Minerva Dergisi - Sayı: 18

Page 1

. MINERVA ARALIK- 2015

SAYI: 18

İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni



.

MINERVA

Sayi 18

Bizden... Mutluluk savaşarak elde edilemez. Mutluluk, dünyaya hâkim bir barış ile söz konusudur ancak. Barışın hâkimiyeti ise tüm insanlığın sorumluluğunu ve vicdanını gerektirir. Bu sayı, yaşam boyu üzerimizde hissedeceğimiz barış sorumluluğunun bir yansımasıdır ve barışın vicdanını yaratan tüm değerlere saygı duruşumuzdur.

Koşuyor altı yaşında bir oğlan, Uçurtması geçiyor ağaçlardan, Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman. Çocuklara kıymayın efendiler. Bulutlar adam öldürmesin. Nazım Hikmet Ran

Teşekkür...

Sn. Prof. Dr. Haluk ALKAN, Sn. Prof. Dr. Nuray MERT, Sn. Prof. Dr. Namık Sinan TURAN, Sn. Prof. Dr. Burak Samih GÜLBOY, Sn. Doç. Dr. Ahmet ÖZTÜRK, Sn. Doç. Dr. Murat METİNSOY, Sn. Yrd. Doç. Dr. A. Leyla SANLI, Sn. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emre ATEŞ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf BEKAROĞLU, Sn. Yrd. Doç. Dr. İrfan ÇİFTÇİ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Muharrem Hilmi ÖZEV, Sn. Yrd. Doç. Dr. Muhammed A. AĞCAN, Sn. Yrd. Doç. Dr. Burcu Sunar CANKURTARAN, Sn. Yrd. Doç. Dr. Gizem Bilgin AYTAÇ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü değerli araştırma görevlilerine teşekkürü borç biliriz. SUİAM Çalışma Grubu Adına Sorumlu: Şaban ÇAYTAŞ Genel Yayın Yönetmeni: Ersel KORUK Yayın Kurulu: Burak HACIOĞLU, Özgenur AKTAN, Burak ATASAYAR Görsel Yönetmen: Coşkun SAİTOĞLU coskunsaitoglu@live.com

Basım Tarihi: 15.12.2015

minervadergi@gmail.com minervadergi.blogspot.com

İLETİŞİM

twitter.com/minervadergi facebook.com/iu.suiamcg

MİNERVA Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni’nde yer alan çalışmalarda tüm sorumluluk çalışma sahiplerine aittir. Minerva’nın çalışmalarla ilgili olarak herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır.


içindekiler...

Fransa’yı Devrime Götüren Süreç ve Devrimde Kadın Ayda SEZGİN

3 Asırların Getirdiği Demokrasi: Magna Carta Ayda GEGEOĞLU

8 Prof. Dr. Mehmet Altan ile Karşılaştırmalı Avrupa Tarihi Şaban ÇAYTAŞ - Mehmet Orkun GENÇ

12 Bismarck’ın Almanyası M. Deniz ÖZKELEŞ

14

Sosyal Bilimlerin Doğuşu, Gelişimi ve Geleceği Roza İZGÖREN

44 Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emre Ateş ile Sosyal Bilimler Üzerine Roza İZGÖREN - Burak ATASAYAR - Ersel KORUK

46 Propaganda Sineması ve Sinema ile Siyaset İlişkisi Üzerine Can ELDEN

48

İtalyan Birliğinin Sağlanması Sedat KUBAT 17 Hazar Vural ile İran Nükleer Anlaşması Üzerine Söyleşi Özgenur AKTAN

SOYUTLAMA: BARIŞI ÇAĞIRAN KUŞLAR

19 İran İslam Devrimi Ecenaz TERZİ

23 Yrd. Doç. Dr. Merve Özdemirkan ile Suriye İç Savaşı Üzerine Söyleşi Özgenur AKTAN

Sadako’nun Nezdinde Umut Burak HACIOĞLU

53 Barışı Beklerken Onur ASLAN

56

26 Melez Bir Kalkınma Modeli Örneği: Güney Kore Yunus TURAN

33 Çin Komünist Partisi’nin Çin’i Kapitalistleştirmesi Ersel KORUK

38

Barış Savaşlar Arası Mola mıdır? B. Selen YILMAZ

58


MİNERVA

FRANSA’YI DEVRİME GÖTÜREN SÜREÇ VE DEVRİMDE KADIN Ayda SEZGİN

aydasezgin.95@gmail.com

A. GİRİŞ

sahibidir. Bu durum özellikle XIV. Louis (1643-1715) döneminde en üst düzeye ulaşmıştır.

Yakınçağ tarihinin en önemli olayı, bu çağı başlatan Fransız İhtilali (1789)’dir.

18. yüzyılın sonlarında Fransa ulusal bir devlet olmakla beraber Ortaçağ’dan kalma feodalite yönetiminin izlerini taşımaktaydı. Bu da devlet yapısına etki ediyordu. Ayrıca Fransa’da bir takım yerel yönetimler de mevcuttu fakat koyu bir merkeziyetçilik örgütüne sahipti. Merkez ise Paris’teki Versailles Sarayı idi.2

1789 Fransız İhtilali, 18. yüzyılın sonlarına kadar gelen Avrupa (etkileri dolayısıyla dünya) siyasi haritasını ve güçler dengesini büyük ölçüde yıkmış, özellikle Birinci İmparatorluk döneminde (1804-1815), Fransa’ya bağlı olmak üzere yeni bir Avrupa siyasi haritası ve güçler dengesi oluşturmuştur. Bu imparatorluğun 1814 yılında yıkılmasıyla da Avrupa’da bir güçler boşluğu doğmuştur. Bu boşluk ise, 1815 Viyana Kongresi kararlarıyla Avrupa’da yeni bir siyasi harita ve güçler dengesi kurularak doldurulmuştur. Bu durum da 1. Dünya Savaşı’na ( 1914-1918) kadar sürmüştür.”1

Toplumda ise eşitsizlik hakimdir. Bunun sebebi de Ortaçağ’dan kalma sosyal eşitsizliğe dayanan yapının süregelmesidir. Fakat düşünce alanında büyük gelişmelerin meydana gelmesi ile tüm toplum bu durumdan etkilemiştir. Fransa’nın dış siyasi ilişkilerine de kısaca değinecek olursak: Fransa 18. yüzyılın başlarından itibaren gelişmek ve büyümek için birçok girişimde bulunmuştur. Bu sebeple Veraset Savaşları’na girmiştir. Beraberinde 18. yüzyılın ikinci yarısının başlarında Avusturya Veraset Savaşları’nın devamı sayılan Yediyıl Savaşları’na Avusturya’nın müttefiki olarak girmiştir. Fransa’nın Osmanlı üzerine izlediği siyaset ise şu yönde olmuştur: Her iki devletin de köklerinde iki asır önceye dayanan bir işbirliği vardır. Siyasi ve ekonomik yönü olan bu işbirliği zamanla tek taraflı bir kazanca dönüşerek Fransa lehine gelişim sağlamıştır. Fransa Osmanlı’dan kapitülasyonlar elde etmiştir. Yani Osmanlı, iki ülke arası ilişkilerde sömürge devlet konumundaydı.

Yeni bir çağın başlangıcı olan Fransız Devrimi; siyasi gelişmelerin yanısıra fikir ve düşünceden ekonomiye kadar birçok alanda getirdikleriyle başta Avrupa’yı sonra Dünya’yı derinden etkilemiş, yeni bir dünyanın oluşmasında önemli bir rol oynamıştır.

“18.yüzyılın ikinci yarısı ile 19. yüzyılın büyük çaplı olaylarının tümü liberalizm akımı etrafında biçimlenmiş ya da en azından liberalizmden etkilenmiştir. Siyasal anlamda liberalizmin temeli, 19. yüzyıldan önceki hanedanlık rejimlerinde var olmayan, yöneticilerle yönetilenler, bir başka deyişle hükümet ile toplum arasında bünyesel, işlevsel ve kopuksuz ilişkilerin kurulmasıdır. Bu yönde Amerikan Devrimi ilk örneği oluşturmuş ve Fransız aydın kamuoyunda bir uyanışa yol açmıştır. Ama ABD’dekinin aksine, Fransa’da bu tip ilişkilerin kurulması yolunda önemli engeller vardı: Üretici olmayan soylular ve kilisenin önceki yüzyıllardan gelen ayrı-

B. FRANSIZ İHTİLALİ 1. İhtilalden Önce Fransa’nın Genel Durumu “Yeniçağın son dönemlerinde Fransa mutlakiyetle yönetilmekteydi.” Fransız halkı kralın kişiliğinde birleşiyordu. Kral; ülkenin siyasal, sosyal, ekonomik, hukuk alanlarındaki bütün güçlerini elinde toplamıştır. Bu nedenle, ülkenin yönetimi ve geleceği üzerine mutlak söz 1 Siyasi Tarih, Rıfat Uçarol, Sayfa: 7 2

A.g.e, Sayfa: 7

3


Montesquieu: Krallığın baskıcı yönetiminin karşısında durmuştur. Ülkesinde İngiltere’dekine benzer şekilde anayasalı monarşi kurulmasından yana olmuştur. Güçler ayrılığı ilkesini savunmuştur.

calıkları ile üretici olan bu sınıfların ayrıcalıklarının bulunmaması. Bu yüzden 19.yüzyılın süreklilik güçlerine, yani feodalite, mutlak monarşi ve kiliseye karşı savaşı, endüstri devriminin başlamasıyla güçlenen orta sınıf (ticaret ve sanayi burjuvazisi) öteki sınıflarla bütünleşerek açmıştır. İşte, liberal nitelikteki Fransız Devrimi’nin itici güçleri, zaman zaman köylüleri de yanına alan bu orta sınıf ve onların önündeki Amerikan Devrimi örneğidir.”3

Voltaire: Vicdan ve düşünce özgürlüğünden yana olmuştur. Jean Jacques Rousseau: Toplum hayatının yeni baştan düzenlenmesi gerektiğini düşündüğü için “Toplumsal Sözleşme” isimli ünlü eserini yazmıştır. ”Ona göre devlet toplumsal sözleşmeden ibarettir. Kişiler arasında eşitlik esastır.”7

Özetle Fransa 18.yüzyılda Avrupa’nın en büyük devletlerinden biri olma özelliğini yitirmemiştir. Fakat iç durumu onu yeni ve büyük sonuçlar doğuracak Fransız Devrimi gibi bir olaya sürüklemiştir.

Diderot: Dönemin hemen hemen bütün Fransız düşünürlerinin makaleler yazdığı bir ansiklopedi çıkarmış, bununla siyasi, sosyal konularda ve düşünce alanında halkı aydınlatmaya çalışmıştır.

2. İhtilalin Nedenleri “Başlangıç tarihi 5 Mayıs 1789 olarak kabul edilen Fransız İhtilali; meydana getirdiği gelişme ve olaylarla çeyrek yüzyıl bütün Avrupa’nın siyasi, sosyal, ekonomik hayatını altüst etmiş, sonuçları bakımından da etkileri bütün dünyada çok yönlü duyulmuş büyük bir olaydır. Kapsamı çok geniş olan bu ihtilalin Fransa’da meydana gelmesi ve başlamasının da çeşitli nedenleri vardır. Bunları iç ve dış olmak üzere iki grupta incelemek mümkündür.”4

Fransa’da İhtilal’den önce Ortaçağlardan gelen toplumsal eşitsizliğe dayalı bir yapı mevcuttur. Buna göre de halk imtiyazlı ve imtiyazsız olmak üzere iki sınıfa ayrılıyordu. İmtiyazlı sınıf; soylular ve papazlardan, imtiyazsız sınıf ise burjuva ve köylülerden oluşuyordu. Bu dört sınıfın durumlarından kısaca şöyle bahsedebiliriz:

Fransa’nın içyapısının bir sonucu olan bu nedenleri siyasi, düşünsel, sosyal ve ekonomik alanlarda olmak üzere dört bölümde incelemek mümkündür.

Soylular: Toplumun en üstünde bulunan sınıfı meydana getirenler olup feodalite döneminden kalma birçok hakka sahipti.

2.1. Siyasi Nedenler

Papazlar: İhtiyaçlar arasında ikinci sınıfı meydana getirenlerdir. İlerleyen süreçte papazlar da kendi aralarında rütbe ve mevkilerine göre çeşitli sınıflara ayrılmışlardır.

2.3. Sosyal Yapı

Fransız kralı ülkeye mutlak olarak egemendir. Halkın krala ve kralın hükümetine sonsuz bir itaati vardır. Fakat 18.yüzyılın başlarından itibaren krallık, halkla ilişkilerini kesmiş, dikkatini daha çok dış politikaya çevirmiştir. “Bunun da bir sonucu olarak, XIV. Louis döneminin sonlarına doğru, Fransa’nın iç yıkılışı başlamıştır.”5 Yani 18.yüzyılın sonlarına doğru siyasi yönetim ile halk arasındaki ilişkiler artık kopma noktasına gelmiştir.

Burjuvalar: Ticaret ve sanayi ile uğraşan bu sınıf Fransa’nın geleceği üzerinde etkili bir konuma gelmişti. Aydınlarda bu sınıfın içerisinde yer almaktaydı. Güçlenen bu sınıf soylularla aralarındaki farklılığın kalkmasını eşitliğin sağlanmasını istemekteydi. Bu talepler ilerde ihtilalın meydana gelmesinde temel nedenlerden biri olacaktır.

2.2. Düşünce Alanındaki Gelişmeler

Köylüler: Hukuk yönünden genellikle özgür olmakla birlikte siyasi haklardan yoksun olan bu sınıf mevcut düzene karşı gittikçe artan tepkilerin oluşmasına sebep olmuştur.

“18.yüzyılın ‘Akılcı düşünüşü’ Fransa’da hızla gelişmeye başlamıştır. Bu düşünce sisteminin ortaya çıkardığı durum, o günkü Fransa düzenine karşıydı. Bu bakımdan düşünce sisteminin oluşumları ihtilalin meydana gelmesinde önemli rol oynamıştır. Nitekim ihtilalin Avrupa’nın diğer bir ülkesinde değil de Fransa’da çıkması, halka yön verebilecek çok sayıda üstün düşünürün bu ülkede var olmasındandı.”6 İhtilale etki yapan bu düşünürler: Montesquieu, Voltaire, Jean Jacques Rousseau, Diderat gibi isimlerdir.

2.4. Ekonomik Nedenler Fransa’nın ekonomik durumu 18. yüzyıl boyunca süren savaşlardan ötürü oldukça yıpranmış bulunmaktaydı. Bir diğer taraftan bu yüzyılda sanayide de önemli gelişmeler olmuştur. Toplumda ise toprak zenginliğine dayanan ayrıcalıklı sınıfın durumu kötüleşirken ticaret

3 Siyasi Tarih, Oral Sander, Sayfa: 161-162 4 Siyasi Tarih, Rıfat Uçarol, Sayfa: 9 5 A.g.e, Sayfa: 10 6 A.g.e, Sayfa: 11 7

Siyasi Tarih, Rıfat Uçarol, Sayfa: 13

4


ve sanayi ile uğraşan burjuvaların ülke ekonomisine katkısı yadsınamayacak derecede artmıştır.

bütün Avrupa’da olduğu gibi Fransa’da da etkili oldu.” 2.5. Amerika Birleşik Devletleri’nin Bağımsızlığa Kavuşması

“Fransız İhtilali’nin meydana gelmesinde önemli rol oynayan dış nedenler ikiye ayrılabilir: Birincisi, düşünce alanında 18.yüzyılda görülen gelişmelerdir ki, bu yüzyıla “Aydınlanma Çağı” denir. İkincisi, Amerika’daki İngiliz kolonilerinin İngiltere’ye karşı ayaklanarak bağımsızlıklarına kavuşmalarının Fransa üzerinde siyasi, mali ve düşünce alanındaki etkileridir.”8

“Amerika’da on üç İngiliz Kolonisi’nin önce vergi sonra da siyasi bağımsızlıklarına kavuşmak için 1774 yılından itibaren bağlı oldukları İngiltere’ye karşı savaşmaya başlamadan Fransızlar tarafından kişi hak ve özgürlüğünün savunulması için açılan bir mücadele olarak nitelendirilmiştir. Bu bakımdan Amerikalıların 1776’da yayımladıkları “Bağımsızlık Bildirisi” ve 1783’de bağımsızlıklarına kavuşmaları Fransa’da sempati ile karşılanmıştı. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na katılan Fransızlar, Bağımsızlık Bildirisi’nde öngörülen düşünceleri dönüşte ülkelerine getirdiler. Bu düşünceler ise Fransa’nın mevcut mutlakiyetçi düzeni ile çatışmada önemli bir etken oldu.”10

Avrupa’da Yeniçağ döneminde düşünce alanında “Reform ve Rönesans” gibi iki önemli olay büyük rol oynamıştır. Bu dönemde her çeşit düşünce sisteminde “akıl” kavramı önemli bir etkiye kavuşmuştur. “İşte 18.yüzyılda her çeşit düşünce sisteminde ‘akıl’ın önem kazandığı dönemde, bu boşluk doldurulmaya çalışılmıştır. Bu yüzyılda en çok işlenen ana konular “Akıl”, “Tabiat Kanunu” ve “Gelişme” olmuştur. Bu nedenden de 18.yüzyıla “Aydınlanma ve Işıklar Yüzyılı” da denir. Bu yüzyılın Fransız düşünürleri, akıl ilkesini mevcut olan sosyal ve ekonomik kurumlara uygulayarak insanları eleştirdiler. Serbest düşünme ve inceleme metodu, insanları özgürlüğe götürmüştür. Bu ise, mevcut mutlakiyetçi ve eşitsizliğe dayanan düzenin karşısında yer almıştır. Böylece akılcı metodun etkisi altında kalan siyaset, ekonomi, hukuk9,eğitim alanındaki gelişmeler,

C. FRANSIZ DEVRİMİ’NDE KADIN “Kadınların erkeklerle birlikte insanlığı temsil ettiklerini ifade etme mücadelesinde Fransız Devrimi bir dönüm noktasıdır. Kadın erkekten daha az insan ve erkekten daha az yurttaş olmadığını Devrim sürecinde göstermiştir. Kadın hem kendisi hem sınıfının tanımı bağlamında halkının özgürlüğü hem de sınıfı için savaşmıştır. Bu bağlamda Fransız Devrimi kadınların tarihin-

8 A.g.e, Sayfa: 13 9 Siyasi Tarih, Rıfat Uçarol, Sayfa: 13 10

A.g.e, Sayfa: 14

5


de yeni bir sayfa açmıştır demek yanlış olmayacaktır.”11

yorlar. Oysa kadının ancak kalbine hizmet edilir.” Rousseau şöyle devam eder: “Ayrılığa dayanamayıp kendileri de erkek olamayacaklarına göre kadınlar bizleri kad ınsılaştırmaktadırlar(Hunt,1996:147).”12

1. Devrimde Kadının Rolü Fransız Devrimi’nde eşitsiz bir rol dağılımı söz konusudur. Bu eşitsiz rol dağılımını, bu dönemde hem Devrim yanlısı hem de Devrim karşıtı kadınların erkeklerle eşit statüye sahip olmadığını tüm siyasi gruplarda görmek mümkündür.

Burada tüm sınıflardan kadınların karşı karşıya kaldığı bir bölünmeyi görmek mümkündür. Bölünme ve patriyarka eşitsiz rol dağılımını beraberinde getirecektir. Bunun sonucunda erkek kamusal alanda kadın ise özel alanda vardır. Yani erkek siyasetle, ekonomiyle ilgilenirken kadın ailesiyle ilgilenecektir.

“Kadınların kamusal alana girme çabaları en belirgin olarak salon sahipliğinde görülmekteydi(Landes,1990: 24). Devrimden önce ve devrim süresince üst sınıf kadınları kamu alanına girmek için edebiyatın, sanatın ve gündemdeki siyasi ve soysal konuların konuşulduğu salonları kullanmışlardır. Ancak bu salonlar birçok erkeğe göre erdemin çiğnenmesiydi. Erdemin galip gelmesi için kadının ait olduğu özel alanda kalması gerekmekteydi. Nitekim Rousseau, bu konuda düşüncelerini “Mösyö d’Alembert’e Tiyatro Üzerine Mektup(1758)” isimli eserinde şöyle açıklamıştır: “Aslında onu koruyacağımız yerde kadına hizmet etmekteyiz. Onun emrine girerek onu aşağılıyoruz. Paris’teki her kadın etrafına kendinden daha kadınsı erkeklerden oluşmuş bir harem toplanmıştır. Hepsi kadının etrafında ona kul köle olu-

“Devrim yanlısı kadınlar: 14 Temmuz 1789 tarihinde Bastille Sarayı’nın işgali, kralın İnsan ve Yurttaşlık Hakkı Bildirgesi’ni onaylamaması üzerine 1789 Ekim direnişleri 17 Temmuz 1791 tarihinde Champ de Mars Kıtali 1792’de kralın tahttan indirilmesi ve monarşinin tamamen kaldırılması talebiyle 10 Ağustos hareketi, Mayıs-Haziran 1793’te Jakoben-Jironden çatışması ve Mayıs 1795 ayaklanmaları gibi tüm direniş ve ayaklanmalarda hep varlardı.”13 Ancak kadınların birçok direniş ve ayaklanmada hareketi başlatıcı rol oynayıp devamında erkeklerin gerisinde yer aldığı görülmektedir. Ki bu dönemde kadınlar

11 http://www.onlinedergi.com/makaledosyalari/51/pdf2007_2_19.pdf 12 http://www.onlinedergi.com/makaledosyalari/51/pdf2007_2_19.pdf 13

A.g.e Sayfa:15

6


zaten yurttaşlık haklarından da yoksundular. Hak kazanımları için devrim yanlısı kadınların birçoğu edebiyat ve sanat faaliyetleri altında siyasi mücadele vermek adına siyasi kulüpler kurmuşlar aynı zamanda sınıf mücadelesi vermişlerdir. Kadınlar bu oluşum sayesinde toplumsal ve siyasal meseleler tartışabilmişler, kitaplar okuyabilmişler ve tüm baskılara rağmen cinsiyetler arasındaki siyasal ve sosyal rol ayrımı sorununu gündeme getirebilmişlerdir.

Kadının Devrim içindeki konumunda hiç kuşkusuz Théoigre de Méricort, Charliotte Corday, Manon Roland, Madam Du Borry, Claire Locombe, Lucile Desmoulins, Olympe de Gouges gibi isimler belirleyici etki yaratmışlardır. Sonraki yıllarda kurumsallaşacak olan kadın-erkek eşitliğinin ilk tohumlarını o dönemde bu isimler atmıştır. “Méricourt, siyasal bir düzen kurmanın erkek ve kadın tüm yurttaşlara hak ve sorumluluk yüklediği iddiasıyla; Corday’in sınıfı adına Marat’yı öldürmesiyle; Bayan Roland’ın sınıfındaki politikayla ilgisiz, çocuklarıyla ve ev işleriyle uğraşan kadınlardan farklı olduğunu Jirondin politikacılara destek vererek göstermesi suretiyle; Lacombe’nin Devrimi, Devrimci erkeklere rağmen savunan bir kadın olmasıyla; Lucile Desmoulins her ne kadar kocasından bağımsız bir kişilik göstermemiş olsa da kocasının yılmaz destekçisi olarak ve Olympe Devriminin gücünün Jakoben erkekler tarafından tüm kadınları ve Jakoben erkekler dışındaki eğilime sahip olan erkekleri hâkimiyet altına almak için kullanılmasına karşı kendi yöntemleriyle mücadele etmesiyle kadın erkek eşitliğinin ilk tohumlarını atmışlardır. Bu kadınlar doğrudan ya da dolaylı olarak kadın hakları, sınıfının tanımı bağlamında halkın özgürlüğü ve de sınıfının çıkarları için savaşmışlardır.”

“Fransız kadınları kamusal ortak iyiye aktif bir biçimde katkı sağlamak istiyorlardı. Kendilerini özgür bir halkın üyesi olarak görüyorlardı ancak erkeklerin despotizmini aşmak onlar içinde hiç de kolay görünmüyordu. Kendilerinden vatandaşlık hakları esirgeniyordu ama aynı zamanda “citoyenne” olarak isimlendiriliyorla rdı(Godireau,1990:68). Fakat kadınlar ihtilal yıllarında verdikleri mücadelelerle pek çok hak kazanmışlardır.“ Örneğin; İnsan ve Yurttaş Haklar Bildirisi sonrasında, kız evlatlar mal paylaşımında erkek evlatlarla aynı haklara sahip olmuştur. 1792’de kadınların kamusal belgelerle tanıklık yapmaya ve uygun gördükleri taahhütlerde bulunmaya yetecek akla ve bağımsızlığa sahip oldukları kabul edilmişti.”14 Burada kadınların elde ettiği hakların medeni haklardan ibaret olduğunu, siyasi hakları kapsamadığını görmemiz mümkündür. Devrimin herkese sunduğu “eşitlik ve özgürlük” kadınlar siyasi haklara sahip olmadan kapsayıcı olamaz.

Sonuç olarak Fransız Devrimi kadın mücadelesinde yeni bir sayfa açmış, yeni bir soluk olmuştur. Kadınlar tarih boyunca tüm zaman ve mekanlarda verdikleri var olma mücadelesini Fransız Devrimi’nde de göstermişlerdir. Sonraki yüzyıllarda kadın özgürlük mücadelesi Büyük Fransız Devrimi’nde tarih sahnesine çıkan kadınların açtığı yoldan ilerleyerek gelişecektir. Fransız Devrimi bu noktada, kadın mücadelesinin fitillenmesinde büyük önem teşkil etmektedir.

D. SONUÇ “Fransız Devrimi yılları, kadınların ve erkeklerin bir arada kimilerinin Devrim lehinde kimilerinin ise Devrim aleyhinde mücadele verdikleri yıllardır. Devrim kadınların tarihinde yeni bir sayfa açmıştır. Kadın erkekten daha az insan ve daha az yurttaş olmadığını Devrim sürecinde göstermiştir. Kadın hem kendisi hem halkının özgürlüğü hem de sınıfı için savaşmıştır.”15

KAYNAKÇA SANDER, Oral, (2013), Siyasi Tarih, Ankara, İmge Yayınevi

Fransız İhtilali’nde tüm sınıflardan ve siyasi gruplardan yola çıkarak kadının karşı karşıya kaldığı eşitsiz rol dağılımını görmek mümkündür. Çünkü erkek kamusal alanda siyasetle ilgilenirken kadın özel alanda ailesiyle ilgilenmekteydi. Daha önce olduğu gibi kadın Devrim yıllarında da başkalarına ihtiyacı olan, bağımlı, kendi ayakları üzerinde duramayan, kendi hayatı adına karar veremeyen anne ya da kız çocuk şeklinde kimliklendirilmeye çalışılmıştır.

UÇAROL, Rıfat (1995), Siyasi Tarih, İstanbul, Filiz Yayınevi İNTERNET KAYNAKLARI http://www.liberal.org.tr/upresimler/makaleler/fransizdevrimi-gerceksebebi.pdf Ulaşım Tarihi: 23.11.2015 http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/pdf/44/3/12_ mehmet_ali_agaogulları.pdf Ulaşım Tarihi: 23.11.2015

Sonunda eşitlik uğruna mücadele eden kadınlar birçok medeni hakkı kazanmıştır ve siyasal haklar konusunda da oldukça fazla yol kat etmişlerdir.

http://www.onlinedergi.com/makaledosyalari/51/ pdf2007_2_19.pdf Ulaşım Tarihi: 23.11.2015

14 A.g.e Sayfa: 18 15

A.g.e Sayfa: 23

7


MİNERVA

B

ASIRLARIN GETİRDİĞİ DEMOKRASİ: MAGNA CARTA Ayça GEGEOĞLU

aycagegeoglu@gmail.com

noktası 1215 Magna Carta’dır. Magna Carta, baronlar tarafından Kral Yurtsuz’a bir belge şeklinde kabul ettirilmiştir. Baronlar, kraldan o zaman yürürlükten kalkmış olan ve köle olmayanların hak ve geleneklerine saygıyı sağlayan şartı tekrar yürürlüğe koymasını istemiştir.1 Baronların tamamıyla kendi çıkarlarını gözeterek krala imzalattırdıkları bu belge kaleme alınış biçimindeki esneklik dolayısıyla daha sonraları halkın lehine işleyen bir mekanizma haline dönüşerek demokratik ilkelerin ilk kaynağı olmuştur. Magna Carta kralın mutlak iktidarına bazı kısıtlamalar koymuş, İngiliz siyasal sistemine giden uzun yolda ilk aşamayı teşkil etmiştir. Magna Carta ile başlayan demokratikleşme hareketleri sadece kral tarafından değil yanındaki gruplarında etkileriyle var olmuştur. İlk baş baron ve yüksek rütbeli din adamları tarafından oluşturulan basit konsey zamanla her kontluk için gönderilen şövalye, güçlenen önemli kentlerden burjuvaziyi temsilen 2 burjuva ve kilise adamlarının gelmesiyle 1295’te parlamento halini almıştır. Bu parlamento aralarında gruplaşarak aşağı (avam) kamarası ve yukarı (lortlar) kamarası ikiye ayrılmıştır. Lortlar kamarası, avam kamarasına göre daha üsttür fakat XIV. yy ile birlikte avam kamarasının sorgusuz vergi koyma hakkıyla beraber kısa zamanda önemi artmıştır. XV. yy’da avam kamarası ve lortlar kamarasının yasa tasarısı hazırlama ve kaleme alma hakkı kazanmalarıyla birlikte yine krala bağlı olsalar da yasama organı olarak görev yaptıklarını göstermektedir.

ir ülkede demokratikleşme süreci kültür ve ekonominin gelişmesi ile başlar. Kültür, geçmişten yola çıkarak günümüze kadar insanların kendilerinde bıraktığı hisler bütünü, ekonomik gelişme ise geçmişten bugüne bir başarı sonucu elde edilen, oturtulmuş bir sistematiktir. İngiltere’ye özel bir sistem, teorilerinden çok tarihsel bir süreç içerisinde ortaya çıkmıştır. İngiliz siyasal sisteminde yeniliğe açık olma ve gelenekselliğin bir arada olması yüksek kültür düzeyi ile ekonomik gelişme sonucu olarak yaşam kalitesinin artmasıyla demokrasiye uygun zemin sağlamlaşmış ve ilerlemiştir. Özellikle İngiltere’de XIX. ve XX. yüzyılın başlarında var olan siyasi ekonomik üstünlük toplum bireylerine yüksek yaşam düzeyi sağlamıştır. Böylece 1200’lerden gelen kişisel özgürlük ve hak istemleriyle beraber İngiltere’ye kişisel özgürlüklerin en çok geliştiği ülke unvanını beraberinde getirmiştir. İngiltere, geçmişten bugüne kendi kimliğini oluştururken birçok aşamadan geçmiş ve kendine has bir yapı elde etmiştir. Bir ada ülkesi olması hammaddenin teminatı için İngiliz halkının denizlere açılmasını sağlamış onu ekonomik devrime itmiş bu da İngiltere’nin dünya ticaretinde ön plana çıkmasını sağlamıştır. Yaptığı istilalar ile elde ettiği yerleri kolonileştirip zamanla sömürgeleştirmiştir. Eskiden bu yana İngiliz halkının demokratik bir sistem için çabalaması onları kaçınılmaz, olumlu bir sonuca itmiştir. İngiltere’nin demokratikleşme sürecinin başlangıç

1

ÇAM Esat, Der yayınları, Siyaset Bilimine Giriş, s.536, 2005, İstanbul

8


XVII. yy’a geldiğimizde parlamento monarşiye karşı üstün duruma geçtiğinden iktidar nitelik değiştirmiştir. Kralın gücü azaldığından iktidar liberal görüntü kazanmıştır. XVII. yy tekrar kişi özgürlüklerine ağırlık verilerek geçmiştir. 1679’da kişi haklarının korunması ve temel yasaların sağlamlaştırılması adına Ach Habeas Corpus adı verilen yasa kabul edilmiştir. Yasa kişi özgürlüğünü korumayı emrediyor, ihanet suçu dışındaki suçlar karşısında kişinin 20 gün içerisinde yetkili mahkemeye sevk edilmesi öngörülüyordu. Böylece kişinin özgürlüğü kralın etkisinden çıkıp bağımsız İngiliz hâkimlerinin eline bırakılmıştır. Bu noktada İngiliz hâkimlerin bağımsız zümre oluşturarak tam bir otoriteye sahip olmaları uygulama yönünden temel özgürlüklerin alınmasında parlamento üyeleri yanında önemli rol oynadıklarını göstermektedir. XVII. yy’de Ach Habeas Corpus’tan başka kral aleyhine parlamentonun ayrıcalıklarını genişleterek etkinliğini arttıran üç tane daha temel yasa çıkartılmıştır. 1628 Haklar Bildirisinde Kral I. Charles’a İngiliz vatandaşlarının haklarını hatırlatan ve keyfi tutuklamalar, askerlerin özel yerleri zorla işgali gibi temel haklara aykırı olan davranışların giderilmesi istenmiş, 1641 Büyük İtirazda Kral I. Charles’a yeni hükümet doktrini imzalatmaya çalıştırılmıştır. 1689 Haklar Beyannamesinde ihtilalle devrilen eski kralın yerine geçecek krala parlamento tarafından imzalattırılmış; parlamentonun izni olmadan vergi konulması, kralın öz geliri ile halkın geliri arasındaki uçurum, parlamentonun toplanma serbestliği gibi konular parlamento lehine sonuçlanmıştır.2 1694 yılında parlamentonun 3 yıl içinde en az bir kere davet edilme zorunluluğu yanında bir parlamentonun 3 yıldan fazla bir süre ile görev yapamayacağı kararlaştırılınca kralın parlamentosuz yönetme olanağı elinde alınmış ve böylece krallı iktidar parlamentonun lehine olmak üzere iyice gerilemiş bulunuyordu. Bu asırda parlamenter rejimin yavaş yavaş yerleşmeye başlamasıyla birlikte XVII. yy sivil savaşla-

rından sonra ilk partilerin ortaya çıkmasıyla yeni görünüme sahip oldu. Düzenin olabildiğince değiştirilmeden sürdürülmesini savunan yani kralı tutanlara tory, düzenin liberalleşmesini bunun içinde kralın yetkilerinin kısıtlanmasını savunan whigler bulunmaktaydı. Parlamentonun geçirdiği değişmelere paralel olarak yürütmede de değişimler olmuştur. Yürütmede krala bağlı olarak çalışan yardımcılar ve özel konsey bulunmaktaydı. Parlamento mutlak monarşinin niteliğini değiştirmek için kralın danışmanlarına ve özel konseye de savaş açmıştır. Danışmanların ve özel konseyde bulunan kişilerin krala yaptıkları tavsiyelerin sorumluluğunu üstlerine almak gibi belirli yasalar çıkartılmış, bu; danışmanların kendi aralarındaki dayanışmayı arttırmış ve kabine hükümetinin yerleşmesini kolaylaştırmıştır. 1689’da kabinenin, avam kamarasına karşı sorumlu tutulması ile birlikte kabine üyeleri arasındaki dayanışma daha da artmıştır. Kendilerine güvenilmediği takdirde topluca işten ayrılma düşüncesine itilmeleriyle kolektif ve siyasi bilinçleri daha da artmıştır. Özet ile parlamenter rejim için gerekli her şey mevcut durumda iken XVIII ve XIX. yy’lerde demokrasi; Amerika kıtasında İngiliz kolonilerinin, İngilizlerin ağır vergi uygulamalarından bıkmaları sonrasında George Washington öncülüğünde özgürlük isteklerinin yerine getirilmesiyle oluşan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi sonucu Amerikan’ın bağımsızlığı ve Fransız devrimi ile hızlıca yükselen bir değer haline gelmiştir. Bir rejimin demokratik olabilmesi için meclise, yasama denetleme hakkı gibi haklar tanımak yeterli değildir. Halkı seçimlerdeki temsili de önemlidir. Fakat XIX. yy’de hileli seçimlerdeki olumsuz sonuçlar bu yüzyılın reformlarla geçmesine sebep olmuştur. 1832’deki I. Seçim Reformu, seçim rejimi esasına dokunulmadan o zamana dek çökmüş olan 86 kentten temsil edilme yetkisini kaldırıp onun yerine gelişmekte ve gelişmiş olan 143 yeni bölgeye dağıtmıştır. Bu reform ile yeni seçmen sayısı 500 bin kişiden bir milyona çıkmıştır. 1872’de seçim hilelerini kolaylaştıran açık oy verme yerini gizli oy vermeye bırakmıştır. 1884’de herkese oy hakkı tanınmasıyla seçmen sayısı 7 milyona çıkmış. Böylece köy ve kent arasındaki temsilci yönünden mevcut olan geleneksel eşitsizlik ortadan kaldırılmıştır. İngiltere XIX. yy boyunca aristokratik bir sistemden demokrasiye geçmiş ve gözle görülür bir biçimde avam kamarası ulusal temsil organı haline tamamıyla gelmiştir.3

2 ÇAM Esat, Der yayınları, Siyaset Bilimine Giriş, s.542, 2005, İstanbul 3

Devrimler ve Karşı Devrimler Tarihi Ansiklopedisi, Burjuva Devrimleri, Gelişim yayınları, 1975

9


Günümüzdeki demokrasi kavramı ve onu algılama tarzımız ile geçmişteki anlamını karıştırmamak için yirminci yüzyıldan önceki dönemlerdekilere ‘Klasik Demokrasi’ denir. Klasik demokrasi bugünkü niteliklerine doğru gelişim gösterirken, parlamenter sistemin de gelişmesini ele alma zorunluğu vardır Klasik parlamenter rejim güçler ayrılığı yerine siyasal partilerin bünyeleri ile çift parti sistemi dolayısıyla güçler birliğine yol açmıştır ancak ilkeler korunduğunda sadece mekanizme işleyişinde değişmeler olmaktadır. Kabineyi oluşturan parti parlamentonun da çoğunluğunu oluşturduğundan yasama ve yürütme bir anlamda birleşmiş olmaktadır. İşte sadece İngiltere’ye özel olan model Westminster modeli olarak bilinmektedir. Kısaca Westminster modeli iktidarın birleşmesi ve kabinenin üstünlüğüdür. Duverger “Gerçekte İngiliz rejimi bir güçler dengesi sistemini bütünüyle tersidir.” demektedir.4

David Camoran’la muhafazakâr parti birinci parti çıkmış, liberallerle koalisyon hükümetini kurarak tekrar iktidara geçmiştir. İngiliz yönetim sistemi sadece İngilizlerin tarihi yansıması ile değil aynı zamanda siyasi tutum ve değerleriyle şekillenmiştir. Bir ülkenin zorlama teoriler ile değil yılların, tarihte yaşanmış olayların getirisi ile kendilerine has bir siyasal sistem kurmaları ve bunu yaparken geçmişlerine bağlılık göstermeleri İngiltere’nin hala bu denli güçlü olmasını kolaylaştırmıştır.

İngiltere parlamento ve monarşinin bu kadar uzun süre yan yana var olabildiği tek ülkedir. Ülkenin yönetim sistemi anayasa monarşi ”meşruti monarşi” olarak geçmektedir. İngiltere’de hala krallık vardır. Krallık İngilizler için 1950 öncesinin görkemini temsil eder, üzerinde güney batmayan ülke klasiğin halka sunar. Sadece simgesel olan bu krallık parlamentonun açılış töreni bir yanıyla onun kraliçenin parlamentosu olduğunu anlatan bir sembolizm içerse de bir yanıyla seçilmişlerin üstünlüğünü ve belirleyiciliğini vurgular. Çünkü okuduğu hükümet programı kraliçeye hükümet tarafından verilir. Taç devlet kurumlarının en önemlisidir. Tacın yetkileri esas olarak göstermelik olsa da kral ya da kraliçenin 3 gerçek yetkisi vardır. Haberdar edinme, yüreklendirme, uyarma yetkisi. Günümüzde avam kamarası yani parlamento en önemli siyasi organdır. Avam kamarası için 650 seçim bölgesi bulunmaktadır ve milletvekillerinin dokunulmazlığı bulunmamaktadır.5

KAYNAKÇA: ÇAM Esat, Siyaset Bilimine Giriş, Der Yayınları, 9. Basım, 2005, İstanbul.

Parlamentonun başlıca iki görevi vardır. Yasama ve yürütmeyi denetleme. Avam kamarasının yanı sıra lortlar kamarası da bu konuda yetkilidir. Ancak XX. yy’nin başından başlayarak lortların gücü geniş ölçüde azalmıştır. Temmuz 2014 verilerine göre lortlar kamarasının 778 üyesi bulunmaktadır. Avam kamarasının aksine burada üyelik maaşı verilmemektedir. Kısacası lortlar kamarası tıpkı taç gibi İngilizlerin bir türlü vazgeçemediği kurum konumundadır. İngiliz seçimlerine baktığımızda genel seçimler beş yılda bir mayıs ayının ilk perşembesi yapılmaktadır. Her çevrede en yüksek oyu alan aday seçilmektedir bu da iki büyük partiden fazlasına şans tanımamaktadır. İkinci dünya savaşından beri avam kamarasının çoğunluğu 1945-51 İşçi Partisi, 1951-64 Muhafazakâr Parti, 1964-70 İşçi partisi, 19701974 Muhafazakâr Parti, 1974-79 İşçi Partisi, 1979-97 Muhafazakâr Parti olarak ilerlemiştir. 1997’de 18 yıllık muhalefetten sonra İşçi Partisi yeniden erke gelip 2005’e kadar başta kalmıştır. 2010 yılındaki seçimlerde

EROĞLU Cem, Çağdaş Devlet Düzenleri, İmaj Yayınevi, 9.Basım, 2014, Ankara HUGH Kearney, Britanya Adaları Tarihi, İnkılap Kitapevi, 2015, İstanbul İNTERNET KAYNAKLARI: Ferruh Tuzcuoğlu, Demokratik Parlamenter Sistemin Beşiği İngiltere’nin Tarihinden İlginç Anekdotlar, http:// sablon.sdu.edu.tr/fakulteler/iibf/dergi/files/1996-1-19. pdf, Erişim Tarihi: 30.11.2015 Murat Baykara, BBC Türkçe, İngiltere’de kraliyeti ayakta tutan nedir?, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2011/04/110428_royalty_analysis.shtml, Erişim Tarihi: 30.11.2015 Mücahit Er, Demokrasinin Tarihi Gelişimi, https:// www.academia.edu/9351933/Demokrasinin_Tarihi_ Geli%C5%9Fimi, Erişim Tarihi: 30.11.2015

4 BAYKARA Murat, BBC Türkçe, İngiltere’de kraliyeti ayakta tutan nedir?, 2011 5

EROĞLU Cem, İmaj Yayınevi, Çağdaş Devlet Düzenleri, 2014, Ankara

10


Hazırlayanlar: Şaban ÇAYTAŞ Mehmet Orkun GENÇ

caytasaban@gmail.com mehmetorkungenc@gmail.com

PROF.DR. MEHMET ALTAN İLE KARŞILAŞTIRMALI AVRUPA TARİHİ Aydınlanma düşüncesinin günümüz Avrupa’sının dinamikleri oluşurken etkisi oldukça fazla. Günümüz de bu yönde nasıl bir kültürel etki görüyorsunuz?

yarını düşünmek anlayışı Avrupa ekonomisinde yerleşmeye başladı. Böylece başlayan sanayileşme ve kapitalistleşme sürecindeki zihniyet değişikliğinin bugünkü Avrupa üzerindeki etkileri nelerdir?

A

ydınlanma Çağı nedir diyecek olursak kilisenin egemenliğinin son bulması aslında… Aristoteles’in bilim anlayışı yerine Bacon’ın bilim anlayışının, deneyin ve aklın öncülüğünde bilimin devreye girmesi, insanın odak noktası haline gelmesi, doğaüstü güçlerin egemenliğinden kurtulup insana dayalı olarak hayata bakan endüstriyel yapının devreye girmesi; sanayileşmenin hızlandığı, toplumsal yapının değiştiği, makineleşen ve toplum dinamizmini bunun üzerinden hızlandıran bir süreçtir Aydınlanma Çağı… Bugünkü Avrupa’nın temelinde insanlığın geçirdiği bütün bu aşamalar mevcuttur ama bu aşamalar gittikçe de hızlanıyor. Aydınlanma Çağı ile birlikte yaşam hızının bir ivme kazandığını görüyoruz; Ortaçağ düşüncesinin pozitif yanının netleşmesi ve bunun egemen hale gelmesi aydınlanma ile birlikte olmuştur. Aslında bu da Sanayi Devrimi sürecinin yeni yüzünü teşkil ediyor. Onun için bu düşünce Avrupa’nın kültürel değişimi gibi birçok alanda değişimi açısından çok önemlidir.

Asıl olarak bu bahsedilen Protestan ahlaktır. Yani Hıristiyanlığın kendini yeniden revize ederek yeni bir yorum çıkarması ve topraktan (tarım) buhar makinesine geçiş sürecinde değişen toplumsal dinamiklerin öncülüğünde yapı değişiyor; üretim biçimi değişiyor, toplum değişiyor ve buna yeni bir yaklaşımla cevap verme ihtiyacı hissediliyor. Bu toplumsal dinamikler dinin tutucu yorumunu kırarak protesto mantığında yeni bir algı ortaya çıkıyor. Tasarruf etmek, hayatı ileriye atmak, zamanı ileriye atmak ve çalışmanın kutsal olarak kabul edildiği yeni bir yorumda sanayileşme de hızlanıyor. Aslında bakıldığında ilk Sanayi Devrimi’ni yapan en zengin bölgelerin Protestanlığı seçtiğini gözlemliyoruz. Bu aynı zamanda önemli bir soruyu beraberinde getirir: Onlar Protestan oldukları için mi zenginleştiler, yoksa zengin oldukları için mi Protestan oldular? Aynı zamanda Sanayi Devrimi’nin kültürel çimentosunu da Protestan ahlak yapmaktadır. Bugün bir başka noktaya geldik. O Protestan ahlakın, sanayileşmenin ve 20. yy değerlerinin çözüldüğü; yerine yenisinin arandığı, kol gücünün yerini beyin gücünün aldığı, inovasyonun rekabeti belirlediği, yeni buluşların

Feodal toplum düzenin çözülmeye başlamasıyla birlikte Avrupa’da ekonomik yaşam üzerindeki egemen zihniyetinde değiştiğini görüyoruz. Yükselen burjuva sınıfıyla birlikte çok çalışmak, 11


çağı şekillendirdiği ve eski kuralların yenilerine cevap vermediği başka bir yapı ortaya çıkıyor. Protestan ahlak aslında temel bir konudur. Kültürel çimentoydu ama bugün geçerli değildir. Bunu Küresel Vicdan adlı kitabımda inceleyip cevap bulmaya çalıştım. Temel soru şuydu, aslında tutkal görevi gören bu Protestan ahlakın işlevi kaybolduğundan yerine ne gelecek? Özellikle bu işlev kayboluşunu yeni nesillerde çok görüyoruz. Çalışarak hayatını devam ettirme derdi yok, yani iyi yaşamak isteyen fakat bunun bedelini ödeme konusunda sıkıntıları olan bir yapı ortaya çıkıyor. Çalışma şartları ve çalışma koşulları gibi değişen koşullarla Protestan ahlak tutkal görevini bugün yitirdi fakat Sanayi Devrimi döneminde tutkal görevi görmekteydi.

olduğunu düşünüyorum. Tabi bu bağlamda Almanya ile feodalite ilişkisine de bakmak gerekiyor. Çünkü feodalitenin aşamaları her ülkede aynı yaşanmıyor. Bu ülkelerin ilişkilerini değerlendirdiğiniz vakit daha farklı şeyler karşınıza çıkacaktır. Alman dinamizmi ise daha çok düşünce yöntemi ile bağlantılıdır. Metoduyla, davranış kalıplarıyla, farklı kültürlerin harmanıyla o topluma giydirdiği elbise ile de bağlantılıdır. Fakat ben en büyük etkiyi piyasa ekonomisi yerine sosyal piyasa ekonomisini seçerek kapitalizmin farklı bir versiyonu olan dayanışmacı kapitalizmin oluşunda görüyorum. Aynı zamanda Almanya’da gecikmiş devletleşmeden dolayı farklı gelişmişlik düzeyleri vardı. Örneğin Bavyera ile Ren bölgelerinin gelişmişlik düzeyleri ve dolayısıyla hayat üslupları farklıydı. Zamanla farklı düzeyde kalkınmış bölgeler arasındaki farklar giderildi ve ileri bir üretim düzeyinde buluşuldu. Daha sonra Schröderle birlikte dayanışmacı kapitalizmden kopup Anglosakson bir kapitalist düzen oluştu. Almanya’nın son dönemdeki başarıları olağanüstüdür. Belki de bunu gecikmiş bir ulus devletin başarısı ya da avantajı şeklinde yorumlamak doğru olacaktır.

Konfederasyonken Bismarck ile birlikte imparatorluğa dönüşüm sürecinde Almanya ekonomisi ne yönde değişti? Yine aynı süreçte sosyal birlikteliğin temelleri nasıl atıldı? 1. Dünya savaşında yenildiği halde çok kısa sürede tekrar ayağa kalkıp II. Dünya Savaşına girecek ekonomik ve teknolojik alt yapı nasıl oluşturuldu? Almanya en geç devletleşen ülkelerden biridir. Ulus devletleşme süreci en geç tamamlanmış devletlerden biridir. Bu bir avantaj mı dezavantaj mı diye bakıldığında belki de bölgelerin kendi dinamikleriyle oluşan bir zincirin, gecikmiş bir ulus devletle kendini daha iyi ifade edebildiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Aynı çizgi içinde buharlaşmayıp farklı enerjilerin daha geciken bir zamanda bir araya gelmelerinin avantajı

Özellikle 19.yy ikinci dönemi ve 20.yy başlarında Türk düşünürleri ve yöneticilerinin Alman etkisinde kalmasının başlıca nedenleri nelerdir sizce? Tarihsel sürece ekonomik açıdan, ekonomik faaliyetlerle bağlantılı olarak baktığımız vakit ülkelerin etkilerinin artıp azaldığını görüyoruz. Biz Almanya’nın yükselen yıldız olduğu süreçte Alman etkisine girmiştik. 12


II. Dünya Savaşı sırasında yenilmiş sayılmamızın sebebi de budur. II. Wilhelm döneminde Almanya’nın Ortadoğu politikalarını Türkiye üzerinden oluşturma çabaları artan ordusal ve ekonomik ilişkiler Alman etkisini arttırdı. Fakat daha sonra II. Dünya savaşında Almanya’nın yenilmesiyle Türkiye’deki anlayış da Anglosakson bir anlayışa doğru evrildi. Sonuç olarak ekonomik ilişkilerin artması bu alanlara edilen nüfuz ile aynı doğrultuda ilerliyor.

sanayi toplumunda insanların örgütlenme biçimleri değişen yapıya göre biçimleniyorsa Avrupa Birliği de aynı biçimde değişen yapıya göre oluşmuş yeni anlayışın, küreselleşmenin gereğine uygun bir süreç yaşıyor. Teknoloji hayatı değiştiriyor. Tüm bunların cevabını teknolojik değişmeler üzerinden algılamak ve anlatmak daha işlevseldir. Aslında teknolojinin gelişmesini etkileyen faktör de fizik biliminin daha da derinleşmesidir. Fiziğin ne kadar değiştiğini görürsen teknolojinin de o kadar ilerlediği gözlemleyebiliriz. Örneğin fizikte kat edilen yollar insanı öyle bir çağa götürüyor ki uzay çağı gibi bir sürece gidiyoruz. Tarihsel düzlemde incelediğimiz zaman insanlığı iki aşamada ele almak lazım: Birincisi denizlere hâkim olunduğu dönem şimdide uzaya yani evrene hâkim olmaya çalıştığı dönem. Tabii bunların hepsi toplumsal yapıyı derinden etkilemekte ve örgütlenme biçimlerini değiştirmektedir.

Viyana kongresi ile Avrupalı devletler ilk kez ortak bir diplomasi etrafında buluşmaya başladı. Bu bağlamda Avrupa Uyumu (Concert of Europe) işlevselliği ile AB kuruluş ve genişleme süreci arasındaki bağlantıyı nasıl ele alabiliriz? Avrupa Birliği, Avrupa’nın pazar paylaşımının, kan ve gözyaşından oluşan yapının, zaman içinde üretim biçimi ve toplumsal yapının çağ değişimi ile birlikte dönüşmesiyle yeniden örgütlenmesidir. Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı ulus devlet anlayışı 200 yıl sürmüştür. Sermayenin etkinliğinin yerini inovasyon almaya başlayınca; araştırma-geliştirme (AR-GE) faaliyetlerinin artması dahilinde teknolojinin çok hızla değişmesi ve gelişmesi sonucunda toplumsal yapı kendini yeniden örgütlemiştir. Ulus devletler, ulus üstüne doğru bir merhaleye geçmişlerdir. Şimdi ise bunun sıkıntılarını çekmektedirler. Ulus devletlerin oluşumunu sağlayan burjuvazinin yerini inovasyonun aldığı, yeni Bill Gates’lerin olduğu bir dünyada toplumsal yapı değişiyor. Aynı zamanda çalışma koşulları ve çalışma şekli de değişiyor. Sermayenin önemi azalıyor ve böyle bir yapı da yeni bir toplumsal örgütlenmeyi beraberinde getiriyor. Böylelikle ulus devletlerden ulus üstü bir biçime evriliyoruz. Vatan, milletin önemli olduğu bir yapıdan, insanın önemli olduğu bir yapıya geçiyoruz. Yeni yöntemlerle yapılan bir buluş, çok büyük bir zenginliğe sebep oluyor. Artık kol gücü, sermaye, fabrika gibi temel üretim faktörleri değil, insanın buluşu dünyanın merkezine oturuyor. Bunların sonucunda da insanın kutsal olduğu bir yapı ortaya çıkıyor. Buna da ulus-üstü örgütlenme diyoruz.

16. yy’de Osmanlı Devleti’nin kapitalistleşememesiyle Türkiye’nin AB üyesi olmaması birikmiş bir döngü olarak düşünülebilir mi? Elbette birebir bir bağlantı var. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki toprak düzeni feodaliteden çok uzaktır. Sermaye birikimi yapılmasının engellenmesi, devletin merkeziyetçi anlayışı gibi birçok neden sıralayabiliriz. Toprağın kullanım hakkı noktasında ise bir çift öküzün sürebildiği yer kadar bir alan köylüye veriliyor. Bu bir artık yaratmıyor, zenginleşme oluşturmuyor ve dolayısıyla bir burjuva sınıfı ortaya çıkarmıyor. Aynı zamanda işçi sınıfı da oluşmuyor. Bunların sonucunda da ortaya kendi dinamikleri ile kendi içinde gelişen, dönüşen bir ülke ekonomisi oluyor. Osmanlı’da sistemin ilahi olması da karşı bir duruş sergilemek için imkânsız oluyor. Onu eleştirdiğin zaman günahkâr konumuna düşüyorsun. Yine mutlağın çok kutsal sayıldığı aynı zamanda mevcudun değişimini isteyenin tehdit olarak kabul edildiği bir ortam gözlemliyoruz. Sosyal değişmeleri engelleyen, statükoyu korumak için çok ağır yaptırımlar getiren bir anlayışın evrilmesi çok gecikiyor. Tarihsel olarak baktığımız zaman modern anayasanın başlangıcı Avrupa’da Manga Carta ile 1215’tir. Bizde padişahın egemenlik haklarını bir ölçüde geçici olarak daraltması 1800’lerin başında Sened-i İttifak ile gerçekleşmiştir. Gerekçesiz insan tutuklanamaz 1600’lerin sonunda Avrupa’ya gelmişken, bizde Tanzimat ile gelmiştir. Bugün ise hukuksuzca insanların yargılanabileceği bir noktaya gelinmiştir. Matbaa Avrupa’da 1425’dir. Bizde ise 1750’dir. Buranın dinamiklerinin çok yetersiz olduğunu, gereken zıplamaları yapamadığını ve bu çabaların da resmi algı tarafından iyi karşılanmadığını görüyoruz. Bu yapının bugünkü Avrupa Birliği’ni geriden seyretmesini doğuran bir zihniyet olduğunu görmek lazım.

1. Dünya Savaşının sonrasındaki savaş olgusunun dönüşümü ve beraberindeki güvenlik çalışmaları çerçevesinde AB’nin kuruluş sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca Avrupa’nın özellikle 2. Dünya savaşından sonra yoğun olarak yaşadığı -çeşitlilikle bütünleşme- birlik sürecini Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu sistem doğrultusunda açıklayabilir misiniz? Avrupa Birliği’nin kuruluş nedenlerine hangi pencereden baktığınız çok önemlidir. Baktığınız açıya göre farklı sonuçlara ulaşabilirsiniz. Kol gücünün yerini artık insanın buluşunun alması gibi günün koşullarına göre yeniden örgütlenme olarak görmekteyim Avrupa Birliği’ni… Nasıl ki sanayi öncesi toplumda ya da 13


MİNERVA

BİSMARCK’IN ALMANYASI M. Deniz ÖZKELEŞ

Alman birliği üç safhada gerçekleşmiş olup, bunların her biri ayrı bir savaştır. Bu birliğin kuruluşuysa Prusya’nın ve onun şansölyesi Bismarck’ın eseridir. Avrupa’da yeni yayılan Protestanlığın, Katoliklerle olan kanlı savaşından Almanlar ve Alman birliği oldukça etkilenmiştir. Bu din savaşları sonucu ağır can kayıplarının yanı sıra Alman aidiyeti de kaybedilmeye başlanmıştır. Almanlar bölünmeye, birçok siyasal temsilcilik ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu bölünmüşlük Alman birliği arayışlarının önündeki en büyük engellerden biri olmuştur.

Alman İmparatorluğunun kurulmasından sonra Bismarck’ın izlemiş olduğu diplomasi, başbakanlıktan ayrıldığı tarihe kadar, kesin bir diplomatik üstünlük kazandırmış ve bunun sonucunda Almanya’nın etrafında Üçlü İttifak denilen bir kuvvetler bloku ortaya çıkmıştır. Bismarck 1870-1871 savaşında Fransa’yı ağır bir yenilgiye uğratıp, 18 Ocak 1871’de Alman İmparatorluğunun kuruluşunu ilan ettikten sonra, içeride ve dışarıda olmak üzere iki önemli problemle karşılaştı; içerideki mesele Alman birliğinin sağlam temellere oturtulmasıydı. Çünkü Alman birliği, Alman devletlerinin Prusya’ya kendiliğinden katılmasıyla gerçekleşmedi. Prusya’nın sırasıyla Danimarka, Avusturya ve Fransa’ya karşı kazandığı askeri başarılar Alman devletlerini birliğe katılmaya zorlamıştı. Özellikle güney devletleri Fransa’nın desteğinden mahrum kaldığı için birliğe isteksizce katılmıştır.

Almanya’da doğan küçük temsilciliklerden biri olan Prusya, yıllar sonra Alman birliğini kuracaktır. Prusya’dan Alman Birliğine uzanan bu süreçte karşımıza Alman tarihinin önemli ismi Otto Von Bismarck çıkmaktadır. Tahmin edildiği üzere Alman birliğini kurmak hemen mümkün olmadı. Çünkü Fransa’nın nüfuzu altında bulunan Katolik Güney Alman Devletleri birliğe yanaşmadığı gibi, kuzeyinde güçlü bir Almanya’nın ortaya çıkmasından endişelenen Fransa, Prusya’ya olan tutumunu sertleştirmiştir. Alman Birliği yolundaki Fransa engelini kaldırmak, Bismarck için ancak Fransa’yı ağır bir yenilgiye uğratmakla mümkün olmuştur. “Bismarck’ın dediği gibi, Alman milletinin milli bütünlüğü ancak ‘kan ve demirle’ gerçekleştirilebilmiştir.”1

1

ozkeles-deniz@hotmail.com

Burada gördüğümüz üzere Alman birliği henüz sağlam bir temele oturtulmuş değildi ve ancak zamanla güçlenecek bir kaynaşmaya ihtiyaç vardı. Bu sebepledir ki Almanya birliği için içerideki temeller güçlenmediği takdirde hiçbir şey tam olarak yapılmış değildir. Çünkü dışarıdaki en ufak bir pürüz içyapıya domino etkisi olarak dönmekteydi. Sonuç olarak dış münasebetlerde barışın egemen olması içyapının güçlenmesi için şart idi. Dıştaki mesele ise Fransa meselesi olmuştur. Bis-

Armaoğlu, Fahir H. , 20. Yy. Siyasi Tarihi (1914-1995), İstanbul, 2012, Sayfa:61

14


marck Fransa’nın bu ağır yenilgiyi kolay hazmedemeyeceğinin ve bunun intikamını almak için en kısa sürede harekete geçeceğinin bilincindeydi. Ayrıca yenilgi bir yana, Almanya Fransa’nın Alsace ve Lorraine gibi iki önemli toprağını elinden almıştı ve Fransızların buna uzun süre tahammül etmeleri beklenemezdi.

Yapmış olduğu çıkarımlardan sonra Bismarck’ın aklına gelen soru şuydu: Fransa, Almanya’ya karşı hangi devletlerle birleşebilirdi? İlk akla gelen devlet Prusya’dan ağır bir darbe alan Avusturya’ydı. Zaten Bismarck Avusturya’ya yakın olmaya dikkat etmiştir. 1871’den sonra bu yakınlık daha da artmıştır. Çünkü Bismarck Avusturya’nın kendisine lazım olacağını biliyordu. Avusturya ise Almanya’nın bu yakınlaşma çabalarını cevapsız bırakmadı. Çünkü Avusturya her ne kadar Alman ve İtalyan birliklerinin kurulmasını engellemek istese de başaramamış, batısında Almanya, güneyinde İtalya birer devlet olarak ortaya çıkmıştır. Yani Avusturya diplomasisinin batıda ve güneyde artık işi kalmamıştı bunun üzerine diplomatik faaliyetini Balkanlara yöneltti ve topraklarını o yönde genişletmeye karar verdi. Bu esnada da Ege ve Adriyatik denizlerine açılmaya başlamıştı.

Bu sebeplerden ötürü, Fransa’nın bir intikam savaşına girme ihtimali Bismarck’ın ilgilenmesi gereken ilk ve en önemli endişesi olmuştur. Çünkü Bismarck biliyordu ki, yine Almanya ve Fransa arasında büyük bir savaş olursa bu sefer büyük Avrupa devletleri bu savaşa seyirci kalmayacak ve müdahalede bulunacaklardı. Eğer Almanya ve Fransa bu savaşta yalnız kalırlarsa o zaman mesele yoktu ve Almanya ikinci bir zafere hazırlanıyor olurdu. Fakat diğer devletlerin savaşa girmesi Almanya’nın aklına büyük bir “acaba” sorusunu getirmektedir. Ayrıca Fransa’nın olası ikinci savaşa yanında büyük bir Avrupa devletiyle gireceği kesindi.

Avusturya yeni Balkan politikasını oluşturadursun, bu sırada Rusya da Osmanlı İmparatorluğunu Balkanlardan atmak için Balkanlarda Panslavizm politikasını uygulamaya başlamıştır. Böylece Balkanlar üzerinde politikalarını şekillendiren iki ülke çatışma durumuna girmiş oluyordu.

O halde Almanya’nın dış münasebetlerde barış sağlayabilmesi için Fransa’nın intikam savaşı açması önlenmeli ve bunu sağlamak için de Fransa’nın birleşebileceği devletleri Almanya’nın yanına çekip, Fransa’nın yalnız bırakılmasına çalışılmalıydı. Kısaca Almanya’nın savaş dönemi sonrası dış politikasının iki temel ilkesi; barış ve barışın korunması için ise Fransa’nın yalnız bırakılması olmuştur.

Ayrıca Avusturya’nın denizlere açılmasının ardından bağımsızlığını kazanmış olan Sırbistan ile de ilişkiler ileride çatışmalara gebe kalacaktı. Sırbistan’ın da bir Slav devleti olması ve Almanya karşısında Rusya’ya dayanması nedeniyle Panslavizm karşısında bir PanCermen bloğu oluşturmak şart oldu. Bismarck Avusturya sorununu bu şekilde çözmüştür. Fransa’nın Alman tehdidine karşı birleşme olasılığı bulunan ikinci devlet İtalya idi. Fakat Bismarck bunun üzerinde fazla kafa yormadı çünkü İtalya milli birliğini kurmasına rağmen Almanya kadar güçlü bir devlet değildi ve Almanya’yla ortak bir sınırı yoktu. Üçüncü olarak ise; İtalya milli birliğini kurarken Fransa’dan ne kadar askeri yardım alsa da Avusturya’nın bazı İtalyan topraklarını almasına karşı Fransa, hiçbir şey yapmamış, üstüne üstlük kendi de yaptığı yardımların karşılığı olarak Nice ve Savoie topraklarına el koymuştur. Bu da Fransa – İtalya ilişkilerini bozmuştur. Geriye kalan devletler ise İngiltere ve Rusya’ydı. Bismarck bu iki devletin durumlarını ele aldığında İngiltere için şunu tespit etti: Fransa’nın İngiltere ile birleşmesi imkan dahilinde bile değildi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğuna ait olan Mısır üzerinde sorun yaşamaktaydılar ve ilişkileri iyi değildi. Bismarck’ın en fazla endişe duyduğu ülkeyse Rusya oldu. Çünkü Fransa’nın Rusya’yla birleşmesi demek Almanya için bir felaketin başlangıcı olurdu. Böyle bir savaş ihtimali dahilinde Almanya iki cepheli bir savaşla karşılaşırdı. Böyle bir ihtimalin varlığı bile Bismarck’ın korkmasına yetmiş ve buna Bismarck’ın kabusu denilmiştir. 15


Sonuç olarak, Fransa’nın yalnız bırakılması ve intikam savaşına girmesinin önlenmesi amacıyla Avrupa’da barışın korunmasında, Avusturya ve Rusya’nın daima Almanya’nın yanında bulunması zorunluydu. Bu sebeple Bismarck görevde kaldığı dönem boyunca bu iki devleti yanında tutmak için büyük çabalar harcamış ve çeşitli kombinezonlar kurmuştur.

kan arasında görüş ayrılıkları ve çatışmalar başlamıştır. Çünkü gün geçtikçe genç imparator Bismarck’ın politikasına daha fazla karışıyordu. Özellikle dış politika da önemli görüş ayrılıkları bulunuyordu buna bir de iç politikadaki düşünce farklılıkları eklenince, 2. Wilhelm ile Bismarck arasındaki uyuşmazlık şiddetlendi ve sonunda Bismarck başbakanlıktan ayrıldı.

1887 Alman-Rus anlaşması Bismarck’ın yaptığı son anlaşma olmuştur. Çünkü Almanya’nın yönetiminde meydana gelen bir gelişme Bismarck’ın görevden ayrılmasına neden olmuş ve Almanya’nın Avrupa’daki üstünlüğüne son vermiştir.

KAYNAKÇA ARMAOĞLU, Fahir H. ,19. yy Siyasi Tarihi (17891914), TTK, Ankara, 2003. ARMAOĞLU, Fahir H. ,20. yy Siyasi Tarihi (19141995), İstanbul, 2012.

1871-1904 tarihleri arasında Almanya’ya Avrupa’da üstünlük sağlayan temel faktör, Başbakan Bismarck’ın takip ettiği ustaca politika idi. Fakat Bismarck’ın 1890’da başbakanlıktan ayrılması, Alman dış politikasının temelinde büyük değişiklikler meydana getirmiştir. Bu da Alman üstünlüğünü sona erdirip, denge durumunun ortaya çıkmasına yol açmıştır.

CANPOLAT, İbrahim, Almanya’nın Dış Politikası, Alfa Yayıncılık, İstanbul, 2003. FEUCHTWANGER, Edgar J. , Imperial Germany 1850-1918, Routledge, London, 2001. SCHECK, Raffael, Germany 1871-1945 A Concise History, Berg, New York, 2008.

28 yaşındaki genç bir imparator olan 2. Wilhelm tahta çıkmasıyla birlikte iç ve dış politikadaki her şeyi kendi eline almak istedi. Fakat Bismarck 26 yıl boyunca Almanya’nın ve Alman milletinin kaderini kendi ellerinde tutmuştu. Bu süre boyunca gelen bütün imparatorlar her şeyi Bismarck’a bırakmış ve hiçbir şeye karışmamışlardır. Bu yüzdendir ki 2. Wilhelm’in tahta çıktığı ilk günden itibaren yeni imparator ve yaşlı, tecrübeli başba-

UÇAROL, Rıfat, Siyasi Tarih, Der yayınları, İstanbul, 2008. İNTERNET KAYNAKLARI http://www.gazetebilkent.com/2014/04/06/bismarckve-modern-almanyanin-kurulusu/ Erişim Tarihi: 27.10.2015 16


MİNERVA

İTALYAN BİRLİĞİNİN SAĞLANMASI Sedat KUBAT

sedatkubat1@hotmail.com

18.

ve 19. yüzyıllarda Avrupa siyasi tarihi dönüm noktalarını yaşadı: 1789’da gerçekleşen Fransız İhtilali ve 1815 Viyana Kongresi. Bu iki olay Avrupa tarihi açısından ne kadar önemli olsa da ilerleyen süreçteki gelişmeler bizleri yeni düşünce akımlarının yayılmasıyla ve mutlakiyet yönetimlerinin ortadan kalkmasıyla veya zayıf duruma düşmeleriyle yeni devletlerin kurulmasına, mevcut dengelerin bozulmasına ve coğrafyada köklü değişikliklerin yaşanmasına götürecektir. Varılan noktada eski yönetim biçimleri, ekonomik yapı ve özgürlük anlayışında değişiklik meydana gelmesi sürecin zorunlu bir sonucuydu. Ortaya çıkan milliyetçilik akımı ve bağımsızlık anlayışı ise Sırbistan, Macaristan, Yunanistan, Belçika, Karadağ, Bulgaristan, Almanya ve İtalya gibi yeni devletler ortaya çıkardı. Kurulan bu yeni devletler kuruluş şekli itibariyle farklılık gösterseler de Avrupa coğrafyasını yeniden şekillendirmeleri gibi bir ortak paydada birleşiyorlardı. Her birinin tesir değerliği ise elbette farklıydı. Ancak en etkili sonuçları Alman birliği ve İtalyan birliğinin kurulması getirecekti.

şekilde ortaya çıkan çeşitlilik dönemde etkin hal alan milliyetçilik(ulusçuluk) ve bağımsızlık akımlarının gelişimiyle coğrafya halkı üzerinde rahatsızlık uyandırıyordu. Bütün bunlar İtalya’da birliğin sağlanması için çalışmaların başlamasına neden oldu. Birliğin kurulmasının önünde Avusturya, Papalık, İspanyollar ve Fransa gibi engeller vardı. Bu engeller coğrafyada bütünlük sağlanmasını farklı açılardan zorlaştırıyordu. Ülkenin Kuzeyini elinde bulunduran Avusturya ve etkin bir zihni yaptırıma sahip Papalık en önemli engellerdi. Bu engeller ortadan kalkmadan veya güçleri önemli ölçüde kırılmadan İtalya’nın birliğinin sağlanması güç olacaktı. Dönemde etkin olan milliyetçilik akımı çerçevesinde birliğin sağlanmasının yöntemi hakkında görüş farklılıkları mevcuttu. Papa’nın başkanlığında federal bir İtalya kurulması, bir İtalyan Cumhuriyeti kurulması ve dönemin güçlü devleti Piyemonte’nin liderliğinde meşruti bir İtalya Krallığı kurulması gibi çözüm önerileri mevcuttu. İtalya’da birliğin kurulması için gerçekleştirilen ilk iki hareket başarısız oldu. Birincisi İtalyan Krallığı isteyenler tarafından 1821 yılında Napoli ve Piyemonte’de başlatıldı ancak bu hareket Avusturya ve Rusya tarafından bastırıldı. İkincisi ise papalık devletleri ağırlığında başladı ve bu da bastırıldı. 1848’e gelindiğinde olayların seyri değişmişti. Papa IX. Pie’nin suçluları affetmesi ve ardından çıkan ayaklanma sonucunda Piyemonte Kralı Şarl Alberto halka bir anayasa verdi. Böylece devletlerde anayasalı bir yönetime geçilmiş oldu. Aynı dönemde Avusturya’da çıkan iç ayaklanmalar birliğin sağlanması konusunda umut doğurmuştu ancak Piyemonte Krallığı etrafında girilen mücadelede İtalyanlar arasında sorunlar çıkmasının da etkisiyle hareket başarısız oldu ve birlik hareketleri bir süre ivme kaybetmek durumunda kaldı. 1848’de gerçekleşen bu yenilgiden sonra İtalyanlar Piyemonte Kralı Şarl Alberto önderliğinde tekrar savaşa girdiler ve bu yenilgiden de sonra Şarl Alberto tahttan inmek zorunda kaldı. Bu yenilgilerden sonra İtalyan birliğinin kurulması için izlenecek yöntemde değişiklik yapılması gereği hissedildi. Çünkü İtalyanlar Avusturyayı yenemeyeceklerini anlamışlardı ve yeni çözüm yolları üretmeleri gerekiyordu. Bundan sonraki çalışmaları da bu doğrultuda gerçekleşti.

1815 Viyana Kongresi, İtalya’nın birliğini sağlaması yönünde çözümler üretememişti. Neticede İtalya coğrafyası hala Piyemonte Krallığı, Toskana, Lucas Prensliği, Napoli Krallığı gibi küçük devletlerin toplamından oluşan bir yapıyı ifade ediyordu ve devletlerin yönetimleri bir homojenlik göstermiyordu. Bu 17


1856 Paris Kongresi’nde amacını gerçekleştirdi ve talebini burada duyurarak önemli bir başarı elde etti. Bu başarıdan sonra birliğin kurulması yönünde umut vaat edici bir ortam doğdu. Cavour’un umudu İngiltere ve Fransa’ydı. İngiltere hayal kırıklığına uğratmış olsa da Fransa gecikmeli de olsa Cavour’a destek verdi. Kont Cavour bundan sonra mücadeleyi geliştirmek için çalışmalarını hızlandırdı. 1848’de Macaristan’da gerçekleşen ayaklanmayı ise körükleyici bir politika izledi. Bundan sonra şeklen kötü görünen ancak birliğin kurulması noktasında görüntüsünün tam tersi yönde etki yaratan bir olay gerçekleşti. Felix Orsini adlı bir İtalyan milliyetçi III. Napolyon’a başarısızlıkla neticelenen bir suikast girişiminde bulundu. Cavour’un yeteneği burada devreye girdi ve III. Napolyon’u birliğin sağlanması konusunda biraz da karşılıklı çıkar ilişkisi sonucunda bir anlaşmaya vardılar. Bu anlaşmaya göre Fransa belli bölgeleri Avusturya’dan kurtarırken Nice ve Savole’yi alacaktı. Neticede Avusturya’ya karşı girişimler Cavour liderliğinde somut sonuçlar doğurmaya başlayacaktı. Ancak gelişmeler çok da olumlu sonuçlar doğurmadı çünkü Avusturya’dan sadece Lombardia kurtarılmıştı ve İtalyan birliği hala sağlanamamıştı. Halktaki yankısı ise birliğin kurulmasına dair aciliyetin artmasına yol açıyordu. Bunun sonucu olarak Toscana, Parma, Bologna gibi bazı bölgelerin halkı İtalya’ya katıldı. Birliğin sağlanması için Roma ve Venedik kalmıştı. Tarih, 18 Şubat 1861’e geldiğinde Torino’da ilk İtalyan Parlamento’su açıldı. Sonuç olarak İtalya Krallığı Victor Emmanuel Krallığı’nda kurulmuş oldu. Venedik Avusturya ve Prusya arasında 1866’da yapılan Viyana Antlaşması’yla kazanıldı. Artık geriye Papa’nın koruduğu Roma’yı kazanmak kalmıştı. Roma’nın alınması için gerçekleştirilen kuşatma Fransa’nın Papa’ya askeri olarak destek vermesine karşın başarılı sonuçlandı ve böylece 1870 yılında Roma da alınarak İtalyan birliği sağlanmış oldu.

Başbakanlığa gelen Kont Cavour birliğin sağlanmasının daha önce denenmiş yollarla gerçekleşemeyeceğini düşünen bir devlet adamıydı. Bu doğrultuda III. Napolyon’dan faydalanma ve Fransa’ya yaklaşma yolunu seçti. Bunun nedenlerinden en önemlisi III. Napolyon’un Avusturya’yı bölgeden uzaklaştırmak ve bölgedeki güç dengesini elinde bulundurmak istemesiydi. Kont Cavour bir yandan ülkesini askeri ve ekonomik anlamda güçlendirirken bir yandan da (1853-1856) Kırım Savaşı’nı da fırsat bilerek birlik oluşturma konusundaki talebini duyurma planını yapmıştı. Neticede

KAYNAKÇA SANDER, Oral, Siyasi Tarih, İmge Yayınevi, 29.Baskı, 2015 UÇAROL, Rıfat, Siyasi Tarih(1789-2001), Der Yayınları, İstanbul 7. Basım ÜÇEK, Coşkun, Siyasal Tarih, Başnur Matbaası, Ankara,1967

18


Hazırlayan: Özgenur AKTAN

aktanozgenur@gmail.com

HAZAR VURAL İLE İRAN NÜKLEER ANLAŞMASI ÜZERİNE SÖYLEŞİ Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Okuyucularımız için kendinizden ve çalışma alanlarınızdan bahsedebilir misiniz?

Ortadoğu’da daha da önemli ve dikkat çekici bir güç haline evrilebilir. Sizce bu durum, bölgesel ilişkilerin seyri bağlamında ve Körfez ülkeleri özelinde nasıl ele alınabilir?

Ş

u an halihazırda Yıldız Teknik Üniversitesi’nde doktora tez aşamasındayım. İran dış politikası odaklı çalışıyorum. Lisans ve yüksek lisans derecelerim Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler üzerine. İki buçuk yıl Türk Asya Sratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM)’nde, Ortadoğu Masası’nda çalıştım. Evvelinde BİLGESAM’da üç ay kadar bir dönemim oldu. Daha çok Ortadoğu, İran ve güvenlik konuları üzerine yoğunlaşıyorum. Yüksek lisans tez araştırmam İran hakkındaydı. Tez konumda İran toplum yapısını ve bu toplum yapısının dış politikayı nasıl şekillendirdiğini incelemiştik. İran’a, çeşitli konferanslar vesilesiyle, son üç yılda beş sefer gitme şansım oldu. Farsça öğreniyorum, ayrıca.

Ekonomi konusu, işin en önemli boyutu. İran şimdiye kadar petrol denizinde yüzen bir ülke olmasına rağmen, tek taraflı olarak uygulanan bu yaptırımlar ve yurtdışındaki mal varlıklarının dondurulmuş olması sebebiyle kendi petrol gelirlerini hep bahse konu bu yaptırımların yol açtığı zararı ikame etmek için kullanıyordu. Ancak şimdi yaptırımların kademeli olarak kalkmasıyla İran ciddi bir ekonomik gelişme kaydedebilecek ve ticaret hacmini de arttırabilecek. İran’ın hem bölgede hem de bölge dışında -Latin Amerika’ya kadar uzanan- çok geniş bir ticaret ağı var. Dolayısıyla kademeli olarak yaptırımların kaldırılması, İran ekonomisi için çok olumlu bir gelişme. Hatta İran’ın, uluslararası bankalarda el konulan yaklaşık yüz milyar dolarının nükleer anlaşma sonrası yaptırımların kaldırılması durumunda kademeli şekilde serbest bırakılması da bekleniyor, dile getiriliyor. Ekonomik iyileşme neticesinde, güvenlik ve savunma sanayi alanlarındaki çalışmalar ve harcamalar daha verimli bir düzeye taşınabilir. Yani tüm bunlar birbirini besleyen, çok yönlü bir şema gibi.

İran ile P5+1 ülkeleri arasında imzalanan nükleer anlaşmanın, İran için sağlayabileceği ekonomik kazanımları bölgesel ilişkiler çerçevesinde nasıl değerlendiriyorsunuz? Bilindiği gibi tek taraflı uygulanan yaptırımların (ABD, AB ve BM tarafından) kademeli bir şekilde ortadan kaldırılmasıyla ve petrol arzında kaydedilebilecek yükselişle İran, 19


İran, bölgenin bölgeden yönetilmesinin gerekliliğinden bahseden bir ülke. Bu anlamda P5 + 1 olarak adlandırılan ve BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesi (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa) ile Almanya’dan oluşan ülkeler grubu ile varılan nükleer anlaşma çok önemli bir diplomatik hadise. Yani 1979 İran devriminden beri “Şeytan, Şer ekseni, Şeytan Üçgeni” gibi nitelendirmeler ile İran ve ABD birbirlerini değerlendiriyorlardı. Bu noktada İran nükleer anlaşması gerçekten tarihi öneme sahip bir diplomasi zaferidir. Tabii yine de çeşitli çekingeler, eleştiriler mevcut. Özellikle Suudi Arabistan’ın güdümünde olduğunu belirtebileceğimiz Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), nükleer anlaşmayı tedirgin ve endişeli karşıladı. Hatta bu endişelerin giderilebilmesi için anlaşmanın imzalanmasını takip eden süreçte ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Körfez ülkelerine ziyarette bulunmuştu. Genel olarak İran’a yönelik duyulan güvensizlik, Körfez ülkelerini; Batı -özellikle ABD- ile iyi ilişkiler kurulması yönünde teşvik etmiştir. Nükleer anlaşmanın bir tehdit olarak görülmesi haline karşı Kerry’nin temasları da Körfez-İran ilişkilerindeki ABD rolünün altını çizmektedir. Bu bağlamda elbette ABD-Suudi Arabistan partnerliği, ABD-İran partnerliğinden daha güçlüdür.

grup tarafından basılıp çalışanlarının rehin alınmasının ardından askıya alınmıştı. 444 gün süren rehine krizi ikili ilişkilerde kopukluk yarattı. Yani ABD ile İran düzleminde sıkıntılarla, problemlerle geçmiş uzun bir süreç var. Bu sebepten İran toplumundaki genellikle aşırı muhafazakar kesimler ABD’ye karşı ciddi güvensizlik içindeler. İran’daki siyasi yelpazade muhafazakarlar, aşırı uçtaki muhafazakarlar (radikaller) ve reformcular yer alıyor. İlaveten dini lider, rehber, gerçeğine de değinmeliyiz. Dini lider, önemli siyasal konulardaki çizgileri belirleyen kişidir. Yani reformistler İran’da iktidara gelip nükleer uzlaşmayı yapalım, şeklindeki önerileriyle mi ortaya çıktılar sanıyoruz? Hayır, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in izin verdiği çerçeveye göre nükleer anlaşma müzakereleri sürecine dahil olan kişiler (İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve İranlı diplomatlar başta olmak üzere) hareket ettiler. Zira İran’da dini liderin kabul etmediği hiçbir şey geçerliliğini sürdüremez. Dini lider Hamaney; ABD’yi İran’ın en büyük düşmanı olarak nitelendirmiş bir otorite. Kendisi, ordu başkomutanı olmasından mütevellit komutanları atama hakkına ve barış imzalama, savaş açma ya da referanduma gitme gibi kararları alma yetkisine sahip çok önemli bir güç. Hamaney, nükleer anlaşmayı ekonomik ve finansal yaptırımların kaldırılması hedefiyle onaylamış olsa da ABD’nin güvenilmez olduğunu dile getirmekten geri durmuyor. Yani İran’da hem toplumsal hem de siyasal zemindeki ABD’ye yönelik neredeyse yerleşik durumdaki negatif yaklaşımın bir anda ve topyekûn tersine dönmesini beklemek hata olur. Elbette anlaşma ile olumlu bir adım atıldı, yeni bir başlangıç sağlandı ancak ortada uzun yıllar sürebilecek, belirsiz ve hassas bir süreç var.

KİK, İran karşıtı bir oluşum. Yani tarihsel sürece de bakarsak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi kraliyetle yönetilen Körfez ülkeleri, İslam Devrimi’ni açık bir tehdit olarak görmüşlerdi. Ülkede yaşanan rejim değişikliği ve Şii nüfus çekingesi İran’a yönelik olumsuz algıyı daha da şiddetlendirmişti. İran’ın bölgesel nüfuz alanının kırılabilmesi noktasındaki bir girişimdir, bu anlamda KİK. Yine İran yönetimi, nükleer çalışmalarının barışçıl olduğunu belirtse de bu anlamda Körfez ülkeleri İran nükleer programını ciddi bir tehdit olarak görmektedir. Güvenlik meselesi de ilişkilerdeki önemli bir ayrı başlıktır. Zira Körfez ülkeleri Suriye, Yemen ve başka yerlerdeki savaşları İran’ın körüklediğini düşünmektedir.

Ayrıca ABD’de Cumhuriyetçiler anlaşma konusunda olumsuz bir tavırdalar. Anlaşma Kongre’den geçti ;ama 2016’daki başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçi bir adayın kazanması halinde, yeni başkanın anlaşmayı geçersiz kılabileceği seçeneği de konuşuluyor. Bölgenin nükleer silaha sahip tek ülkesi olarak nitelendirilen İsrail de anlaşmadan rahatsızlık duyuyor. İsrail açısından İran, Lübnan’daki Hizbullah’ın temel destekleyicisi. Yani İsrail; Lübnan’da Hizbullah’ın ve Filistin’de Hamas’ın güçlenmesi, harekete geçmesi gibi bir durumdan kaygı duyuyor. Fakat nükleer meselesi odaklı bu fikir ayrılığına rağmen ABD ve İsrail yönetimi arasındaki işbirliği halen sürüyor. Zira ABD ve İsrail arasındaki ilişki herhangi bir klasik iki devlet müttefikliğinden ötedir.

Bu çerçevede belirtmekte fayda var; bu anlaşma nihai bir son değil. Yani, bir uzlaşı sağlandı. Anlaşma İran Meclisi’nden geçti. (Oturumda anlaşmaya, 161 milletvekili evet, 59’u hayır oyu verirken 13 milletvekili çekimser kaldı. Mecliste bulunan 17 milletvekili ise oy kullanmadı.) Nitekim Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin onayı sonrasındaki süreç ciddi belirsizliklere gebe. Yaptırımların kaldırılması, nükleer enerji konusundaki çalışmaların hız kazanması, küresel piyasaya yönelik yükselişe geçecek petrol arzı gibi gelişmeler bir anda gerçekleşecek değiller. Tüm bunlar yıllar alabilir. Burada İran toplumunun sosyolojik yapısına da yer verilmesi gerekiyor. Özellikle İran’daki radikal çevreler anlaşmaya tepkililer, ABD’ye güvenilemeyeceğini düşünüyorlar. İran ve ABD arasındaki diplomatik ilişkiler, 1979 senesinde ABD’nin Tahran’daki büyükelçiliğinin radikal bir

İran-Rusya ittifakını nükleer anlaşma ve Türkiye’nin Ortadoğu politikası bağlamında ele alabilir misiniz? İran-Rusya ilişkilerini dikey paralel olarak tanımlıyoruz. Hatta zaman zaman Ermenistan da bu paralelin içerisine dahil oluyor. Evet, Rusya ve İran 20


iki müttefik ülke. Sadece nükleer anlaşma düzleminde değil, Suriye meselesi konusunda da Suriye ve İran aynı çizgide. Devrim yapmış ülkelerde, bazı kodlamalar silinmeyebilir. İslam Devrimi’nin 36. yılını devirmiş İran’da da bu anlamda ABD’ye yönelik yerleşmiş negatif bir algı mevcut. Bu açıdan nükleer anlaşma çok mühim bir adım. ABD’ye yönelik algı ayrıca güvenlik ve enerji odaklı İran-Rusya ittifakında da belirleyici. Ayrıca İran İslam Cumhuriyeti; IŞİD’e karşıdır, IŞİD’î kafir olarak niteler ve IŞİD’i İslam’ın dışında görür. Bu bağlamda nükleer anlaşmanın imzalandığı ilk zamanlarda Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, İran ile nükleer anlaşmanın IŞİD’e karşı uluslararası koalisyonun genişlemesine yol açabileceğini de belirtmişti. Rusya; Doğu Akdeniz’de etkin olmak isteyen, Suriye’deki olayların başından bu yana Esad yönetimine destek sunmakta olan bir ülke. İran için Suriye; devrim sonrası bölgesinde işbirliği kurabildiği tek ülke olmasından ve Lübnan meselesinden dolayı önemli. İran ayrıca, Rusya için çok önemli bir silah pazarı. Bu anlamda İran-Rusya işbirliği ekonomik, güvenlik ve enerji alanlarında gitgide daha da güç kazanıyor. Hatta İran ve Rusya’nın ortak banka kurmaya hazırlandıkları bile konuşuluyor.

Sünni olan -demokratik, sosyal hukuk Devleti- Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, “Arap Baharı” olarak adlandırılan Arap Coğrafyası Hareketleri sürecinden ve IŞİD faktöründen olumsuz etkilendi. Özel olarak Suriye meselesi ve Yemen krizi ikili ilişkilerde sorun yaratan önemli başlıklar arasında. İlaveten IŞİD faktöründen dolayı Türkiye sınır güvenliği konusunda daha hassas davranmak zorunda. Çok sıcak bir konu; ama Rus savaş uçağı meselesinde de bu hassasiyet ekseninde hareket edildiğini gördük. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakanken, şöyle bir açıklama yapmıştı: Hemen yanı başımızda nükleer bir İran istemiyoruz; fakat İran’ın nükleer enerji elde etme hakkını -nükleer silahsızlanma anlaşmasına bir taraf olduğunu göz önüne alınarak- kabul ediyoruz, destekliyoruz. Bu yaklaşım İran, Türkiye ve Brezilya arasındaki nükleer anlaşmaya giden süreç üzerinde etkili olmuştur. Bilindiği gibi 2010 senesinde İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve Brezilya Cumhurbaşkanı Luis İnacio Lula Da Silva tarafından Tahran’da imzalanmış nükleer anlaşma ile İran, uranyumunun yurt dışında zenginleştirilmesini ve düşük oranda zenginleştirilmiş 1200 kilogram uranyumun Türkiye’ye emanet bırakılmasını kabul etmişti. Esasında Türkiye’nin, nükleer program özelinde, İran ve ABD/ Batı arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkların diplomatik yollardan çözülebilmesi doğrultusunda arabuluculuk faaliyetlerine girişmiş bir ülke olarak değerlendirilmesi de pekala mümkündür.

Türkiye ile İran, Ortadoğu politikası bağlamında çok farklı araçlara sahip. Sıfır sorun politikası ile başlatılmış bir süreç var, Türkiye için. İran’ın ise son zamanlarda bölgesel etkinlik alanı daha da genişledi. Suriye; ekonomik ve siyasal nüfuz doğrultusunda yayılım kazanabilme amacının gerçekleştirilebilmesi için temel taşlardan birisi olarak görünüyor, İran açısından. İran ve Türkiye ilişkilerinin ticari boyutunda, nükleer anlaşma sürecine bağlı olarak yeni ve artan kazanımların varlığı yönünde olumlu beklentiler mevcut olsa da iki ülkenin Ortadoğu özelindeki birçok konuda karşı karşıya gelmeleri olağandır. Suriye meselesi de işte bu konulardan sadece birisidir. Yani kullandıkları araçları birbirinden farklı olan bu iki ülkenin yer aldıkları, faaliyette bulundukları saha aynı. Bu sebepten çıkarların çatıştığı durumlarda, ilişkilerin olumsuz bir seyre kavuşmasından kaçınılamaz. Dolayısıyla burada önemli olan unsur, bu kriz anlarının nasıl yönetilebileceği üzerinedir. Ben Türkiye ile İran’ı iki kuzen gibi betimlemeyi doğru buluyorum. Yani kuzenler birbirlerini bilir, tanır. Aralarındaki paylaşım yüksektir. Ama bazen o iki kuzen anlaşamaz, bu sebepten ilişkiler kötüleşir; fakat yine de birbirlerini kesip atma lüksleri yoktur. Demek istediğim; Suriye savaşı, Yemen krizi gibi konular; Tahran-Ankara ilişkileri arasındaki gerilimi çok arttırdı, arttırıyor. Yine zeminde yapısal bazı farklılıklar da zaten mevcut. Ancak birbirlerine doğrudan bağlı oldukları için bahse konu bu yapısal farklılıklar üzerinden uyuşmazlık yaşamayı tercih etmiyor, İran ve Türkiye. Konjonktüre göre ortaya çıkan politik yaklaşımlar İran-Türkiye ilişkileri için belirleyici ve şekillendirici oluyor. Bu anlamda Şii mezhebini anayasasına yazmış bir İran İslam Cumhuriyeti ile laik ancak ağırlıklı olarak

İran nükleer anlaşmasını eleştirenler; bu anlaşmanın Ortadoğu’da nükleer silahların yayılmasını önlemek yerine, dünya genelinde bir silahlanma yarışı başlatacağını belirterek söylemlerini güçlendirmeye çalışıyor. Sizce İran nükleer anlaşması bölgesel ve uluslararası düzlemde güvenlik olgusu çerçevesinde neler sunuyor? Nükleer anlaşma ile İran, yeni bir tesis inşa etmeden önce Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA)’nu haberdar etmeyi kabul etmiştir. Ayrıca tesisler IAEA’nın denetimine de açık olacaktır. Anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle birlikte İran 10 yıl boyunca yaklaşık 19000 olan santrifüj sayısını azaltacak (6 bin 104’e indirecek) ve sadece verimsiz IR-1 santrifüjlerinden 5060 tanesini işletebilecek. 10 yıl boyunca gelişmiş santrifüj modelleri ise çok kısıtlı sayılarda ve uranyum zenginleştirmeksizin, yalnızca test amaçlı kullanılacak. Ayrıca yeni santrifüj teknolojileri 10 sene boyunca sadece bilgisayar ortamında araştırılabilecek. İran uranyum zenginleştirme faaliyetlerini 15 sene süreyle sadece Natanz nükleer tesisinde, sürekli IAEA gözetimi altında, gerçekleştirebilecek. İran’ın zenginleştirilmiş uranyum stoğu, mevcut stoğunun yüzde 2’sine tekabül eden, 300 kilogramla sınırlı olacak ve arta kalan zenginleştirilmiş uranyum ya seyreltilerek doğal 21


uranyum haline dönüştürülecek ya da uluslararası pazarda satılacak. İran, en az 15 yıl yüzde 3,67’den fazla uranyum zenginleştiremeyecek. Konvansiyonel silahlara konulan ambargo 5 sene, balistik füzelere ve nükleer silahların yayılmasına karşı konulan ambargolar ise 8 sene içerisinde otomatik olarak ya da IAEA İran’daki bütün nükleer maddelerin barışçıl amaçlarla kullanıldığına dair karar verdiği anda kaldırılacak. Ayrıca İran’ın anlaşmanın koşullarına uymaması durumunda yaptırımların yeniden uygulanmasına dair mekanizmalar da mevcut.

bu durum bölgesel güvenlik açısından çok büyük bir tehlike arz ediyor. İran gösterilerek silahlandırılan bir Körfez bölgesine karşın nükleer anlaşma süreci ile ABDİran yakınlaşması da sağlanmış oldu. Birçok uzman bu durumu, yaklaşımı, ABD’nin realist ve pragmatist dış politika anlayışı ile açıklıyor. Bu doğrultuda, ABD’nin daimi dostlukları yoktur. Yine İran dış politikası da araçlarını amaçlarına göre yeniden şekillendirebilen bir anlayışa sahip. Yani bu çerçevede amaca uygun olmadığı düşünülen kuralların meşruiyeti sorgulanır. Rasyonalite ve pragmatizm odaklı bir dış politika yaklaşımı var, İran ve ABD özelinde.

Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NPT) da geçerliliğini sürdürüyor. İran, bu anlaşmanın bir tarafı. İran her zaman nükleer çalışmalarının barışçıl olduğunu dile getirmiştir. NPT’de İran’ın barışçıl amaçlarla uranyum zenginleştirmesini yasaklayan bir hüküm yoktur. Esasında İran’da ilk nükleer çalışma 1957 yılında ABD’nin desteği ile başlatılmıştır. 1970 senesinde İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’na imza atmıştır. 1973 Petrol Krizi neticesindeki ekonomik getiri ile İran nükleer çalışmalarına daha fazla pay ayırmaya başlamışsa da İslam Devrimi ile nükleer çalışmalar duraklama sürecine girmiştir. Nükleer araştırmaların din ile bağdaşmadığını fetva ile belirtmiş olan İslam Cumhuriyeti özellikle Irak-İran Savaşı sonrasındaki dönemde nükleer çalışmalar konusunda ciddi bir atağa geçmiştir. İran, Sünni bir Arap dünyasının yanı başındaki bir Şii devleti olarak çevresindeki Hindistan, Pakistan, İsrail, Çin ve Rusya gibi nükleer güce sahip ülkelerce kendisini çevrelenmiş hissetmektedir. Yani güvenlik endişesi, İran’ın nükleer çalışmalarındaki itici güçlerden. Yine ABD’nin Irak işgali ve bölgedeki terör örgütleri de İran için güvenlik endişesi anlamında ayrı bir öneme sahip. Anlaşmayı sert bir dille eleştiren İsrail’e bakacak olursak; İsrail hiçbir şekilde nükleer silahlarını kontrol ettirmiyor. Yani İran’ın nükleer faaliyetlerini sık sık eleştiren İsrail’in nükleer gücü sadece tahminler yoluyla değerlendirilebilir. İsrail, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’na da bir taraf değil. Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK)’ne bakacak olursak; Birleşik Arap Emirlikleri, ciddi bir silah gücüne sahip. Öyle ki Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD’nin dünyaya ihraç ettiği silahları sadece Arap isyanları, Arap coğrafyasında yaşanan hareketler, dönüşümler zamanında -geçtiğimiz dört, beş yıl içindeABD’den satın aldılar. Yani karşımızda güvenliğini ABD’den satın alan bir Körfez var ve İran tehdidi bahse konu bu silah ticareti sürecinin en temel dinamiğini oluşturuyor. Dolayısıyla Arap Baharı sürecine paralel olarak Ortadoğu, çok yüksek oranlarda silahlandı ve bu süreçten ABD, büyük kazançlar sağladı. ABD, bir taraftan müttefiklerinin güvenliğini arttıracak adımlar atıyor, bir taraftan da bundan kazanç elde ediyor. Elbette

Nükleer anlaşmayı, Türkiye-İran ilişkilerinin seyri bağlamında nasıl yorumluyorsunuz? Bölgedeki etkinliklerini arttırmaya çalışan, rekabet halindeki iki komşu ülke; Türkiye ve İran bağlamında bir değerlendirmede bulunursak; jeopolitik konumu itibariyle Türkiye, İran’ın Batı’ya açılan kapısı. Bilindiği gibi İran ile Türkiye ilişkileri zaman zaman söylemlerde çok sertleşebiliyor. Yine 1979 İslam Devrimi’nden sonra da ikili ilişkilerin seyrinde zor zamanlar yaşandı. Ancak büyük resme bakıldığı zaman, bazen gerçekleştirilen mezhepçi konuşmalara rağmen, İran ve Türkiye birbirleri ile ticari partnerlikleri ve turizm, enerji gibi alanlardaki dolaylı/doğrudan etkileşimleri çerçevesinde ele alınmaya çok uygun. Neticede İran üzerindeki ekonomik yaptırımlar, İran’ın ticari ortaklarından Türkiye’yi de olumsuz etkiledi. AB ve ABD’den yaptırım tehdidi geldiği için bankalar İran ile ticarette ödemelere aracılık etmekte isteksiz davranıyordu. Yaptırımlar nedeniyle başta doğalgaz bedeli olmak üzere birçok alandaki ödemeyi dolaylı olarak yapmak zorunda kalan ve akreditif sorunu yaşayan Türkiye, anlaşma süreci sonrasında İran ile daha olumlu bir iktisadi seyre kavuşabilmek için çabalayacaktır. Bu anlamda yaptırımların kaldırılması halinde Türkiye ile İran arasındaki ticari hacmin, iş imkanlarının artmasını bekleyebiliriz. Ayrıca güvenlik konusunda İran’ın nükleer çalışmalarından duyulan kaygı ve belirsizliklere son verilecek olması ve tesislerin Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA)’nun denetimine, kontrolüne açılması Türkiye açısından bir diğer olumlu gelişmedir. Suriye meselesine bakacak olursak; Türkiye, Suriye’nin bir bütün olarak kalmasını istiyor. Resmi ve gayrıresmi değerlere göre dünyadaki en fazla mülteciye ev sahipliği yapan NATO üyesi bir ülke olarak Türkiye, Suriye’deki savaşın bitmesi ve istikrarın sağlanması gerektiğini düşünüyor. Bölünmüş, terör örgütlerinin yuvası olmuş, geleceği çalınmış bir Suriye kesinlikle tercih edilmiyor. Kuzey Irak Kürt Yönetimi bağımsızlığa doğru ilerlemekteyken benzer bir sürecin yakın gelecekte Suriye’nin parçalanması halinde PYD üzerinden gerçekleşmesi ihtimali de Türkiye için kesinlikle istenmiyor. 22


MİNERVA

İRAN İSLAM DEVRİMİ Ecenaz TERZİ

ecenaz_terzi_96@hotmail.com

“İ

dırdı. Güç tamamen Rastahiz (Diriliş) partisindeydi.

ran Devrimi veya İslam Devrimi 1979 yılında İran’ın Muhammed Rıza Pehlevi liderliğindeki bir anayasal monarşiden, Ayetullah Ruhullah Humeyni yönetiminde İslam hukuku ve Şiî mezhebi görüşlerini esas alan şeriat cumhuriyeti kurulmasına dönüşen popüler hareketin adıdır.”1

H. 16 Ocak 1979 günü, İran Devrimi olurken Muhammed Rıza Şah Pehlevi İran’ı terk etmek zorunda kaldı. Başta birey haklarının yetersizliği, hükümetin finansal başarısızlığı gibi sorunlarla baş gösteren isyanlar, Ruhullah Humeyni tarafından kontrol edilmeye başlandı.”2

İran’da 1979 yılında Ayetullah Humeyni taraflarınca gerçekleştirilen İslam Devrimi öncesi, yönetim anayasal monarşiyle Pehlevi Hanedanı’ndaydı (Anayasal Monarşi: Meşruti monarşi diye de bilinir. Monarkın yetkililerinin bir anayasa tarafından sınırlandırıldığı şeklidir. Bu açıdan mutlak monarşiden ayrılır. Meşruti monarşiler aynı zamanda parlamenter monarşidir. Monarşi bir hükümdarın devlet başkanı olduğu yönetim biçimidir). Peki ya bundan önce İran’ın siyasal yapısı neydi? Hangi yönetim şekli benimsenmişti? Halk neyden hoşnut değildi de devrim gerçekleşti? Bizim bu soruları yanıtlandırabilmemiz için 1979 öncesi İran’ına bakmamız gerek... 1979 öncesi İran’ da neler olmuş? A. “Petrol rezervlerinin yoğun olması nedeniyle Sovyetler Birliği, Birleşik Krallık ve ABD ile siyasal ilişkiler ön plandaydı. B. İslam devriminden önce Şahın gücü çalkantılıydı. C. Halkın komünist ve dindar kesimi Şahın batıcı politikalarını uygun bulmuyorlardı. D. Yapılan reformlarda kadınlara verilen hakların genişletilmesi de bazı kesimlerin rahatsız olmasına sebep oldu. E. Muhammed Rıza Pehlevi din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak istedi. Bu yüzden peçeyi yasakladı. Şah’ın yaptığı bu girişimler çağdaş girişimler gibi olsa da din üzerinde izlediği politikalar dindar kesimin nefretini neden oldu.

Şah’ın İktidarlık Dönemi... “1941’den ülkesini terk ettiği 1979’a kadar tahtta kalan İran Şahı’dır.”3 Batı yanlısı bir dış politika izleyen Pehlevi, İran’ın son monarşik lideridir. “1955’te İran’ın Bağdat Paktı’na katılması kararını aldı ve 1957 yılında CIA destekli gizli polis örgütü SAVAK’ı kurdurdu. 1963 yılında ulemanın gücünü kırmak için “Beyaz Devrim “ ya da “Ak Devrim” adı verilen bir modernleşme reformunu uygulamaya sokmuştur. Toprak reformu, özelleş-

F. Kadınlar ve erkekler özgür bir şekilde aynı ortamda bulunabiliyor, eşit eğitim haklarından yararlanabiliyorlardı. Batılı giyim tarzı, nüfusun çoğunluğuna yansımıştı. G. 1975 yılına kadar Muhammed Rıza Şah Pehlevi, politik gücünü desteklemek adına çok partili sistemi kal1 tr.wikipedia.org, İran İslam Devrimi, erişim tarihi: 22.11.2015 2 www.bilgilersitesi.com, İslam Devrimi Öncesi İran, erişim tarihi: 22.11.2015 3 tr.wikipedia.org, Şah’ın İktidarlık Dönemi, erişim tarihi: 22.11.2015 4

politikaakademisi.org, Siyasal Sistemler, İran İslam Devrimi, erişim tarihi: 22.11.2015

23


tirmeler, okuryazarlık oranının arttırılması ve kadınlara oy hakkı verilmesi gibi önemli yenilikleri içeren Beyaz Devrim, Kum kentinde bulunan Ayetullah Ruhullah Humeyni liderliğindeki Şii uleması tarafından tepkiyle karşılanmış ve bu nedenle 1963-1964 yıllarında İran’da önemli ayaklanma ve kalkışmalar yaşanmıştır. Bu ayaklanmalar ABD’nin de desteğiyle bastırılsa da, Ayetullah Humeyni bu dönemden başlayarak İran’da Şah karşıtı hareketlerin en önemli ve sembol ismi olarak sivrilmiştir. Humeyni’nin hızlı yükselişi nedeniyle tedirgin olan Şah Pehlevi, yine de onun idam edilmesinin çok tehlikeli olacağını düşünerek, kendisini Irak’a sürgüne göndermiştir.4 15 yıl sonra bu ülkeye binlerce insanın desteğini alarak geleceğini bilmeden…

Ancak bu süreç 19 Ağustos 1953 yılında ABD ve İngiltere desteği ile gerçekleşen askeri darbe ile baltalanmış ve her üç hareket de siyasi güçlerini büyük oranda yitirmişlerdir.”5 Askeri darbe siyasi parti ve hareketleri bastırmış ve ülkedeki nispi demokratikleşmeyi sekteye uğratmış, İran toplumu ise bu duruma 1979 İslam devrimi ile cevap vermiştir. İran İslam Devriminin en önemli sebepleri... Söz konusu devlet isminden de anlaşılabileceği üzere bir İslam devletidir. ”Devrimi etkileyen en önemli hususlardan birisi de İslam mezheplerinden biri olan Şia inancıdır. Zira bu inanca göre, Peygamberin tek halifesi, yasal otoritenin Peygamberden sonraki tek temsilcisi olan gaip imam yeryüzünde değildir. Dolayısıyla yönetimi gaip imam adına ona vekâleten yürüttüğünü açıkça ve itiraz edilemez şekilde ortaya koyamayan herhangi bir dünyevi güç, gayrimeşrudur. Yukarıda kısaca arz edildiği üzere yasaların giderek İslam kurallarından ayrılması, iktidarın giderek meşruiyetini kaybetmesine sebep olmuştur.”6 Şia mezhebinin devrime olan bir diğer etkisi de şahadet kavramında odaklanmaktadır. Zira Şia mezhebince daha fazla önemsenen Kerbela olayında, Hz. Hüseyin gayrimeşru siyasi otoriteye karşı savaşırken vefat etmiştir. Bu olayın yüzyıllardır anılması ve canlı tutulması, İran halkının devrimi desteklemesine neden olmuştur denilebilir.

“Fakat Şah’ın iktidarlığı süresince İran’da adeta demokrasi egzersizi yapılmış; demokrat, sol, liberal ve muhafazakâr siyasetçiler son derece aktif bir siyaset alanı bulmuş ve kendilerini her anlamda yenilemişlerdir. Bu dönemde oluşan bu nispi özgürlük ortamında siyasi faaliyetlerde bulunan hareketler şunlardır: 1. Milli Cephe ve kollarından müteşekkil Nasyonalist Hareket 2. İslami Dernek ve ocaklardan oluşan İslami Hareket 3. Tudeh Partisi ve kollarından meydana gelen Komünist Hareket

5 file.setav.org, İran Siyasetini Anlama Kılavuzu, sf. 27, Abdullah Yegin, erişim tarihi: 23.11.2015 6 webftp.gazi.edu.tr, İran Anayasa Hukukunun Genel Esasları, sf.5, Arş.Gör.Ahmet Kılınç, erişim tarihi: 21.11.2015 7 politikaakademisi.org, İran’ da Kadın Olmak, Yüksel Kamacı 8

file.setav.org, İran Siyasetini Anlama Kılavuzu, sf. 30, Abdullah Yegin, erişim tarihi: 23.11.2015

24


Devrimin Lideri Humeyni…

Peki ya İran’ da devrimden sonra halk ve kadınlar…

Humeyni devrimden önce Paris’te kaldı. 1 Şubat 1979’da İran’a milyonların katıldığı bir karşılamayla dönen Humeyni, cumhurbaşkanlığına getirildi ve ömür boyu devletin dini ve siyasi lideri olarak kaldı. “Devrim sırasında ilk önce liberal, sol ve dini gruplar Şah’ı devirmek için birleşmiş, Şah’ın devrilmesinden sonra ise iktidara yükselen Ayetullah Humeyni, muhalif liderleri ve grupları ortadan kaldırmış veya sindirmiştir.”7

İran İslam devrimi hem bütün dünyayı hem de kendi halkını büyük ölçüde etkilemiştir. Günümüzde de hala -özellikle kadınlara karşı- baskısının devam etmesini doğrudan devrime bağlayabiliriz. Örneğin; İran’da devrimden önce kapanmak yasak iken devrimden sonra örtünmemek yasak oldu. Yasakların ve özgürlüğün kısıtlı olduğu bir ülkede özgür ve demokratik bir yaşamdan bahsetmek güç olacaktır. İran’da özellikle din adamlarının yoğun olduğu bazı bölgelerde kadınlar için hayat tam anlamıyla çekilmez olabiliyor. Çünkü bazı şehirler de “kadının adı olmuyor” maalesef. Empati kurmak dilimiz, dinimiz, cinsiyetimiz ne olursa olsun tüm insanlık için geçerlidir ve böylece İran’daki kadınların ve özgürce yaşayamayan tüm halkın haklı mücadelelerine destek vermemizi sağlayacaktır.

“Anayasanın birçok maddesi Kuran’dan ayetlerle başlamaktadır. Hâsılı İran İslam Cumhuriyeti devletinin isminden de anlaşılacağı üzere İslam hukuku prensipleriyle yönetilen bir devlet olduğuna şüphe yoktur.” Cumhurbaşkanı yetkilerinin üzerinde her zaman bir dini otorite bulunur. Fakat İranlılar her dini lideri imam olarak benimsememişlerdir. Örneğin Humeyni yaşarken de öldükten sonra da daima ‘İmam Humeyni’ olarak anıldı. Oysa Humeyni’nin halefi olan Hamaney’i halk bu unvana layık görmedi.

İNTERNET KAYNAKÇALARI webftp.gazi.edu.tr, İran Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Arş.Gör. Ahmet Kılınç, erişim tarihi: 21.11.2015

1979-1989 İmam Humeyni Dönemi Siyasi Hareket ve Partiler

politikaakademisi.org, İran’da Kadın Olmak, Yüksel Kamacı, erişim tarihi: 21.11.2015

“İslami, Liberal, Sol, İslamcı Marksist vb. tüm siyasi parti ve hareketler 1979 Devrimi’ne katılmış ve 1982 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Devrimin gerçekleştiği 1979 yılında ilk olarak milliyetçi-muhafazakâr eğilimleri olan İran Özgürlük Hareketi’nden Mehdi Bazergan başkanlığında “Geçici Hükümet” ilan edildi. Zira Devrim önderi Ayetullah Ruhullah Musevi Humeyni “Bazergan Hükümetini” onaylamış ve ona olan desteğini açıklamıştı.”8

politikaakademisi.org, Siyasal sistemler: İran İslam Cumhuriyeti, erişim tarihi: 22.11.2015 tr.vikipedia.org, erişim tarihi: 22.11.2015 file.setav.org İran Siyasetini Anlama Kılavuzu, erişim tarihi: 23.11.2015 Geçmişten Bugüne İran İslam Devrimi: Genel Değerlendirme, Dr. Ünal Gündoğan, erişim tarihi: 23.11.2015 25


Hazırlayan: Özgenur AKTAN

aktanozgenur@gmail.com

YRD. DOÇ. DR. MERVE ÖZDEMİRKIRAN İLE SURİYE İÇ SAVAŞI ÜZERİNE SÖYLEŞİ Sayın Merve Özdemirkıran, öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Okuyucularımız için kendinizden ve çalışma alanlarınızdan bahsedebilir misiniz?

Kuzey Irak’taki devletleşme (state building, devlet inşası) sürecine ve Türk dış politikasına nasıl etkide bulunduklarını inceledim. Bilindiği gibi Ortadoğu’da bir Kürt devletinin kurulması Türk dış politikası açısından problemliydi, hassas bir konuydu. Bu doğrultuda Türk dış politikası için Kuzey Irak, bir tabuydu. Ancak Irak Savaşı sonrasında bu devlet fiilen kuruldu ve böylece birtakım de facto ilişkiler gelişmeye başladı. Bu durum Türk dış politikasını da doğrudan etkiledi. Dolayısıyla doktora tezimde; Türk iş adamlarının faaliyetlerinin, dış politika yapım sürecini nasıl etkilediğine yer verdim ve bir de üçüncü boyut olarak bütün bu ilişkilerin; Kürt sorununa nasıl yansıdığını ve Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne hem ekonomik anlamda hem de bölgesel kalkınma anlamında nasıl bir etkisi olduğunu inceledim. Yani böyle üç boyutlu bir doktora çalışmasıydı. Bu bağlamda çalışma alanımın esas, ana damarı; dış politikadaki ulus ötesi, devlet dışı, ekonomik aktörlerin dış politika yapım sürecine ve devletler arası ilişkilere nasıl tesir ettikleridir. Türk dış politikası, özel olarak ilgilendiğim bir alandır. Ayrıca göç konusu da yine ilgilendiğim bir alan. Türkiye’ye döndükten sonra göç olgusu üzerine çalıştım. Özellikle Yardımcı Doçent Doktor H. Deniz Genç ile -kendisi şu anda Medipol

G

alatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü mezunuyum. Lisans derecemi aldıktan sonra da hemen Fransa’ya gittim. Ortadoğu’ya meraklıydım ve Ortadoğu çalışmaları için de en iyi adres Sciences PO Paris’te (Paris Siyasal Araştırmalar Enstitüsü’nde) Gilles Kepel’in kürsüsüydü. Dolayısıyla master için oraya gittim. Bu süreçte Gilles Kepel ile birlikte Türkiye’nin Irak politikasını çalıştım. Sonrasında yine aynı kurumda doktoraya başladım. Doktora çalışmamı Profesör Riva Kastoryano ile tamamladım. Kendisi büyük ölçüde transnasyonel aktörlerin, ulus ötesi aktörlerin, siyasete etkisi üzerine çalışıyor. Ayrıca geçmişte de göç, diaspora ve diaspora oluşum süreci alanları üzerine çalışmalar yürütmüş bir isim, Riva Kastoryano. Ben de özellikle dış politika yapım sürecinde transnasyonel aktörler ile ilgilendiğim için kendisi ile çalıştım. Doktora tezim Kuzey Irak’a yatırım yapan Türk iş adamları üzerineydi. Yani devlet dışı, ulus ötesi, transnasyonel aktörler olarak bu iş adamlarının; 26


Üniversitesi’nde çalışıyor- bu konuda bir çalışma yürüttük. Yaklaşık bir yıl süren araştırma sürecinde, İstanbul’daki muhtarlarla birebir görüşme yaparak -tümüne telefonla ulaştık, bir kısmıyla mülakatlar yaptık- İstanbullular’ın Suriyeli algısını kalitatif yöntemler ile ölçmeye çalıştık. Yani yerel ölçekte, İstanbullular Suriyeliler’in gelişini nasıl algılıyor sorusunu, mahalleli ile iç içe olduklarını düşündüğümüz muhtarlar aracılığıyla ele aldık. Dolayısıyla uluslararası göç, özellikle o göçün bir dış politika sonucunda nasıl yansıdığı gibi konular da çalışma alanlarım arasında yer alıyor.

anlayışı benimsemiyorum. Belirttiğim gibi transnasyonel aktörleri önemsiyorum. Transnasyonalizm, temel olarak kullandığım bir teorik çerçeve ve ülkelerin sosyolojisinin de önemli olduğu kanaatindeyim. Bu doğrultuda bahse konu bu ülkelerde de sosyal dönüşümler yaşanmaya başladı. Toplumda özellikle ekonomik anlamda ciddi rahatsızlıklar vardı. Tunus bu anlamda çok önemli bir örnektir. Nitekim Tunus’ta ciddi birtakım sendikal hareketler oluşmuştu. Mısır’daki el-Kifaye hareketi ile birlikte genel olarak soldan gelen dönüşümler yaşanmaktaydı. Tüm bunların odak noktası, siyasal otoriterlikten ziyade toplumun giderek yoksullaşması ve yolsuzluk, klientalizm gibi nedenlerden ötürü ekonomik varlığın sadece belli grupların elinde toplanmasıydı. Yani halkın fakirleşmesinin neticesinde toplumsal rahatsızlık ve dinamizm mevcuttu, bu ülkelerde. İş, Irak’ta başladı. Tabii Irak’ta bahse konu bu toplumsallık ve dönüşüm ne kadar vardı? Bu tartışılabilir. Zira Irak’taki en önemli toplumsal dinamizm o manada Kürt meselesiydi. Çünkü zaten 1991 yılından beri izole bir vaziyette yaşıyorlardı. Ancak yine Irak’ın ekonomik yapısına baktığımız zaman kroni-kapitalizm ya da state capitalism dediğimiz; devletin elinde olan, büyük ölçüde devletçiliğe dayanan, bir taraftan da yolsuzluğa ve klientalizme çok açık bir iktisadi düzen görebiliriz. Bu düzen büyük ölçekte Saddam ve Baas partisinin hakimiyeti altındaydı. Yani Irak’ta da Kürt meselesine ilaveten iktisadi anlamda benzer, tipik sorunlar mevcuttu. Özetle ortak zeminde sosyo-ekonomik bir temel yer alıyordu. Bu durum Suriye için de geçerlidir. Ancak Suriye özelinde, az önce belirttiğimiz bu ekonomik yozlaşma ve fakirleşme durumu görece olarak -Mısır ya da Tunus ile kıyasladığımızda- daha iyi bir seviyedeydi. Bir parça daha ekonomik dağılım dengeliydi. Toplumun refahı biraz daha ilerdeydi. Özellikle Türkiye ve Lübnan ile yapılan serbest ticaret anlaşmaları, Antep ve Halep gibi kardeş kentler arasındaki anlaşmalar ile desteklenen bir ekonomik yapısı vardı, Suriye’nin. Dolayısıyla Suriye nispeten daha iyi bir durumdaydı. Toplumsal olarak da Irak’taki gibi büyük bir gerilim yoktu. Bilindiği gibi Irak’ta bir Kürt meselesi var. Burada 1991’den beri de facto olarak ayrı duran bir yapı mevcut ve 2003 yılı sonrasında da bu yapı üzerinden yeni bir anayasa kuruldu. Suriye’deki durum böyle değildi. Tabii Suriye’nin de bir Kürt gerçeği var. Onlar da Esad rejimi tarafından ciddi şekilde dışlanmışlardı. Ayrıca Müslüman Kardeşler ekolüne bağlı, siyasal İslam üzerine kurulu birtakım siyasal partiler ve oluşumlar da mevcuttu ve bunlar da büyük baskı altındaydılar. Dolayısıyla baskıcı bir rejim olduğu aşikar. Bu, reddedilemez. Ancak şöyle bir gerçek var ki toplumsal

Suriye’nin siyasal ve ekonomik portresini, Arap Baharı öncesi ve sonrası ana başlıklarında diğer Arap ülkeleri ile karşılaştırarak değerlendirebilir misiniz? Suriye meselesi ilk etapta, bütün o Arap ülkelerindeki farklı ayaklanmaların bir devamı niteliğinde değerlendirildi. Ancak Suriye çok da o sınıfa sokamayacağımız, biraz atipik kalan bir ülke. Nitekim bunu görmüş de olduk. Yani Esad halen düşmedi. Beş yıldır devam eden iç savaş sürecinde çok ciddi insan hakları ihlalleri yaşandı. Karşımızda bölgesel dengelerin ortadan kalktığı bir yapı var. Ama bölgedeki dengelerin ortadan kalkması, Suriye savaşı ile ilgili değil. Bu hikaye 2003’e ;yani Irak Savaşı’nın başlangıcına dayanıyor, bana sorarsanız. Şimdi bölgenin genel bir resmini çizelim: Levant bölgesini, özellikle Maşrek dediğimiz Ortadoğu bölgesini -Mısır, Irak ve Suriye’yi- ve tabii biraz da Mağrib’e yani Kuzey Afrika’ya doğru giden bölgeyi -bütün geniş Ortadoğu’yu- düşünecek olursak; burada Soğuk Savaş liderlerinin halen hüküm sürdüğü bir yapı vardı. Saddam da bir Soğuk Savaş dönemi lideriydi, ürünüydü. Hüsnü Mübarek ve kısmen Tunus’taki Zeynel Abidin Bin Ali de Soğuk Savaş dönemi ürünlerindendi. Dolayısıyla artık Soğuk Savaş konjonktürünün ürünü olan birtakım liderler, otoriter ve iyice toplum içerisine sinmiş iç korporatist politikalarla -ekonomi politiğin son derece manipüle edildiği, yolsuzluğa dayalı yapılar içerisindevarlıklarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Yani siyasal ve ekonomik sistemi büyük ölçüde ellerinde tutan, gerektiğinde manipüle eden siyasal gruplar ve bunların liderleri vardı. Yapı buydu. Genel olarak dünyadaki değişim; bu liderlerin artık çok da işlemeyeceğini, Batı’nın bu liderler ile kurduğu ittifakların yavaş yavaş çökmeye başlayacağını işaret ediyordu. Uluslararası ilişkilere çok makro bakan birisi değilim. Sadece devletleri ön plana çıkaran realist 27


dinamiklerin hazır olması ve devletin zayıflaması bakımından Suriye, diğer ayaklanmaların çıktığı ve nihayete erdiği Arap ülkeleri ile kıyaslandığında daha güçlü bir merkezi devlet yapısına sahip bir ülkeydi. Bu doğrultuda, Esad halen düşmedi. Daha doğrusu, zamanla da görmüş olduk ki aslında ortada sadece Esad’a bağlı bir sorun yokmuş. Suriye ile beraber iyice her şey görünür hale geldi, ayyuka çıktı. Birçok devlet kavgasını, mücadelesini Suriye üzerinden sürdürmeye başladı. Ama Ortadoğu’daki transformasyonu, büyük dönüşümü başlatan olay bana göre 2003 Irak Savaşı’dır. Arap Baharı da bunun devamındadır. Yani Arap Baharı bir sebep değildir, sonuçtur.

kişi ortada kaldı. Bu kişilerin birçoğu bugün IŞİD içerisinde. Yani IŞİD’in askeri anlamda nasıl bu kadar “başarılı” olabildiği sorusunun cevabı da başıboş kalmış Saddam askerleri gerçeğinde yatıyor. Zaten Fransa’dan, Almanya’dan ve daha birçok yerden gelen genç cihatçı çocuklar nasıl savaşsınlar? Bu mümkün değil ;çünkü bu kişilerin askeri eğitimleri yok. Bu bağlamda görüyoruz ki bu kişiler en fazla intihar bombacısı olabiliyor ya da endoktrinasyon sürecine yardımcı oluyorlar. Bir de tabii Maliki döneminin Irak’taki hataları da önemli bir etken. Birtakım Sünni gruplar ezildiklerini, dışlandıklarını hissetmeye başladılar ki zaten sayısal olarak da azınlıktalar. Saddam yönetimi bir azınlık yönetimiydi ve Şiiler de bu dışlanma durumunu tecrübe etmişlerdi. Bu doğrultuda IŞİD’in nasıl toplumsal destek sağladığı konusu, mezhep çatışması ekseninde de değerlendirilebilir.

Irak Savaşı, IŞİD’in ortaya çıkışı sürecinde de önemli bir neden. Bu durumu ABD ekseninde açıklayabilir misiniz? Irak Savaşı, IŞİD’in ortaya çıkması ve güç kazanması noktasında doğrudan bir neden. İşgal ile birlikte Irak devleti çökünce, ABD ciddi bir hesaplama hatası yaparak burada çok önemli bir yapıyı başıboş bıraktı. ABD kendilerine, Saddam’ın ordusuna ne olacağı sorusunu vaktinde sormadı ve Saddam’ın ordusu dağıldığı zaman savaşma kabiliyetine, bilgisine sahip yaklaşık 450.000 kişi ortada kaldı. Bu kişilerin birçoğu bugün IŞİD içerisinde. Yani IŞİD’in askeri anlamda nasıl bu kadar “başarılı” olabildiği sorusunun cevabı da başıboş kalmış Saddam askerleri gerçeğinde yatıyor. Zaten Fransa’dan, Almanya’dan ve daha birçok yerden gelen genç cihatçı çocuklar nasıl savaşsınlar? Bu mümkün değil; çünkü bu kişilerin askeri eğitimleri yok. Bu bağlamda görüyoruz ki bu kişiler en fazla intihar bombacısı olabiliyor ya da endoktrinasyon sürecine yardımcı oluyorlar. Bir de tabii Maliki döneminin Irak’taki hataları da önemli bir etken. Birtakım Sünni gruplar ezildiklerini, dışlandıklarını hissetmeye başladılar ki zaten sayısal olarak da azınlıktalar. Saddam yönetimi bir azınlık yönetimiydi ve Şiiler de bu dışlanma durumunu tecrübe etmişlerdi. Bu doğrultuda IŞİD’in nasıl toplumsal destek sağladığı konusu, mezhep çatışması ekseninde de değerlendirilebilir.

Suriye iç savaşındaki cepheler ile proxy war kavramı arasındaki korelasyonu nasıl yorumluyorsunuz? Başta Esad güçleri ve bir muhalifler grubu vardı. Sanki rejim ve rejime karşı olan ya da rejimin ezdiği, sindirdiği gruplar arasında bir çatışma varmış gibi görünüyordu. Tıpkı Tunus’taki, Mısır’daki gibi. Ama gördük ki Suriye’deki iş öyle değil. Zaten ivedilikle çözüme ulaşılamamasının en önemli sebebi de bu oldu. Hiç unutmam, Paris’ten Ortadoğu üzerine çalışan bir sınıf arkadaşım -diplomat oldu kendisi, Fransız diplomasisinde çalışıyor ve özellikle Filistin meselesi konusunda uzman- 2011 yılında daha krizin başında, bana; Suriye ile ilgili sürekli toplantı yaptıklarını belirtmişti ve bu işin aynı Filistin meselesine, İsrailFilistin sorununa benzeyeceğini söylemişti. Gerçekten de Filistin’deki duruma benzer bir şekilde Suriye meselesi de başta çok konuşuldu ama bu kadar toplantıya rağmen sorun çözüme ulaştırılamadı. Öte yandan hepimiz aslında şu gerçeği gördük ki muhalefet bir blok olamadı. İşte proxy war olgusuna zemin hazırlayan durum da bu. Yani muhalefetin içerisinde çok fazla aktör var ve bu aktörlerin birbirleri ile bırakın ittifak yapmayı, konuşacak durumda bile olmadıklarını gördük. Nitekim zaten bu gerçek su yüzüne çıktı. PYD kendi yapısı içerisinde ilerledi, Özgür Suriye Ordusu kendi yapısı içerisinde ilerledi. Sonra daha radikal İslamcılar ortaya çıktı, bunlar IŞİD ile birleştiler. IŞİD tek başına bir aktör oldu. Sol gruplar vardı, onlar zaten ilk ezilip giden gruplar oldular. Dolayısıyla gördük ki Esad, Esad güçleri ve bir dolu muhalif mevcut. Ayrıca onların kendi silahlı örgütleri ya da silahlı olmayan yapıları var. Bu noktada her ülke, muhalifler üzerinden

Proxy war kavramının Suriye’deki işlerliği hakkında neler söyleyebilirsiniz? Irak Savaşı, IŞİD’in ortaya çıkması ve güç kazanması noktasında doğrudan bir neden. İşgal ile birlikte Irak devleti çökünce, ABD ciddi bir hesaplama hatası yaparak burada çok önemli bir yapıyı başıboş bıraktı. ABD kendilerine, Saddam’ın ordusuna ne olacağı sorusunu vaktinde sormadı ve Saddam’ın ordusu dağıldığı zaman savaşma kabiliyetine, bilgisine sahip yaklaşık 450.000 28


kendine bir konum belirledi. Bazı ülkeler için bu süreç stratejik olarak iyi yürüdü, bazıları için iyi yürümedi. Ancak neticede ülkeler, Suriye üzerindeki farklı aktörler üzerinden verdikleri destekle kendilerine bir konum belirlemiş oldular. Burada, muhalefetin bu kadar çok parçalı ve birbirinden kopuk olmasının belirleyici faktör olduğunu söyleyebiliriz.

realist dış politika anlayışına dayanmaktadır. Bush’unki ise daha farklı. Bush daha mesiyanik diyebileceğimiz bir dış politika anlayışına sahipti. Bush’un Amerikan değerlerini empoze etmek gibi bir yaklaşımı vardı. Öte taraftan Amerika’nın gücünün, bu preventive war -önleyici savaş- ile yükselebileceğine yönelik bir inancı da vardı. Dolayısıyla Amerika’daki yönetimin değişmesi; Ortadoğu’ya bakış ve Ortadoğu’daki ittifakların şekillenmesi açısından bir değişiklik yarattı. Şimdi iki dönemdir Obama var ve biz bütün Arap Baharı sürecini Obama ile yaşadık. Obama geldikten sonra Amerikan askerleri hem Irak’tan hem de Afganistan’dan kademeli olarak çekildi. Ayrıca Ortadoğu’da az önce de bahsetmiş olduğumuz bir dönüşüm yaşanırken Amerika doğrudan müdahil olmak istemedi. Ancak Amerika halen süper güç, hegemon. Dolayısıyla dünya kamuoyunca beklenilen bir sorumluluğu da var. Özellikle IŞİD meselesinden sonra dünya kamuoyu bunu ciddi şekilde beklemeye başladı.

Kürtler için özerklik isteyen ve seküler bir yapıyı tercih eden PYD’yi değerlendirecek olursak; PYD, Suriye’de giderek güçlenmekte olan önemli bir güç. Fakat kimsenin hoşuna gitmeyecek siyasal birtakım uygulamalara da başvuruyor. Kantonlaşma, yerinden yönetim, yerinden demokrasi gibi bu yöntemler Ortadoğu’nun florasına çok uygun değil. Bu sebepten sınırlı bir desteğe sahip. IŞİD’e müdahale ettiği zaman biraz ABD’den destek alabiliyor. Tabii sonra hemen çekiliyor, o yardımlar. Dolayısıyla PYD’nin siyasi yapısı ve ürettiği siyasi sonuçlar ne bölge ülkeleri tarafından ne de başat güçler tarafından destekleniyor. Bu doğrultuda PYD’nin çok dönüştürücü bir aktör olacağını düşünmüyorum. Çünkü büyümek, genişlemek için ittifak içerisine girmeniz gerekir. Kuzey Irak bu anlamda daha doğru ilişkiler geliştirebiliyor. İzlediği dengeli siyasete ilaveten iyi bir güvenlik mekanizmasına da sahip. Peşmerge güçleri fiziksel olarak bölgeyi kontrollü bir şekilde çevreleyebiliyor. Türkiye’nin şu anda en sağlıklı ilişki kurduğu komşusu; Kuzey Irak.

IŞİD, Irak kökenli ama Suriye bağlamında ortaya çıkmış bir yapı ve hem Irak’ı hem de Suriye’yi tehdit ediyor. Zamanla görmüş olduk ki bu tehdit artık bütün bölge için geçerli. Bu durum hem bölge devletlerinin hem de o iç travmaları, dönüşümleri yaşayan Suriye ve Irak gibi kaosun doğrudan geliştiği ülkelerin, Amerika’ya çağrı yapmasına sebebiyet veriyor. Dolayısıyla ABD’nin, Esad’a yönelik tanımlanabilir, elle tutulabilir, net bir anlayışı var ve ABD, bu anlayış doğrultusunda hareket ediyor; demek bence çok güç. Ancak Türkiye için böyle bir değerlendirmede bulunulabilir. Zira Türkiye’nin Esad’a yönelik belli bir politikası var ve bunun adı daha savaşın ikinci ayında konuldu. Türkiye açıkça Esad’ın devrilmesini istediğini belirtti ve bu politikasından da vazgeçmedi. ABD böyle bir şey yapmadı. ABD Esad’ın devrilmesinin iyi olabileceğini, niyetin bu yönde olmasının olumlu sonuçlar doğurabileceğini ve Esad’ın otoriter rejiminin bölgedeki insan haklarına ciddi ölçekte zarar verdiğini belirtti, yani tavsiyeler üzerinden ilerledi. Ama çok net bir dış politika anlayışı belirlemedi. Bu da rasyonel bir tutumdur. ABD yönetim anlayışına göre rasyonel olan devletler dış politikada kazanır. Dolayısıyla Amerika -sorunun çözümü için öncelikli ve gerekli görüyorsabugün Esad ile de masaya oturabilir, görüşebilir. Yani ben ABD’nin Esad konusunda daha esnek bir yaklaşımı benimsediğini düşünüyorum.

ABD yönetiminin Esad’a bakış açısını ele alabilir misiniz? Bunun için ABD dış politikasına odaklanmamız gerek. Örneğin Bush yönetiminin bir yaklaşımı vardı ve Irak Savaşı bu yaklaşımın bir sonucuydu. Belki Obama böyle bir savaşa asla girmeyecekti. Çünkü Obama yönetiminin çok realist bir dış politika anlayışını izlediğini, Amerika’nın sınırlarının bilincinde ve farkında olduğunu, kolay kolay Amerikan askerlerini ve Amerikan kaynaklarını Ortadoğu’ya ya da başka bir bölgeye kanalize etmek istemediğini görüyoruz. Obama; Kahire konuşmasını yapıyor, İsrail-Filistin konusunda birtakım sözler veriyor ve bu nedenle Nobel Barış Ödülü’nü alıyor. Obama hiçbir zaman Amerikan askerlerini doğrudan bir çatışmanın içerisine göndermek istemiyor. Burada artık şöyle bir farkındalık gelişmiş: Amerika’nın -gücünün- sınırları belli. Evet, ABD’nin bir hegemon olarak sorumluluğu var ;ama bu sorumluluğu yerine getirebilmesi için yeteri kadar gücü var mı? Obama bu soruyu kendisine soran bir lider. Tabii bir demokrat olarak belli temel kavramlara özen gösteriyor olması da önemli bir etken. Ancak yine de esas mesele

Obama’nın Esad’a yönelik sert bir tavır benimsemesi çok normal. (Obama, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu görüşmelerinde, Esad için masum çocukları katleden bir tiran ifadesini kullanmıştı.) Obama’nın daha ilkesel 29


bir duruş izlemesi gerçekten doğal bir durum. Zira bunu yapmazsa bir şeyleri yitirir. Yani Nobel Barış Ödülü’nü almış, Amerika’daki birtakım dönüşümleri başlatmış birisi olarak Obama bir sembol. Fakat yine de Obama, rasyonalitesinden ve elini ateşe sokmama direncinden asla vazgeçmedi. Bu tarz yaklaşımlar biraz da dünya kamuoyunu rahatlatma, Amerika’nın insan hakları ihlalleri ve otoriter rejimler konusunda ne düşündüğünün altını çizme ve aynı zamanda rasyonellikten vazgeçilmemesi gerektiği konusunda bir denge arayışı olarak görülebilir, yorumlanabilir.

Türkiye ve İran kolay kolay birbileri ile çatışabilecek ülkeler değil. Yani ticaret ve enerji doğrultusunda etkileşimleri, ilişkileri var. Türkiye ve İran arasındaki güç dengesi bölgesel istikrar üzerinde çok etkili. Bu anlamda Türkiye; İran ile ve İran; Türkiye ile kesinlikle gerilmemelidir. IŞİD ile mücadelede Esad’ın kullanılabileceği değerlendirmesi ise yeni bir mesele. Yani sonuçta IŞİD, savaşın en başından beri var olan bir konu değil. Amerika’nın Esad’a tekrar sıcak bakması, Avrupa’nın; masaya Esad’ın da oturabileceğini belirtmesi gibi gelişmelerin en temel sebebi IŞİD sorunu. Dikkat edilirse Türkiye de artık Esad konusunda eskisi kadar sert, katı söylemlerde bulunmuyor. Çünkü uluslararası kamuoyunun topyekun halde, Esad ile masaya oturulabilir fikrine sıcak bakmaya başlaması Türkiye’yi izole ediyor. Türkiye için çok tehlikeli bir şeydir izole olmak. Özellikle sınırında böylesi bir savaşın var olduğu, milyonlarca mültecinin geçiş rotası üzerinde yer alan ve yine milyonlarca mültecinin kaldığı NATO üyesi bir ülkenin güvenlik sorunlarını tek başına halledebiliyor olması mucize olur. Türkiye, cumhuriyet kurulduğundan beri hiçbir zaman mezhepçi, etnik bir politika izlemedi. Bu konuda dış politika yapıcılar çok titiz davrandılar. Türkiye mezhepçi, etnik öğeler içeren dış politikadan Ortadoğu özelinde hep uzak durdu. Çünkü Ortadoğu bu konuda adeta kaynayan bir kazan. Çok fazla etnisite var, mezhep var. Bunların herhangi birine herhangi bir nedenden dolayı doğrudan, açıktan, yüksek sesle destek verdiğiniz takdirde, o girdabın içine siz de girmiş olursunuz. Dolaylı desteği her ülke verir, devletler arası ilişkilerde bu normaldir. Ama Suriye örneğindeki gibi bir başka ülkedeki muhalefete destek vermek, bu desteği yüksek sesle ifade etmek şeklindeki politika Türk dış politikasında AKP yönetimine kadar hiç olmadı. Ancak bugünkü hükümet de ortaya çıkan sonuçların olumsuzluğunun farkında. Dolayısıyla Esad özelinde söyleme yönelik yaşanan farklılık, bu durumla da ilgili. Demek istediğim; Türkiye’nin Esad’a yönelik politikası değişmedi, sadece bunu dile getirme şekli yumuşamış oldu. Zaten Esad karşıtlığının mezhepçilik üzerinden yapılması durumunda İran’ı da karşınıza alırsınız ve İran karşınıza alamayacağınız kadar güçlü, riskli bir devlet. Yani İran’ı doğrudan karşınıza almak, bölgede mezhepçi bir politika belirlemek; çok ciddi bir taraf olmak demektir. Tabii Türkiye o yapının lideri de olamaz ;çünkü laik, AB’ye aday, Batı’nın müttefiki olan NATO üyesi bir ülkedir, Türkiye. Dolayısıyla böylesi bir yaklaşım akılcı olmaz. Türkiye de bundan dönüyor gibi bir izlenim veriyor.

Türkiye’nin Suriye’ye yönelik politikasını Rusya ve İran bağlamında değerlendirebilir misiniz? İran bilindiği gibi Esad’ı destekleyen bir politika içerisinde ve bu çizgiyi tutarlı bir şekilde sürdürüyor. Bu tutarlılık hali Esad karşıtlığı bağlamında Türkiye’de de mevcut. Bu politikalar iyi, kötü olarak eleştirilebilir ;ama sonuçta belli bir çizgi belirlendi ve İran bu çizgiyi sürdürmeye devam etti, ediyor. Bu anlamda Rusya ile bir ittifak içerisine girdi. Rusya’nın meselesi, bize hep söylendiği gibi, sıcak denizlere inmek. Zaten bu sebepten ötürü Suriye yönetimi destek görüyor. Yani sevgi ve arkadaşlık duyguları üzerinden belirlenmemiştir bu yaklaşım, mesele bu noktada sıcak denizlere inme odaklıdır ve Rusya, Esad’ı bölgede güçlü bir aktör olarak görür. Ancak İran-Rusya ittifakı, nükleer anlaşma sürecinde Esad meselesinde olduğu kadar güçlü değildi. Çünkü nükleer anlaşma konusunda bir rekabet söz konusudur ve çıkarlar çatışabilir. Yani bu doğrultuda Rusya’nın akılcı bir politika izlediğini belirtebiliriz. Bir de nükleer anlaşma özelindeki sürece baktığımızda İran’ın kesinlikle iyi gittiğini söyleyebiliriz. İran Ortadoğu’da kendini sivrilten bir ülke, Batı ile olan sorunlarını da aşıyor, ciddi bir toplumsal dönüşüm yaşıyor. Yani İslam Devrimi’nin özellikle bazı kesimler üzerinde yarattığı olumsuz etkiler giderek iyileşmeye başlıyor. Toplumsal barışına yönelik gelişmeler de yaşanıyor. Kapalı kapılar ardında belki ama İran toplumu müthiş bir dönüşüm içinde. Resmin büyüğüne baktığımız zaman İran’ın kısmen izole olarak kısmen Batı ile ilişkilerini güçlendirerek, ABD ile arasını düzelterek, nükleer anlaşmayla kendisini toparlayarak çok kavga etmeden; ama duruşunu da fazla sarsmadan iyi bir seyirde olduğunu düşünüyorum. Rusya ve İran’ın Suriye konusunda çok köşeli bir politikaları var. Çin bu anlamda daha dengeli bir yaklaşımla ve ekonomik çıkarlarını da gözeterek hareket ediyor. Çin kendisini çok fazla ön plana çıkarmadan rakip olan bir güç, neticede. Tabii kendisini rakip olarak hissettirmeye de devam ediyor. Suriye, Çin için rakip olduğunu hissettirebileceği uygun bir zemin. 30


Türkiye mülteciler konusunda önemli adımlar attı. Ancak yine de bu insanların bir yaşam alanına kavuşturulabilmeleri, istihdam edilebilmeleri, eğitim ve sağlık süreçleri gibi çeşitli konularda ciddi problemler yaşanıyor. Öyle ki bu sebepten Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçilmesi seçeneğine başvuruluyor. Sizce bu noktada Avrupa’nın mülteciler konusundaki yaklaşımı, politikası ne kadar yapıcı?

Avrupa’da göç karşıtlığı da güçlü bir konumda. Bu da birçok siyasetçinin karar almasını engelliyor. Tabii bir de gelenler Müslümanlar, yani bunun da adını koymak lazım. Açıklama bile geldi; Hristiyan mülteci gelsin, şeklinde. Bütün bunları Avrupa liderlerinin ağzından duyuyoruz. Bunun adı ayrımcılık ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kendini yeniden kurmuş, bir barış projesi olarak ortaya çıkmış bir yapının ağzından bu açıklamaları duymak çok ciddi hayal kırıklığı yaratıyor, insanın Batı uygarlığına duyduğu ümit bakımından.

Her ülkenin kendi kapasitesi, koşulları var. Türkiye’ye 2,5 milyon insan geldi, artık bu insanlar buraya sığamıyor. Bundan sonrasını artık taşımıyor, Türkiye. Çünkü şöyle bir gerçek var ki bir Suriyeli geldiği zaman; gidiyor, bir başka Suriyeliyi buluyor -akrabası ya da köylüsü- ve göç dediğimiz olgu da zaten böylece işlemiş oluyor. Yani göç; ahbaplık, hemşerilik üzerinden işler. İş meselesinde de artık dediğim gibi bir boşluk kalmadı. İş vardıysa bile artık yok, kalmadı. Devlet yardım ediyordu; ama artık bu yardımlar da tükendi. Sonuçta Türkiye’nin de sınırları belli. Dolayısıyla bu insanlar; burada yaşayamayacaksam devam edeceğim, diyor ve ölümü göze alarak da devam ediyor. Bir de Türkiye artık açık kapı politikasını uygulayamıyor. Zaten bu politikanın artık uygulanamaması da çok normal. 2,5 milyon insandan bahsediyoruz. Yani Türkiye’nin demografisi değişti. Aslında artık bu göç bile değil, Türkiye’nin demografisini değiştirecek oranda güçlü bir toplumsal dönüşüm. Bu doğrultuda bunu sindirebilmek, yönetebilmek ve bu sürece adapte olabilmek, kendi vatandaşınızı ikna edebilmek, bu insanlara istihdam ve sağlık hizmeti sağlayabilmek inanılmaz büyük bir mesuliyettir. Tabii gelen insanlar da bu durumun farkına varıyorlar ve devam etmek istiyorlar. Avrupa bu konuda son derece ikiyüzlü bir politika izliyor. Yani olacak şey değil. Kotalar koyuyorlar. Ama bu bir insanlık sorunu ve 2,5 milyon insanı almış bir ülke var karşımızda. Tabii başta Türkiye yardım kabul etmedi, orda Türkiye’nin hatası vardı. Türkiye zannetti ki iki ay sonra bu savaş bitecek, biz de bu insanları geri göndereceğiz ve anlı şanlı bir refugee policy uygulayacağız. Ancak bu gerçekleşmedi, yani beş yıl oldu. Zaten bu insanların önemli bir çoğunluğu Türkiye’de kalacak, geri dönmeyecekler. Bu çok açık. Saha çalışması yaptığınızda da bunu görüyorsunuz. Ayrıca bu insanlar geriye dönseler bile ne bulacaklar, o belli değil. Avrupa’nın kota koyması bir noktaya kadar anlaşılabilir, sonuçta kapasitesini belirliyor. Ama bir tarafta da bu insanlara ne olacağı sorusu var. Buna kolektif bir çözüm sunulması gerekiyor. Yani neyi bekleyeceğiz; Akdeniz’de ölüp tükenmelerini mi? Dünyanın en büyük yüzen mezarını yapınca mı bir sonuca ulaşılacak? Bu konuda ciddi adımların atılması gerekiyor. Ayrıca

Körfez ülkelerinin Suriyeli mültecilere karşı yaklaşımını nasıl yorumluyorsunuz? Mültecilerin sorunlarının çözüme kavuşturulabilmeleri noktasında siyasal, toplumsal aktörler ne tür adımlar atmalı? Körfez ülkeleri bağlamında Esad karşıtlığı meselesi var. Ayrıca kendi mezhepsel yapılarını düşünerek de hareket ediyorlar. Körfez ülkeleri izole olup duruma çok fazla karışmama isteğinde. Suriyelileri kabul eden bölge ülkeleri arasında Lübnan ve Ürdün var, dolayısıyla bu ülkelerde Suriye meselesi ciddi şekilde hissediliyor. Körfez ülkeleri kendilerini bu durumdan soyutlamış, uzakta tutabilmiş gibi bir görüntü veriyor. Tabii coğrafi olarak uzaklıkları da kendilerini bu meseleden soyutlayabilmelerinde etkili. Yani bir mültecinin ister istemez o can havliyle ilk gittiği yer, komşu ülkedir. Suriye’nin komşuları da belli. Bu doğrultuda Körfez ülkeleri biraz bu durumdan da faydalanmakta. Körfez ülkelerinin neredeyse tüm ekonomik varlıkları petrol üzerine kurulu. Öyle ki dış politika yaklaşımları da petrollerini satabilmeleri odaklı işliyor. Bu sebepten, Suriye meselesine doğrudan dahil olunması gibi bir durumu tercih etmiyorlar. Petrol sattıkları ülkelerin ekonomik, siyasal durumlarına bakıp kendilerine ona göre bir konum belirlemeye çalışıyorlar. Mülteci sorununun çözümü konusuna dönecek olursak; esasında Guardian, Independent gibi gazetelerde; neden hiç kimsenin mülteciler hususunda ABD’den bahsetmemekte olduğu yönünde yazılar çıktı. Gerçekten de mülteciler meselesinde ABD’nin bir şekilde es geçildiğini görebiliriz. Yani bütün bu dönüşüm 2003 yılında başlamıştı. Bu çerçevede ABD’nin neden mülteci almadığı sorusu da coğrafi olarak uzak kalmanın sağladığı avantaj ile ilgili. Tek başına mülteci sorununa yönelik bir çözüm arandığından emin değilim. G20 zirvesinde bu konunun ele alınması bekleniyor, tabii. Türkiye gerçekten bu konuda çok şey yaptı, belki kendi güvenliği açısından biraz fazla şey yaptı. Türkiye’nin Suriye konusundaki stratejisi savaşın biteceği üzerine kuruluydu. Burada bir yanılgı oldu, hesaplama hatası yapıldı. Türkiye kendi 31


güvenliği açısından gerçekten ciddi riskler aldı. Yani sınırın açık olması, sınırdan sadece mültecilerin değil birtakım militanların geçmiş olması, geçtikten sonra eğitim, ekonomik sorunlar ve toplumsal dışlanmışlık şeklinde sıralayabileceğimiz nedenlere bağlı olarak radikalleşmeleri, Türkiye’nin bir göç yolu haline gelmesi ve bu durumun Avrupa Birliği ile ilişkileri sarsması -Yunanistan krizinde bütün fatura Türkiye’ye kesilmişti- gibi gelişmeler Türkiye açısından çok önemli sorunlar arasında ve Türkiye’nin artık bu yükünü paylaşması gerekiyor. Bu konuda Türkiye’ye G20’de çok şey düşüyor. Sadece Avrupa ülkelerine değil, aynı zamanda Körfez ülkelerine de uluslararası baskı yapılması yoluna gidilebilir. Ancak Suriye’deki savaş bitmediği müddetçe bu sorun çözülemeyecektir. Dahası savaş bitse bile yeniden yapılandırma, rekonstrüksiyon, rehabilitasyon gibi çalışmaların yapılması gerekecektir ve bu insanların ne kadarı Suriye’ye geri döner, bu da tartışmalı bir konudur. Yani geri dönmeyen, kalan insanların nasıl entegre edilecekleri de önemli bir mesele. Dolayısıyla tüm seçenekler kendi içlerinde birçok soruya gebe ve Avrupa bu sorulardan korktuğu için mültecilere şüpheli yaklaşıyor. Ayrıca Avrupa’da aşırı sağ müthiş bir tırmanışta. Fransa’da yüzde 20’leri geçtiler hatta. Bir de halen çözülmemiş bir ekonomik kriz meselesi de var. Ekonomik kriz meselesinin toplum nezdinde yarattığı algı da mültecilere yönelik olumsuz bakış açısını besleyebiliyor. Nitekim savaşın bitmesi şu anki gidişata göre çok zor, çözümsüz görünüyor. Esad’ın ve diğer birçok -uluslararası toplumun kabul edebileceği- aktörün bir araya gelmesi gerekiyor. Diğer bir seçenek olarak uluslararası müdahale belirtilebilir. Artık bu savaşın ya kolektif müdahaleyle -NATO ya da BM müdalesiyle- ya da aktörlerin bir araya getirilmeleri ile sonlanabileceğine odaklanılmalı. Bahse konu BM müdahalesi çerçevesinde bir değerlendirmede bulunacaksak; Çin’e ve Rusya’ya odaklanmamız gerekir. Zira eğer uluslararası müdahale Esad’ı devirmek üzerine kurgulanacaksa Çin ve Rusya buna izin vermez. Ama uluslararası müdahale doğrudan Esad hedef alınmadan; belki birtakım muhalif güçlerin ve Esad’ın devreye sokulduğu ya da IŞİD’in doğrudan hedef alındığı bir şekilde planlanırsa kolektif bir BM müdahalesi mümkün olabilir. Ancak yine bu da gerçekleşmesi kolay bir seçenek değil. Sonuç olarak ne yazık ki Suriye meselesi çözümsüz bir görünüm arz ediyor.

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

minervadergi.blogspot.com

Katkı ve Eleştirileriniz İçin Bize Ulaşın:

IŞİD faktörü bu noktada ortak bir zemin oluşturmaya daha müsait. Belki de Suriye meselesinin çözümü oradan gelecek. İnsanlar kendi güvenlikleri için daha radikal bir oluşuma karşı daha kolay bir araya gelebilir.

om

minervadergi@gmail.c

*Bu röportaj 7 Kasım 2015 tarihinde yapıldı. 32


MİNERVA

MELEZ BİR KALKINMA MODELİ ÖRNEĞİ: GÜNEY KORE Yunus TURAN

yunsturan@gmail.com

A. GİRİŞ

Bunun nedeni üretimin geleneksel yöntemlerle yapılması ve düşük olmasıdır. Bu ekonomik düzen içerisinde gelir dağılımı adaletsizdir. Zaten az miktarda olan sermaye belirli bir grubun elinde toplanmıştır. Yani sınıfsal yapı feodal izler taşımaktadır. Ülke nüfusu genç ve nüfus artış hızı yüksektir. Bu durum üretimin az olması nedeni ile düşük miktarlarda seyreden ulusal gelirin daha fazla kişiye dağılması anlamını taşımaktadır.

K

alkınma, sanayi devrimi ile beraber ekonomilerin en önemli gündem maddesini oluşturmuştur. İktisat teorisi içinde böylesine önemli yer tutan bu kavramın ortaya çıkışı ise gelişmiş ve az gelişmiş ekonomi kavramlarının doğuşu ile olmuştur. Farklı ekonomiler arasında yapılan kıyas ile ulaşılan sonuç gereği ekonomiler gelişmiş ve az gelişmiş şeklinde kategorize edilmiştir. Yapılan bu sınıflandırma işlemi ise geri kalmış ekonomiler ile gelişmiş ekonomiler arasındaki makasın nasıl kapatılabileceği sorunsalını doğurmuştur. İnsanlar yaşam koşullarının daha iyi bir düzeye eriştirilmesi için bir mücadele içerisine girmişlerdir. Bu amaçla üretilen çözümler ise kalkınma kavramını doğurmuştur. Sanayi devrimi ile beraber ekonomi içerisinde önemli bir pay edinen sanayinin payının arttırılmasının refahın kapısını aralayacağı düşünülmüştür. Dolayısıyla gelişmişlik, az gelişmişlik ve kalkınma kavramları sanayi ekseninde konumlanmıştır. Bu yüzden kalkınma sorunu sanayileşememiş ve geri kalmış ülkelerin ortak paydası olmuştur. Şüphesiz böylesine önemli ve çözümlenmesi problemli olan bir konu üzerine çok fazla tartışma ortaya atılmış ve farklı stratejiler geliştirilmiştir. Geliştirilen bu çözüm yolları da şüphesiz farklı iktisat okullarının görüşlerine dayandırılmış ve farklı görüşlerin varlığı nedeni ile karmaşık bir yapı halini almıştır. Gelişmiş ekonomiler seviyesine ulaşmak isteyen ülkeler ise bu yaklaşımları kullanarak iktisat politikaları geliştirmiş ve iktisadi hatta siyasi atılımlarını bu doğrultuda biçimlendirmiştir. Bu çalışmada da öncelikle gelişmişlik ve az gelişmişlik olgusu ortaya konulacaktır, bu çerçevede kalkınma kavramı ve kalkınma modelleri irdelenip Güney Kore kalkınması bu modeller ışığında incelenecektir.

Böylece kişi başına düşen gelir daha az seyretmektedir. Görüldüğü üzere az gelişmiş ekonomilerin özellikleri parametrik bir yapı sergiler ve “yoksulluğun kısır döngüsü” olarak adlandırılan döngüyü oluşturur.2 Bu zincir içerisindeki halkalardan biri kırıldığında ise ekonomik anlamda iyileşme söz konusu olmaktadır. C. KALKINMA Kalkınma iktisadi büyümenin yanında siyasal ve sosyal konularda yaşanılan gelişmeleri de kapsayan bir kavramdır. Kısaca uluslararası iş bölümünde daha yüksek bir konuma ulaşma ve yaşam kalitesinin yükselmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Ayrıca kalkınmanın ortaya çıkabilmesi için sürdürülebilir büyüme, üretim ve tüketim kalıplarının yapısal değişime uğraması, teknolojik ilerleme, sosyal, siyasi ve kurumsal modernleşme, yaşam standartlarında geniş çaplı iyileşme gibi şartların gerçekleşmesi gerektiği ortaya konulmuştur.3 İktisadi büyüme ise işgücünün, doğal kaynakların ve sermayenin kişi başına daha yüksek bir reel gelir sağlayacak şekilde artması olarak tanımlanmaktadır.4 Büyümenin sürdürebilirliği iktisat teorisinde geniş çaplı bir problemi ifade etmektedir. Zira büyümenin sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulmasının yolu teknolojinin ve kaynakların verimli kullanımını gerektirmektedir. Bu durum ise modern bir siyasi yapının ve modern kurumların varlığını zorunlu kılmaktadır. Modern siyasi yapının amacı ise iktisadi büyümenin gerçekleştirilebilmesi noktasında gerekli düzenleme, yatırım ve üretim faaliyetleri içerisinde aktif rol almaktır. Zira geri kalmış ülkelerin geçmişten kalan ve modern üretim ilişkilerine uyum sağlayamayacak köhne idari ve siyasi yapıları içerisinde kalkınmayı sağlayacak atılımları yapılabilmesi mümkün değildir. Böylece kalkınmadan söz edi-

B. AZ GELİŞMİŞ VE GELİŞMİŞ EKONOMİ Ekonomilerin gelişmişliği ya da az gelişmişliği kanısı çeşitli kıstaslar göz önüne alınarak yapılan kıyaslamalar neticesinde elde edilir. Ülkelerin ulusal geliri ve gelir dağılımı, demografik özellikleri, sosyal yapı ve yaşam koşulları, sınıfsal yapı ve sınıfların durumu, kentleşme ve siyasal yapı gelişmişlik kıstası olarak kabul edilmektedir.1 Az gelişmiş ekonomilerde ulusal gelir düşüktür.

1 İLKİN, Akın, Kalkınma ve Sanayi Ekonomisi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, Güray Matbaası, İstanbul, 2013, Sayfa: 3-56 2 A.g.e, Sayfa: 3 3 http://arsiv.setav.org/ups/dosya/26533.pdf, Sayfa: 4 4

İLKİN, Akın, Kalkınma ve Sanayi Ekonomisi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, Güray Matbaası, İstanbul, 2013, Sayfa: 59

33


lebilmesi için gerekli olan kavramların birbirlerine olan etkileri ve tamamlayıcılıkları hususundaki hassas ilişkiler bütünü ortaya çıkmaktadır ve bu ilişkiler bütünü içerisinde kalkınmayı iktisat politikası haline getirmiş bir siyasal düzenin önemi görülmüştür.

barındırmaktadır. Rosenstein-Rodan yaklaşımı kaynakların yetersizliği üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu durum yatırımların yetersizliği sorununu doğurmaktadır. Bu sorunun çözümüne yönelik ise gittikçe genişleyen yatırımların çarpan etkisinden yararlanılması ve gizli işsizlerin kullanımıyla pazarın genişletilmesi gibi öneriler sunmaktadır.7 Nurkse tarafından ortaya atılan yaklaşım ise bütün kesimlerde bir büyümeden ziyade çok sayıda kesime yatırım yapmayı önermektedir. Piyasa hacmini belirleyen esas faktörün üretim hacmi olduğu kanısındadır ve üretim kapasitesinin artırılması yoluyla reel gelirin artırılmasını savunur. Say kanunun geçersiz kaldığını iddia ederek tek bir ürünün üretim hacminde yaşanacak gelişmenin yeterli olmayacağını, çok çeşitli yatırım yapılmasını destekler. Lewis ise modelini klasik iktisadın temel varsayımı olan geçinilebilecek ücret karşılığında emek arzının sınırsız olduğu görüşü üzerine inşa eder. Tasarrufların yatırımları ortaya çıkaran asıl unsur oluşundan hareketle sermayeyi elinde bulunduran kapitalist kesimin tasarruflarının arttırılmasının önemini vurgulamaktadır. Zira diğer kesimlerin reel gelirleri düşük olduğu için tasarruf miktarlarındaki artış pek önem arz etmemektedir.8_9

Kalkınmanın ülkeler açısından teşkil etmiş olduğu önem çok farklı kalkınma yollarının ortaya konulması sonucunu doğurmuştur. Özellikle geri kalmış ekonomilerin sahip olduğu ortak özellikler yanında kalkınmak için kullanılabilecek imkânların ülkeler açısından çeşitliliği göze çarpmaktadır. Ülkeler kalkınma stratejilerini oluştururken engel teşkil eden siyasal yapıların durumunun, doğal kaynakların ülke içerisindeki dağılımının ve çeşitliliğinin, demografik özelliklerin farklılık göstermesi kalkınma stratejilerinin de çeşitlenmesini sağlamıştır. Dolayısıyla genel hatları ile belirlenen kalkınma modelleri uygulanılan ekonominin özelliklerine göre özelleşmektedir. Fakat genel hatları ile iki farklı modelin varlığından ve bunların iki ana iktisadi akım üzerinde temellendirildiğinden söz edilebilir. a-) Dengeli Kalkınma Dengeli kalkınma modeli Friedrich List tarafından ortaya atılmış ve süreç içerisinde ise Rosentein-Rodan, Nurkse, T. Scitovsky, A. Lewis gibi kuramcıların katkıları ile gelişmiştir. Temelde tarım kesimi, imalat kesimi ve ticaret kesimi arasında dengeli bir gelişmenin önemi üzerinde durmaktadır.5 Dengeli kalkınma modelinin temel varsayımı az gelişmiş ekonominin piyasa mekanizması işleyişinde kaynak dağılımının yeterince iyi sağlanamaması yatmaktadır. Az gelişmiş ülkelerdeki alt yapı yetersizliği, düşük ücretler ve kişi başına gelirin azlığı nedeni ile pazarın daralması söz konusudur. Bu durum da yatırımların verimli olma şansını çok aza indirgediği için yatırımı teşvik edecek bir ekonomik görünüm ortaya çıkamamaktadır. Bu durumda da üretilen malın alıcısının başka bir malın üreticisi olabilmesi şeklindeki zincirin oluşturulması zorunluluğu doğmaktadır.6 Bu zincirin oluşturulması durumu diğer sektörleri de kapsayacak şekilde genişletildiğinde ise dengeli kalkınma modeli ortaya çıkmaktadır. Bu model Prof. Dr. Akın İlkin’in ifadesi ile Neo-klasik yaklaşımın bir parçasıdır ve karşılıklı bağımlılık ilkesine dayanır. Bu bağımlılık ikilidir ve üretim yapan her iktisadi birim kendisine bir girdi ve çıktısına Pazar bulmak zorundadır. Bu durum her sektörün dengeli büyümesini zorunlu kılmaktadır. İkili bağımlılığın bir diğer ayağını ise gelirde meydana gelecek her artışın talepte de bir artışa sebep olacağı düşüncesine dayanır. Böylece tüketim mallarının bu ifade uygun miktarla üretilmesi gerekmektedir.

b-) Dengesiz Kalkınma Dengesiz kalkınma dengeli kalkınmaya tepki olarak oraya çıkmıştır. Temel olarak dengeli kalkınmanın tüm sektörlere dengeli bir şekilde yatırım yapılmasına karşı çıkarak bu durumun en uygun ölçeğin altında kalınmasına sebep olacağı üzerinde durmaktadır. Dengesiz kalkınma modeline göre belirli sektörlere ağırlık verilerek yatırımların çoğunluğu bu sektörlere aktarılmalıdır. İki önemli temel varsayımı bazı koşullar altında dengesizliğin iktisadi büyümeyi hızlandırabileceğidir. Bu koşullar ise Prof. Dr. Akın İlkin tarafından şu şekilde tanımlanmıştır: -Bölünmezliğin önemli olduğu, -Ölçek büyütme maliyetinin yüksek olduğu, -Dengeli büyümeye kıyasla daha yüksek gelir elde edilmesinin mümkün olduğu, -Yeni buluşlar ve uygulamalara olanak hazırlandığı hallerde dengesiz kalkınma modelinin faydalı olacaktır.10 Hirschman’ın yaklaşımında geri kalmış ülkelerin tüm sektörlerde yatırım yapabilecek sermaye ve piyasa genişliğine sahip olmadığı gerçekliğinden hareketle yatırımların tek bir sektöre yoğunlaştırılması gerektiği savunulmaktadır.11 Ayrıca Hirschman yatırımların yapısal özellikleri üzerinde durarak yatırımları sosyal sabit

Dengeli kalkınma bünyesinde üç farklı yaklaşımı

5 A.g.e, Sayfa: 80 6 http://euniversite.nku.edu.tr/kullanicidosyalari/413/files/Sbm_03_2013.pdf, Sayfa: 10 7 A.g.e, Sayfa: 11 8 İLKİN, Akın, Kalkınma ve Sanayi Ekonomisi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, Güray Matbaası, İstanbul, 2013, Sayfa: 85-93 9x http://euniversite.nku.edu.tr/kullanicidosyalari/413/files/Sbm_03_2013.pdf, Sayfa: 11 10 İLKİN, Akın, Kalkınma ve Sanayi Ekonomisi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, Güray Matbaası, İstanbul, 2013, Sayfa: 97 11

http://euniversite.nku.edu.tr/kullanicidosyalari/413/files/Sbm_03_2013.pdf Sayfa: 14

34


sermaye yatırımları ve doğrudan verimli faaliyetler şeklinde sınıflandırmıştır. Sosyal sabit sermaye yatırımları bütün ekonomik faaliyetleri etkileyen ve kolaylaştıran hizmetleri içerir. Bu hizmetler birçok ülkede ya devlet kontrolünde ya da bizzat devlet tarafından gerçekleştirilir ve bu hizmetlerin ithal edilmesi söz konusu değildir. Doğrudan verimli faaliyetler sosyal sabit sermaye yatırımlarına ihtiyaç duyarlar.12 Dolayısıyla sosyal sabit sermaye yatırımları kalkınmanın ilk aşamasını oluşturur. D. İKTİSAT OKULLARININ YAKLAŞIMLARI

Bunlar: 1. Gerekli düzeyde beşeri yatırım yapılmasının sağlanması, 2. Özel girişimci için rekabetçi ortamın sağlanması, 3. Dış ticarete açık bir ekonominin oluşturulması, 4. İstikrarlı bir ekonomik yapı tesis edilmesi, olarak ifade edilmiştir.18 Neo-klasik yaklaşımın ifade ettiği şekilde devlet müdahalesinin fiyat mekanizması üzerinde yaratmış olduğu olumsuz etkinin mümkün olan en az düzeye indirilmesi için devlet müdahalesi sınırlı seviyede tutulmuştur. Bir diğer önemli nokta ise yabancı sermayeye ve dış ticarete açık bir ekonomi oluşturulmasıdır. Liberal tezlere göre geri kalmış ekonomilerin büyük ölçekli yatırımlar gerçekleştirebilecek sermayeden yoksun olması nedeni ile bunun yabancı sermaye ile gerçekleştirilmesi gereklidir ve piyasa dostu yaklaşım da bunu benimsemektedir.

KALKINMA

a-) Neo-Klasik Yaklaşım Neo-klasik iktisatçılar klasik okulun devamı olarak piyasadaki başarısızlığının ekonomiye devletin müdahale etmesi sebebiyle geliştiğini savunmaktadır. Devletin müdahalesi ile oluşan refah kazançları müdahale dolayısıyla oluşan refah kayıplarından daha küçüktür.14 Kısaca devlet müdahalesi fiyatların doğru oluşmasına engel teşkil etmektedir. Fakat bu iktisat okulunun görüşlerine göre devlet azami oranda gerekli olan alt yapı yatırımlarının gerçekleştirilmesinde rol almalıdır ve yatırımları teşvik edecek yasal ve siyasal düzenin oluşturulmasından sorumlu tutulmaktadır.14 Yabancı ve yerli özel sermaye işbirliğine dayanır.15

E. GÜNEY KORE KALKINMASI Kore çok eski ve köklü bir tarihe sahiptir ve bugün ki görünümünün oluşmasında tarihinin yadsınamaz önemi bulunmaktadır. Fakat bu çalışmada Kore tarihinin ele alınması konu ile alakasız olacaktır. Dolayısı ile bugün ki görünümü ortaya çıkaran yakın tarihten bahsedilmesi Kore’nin iktisadi dinamiklerinin anlaşılması açısından önem taşır. 2. Dünya Savaşı yılları Kore’ye Japon nüfuzu hâkimdir ve 2. Dünya Savaşında Japonya’nın yenilmesi sonucu Kore Japon nüfuzundan kurtulmuştur. Fakat Soğuk Savaş döneminin başlangıcı ile birlikte Kore Güney ve Kuzey olmak üzere ikiye bölünmüştür. Güney Kore’ye Amerikan nüfuzu etki ederken Kuzey’e de Sovyetler hâkim olmuştur. Böylece Güney Kore liberal yaklaşımları benimseyerek kalkınma stratejisini oluşturmuştur.

b-) Devletçi (Revizyonist Yaklaşım) Temel olarak klasik öğretiye tepki olarak ortaya çıkmıştır. Devletin piyasa işleyişine müdahale etmesini savunur. Bu yaklaşım ile normal piyasa işleyişi içerisinde yatırımların akmayacağı sektörlere devlet eliyle yatırımlar yapılması iktisadi gelişme açısından başarılı olunmasını sağlar.16 Bu yaklaşımda devlet teşvik eder, bizzat kendisi yatırım yapar ve piyasanın düzenlenmesi konusunda yasal tedbirler alır. Stratejik önemi yüksek olan sektörlere özel teşebbüslerin girmesi engellenir ve bazı sektörlerde yalnızca sınırlı sayıda özel teşebbüse müsaade edilir. Dış ticarette devlet engeli bulunmaktadır. Yabancı sermayenin yatırımları yasal düzenlemelere tabi tutulmuş ve kısıtlanmıştır. Özel kapitalist girişimlerin zamanla devletleştirilmesi iktisat politikası çerçevesinde hedeflenmektedir.17

Güney Kore 1962 yılından başlamak üzere yedi farklı beş yıllık kalkınma planı oluşturarak 1997 yılına kadar ki kalkınma girişimlerini bu planlar dahilinde sürdürmüştür. Bu planlar kendi kendine yetebilen bir ekonomik yapının oluşturulmasından ileri sanayi ekonomisi oluşturarak sosyal ve ekonomik eşitliği sağlamaya uzanan uzun hedefler silsilesini içermektedir.19

c-) Piyasa Dostu Yaklaşım

a-) Güney Kore Kalkınmasında Devletin Rolü

Bu yaklaşım devletin piyasa içerisinde aktif rol almasnın yanında bu rolün sınırlandırılması gerekliliğini ifade etmiştir. 1991 yılı Dünya Bankası Kalkınma Raporuna göre devletin dört önemli rolü ortaya konulmuştur.

Güney Kore’de devlet piyasa mekanizmasına doğrudan müdahale etmiştir ve belirli sektörler için çeşitli sınırlamalar, teşvikler ve gelişme fırsatı bulamayan sek-

12 İLKİN, Akın, Kalkınma ve Sanayi Ekonomisi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, Güray Matbaası, İstanbul, 2013, Sayfa: 97-105 13 BİLGİLİ, Yüksel, Karşılaştırmalı İktisat Okulları, 4T Yayınevi, İstanbul, 2015, Sayfa: 28 14

TUR, Feridun, Yeni Sanayileşen Ülkelerin Kalkınma Perspektifinin Yeni Ekonomik Düzen İçerisindeki İşlerliği: Güney Kore Örneği, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı İktisat Politikası Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008, Sayfa: 28-29 15 AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni Cilt 2, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1971, Sayfa: 659 16 TUR, Feridun, Yeni Sanayileşen Ülkelerin Kalkınma Perspektifinin Yeni Ekonomik Düzen İçerisindeki İşlerliği: Güney Kore Örneği, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı İktisat Politikası Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008, Sayfa: 30 17 AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni Cilt 2, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1971, Sayfa:631-636 18 TUR, Feridun, Yeni Sanayileşen Ülkelerin Kalkınma Perspektifinin Yeni Ekonomik Düzen İçerisindeki İşlerliği: Güney Kore Örneği, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı İktisat Politikası Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008, Sayfa: 33 19 TMMOB Sanayi Kongresi 2007 Oda Raporu, Ülke Örnekleri ile Kalkınma ve Sanayileşme Modelleri, 2007, Sayfa: 71, 72

35


törler için yeni teknolojilerin yayılması konusunda düzenlemeler yapmıştır. Devlet kalkınma planlamasında yapmış olduğu hamleler ile piyasa içerisinde aktif rol almıştır. Kore’de dengesiz kalkınma modeline uygun olarak yapılan düzenlemeler ile hedef sanayilere yoğunlaşma sağlanmıştır. Ayrıca piyasaya giriş engelleri konularak yatırım yapılan sektörlerde faaliyet gösteren firmaların rekabet güçleri korunmuş ve yeni yatırımlar için sermaye birikimi sağlanmaya çalışılmıştır.

teşviklerini yönlendirmiştir. 1985-1987 yılları arasında devletin teşvik sağladığı yarı iletken sanayisi bu kıyas ışığında alınan kararlara emsal teşkil etmektedir.21 Hedef sanayilerin kalkınma planı doğrultusunda belirlenmesinin ardından bu sanayinin korunmasına yönelik kullanılacak araçların belirlenmesi sorunu ortaya çıkmaktadır. Kore bu problemin çözümünde yerli sanayilerin korunmasına yönelik politikalar üretmiştir. Devlet ağır ve kimya sanayilerini korumak için Ex-Im Bank’ı kurmuş ve yine bu sanayiler için ithal edilen sermaye mallarının maliyetlerinde yukarı yönlü bir değişimin yaşanmaması için döviz kurunu sabitlemiştir. Bunlara ek olarak ihracat ve ithalatta kullanılan döviz kurunun resmi kurdan farklı olmasıdır.22 Güney Kore kalkınma stratejisi bakımından piyasaya devlet müdahalesi aracını sık sık kullanarak devletçi kalkınma modeline uygun hareket etmiştir. Diğer yandan belirli hedef sanayiler belirleyerek sermayenin bu alanlarda yoğunlaşmasını sağlamıştır. Bu bakımdan ise dengesiz kalkınma stratejisini benimsemiş olduğu görülebilmektedir.

Güney Kore piyasaya giriş engelini çok katı bir şekilde uygulayarak yalnızca belirli kuruluşlara doğrudan şirket kurma izni vermiştir. Bu düzenleme uyarınca 1986 yılına kadar bir şirket kurmak için 312 doküman istenilmiş ve gerekli izinlerin alınması 1256 günlük bir sürece bağlanmıştır. Lisans verilen firmalar ise “Cheabol” olarak adlandırılmıştır. Ayrıca ağır ve kimya sanayinin yoğun desteklendiği dönemde sadece belirli şirketlere hedef sanayinde yatırım lisansı verilmiştir.20

b-) Güney Kore Kalkınmasında İnsan Gücü Sermayesinin ve Eğitimin Önemi Güney Kore kalkınmasının temelinde yatan asıl gücün yeni sanayileşen ülkelerin birçoğunda var olan bir nedene dayandığı savunulmaktadır. Bu da insan gücü sermayesi ve bu sermayenin eğitimidir. Aslına bakılırsa bu durum klasik yaklaşımın emeğin niteliğinin homojen olduğu varsayımını yıkmaktadır. Çünkü eğitimli insan sermayesinin G. Kore gibi ülkelerin kalkınmasında oynamış olduğu rol ciddi oranda bir fark yaratmaktadır. İnsan sermayesinin eğitimi beraberinde teknik ve stratejik yenilikleri beraberinde getirmektedir.23 Kuzey ve Güney Kore şeklinde yaşanılan bölünme ile zaten az sayıda olan sanayi tesislerinin Kuzey’de kalması ile birlikte Güney Kore’de hızlı bir biçimde sanayileşme ihtiyacı doğdu. Bu ihtiyacın şiddeti ise güney kesimde kalan arazilerin tarıma elverişli olmayışından ötürü artmıştır. Hızlı sanayileşme için en büyük engel ise eğitimli işgücü açığının ortaya çıkmasıdır. Kore bu sorunu aşabilmek için hızlı bir eğitim hamlesine girişmiş ve kalkınma yıllarının başlangıcında eğitim sektöründeki büyümenin ekonominin genel büyümesinden daha yüksek rakamlara erişmiştir.

Kalkınma planlaması yapılırken verilecek teşvikler

noktasında bazı sektörlerdeki başlangıç avantajları kıyası ile mi teşvik verilmesi gerektiği yoksa uluslararası rekabet konusunda avantajlı olan sektörlere mi teşvik verileceği konusu sorun teşkil etmiştir. Kore bu sorun karşısında yerli sanayinin dış rekabete karşı sahip olduğu maliyet avantajı ve artan üretim sonucu ortaya çıkan ölçek ekonomisinin getirisi kıstaslarını kullanarak

Güney Kore eğitimli insan sermayesi oluşturmanın yanında çeşitli sanayi dalları ve araştırma enstitülerine öncülük etmek amacıyla uzman ve eğitmen ithaline de girişmiştir. Bu kapsamda Kore’de 1963-1974 yılları

20

GÖNEL, Doğaner, Feride, Yeni Ticaret Teorisi Işığında Güney Kore Ekonomik Kalkınma Deneyimi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul, 1996, Sayfa: 28 21 A.g.e, Sayfa: 29 22 A.g.e, Sayfa: 31 23 https://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&cad=rja&uact=8&ved=0ahUKEwjC7uXytLrJAhXnKnIKHdU3B1kQFg gaMAA&url=http%3A%2F%2Fwww.arastirmax.com%2Fsystem%2Ffiles%2Fdergiler%2F140013%2Fmakaleler%2F40%2F1%2Farastrmx_140013_40_ pp_136-143.pdf&usg=AFQjCNHMeVJBeDy4H_7YWeMhQNdZqgPmUg&bvm=bv.108194040,d.bGQ, Sayfa: 137

36


arasında eğitim amaçlı 1393, uzman olarak ise 28 bilim adamı ve araştırmacı çağrılmıştır. 1975-1990 yılları arasında ise bu sayı sırasıyla 6886 ve 406’dır.24 Güney Kore’nin eğitim harcamalarına gayri safi milli hasıla içerisinden ayırdığı paylar 1970 yılında 3,6, 1975 yılında 2,3, 1980 yılında 3,7, 1985 yılında 4,8 şeklinde gerçekleşmiştir. Veriler ışığında eğitim harcamalarına ayrılan payın artma eğiliminde olduğu anlaşılabilmektedir.25 c-) Güney Kore’de Yabancı Sermayenin Rolü Güney Kore kalkınma stratejisini dışa bağımlılığını mümkün olan en az seviyeye indirgeme hedefi çerçevesinde kurmuştur. Daha önce bahsedilen ve az miktarda olan yerli sermayenin tüm sektörlerde yatırımlar gerçekleştirmesinin mümkün olmayışı nedeni ile hedef sektörler belirlenme hamlesi de bu çerçevede yorumlanabilir. Zira sektör hedeflemesi yerine yabancı sermaye yatırımları ile dengeli kalkınma modeli izlenebilecek olmasına rağmen Kore bunu benimsemeyerek sektör hedeflemesi yapmıştır. Bu kapsamda yabancı sermayenin tüm sektörleri etkisi altına alması ihtimaline karşı çeşitli yasal düzenlemeler getirilmiş ve yerli yatırımların iktisadi güvenliği sağlanmıştır. Yabancı sermaye ile gerçekleştirilen yatırımlar için ihracat yapma zorunluluğu, minimum yatırım miktarı ve mülkiyet kısıtlaması gibi tedbirler getirilmiştir. Mülkiyet kısıtlamasına örnek uygulama ise Kore’de faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerden yalnızca %6’sı kendilerine bağlı şirketlerin tamamına sahiptir. Bu oran günümüze yaklaşıldıkça artmaktadır. Fakat bu artışa karşılık olarak yabancı sermayeden teknoloji getirmesi ya da yenilemesi istenilmiştir.26 Anlaşılacağı üzere Kore yabancı sermaye üzerinde ciddi baskılar oluşturmuştur ve yabancı sermayenin ülkedeki sektörler üzerinde hakimiyet kurmasını engellemiştir. Ayrıca ihracat zorunluluğu getirilerek dış ticaret dengesinin oluşumu konusunda yabancı sermayeyi kullanılmıştır. F. SONUÇ Kalkınma, gelişmiş ve az gelişmiş ekonomi kavramlarının sanayi devrimi ile birlikte ortaya çıkmasıyla az gelişmiş ekonomilerin geliştirilebilmesi için varlık nedeni bulabilmiş ve de iktisat teorisinin önemli başlıklarından birisini oluşturmuştur. İktisat okullarının temel iktisadi varsayımlarının farklılığı nedeni ile de birçok kalkınma modeli oluşturulmuştur. Bu kalkınma modellerinin ise uygulanılan ülkelerin iktisadi şartlarındaki çeşitlilik nedeni ile sağladıkları başarının net anlamda tespiti mümkün olamamaktadır. Güney Kore kalkınmasında uygulanan kalkınma modelinin tespitine yönelik faaliyet yürütülmüş fakat uygulamada karmaşık bir yol izlenilmesi nedeni ile böylesi bir tespit mümkün olmamıştır. Güney Kore’nin iktisadi şartları göz önüne alarak tek bir modele bağımlı kalma24 A.g.e, Sayfa: 138 25 A.g.e, Sayfa: 139 26

dan kalkınma planını oluşturduğu anlaşılmıştır. Yabancı sermaye üzerine düzenlemelerde bulunarak iç piyasaların yabancı sermaye tekeline dönüşmesinin engellenmesi yanında yabancı sermaye dış ticaret dengesinin oluşumu için kullanılarak ülke ekonomisine yukarı yönlü bir ivme kazandırmıştır. Ayrıca Kore kalkınmanın eğitim ile ilişkisini iyi analiz ederek eğitimin özellikle sanayi sektörü için gerekli olan teknolojinin sağlanmasında önem teşkil ettiği sonucuna varmıştır. Eğitim ve teknoloji ile ilgili birçok kanun düzenlemesinde bulunmuştur. Eğitim harcamalarını bu yönde arttırarak ülke çapında eğitim seferberliği başlatmıştır. Az gelişmiş ülke ekonomilerinin ortak sorunu olan sermaye yetersizliği sorununu sektör hedeflemesi yaparak belli başlı sektörlerin geliştirilmesi ile aşmıştır. Bütün bu bilgiler ışığında Güney Kore kalkınmasını tek bir kalkınma modeli ışığında incelemenin mümkün olmadığı görülmüştür. Zira farklı modele ait hamleleri Kore, kalkınma planlarında kullanmış ve Doğu Asya ülkeleri arasında başarılı kalkınma atağı gerçekleştirebilen ülkeler arasında yerini almıştır. KAYNAKÇA AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni Cilt 2, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1971 BİLGİLİ, Yüksel, Karşılaştırmalı İktisat Okulları, 4T Yayınevi, İstanbul, 2015 GÖNEL, Doğaner, Feride, Yeni Ticaret Teorisi Işığında Güney Kore Ekonomik Kalkınma Deneyimi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul, 1996 İLKİN, Akın, Kalkınma ve Sanayi Ekonomisi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, Güray Matbaası, İstanbul, 2013 TUR, Feridun, Yeni Sanayileşen Ülkelerin Kalkınma Perspektifinin Yeni Ekonomik Düzen İçerisindeki İşlerliği: Güney Kore Örneği, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı İktisat Politikası Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008 TMMOB Sanayi Kongresi 2007 Oda Raporu, Ülke Örnekleri ile Kalkınma ve Sanayileşme Modelleri, 2007 İNTERNET KAYNAKLARI https://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s &source=web&cd=1&cad=rja&uact=8&ved=0ahUKE wjC7uXytLrJAhXnKnIKHdU3B1kQFggaMAA&url= http%3A%2F%2Fwww.arastirmax.com%2Fsystem%2 Ffiles%2Fdergiler%2F140013%2Fmakaleler%2F40%2 F1%2Farastrmx_140013_40_pp_136-143.pdf&usg=A FQjCNHMeVJBeDy4H_7YWeMhQNdZqgPmUg&bv m=bv.108194040,d.bGQ, Erişim Tarihi: 30.11.2015 http://arsiv.setav.org/ups/dosya/26533.pdf, Erişim Tarihi: 30.11.15http://euniversite.nku.edu.tr/kullanicidosyalari/413/files/Sbm_03_2013.pdf, Erişim Tarihi: 30.11.15

GÖNEL, Doğaner, Feride, Yeni Ticaret Teorisi Işığında Güney Kore Ekonomik Kalkınma Deneyimi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul, 1996, Sayfa: 41,42 37


MİNERVA

ÇİN KOMÜNİST PARTİSİ’NİN ÇİN’İ KAPİTALİSTLEŞTİRMESİ

Ç

Ersel KORUK

in Halk Cumhuriyeti’nde son 30-40 yılda yaşanan ciddi bir kapitalistleşme süreci söz konusudur. Bu süreci eski Sovyet Bloğu ülkelerinin geçirdiği ekonomik değişimden daha ilginç kılan temel unsur, pazar ekonomisine doğru gerçekleşen bu değişimin bir komünist parti önderliğinde gerçekleşmesidir. Çin Komünist Partisi’nin ekonomik reformları başlatırken temeldeki amacı sosyalizmi güçlendirmekti; birçokları gibi Parti de sürecin kapitalist bir ekonomiye gittiğini öngöremedi, öngöremezdi de.1 Böyle bir farkındalıkları olsaydı, büyük olasılıkla Çin yönetimindeki ideolojik bağlılık yaşanan bu değişimi engellerdi.

Ekonomik Değişimden Önce Çin: Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu, Çin’in önderi konumundaki Mao Zedong 1976 yılında öldüğünde Çin onun on yıl önce başlattığı Kültür Devrimi’nin ortasındaydı.2 Mao önderliğinde Çin’in ilk birkaç yılı (19491952) düzeni yeniden sağlamakla geçti. Sonrasında Sovyetler Birliği’nin yardımıyla oluşturulan Birinci Beş Yıllık Plan (1953-1957) dönemi başladı, bu dönemde çok ciddi bir ekonomik büyüme sağlandı. Ancak devam eden yıllar Çin ekonomik durumu açısından çok da iyi geçmemiştir. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler birliği yönetimiyle Çin yönetiminin arası açıldı, sonuçta Sovyet yardımı kesilmiş oldu. Ayrıca 1959, 1960, 1961 yıllarında çok ciddi doğal afetler ülkeyi tahrip etti. “1959’da, ekilen arazinin üçte birini oluşturan 440 milyon dönümlük arazi sel ya da kuraklıktan zarar gördü. 1960 yılında ise kuraklık, şiddetli kasırga, su baskınları ve diğer afetler ekili arazinin yarısını aşan 660 1

erselkoruk@gmail.com

milyon dönümlük toprağı etkiledi; ciddî şekilde tahrip olan 220-260 milyon dönümlük kısımdan ise yer yer hiç mahsul alınamadı. Öte yandan, Şantung’da Sarı nehrin bir ay kadar kuruması, hemen hiç duyulmadık bir olaydır.”3 Yine bu yıllarda kaynakların tarımdan çekilip çelik üretimine yönlendirilmesi tahıl üretimindeki daralmayı iyice artırmıştır.4 Üstüne bir de İleri Doğru Büyük Atılım siyasetinin âdem-i merkeziyetçi yaklaşımıyla, yerel hükümetler arasındaki iletişim bağı kopunca Çin köylüsünün durumu çok kötü bir duruma gelmiştir. Bu birkaç yıllık süreçte milyonlarca Çinli köylünün öldüğü söylenmektedir. İleri Doğru Büyük Atılım’ın ardından 1960’ların başlarında Çin’de toplumsal düzenin tekrar sağlandığı, ekonomi de merkezileşmenin tekrar ön plana çıktığı, toparlanmanın olduğu bir dönem yaşandı. Bu toparlanışın ardından 1966’da Kültür Devrimi geldi. “Kültür Devrimi’nin temel hedeflerinden biri, Mao’nun halka değil, kendilerine hizmet ettiğini düşündüğü hükümet bürokrasisinin elimine edilmesi ve halkın yönetimi kendi eline almasıydı.”5 Kültür Devrimi ile birlikte sınıf mücadelesi sürekli vurgulanan bir araç haline geldi. Bu da radikal siyasetin kaçınılmaz şekilde ekonomiyi etkilemesini de beraberinde getirdi. Mao’nun siyasi anlamdaki âdem-i merkeziyetçi yaklaşımı ekonomi üzerinde de etkisini gösterdi. Bazı araştırmacılar bu etkinin Kültür Devrimi sırasında yaygın olan siyasi şiddete karşın, ekonomik üretimin istikrar kazanmasında önemli bir etkisi olduğu fikrindedirler.6 Ancak ekonomik düzeyde yaşanan bu görece istikrar Çin halkının yaşam koşullarında ciddi bir iyileşmeyi beraberinde getiremedi.7 Mao Zedong 1976’da öldüğünde gerisinde böyle bir Çin bırakmıştı. Mao Zedong’un Ardından Çin’in Değişimi: Mao’nun ardından Çin’de yaşanan iktidar değişimi sorunu kısa bir sürede çözüme kavuşturuldu. İktidara gelen Hua Guofeng ekonomiyi siyasal gündemin en önüne oturtarak Çin hükümetinin ideoloji yerine ekonomiye odaklanmasını sağladı. Mao’ya siyasal anlamda bağlı olan Hua’nın böyle bir politika değişimine yö-

Çin’in böyle bir dönüşüm geçireceğini büyük olasılıkla öngören tek kişi Steven Cheung’tır. 1982’de Ekonomik İşler Enstitüsü (Londra) Cheung’ın “Çin Kapitalist Olacak Mı?” başlıklı el kitabını yayınlamıştı. Ancak Çin’in dönüşümü onun tahminlerini de aşarak çok daha hızlı geçekleşmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. COASE, R. , WANG, N. (2015), Çin Nasıl Kapitalist Oldu?, Ankara: Big Bang Yayınları 2 https://tr.wikipedia.org/wiki/Mao_Zedong, ereşim tarihi: 03.12.2015 3 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/324/3213.pdf, erişim tarihi: 03.12.2015 4 Ayrıntılı bilgi için bkz. COASE, 2015, s.46-47 5 COASE, 2015, s. 51 6 38 COASE, 2015, s. 54


modernizasyonu- ilk defa Başbakan Zhou Enlai tarafından Aralık 1964’te Üçüncü Ulusal Halk Kongresi’nde Üçüncü Beş Yıllık Ekonomik Plan’ın taslağının oluşturulması sırasında önerildi”10 Bu program bir ekonomik programdan çok mücadele çağrısı niteliğindedir. Böyle bir program Çin’in Hua’nın döneminde gerçekleşecek olan “Dışa Doğru Atılım” diye adlandırılan ekonomik değişiminin dayanağıdır. Deng Xiaoping –Deng 1997 yılında ölene kadar Çin’de pazar ekonomisi yönündeki değişim sürecinde etkin bir rol oynamıştır- etkisiyle On Yıllık Plan (1976-1985) uygulamaya konuldu. On Yıllık Plan’a yönelik gerçekçi olmayan hedefler belirlemesinde noktasında bir dizi eleştiri yöneltilmiştir. Ancak tam anlamıyla olmasa dahi düşünülen hedeflere kısmi olarak ulaşılabilmiştir.11 Ayrıca 1978’in Haziran’ında Başbakan Yardımcısı Gu Mu’nun yabancı sermayenin seçici bir şekilde kullanılmasını savunması, sürecin bir yıldan az sürmesine rağmen Çin yöneticilerine doğrudan yabancı sermayeyle çalışma konusunda önemli bir deneyim sağlamış oldu.

nelmesinin başlıca nedeni Çin’de hedeflenen refahın oluşmaması birincil sebep olsa gerektir. Her ne kadar Çin ciddi bir sanayileşme ve kalkınmayı gerçekleştirmiş olsa da bu gelişimin halkın yaşam koşullarını iyileştirme yönünde ciddi bir etkisinden söz etmek çok da mümkün değildir.8 Mao sonrasındaki iktidarın önünde duran en önemli sorunsal ekonomik kalkınmayı sağlamak, bu yolla sosyalizmin devamlılığını getirmekti. “10 Aralık 1976’da ‘Dazhai’dan Öğrenmek’ konulu İkinci Ulusal Tarım Konferansı’nda Hua, ekonomik kalkınmanın başarılı bir sosyalizm için ön şart olduğunu vurguluyordu.”9

Hua önderliğinde sosyalist modernizasyonun hükümetin temel hedefi olmasıyla birlikte, Çin’i modern teknolojiye, kültüre, bilime açmak önemli bir amaç haline geldi. Bu süreç içinde özellikle 1978 içinde gerçekleştirilen dünyanın çeşitli ülkelerine yapılan geziler önemli bir yer almaktadır. ABD, Kanada, Fransa, Almanya, İsviçre, Danimarka, Belçika gibi başlıca gelişmiş kapitalist ülkeler ziyaret edildi, ayrıca Deng’in kendisi Burma, Nepal, Kuzey Kore, Japonya, Tayland, Malezya ve Singapur gibi komşu Asya ülkelerini ziyaret etti.12 Çin yöneticileri ekonomiyi kalkındırmak için kapitalist sistemi inceliyor, pazarın nasıl işlediğini öğrenmeye çalışıyorlardı. Ancak burada kaçırılmaması gereken önemli bir nokta vardır; Çin Komünist Partisi’nin kapitalistleşme gibi bir amacı yoktur, yapılmak istenen daha çok kapitalist yöntemleri de kullanarak var olan sosyalist sistemi güçlendirmektir. Çinli yetkililer yaptıkları bu gezilerden sonra ekonomik başarısızlıklarını kabul ediyorlar, bununla beraber sosyalizme olan bağlılıklarını da sürdürüyorlardı:

Çin Komünist Partisi’nin 18-25 Aralık 1978 gerçekleşen On Birinci Merkez Komitesi’nin Üçüncü Genel Kurul toplantısı ve son gününde yayınlanan 1978 Bildirisi, Çin’in piyasaya yönelik dönüşümünün başlangıcı olarak düşünülmektedir. Ancak bu tarihin önemi yadsınmadan, iktidar değişimiyle başlayan bir ekonomik değişim de söz konusuydu, büyük değişim için gerekli katalizör olacaktı. Hua yönetime geldikten sonra ekonomik anlamdaki ilk hamlesi, “dört modernizasyon” programını diriltip, başlatmak oldu. “ ‘Dört modernizasyon’ programı –tarım, endüstri, savunma ve bilim teknolojisi

“Marksizm’in de kabul ettiği gibi, üretimde çok büyük bir genişleme olmadan ihtiyaca göre dağıtım mümkün değildir. Bu durum (üretimde genişleme), Japonya’da görüldüğü gibi ulaşılmaz değildir. Kapitalist Japonya bizim ürettiğimizden daha fazla sayıda ve çeşitte ürünü üretebilmektedir. Biz sosyalist bir ülkeyiz. Çok büyük bir olasılıkla onların gelişmişlik seviyesine ulaşabilir ve onları aşabiliriz.(…) Biz sosyalist bir toplumuz. Kurumlarımız kapitalizminkinden çok daha iyi. Ancak

7

Kültür Devrimi’nin bir yönü de; eskiden kalan kurumların, eserlerin yok edilmesi düşüncesiydi. Çin’in kültürel, entelektüel mirası bu süreçten oldukça kötü biçimde etkilenmiştir. Ayrıca unutulmamalıdır ki hem İleri Doğru Büyük Atılım’ın hem de Kültür Devrimi’nin bildiğimiz anlamda diğer sosyalist ülkelerdekine benzer bürokratik bir merkeziyetçiliğin oluşumunu engellediğidir. 8 Çin’in neredeyse bir kıta kadar büyüklüğünden kaynaklı olarak ekonominin yaşam koşulları üzerindeki etkisinin her yerde aynı olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır. Bazı bölgelerde kısmi iyileşmeler görülürken bazı bölgelerde eskisinden daha kötü konuma gelinebilmiştir. Bkz. http://dergiler.ankara. edu.tr/dergiler/38/324/3213.pdf, erişim tarihi: 03.12.2015 9 COASE, 2015, s.64 10 COASE, 2015, s.65 11 Ayrıntılı bilgi için bkz. COASE, 2015, s. 70 12 COASE, 2015, s. 76-77

39


deneyim eksikliği yüzünden sosyalizmi inşa ederken hatalar yaptık. Sonuçta, sosyalizmin üstünlüğü henüz tam olarak gerçekleştirilemedi. Yakın zamanda gerçekleştirilen ÇKP On Birinci Merkez Komitesi Üçüncü Genel Kurul Toplantısı’nda son otuz yılda sosyalizmin inşa edilmesi sürecinde öğrenilen temel dersler özetlendi ve aynı zamanda yurt dışındaki örnek deneyimlerden ders alınması gerektiği belirtildi. Parti tarafından ortaya konulan yol haritasını izlediğimiz, çok çalıştığımız ve ileri teknoloji ve yöntemle ilgili uzmanlık bilgisini sosyalizmin amaçları doğrultusunda kullandığımız sürece, bu yüzyılın sonuna kadar Dört Modernizasyon hedefimizi kesinlikle gerçekleştirebiliriz.”13

Bir komünist partinin sosyalizmi geliştirmek için kapitalizme başvurması –taban tabana zıt olan bu iki görüş açısından bakıldığında- çok da mantıklı görünmemektedir (Sonuçta da sosyalizmi geliştirdiği değil, dönüştürdüğü görülmüştür). Ancak “siyasal arenada Deng ve Chen Yun’un birlikte yer alması ve aralarında derin anlaşmazlıkların bulunması, Mao sonrası Çin siyasetini beklenmedik bir şekilde ‘tek adam gösterisi’ olmaktan uzaklaştırdı. Çin siyasetini izleyenler tarafından çok ender olarak farkına varılmış olsa da, farklılıklarına ve anlaşmazlıklarına rağmen hem Chen hem de Deng, pragmatizme gerçekten bağlıydılar. Chen’in ‘üst düzey yetkililere güvenmeyin, kitaplara güvenmeyin, olgulara güvenin’ şeklindeki deyişi, Mao sonrası Deng’in başlattığı pragmatizmin önemli bir parçasıydı.”14 Ekonomik anlamdaki bu yararcılık mantığı Çin’i adım adım kapitalizme taşıyacaktır. Deng bu faydacı yaklaşımını ise pratikte şöyle dile getiriyor: “Reform ve açılma konusunda ilk başta fikir ayrılıkları vardı… Bu normaldi. Tartışma yapmamak benim icadımdı. Tartışmayarak farklı şeyleri denemek için zamana sahip olduk. Tartışma işleri karmaşıklaştırır. Zaman kaybedilir ve hiçbir şey elde edilmez. Tartışma olmadan cesurca denemeler yapmak ve cesurca hamleler gerçekleştirmek [yaptığımız buydu].”15

Deng’in bu faydacı “tartışma yapılmaması” ilkesi gerçekten de işe yaramıştır. Böyle gerçeği olgularla ölçme yöntemine dayalı bir faydacılık bir komünist partinin farkında olmadan ülkeyi kapitalistleştirmesinin yolunu açmıştır. Çin Komünist Partisi Nisan 1979’da o zaman “Sekiz Karakterlik Rehberlik İlkesi” (ayarlama, reform, düzeltme, ilerleme) olarak adlandırılan politikayı yürürlüğe koydu. Reformun amacı, yönetsel karar alma yetkilerini hükümetten devlet girişimlerine devrederek, özelleştirmeye gitmeden, bu girişimlerin daha özerk hale getirmekti. Ayrıca Parti’nin çizdiği reform çizgisi dışında yeşeren ayrı bir reform çizgisi daha vardı. Bu tabandan gelen, kendiliğindenci bir çizgiydi. “Marjinal Devrimler” olarak adlandırılan bu hükümet dışı reformlar sosyalist ekonominin çekirdeğinde değil, devlet kontrolünün az olduğu çevresinde gerçekleşti.16 Üçüncü Genel Kurul Toplantısı’nın hemen ardındanÇin hükümeti bir dizi reforma başladı, özellikle devlete ait girişimlere odaklandı (ekonominin en zayıf unsurları olarak kabul ediliyorlardı). Ekonomiyi canlandırmanın en önemli unsuru olarak girişim reformunu ele aldılar. İlk denenen şey, devlete ait girişimleri yönetsel olarak daha özerk hale getirerek gerçek bir girişim olmalarını sağlamaya çalışmaktı. İkinci olarak Çin’de çok parçalı bir yapı sergileyen devlet girişimlerini bütünleştirme ve pekiştirme amaçlandı.17 Ayrıca devletin planlamadaki tekeli sonar erdirildi. Artık, “devlet kotaları doldurulduktan sonra, devlete ait girişimler ne isterlerse onu üretebilirlerdi. Bu olasılık sosyalist ekonominin ‘planın dışına taşarak büyümesi’ için fırsat sağladı. Devlete ait girişimler, devlet planlamasının sınırlarının dışında mallar üretmeye başladıklarında, piyasa güçlerinin etkisine maruz kaldılar. Bu durum, Çin ekonomi reformunun ‘iki-raylı’ sistem olarak bilinen ayırt edici bir özelliğine, devlet sektöründe merkezi planlama ile piyasanın üretimi koordine etmesine, yol açtı. Sonuçta, Çin’de devlet sektörünün ekonomiye hâkim olması ve özelleştirme eksikliği, piyasa mekanizmasının doğmasına engel olamadı.”18 Sanayi reformunda gerçekleşen ilerlemeye karşın, ekonomi bir bütün olarak çok az gelişti. Ayrıca girişimler karların bir bölümünü ellerinde tutmaya başladıkları için devletin vergi gelirleri de düştü. Devlet bütçesi açık verdi, enflasyon tehdidi ortaya çıktı. 1979’da açık 17 milyar yuana ulaştı, bir sonraki yılda 12,8 milyar yuan olarak yüksek bir rakamda kaldı. Enflasyonist dalga 1980’de yüzde 8’in üzerine çıktı.19 Bu tür rakamlar Çin Halk Cumhuriyeti tarihinde çok görülmüş rakamlar değildi, hükümet uyum politikası uygulamak ve reformu bir süre durdurmak zorunda kaldı. İlk reform dalgası böylece beklenen gelişimi sağlayamadı.

13 Devlet Konseyi Ekonomik Komitesi tarafından 1978 yılında Japonya’ya gerçekleştirilen gezi ve incelemenin raporundan. Bkz. COASE, 2015, s. 78-79 14 COASE, 2015, s. 160 15 COASE, 2015, s. 134 16 http://journal.yasar.edu.tr/wp-content/uploads/2012/05/No_7_vol2_04_saray_gokdemir.pdf, erişim tarihi: 03.12.2015 17

Bu parçalı yapının oluşmasında Mao’nun adem-i merkeziyetçi siyasi yaklaşımının önemi büyüktür. Bkz. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/324/3213.pdf, erişim tarihi; 03.12.2015 18 40 COASE, 2015, s. 99


Reformun bir diğer ayağını oluşturan marjinal devrimlerde ise durum oldukça farklıydı; marjinal devrimler istikrarlı bir şekilde büyüdüler, büyümeye devam etmektedirler. Marjinal devrimlerden biri kaçınılmaz biçimde tarımda görüldü. 1978 Bildirisi’nde de kabul edildiği üzere tarımdaki durum çok iyi değildi. Kırsal alanda yaşayan çok büyük bir halk kesiminin yaşam koşulları çok kötüydü, hükümette buna karşı önlemler aldı: 1979’da başlıca tarım ürünleri için ödenen fiyatlar anlamlı ölçüde artırıldı, tarımsal verimliliği artırmak için kimyasal gübre kullanımı desteklendi. Ancak asıl tarım reformu, kolektivizasyonun ortadan kaldırılması ve hanehalkı sorumluluğu sisteminin getirilmesiyle tabandan tavana doğru oldu. Çin’in en yoksul köylerinde 1976 yılından itibaren özel çiftçilik görülmeye başlanmıştı. 1980 yılına kadar özel çiftçiliğin gösterdiği büyük başarı Çin yöneticilerinin bu sisteme sıcak bakmasını sağladı. Aynı yıl kolektif çiftçiliğin olmadığı ya da başarısız olduğu yerlerde özel çiftçiliğin uygulanmasına izin verildi. Özel çiftçiliğin büyük bir başarı sağladığını gören Pekin yönetimi 1982’de hanehalkı sorumluluk sistemini getirerek, Çin kırsalındaki kolektif üretim ekiplerini neredeyse tamamen ortadan kaldırdı. Böylece hanehalkı, tarımda tek aktör haline geldi: “Tarım reformunun bütün hikâyesi, Çin kırsalında kolektivizasyonun tasfiyesi ve özel çiftçiliğe dönüşten ibaret değildir. Kolektivizasyonun tasfiyesi köylüleri komünlerin ve üretim ekiplerinin baskısından kurtardı. Köylülerin kendi yaşamlarıyla ilgili kararları alma özgürlüğüne yeniden sahip olmaları, ticareti ve özel girişimciliği Çin kırsalına geri getirmek konusunda, kolektivizasyonun tasfiyesinden daha önemliydi.”20

Tarımdaki marjinal devrimle eşzamanlı gelişen bir diğer marjinal devrim ise temelde kasaba, köy girişimlerinin artması sonucu ortaya çıkan kırsal sanayileşmeydi. Köylülerin tarım dışında en önemli iş kaynağı olan bu girişimler özellikle reformun ilk yirmi yılında, Çin’de kamu dışı canlı bir sektörün oluşmasını sağladılar. 1990’lardan sonra özelleştirmelerle birlikte hemen hemen bu girişimlerin tamamı ortadan kalkmıştır. Bu girişimlerin birçoğu, Mao’nun kırsal sanayileşme çabalarının mirası olan eski komün ve takım girişimlerinin gelişmesinin bir sonucuydu. Bu tür girişimlerde çalışanların sayısı 1978’de 28 milyonken 1996’da 135 milyon olmuştur. Aynı zaman diliminde GSYİH’deki payları yüzde 6’dan yüzde 26’ya ulaşmıştır. Kasaba, köy girişimlerinin en önemli avantajı, devletin bürokratik yaptırım alanının görece dışında olmalarıydı. Devlet üretim planından bağımsız davranabildikleri için değişen piyasa koşullarına göre çok daha hızlı uyum sağlayabildiler, fırsatlardan yararlanabildiler. Ekonomideki paylarından ya da istihdam ettikleri nüfustan öte bu tip girişimlerin reform sürecindeki asıl önemi; yükselişleriyle Çin sanayisindeki devlet girişimi tekelini kırdılar. Bu da Çin ekonomisinin rekabetle tanışmasını sağladı, bu girişimler ekonomik değişim için ciddi bir katalizör rolü oynadılar. Kırsaldaki benzerleri gibi, kentlerdeki marjinal güçler de Mao’nun siyasi mirasıydı. Kültür Devrimi sırasında milyonlarca kentli genç “köylülerden bir şeyler öğrenmesi için tepelere ve ovalara” gönderildi. Bu uygulama Ekim 1978’de resmi olarak sona erdi. Ancak yaklaşık 20 milyon gencin kentlere dönmesi beraberinde çok ciddi bir işsizlik sorununu da getirdi. Çin yönetimi bu durumda 1979’un sonlarına doğru “bireysel ekonomi” adı

19 http://journal.yasar.edu.tr/wp-content/uploads/2012/05/No_7_vol2_04_saray_gokdemir.pdf, erişim tarihi: 03.12.2015 20 Ayrıntılı bilgi için bkz. COASE, 2015, s. 99-111 21 41

COASE, 2015, s. 111-121


ping üç yıl boyunca [1988-1991] soğukkanlılıkla olayları gözlemledi. Savunduğu reformun ve dışa açılımın çöküş tehlikesine girdiğini görünce daha fazla sessiz kalamadı. Güneyi gezmeye, konuşmalar yapmaya, Çin’i ve dünyayı şok etmeye kararlıydı.”25 Deng bu tur boyunca gittiği her yerde görüştüğü insanlara reformların devamlılığının gereğini anlatmış, daha çok yeni şeyler denemeleri için onları teşvik etmiştir. Sonucunda başarılı da olmuştur: Ekim 1992’de Çin Komünist Partisi On Dördüncü Kongresi’nde piyasa ekonomisi Çin ekonomi reformunun nihai hedefi olarak ilk defa resmen kabul edildi.26

altında özel girişimciliğe izin vermek durumunda kaldı. ‘’Bireysel ekonominin’’ yükselişiyle Çin kentlerinde kolektif ekonominin tekeli sona ermiş oldu.21 Son olarak aktaracağımız marjinal devrim ise Çin ekonomisinin küresel ekonomiye açılmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Bu Shenzhen ve diğer yerlerde “Özel Ekonomik Bölgeler”in oluşturulmasıydı. Pekin’de 1979 Nisan’ında yapılan bir çalışma konferansında Guangdong temsilcileri, Hong Kong’a yakınlığa vurgu yaparak, dış dünyaya ekonomik ve teknik açılımı başlatmak konusunda Shenzhen’in avantajlı bir merkez olacağını vurguladılar. Resmi onay 1980 yılında geldi. İlk dört Özel Ekonomik Bölge, Guangdong’taki Shenzhen, Zhuhai ve Shantou ile Fujian’daki Xiamen olarak belirlendi. Son otuz yılda, Shenzhen, 30.000’den az nüfusa sahip bir balıkçılık kasabasından, 14 milyondan fazla sakini olan, Çin’in en hızlı büyüyen ve üçüncü büyük şehrine dönüştü. Özel Ekonomik Bölgeler’in başarısının sonucu olarak bugün neredeyse tüm Çin kentleri dış yatırıma açılmış durumdadır, bu yatırımında GSYİH da çok önemli bir yer kaplamaktadır ve giderek de artmaktadır.22 Özel girişimciliği ekonomiye getiren marjinal devrimler olmasa büyük olasılıkla Çin hedeflediği gibi sosyalizmde kalmaya devam edecekti. Anlaşılacağı üzere Çin’deki bu marjinal devrimler piyasaya yönelik değişimi sağladıkları gibi, büyük ekonomik kalkınmanın da temelini oluşturdular.

Başlangıçta önderler Çin’i güçlü, modern bir sosyalist ülke yapma amacındaydılar (1978). Misyonlarını Çin karakterinde sosyalizm (1982) ve planlı ticaret ekonomisi (1984) olarak değiştirdiler. Nihayetinde Çin karakterine sahip sosyalist piyasa ekonomisinde (1992) karar kıldılar. Komünist bir parti önderliğinde gerçekleşen bir kapitalistleşme sürecinin bu şekilde adlandırılmaya çalışılması (komünist partililerce) normaldir. Nasıl adlandırılmaya çalışılırsa çalışılsın -belki tamamen batılı anlamda olmasa dahi- Çin’de var olan üretim ilişkilerinin kapitalist ilişkiler olduğu bir gerçektir. Not: Çin’deki bu değişim sürecini sınırlı bir çerçevede anlatmak durumunda kaldık. Yoksa bu değişim sürecinin sosyolojik, kültürel, tarihsel vs. birçok başka ayrı yönü de söz konusudur, gözden kaçırılmaması gereklidir. KAYNAKÇA COASE, R. , WANG, N. (2015), Çin Nasıl Kapitalist Oldu?, Ankara: Big Bang Yayınları İNTERNET KAYNAKÇALARI https://tr.wikipedia.org/wiki/Mao_Zedong, ereşim tarihi: 03.12.2015 http://journal.yasar.edu.tr/wp-content/uploads/2012/05/ No_7_vol2_04_saray_gokdemir.pdf, erişim tarihi: 03.12.2015 https://tr.wikipedia.org/wiki/1989_Tiananmen_ Meydan%C4%B1_Olaylar%C4%B1, erişim tarihi:03.12.2015 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/324/3213.pdf, erişim tarihi; 03.12.2015 http://wikisosyalizm.org/%C4%B0brahim_ Ok%C3%A7uo%C4%9Flu_-_%C3%87in_Devriminin_ve_Toplumunun_S%C4%B1n%C4%B1fsal_Karakteri_(Birinci_B%C3%B6l%C3%BCm), erişim tarihi: 03.12.2015 https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87in_Halk_Cumhuriyeti, erişim tarihi: 03.12.2015

1980’li yıllara Çin özellikle marjinal devrimlerin etkisi altında girmiştir. Böyle bir süreçte Ekim 1984’teki On İkinci Merkez Komitesi Üçüncü Genel Kurul Toplantısı’nda Ekonomik Sistem Reformu Kararı’nın geçmesi de Çin’in ekonomi reformundaki bir başka dönüm noktasıdır: “…Ticari ekonominin [piyasa ekonomisi için kullanılan Marksist terim] gelişimi, toplumsal ve ekonomik kalkınma için gerekli bir aşamadır, Çin’in ekonomik modernizasyonu için bir zorunluluktur.”23 Çin böylece piyasa reformuna daha çok yönelmiş oluyordu. Ayrıca bu dönemde Çin hukuk sistemi yeniden inşa edildi. Bu da özellikle dış sermayenin Çin’e karşı bir güven artışını da beraberinde getirdi. Böyle bir değişim aynı zamanda gelir dağılımında da değişimi kaçınılmaz kılıyordu. Aslında değişimden herkes faydalanmıştı; ancak bu faydalanış göreceli olarak değişiyordu. Bu gelir değişiminin büyük etkisiyle 1989’da büyük öğrenci eylemleri başladı (Tiananmen Meydanı Olayları), Çin yönetimi olayları çok şiddetli ve kanlı bir şekilde bastırdı.24 Bu olayların ardından Sovyetler Birliği’nin de dağılmasıyla birlikte Çin liderliği yönünü kaybetmiş durumdaydı. İşte böyle bir tarihsel dönüm noktasında Deng güney turuna başladı. Başbakan Yardımcısı ola Tian Jiyun 2004 yılında şöyle yazmıştır: “Deng Xiao-

22 COASE, 2015, s. 122-130 23 COASE, 2015, s. 169 24 https://tr.wikipedia.org/wiki/1989_Tiananmen_Meydan%C4%B1_Olaylar%C4%B1, erişim tarihi:03.12.2015 25 COASE, 2015, s.228 26

http://journal.yasar.edu.tr/wp-content/uploads/2012/05/No_7_vol2_04_saray_gokdemir.pdf, erişim tarihi: 03.12.2015

42


reklam


MİNERVA

S

SOSYAL BİLİMLERİN DOĞUŞU, GELİŞİMİ VE GELECEĞİ Roza İZGÖREN

rozaizgoren@hotmail.com

tepki sosyal bilimlerin bir bütün olduğunu savunan Karl Marks’tan gelmiştir. Marksist sosyolojinin temelinde tüm sosyal olguların karşılıklı bağıntı olduğu düşüncesi bulunmaktadır. Marksizm’e göre sosyal olgulardan hiç biri tek başına ele alınıp incelenemez.

osyal bilimler Aristo’nun “politik hayvan”1 dediği insanları, insan gruplarını, toplumları inceleyen bilimlerdir. Aynı zamanda sosyal bilimle için “toplumdaki insanın incelenmesi” ya da “insan gruplarının analizi” gibi tanımlar da yapılabilir. Birinci tanımda grubun üyesi olan bireyler vurgulanırken ikinci tanımda topluluk vurgusu yapılmaktadır. Tanımlardan da anlaşılacağı gibi sosyal bilimlerde genel ve özel, yani insan ve toplum iç içe geçmiştir. İnsan içinde bulunduğu toplumdan ayrı olarak incelenemeyeceği gibi toplum da onu oluşturan insanlardan bağımsız olarak incelenmez.

Sosyal olgunun bağımsız olmayışı, parçalanmazlığı ve sosyal bilimlerin köklü bir birliği olduğu hiçbir zaman kuşku konusu olmamış, bu nedenle de daima uzmanlaşmış disiplinlere karşı tekelde toplanma gibi bir çaba içine girilmiştir. Bunlardan biri Auguste Comte’un önerdiği “genel konuda uzmanlaşmış kimseler” yetiştirmektir. Genel sosyoloji sosyal bilimlerin sonuçlarını sentez ederek bu yönde çalışmalıdır. Marksistlerinkine benzer bir şekilde batılı bilim adamları çerçeve yerine geçecek bir cosmogony sağlamak istemektedir. Bir diğer öneri ise çeşitli disiplinlerdeki genel araştırma projelerinin işbirliği şeklinde gerçekleştirilmesidir. Son öneriye baktığımızda günümüzde uzmanlaşmış sosyal bilimlerin zaten bu yöneteme başvurduğunu, sosyal bilim dallarının aslında iç içe geçmiş olduğunu görürüz. Bu nedenle sosyal bilimlerdeki uzmanlaşmaya yönelik son tepkiler de işe yaramamıştır. Sosyal bilimler zaman geçtikçe daha çok uzmanlaşmış dala ayrılmıştır: etnografya, hukuk, sosyoloji, siyasal bilim, lengüistik4 vb. Bu durum üniversitelerde bölümleşmenin başlangıcı olmuştur. Çünkü herkes kendisinin entelektüel ve profesyonel açıdan en iyi yetişmiş bulunduğu sosyal dalı inceleyip çalışmak istemekte; hakkında daha fazla bilgi sahibi olmadığı öteki sosyal bilim dallarını da kendi ilgi dalının açısından düşünüp değerlendirmektedir. Nitekim günümüzde kendi alanında birçok uzmanlaşmış insan, üniversitelerde birçok sosyal bilim dalı bulunmaktadır.

Sosyal bilimler ilk ortaya çıktığı dönemlerde sosyal felsefe, din, ahlak anlayışları gibi olguların etkisindeydi. Felsefeden bağımsız olarak incelenmeye başlanıldığında ilk uzmanlaşmış sosyal bilimler ortaya çıktı. Buna verilebilecek ilk örnek “ekonomik politik”2 olmuştur.18.yy’da Fizyokratlar3 daha sonra da Adam Smith bağımsız bir bilim olarak ekonomi politiği kurmuştur. 18.yüzyılın ortalarında matematikçiler istatistiksel yöntemleri geliştirmiş, bunları nüfus incelemelerinde kullanmışlardır. Ardından demografi uzmanlaşmaya başlamıştır. 18.yüzyılın sonlarına doğru ise tarih sosyolojisi J.B Vico’nun yöntemleriyle uzmanlaşmıştır. Sosyal bilimlerin uzmanlaşmasını sadece öncülerinin çaba ve yöntemlerine bağlayamayız. Sosyal olguların karmaşıklığı ve bu olguların incelenmesi için kullanılan tekniklerin farklılıkları, genel bir sosyal bilimler teorisinin bulunmayışı, uzmanlaşma ihtiyacını doğurmuş ve 19.yy’a gelindiğinde sosyal bilimlerin bütünlüğü ciddi anlamda bozulmaya uğramıştır. Bu duruma en büyük

Artık uzmanlaşma kabul görmüş, günümüzde yadırganmazken 2015 yılının Eylül ayında Japonya’da sağ muhafazakâr Liberal Demokrat Parti hükümeti, Japonya’da bulunan üniversitelerden sosyal bilimler fakültelerini kapatıp yerine fen bilimleri ya da “daha faydalı” fakülteler açılmasını istedi.5 Japonya’daki 86 üniversiteden 26’sı sosyal bilimler fakültelerini kapatacaklarını duyurdu. Japonya’nın bu kararı üzerinden sos-

1 http://www.dusuncetarihi.com/, Erişim Tarihi: 30.11.2015 2

Türkçe karşılığıyla politika, “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”dır. Bu anlamıyla “ekonomi-politik” (politik ya da siyasal ekonomi), devlete ilişkin ekonomi demektir. TDK 3 sıfat XVIII. yüzyılda ortaya çıkan, tarım emeğinin üretici emek olduğunu ve yalnızca bu emeğin değeri yarattığını ileri süren ekonomi görüşünü savunan. TDK 4 Dillerin yapısını, gelişmesini, dünyada yayılmasını ve aralarındaki ilişkileri ses, biçim, anlam ve cümle bilgisi bakımından genel veya karşılaştırmalı olarak inceleyen bilim, lisaniyat, lengüistik. 5 http://www.hurriyet.com.tr/japonya-sosyal-bilimler-fakultelerini-kapatiyor-30295220, Erişim Tarihi: 30.11.2015

44


yal bilimlerin gerekliliği tartışılmaya başlandı. Birçok sosyal bilimci bu kararın köreltici, makineleştirici olduğu konusunda hem fikir. Bugün “gelişmişlik”; teknoloji, silah üretme, nükleer santrale sahip olma gibi olgularla algılansa da toplumda yaşayan insanların nitelikleri, düşünebilme alanları, birbirleriyle olan ilişkileri, yorumlama yetileri vb. özellikler de gelişmişlikle şüphesiz alakalıdır. Bu durumu bir örnekle açıklayacak olursak; bilgisayar yazılımları konusunda önemli bir uygulama elbette birçok insanın hayatını etkiler ama eğitim alanında yapılacak bir reform sadece dönemin insanlarını değil gelecek nesilleri de etkiler. Eğitim reformu sayesinde fen bilimlerinde de ilerleme sağlanır. Bu reform sosyal bilimlerin konusudur. Burada dikkat edilmesi gereken husus sosyal bilimlerin sağladığı fayda kısa zamanda (yazılım örneğindeki gibi) ortaya çıkmaz. Eğitim reformunun faydasını görmek için bu öğrencilerin mezun olmaları, uzmanlaşmaları gerekir. Tabii bu dönem içinde hükümetler değişebilir, bir hükümetin yaptığı reform bir sonraki hükümetin yararına olabilir. Duruma böyle bencilce ve çıkarcı yaklaşan hükümetlerin sosyal bilimleri fen bilimlerine göre ikinci sınıf bilim olarak nitelendirdikleri görülmektedir. Oysaki sosyal bilimlerin eksikliğinde fen bilimleri de işlevini yitirir. Örneğin; hukuk toplum düzenini sağlamak, çeşitli haksızlıklara engel olmak gibi amaçları olan sosyal bir bilim dalıdır. Fen bilimleri sayesinde üretilen bir ürünün (bu bir silah olabilir) kullanım koşulları, kimlerin kullanıp kimlerin kullanamayacağı, patent hakları gibi konular hukuku ilgilendirir. Yazının başında sosyal bilimlerin iç içe geçmişliğinden bahsetmiştik, sosyal bilimler sadece kendi aralarında değil, fen bilimleriyle hatta hayatın kendisiyle, insana dair her şeyle iç içe geçmiştir. Yine örnekleyecek olursak gelişmekte olan bir ülkenin, vatandaşlarında maddi geliri ile orantısız bir şekilde sadece etiketi ya da markası için belli bir telefon modeli varsa bu genelde sosyolojik bir inceleme gerektirir. Bu sosyolojik incelemeyle ülkenin vatandaşlarının özellikleri, eğilimleri, değer yargıları vb. özellikleri incelenebilir. Bu inceleme sadece sosyal bilimlerin sorularına cevap vermez. Telefon üreten firmanın benzer insan kitlelerini araştırmasına, başka ülkelerde pazarla açmasına yol açar. Görüldüğü üzere nükleer enerjiden teknolojiye atom fiziğinden genetiğe sosyal bilimler insana dair tüm olguların bütün bilim dallarının içinde sosyal bilimlere rastlamak mümkündür.

den çok insanların bu hizmete talebi kullanım alanları hayatlarına uyarlama şekilleri önemlidir. Bu da yine sosyal bilimlerin konusu içine girer. Yine örneklersek; günümüz koşullarında çalışma saatleri belirli yasalarla düzenlenmiştir. Nüfusun hızla attığı ve üretimin hızlandığı dünyada zamanın kullanımı ve verimliliği önemlidir. Zamanı iyi kullanmak, çalışanların motivasyonunu yüksek tutmak da sosyal bilimlerin ilgi alanıdır. Çalışanların motivasyonunu yüksek tutmak başlıca isteklerini anlamaktan doğru yorumlamaktan değer yargılarını bilmekten geçer, tüm bunlar psikoloji ve sosyoloji biliminin konuları, ilgi alanlarıdır (tümevarım yöntemi ile tümden gelim yönteminin iç içe geçmişliği). Özetle sosyal bilimler gerek fonksiyonları gerekse

üstlendiği yöntemleriyle son derece önemlidir. Sosyal bilimlere yeterince önem vermemek belki de bir çok sorunun temelidir. Dünyada yaşanan sosyal ayrışmalar da belki sosyal bilimlerin ikinci plana atılmasının bir sonucudur. KAYNAKÇA DUVERGER M. (2006), SOSYAL BİLİMLERE GİRİŞ, İstanbul: Kırmızı Yayınları MARKS, K. (2005), EKONOMİ POLİTİĞİN ELEŞTİRİSİNE KATKI, İstanbul: Sol Yayınları Rousseau, J. J. (2008), EKONOMİ POLİTİK ÜZERİNE SÖYLEV, İstanbul: Say Yayınları

Japonya örneğine tezat olarak günümüzde birçok ülkede hükümetler sosyal bilimler enstitüleri kurmakta ve onları çoğaltmaktadır. Sosyal projeler için de bütçe ayırmaya başlamışlardır. Sosyal bilimlerin; bugünün küresel dünyasında, kapalı ve tek tip gibi görünen insanları çözümleme de, toplumun isteklerini algılamada zaman yönetimi ve zamanı doğru kullanmada birçok faydası vardır. Son yıllarda hizmet sektörünün büyümesi teknik ve mühendislik birimlerinin şekillenmesine yol açtı. Bu sektörde teknolojinin seviyesinden üretimin niteliğin-

SMİTH, A. (2012), MİLLETLERİN ZENGİNLİĞİ, İstanbul: İş Bankası Yayınları İNTERNET KAYNAKLARI http://www.hurriyet.com.tr/japonya-sosyal-bilimler-fakultelerini-kapatiyor-30295220, Erişim Tarihi: 30.11.2015 http://www.dusuncetarihi.com/, 30.11.2015 45

Erişim

Tarihi:


Hazırlayan: Roza İZGÖREN Burak ATASAYAR Ersel KORUK

rozaizgoren@hotmail.com burakatasayar@gmail.com erselkoruk@gmail.com

YRD. DOÇ. DR. AHMET EMRE ATEŞ İLE SOSYAL BİLİMLER ÜZERİNE Sosyal bilimler ortaya çıkarken sosyal felsefe ile olan iç içe geçmişlik sorunsalı, sosyal bilimciler ve düşünürler açısından nasıl çözümlenmeye çalışıldı?

bir ürünüdür. Rasyonalist bir toplum ve dünya anlayışı Aydınlanma felsefesi etrafında şekillenir. Örneğin, ilk defa sistematik bir biçimde Montesquieu ahlak kökenli kanunların yerine maddi koşulların yarattığı kanunlara öncelik verir. Voltaire, başta Candide ve Zadig olmak üzere tüm eserlerinde ulusların gelenek ve göreneklerinden ziyade nesnel olgularından bahseder. Böylece Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin etkisiyle 19. Yüzyılda bir yandan aklın kamusal alanda temsili ortaya çıkarken, diğer yandan bu temsiliyeti güçlendirmesi adına sosyal bilimler de pozitivizmin yörüngesine girer. Sonuç olarak toplumun özne olarak değil nesne olarak değerlendirilmesine tanıklık ederiz. Sosyal bilimlerin gelişimi, iktidar ve toplum arasındaki işte bu özne-nesne ilişkisiyle açıklanabilir.

A

slına bakarsanız bu sorunun cevabı bizi Antik Yunan’a götürüyor. Antik Yunan’da bilimler üçe ayrılır. Mantık, Fizik ve Etik. Bunların hepsi de genel bir çerçeve olarak felsefe veya metafiziğe bağlıdır. Antik Yunan’da teori ise temaşa etme veya gözlemlemekten ibaretti. Dolayısıyla, felsefenin bilim karşısında önem arz eden bir önceliği vardı. Orta Çağ’da ise felsefi düşünce ilahiyatın egemenliğindeydi. Denilebilir ki, Rönesans sosyal bilim ile felsefenin birlikteliği için bir milat niteliğindeydi. Fakat unutmamak gerekir ki Rönesans kavramı ancak ve ancak 19. Yüzyılda Jacob Burchardt’ın alanında “locus clasicus” niteliğindeki eseriyle yaygınlaştı. Bilim ve felsefe arasındaki ilişki için esas 18. ve 19 yüzyıllara gitmeliyiz.

Günümüzde sosyal bilimlerin ayrı bilim dalları olarak ele alınması hakkında ne düşünüyorsunuz? Ayrı bilim dallarının otarşik bir sistemde var olması elbette sosyal bilimler açısından büyük bir tehlikedir. Elbette, sosyal bilimlerde ayrı bilim dallarının gelişmesi önemlidir. Fakat bunlar arasında disiplinlerarası bir etkileşim azaldıkça veya olmadıkça ne fen, ne de toplum bilim gelişir. Bakınız 19. Yüzyılda sadece beş temel sosyal bilim mevcuttu. Antropoloji, sosyoloji, siyaset

18. ve 19. Yüzyıllardaki sosyal bilimlerin gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Modern bilim, Yeni Çağ’ın bir icadıdır. Newton’un klasik bilim anlayışı hiç şüphesiz doğa ve fen bilimlerini evrenselci, mekanik ve hiyerarşik bir noktaya sürüklemiştir. Sosyal bilim ise 19. Yüzyılın 46


bilimi, iktisat ve tarih. Daha o zamanlar ne uluslararası ilişkiler, ne de psikoloji birleşik veya özerk bir yapıda değildir.

teori gelişti. Gülbenkyan komisyonu, karmaşıklık çalışmaları, çevrebilim, bölgesel analizler ve toplumsal cinsiyet gibi yeni epistemolojik alanlar sosyal ve beşeri bilimlerde kültüre dönüşü hızlandırdı. Artık, sosyal bilimler ezber bozmanın ötesinde “deconstruction” tekniğini madun araştırmalarında olduğu üzere her alana uyarlar oldu. Karl Popper’in bilimsel doğruluk ve yanlışlanabilirlik görüşü, Thomas Kuhn’un tarihsel çerçeve olarak paradigma düşüncesi veya Imre Lakatos’un sentez arayışları çok önemli tartışmalardır. Tüm bu tartışmaların ışığında denebilir ki sosyal bilimlerin yönteminde benzerlik ve farklılıkları göreceli olarak incelemek yatar.

Tek bir sosyal bilim dalı üzerinde uzmanlaşma gerçekleşirken farklı dallardan nasıl yararlanılır? Bana göre batı merkezli yani anglo-amerikan akademik sistemin uzmanlaşma konusunda becerisini takdir etmek gerekir. Fakat aynı sistemin içinde çekirdek bir kadronun da ciddi anlamda farklı dallar arasında köprüler kurduğunu da aklımıza kaydetmemiz lazım. Yani, sosyal bilimlerde uzmanlaşmak önemlidir, yalnızca bu durumun tek-düzelik yaratıp, bilimsel yaratıcılığı öldürmesine izin vermemeli. Elbette bir Rönesans insansı olmakla birlikte Leonardo da Vinci, resimle uğraştığı kadar tıpla da uğraşıyor. Türkiye’de Hilmi Ziya Ülken hoca böyle güzel bir örnektir. Felsefe ve sosyoloji üzerine yazdıklarının yanında resimleri ve sanat üzerine yazdıklarını hatırlamamız gerekir.

Türkiye’de sosyal bilimlerin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben doğduğum günden itibaren Türkiye’de tüm bilim alanlarında emek harcayan bütün nesillerin şu veya bu nedenlerle içinde bulundum. Bunu asla övünmek için veya romantik biçimde bir nostaljisini yaratmak için söylemiyorum. Bunları hatırlayıp, karamsarlığa düşüyorum çünkü bugün geriye dönüp baktığımda sonsuz önemli işin yapıldığını ve maalesef artık eskinin hızını ve zenginliğini, samimiyetini ve tevazusunu yakalayamadığımızı düşünenlerdenim. Maalesef suç, hepimize ait. Eğitim sistemi felsefeye, mantığa, edebiyata ve sanata odaklı olmak yerine sıradan bir kantitatif testler dünyasına bağlanırsa yaratıcı bireyler yetişir mi? Sosyal bilimler dâhil olmak üzere tüm bilimler ve kurumları pazar ekonomisine eklemlenirse bilim nasıl özerk kalır? Aklımda buna benzer cevap bekleyen çok soru var. Yine de Don Kişot’un yaptığı gibi yılmamak lazım. Sosyal bilimleri düalist antagonizmalardan ve didaktik analizlerden kurtarmak, disiplinlerarası yaratıcılığın önünü açmak lazım. Her şeyden önce sosyal bilim ve bilimciyi “ikinci sınıf vatandaş” olarak nitelendirmemek lazım.

Üniversitelerde sosyal bilim dallarında var olan bölümleşme sosyal bilimler arasındaki ayrımı daha da keskinleştiriyor mu? Bir noktadan sonra bölümleşmek şart çünkü her bir alanın metodolojisinde farklılıklar olabiliyor. Bunu da gözetmezseniz o alanda zenginleşmeniz kolay olmaz. Yeter ki bu alanlar derinleşmek adına kendi çevrelerinde otarşik kalmasınlar. Türkiye’de örneğin Sabri Ülgener hoca Osmanlı el sanatlarındaki “değişikliği” iktisadi terimlerle değil, Divan edebiyatında beyitlerle açıklar. Sabri Ülgener hoca da, Hilmi Ziya Ülken de bilim dünyası için çok önemli isimlerdir. Neden? Çünkü bence bilim insanı olmak uzmanlaşmanın veya bölümleşmenin de ötesinde farklı disiplinleri benzerlik ve farklılıklarıyla bilmek, sonuçta hepsini harmanlayabilmek, ufuk açabilmek demektir. Günümüz sosyal bilimlerde ne gibi bir yöntembilim tartışması yürütülüyor? Artık günümüzde toplum bilimleri fen bilim yöntemleriyle açıklamaya çalışan pozitivist yaklaşım çoktan terk edildi. Frankfurt Okulu ile eleştirel 47


MİNERVA

PROPAGANDA SİNEMASI VE SİNEMA İLE SİYASET İLİŞKİSİ ÜZERİNE Can ELDEN

can.elden.1995@gmail.com

“İnsanlara bir propagandayı aşılamanın en kolay yolu, onlar propagandayla karşı karşıya olduklarını dahi fark etmezken, bu propagandayı eğlence amaçlı görsel medya ile onların aklına sokmaktır.”1

filminde anlatılan olay Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgali ve Vietnam emeklisi John Rambo karakterinin Afganistan’da Sovyet askerlerine karşı giriştiği mücadeledir. Yönetmen burada seyirciye düşünme payı bırakmaz ve direkt aksiyonu bir Amerikan askeri olan -dolayısıyla Amerika’yı simgeleyen- Rambo’nun gördüğü şekilde ve Rambo ekseninde anlatır. Ancak Rambo 3 filminde Rambo karakterini metaforik olarak incelersek Rambo’nun Amerika’nın “özelliklerini” temsil ettiğini görürüz.2 Rambo karakterinin özelliklerine bakarsak; Rambo güçlüdür, yenilmez ve ne olursa olsun insanların hayatını Rambo kurtarır. Yani burada anlatılmak, verilmek istenen fikir; “dünya gücünün Amerika olduğu, Amerika’nın yenilmez olduğu ve Amerika’nın her durumda insanların hayatlarını kurtaracağı” fikridir.

20.

ve 21. yüzyıllar süresince sinema, ortaya çıkışından itibaren bir propaganda ve ideoloji aşılama aracı olarak kullanılagelmiştir. Bu hususta sinema iki şekilde propaganda aracı olmuştur: 1. Verilmek istenen fikrin direk sahnelenmesi 2. Fikrin metaforlarla ve sembollerle ifade edilmesi

Rambo 3 filminde gördüğümüz üzere ana fikir gerek senaryo metni gerekse alt metin olmak üzere tüm filme yayılmıştır. Ancak her zaman ana fikir tüm filmde verilmek istenmez ve filmin küçük bir kısmında ana fikir, metaforları okuyabilen seyirciye bırakılır. Mussolini İtalya’sında bir toplama kampında geçen olayları anlatan Hayat Güzeldir (Life is Beautiful) filmine bakalım. Filmin konusu bir İtalya Yahudi’si olan Guido’nun küçük oğluyla beraber toplama kampına alınması ve bu kampta başlarından geçenler üzerinedir. Film boyunca anlatılan olaylar bütünü II. Dünya Savaşı dönemindeki faşizmi kötüler. Ancak anlatılmak istenen çok başkadır -yine sübjektif (öznel) bir bakış açısıyla. Asıl anlatılmak istenen filmin sonunda verilmiştir. Filmin sonunda Guido ölmüş, oğlu ise kampın boşalmasıyla “oyun bitti” diye düşünüp saklandığı yerden çıkmıştır. Çıkmasının akabinde, babasının “oyun” boyunca söz verdiği büyük tank uzaktan ona yaklaşmaktadır. Tankın içinden gayet yakışıklı bir Amerikan askeri çıkar ve gayet düzgün bir İngilizceyle çocuğa kurtarıldığını söyler. Yine Rambo örneğinde olduğu gibi bu yakışıklı askerimiz de Amerika’yı temsil etmektedir. “Asker” metaforuyla verilmek istenen düşünce benzerdir: Amerika dünyanın yakışıklı yüzüdür ve daima insanları kurtaracaktır.

Özellikle ilk yöntemin uygulanma alanı “savaş filmleri”dir. Bu yöntemde seyirciye gösterilen olay direkt söz konusu filmi finanse edenlerin gördüğü ve seyircinin de görmesi istenen şekilde anlatılır. Örneğin Sylvester Stallone’un başrol oynadığı Rambo 3

Yukarıda giriş kısmını okuduğunuz yazının devamında “siyasal sinema” kavramı ile Soğuk Savaş döneminde Doğu ve Batı blokları eksenlerindeki sinema anlayışı üzerinde durulacaktır.

1 Elmer Davis, “What to Show the World: The OWI and Hollywood, 1942-45”, Journal of American History 64 (1977): 87-105. 2

Burada özellik ifadesinin tırnak içine alınmasının nedeni, Amerika’nın gerçek özelliklerinin Rambo metaforuyla anlatılması değil -ki bu özellikler sübjektiftir, kişiden kişiye göre değişebilir- anlatılmak ve verilmek istenen şeyin, insanların kafasında yaratılmak istenen “Amerika” imajı olmasıdır.

48


A. Siyasal Sinema

Sovyet Sineması tarihine bakarsak üzerine en çok yazılıp çizilmiş yönetmen Sergei Eisenstein’dır. Gerek filmleri olsun, gerekse kuramcılığı olsun, Sergei Eisenstein çalışmalarını Marksist görüş çerçevesinde yürütmüştür. Ancak hiçbir zaman Marksizm’e körü körüne bağlanmamıştır, aksine kuramlarını dogmatik Marksistlere karşı savunmak zorunda kalmıştır.8 Sergei Eisenstein sinema kuramını yöntem olarak tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizme dayandırmıştır. Başarılı bir sinemacı olmasını sağlayan asıl etmen ise tamamen farklı kurgu ve montaj teknikleri kullanmasıdır.

Her sanat dalında olduğu gibi siyaset kavramı sinemayı da dönem dönem şekillendirmiştir ki hala da şekillendirmektedir. Zira sanatçılar toplumda gördüklerini eserlerine yansıtır. Siyaset ise her daim toplum yapısına şekil veren bir kavramdır. Tanımlamaya çalışırsak eğer siyasal sinemayı ya da politik sinemayı: İşleniş ve yorumlanış bakımından siyasi öğeler taşıyan, insanlara sanatsal haz vermenin yanında -ve belki de ötesinde- insanların zihinlerine hâlihazırda var olan “politik olgu”ların istenilen şekilde aşılandığı sinema yapımları bütünüdür. Her ne kadar, çıkış noktası Ekim Devrimi sonrası Sovyet Rusya’sı olsa da -özellikle Sergei Eisenstein-, siyasal sinema asıl evrimini 1960’lar sonrası ABD’sinin siyasal ve toplumsal ortamında geçirmiştir.3 Özellikle bu dönemde çekilen savaş -ve karşıtı- filmleri yönetilmeye çalışılan algının en güzel ve en somut örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Seyirciye doğrudan gösterimin yanında göz ardı edilmemesi gereken ikinci yöntem ise “alegorik”, yani “metaforik” anlatımdır. Bakış açınıza bağlı olarak alegorik anlatımın kullanım amaçları bakımından daha geniş bir yelpazeye sahip olduğu gösterilebilir. Zira “doğrudan gösterim”4 yönteminde olmuş veya olmakta olan olaylar istenilen perspektifte seyirciye aktarılırken, “alegorik” anlatımda yine bu gösterilenlerin alt metinlerinde verilmek istenen düşünceler anlatılabiliyorken aynı zamanda bu yöntemle geleceğe dönük tahminler5 veya geçmişe dönük fark edilmeyen çıkarımlar da yapılabilir. Zira filmlerin salt gerçekliklerinden ziyade kendilerine has auraları da önemlidir. Bu auralar; izleyenlerin filme farklı perspektiflerden bakıp, farklı okumalar yapmalarını sağlamaktadır.6

Her ne kadar Sovyet bir sinemacı ve sağlam bir Marksist olsa da Sergei Eisenstein, asıl savaşını burjuva sanat anlayışına karşı vermiştir. Ona göre “doyurulamamış isteklerin dolaylı yoldan doyurulması”dır.9 Eisenstein bu tespitinde Freud’dan yararlanmış ve “doğru” olarak nitelediği “yeni” sanat anlayışını Marksist düşünce üzerine kurmuştur. Bu sanat anlayışına mutlak doğruluk olarak Marksizm ile ulaşılacağını savunmuştur. Yine Eisenstein, bilim ve sanat kavramlarının birbirlerinden ayrı görülemeyeceğini savunur. Sanatta ve özellikle sinemada devinimselliği savunur. Özetle günümüzde bilinen belki de tek Sovyet sinemacı olmasının nedeni Eisenstein’ın sinemada olmayanı gerçekleştirmesi, yani yenilikler yapması ve sanatsal görüşlerini sağlam kuramlara dayandırmasıdır.

B. Sovyet Sineması Ekim Devrimi sonrası Rusya’da sinemacıların çoğu yurtdışına kaçtı, böylelikle de sinema stüdyoları işlemez hale geldi. Kalan sinemacılar ise devrimi anlatan -ve çoğunlukla öven- filmler yapmaya başladı.7 Bu filmleri örneklersek; “Ser i Molot” (Orak ve Çekiç, 1921, V. Gardin), Ekim (Sergei Eisenstein) ve yine Sergei Eisenstein’ın başyapıtı sayılabilecek, sinema tarihinde de büyük bir yeri olan Potemkin Zırhlısı örnek gösterilebilir. Sovyet Sineması’nın en verimli dönemi 1926 yılından sonradır.

C. Soğuk Savaş Dönemi’nde Hollywood Hollywood’un “total savaş”10 kapsamı içinde dördüncü büyük cephanelik olarak kullanımı henüz daha Soğuk Savaş çıkmadan Ekim Devrimi’nin akabinde başlamıştır. Ancak Soğuk Savaş’ın resmen başladığı

3 Douglas Kellner, Sinema Savaşları sf 11, Metis Yayınları (2011) 4 Amaç işin teorisinden ziyade pratiğini ve uygulanışını anlatmak olduğundan dolayı bu tanım kullanılmıştır. 5

Bu tahminlerden en çok dikkat çekeni Star Wars’un devam serisidir. Filmlerde alegorik olarak Anakin Skywalker ve Darth Sidious metaforları üzerinden Bush-Cheney ikilisine karşı bir eleştiri yapılır ve demokrasi anlayışları üzerine tahminlerde bulunulur. (bknz: Douglas Kellner, Sinema Savaşları sf. 218-231, Metis Yayınları -2011) 6 Douglas Kellner, Sinema Savaşları sf 29, Metis Yayınları (2011) 7 http://www.e-hayalet.net/index.php/component/content/article/162-sinema/11487-sinema-akimlari-sovyet-devrim-sinemasi , erişim tarihi : 25.11.2015 8 Elif Nuyan, Sinema Felsefesine Giriş sf. 21, Sentez Yayınları (2013) 9 Elif Nuyan, Sinema Felsefesine Giriş sf. 24, Sentez Yayınları (2013) 10 Total Savaş: Bir milletin tüm kaynaklarının seferber edilerek başka ülkeler üzerinde tahakküm kurma ve tabiri caiz ise rakip ülkeleri ezme çabasıdır.

49


1945 yılına değin yapılan filmlerde bilinçli bir savaş güdüsü yoktur. Bu filmler (Ernst Lubitsch’in Ninotchka’sı başta olmak üzere) Soğuk Savaş dönemindeki anti-Komünist sinema anlayışına bilmeden öncülük etmiştir.

iktidar tarafından kışkırtılan toplumun aykırıları bastırmasıdır. Leonard’ın intiharı ise baskı rejimleri sonucu bu grupların -burada gençliğin de denebilir- zamanla yok olmalarını simgeler.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Amerikan hükümeti topyekûn savaş kapsamında sinemaya anti-Komünist bir eğilim vermiştir. Bu yönlendirme üç aşamada gerçekleştirilmiştir:

Filmin ikinci kısmında ise askerler Vietnam’dadırlar. Bu kısım Vietnam Savaşı’nı tüm gerçekliğiyle anlatır. Burada alegorik bir okuma yaparsak ise; Vietnamlı keskin nişancı kadın karakterin öldürülmesi, askerlerin (Amerika’nın) Vietnam Savaşı’nda üst düzey bir acımasızlıkla bölgede bir yıkım yaratmasını simgeler diyebiliriz. Yani Stanley Kubrick’in vermek istediği mesaj Amerikan hükümetinin ne kadar acımasız olduğudur.

1.Belli başlı film şirketleriyle anlaşmalar sağlanması, 2.“Hay’s Code” yöntemi ile filmlerde istenilmeyen sahnelerin filtrelenmesi, 3.“Smith-Mundt Yasası” ile yabancı ülkelerin propagandacı filmlerinin ülkede gösterilmemesi.11

Sonuç Yerine Görüldüğü üzere Soğuk Savaş döneminde her iki blok da bilim, ekonomi, güç dengesi politikaları yanında sinema alanında da büyük bir savaş vermiştir. Sovyetler Birliği’nde sinema doğrudan gösterim yoluyla fikir edindirmeye dayandırılırken, Amerikan sineması bu yöntemin yanında alegorik olarak insanların bilinçaltlarına da fikir aşılamaya çalışmıştır. Sinema bu bağlamda, bugün olduğu gibi geçmişte de tehlikeli bir silah ve bir savaş alanı olarak aktif rol oynamıştır. Yazıda anlatılmak istenen; bütün bir film boyunca tek bir fikir doğrudan doğruya insanlara anlatılabileceği gibi tek bir sahnede, tek bir metaforla da çok masum görünen filmlerin aslında çok etkili bir propaganda aracı olarak kullanılabileceğidir.

Bunlar dışında dördüncü bir aşama olarak ise “yandaş” ve “muhalif” sanatçılara yapılan ayrımcılıklardır. Örneğin Charlie Chaplin özellikle McCarthy döneminde yerden yere vurulmuştur.12 Hollywood’un ikinci bir görevi ise ABD hükümetinin eylemlerini meşrulaştırmak ve insanların kafasına kahraman bir Amerika fikrini yerleştirmektir. Özellikle Hollywood, Amerika’nın en çok tepki çektiği askeri müdahale olan Vietnam Savaşı’nı meşrulaştırmak üzerine çok çaba sarf etmiştir. Vietnam Savaşı’nı anlatan ve ABD hükümeti tarafından desteklenen çoğu filmde bu çabayı görmek mümkün olmuştur (örnek vermek gerekirse Francis Ford Coppola’nın 1979 yapımı “Apocalypse Now” (Kıyamet) filmi öne çıkar).

KAYNAKÇA

Ancak bu dönemde ne olursa olsun savaşa karşı çıkan, savaşın yıkıcılığını gözler önüne seren filmler de yapılmıştır. Bunlara en iyi örnek olarak Stanley Kubrick yapımı Full Metal Jacket (1987) gösterilebilir. Film iki kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda askerlerin acemi birliği anlatılır. Filmin bu bölümünde sinirli bir komutan erleri aşırı zorlamakta ve bu erler içerisinde Leonard Lawrence karakterine karşı ekstra bir baskı uygulamaktadır. Bu bölümde bir sahnede erler birleşip Leonard’ı döver. Leonard bu olaydan sonra delirmiştir ve bölümün sonunda intihar etmiştir. Bölümün metaforik okumasını yaparsak ise, sübjektif olarak, komutan baskıcı iktidarları temsil etmektedir. Leonard ise toplum içindeki aykırıları temsil eder. Erlerin birleşip Leonard’ı dövmesi,

KELLNER, Douglas, Sinema Savaşları, Metis Yayınları, İstanbul, 2011 NUYAN, Elif, Sinema Felsefesine Giriş, Sentez Yayınları, Ankara 2013 SHAW, Tony, Hollywood’s Cold War, Edinburgh Unşversity Press Ltd, Edinburgh, 2007 İNTERNET KAYNAKLARI http://www.e-hayalet.net/index.php/component/content/article/162-sinema/11487-sinema-akimlari-sovyetdevrim-sinemasi , erişim tarihi : 25.11.2015 http://politikaakademisi.org/2015/04/21/hollywood-vesoguk-savas/ , erişim tarihi : 25.11.2015

11 http://politikaakademisi.org/2015/04/21/hollywood-ve-soguk-savas/ , erişim tarihi : 25.11.2015 12

Burada McCarthyciliğe de ayrı bir parantez açılması gerekir. “Cadı Avı” da denen bu yöntemde insanların siyasi yönelimlerine göre fişlenmesi esastır.

50



SOYUTLAMA

BARIŞI ÇAĞIRAN KUŞLAR 5452


SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTL

SOYUTLAMA

SADAKO’NUN NEZDİNDE UMUT Burak HACIOĞLU burakhacioglu0@gmail.com

“Bu bizim yalvarışımız, bu bizim duamız, dünyada barış istiyoruz.”

B

u sözler; Hiroşima faciasının sayısız kurbanlarından biri olan küçük Sadako’nun anısına her yıl bir araya gelen insanların, ona adanan anıtın altına, onun yerine tamamlanan kâğıttan turnaların bırakılmasıyla söylenen sözler. Küçük Sadako’nun kâğıttan bin turna kuşu dahi katlayabilecek kadar yaşayabilmesine izin vermeyen lösemi hastalığının müsebbibi atom bombası felaketinin ve bunun bazında vahşi emperyalizmin, barış düşmanlarının, savaş sevicilerin daha nice Sadakolar yaratmaması için bir araya gelen insanların feryadı... Gelin şimdi hep beraber Sadako’nun trajik ve her şeye rağmen umut dolu öyküsüne bir göz atalım. 1943 doğumlu, küçük Sadako. Yani henüz iki yaşındayken tanığı oluyor bu yok edici vahşetin. Kim bilir, belki de bombanın tüm Hiroşima’ya saçtığı enerjiden(!) olsa gerek, kıpır kıpır bir çocuktur Sadako. Henüz iki yaşında iken üzerine ölü toprağı serpmiş olsa bile, Little Boy*...

53 60


Atletizm takımının yıldızıdır Sadako. Gerek yarışlarda, gerekse idmanlarda hep rüzgârla düello eder. Ancak rüzgâr bir gün hile yapar ve düelloya kendisi yerine ölümü çağırır. Ve o gün ilk –ve son- kez kaybeder Sadako. Zaten bir süredir yaşamakta olduğu baş ağrıları, bu kez idman sırasında düşüp bayılmasına sebep olur. Ailesi hemen hastaneye götürür onu. Ama bu öyle bildiğiniz hastaneler gibi değildir. O bölgenin halkı bilir ki orası son duraktır. Yıllardır etkisi sürmekte olan felaketin, hâlâ, kurbanlarını infaz ettiği bir ateş çemberidir orası. Bunu maalesef ki, küçük Sadako da bilir. Ve malumun ilanına kulak misafiri olur: “Lösemi mi? Fakat bu olanaksız.” Elbette ki –ne kadar neşeli ve hayat dolu bir çocuk olursa olsun- yıkılır “atom bombası hastalığı”na yakalanmasına. Mutsuzdur. Bu yüzden en yakın arkadaşı onu hiç yalnız bırakmaz ve hatta bir gün ona küçük bir hediye getirir: kâğıttan bir turna kuşu. Efsaneye göre, kim ki kâğıttan bin tane turna kuşu katlayıp yapar; tanrılar onun dileğini kabul edermiş. Peki, ister bin, isterse yüz bin olsun; nihayetinde kâğıttan bir turna kuşunun ne faydası olacaktı ki ona?

5654


Yine de umut etti Sadako. Umut etti ki belki turna kuşları ona göklerden bir mucize getirir. Hatta belki yalvarırlardı tanrıya sürü hâlinde ve kurtulurdu korkunç hastalığın pençesinden. Fakat şu gerçekti ki, bir mucize umut ettiği göklerden gelmişti felaket yıllar önce. Sadako katladı turnaları. Onca tedavinin, ilacın, ağrı ve acının arasında hep devam etti turnaları katlamaya. Özgürlük’ün getirdiği anıtsal acılar içinde umudunu hep koruyordu. Ama gittikçe güçsüzleşiyor, o ve sevdikleri gittikçe daha da yıkılıyordu. Ve dayanamadı. 644. turnasını katlayan Sadako, kalan 356 turnanın peşinden uçup gitti maşrıka. 644 turna kuşu ve sonsuz bir umut sığdırdığı hikâyesinin sonunda ölümsüzleşti. Peki, neden böyle oldu? Neden kâğıttan turna kuşları son umut oldu küçük bir kız çocuğunun hayatı için? Neden insanların, ölmeden asla çıkamadığı hastaneler var oldu Hiroşima’da? Kim, kime neyin bedelini ödetti? Şüphesiz ki bu sorulara aslında hepimizin verebileceği cevaplar var. Lâkin bu ve bunun gibi soruların daha fazla sorulmaması için sormamız ve cevabını düstur edinmemiz gerek tek bir soru var: Umut nedir? Umut, barıştır! *Little Boy, Hiroşima’ya atılan atom bombasının adıdır.

57 55


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

BARIŞI BEKLERKEN Onur ASLAN tezaim37@gmail.com

Y

aşamın tek bir andan ibaret olmadığını anlamak için insan, hatırlama yeteneğini kullanır. Hatırlamasaydı, varlığını anlamlandırma karmaşası içerisindeki acziyeti daha tahammülsüz bir hale gelirdi. Çünkü o, şimdiki zamanını evvelde ne olduğunun muhasebesiyle şekillendirir. Tecrübelerin ve öğrenme araçlarının farklılığı ona bir kimlik kazandırır ve bu kimlik etkili bir karar verme organı olarak insanı hafifletir. Kimliğin binlerce yıllık travmalarla ve zaferlerle kazandığı deneyimlerin yansıması olan tarih, korunma görevi insan zihnine verilemeyecek kadar okyanusvari bir birikimdir. Bu nedenle tarihin öğütleri yeryüzüne kazınarak aktarılır. Geçmiş zamanın mutluluğunu, heyecanını veya acısını büyük bir ustalıkla anlatabilen bu yapıların cansız olduklarını kim iddia edebilir? Eğer insanlığın kulakları yeterince iyi duyuyor olsaydı, geçmişten gelen bu bilge sesin en çok savaşa yakılan ağıtların cisimleştirdiği anıtlardan, mezar taşlarından, heykellerden ve savaşın geride bıraktığı içinde gözyaşı barındıran hikayelerden geldiğini anlardı.

56 5860


Şüphesiz ki dünyanın çehresi, yaşanan her savaşın ardında bıraktığı yara izlerinden kan revan içinde, tanınmayacak haldedir. Kimi yaralar küçük sıyrıklar halindedir, unutulmaya yüz tutmuştur kimi yaralar ise tedavi edilemeyecek kadar derine inmiştir ve ne yaparsanız yapın kanamaya devam eder. İşte biz meraklı bir çocuk gibi elimizi bu amansız yaralardan birinin üstüne koyup onu incelemeye çalışıyoruz. Dokunduğumuz yaranın altında atılan ilk atom bombasıyla hayatı altüst olmuş milyonlarca insanın yakarışlarını temsil eden Sadako’nun barış anıtını hissediyoruz. Bu anıt, kirlenmemiş çocuk kalbinden yükselen ümit ışıklarının akisleriyle anlatır barışı. Sadako’nun yanından hiç ayırmadığı altın kuşu, her an sağlığın ve mutluluğun engin semalarına süresiz bir seyahat vadeder vaziyette anıtın altında asılı durur. Anıtın tepesinde ise tüm zihinlere gagasında barışı getirecek koca bir turna kuşu taşır bu küçük kız; dünyayı sırtlayan Atlas’ın gösterdiği özveriyle. Sadako ve arkadaşları, kalbinde barışı dileyen bütün duaların buluştuğu bu durakta yıllardır sonu gelmeyen bir sabırla bekler ve onları tüm sevecenliğiyle kucaklar. Fakat kanatlarında barış dileğini taşıyan ne kadar turna kuşu birikirse biriksin, bu hüzünlü durakta hala gerçekleşmemiş bir hayal vardır ve sonsuz barış dünyaya merhem olana kadar bu anıttan akan kan durmayacaktır. Yeryüzünde kin ve nefretin sebep olduğu kavgaların biteceğine inanmak cesaretli bir karardır. Şimdiki zamanın olayları sizi her ne kadar bu karardan alıkoymaya çalışıyorsa da sahibi olduğunuz barış inancı, vicdanınızın dünya karşı takındığı haysiyetli bir duruştur. Savaşların kaçınılmaz son olduğunu düşünerek hayatlarını kaybeden insanları seyretmektense onlara hayatlarını kazandıracak haysiyetli barışa güvenmek güler yüzlü bir dünya için atılan ilk adımdır.

575957


SOYUTLAMA

B. Selen YILMAZ

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

BARIŞ SAVAŞLAR ARASI MOLA MIDIR?

bselen96@hotmail.com

Y

azılı tarihin son 3.500 yılında sadece 270 yıl savaş görülmedi.1 Barış kavramı doğası gereği savaş kavramı ile ilintilidir. Savaş var ki barıştan söz ediyoruz. Savaş ve barış olguları devleti oluşturan bizleri yani bütün insanlığı kapsar. Bütün yönetim tarzlarında ve sistemlerinde kıstas barıştır bu yadsınamaz. Uygulamadaki felsefi farklılıklar ve yorum farklılıkları, teoriyi pratiğe dökemeyişimiz, barışın önemini kavrayamayışımızdan değildir. Savaşın sebepleri bireyler arasındaki rekabet ya da çatışma sebepleriyle aynıdır: açgözlülük, kavgacılık, ve gurur; yiyecek, toprak, madde, ve egemenlik arzusu. Devlet, bizim sınırlamalarımız olmaksızın bizim (insani) içgüdülerimize sahiptir. Birey, ahlak ve yasaların kendisine dayattığı sınırlamalara boyun eğer ve kavganın yerine diyalog ya da pazarlığı kabul eder, çünkü devlet onun canının, malının ve yasal haklarının korunmasını garanti etmektedir. Devletin kendisi ise hiçbir sınırlama kabul etmez, ya kendisini herhangi bir müdahaleye kendi iradesiyle karşı koyacak kadar güçlü hissettiğinden, ya da ona temel koruma sağlayacak bir süperdevlet ve etkili gücü elinde bulunduran bir uluslararasi yasa ya da ahlak kodu olmadigi içindir bu.2 Her çeşit savaşa sahibiz: ulusların, devletlerin, sınıfların, dinlerin, inançların, ideolojilerin, fikirlerin, kuşakların, kurumların ve daha nicesine. İnsanoğlu yeryüzünde var olduğundan bu yana, hem birey olarak hem toplum olarak kendisinden farklı olanı baskılamaya, kontrolü altına almaya, kendi değerlerini empoze etmeye, çıkarlarını ve üstünlüğünü korumaya çalışmaktadır. 1 Bozkurt Güvenç, Barış Kültürü Mü? Yoksa Barış İçin Kültür Mü? 2

Bülent Şener, İnsanlığın Olağan Durumu ‘’Savaş’’ ve Bir Medeniyet Hali ‘’Barış’’ Üzerine

58 5860


Thomas Hobbes Leviathan adlı eserinde, insanın kendi varlığını ayakta tutma ve sürdürme güdüsünün tüm eylemlerini belirlediğinden yola çıkar ve insanın doğasını alabildiğince çıkarcı kabul eder, insanlar arasındaki mücadeleyi diğer bir deyişle “savaş” olgusunu üç nedene bağlamaktadır: 1) Güvensizlik 2) Rekabet 3) Herkesten üstün olma tutkusu3 İdealist felsefeci Immanuel Kant bile “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme” isimli eserinde bu durumu doğrularcasına “bir arada yaşayan insanlar arasında tabii hâl bir barış hâli değil, her zaman ilan edilmiş olmasa bile her an patlayabilecek gibi görünen bir savaş hâlidir” diyerek, savaşın “doğal bir hâl”, buna karşılık barışın ise aslında bir “medeniyet hâli” olduğuna dikkat çekmiştir.4 Kant, ebedi barış üzerine felsefi denemenin giriş kısmına, “ebedi barış” sözünün Hollandalı bir hancının bir mezarlık resmi çizilmiş tabelasında görüp, tabela üzerindeki mezarlık resmi ile ilgili kendine acaba hancı bu söz ve resimle neyi kastetmektedir? Sorusunu sorup, bu soruya değişik anlamlar yüklemiştir. Birinci olarak, hancının tüm insanlığı kapsayan bir imada bulunduğunu belirtip; ebedi barışın ancak resimdeki mezar gibi ölümcül huzurda mümkün olduğunubelirtir. İkinci olarak, harbe doymayan hükümdarlara atıfta bulunmayoluna gitmiştir. 3

Thomas Hobbes, Leviathan or the Matter, Forme, and Power of a Common-wealth Ecclesiasticall and Civill, Roy Hay (Ed.), (London: McMaster University Archive, 1651)

595957


Ebedi barışın savaşa doymayan hükümdarların bütün dünyayı yok edip; insanlığı ortadan kaldırmasından sonra mümkün olacağını belirtir. Üçüncü olarak, ebedi barış rüyasını gören filozoflara atıfta bulunmaktadır. Ebedi barışın hayalperest filozoflar tarafından uydurulan rüya bir hal olduğunu, erişilememesi dolayısıyla ölümün gerçekliğinde bulunabileceğini söylemiştir. Bu mezarlık resmi ve ebedi barış eşlemesi hiciv olarak ifade edilmektedir.5 Dolayısıyla, insanlar ve toplumlar arasında “ebedi barış”ı kurgulamak boşuna bir çaba, ütopyadır. Her “barış” ona “barış” diyenlerin çıkarlarını temsil ettiği için “barış”tır (“Pax Romana”, “Pax Ottomana”, “Pax Britannica”, “Pax Americana”, “Versay Barışı” gibi olgular/olaylar bu gerçekliğin en açık ispatıdır). Yani “barış”ın ne anlamı ne de kapsayıcılığı mutlak değildir, görecelidir. İnsanlar ve toplumlar arasında olan biten her şey “güç ve çıkar mücadelesi”dir ki bunun doğal sonucu da ya “savaş” ya da “geçici”, “kısmi”, “göreceli” bir barış’tır.6 Barışı yaratıp sürdürmek ancak sorumluluk gerektiren büyük bir devrimci eğitim harekatı ile mümkün görünmektedir. Nefret, açgözlülük, kin gibi duygular öğretilmiş duygulardır. Bizler de kuşlar gibi yuvada duyduklarımızı söyleriz. Eğitim her şeyin temeli gibi gözükse de tüm kararları etkileyen vicdandır. Bundandır ki hala umut ederiz zira umudun tükendiği yerde zaten yaşam da tükenmiş demektir. 4 Bülent Şener, İnsanlığın Olağan Durumu ‘’Savaş’’ ve Bir Medeniyer Hali ‘’Barış’’ Üzerine 5 Enver Bozkurt, Kant’ın Ebedi Barış Üzerine Denemesinin Günümüze Yansıması 6

Bülent Şener, İnsanlığın Olağan Durumu ‘’Savaş’’ ve Bir Medeniyer Hali ‘’Barış’’ Üzerine

5660


KIZ ÇOCUĞU Kapıları çalan benim kapıları birer birer. Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler. Hiroşima’da öleli oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar. Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki kâğıt gibi yanan çocuk. Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.

61



EN

UCUZ HIZLI KALİTELİ

“ önce dost ”

DETAY FOTOKOPİ

Seri çekimlerde %35 İNDİRİMah-beyaz) (siy

Dijital Kopyalama Renkli Fotokopi Dizgi Ciltleme Scanner PDF En Güncel DERS NOTLARI Kırtasiye Web Tasarım

www.detayfotokopi.net

0212 528 38 71

ADRES: Bozdoğan Kemeri Caddesi No: 55 detay@detaycopy.net Vezneciler / FATİH

DETAY FOTOKOPİ




#BizimHikayemiz Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi - Çalışma Grubu, 2008 yılında yola çıkarken ilk üyelerini bir araya getiren temel sebep; geçmişte İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü bünyesinden çıkan Minerva’yı canlandırma isteğiydi. Grubumuz, Minerva’yı istikrarlı yayımlanan bir bülten haline getirerek yola çıkışının boşuna olmadığını gösterdi. SUİAM-ÇG, amatör dergi yayını ile kendisini geliştirmeye çalışırken daha çok etkileşim kaynağıyla beslenme yoluna gitti. Bulunduğu ortamda akademik ve sosyal birikimin artması ve yoğunlaşması için etkin olmayı hedefledi. Bu anlamda okul içinde ve dışında çeşitli faaliyetler yürütüyor, etkinlikler düzenliyor. SUİAM-ÇG yola çıktığından beri onlarca üniversite öğrencisi için bir deneme alanı, alternatif bir öğrenme çevresi oluşturdu. Üniversite dönemini daha anlamlı kılmaya çalışan pek çok arkadaşımız kendilerince oluşturulan bu okulun parçası oldu, olmaya devam ediyor. Misyonumuz: İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencilerinin gerek sosyal gerek akademik hayata hazırlanmaları için alternatif bir ortam sağlamak, Araştırma ve düşüncelerin başta yayıncılık olmak üzere pek çok etkinlikle paylaşılması için aracı olmak, Kendimizi yenileyerek yaptığımız çalışmalarla çevremizde sürdürülebilir bir etkileşim sağlamak, Entelektüel birikime ve sosyokültürel hayatın gelişimine katkı sağlamak, Sivil toplum, özgür düşünce, farklılıklara saygı, insan hakları, toplumsal barış gibi olguların gelişmesine yardımcı olmaktır.

facebook.com/iu.suiamcg twitter.com/suiamcalisma suiamcalisma@gmail.com


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.