Danimarka Isveç gibi ülkeler tam tersine AB’nin tek pazar politikalarını kendileri açısından bir geri adım olarak görüyorlar. Norveç bu nedenle AB’ye girmiyor. Tabii Norveç’in Kuzey Buz Denizinde bulduğu petrolün de önemi var. Burdan baktığımızda AB, 1950 de hayal edildiğinde bir barış, refah modeli geliştirme ve bütün Avrupa’nın birlikte kalkındığı modeli geliştirme, milli kimliklerin biraz daha geriye itildiği AB yaratma konusunda çok ciddi eksik kaldı ve bu eksik kalma da çok ciddi krizlere neden oldu. Dikkat ederseniz burada Türkiye’yi anlatmadım. Türkiye zaten bu süreçte çok sıkıntılı yıllar geçirdi. Bugün bizim AB’yle olan ilişkimiz yaklaşık elli yılı buldu. AB ülkelerinin kendi içlerinde ki çok temel sorunları çözerken dahi sıkıntı yaşadıklarını görüyoruz. Bir de kendiyle uzun süre savaşmış bir ülkeyle anlaşması kolay olma-

yacaktır. Soğuk Savaş yıllarında Türkiye ve Yunanistan komünizme kaymasın diye ABD itekliyordu. Doğu Avrupa ülkeleri bağımsız olduktan sonra Türkiye’nin önemi azalmıştır.1990’lardan sonra bütün ilgi Almanya’ya, Çek’e, Macaristan’a kaydı. Onun öncesinde ise hem Türkiye’nin yaşadığı iktidar sorunları, 1974 Kıbrıs Harekatı ondan sonra Yuananistan’la yaşadığı sorunlar bütün bağları koparttı. 90’lara geldiğimizde ekonomide ve demokraside ilerlemiştik ama o zaman AB’nin yeni aşkı Doğu Avrupa oldu. Komünizimden kopan ülkeleri entegre etmekti. Aslında şu an sıra bize geldi; ama şu anda da AB krizin içinde. Bu öykü aslında iki aşığın kavuşamaması gibi belki sonunda aşkta bitebilir. Bir taraf ciddi sıkıntıda görmek lazım AB’nin Türkiye’yle ilişkisini tek bir ülkeye indirgemek kolay değildir. AB’nin iki yüzlülüğüyle de bir ilişkisi yoktur. Kabul etmek gerekir ki Türkiye büyük bir lokmadır; bugün yetmiş beş milyon nüfusu olan yarın yüz milyonu geçecek ve tam üye olduğu zaman AB kurumların da en çok sandalyeye sahip olacak ülkedir. Batı’nın çok sevdiği Suriye, Iran, Irak gibi çok stabil ülkelerle komşu olan, etrafı petrollerle dolu, Kıbrıs Meselesi olan, Rusya’yla sorunları olan bir ülke buna rağmen bütünleşme içinde olmak çok zor.AB’ nin kendisi kriz halindeyken daha da zor hale geldi. Son olarak da Türkiye’nin avantajlı bir konuma geldiğini söyleyebiliriz. Şu an için Türkiye iktisadi açıdan iyi gidiyor Avrupa’da kötü gittiğinden dolayı Türkiye’nin iktisadi cazibesi artmıştır. AB sorunlarına çözüm bulmazsa ikinci bir Norveç örneği yaşanabilir, bu iktisadi istikrarı korursa da AB’nin içinde bulunmamak Türkiye’ye faydası da olacak bir durumdur ki AB beraberinde kısıtlamaları da getirecektir. Genel olarak baktığımızda Türkiye, AB idealinden kopmamıştır kolay kolay kopmaz da asıl soru Türkiye nerededir sorusudur.Benim analizimde Avrupa ile uyumlu bir medeniyettir.

Kopenhang Kriterlerine göre Türkiye Avrupalı mıdır? Türkiye’nin Avrupalılığını tartışmak gereksizdir. Biz zaten 1963 Ankara Anlaşmasından o zaman ki Avrupa Ekonomik Toplululuğu(AET)’na aday ülkesi olduğu tanınmıştır. Onun öncesinde 1949 yılında Avrupa Konseyine tam üye olduk. NATO ile AET ile anlaşmalar imzalandı.Bugün bile NATO’dan yardım isteyebiliyoruz ki Türkiye’nin batı bloğunda yer aldığına dair sorun yok; sorun AB’ye entegrasyondadır. Çünkü en güzel pasta o ve kendi aralarında paylaşmak istiyorlar; ama o pasta bugün biraz sorun yaşamaya bozulmaya başladı. O nedenle pastayı şimdi biz yemek istemeyebiliriz.

56


Sizin de belirtiğiniz gibi bir Fransız kendini Avrupalıyım diyemediği için mi ulus-devlet mantığından sıyrılamayıp ‘devletlerüstü’ bir konuma gelemiyorlar?

Yeni ülkelerin katılımıyla birlikte derinleşmenin ve genişlemenin birlikt gitmediğini görüyoruz. Sorunlar biraz da buradan mı kaynaklanıyor?

Bu genel anlamda zor bir şeydir. Böyle bir proje daha iddialı olarak, bir ‘Avrupa Ideali’ çerçevesinde ortaya çıkıyor.Temelinde de Avrupa Aydınlanması var. Bu durum sadece AB için geçerli değil herhangi bir enternasyonalist Uluslararası ilişkilerci ilk bu sorunla karşılaşır. Marksizim de bizatihi kendisi evrensel bir dünya hayal eder; ama ulus-kimliklerini atmak zor bir şeydir. Insanları Milliyetçlik dışında ortak bir paydada buluşturmak, inançlar dışında ortak bir idealde buluşturmak, demokrasi ve insan hakları bazlı ve sosyal devlet bazlı bir fikriyatta buluşturmak zor bir şeydir.

Doğru bir tespit.Bu yaklaşıma çok vitesli Avrupa’da denir. Yani genişlenilen ülkeler modele tam dahil edilemediler ki mevcut ülkeler arasında farklar olmaya başladı. Italya ilk üyelerden biridir; ama o bile şu an ciddi bir krizde; tabii burada Berlusconi’in tavrı, ulusal hatalar da var.Derinleşmenin barışa, refaha doğru olması gerekiyordu. Herkesin biraz nispeten ortak pay aldığı siyasal katılımın olduğu rejime doğru derinleşme şarttı. Bunlara ek olarak bu derinleşmenin yayılması lazımdı; ama bir iki yerde oldu, yayılamadı.Hem iktisaden hem de siyaseten ayrı tellerden çalan, bir dış politika konusunda uzlaşamayan, Irak konusunda olduğu gibi bir çok meselede de anlaşamadılar. Vergiler, sosyal devlet mi olacağız yoksa sosyal devleti koruyan piyasa ekonomisi mi olacak gibi konularda uzlaşamadıklarından AB projesine sahip çıkanlar çoğunlukla kalmadılar. Böyle dönemlerde yaklaşık 300-500 yıllık geçmişi olan ulus-devlet milliyetçiliklerine herkes geri döner çok doğal olarak; o modeli sahiplenir. Avrupa şu an oraya doğru gidiyor; üst seviyedeki ideal yürümedi.Senelerdir gücünü, başarısını kanıtlamış bir modeldir. Belki sonrasında bir ‘küresel iletişim’ modeline, daha idealist bir sürece gidip gitmeyeceğini bekleyip göreceğiz.

AB zorluyor; böyle bir iddianız varsa ortak politikalar geliştirmek zorundasınız. Realizmden sıyrılıp idealist bakmanız lazım. Yani siz AB komisyonunda parlamentosunda dönüp dolaşıp ulusal çıkardan dolayı tartışırsanız Avrupa’da ki halka Italyan’a sen Avrupalı hisset demek zordur. O nedenle elitler seviyesinde de ortak bir bilince ihtiyaç var. İnsan bazlı bir anlayışa ihtiyaç vardır. AB destekçileri içinde 90’larda 2000’lerde böyle bir hayali olan insanlarda vardı.Bir sonraki aşamada AB küresel bir modele ilham olabilir mi soruları vardı. Bütün bunların olabilmesi için AB’nin kendisinin de küresel emperyalizmden ayrılması lazım yani kendi dışında ki ülkelere de eşit mesefade bakması lazım. Bunlar olmadı, hayal gerçekleşmedi; ama hala bu ideale inananlar var. Solu Sosyal Demokratı inanır. Fikren inanmak fiziken olması anlamına gelmiyor. Şimdi tekrar kurtarma fonları Merkel’in tavrı, Fransa’da seçimi Sarkozy’nin kaybetmesi olumlu etkiledi. Bu projeyi Fransa’da da Holland daha fazla destekliyor. Merkel her ne kadar Hıristiyan Demokrat olmakla beraber AB idealine sahip çıkıyor projeyi kurtarmak istiyor. Yunanistan’ın Ispanya’nın fonlanması bu yüzden çabalarını çöpe atmak istemiyorlar. Bu iktisadi problemleri çözebilirsiniz; fakat AB’yi bir barış eşitlik projesi haline getiremezseniz; bütün Avrupa halklarının birlikte kalkındığı hatta bir sonraki seviye ‘küresel iletişim’ modeli haline getiremezseniz; AB projesini piyasa ekonomisi, tek pazar olarak, milli çıkarların öne çıktığı dönüp dolaşıp kavga ettiği bir proje haline getirseniz bu iktisadi sorunu çözerseniz ama bir sonraki iktisadi sorunda batarsınız. AB mevcut sorunlarını çözebilir; fakat AB’nin fikri seviyede bir devrime ihtiyacı var. AB nasıl olmalı, nasıl bir gelecek hayal ediyor bu sorular önemlidir. Bu fikri engelleyenler de var. Çünkü onlar piyasa ekonomisinden ulus-devletten beslendikleri için böyle bir idealist modelin gerçekleşmesini istemiyorlar veya farklı bir model hayal ediyorlar.

57

Avrupa İdeali fikrinin hala yaşadığını söyleyebilir miyiz? Ulusal seviyede, partiler seviyesinde yaşıyor. Sosyal Demokrat sol grupların içerisinde biraz yaşıyor. Hatta bir sonraki ‘küresel model’ için ilham olarak yaşıyor; fakat dediğim gibi fikirle AB’nin mevcut yapısı arasında epey fark var. Bir idealist oyuncular var onlar hala Berlusconi’nin, Yunanistan’ın, Ispanya’nın bankalarının gereksiz fonlanması sebebiyle vazgeçmiş değiller; kötü yönetim nedeniyle ortaya çıkan krizler bu ideali ortadan kaldırmadı. Pratik dünya ve gerçek dünyada model sıkıntı yaşadı.Kısa vadede tekrar o kurum üzerinden kurumsallaşmaya gitmeyi çok göremeyiz. Yani şu anda Avrupa Ideali’ne hala sahip çıkan var ama; Avrupa içinde olmak zorunda değil. Siz AB idealine Avrupa kurumlarının dışında da sahip çıkabilirsiniz. Avrupa Konseyi’nde kültürel seviyede sahip çıkılmaya çalışılıyor. AB’nin sosyal politika geliştirmesi için çaba var ama tek pazarın kendisi kıvranırken sosyal politika geliştir dediğin zaman ortam uygun değil. Fransa’da Holland’ın seçimi kazanması, Almanya’da Sosyal Demokratlarda ki inanç tekrar canlandırabilir. Ingilterede de Işçi Partisi’nin politikaları önemlidir. Buradaki soru şu: AB’nin nereye doğru evrildiği. Avrupa eğer bir ortak refah projesi haline gelirse Avrupa ulusları bunu destekleyebilirler. Avrupa sağ partilerinin bir kısmı getirisi nedeniyle destekledi. Tek pazarın Avrupa sermayedarlarına getirisi çok fazla oldu. Diğer türlü zaten çok kolay AB’yi yıkarsınız ki o da eski sistemine geri döner. Basite indirgediğimizde burada yapılmaya çalışılan ‘Yeni Roma’ inşasıdır; Avrupa


yapamadı geri dönüyor parçalı yapıya o da vardı yenilik değil zaten. Bu dönüşümün güçlü yanları var; ulus-kimlik, etnikkimlik aşarak bir ortak kimlik içerisinde yaşayabilir miyiz mi denedi. Orada da ciddi sıkıntılar oldu.AB dağılabilir; ama ne Roma Ideali ölür ne de bir üst seviyede küresel yönetim modeli ideali ölür. BM’in içinde yaşadığı klasik ulus çıkar kavgaları ilk kuranların fikrini öldürmüyor, BM fikrini de öldürmüyor.Benzer şekilde AB’de yapılan hatalar Jean Monnet’in orijinal fikirlerini öldürmez; ama pratikte o işte biter, hayal edilmeye devam edilir. Burada da net bir şey söylemek mümkün değil bekleyip görmek lazım. Hatta sol bir Avrupa hayal edenlerde var. Bizde AB dediğimiz zaman kapitalist sömürüdür; özellikle sol cephe bunu çok söyler. Birinci aşama olarak kapitalist sistemi ikinci aşama olarakta bunu öngörüyorlar. Bizdeki anlayış bir yere kadar doğrudur; ama bu şu demek değil AB’yi yıkmak değil AB’yi kendi istedikleri gibi dönüştürmek istiyorlar. Ne yazık ki bu tartışmalar Türkiye’ye hiç gelmiyor. Yani bunlar Avrupa’da ki sol partilerin içinde tartışılır.

90’ lı yılara kadar Avrupa ekonomik açıdan dev siyasi açıdan da cüce olarak görülürdü. Bugün bu durum değişiyor mu? AB’yi sıkıntıya sokan kısmı cüce kısmıdır. 90’lı yıllardan sonra aslında o kadar hız kazanamadı. Biraz adalette ve içişlerinde biraz dış politikada adım attılar, ortak güvenlik ve sosyal politika geliştirmeye çalıştılar ama derin meselelerde çok ortak adım atamadılar. Mesela ortak bir vergi politikası, eğitim, sağlık, sosyal devlete mi yoksa piyasaya mı yöneleceğiz konusunda daha makro konularda ortak politika geliştiremediler. O nedenle AB’nin politika geliştirmeyi bırak tam tersine o alanları da piyasa ekonomisi anlayışıyla çözdüler. Almanya’da Merkel iktidarı Fransa’da Mitterrand dönemi tam bir piyasacı anlayışı sürdürdüler. Tek pazar olarak kalsın kendi aramızda ticaret yapalım ve ortak para kullanalım gibi düşünceler vardı. O nedenle siyasi cüceliği devam ediyor. Siyasi cüceliğin devam etmesi bu sıkıntıyı yarattı. Her ne kadar bir iktidar sorunu gibi gözükse de bir yönetm sorunu oldu. Sizin halklara bir ideal sunmanız gerekli öyle bir ideal sunacaksınız ki 300 yıldır sarıldığı ulus-devletten daha cazip olacak bunu sunamadığınız müddetçe Fransız ve Ingiliz milliyetçiliğinin yükselmesine kızmayacaksınız. Senin önermen zayıf kalınca da doğal olarak AB bir üst kimlik olarak insanlar tarafından kabul edilmedi.

Ortak para birimi olarak euro kullanılmaya başlandı fakat ülkelerin maliye politikaları birbirinden farklı bundan yola çıkarak sorunları nasıl değerlendirirsiniz? Euro’ya geçmek tam anlamıyla entegre oldukları anlamına gelmiyor ki ticaret amaçlı geçtiler. Gümrük kotaları için kur maliyeti istemiyorsunuz. Sistem içerisinde çok 58

ciddi açıklar var; bu da çok ciddi bir analiz olarak ortaya çıkıyor. En basitiyle AB müktesabatına bakacaksınız. 1952 yılından itibaren yayımlanır. Schuman Deklarasyonunu ilk sayıdır sonra Roma Anlaşması gelir. Bütün bu resmi gazete AB’nin toplam mevzuatını oluşturur; çünkü çıktığı andan itibaren ulusal hukukun üstünde Uluslararası anlaşma düzeyindedir. Oradaki mezuatın hepsine baktığınız zaman büyük çoğunluğun serbest ticaret ve tek pazar üzerinedir.Buradan da bütün resim ortaya çıkıyor: Bir serbest ticaret alanı olmaktan iktisadi olarak ileriye gidemedi. Siyaseten de gidemedi: Insan Hakları, dış politikada bağlayıcı kararları çok alamadılar o nedenle iktisadi dev denebilir; şöyle o da çok üretiyorlar. Üretiyorlar ama iktisadi mevzuatı ortaklaştırmak manasında değil veya ortak ekonomi bağlamında bir dev değil. Almanya, Fransa, Italya, Ingiltere toplam üretimi çok büyük rakamlar ediyor. Ayrıca dünya ticaretiyle ilgili Çin’in büyüme fikriyatı da oradan çıktı; ama piyasa ekonomisiyle birlikte özgürlük de oradan çıktı.Ülkelerin tarihsel geçmişleri de farklı. Tam uyuşma gibi bir durumları yok; ama endüstriyel ülke olmaları nedeniyle ve son analizde de piyasa ekonomisini net olarak reddetmemeleri demokrasi fikri üzerinde uzlaşmaları nedeniyle Fransız Ihtilali, Avrupa Devrimlerinin aşağı yukarı hepsi için ortak bir payda olması nedeniyle genel resimde hepsini aynı görüyoruz. Bu ülkelerin ortak mevzuatı ve politikası var mı dediğimizde ciddi açık var. Sonuç itibariyle AB’ye temel eleştri bu oldu. Temeline indiğimizde bu niye geliştirilemedi. Çünkü AB projesi elit projesi olarak kaldı halka çok inemedi; halklar seviyesinde daha ideal bir Avrupa bahsettiğimiz gibi refah ve sosyal politakada gelişemedi. Halklar da sosyal modellere bağlı kaldılar. Çünkü onlara yeni önerilen şey daha cazip gelmedi. Siyasi alanlara halkları katmak çok ciddi bir sorun oldu. Şurada görebilirsiniz bunu AB’de bugün iki seçim yapılır: Önce Ulusal Meclis daha sonra da Avrupa parlamentosu seçilir. Bu seçimlerden ilkine halkın katılım oranı %80-90 oranındadır. Bu inanılmaz bir rakamdır; çünkü çoğu Avrupa ülkesi seçime gitmek zorunda değildir. Ondan bir hafta sonra yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılımın %20 gibi oranlara düştüğünü görüyoruz. Bu bile Avrupa projesinin halkın sahiplenmediğini gösteriyor. Neden katılım açısından Ulusal Meclis seçimleri Avrupa Parlamentosu seçimleri arasında fark var, bu dengeyi sağlayamadığınız müddetçe Avrupa güçsüz kalacaktır. İlgisinden ve yardımlarından dolayı Yrd.Doç.Dr. Levent Kırval’a ve iletişim konusundaki desteklerinden dolayı Doç..Dr. Levent Ürer’e teşekkür ederiz. Bu röportaj 11.10.2012 tarihinde yapılmıştır.


BALKANLAR

MAKEDONYA’NIN ÖZEL MİLLİYETÇİLİĞİ BÖLÜNMENİN ARDINDAN BALKANLAR SACİR KAJEVİC İLE BALKANLARDA ETNİK SİYASET ÜZERİNE SÖYLEŞİ

59


BALKANLAR

MAKEDONYA’NIN ÖZEL MİLLİYETÇİLİĞİ M. Cansın SÜSLÜ

B

alkan milliyetçiliğini Avrupa Ahengi’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan milliyetçilik ile bağdaştırarak anlatmak, yanlış olmasa da eksik bir analizdir denilebilir. Napolyon savaşları ardından Avrupa’daki “imparatorluk akrabalığı”( ya da “akraba imparatorluğu”), ölümüne kanayan bir yara alıp sonucunda Fransız Devrimi’ni doğurarak Avrupa haritasını sosyolojik ve siyasal açıdan büyük ölçüde değiştirmiştir. Ortaya çıkan olgulardan milliyetçilik ve bağımsızlık, beraberinde büyük kopuşları ve yine bu olgularla ilintili yeni kavramları getirmiştir. 18. ve 19.yy dolayları –hatta 1648 Westhpalia’sına da gidilebilir- bu kavramların o zamana kadar görülen savaşlara dahi tek başına ve silahsız, çıplak bir şekilde kafa tutacağını gösterir niteliktedir. Bu bakımdan aslında çıplaklık, bazen mühim bazen de hayırlı bir durum olabilecektir.

Makedonya Cumhuriyeti ise, bağımsızlığını kazanmasının üzerinden henüz yirmi yıl geçen bir devlet olarak geleceğe yönelik bahsedilen olgular üzerinden yaptığı planlarda hem kendi içinde barındırdığı etnik gruplar hem de komşu ülkelerle –ki bunun en büyük örneği Yunanistan’dır- yaşadığı sorunlarla sözü geçen milliyetçilik konusunda önemli ve farklı bir yere sahiptir.

Peki Balkan milliyetçiliğini, Büyük Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan milliyetçilikten ayıran durum nedir? Balkan devletlerinin çoğu, -sanki ortak bir akıl yürütülmüşçesine bilindiği üzere- Osmanlı’dan bu milliyetçilik ve bağımsızlık dolayısıyla ayrılmamış mıdır? Kesin bir yanıt vermektense bu konuya eleştirel yaklaşmak, bu çalışmada doğru olduğu savunulan bir analiz şeklidir. Bu bakımdan da Makedonya Cumhuriyeti örneği, milliyetçilik kavramının bu ülkedeki değişik ve hatta değişken özellikleri açısından yararlıdır. Balkan milliyetçiliğinin bahsettiğimiz diğer milliyetçiliklerden ayrımı, onun etnik ve ulusçu yapısında yatar. Tarihsel açıdan bakıldığında çok güçlü olan etnik yapılar, Balkan ülkelerinin bağımsızlık ve milliyetçilik anlayışını Avrupa Ahengi sonrasında çıkan olayların bir sonucu ya da yan ürünü olmaktan öteye taşır. Bu yaklaşım ırkçı ve şovenist bir milliyetçilikten çok etnik temelde geleceğe yönelik bir özelliği bünyesinde barındırır.

Makedonya Cumhuriyeti üzerinde ve bu ülke adına yapılan milliyetçilik tartışmalarının, başat olarak birbirine zıt iki durumdan oluştuğunu söylemek sanıyorum ki yanlış olmaz. Bunlar savunma ve atak başlıkları üzerinde toplanabilir. Savunma başlığı, genel olarak Makedonya’nın nispeten kısa bağımsızlık tarihinde önemli bir yere sahip olduğundan bu konuya daha faz60


la eğilmek doğru olacaktır. Zira özelde Arnavutluk ve Yunanistan örnekleri üzerinden izlenecek bir yol, genel olarak Balkan milliyetçiliğinin Makedonya Cumhuriyeti üzerindeki etkilerini aydınlatma konusunda etkili olacaktır. Bu duruma bir bakıma bağımsızlığın getirdiği güç, ayakta kalma kavgası ve bu durumun doğal bir sonucu olarak ülke içi ve dışı bir takım sonuçların yol açtığı da söylenebilir. Ancak şüphesiz ki bunun tarihsel yanı da büyük ölçüde önemlidir. Bu bağlamda konuyu ’91 sonrasından itibaren ele alırken tarihi de unutmamak lazım gelmektedir.

Makedonya, artık Yugoslavya’nın sorunlarının ortağı değil kendi sorunlarının öznesi durumundadır. Dolayısıyla “Büyük Arnavutluk” gayesini gerçekleştirmek amacıyla çeşitli faaliyetler gösteren Arnavutlara Makedon yönetiminin şiddetli bir baskı politikasıyla karşılık vermesi kaçınılmaz durumdaydı. Zamanla iki tarafın da silah kuşanarak ve örgütler kurarak bu ülkü üzerinde çatışması, olaya uluslararası ve ulus-ötesi örgütlerin girmesini zorunlu kılmıştı.NATO ve AB’nin olaylara müdahil olmasıyla sorun bir şekilde çözülebilmiş ancak; ortada kalan o “özel” milliyetçilik her iki taraf için de bir nevi kalıcı olmuştu. 2002’de Arnavutların Arnavut Demokratik Partisi ile siyasi hayata fiilen entegre olması, tarihsel açıdan bakıldığında Arnavutların temel haklarını elde ettiğinin bir göstergesi olabilir. Buradan yola çıkıldığında 2006 seçimlerinde kurulan hükümetle aynı partiyle koalisyon yapan Arnavutların, 2008’de Kosova’ya bağımsızlığını “kazandırmaları”, milliyetçilik ateşinin sönmediğini gösterir durumdadır.

Makedon milliyetçiliğinin dinamiklerine değinecek olursak, bunları iç ve dış olarak gruplandırabiliriz. Makedonların aslında Bulgar ve Sırp olduğunu iddia eden milliyetçi görüşlerin yanı sıra, nüfusun Makedonlar dışında çoğunluğunu Arnavutların oluşturmasının, iç dinamiğin dışarda da dolaylı -ve aslında büyük- bir etki yarattığı görülür. Bu sorunun temeline kısaca bakacak olursak;

Makedonya milliyetçiliğinin karşılaştığı ve onu uyanmak için zorlayan sorunların komşu ülkeleri ilgilendiren kısmının da olduğunu belirtmiştik. İşte bu kısımda da özne Yunanistandır.

Aslında sorun, Makedonya’da Arnavutlara –en azından 2000’lere kadar- temel haklarında yapılan kısıtlamalar. Arnavutlar doğal olarak kendi dillerinde eğitim görmek, ülke içinde bir kimliğe sahip olmak ve siyasal hayata katılmak gibi haklarını hayata dökmek istemektedirler. Ancak Makedon yönetimi, bu hakları ya sıkı bir şekilde kısıtlamış ya da tamamen kaldırmıştır. Yine doğal olarak Arnavutlar da bu duruma tepki göstermiştir. Tarihe bakıldığında birçok örneğine rastlanabilecek bu durum, bahsettiğimiz konuda verilen tepkinin şiddetinde farkını ortaya koyar. Şiddet kavramını somut bir anlamda tezahür etmek doğru olur çünkü gerçekte de yapılan, hakları savunmak için şiddete başvurmaktır. Etnik ve dinsel bakımdan Makedonlardan farklı olan Arnavutların davalarına komşu ülkelerdeki Arnavutlardan da destek gelmesi sorunu Makedonya’nın iç meselesi olmaktan tamamen üst bir seviyeye taşımıştır. Artık işin içinde Arnavutluk ve Kosova daha keskin bir şekilde vardır ve bu unsurların olası bir birleşme korkusu Makedonya’yı sarmıştır.

Bilindiği üzere coğrafi olarak Makedonya üç bölgeden oluşmaktadır: Makedonya’nın kurulduğu “Vardar Makedonyası”, Bulgaristan toprakları üzerinde kalan “Pirin Makedonyası” ve Yunanistan toprakları üzerinde kalan “Ege Makedonyası”. İşte Yunanistan ile Makedonya arasındaki sorunun temeli, Yunanistan’ın kendi toprakları üzerinde kalan Ege Makedonyası’nı sahiplenerek bu topraklar üzerinde tarihsel bir hak iddia etmesi ve dolayısıyla yeni kurulan “Makedonya Cumhuriyeti”ni tanımayarak –hatta bu ismin varlığını dahi redderek- uluslararası camiadaki nüfuzunu kullanıp Makedonya Cumhuriyeti’nin tanınmamasını sağlamaya çalışmasıdır. Buna doğal bir tepki olarak Makedon milliyetçiliğinin dozunun artış göstermesi tabiidir ve belki de kaçınılmazdır.

Milliyetçiliğin bu derece etkili olmasının önemli bir sebebinin etnik farklılıklar olduğundan bahsettik. Makedonya Cumhuriyeti’nin ilanı ile Makedon kimliğinin yaratılması, bölgedeki emperyalist gayeleri engellemek amacıyla Tito tarafından bilinçli bir şekilde uygulanan bir plandır. Belki de bu yüzden, Sırp, Bulgar, Yunan, Arnavut milliyetçiliği aslında bir Makedon ulusu olmadığını ve ortada bir ulus varsa bunun kendilerine ait olduklarını savunmaktadır. Bu nedenledir ki yeni oluşturulan bu cumhuriyete karşı çıkmışlardır. Bu açıdan bakıldığında Makedon ulusunun da kendi kimliğini savunması garip görünebilir ancak refleks olmaktan uzaktır. Bilinçli bir şekilde yaratılan bir ulusun bilinçli milliyetçiliğidir.

Aslında bu sorun çerçevesinde Yunanistan, Makedon yönetiminin bahsettiğimiz “Ege Makedonyası” üzerinde hak iddia edeceğinden ve bu bölgenin mirasçısı olduğunu öne sürerek bir birleşme amacı güdeceğinden korkmaktadır. Çünkü duruma bakılacak olursa, bunun sonucu Yunanistan’ın iç işlerinde büyük sıkıntılara yol açabilecektir. Bu yüzden uluslararası sistemde Yunanistan’ın Makedonya Cumhuriyet’ine tepkisi çok net ve serttir. Örneğin; Yunanistan, “Makedonya Cumhuriyeti” ismini kabul etmemektedir. Bunun yerine “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti” ismini kabul etmekte, Makedonya Cumhuriyeti’ni bu isimle tanımakta ve dahası uluslararası örgütlerin de bu isimle tanıması konusunda hatırı sayılır derecede baskı yapmaktadır. Öyle ki, Birleşmiş Milletler bu ismi kabul etmiştir.

Yugoslavya’nın dağılma sürecinde bağımsızlığını çatışma yoluyla kazanmayı tercih etmeyen tek ülke olan

Makedonya bölgesinde bulunan halkların aslında Makedon olmadığını iddia eden Yunanistan, içten içe 61


bölgedeki milliyetçiliği körüklemiştir ve bu konu iki ülke arasında büyük tarihsel ve sosyo-kültürel tartışmalara sebep olmuştur. Makedonya Cumhuriyeti’nin anayasasında bölgedeki halkın Makedon olduğunun ve bu halkın haklarının ne pahasına olursa olsun korunacağının altı çizilerek belirtilmesi, Yunan kesimini daha da kışkırtmıştır. Öyle ki Yunanistan, Makedonya bayrağının üzerinde Yunan kültürünü simgeleyen ögelerin olduğunu savunarak bu bayrağın değişmesini şiddetle talep etmiştir. Bu baskılar sonuç vermiş ve Makedonya’nın bayrağı 1995 yılında şimdiki şeklini almıştır.

95’ten günümüze

92-95 arası Makedon yönetiminin bu konuda uzlaşmacı tavır sergilemesi, belki de iki ülke arasındaki sorunların çözümü açısından bir milat olmuştur. Bu tarihten itibaren Yunanistan’ın ısrarlı politikaları sonuç vermeye ve Makedonya da sorun teşkil eden konularda geri adım atmaya başlamıştır. Makedon anayasasındaki bazı ibareler değiştirilmiş, Yunanistan’ın kabul edeceği seviyeye indirilmiştir. Bu dönemde Yunanistan da Makedonya’nın uluslararası sistem içerisindeki rolündeki etkisini olumlu yönde değiştirerek, bazı örgütlere girmesini sağlamıştır. İsim tartışması sorun olarak varlığını bir süre daha sürdürmüş olsa da bu iki ülke arasındaki ilişkilerde önemli gelişmeler yaşanmıştır. Sonuç olarak baktığımızda, Makedon milliyetçiliğinin “kışkırtıldığını” söyleyebiliriz. Ancak bu fazla iyimser bir yaklaşım olurdu. Zira aslında milliyetçiliğin bu konuda olduğu gibi tarihi mirasçılık ve etnik köken unsurlarını barındırması onun kışkırtılmaya hazır olduğunu ancak bu kışkırtmanın sadece o ülke içindeki azınlıklar ya da komşu ülkedeki faktörlar tarafından olmayacağını, ülkenin bizzat kendi kendisinin milliyetçiliğini de kışkırtabileceğini görebilmekteyiz. Bu nedenledir ki Makedonya’da, bahsedilen her iki unsur için sağlanan barışın temelinin zayıf atıldığını söyleyebiliriz. Bu temelin, yöneticilerin uzlaşıcı politikaları ve ilerleyen süreçte ülke içinde izlenene ılımlı yaklaşımlar sayesinde sağlamlaşacağını belirtmek, iyimser ama aynı zamanda gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. 62


BALKANLAR

BÖLÜNMENİN ARDINDAN BALKANLAR Ezgi ŞİMŞEK

D

ünyanın belki de gelmiş geçmiş en büyük yıkımıydı İkinci Dünya Savaşı. Ardından sadece yıkım ve çaresizlik değil, sonraki elli yıla hükmedecek duyguları da beraberinde getirmişti. Savaşın etkisini hissetmeyen hiçbir ülke kalmamıştı. Zira savaşın bitmesi demek insanlığın barışa hemen kavuşabileceği anlamına da gelmiyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan kutuplaşma, aktörleri ABD ve Rusya olmakla beraber tüm dünyayı etkisi altına alacaktı. Soğuk savaş, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından büyük güçlerin nüfuzuna girmiş olan Balkanlarda da etkisini gösterecekti. Tito, Yugoslav Birliği ile güçlü bir ülke kurmayı amaçlamıştı ancak bu dönemde esen milliyetçilik rüzgarları Yugoslav Birliği’ni sarmakta da geç kalmayacaktı. Tito, büyük bir inançla bu birliği kurmuş ancak dağılışını görememişti. Ölümünün ardından milletlerin bir arada yaşaması için çaba gösterilse de o dönemde bunun reel anlamda istenilip istenilmediği tartışılmalıdır. Yugoslav birliği, gerek soğuk savaşın, gerek dış mihrapların, gerekse milliyetçilik olgusunun etkisiyle yıkılmıştı. Peki ya sonra? Bundan sonraki gelişmelere değinecek olursak iki kutuplu sistemdeki güç mücadelesini ve bunların Balkanlara etkisini daha rahat görebiliriz.

Balkanlarda bir çözülme yaşanmaktaydı. 1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlığını ilan etmişti ancak bu noktada Bosna Hersek onlar kadar şanslı değildi. Bosna Hersek 3 Mart 1992’de bağımsızlığını ilan etti. Ancak bu süreç Bosna için çok kolay olmayacaktı. Bosna’nın bağımsızlığını 3 yıl sürecek ve bir vahşete sahne olacak olan Bosna Savaşı izledi. Avrupa Birliği ise bu dönemde ekonomik olarak şekillenen yapısına yeni kazanımların peşindeydi. Ortak Güvenlik ve Dış Politika. Bu açıdan Bosna Savaşı bir dönüm noktası olabilirdi. Bu Avrupa için büyük bir fırsattı. Ancak AB güvenlik konusunda çok yeniydi. Bu kriz NATO tarafından çözülmeliydi. Sonrasında ABD’nin de devreye girmesiyle başlayan görüşmeler sonucu taraflar Dayton Anlaşmasını imzaladılar.

Bosna Hersek Savaşı ve Dayton Anlaşması Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte iki kutuplu sistem tek kutuplu bir hal almıştır. Tek güç olan ABD ‘ büyük tasarım ‘ olarak adlandırdığı bir proje ortaya koymuştur. Bu proje serbest piyasa ekonomisi ve parlamenter demokrasiyi öngörmektedir. Bu sisteme geçilmesiyle birlikte Yeni Dünya Düzeninin ilkeleri uluslararası hukuka aykırı eylemlerin kabul edilmemesi ve uluslararası hiçbir politika aktörünün kuvvet kullanımıyla toprak kazanımına izin verilmemesi olarak belirlenmiştir.

Bu anlaşma bir katliamı durdurması niteliğiyle oldukça önemlidir ancak maddelerine baktığımızda bir tutarsızlık da söz konusudur. Nüfusu az olan Sırplara Boşnaklardan çok toprak ve hak verilmesi, Sırpların güç yoluyla adaletsiz kazanımlar elde etmesine neden olmuştur.

Tito, Yugoslavya’yı ‘millet-üstü’ bir ülke olarak yaratmaya çalışmıştı. Ortak bir kimlik yaratmaya çalışmış ve bu sayede cumhuriyetleri bir arada tutmuştur. Ancak Tito’nun ölümüyle Yugoslav topraklarında kendini gösteren milliyetçi akımlar, bir Sırp milliyetçisi olan Miloseviç’in Sırplara hitaben yaptığı konuşmada karşılığını bulmuştur. Miloseviç saf ve üstün bir Sırp Cumhuriyeti kurmak istiyordu. Bunun için de Kosova ve Voyvodina bölgelerinin özerkliğinin kaldırılması ve yeni kurulan Cumhuriyetlerin Federasyon içinde eritilmesi gerekliydi. Bunun için kullanabileceği iki yöntem vardı ; baskı ile göçe zorlama ya da etnik temizlik yapma.

Kosova Sorunu Miloseviç’in Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerinden rahatsızlık duyduğunu belirtmiştik. Özerkliğin kaldırılması ile Kosovalı Arnavutlar da bağımsızlık yoluna gitmiş ancak BM gündemine bile alınmamıştır. Ayrıca Kosova’nın bağımsızlığını kazanması pek çok etnik unsuru bünyesinde barındıran Balkan coğrafyası için bir örnek teşkil edebilir, bu da ardı arkası kesilmeyen ba63


KAYNAKÇA ÜLGER İrfan Kaya, Yugoslavya Neden Parçalandı?, Seçkin Yayıncılık, 2003 KENAR Nesrin, Yugoslavya Sorununun Ulusal ve Uluslararası Boyutu, Palme Yayıncılık, 2005 http://www.bilgesam.org/tr/index.php

ğımsızlık ilanlarını beraberinde getirebilirdi. BM bu sorunu 1998 yılında gündemine almıştır. İnsan hakları ihlallerinin artması BM’nin bu konuda daha duyarlı davranmasını zorunlu kılmıştır. BM Kosova’yla ilgili aldığı kararda bu sorunun Yugoslavya’nın toprak bütünlüğü çerçevesinde çözüleceğine dikkat çekmiş, ayrıca bu çözümün de arttırılmış statü şeklinde olacağını belirtmiştir. Arttırılmış statüden kasıt ise özerkliğin genişletilmesi ve kendi kendini yönetim hakkının verilmesidir. Kosova Sorunu, 17 Şubat 2008’de bağımsızlık ilanı ile yeni bir boyut kazanmıştır. Kosova’yı tanıyan ilk Cumhuriyetler ABD ve Türkiye olurken: Rusya, Sırbistan ve Yunanistan gibi ülkeler Kosova’yı tanımayacaklarını ilan etmişlerdir. Balkanlar Krizi Karşısında Türkiye’nin Tutumu Balkan toplumlarıyla Türk toplumunun ortak bir tarih mirasına sahip olması, Türk kamuoyunun bu krizler karşısında duyarsız kalmamasını sağlamıştır. Türkiye’nin bu dönemdeki balkanlar perspektifi de tutumu da Balkan sorunları karşısında aktif rol üstlenmek olmuştur. Ancak Türkiye’nin takındığı tavır, kuvvet kullanmak yerine krizi diplomatik yollarla çözüme kavuşturmak olmuştur. Kosova krizinde ise: Türkiye, Kosova’ya müdahale amaçlı giden NATO uçaklarına hava alanlarının kullanılması, birlik yardımı gibi katkılarda bulunmuştur. Genel olarak Türkiye’nin Balkan politikası, Batılı ülkeler ile ortak bir tutumla orta yol bulma şeklinde tanımlanabilir. Balkan milletlerinin, nice yıllar ortak bir çatı altında yaşam sürdürseler de siyasal konjonktür değiştiği anda birbirleriyle savaşır hale gelmesinde şüphesiz ki etnik tabakalaşmanın rolü çok büyüktür. Sonuç olarak diyebiliriz ki bu etnik çekişme, çok ötelere giderek milliyetçi hırsları da beraberinde getirmiş ve uzun uğraşlarla oluşturdukları Yugo-Slav birliğini göz göre göre yıkmışlardır.

64


BALKANLAR

.

.

Minerva Özel

RÖPORTAJ

Gizem YILDIRDI

SACİR KAJEVİC İLE BALKANLARDA ETNİK SİYASET ÜZERİNE

T

arifi imkansız acılara, katliamlara, sönmeyen yangınlara sahne olan Balkanlar’ın en sancılı yıllarıdır 90’lar. İşte o günleri yaşamış olan Saćir Kajević ile görüşmek üzere İstanbul-Bayrampaşa Yıldırım Mahallesi’ndeyim. Karadağ’dan göçen Saćir Kajević Balkanların en sancılı yıllarına tanıklık eden bir göçmen. Yaşanmış olan sıkıntıları en iyi yaşayanların anlatabileceğinden hareketle görüşmek isteğim Saćir Kajević Beyle Türkiye’ye yerleştikten sonra geçimini sağlamak için açtığı lokantada tanışıyor ve sohbetimize başlıyoruz.

“Ben oğluma sadece tıraş yapmayı öğrettim. Savaşmayı bilmezler.”

Gizem YILDIRDI: Babanız Yugoslavya Komünist Partisi’nde milletvekiliydi. Siz de uzun yıllar Karadağ’da polistiniz. Deneyimlerinize dayanarak soruyorum: Sizce Balkanlardaki etnik siyasetin temeli neye dayanıyor?

Yer: Yıldırım Mahallesi Tarih:11.10.2012 (Söyleşinin doğallığını bozmak istemedim. Saćir Kajević Türkçe’yi tam olarak konuşamıyor. Kız kardeşi de Türkçe’yi çok zor konuşuyor. Düşüncelerini beraber aktardılar. Çoğu zaman iletişimde zorlandık. Ben de göçmenlerin iletişim anlamında çektikleri sıkıntıları yoğun bir şekilde aktarmak için anlatım diline dokunmadan aktarıyorum.)

65

Sacir KAJEVİC: Kaynağını araştıracak olursak biz 5. Sınıftan itibaren tarih derslerinde hep şunu gördük:”En büyük düşman Türkler. ”Bu eğitim hayatımızda sürekli empoze edilmeye çalışılıyordu. Hep Türklerin barbarca gelip küçük çocukları annelerinden koparıp İstanbul’da nasıl devşirdiği, müslümanlaştırdığı anlatılırdı. Bu devşirilenler de hiçbir zaman topraklarından koparılışı, ailelerinden ayrılışı unutmazlardı. Her çocuk bunları ezbere bilirdi. Bizim tarih biraz acımasız. Türk askerler, girdiği topraklardaki insanları çivili kazıklara oturttururmuş, barbarca evlere saldırırlarmış. Bize üniversite de dahil olmak üzere hep bunlar okutuldu. Beyinler bu şekilde yıkanırdı: Türkler katil! Türkler katil!


G.Y.: Geçtiğimiz günlerde Tomislav Nikolić, “Srebrenitsa’da yaşananlar asla soykırım değildir. Sırplardan bazı kişilerin gerçekleştirdiği, tamamen münferit bir suçtur. Parlamentomuz bunu zaten güçlü bir şekilde kınarken, bundan ‘soykırım’ diye söz etmemiştir ”dedi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Böylece küçük yaşlarda Türklere ve Türklere ait olan her şeye karşı öfke beslemeye başlanıyordu. Yerleşen Türklerle yapılan evlilikler hep sorunlu oluyordu. Evliliklerdeki patlamalarda eğer siz Türk iseniz sorun sizin Türk oluşunuz oluyordu ve size Türk olduğunuzu söylerken bunu bir hakaret olarak söylerlerdi. Balkan topraklarında beraber yaşayabilme pamuk ipliğine bağlıydı zaten. Bunu örnek verdiğim küçük bir ailede bile görebiliyordunuz. Hala da öyle! Ufak bir kıvılcım tüm Balkan coğrafyasını yakıp yıkmaya yeter. Karadağ’da yaşasak da bakıldığında tüm bu empoze edilen ırkçı yaklaşımın sonucunu şuradan alıyoruz. Radovan Karadžić ve savaşta faşist faaliyetleriyle namsalmış birçok general Sırp değil, Karadağlı. Karadağ’da şarkılarda bile Türk düşmanlığı vurgulanırdı. Kışları dedelerinin etrafında toplanan çocuklar dedelerinden hep Türklerin nasıl onların atalarını katlettiğini, atalarına saldırdığını dinlerlerdi. Gelen giden tüm devlet başkanları hiç bir şey yapmıyorlardı. Bu durum işlerine geliyordu çünkü.

S.K.: Aynı Milosevic gibi. Böyle söylüyor çünkü oy potansiyelini kaybetmemek istiyor. Birçok insanın içinden geçeni böyle açıklamalarla dışa yansıtıyor ve tüm milliyetçileri peşinden sürüklüyor. Ne kadar savaşmayalım deseler de yeri geldiğinde barış mesajı verseler de muhafazakâr yanları hiçbir zaman yok olmadı ve izin verilse aynı şeylerin yaşanacağından emin olabilirsiniz. Ama şuan böyle bir ihtiyaç yok. Balkanlarda çıkacak bir savaş özellikle ekonomik yönden gerileyen Avrupa için çok sakıncalı bir durum. Gündemde zaten Ortadoğu var. İkinci bir gündem yaratacaklarını sanmam. Ama olası bir savaşta bu korkunç nefret ve önyargılar Balkanları sona götürür.

Tüm bu bahsettiklerim birinci neden. İkincisi din. Bakıldığında Kuran’da ondan önce gelen dinlere, peygamberlere ve tüm yaratılanlara saygı var. İncil’de de başkasının hakkına girmemek, canını almamak, yaratılana saygı duymak var. On Emir’de de bunlar var. Tito zamanının belki de en kötü hatta tek kötü yönü buydu. Komünizm zamanında din yok olmuştu. Sırplar da kontrolden çıkmıştı, fanatikleşmişlerdi. Özellikle 1992’den sonra bu kontrolden çıkış arttı. Sadece Müslümanlara değil herkese karşı. “Sen zenginsin gel”. Güce dayalı bir yaşam söz konusuydu. Bakıldığında ekonomik bir savaştı. Din ise burada işe yarayan bir araç. Balkanların yüzyıllardır hassas konuları çok iyi biliniyordu. Din ve tabi Sırpların ırkçı yaklaşımları… Dünya bunu çok iyi kullandı.

G.Y.: Devlet başkanlarının eylem ve söylemlerinde etnik siyasete başvurduğunu mu düşünüyorsunuz? S.K.: Tabi ki. Çoğu bunu kullanıyor. Milliyetçiliği taze tutacak ne varsa yapıyorlar ve tabi bunun meyvelerini de seçim zamanı topluyorlar. Zamanında Alija Izetbegović’in din üzerinden siyaset yapmasından farksız. G.Y.: Son cümlenizi biraz açar mısınız? SK: Alija Izetbegović din üzerinden siyaset yaptı. Düşüncesi Enternasyonal’e karşı Panislamizm politikası… Alija Izetbegović Sırp cephesini kışkırtıyordu. Sırplar barışa ne kadar uzaksa Alija Izetbegović ‘de bir o kadar uzaktı. Sırpların aksine biz nefretle büyütülmedik, ılımlıydık. Ama bu gergin havada ne kadar ılımlı olabilirsiniz? Sırplar yaptıklarıyla Müslümanların iyi niyetini tükettiler ve Müslümanlar arasında da fanatizm tırmanmaya başladı. Bu fanatizmde Izetbegović’in rolü büyüktür.

Yugoslavya giderek büyüyordu. 1980’li yıllara geldiğimizde sanayi çok artmıştı. Köylerde bile fabrikalar vardı. Amerika’ya araba satıyorduk. Silah üretiminde Rusya’dan sonra başta geliyorduk. Bizim kasabamız 25.000 nüfusluydu. Kasabamızda on fabrika vardı dolayısıyla herkese iş vardı. Sigortalı çalışıyordu tüm işçilerimiz. Eğitimi, sağlığı devlet karşılıyordu. Yugoslavya’nın bu gidişatı işlerine gelmedi ve dini kullanıp parçaladılar. Sırbistan’da bundan faydalanıp tüm fabrikaları tüm toprakları alıp “Büyük Sırbistan” hayalini gerçekleştirmek istedi. Dağılıştan sonra faşizm gerçekten çok arttı. Bana Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecindeki Sırp İsyanı’nı anımsatıyor. Toparlayacak olursak, öğretilen Türk düşmanlığı, din ve komünizm sonrası inançlardan uzaklaşan Sırpların parçalayıcı ve milliyetçi ‘Büyük Sırbistan’ hayali tüm bu yaşananların arkasında yatmakta. Ve insanların hala içinde bu düşünceler tütmeye devam ediyor.

Savaşla beraber artık Müslümanlar da birbirlerine kenetlenmişlerdi. Başlarında da Alija Izetbegović vardı. Bunun sonunda Izetbegovic kahraman olacaktı. Bu kahramanlık uğruna Srebrenitsa’yı feda etti. Durdurulabilirdi. Gel gelelim Alija Izetbegović müdahale edilsin diye Srebrenitsa’yı kurban etti ve başta Balkan Coğrafyası olmak üzere tüm dünya bu katliamı izledi. Hem Bosna açısından, hem Sırbistan açısından Srebrenitsa katliamı son derece politikti ve iki tarafın da politik anlamda zararlı çıktığını söyleyemeyiz. Zararlı çıkan yakınlarını kaybeden binlerce sivildi… İki tarafın tarihe yaşanan vahşetin katliam olarak geçmemesi için anlaştığı bile söyleniyor. Bu gerçekten çok acı verici.

66


G.Y.: Barış içinde bir Balkan Coğrafyası’ndan söz etmemiz mümkün değil mi? SK Aslına bakarsanız bir apartmana giriyorsunuz. İçinde Çingene var, Sırp var, Hırvat var, Boşnak var. Bir arada yaşıyorlar hiçbir şey olmamış gibi. Ama savaş çıktığı anda birbirlerini yok edebilirler. Savaş sonrasında bireysel silahlanma çok arttı. O yüzden diyorum ya, olası bir savaş büyük bir felakete sürükler, geri dönüşü olmayan bir felakete.

saldırısına maruz kaldık. Bize Türk olmadığımız için saldırdılar sanırım fakat benim dedemi Konya’dan yerleştirmişler Karadağ’a. Soyadımız Kaya’ydı. Tito zamanında Kajezić oldu. Ama işe milliyetçilik girince sonunun trajedi olması kaçınılmaz oluyor. Bizimki biraz trajikomikti. Buradakilere göre buraya ait değiliz, oradakilere göre oraya ait değiliz.

G.Y.: Savaşta oradaydınız. Bizimle paylaşmak istediğiniz bir anınız var mı? S.K.: Benim buraya göçmeme neden olan olayı paylaşmak isterim. Savaş zamanında Srebrenitsa’dan Karadağ’a kaçan çok oldu. Mültecilerin yerleştiği bölgeler vardı. Bazılarının da Karadağ’da yazlıkları vardı, oraya yerleşiyorlardı. Ben o zamanlar Karadağ’da polistim. Bir gece vardiyasında, kamyonlar gördük. Durdurdum. “Nereye gidiyorsunuz?” dedim. “Evlerimize gidiyoruz.” dediler. “Kalıp da niye ocağınızı savunmadınız?” dedim. “Ben oğluma sadece tıraş etmeyi öğrettim. Savaşmayı bilmezler.” dedi. Ben de geçmelerine izin verdim. Yine bir gece vardiyasında karakola gittim. Karakolu mültecilerle doldurmuşlardı. Özellikle gençti çoğu. “Ne oluyor?” diye sordum. Gördüklerim benim geçen vardiyada geçmelerine izin verdiğim mültecilerdi. Benimde Müslüman olduğumu biliyorlardı. “Saćir hadi sen devriyeye çıkıyorsun.” deyip beni uzaklaştırdılar. Karakolun arkasında istasyonda Sırpların plakaları olan otobüsler vardı. Daha sonra öğrendim. Hepsini onlara bindirip götürmüşler ve hepsini katletmişler. G.Y.: Bu yaşananların üzerine mi Türkiye’ye geldiniz? S.K.: Karadağ’da çok milis güç vardı. O kadar çok vahşete tanık olduk ki. Üç dayımı Karadağ’da ortada hiçbir neden yokken kendi topraklarında öldürdüler. Geceleri Müslüman evlerine baskın yapılıyordu. Artık bizim hayatımız da tehlikedeydi. Komşumuz Sırp’tı ve babama bizi bir yere kadar koruyabileceğini eğer öğrenilirse çocuklarına zarar verecekleri için bir an önce kaçmamız gerektiğini söyleyerek uyardı. Başka çaremiz yoktu. G.Y.: Türkiye’de zorluklarla karşılaşıyor musunuz? S.K.: Ben polisim, fakat Türkiye’de bir dükkan açtım, esnaflık yapıyorum. Daha çok göçmenlerin bulunduğu bir mahallede yaşadığımız için çok zorlukla karşılaşmıyoruz. Burada çoğunluktayız. Azınlığa düştüğümüz anda zorlukların başlayacağına eminim. Ötekileştirilirdik mutlaka. Bunu da şuna dayandırarak söylüyorum. Geçtiğimiz aylarda Türkiye Milli Takımı bir Avrupa ülkesine yenilmiş. Tam hatırlamıyorum, maçı dahi bilmiyordum. Bizim buraya saldırı oldu. Anlamda veremedik. Molotof

67


SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAM

SOYUTLAMA

ŞEYTANIN SAATİ

F

ernando Pessoa‘yı, edebiyatın kendine özgü kişilik oluşturabilmiş yazarları arasında görebiliriz. Pessoa 1935 yılındaki ölümünden sonra sandığından çıkan binlerce sayfanın yayımlanması ile tanınmaya başlamış bir yazardır. Onun gizemi ve satırlarındaki farklılığın anlaşılması ise bu süreçten sonra çokta geç olmadı. Mistisizm, Simya gibi takıntı derecesinde önem verdiği konular onun tüm hayatını kaplamaya yetmişti. Binlerce sayfa dolusu bir sandık ise onun tüm hayalinin somut hali idi. Yüzyıllardır konu edilen kavramlar üzerinden Şeytanın Saati adlı kitapta Fernando Pessoa gibi düşsel ve bu düşü sır ile ve derinlik ile harmanlayarak ileten bir yazara bakmaya çalışmak güçlükle karşılaşılacağı riskini bizler içinde taşımışsa da bir yapıtta özgürce aradığın anlamları bulabilmek, varacağın yerin güzergahını kendin belirleyerek kağıda dökmek ve tüm bunları Pessoa‘nın derinliğinde ayrı bir keyif ile gerçekleştirmek tadına karşılık,kuşkusuz bu durum bizler için kendini soyutlama çalışmalarının eşsiz zevkine bırakmakta gecikmedi. Bizler için verdiği keyifi tüm okuyucularında alması dileğiyle...

68


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

İyi ve Kötünün İnsana Yaklaşımı M. Cansın SÜSLÜ

K

ötü ve İyi. Âdemoğlu’nun “yaratılış”tan beri kazanmakta olduğu en çetrefilli tecrübe. Bir çırpıda okunduğu kadar basit olmadığı herkesçe aşikâr olan bu kavramların özü, Şeytan’ın Saati’nde Fernando Pessoa tarafından birebir, herkesçe kabul görüldüğü üzere kötülüğün kaynağı olan Şeytan’ın ağzından şaşırtıcı derecede “beyefendi” bir şekilde aktarılıyor. Öyle ki bu kibarlık, biz okuyucuları kötülüğün kaynağını ve hatta kendisini dahi sorgulamaya itiyor. İyi, çoğu zaman –uğruna verilen emekleri ya da tesadüf faktörünü göz önüne almazsak- direkt, dolaysız bir şekilde çıkar karşımıza. İyinin anlamı budur, mutlu eder. Ancak kötü, çoğu zaman iyinin arkasına saklanır. Belki de kötü şeylerin üst üste gelmesi bundandır. İşte Şeytan’ın Saati bu önermeye yeni bir bakış açısı getiriyor: “Yanlışlıkla konuşan hakikatim”. Ya gerçekten öyleyse? Hayal kurduğumuzda yıldızlara ulaşmanın verdiği mutluluk, sıcak bir kucaklaşmanın ardındaki sevinç ya da basit bir isteğin gerçekleşmesi, Şeytan’ın ayrıntısıysa? “Nankör insanlık! İşte Şeytan’a böyle teşekkür ediyorlar.” Şeytanın ya da kötülüğün fiziğe bürünmesi, onun gerçekte saf fizik ilmi içerisinde bir kuvvet olduğunun imgesel bir gösterimi aslında. Gerçek ve güçlü. Olaylardan etkilenen ve yayılan negatif enerjiyle beslenen. Ancak kitapta anlatılan Şeytan, tüm bunların aksine daha iyi bir şeyin, hamile bir kadının doğacak çocuğuna yaptığı konuşmanın mütevaziliğinde kendini gösteriyor bize. “İyi bir düşçü asla uyanmaz.” Belki de bu öğüt, “çocuk” kimliğinde kendini bulan iyiliğe verilebilecek en güzel öğütlerden biri. Özellikle saf kötü tarafından. Bu yüzden Tanrı’ya başkaldırma görevini bir gereklilik olarak sunarken ortaya attığı nedenler, işleniş açısından kesinlikle ikna edici oluyor. Tezatlığı savunarak, ruhun tüm kötülüklere direnme bilinciyle dolu olduğunu ancak “ayartılmaktan” kurtulamamasının bedeni ayakta tutan en güçlü olgu olduğunu belirtmesi, muğlakta kalan hiçliği cisimleşmiş halde ortaya koyuyor. Belki de bu yüzden, bu kitabı okuduktan sonra bazılarımız vicdan muhasebesine düşüyoruz. Özellikle dini bakımdan. Zira bu yapıt Tanrı ile onun yeryüzündeki algılanışı arasındaki bağı, saygı ve alay dolu bir makasla kesebilir nitelikte. İşte bu yüzden insanın iyi ve kötüye yaklaşımından ziyade, iyi ve kötünün insana yaklaşımını ele alması ve Şeytan’ın beyefendiliğini kullanarak insanların ruhuna işlemesi, benlikte düşündürücü bir elemente güç veriyor. Sonuç olarak bu yapıtı okumadan önce bir defa daha düşüneceksiniz ancak; mutlaka okuyacaksınız. “Evrenden bıktığımı size itiraf edeyim. Tanrı da benim kadar bıktı; nasıl üstümüze kaldığını bilmediğimiz bu aşkın sorumluluklardan bizi kurtaracak bir uykuya seve seve yatardık. Her şey sanıldığından daha esrarengiz ve buradaki her şey -Tanrı, evren ve ben- erişilmez hakikatin aldatıcı kuyusundan başka bir şey değil.”

69


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

Şeytanın Saati ve İçimdeki Ben Kadriye AYDIN

Dünya, tanrının görünen parçasıdır. Doğru olarak kabul ettiğimiz bu ve benzeri birçok sözü tersten okumamıza imkan veriyor Fernando Pessoa Şeytanın Saati ile. Belki de , tanrı dünyanın görünen parçasıdır. Evrendeki bütün insanların ortak noktası olan bazı kavramlar sorgulanmaya başlıyor böylelikle. İyinin varlığı kötüye bağlanıyor, tanrının varlığı insana. Her şeyin aslında zıttı var olduğu müddetçe yaşayacağı fikri, belki de Hegel’in diyalektik dediği şey işleniyor insan aklına bu süreçte. Tanrı var mı yok mu tartışmaları sürerken, her şeyin zıttı ile yaşadığı fikri bizi tanrıya ulaştırıyor. Tanrı var diyebiliriz; çünkü insan var. Ama nasıl bir tanrı sorusu çıkıyor burada karşımıza. Gerçekten var olan bir tanrı mı yoksa insanların zihinlerinde oluşmuş bir tanrı düşüncesi mi? Şeytanın Saatinin bize kattığı şey, tam olarak bu noktada açığa çıkıyor. Bizler, düşler ile yaşayan, kendi şeytanı ile tanrısını yaratanlarız. Güzel, doğru, yanlış, adil gibi birçok kavramı kendimize göre şekillendirebildiğimiz müddetçe de bu özelliğimizi sürdüreceğiz. Peki ama insan ile tanrı birbirinin zıttıysa ve her ikisi de, birbiri olduğu müddetçe var ise “şeytan” nerede? Şeytan aslında tanrının yapmak istediklerini yapan, tanrı yeryüzüne müdahale edebilsin diye insan zihninde var olmuş bir kavram, tıpkı tanrı gibi. Yani insan ile tanrı arasındaki en büyük bağ. Bir başka deyişle hem insanlar için hem de tanrı için en büyük kurtuluş yolu birbirlerini anlayabilsinler diye. Ama aynı zamanda hem tanrı tarafından hem de insan tarafından, suçlu olarak nitelendirilen varlık o. “Tanrı’nın isteği ile oğlu İsa’yı tam burada ayarttım.”

“Kiliseler benden tiksiniyor. Müminler adımı duyunca titriyor. Ama onlar isteseler de istemeseler de, bu dünyada benim bir görevim var. Ben ne tanrı’ya baş kaldıran kişiyim, ne de inkar eden tin.” Bir kez daha tanrı var mı yok mu diye soracak olursak, insanın ötesinde şeytanı da düşünmeye başlayabiliriz şimdi. Fernando Pessoa bize şu önermeyi sunuyor: Tanrı bedeni yarattı, şeytan ise düşleri. Ancak kutsadığımız tanrının eseri olan bedenlerimiz yaşadığımız evrenin en büyük yasası olan “ölüm” eylemine yenik düşüyor ve çürüyor. Oysaki küçümsediğimiz şeytanın yarattığı düşler her gün kendini yenileyerek ölümsüzlüğe yaklaşıyor. Peki o zaman kutsal olan hangisi? Belki de söylenebilecek en doğru şey, hem tanrının hem de şeytanın insan aklının ürünleri olduğudur. Bu iki zıt oluşumun (ki aynı zamanda birbirini tamamlarlar) nasıl ve neden üretildiğini sorgulamak gereklidir belki de. Fernando Pessoa da tam olarak bunu yapıyor. Kendi tanrımız, kendi şeytanımız. Düşlerimizin el verdiği ölçüde yarattığımız kavramlarımız.

70


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

Denge ve Düzen ile Şeytanın Saati Ulaş Birkan ÇAKILCI

F

iziksel evrenden yaşama kadar iç içe geçtiğini görebildiğimiz denge ile düzen kavramlarının kitap üzerinden de bizlere sunduğu anlamlar aslında çokta farklı gözükmemektedir. Üzerine eğildiğimizde Fernando Pessoa‘nın Şeytanın Saati kitabında da bulabileceğimiz düşüncelerin bu kavramlar olduğu ortaya çıkacaktır. Maddi yaşamdan sıyrılmış gözüken ancak maddi yaşamıda bizzat ilgilendirerek ortaya çıkan bu iki kavram bizlere varlığın bu göremediğimiz sürecini Pessoa‘nın çalışmasıyla anlamlandırmamıza yardımcı olmaktadır. Denge, Şeytanın Saati‘nde karşımıza varoluşun bir gerekliliği olarak çıkar. Öyle ki Pessoa Şeytanı konuştururken, ki şeytan aslında burada yazardır, onun bir görev ifa ettiğini belirtir. Bu görev ise “ayartma”dır . Şeytan Tanrı tarafından bir görev edinmiştir ve bu görev, şeytanın yapması gerekendir. Şeytan, insanları ayartacaktır ve daima iyi olandan caydıracaktır. Bahsettiğimiz denge ve düzen ancak bu noktada buluşturulabilir. Çünkü bu durumun aksi olduğu takdirde terazinin her zaman aynı kesesi ağır basacak ve terazi anlamsızlaşacaktır. Oysa denge demek bu değildir. Denge ancak; iki taraflı olan ile yani zıddının varlığı ile mümkündür. En başta bahsettiğimiz fiziksel evren ve yaşam, oluşan bu düzen ile ortaya çıkmıştır. Düzen, fiziki ve manevi dengenin sağlanması akabinde oluşacak aşamadır.İnsan ise bu düzen üzerinde duran en önemli parçadır ve devamlı ayartılmaya çalışılandır. Bu aşamadan sonra insanın yapacağı davranışlar onu pişmanlığa yahut takdire itecektir. Şeytan, kendisinin yaratamayacağını biliyordur ve kitaptaki ifadeyle der ki: “Tanrı beni,geceleyin kendisini taklit etmem için yarattı. O Güneş‘tir, ben Ay. Benim ışığım uçucu ve sonlu olan her şeyin, bataklıklarda veya gömütlerde geceleri görülen hafif parıltının, nehir kıyılarının, bataklıkların ve gölgelerin üzerinde gezinir.” Burada biz şeytanın var edemeyen olduğunu ve onun oluş nedenini okuyabiliriz. O zaman işaret edilen nokta aslında denge ve düzeni de karşılamaktadır. İşte tam bu nokta bir “tamamlama” olarak ifade edilir. Doğrunun karşıtı olarak belirtilen şeytan ise bu tamamlamanın aracıdır. Şeytan yapacakları ile hem yapması gerekeni yani görevini gerçekleştirecektir hem de “tamamlama” ile dengenin sağlanmasında rolünü oynayacaktır. Burada dengenin kaybolması demek aslında maddi düzenin de kaybını getirir ve maddi düzenin sağlanması için de “tamamlama” zorunlu ve olması gereken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bahsettiğimiz gibi düzen üzerindeki en önemli özne olan insan için de durum aynıdır. Sonuç olarak maddi düzen üzerinde yaşayan insan bu koşullarla karşılaşmak zorundadır. Tamamlama, insanın hayatında, zıtlıklar olarak belirir. Bu şekilde de aynı terazinin ayarı yeniden, bu sefer insan üzerinde dengelenmiş olacaktır. Denge ve Düzen, Pessoa‘nın bizce kitap üzerinden göstermeye çalıştığı asıl kavramlardır. Bir yanda şeytan ve şeytanın yapması zorunlu ve gerekli olan bir görev vardır, diğer yanda insan vardır. Ortaya koyulan bu süreç yaşanmak zorundadır; ancak sonuç, özne diye bahsettiğimiz insanın bunu anlamlandırmasıyla ilgili gelişir.

71


EDUYORK WORK AND TRAVEL PROGRAM

venli ve en eğlenceli yoludur, bu şekilde belirli bir rehberlik hizmeti alarak gidiyorsunuz, konaklamanızdan tutun, gezeceğiniz yerlere kadar daha önce bunu tecrübe etmiş kişilerden bilgiler alıyorsunuz yani sudan çıkmış balık durumu yok. Ayrıca şöyle düşünelim, yaz tatilinde başka ne yapacaksınız? Bu çok önemli bir soru, eğer iyi bir alternatifiniz yoksa, yazlığa gidip dinlenecekseniz yada evde durup standart hayatınıza devam edecekseniz, gidin Washington dc de çalışın, New York’ da limuzinle şehri gezin, San Diego da surf yapın, şimdi sayamayacağım kadar fazla aktivite var yapılabilecek, hem İngilizceniz hem de ufkunuz gelişsin.

KOORDİNATÖRÜ İLHAN ALTUN İLE “WAT” KONUSUNDA SÖYLEŞİ

Merhaba İlhan bey, öncelikle “WAT” programı hakkında kısaca bilgi verir misiniz? İsterseniz klasik tanımların biraz dışına çıkalım, eminim bu yazıyı okuyacak olan arkadaşlar, wat’ın genel olarak ne olduğunu biliyorlardır. Amerika da yazları artan ciddi bir eleman ihtiyacı var, özellikle turizm sektöründe, bu ihtiyacını karşılamak için üniversite öğrencilerinden faydalanmak istiyorlar, çünkü eğitim düzeyleri yüksek ve motivasyonları tam oluyor. Aynı zamanda Amerika birleşik devletleri kendi sisteminin bir reklamını yapıyor, size oradaki imkanlarını, güzelliklerini tattırıyor diyebilirim. Daha sonra Amerika ekonomisine ciddi katkılarda bulunacak birçok aday çıkabiliyor. Bu amaçlarla dünyanın değişik ülkelerinden üniversite öğrencileri Amerika’ya kısa süreli çalışmaya gidiyor, para kazanıyor, geziyor ve eğleniyor diyebiliriz.

Programa katılmak isteyen adayların dikkat etmesi gereken konular neler? Öncelikle bu program Amerika’ da ki sponsor firmalar tarafından yönetilir, Türkiye’ de wat danışmanlığı yapan şirketler acente gibi çalışır. Programa katılacakları danışmanlık şirketi çok önemli, ayrıca Amerika’ ya gittiklerinde nasıl bir hizmet alacaklar, orada bir temsilci olacak mı, sponsor firma hangisi, bunlar çok önemli. Zaten buradaki danışmanlık firması iyiyse bu saydıklarımızın hepsi otomatik olarak sorunsuz oluyor.

Bir öğrencinin bu programa dahil olmak için hangi şartlara sahip olması gerekiyor? 18-26 yaş arası lisans öğrencileri ve bazı bölümlerden ön lisans öğrencileri katılabilir, yüksek lisans ve doktora öğrencileri de katılabiliyor fakat açık öğretim öğrencileri katılamıyor, vize konusunda sorun çıkmaması için öğrencilerin biraz İngilizce bilmeleri lazım, bir de not ortalaması 4 üzerinden en az 1.60 olması çok önemli.

Amerika’ ya gittikten sonra nelere dikkat etmeli bir aday? Gittiği yerdeki sosyal ortam çok önemli, kesinlikle yasalara uygun davranmaları gerekir, çok uluslu bir yapı ve ortak bir kültür oluşmuş o kültüre uygun davranmak lazım, özellikle trafikte kurallara dikkat etmeliler. İşvereni ya da supervisor ile aralarını iyi tutmalarını tavsiye ederim, işinizi ne kadar iyi yaparsanız o kadar çok saat alırsınız, aylık kazancınız artar. Programın kendi içinde takip sistemi var, gelen e-mailleri dikkatle takip etmeli ve düzenli olmalılar.

Orada ne tür iş tecrübeleriyle karşılaşıyorlar? Eğlence parklarına operatörlük, animatörlük en çok gidilen işler, ayrıca havuzlarda cankurtaranlık, restoranlarda komilik ve garsonluk, stant hostesliği gibi bir çok işte çalışabilirler. Yeni kurallar gereği, Alaska işleri, pedicab işleri ve komisyon ile çalışılan işler wat iş listelerinden çıkartıldı.

Bu söyleşiye vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son olarak; siz, watla Amerika’ ya gittiniz ve orada iyi bir kariyer yaptınız. Elbet bu programa dahil olmuş ya da olacak kişilere tavsiyeleriniz vardır. Teşekkür ederim, daha önce de söylediğim gibi böyle bir fırsatı kaçırmasınlar, iyi araştırsınlar derim. Ben wat yaptıktan sonra döndüğümde Erasmus programına katılmış ve 8 ay Avrupa da okumuştum. Üniversitelerde böyle fırsatlar çok artık, başta wat ve Erasmus olmak üzere, yurtdışı programlarına öğrenciyken katılmaları çok faydalı olacaktır. Kuru kuruya bir üniversite diploması artık iş hayatı için yeterli değil. Türkiye’ den farkına varamadığımız bir dış dünya var aslında, yabancı ülkelerde gençler hakikaten dolu dolu yaşıyorlar, kendilerine vakit ayırıyorlar, ortak çalışmalar yapıyorlar, gönüllü hizmetlerine katılıyorlar, seyahat ediyorlar ve neredeyse hepsi aynı zamanda çalışıyor ve okuyor. Yurtdışı programlarına katıldıktan sonra siz de çok fazla boş vaktinizin olduğunu fark ediyorsunuz, daha planlı ve programlı oluyorsunuz. Dünya görüşünüz değişiyor ve gelişiyor, birçok şeyden haberdar oluyorsunuz. Şunu unutmamak lazım, üniversitelerde aldığımız eğitim, doğru bilgiye nereden bulabileceğimiz konusunda aslında. İşte yurtdışında böyle programların sağladığı en temel fayda da bu, kendi kendinize rehber olmayı öğreniyorsunuz, derler ya bize balık vermeyin, balık tutmayı öğretin diye aynen öyle.

Konaklama nasıl sağlanıyor? Genelde işverenler her yaz wat öğrencisi aldığı için, konaklama yerleri oluyor. Olmayanlar yer tutuyorlar, ama konaklama ücretini öğrenci kendi ödüyor, haftalık 70 dolar civarında, genelde bir odada 2 öğrenci kalır, mutfak banyo ortak olur. Bazı işlerde konaklamayı işveren ayarlamaz, bu konuda Türkiye’ deki danışmanlık şirketi konaklama için devreye girmelidir. Belki de en çok merak edilen konu: öğrencilerin maddi kazançları ne düzeyde oluyor? Ücretler saatlik hesaplanır, haftada 35-40 saat çalışırlar, ortalama 7,5 dolar alırlar, 3 ay çalışan bir wat öğrencisi, yaşam giderlerini karşılar, ailesinden para istemez. Türkiye’ye dönmeden önce 10-15 günlük bir gezi yapabilir ve biraz da alışveriş yapar. Tabi bu giden adaya göre değişir. İstisnalar çok. Herhangi bir üniversite öğrencisi neden wat yapmalı? Dünya ekonomisi büyük ölçüde Amerika’ya bağlı ve kararların büyük bir çoğunluğu oradan alınıyor, doğal olarak dünyanın ortak kültürü Amerika’dan yayılıyor diyebiliriz. Bu kültürü öğrenmek demek aslında dünyanın her yerinde çalışabilmek ve oralardaki hayata çok rahat ayak uydurabilmek demektir. Wat Amerika’ya gitmenin en ucuz, en gü-

72


EN

UCUZ HIZLI KALİTELİ

“ önce dost ”

DETAY FOTOKOPİ

Seri çekimlerde %35 İNDİRİMah-beyaz) (siy

Dijital Kopyalama Renkli Fotokopi Dizgi Ciltleme Scanner PDF En Güncel DERS NOTLARI Kırtasiye Web Tasarım

www.detayfotokopi.net

0212 528 38 71

ADRES: Bozdoğan Kemeri Caddesi No: 55 detay@detaycopy.net Vezneciler / FATİH

DETAY FOTOKOPİ



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.