Minerva Dergisi - Sayı: 15

Page 1

. MINERVA MART - 2014

SAYI: 15

İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni


#BizimHikayemiz Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi - Çalışma Grubu, 2009 yılında yola çıkarken ilk üyelerini bir araya getiren temel sebep; geçmişte İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü bünyesinden çıkan Minerva’yı canlandırma isteğiydi. Grubumuz, Minerva’yı istikrarlı yayımlanan bir bülten haline getirerek yola çıkışının boşuna olmadığını gösterdi. SUİAM-ÇG, amatör dergi yayını ile kendisini geliştirmeye çalışırken daha çok etkileşim kaynağıyla beslenme yoluna gitti. Bulunduğu ortamda akademik ve sosyal birikimin artması ve yoğunlaşması için etkin olmayı hedefledi. Bu anlamda okul içinde ve dışında çeşitli faaliyetler yürütüyor, etkinlikler düzenliyor. SUİAM-ÇG yola çıktığından beri onlarca üniversite öğrencisi için bir deneme alanı, alternatif bir öğrenme çevresi oluşturdu. Üniversite dönemini daha anlamlı kılmaya çalışan pek çok arkadaşımız kendilerince oluşturulan bu okulun parçası oldu, olmaya devam ediyor. Misyonumuz: İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencilerinin gerek sosyal gerek akademik hayata hazırlanmaları için alternatif bir ortam sağlamak, Araştırma ve düşüncelerin başta yayıncılık olmak üzere pek çok etkinlikle paylaşılması için aracı olmak, Kendimizi yenileyerek yaptığımız çalışmalarla çevremizde sürdürülebilir bir etkileşim sağlamak, Entelektüel birikime ve sosyokültürel hayatın gelişimine katkı sağlamak, Sivil toplum, özgür düşünce, farklılıklara saygı, insan hakları, toplumsal barış gibi olguların gelişmesine yardımcı olmaktır. facebook.com/iu.suiamcg twitter.com/suiamcalisma suiamcalisma@gmail.com


.

MINERVA

Sayi 15

Bizden... Minerva’nın yolculuğu devam ediyor ve 15. Sayımızla karşınızdayız. Bu yolculukta emeği geçen ve çalışmalarımıza destek veren, bu ifade aracının süreklilik kazanmasına katkıda bulunan herkese ayrı ayrı teşekkür borcumuz var ve her sayımız da çalışmalarımıza emek vermiş arkadaşlarımıza armağandır. Bununla birlikte Minerva’nın bu sayısı doğrudan bir teşekkür mahiyetinde. Bölümümüz için önemi ve katkıları tartışılmaz olan Prof. Dr. Levent Ürer’e bize kazandırdıkları için ettiğimiz teşekkür bu. Fakat bir veda olduğu söylenemez. Üniversite okumak ve üniversiteli olmak, bilimin ışığıyla aydınlanmaya çalışmak bizlere toplum adına bir sorumluluk yüklüyor. Bu sorumluluğa ulaşmak yalnızca yüksek notlar almak ya da derslere girmek değil; tüm önyargılardan arınmış beyin fırtınaları vasıtasıyla olabilir. Levent Hocamıza öğrencilerinin ön yargılarını sarsmaya devam edeceği uzun yolculuğunda tekrar tekrar rastlamak dileğiyle… Keyifli okumalar…

Teşekkür...

Sn. Prof. Dr. Nevin ATEŞ, Sn. Prof. Dr. Levent ÜRER, Sn. Doç. Dr. Burak Samih GÜLBOY, Sn. Doç. Dr. Namık Sinan TURAN, Sn. Doç. Dr. Nuray MERT, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emre ATEŞ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf BEKAROĞLU, Sn. Yrd. Doç. Dr. Leyla SANLI, Sn. Yrd. Doç. İrfan ÇİFTÇİ, Yrd. Doç. Dr. Muharrem Hilmi ÖZEV, Sn. Yrd. Doç. Dr. Murat METİNSOY, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü değerli araştırma görevlilerine teşekkürü borç biliriz.

SUİAM Çalışma Grubu Adına Sorumlu: Özgür Can ARAZ Genel Yayın Yönetmeni: Sevinç Ödül PATIR Yayın Kurulu: Şaban ÇAYTAŞ, Miray KARADENİZ, İbrahim ALTUNBAŞ, Sezin EREL Görsel Yönetmen: Coşkun SAİTOĞLU coskunsaitoglu@live.com - (0534 385 4112)

Basım Tarihi: 25.03.2013

minervadergi@gmail.com minervadergi.blogspot.com

İLETİŞİM

twitter.com/minervadergi facebook.com/iu.suiamcg

MİNERVA Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni’nde yer alan çalışmalarda tüm sorumluluk çalışma sahiplerine aittir. Minerva’nın çalışmalarla ilgili olarak herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır.

Dergimize olan katkılarından dolayı www.anagazete.net’e teşekkür ederiz.


içindekiler...

CHP’de Sosyal Demokrasi Arayışı İbrahim ALTUNBAŞ

3 Bir İktidar Aracı Olarak; Popüler Kültür Ercan Karakaş ile Sosyal Demokrasi, CHP ve Siyasi Gündem Üzerine

M. Fahri DANIŞ

49

Onur ASLAN - Özgür Can ARAZ

9 30 Mart Yerel Seçimlerine Gidilirken... Türkiye’de Muhalefet Doğuyor Neslihan BARUT

Hasan MISIR

52

17 Kitap Söyleşisi: CHP’de Ortanın Solu Söylemi ve 1965 Seçimleri Miray KARADENİZ - Rasim Mert ÖZÇELİK

Bir Zamanlar Kardeştiler... Hasan Ali HAMARAT

53

20 1960 İhtilali Sonrası CHP Rasim Mert ÖZÇELİK

23

II. Yeni ve Türk Şiirinde Dönüşüm Mine YİŞİL

56

Viyana Kongresi Sürecinde Barışın İnşaası ve Avrupa Ahengi İlknur ŞEMŞEK

27 Margaret Thatcher Liderliğine Neoliberal Dönüşüm ve Kriz Yönetimi

SOYUTLAMA Franz Kafka - Dönüşüm

Uğur OVACIKLI

34

Çemberin İçindeki Kafka Onur Aslan

60 İngiltere’de Neoliberal Politikaların Kökleşmesi Merve Nur BAYRAKTAR

38

Aynadaki Metamorfoz Mine YİŞİL

İktidar ve Dönüşüm

61

Şaban ÇAYTAŞ

41 Kafka’nın Böceği: İnsan Balkanlar’daki Milliyetçilik Hareketleri ve Kökenleri Mustafa Can GÜRİPEK

43

Eren AKPINAR

62


MİNERVA

CHP’DE SOSYAL DEMOKRASİ ARAYIŞI İbrahim ALTUNBAŞ

“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşıkarşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.”1

ibraltunbas@gmail.com

mümkün olamayacağını belirterek Leninizm’e karşı çıktı ve demokrasi tercihini yaparak işçi hareketini sistem içerisine çekti. Reformizm ya da Evrimsel Sosyalizm olarak da adlandırılan bu görüşler demokratik ilerlemelerin toplumun yapısını değiştireceğini ve bu yolla sosyalizme ulaşılacağı tezini ortaya atarak sosyalizme ulaşmak için devrimin zorunlu olduğuna dair görüşü ve proleter diktatörlüğü anlayışını reddetti. Nihayetinde Marksizme getirilen bu eleştiri işçi sınıfını, devrimci komünistler ve reformist sosyal demokratlar olarak ikiye ayırdı.

Sosyal Demokrasinin Tarihsel Gelişimi

19.

yüzyılda Avrupa’da sanayileşme doruk noktasına ulaşıyor ve şirketler de bu sanayileşmeye paralel biçimde zenginleşiyordu. Ne var ki işçiler bu zenginlikten payını alamıyor ve kötü çalışma koşulları altında eziliyordu. Nihayetinde bu koşulların yarattığı olumsuz duruma karşı oluşan tepkiler Avrupa’da dalga dalga yayılarak işçi, öğrenci ve zanaatkârların önderliğinde kitleselleşti ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ayaklanmalara dönüşerek 1848 Devrimleri’ne neden oldu. Avrupa’da tüm bunlar yaşanırken Marksizm fikirleri de bu ortamda şekillendi ve 1848’in Şubat ayında Alman düşünürü Karl Marx ve Friedrich Engels kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da özel mülkiyetin ortadan kaldırılarak sınıfsız ve devletsiz bir toplum inşa edilmesini ve böylece proletaryanın kurtuluşa bu yolla ereceğini beyan etti.1848 devrimlerini ve Komünist Manifesto’yu, 1864 yılında işçilerin Londra’da kurduğu Birinci Enternasyonel2 ve 1871 Paris Komünü3 takip etti. Dünya,19. yüzyıl ortalarından itibaren sosyalist hareketlerin güçlü yükselişine tanıklık ediyordu.

20. yüzyılın başlarında sosyal demokratlar ve komünistler fikir ayrılıklarına rağmen II. Enternasyonal içerisinde beraber yer alarak mücadelelerini I. Dünya Savaşı’na kadar sürdürmüştür. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle beraber savaşa karşı nasıl bir tutum sergileneceği tartışma konusu oldu ve savaşa karşı birleşik bir tutum sergilenemeyince İkinci Enternasyonal dağıldı. Sosyal demokratların savaşta kendi ulusal hükümetlerini desteklemeleri komünistlerin büyük tepkisini çekti ve sosyal demokratlar komünistler tarafından işçi sınıfına ihanetle suçlandı. I. Dünya Savaşı’nın ardından işçi sınıfı hareketi komünistler ve reformistler olarak ikiye bölündü. Sosyal demokrasinin doğuşu ve gelişmesi Batı Avrupa merkezli olmuş ve II. Dünya Savaşı’na kadar sınıf karakterini korumuştur. II. Dünya Savaşı’nın ardından iktidarı ele geçirmek isteyen sosyal demokrat partiler sınıf ötesi ittifakları denemiş ve 1960’lardan 1980’lere kadar Avrupa’daki birçok ülkede iktidarı ele geçirerek günümüzdeki modern Avrupa’nın inşasında çok önemli roller oynamıştır. 1980’lerden itibaren sağın ve neoliberalizmin yükselişi sosyal demokrat partilerin hegemonyasına Avrupa’da son vermiştir.

Avrupa’daki tüm bu tarihsel süreç içerisinde kapitalizm karşısında yükselen işçi sınıfı, sosyal demokrasi hareketinin ve düşüncesinin doğmasına neden oldu. Sınıfsız bir topluma nasıl geçileceği konusu sosyal demokratların Marx’tan yani bir anlamda klasik Marksizmden ayrıldığı önemli bir konu olmuştur.19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içerisinde yer alan Eduard Bernstein ve Karl Kautsky,klasik Marksizmi teorik ve pratik anlamda sorgulayarak sosyalist revizyonizmin oluşmasında öncü rol oynadı. Bernstein, sosyalizme ulaşmak içinşiddetin inkârı ve evrimci bir yöntemin benimsenmesi gerektiğini belirtirken Kautsky de demokrasisiz bir sosyalizmin

1 Karl Marx ve Friedrich Engels “Komünist Parti Manifestosu” (Marx/Engels eserleri, Bölüm 1;)<http://www.kurtuluscephesi.com/marks/manifesto.html> 2

Diğer ismiyle Uluslararası Emekçiler Birliği. İşçi sınıfına ve sınıf çatışmasına dayanan, sol ideolojik çizgide siyasi partilerin ve sendikaların oluşturduğu, dünya işçileri arasındaki dayanışmayı temsil eden ilk büyük uluslararası sosyalist örgüt.<http://tr.wikipedia.org/wiki/Birinci_Enternasyonal> 3 Paris’te iki aylık kısa sürede iktidarda olan yerel bir yönetim.Komün, Fransızların yenilgisiyle sonuçlanan Fransız-Prusya Savaşı’nın ardından Paris’teki tüm devrimci eğilimlerin sivil bir ayaklanma başlatmasıyla kuruldu.<http://tr.wikipedia.org/wiki/Paris_Komünü> 4 Derya Kömürcü, Türkiye’de Sosyal Demokrasi Arayışı SODEP ve SHP Deneyimleri, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010, s. 69.

3


Türkiye’de Sosyal Demokrasi’nin Doğuşu: CHP Deneyimi

sosyal devlet anlayışı, Batı’daki refah devleti anlayışının ötesinde bir boyuta sahip olmuştur.8 1961 anayasası çalışanlara ve işçilere izin almaksızın sendika kurma ve bunlara üye olma hakkı getirerek işçi sınıfının örgütlenmesi için gerekli koşulların sağlanmasında öncü rol oynamıştır. Bunu 1963 yılında Ecevit’in Çalışma Bakanlığı döneminde çıkarılan 274 ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu izlemiştir. 2000 yılında Sabah gazetesinde yayınlanan Murat Yetkin’le Bülent Ecevit arasında geçen şu görüşme bu kanunların önemini ortaya koymaktadır:

CHP’NİN YÖN ARAYIŞI VE ORTANIN SOLU SÖYLEMİ Türkiye’de ilk sosyal demokrasi deneyimi 1960’ların ortasından itibaren CHP genel başkanı İsmet İnönü’nün ‘ortanın solu’ söylemini kullanmaya başlamasıyla oluşmaya başladı. CHP’yi siyasal yelpazede ‘ortanın solu’na getiren şey Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısında meydana gelen dönüşümler oldu.Sosyal demokrasinin Türkiye deneyiminin tarihi gelişim süreci Avrupa’daki gelişiminden farklı olmuştur. Avrupa sosyal demokrasisi, işçi hareketinin ve bu hareketin geliştiği sendikalar üzerinden örgütlenerek sınıf tabanlı partiler etrafında oluşmuştur.CHP, partinin yapısı ve kökeni itibariyle Avrupa sosyal demokrat partileri gibi bir sınıf söylemine sahip değildi. Avrupa sosyal demokrat partilerinin çıkış noktası işçi sınıfına dayanmaktayken CHP ‘devletin tek partisi’ olarak gerçekleştirdiği devrimlerin mirasını ‘altı ok’ ile taşımaktaydı. Çok partili yaşama geçişin başladığı 1946’dan toplumsal ve siyasi dönüşümlerin gerçekleştiği 1960’lara kadar siyasi partilerin herhangi bir sosyal sınıfı temsil etmediğini söyleyen Kemal Karpat şunları belirtiyor:

“ Hükümetteki en büyük başarınızın, en büyük katkınızın ne olduğuna inanıyorsunuz? -Bunu ‘bütün siyasi yaşamım olarak’ yanıtlayabilirim. Peki o zaman, siyasi yaşamınızın en önemli başarısı nedir? -1963’te Çalışma Bakanı iken çıkmasına katkı sağladığım, 274 ve 275 sayılı yasalar. Yani işçilere özgür sendika kurma hakkı ve grevli, toplusözleşmeli sendikacılık yapma hakkı veren yasalar. Şaşırdım. Çünkü ben Kıbrıs, ya da Avrupa Birliği’ne üye adaylığı, ya da Abdullah Öcalan’ın yakalanması gibi bir yanıt bekliyordum. -Hayır, benim için işçilere özgür sendika kurma hakkı verilmesi hepsinden önemlidir. Çünkü ben bir solcuyum.”9

“Türk siyasi partileri 1961’e kadar belli bir sosyal sınıfı temsil etmez, nazari olarak, bütün milleti temsil etmek hedefini güderlerdi. Bu sebeple, bir sınıf temeli üzerine kurulmuş olan küçük siyasi partileri hoşnutsuzlukla karşılarlar. Bundan dolayı Türkiye’deki bütün siyasi partiler muhafazakâr, gelenekçi fikirleri temsil eden orta yolcu partilerdir. (…) Türkiye’de mevcut büyük siyasi partilerin programlarının hepsi, devletçilik bir yana bırakılırsa herhangi bir belli iktisadi ve sosyal teoriye dayanmazlardı. Parti programlarında bazen sosyal ve iktisadi meselelere yer verilse bile bu, iktisadi ve sosyal görüşten çok, her çeşit insanı partiye çekmek için programın şeklen genişletilmesinden ibarettir.”5

Toplumdaki ve siyasal yaşamdaki bu gelişmeler CHP’nin parti politikasını etkilemiş, yön arayışına sokmuş ve nihayetinde partide Turhan Feyzioğlu’nun başını çektiği ilerici kanat ve Ferit Melen’in başını çektiği muhafazakâr kanat olmak üzere iki ayrı oluşum ortaya çıkmıştı. CHP 1965 seçimlerine ‘ortanın solu’ tartışmaları altında girmiştir. Kömürcü’nün 1965 seçimlerine yönelik değerlendirmesi şöyledir: “Ortanın solu sloganı altında 1965 seçimlerine giren CHP, seçmene kapsamlı reformlar yoluyla Türkiye’nin iktisadi az gelişmişliğine son verme, sosyoekonomik düzeni 1961 Anayasası’nauygun biçimde yeniden düzenleme sözü vermektedir CHP’nin hedefi hızlı iktisadi büyüme ile sosyal adaletin birlikte var olduğu özgür ve demokratik bir düzendir.”10

1950’lerden itibaren hızla artan tarımda makineleşme, sanayileşme ve kentleşmeyle beraber Türkiye’nin toplumsal yapısı da değişiyordu. 1950 yılında kentlerde 5 milyon civarında bir nüfus barınırken 1965 yılında bu sayı 10 milyonun üzerine çıkmıştı.6 Yine 1950’de 373.961 olan işçi sayısı 1965’te 1.082.507’ye ulaşmıştı.7 Tüm bu göstergeler 1960’lara gelindiğinde iş sınıfı ve kentli orta sınıfın gelişime dair önemli izler taşımaktadır. Yaşanan bu sosyoekonomik dönüşümün yanında 1961 anayasasının getirdiği yeni hak ve özgürlükler de siyasal yaşamın dönüşümüne neden oldu. 1961 Anayasası’yla beraber Türkiye, çoğulcu demokrasi anlayışına uygun bir siyasal sistem oluşturmak istedi. Hak ve özgürlüklerin genişletilmesinin yanında ‘sosyal devlet’ kavramı anayasaya ilk kez girdi. Anayasanın ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlandı. 1961 anayasasının getirdiği

Seçim sonuçları CHP ve İnönü için büyük bir hezimet olmuş ve CHP’nin oy oranı parti tarihinde ilk defa %30’un altına düşmüştür.11 1966 senato seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar CHP içerisindeki oluşumları etkiledi ve ortaya Bülent Ecevit liderliğinde ortanın solu grubu oluştu. Demirel ve AP, CHP’yi komünizmle suçlarken solda gelişen Türkiye İşçi Partisi, Yön Dergisi ve Türkiye Komünist Partisi de CHP’ye eleştiriler yöneltiyor, ideolojik atmosfer ve yükselen sol düşünce CHP’nin siyasal yelpazedeki yön arayışlarını etkiliyordu. O dönemde CHP’nin mücadele ettiği AP lideri Demirel de siyasal söylemini anti-komünizm üzerine oturtmuştu. Demirel, İnönü hükümetinin solu hoş gördüğünü iddia ediyor ve toprak kanununu komünizmle ilişkilendiriyordu:12

5 Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 1996, s.310-311 aktaran Kömürcü, 2010, s.99. 6 Kömürcü, 2010, s.102. 7 a.g.e, s.103. 8 a.g.e, s.100 9 Yunus Emre, CHP, Sosyal Demokrasi ve Sol, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, syf.103. 10 Kömürcü, 2010, s. 129. 11 a.g.e s.67 12

a.g.e, s.70

4


“CHP, toprak kanununu ileri sürerek, topraksız, yoksul çiftçileri, ortakçıları, kiracıları, tarım işçilerini tahrik etmeye çalışıyor. CHP’deki bu hedef değişikliğini kolaylıkla anlamak kabildir. Bu hedef değişikliğinin sebebi CHP’nin artık ortanın soluna kaydırılmış olmasıdır. CHP bu bakımdan aşırı solcuları, mahkûm komünistleri, Moskova uşaklarını bir araya getiren başka bir parti ile de tam bir işbirliği halindedir. Toprak reformu anlayışında da onlarla tam bir fikir birliği halindedir. Yalnız şunu söylemek lazım gelir ki İşçi Partisi’nin güttüğü hedef CHP’den daha ileridir. İş partisi bu meseleyi Türkiye’yi köy kademesinden komünistleştirmek için ilk merhale olarak ele alıyor. Eğer Halk Partisi’nin istediği gibi toprak reformu yapılacak olursa Türkiye’de büyük ve orta çiftçi tarihe karışacaktır. Bütün toprak parselleri küçülecektir.”

liğinden istifa edeceğini açıklamıştır. Ecevit’in bu karşı duruşu onu halkın gözünde büyütmüş ve lider konumuna yükselmesini sağlamıştır.

1960’lar boyunca parti içinde süren ortanın solu tartışmaları, ortanın solu söyleminin galibiyetiyle sonlandı. Özellikle 18. Kurultay partinin ‘ortanın solu’nu benimsediğini ifade eden bir bildiri yayınlamış ve böylelikle CHP kendini merkez sol bir parti olarak ilan etmiştir. İnönü’nün genel başkanlığı ve Ecevit’in genel sekterliğindeki CHP yeni çizgisini netleştirmişti.13 1970’lere gelindiğinde Ecevit sol söylemini radikalleştirmiş ve partideki konumunu güçlendirmiştir. Ecevit’in 3 Temmuz 1970’te gerçekleştirilen 20. CHP Kurultayı’nda yaptığı açıklama partideki değişimin ne yönde olduğunu açıkça belirtiyordu: “Biz artık Türkiye’de olaylara bürokrat aydın açısından bakmıyoruz. Halk açısından bakıyoruz. CHP’de bakış açısı değişmiştir. CHP’nin devrimcilik görüşü değişmiştir. Şimdi devrimcilik sözcüğünden altyapı devrimciliğini anlıyoruz. Çalışma hızımız değişmiştir, çalışma yöntemlerimiz değişmiştir. Seçim stratejimiz teşkilatla birlikte hazırlanmıştır. CHP’de kapalı politikadan açık politikaya geçilmiştir. Kadro değişikliği olmuştur. Bu kadro değişikliğini siz yapıyorsunuz. Tükenenler kendi kendilerini tasfiye ediyorlar. Toplum hızla gelişiyor. Artık herşey serbestçe tartışılıyor, her adım başında da değişiklik oluyor. Buralara uyup uymamanız için, sizleri her zaman buraya çağıracağız, sizlerden direktif alacağız. Türk toplumu durmuyor ki, biz durup oturalım… CHP’de eskiden sağa doğru bir yarış vardı, şimdi sola doğru bir yarış var. Benim anladığım devletçilikte halk, ekonomik bakımdan iktidara gelmezse, siyasi bakımdan da iktidara gelemez. Ben sınıflar arasında kaynaşmayı ve bütünleşmeyi istiyorum. Üretici hem üretsin, hem satsın hem de ihraç etsin. Aracılar, tefeciler ortadan kalksın istiyorum.”14

İnönü-Ecevit mücadelesi Ecevit’in parti genel sekreterliğinden istifasıyla sürdü. Ecevit’in istifasına rağmen parti meclisi Ecevitçilerin denetimindeydi. 5 Mayıs 1972’deki 5. Olağanüstü Kurultayda delegeler Ecevitçi parti meclisine güvenoyu verdi ve İnönü bu parti meclisini düşüremedi. Böylece İnönü CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etti ve 12 Mayıs’ta Ecevit CHP’nin üçüncü genel başkanı oldu. Ecevit 1970’li yıllarla beraber ‘ortanın solu’ söylemini bıraktı ve ‘demokratik sol’ söylemini kullanmaya başladı. Ecevit, aynı zamanda Atatürkçülük anlayışının da yenilenmesi gerektiğini dile getiriyordu. Tüm bu dönüşüm sürecinin ardından CHP, Ecevit liderliğinde girdiği 1973 genel seçimlerinden %33,3 oranında oy alarak birinci parti olarak çıktı. Ecevit bu seçim başarısından aldığı cesaretle parti programında geniş çaplı değişikliklere girişmiş ve programda köylülüğe yönelik vurgulara da yer vermiştir. Ecevit’in ortaya koyduğu demokratik sol anlayışı ‘sınıf temelli’ bir siyaset anlayışından ziyade ‘sınıf yanlısı’ bir siyaset anlayışını ortaya koymaktadır. Ecevit 1975 yılında verdiği bir mülakatta Demokratik Sol anlayışını şöyle açıklamaktaydı:

ECEVİT, DEMOKRATİK SOL VE CHP 12 Mart 1971 askeri darbesi hem Ecevit’in siyasal yaşamında hem de CHP’nin parti içinde önemli gelişmelerin yaşanmasına neden oldu. CHP’nin 12 Mart darbesine karşı takınacağı tutum ‘devlet partisi’ imajından kurtulmak ve yeni söylemi inandırıcı kılmak açısından çok önemliydi. Darbeciler CHP’li Nihat Erim’i başbakanlığa atamış ve parti Erim’i destekleyip desteklememe konusunda ikiye bölünmüştü. İnönü, CHP’nin yönetime katılmasını ve Nihat Erim’i desteklemesi gerektiğini savunurken Ecevit buna karşı çıkmış ve böyle bir durumun ortaya çıkması halinde parti genel sekreter-

“Temel hareket noktamız Marksist doktrin değildir ve yeni doğrultumuzu tanımlamak için ‘sosyal demokrat terimi yerine, kendi oluşturduğumuz ‘demokratik sol’ terimini tercih edişimizin nedenlerinden biri de budur. (…) sosyal demokrasi, Marksist kökenli sosyalizmin bir sapması olarak yorumlanır bazı çevrelerde. Bizim kökenimiz Marksist olmadığı için sapmamız da söz konusu

13 a.g.e, s.135. 14

Milliyet, 6 Temmuz 1970’ten aktaran Kili, 1976, s.261.

5


değildir. ‘Sosyal demokrat’ terimini kullanmamız halinde sapma ithamlarına da kendimizi hedef olarak ortaya çıkarmış bulunurduk. Kendi sol anlayışımızı, kendimiz, Türkiye’nin toplumsal koşullarına göre oluşturmakta olduğumuz içindir ki, bizim sol doğrultumuzu tanımlayacak yeni bir terim oluşturduk: Demokratik Sol.”15

tikalarıyla beraber devletin ekonomideki payı ve rolü büyük bir oranda artmıştı. Devletin büyümesi kronik bütçe açıkları, yüksek vergi yükü, enflasyon gibi yeni ekonomik sorunları ortaya çıkardı.1970’lerde yaşanan Petrol Kriziyle beraber kapitalist sistem bunalıma girmeye başladı. Bu durum sonucunda ortaya çıkan yüksek enflasyon ve işsizlikAvrupa’daki sosyal demokrat hegemonyasının sonunu getirdi. Refah devleti ve Keynesçi ekonomi politikaları ortaya çıkan bu krize çözüm getiremeyince neoliberal iktisadi politikalar ve yeni sağ tüm Avrupa’da yükselişe geçti.

CHP Ecevit döneminde sosyal demokrat modeli hayata geçirmede kendine özgü araçlar geliştirmiştir. Özellikle Türkiye’yi Batı Avrupa ülkelerinden ayıran yapısal farklılıklar bunda önemli rol oynamıştır. Az gelişmiş sanayi ve köylülüğün ağır bastığı Türkiye’de CHP bu durumu halk sektörü, demokratik kooperatifçilik ve köykent gibi projelerle aşmaya çalışmıştır.16 Ecevit’e göre, “…ekonomimizde halk sektörü genişleyip de, ulusal ekonomiye halkın kendisi hâkim olunca, bu ülkede, halkın üstünde bir siyasal güç de olamayacaktır. (…) Ortanın solunda Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurulmasını istediği düzende, devlet de olacaktır, özel girişim ve özel mülkiyet de olacaktır. Ama bunların hepsi halkın hâkimiyetinde ve halkın hizmetinde bulunacaktır. Halkın üstünde hiçbir güç olmayacaktır.” 17

Neo-liberal ekonomik politikalar özetle piyasayı rekabetin yönetmesi gerektiğini söyler ve devletin sadece herhangi bir kriz anında müdahaleler yapmasını, bunun dışında piyasadan tamamen çekilmesini savunur. Alfredo Saad Filho ve Deborah Johnston hazırladıkları Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki adlı eserlerinde neoliberalizme ve işleyişine şu eleştiriyi getirir:

Ecevit’in yeni söylemiyle beraber CHP bu dönemde Sosyalist Enternasyonal’e üye olmuştur. Üst üste seçim başarıları kazanan Ecevit sendikaların da desteğini almış hatta DİSK, 1973 seçimlerinden 1979’a kadar tüm üyelerine CHP’yi destekleme çağrısı yapmıştır. CHP bu dönemde işçi sınıfıyla olan bu bağları geliştirmekten geri durmuş sınıf temelli bir siyasi tavır takınmak yerine ilişkilerini oy ilişkisinin ötesine götürmemiştir. Bu durum nedeniyle CHP kendisine toplumsal desteği sağlayan kesimlerin desteğini zamanla yitirmiştir. İthal ikameci anlayış yerine ihracata yönelik ekonomi politikası isteyen TÜSİAD önderliğinde Türk burjuvazisinin CHP hükümetini hedef almasıyla 1979’da Ecevit hükümeti istifa etti ve yerine Demirel hükümeti kuruldu. Bunu ilerleyen süreçte 24 Ocak kararları ve 12 Eylül askeri darbesi takip etti veTürkiye’de siyasal ve toplumsal yaşam büyük bir değişime uğradı.

1929’da Amerika’da talebin beklenmedik şekilde düşmesiyle tüm dünyada tarihin en büyük krizi ortaya çıktı ve tüm dünya ekonomik bunalıma sürüklendi. Kriz özellikle sanayileşmiş ülkeleri vurdu ve dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, toplam üretimin %42, dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden oldu.18 Kriz Keynesyen iktisadın müdahaleci devlet anlayışıyla aşılmaya çalışıldı. Keynes’e göre ekonomik krizin nedeni halkın harcamayı kesmesiydi. Çözüm önerisi harcamayı sağlamak için kamu harcamalarını arttırmaktı. Çoğu sosyalistler ve orta sol politikalar modern refah devletini oluşturmak için Keynesizmin sosyal harcama programlarını bir çıkış yolu olarak gördüler.19 Keynes’in ortaya koyduğu bu reçete 1970’lerin sonuna kadar sosyal demokrat partiler tarafından başarıyla uygulandı ve Avrupa’da sosyal demokrat partilerin hegemonyası ortaya çıktı.

“Neoliberalizmin en temel özelliği (finansal) piyasanın buyruklarını dayatmak amacıyla yurtiçindeki süreçte devlet gücünün sistemli kullanımıdır ve bu, uluslararası ölçekte “küreselleşme” tarafından yeniden üretilmektedir. (…) Neoliberalizm, kapital(izm)i korumak ve emeğin gücünü azaltmak amaçları doğrultusunda gelişen, kapitalizme özgü bir örgütlenmedir. Bu örgütlenme dış baskıların yanı sıra, iç kuvvetlerin dayattığı toplumsal, iktisadi ve siyasi dönüşümler aracılığıyla gerçekleştirilir. İç kuvvetler, finans dünyası, önde gelen sanayiciler, ticaret adamları ve ihracatçılar, medya baronları, büyük toprak sahipleri, yerel siyasi liderler, en üst kademedeki kamu görevlileri ve ordu mensupları ile bu kesimlerin düşünsel ve siyasi vekilleri arasındaki koalisyondan meydana gelir. (…) Dış baskı biçimleri arasında ise şunlar sayılabilir: Batı kültürü ile ideolojisinin yayılması; neoliberal değerlerin çığırtkanlığını yapan devlet kurumları ile sivil toplum kuruluşlarına dış destek sağlanması, (…) gerektiğinde diplomatik baskı, siyasi huzursuzluk ve askeri müdahale.”20

1970’lere kadar uygulanan Keynesçi ekonomi poli-

ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher, devletin ikti-

YENİ SAĞ, NEOLİBERALİZM, DARBE SONRASI SOSYAL DEMOKRASİ

15 Kömürcü, 2010, s. 143. 16 Kömürcü, 2010, s. 146. 17 Ecevit, 1978, s. 182-183 aktaran Kömürcü, 2010, s. 147. 18 a.g.e, s.135. 19 Milliyet, 6 Temmuz 1970’ten aktaran Kili, 1976, s.261. 20

Kömürcü, 2010, s. 143.

6


sadi yatırımlardan çekilmesi, özelleştirme, serbest pazar ekonomisinin desteklenmesi ve işçi haklarının törpülenmesi ile yeni sağın ve neoliberal ekonomik politikaların tüm dünyadaki öncülüğünü yaptı. Thratcherizm’in karşılığı Türkiye’de yükselen yeni sağın partisi ANAP’ın lideri Özal’la benzeştirilerek Özalizm olarak adlandırıldı. Nihayetinde 1980 darbesi ve sonrasında Türkiye’de neoliberal politikalar uygulandı ve Türkiye ekonomisi dış pazarlara açılarak serbest piyasa ekonomisi haline getirildi. Avrupa’yla paralel biçimde Türkiye’de de yaşanan bu yapısal değişimler sağın yeniden yükselişi için gerekli koşulları sağladı. Bunun yanında 1980 darbesiyle birlikte işçi hareketlerininde kontrol altına alınmaya çalışılmış olması ve sendikal hakların kısıtlanması solun Türkiye’deki toplumsal tabanının aşınmasına ve güç kaybetmesine neden oldu. 1980 darbesinin getirdiği yeni sosyal ve siyasal yaşam ‘sol’un mücadelesini kısıtlıyor ve engelliyordu. Sol partiler bu yapısal sıkıntıların yanı sıra örgütsel ve ideolojik tartışmalarla da boğuşmak zorunda kalmıştı. 1980 darbesinin ardından CHP kapatılmış ve 1992’ye kadar açılamamıştı. CHP’nin bıraktığı sosyal demokrasi mirası DSP, SODEP ve SHP deneyimleriyle sürdürülmeye çalışıldı ve CHP’nin eski kadroları bu partilerde görev aldı. 1984 seçimlerinde SODEP, ANAP’ın ardından ikinci parti oldu ve Erdal İnönü solun tek çatı altında birleşmesi gerektiğini savundu. 1985’de SODEP ve HP birleşerek Erdal İnönü başkanlığında SHP adını aldı. SHP 1989 yerel seçimlerinde İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere %28,8 oranında oy alarak 39 ilin belediye başkanlığını kazandı. SHP, 1991 seçimlerine HEP ile beraber katıldı. TBMM açılışında HEP’li Kürt vekillerin Kürtçe yemin etmesi ülkeyi karıştırdı ve olay HEP’li vekillerin SHP’den istifasıyla sonuçlandı. 1990’larda SHP içerisinde Erdal İnönü ve Deniz Baykal arasında başlayan mücadele Erdal İnönü’nün zaferleriyle sonuçlandı. Can Kozanoğlu 1992’de yazdığı bir makalede SHP’yi şöyle tanımlıyordu:

madı. Böylece 1994 yerel seçimlere bu üç sol parti ayrı ayrı girdi ve sonuç bu partiler için hezimet oldu. Refah Partisi İstanbul ve Ankara’yı, DYP ise İzmir’i kazanmış ve böylece sol partiler toplumsal muhalefetin öncülüğünü Refah Partisine kaptırmıştı. Hem sol oyların erimesi hem soldaki örgütsel tartışmaların çıkmaza girmesi hem de SHP’nin toplumdaki olumlu imajını kaybetmesi karşısında SHP ve CHP birleşme kararı aldı. Bu birleşmeyi takip eden süreç içerisinde sosyal demokrat hareket, tarihsel köklerine dönerek kendini Kemalist söylemeteslim etti. Bunda yükselen siyasal İslam’ın büyük bir etkisi vardı. Kömürcü bu durumu şöyle açıklar: “(…)1990’ların ortasından itibaren RefahPartisi’nin (RP) yükselişi, kaçınılmaz bir biçimde İslamcılık-laiklik ikiliğini ülke gündeminin birinci maddesi haline getirdi. CHP, bu tartışmada tavizsiz bir laiklik ve Atatürkçülük savunusu yaparken, siyasal İslam’ın % 20 civarındaki seçmen desteğinin dışında kalan %80’lik seçmen kitlesi içinden sağlayacağı destekle iktidar olmayı tasarlıyordu. Bu strateji,doğal olarak, partinin gittikçe merkeze kayması sonucunu doğurmuş, siyasal İslam karşısındatavır alan herkes, bu stratejiye göre potansiyel CHP seçmeni olarak görülmüştür. Buradaki varsayım, RP’nin yükselişinin merkez sağdaki boşluktan kaynaklandığı, CHP’nin merkeze kayması durumunda bu boşluğu doldurarak iktidar olacağı doğrultusundadır. (…) 2002’de büyük bir seçim başarısıyla iktidara gelen AKP, neoliberal politikaları, popülizmi vemuhafazakârlığıyla değil, ‘İslamcı’ kimliğiyle tanımlandığından AKP iktidarına muhalefetintemelini de laiklik vurgusu ve rejim savunusu oluşturdu.(…)”23

“Seçim bürosunda proleter sofrası kurduran 68 model Salman Kaya’dan, Mesut Yılmaz’la blucinli piknik sofrasına oturmayı düşleyen Deniz Baykal’a, yeni sağcılardan radikal solculara, sosyal demokrat Alevilerden apolitik Alevilere, solcu Kürtlerden pragmatist Kürtlere, Cumhuriyet tipi bürokratlardan genç kuşak bürokratlara, hasbelkader halkçılığa yazılmış kasaba politikacılarından yarı-açık yuppielere kadar binbir çeşit insanların partisi SHP.”21 1992’nin Haziran ayında 12 Eylül askeri darbesinden sonra konulan ve eski siyasi partilerin yeniden eski adla kurulmasını yasaklayan madde kaldırıldı. Bu yasağın kaldırılmasının ardından CHP’nin hayatta olan son yönetim kurulu bir bildiri yayınlayarak partiyi yeniden kuracaklarını deklare etti. 9 Eylül 1992’de yapılan genel kurulda yapılan oylamayla genel başkanlığı Deniz Baykal kazandı. CHP, DSP ve SHP’yi bünyesine katarak yeniden bir bütünlük sağlamayı planladı fakat Erdal İnönü ve Ecevit buna yanaş22 Kömürcü, 2010, s.263. 23

Derya Kömürcü, Kılıçdaroğlu Sonrası CHP, İktisat Dergisi, Sayı 515-516, Haziran 2011, s. 37-47.

7


2002 genel seçimlerine Baykal liderliğinde giren CHP, %34,4 oranında oy alan RP geleneğinden gelen yenilikçilerin kurduğuAKP’nin ardından meclise girebilen ikinci parti oldu. Baykal 2002-2010 yılları arasında AKP’ye karşı girdiği tüm seçimleri kaybetmesine rağmen ana muhalefetteki koltuğunu korudu. 2010 yılında CHP’nin kurultayına iki hafta kala bir kasetin yayınlanması sonucunda Deniz Baykal başkanlıktan istifa ettiğini duyurdu ve CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu dönemi başladı. Kılıçdaroğlu 22 Mayıs 2010 tarihinde yapılan 33. Olağan CHP Kurultayı’ndaseçilerek CHP’nin yeni genel başkanı oldu. CHP’deki bu lider değişiminin ardından söylem değişikliği de yaşandı. Kılıçdaroğlu, partide yenilenmeye gideceğini ve bu yenilenmenin yönünün de sosyal demokrat bir anlayış olduğunu vadetti.

Birçok ülkeyi etkileyen 2008 küresel finans krizi hem neoliberalizmin açmazlarını ortaya koydu hem de Avrupa’daki iktidarları krize karşı çözüm üretme konusundazor duruma soktu. 2008 krizinin ardından dünyanın birçok ülkesinde yeni toplumsal hareketlenmeler baş göstermeye başladı. 21. yüzyılın başlarında enformasyon teknolojilerinin ulaştığı nokta ve bunun dönüştürdüğü iktisadi ve sosyal yapı, bize gelmekte olan yeni bir çağın ve anlayışın yanında bunun ortaya koyacağı yeni sorunların nüvelerini vermekte veBatı’nın güçlü ekonomileri karşısında Doğu ekonomilerinin yükselişi yaşanacak olası paradigma kaymalarının habercisi olmaktadır. Tüm bu tarihsel sürecin ve çağın getirdiği yeni koşulların ardından hem Türkiye özelinde hem de evrensel ölçekte yeniden sosyal demokrat bir çıkış mümkün mü? Şüphesiz ki sosyaldemokrat hareketin bundan sonraki istikametini bu soruya verilecek olan yanıt belirleyecektir. KAYNAKÇA CEM, İsmail, Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir Ne Değildir, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010. EMRE, Yunus, CHP, Sosyal Demokrasi ve Sol, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013. GÜRİZ, Adnan, Sosyal Demokrasi İdeolojisi, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2011. KOZANOĞLU, Can, Şimdi SHP’ye hakaret ‘in’,Birikim, Sayı 33, 1992. KÖMÜRCÜ, Derya, Türkiye Sosyal Demokrasi Arayışı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010. KÖMÜRCÜ, Derya, Kılıçdaroğlu Sonrası CHP, İktisat Dergisi, Sayı 515-516, Haziran 2011. İNTERNET KAYNAKLARI

Sonuç Yerine

FİLHO, Alfredo Saad; JOHNSTON, Deborah, Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki, Yordam Kitap.<http:// www.tasfiyedergisi.com/direnen-edebiyat/?p=2395>

Yukarıda anlatılan tüm bu tarihsel süreçten anlaşılacağı gibi darbe sonrası dönemde solpartiler, Türkiye’de yeniden toparlanma konusunda çok ciddi sıkıntılar yaşadı. Parti içi ve partiler arası mücadelelerin yanı sıra kimlik problemleri de baş göstermeye başladı. SODEP ve SHP deneyimleriyle sosyal demokrat anlayışta yeni bir çizgi yakalayan sol, 1990’ların başından itibaren örgütsel ve kimlik problemleriyle boğuştu. Özellikle 1990’ların ortalarından itibaren neoliberal hegemonyaya karşı koyamadı ve CHPSHP birleşmesini izleyen süreçte siyasal İslam’ın yükselmesiyle beraber sosyal demokrat söylemi terk ederek Kemalizm söylemine döndü. Neoliberal politikaların sonucu olarak ekonomide özelleştirmeler, toplumda ise milliyetçi ve muhafazakâr değerler ön plana çıkmaya başladı. Böylece cemaat ve etnik siyaset temelli siyasi akımlar büyük güç kazandı. Sosyal demokrat partilerin bu yeni durum karşısında politika geliştirmekte yetersiz kalması bu partileri yeniden bir yön arayışına itti.

MARX, Karl ve ENGELS, Friedrich, Komünist Parti Manifestosu, Marx/Engels eserleri, Bölüm 1.<http://www.kurtuluscephesi.com/marks/manifesto.html> ¬__ 1929 Dünya Ekonomik Buhranı <http:// tr.wikipedia.org/wiki/1929_Dünya_Ekonomik_Bunalımı> ¬__ Sosyal Demokrasi, Sosyalizm ve Komünizm <http://fikretkarabudak.blogcu.com/sosyal-demokrasi-sosyalizm-komunizm/12248713> __ Paris Komünü <http://tr.wikipedia.org/wiki/Paris_Komünü> __ Birinci Enternasyonal <http://tr.wikipedia.org/ wiki/Birinci_Enternasyonal>

8


Hazırlayanlar: Onur Aslan Özgür Can ARAZ

tezaim27@gmail.com arazozgurcan@gmail.com

ERCAN KARAKAŞ İLE

SOSYAL DEMOKRASİ, CHP VE SİYASİ GÜNDEM ÜZERİNE Bir dönem Kültür Bakanlığı görevi de yapmış olan, Sosyal Demokrasi Vakfı Onursal Başkanı ve CHP Parti Meclisi Üyesi Ercan Karakaş; sosyal demokrasi, Türkiye’de sosyal demokrasinin dünü ve bugünü, CHP ve siyasi gidişat gibi konularla ilgili sorularımızı yanıtladı. SODEV merkezinde konuğu olduğumuz Karakaş’la uzunca bir söyleşi gerçekleştirdik.

nince herkes oraya bakıyordu. Onun çökmesiyle, sanki sol tamamen bitti gibi bir hava yaratıldı; ama bu kasıtlı olarak yaratıldı. Hatta bazı neoliberal siyaset bilimciler dediler ki: “Solun iki ana kolu var; biri Sovyet sosyalizmi, diğeri sosyal demokrasi. Ama aslında biten solun topyekün kendisiydi. Çünkü artık sosyal demokrasinin, özellikle Avrupa’da yapacağı bir şey kalmadı. Siyasi demokrasi kuruldu, sosyal devlet ile sosyal demokrasi kuruldu, refah toplumu kuruldu. Sosyal demokrasi işlevini tamamladığı için o da bitti.” Tabi, sosyal demokrasinin içinden de bazı liderler; mesela İngiltere’deTonyBlair, Almanya’daSchröder, doğrusu sosyal demokrasiyi biraz tanınmaz hale getirdiler. Yeni sağın, özellikle neoliberal ekonomi politikasının bir kısmını üstlendiler ve o yüzden de sol, sosyal demokrat sol Avrupa’da gücünü baya kaybetti. Başta çalışanlar olmak üzere kendi toplumsal tabanını kendisinden uzaklaştırdı. Şimdi içinde yaşadığımız süreçte bu 2008-2009 krizinden sonra ve özellikle Almanya’da, Hollanda’da, İngiltere’de neoliberal esintiden etkilenen sosyal demokrasi başarısız olduktan sonra sosyal demokratlarda sosyal demokrasinin,küreselleşme çağında kendisini nasıl yenileyebileceğini tartışmaya başladılar.Burada iki tartışma ortaya çıktı. Birisi sosyal demokrasinin temel değerleri; özgürlük, eşitlik, dayanışmacı bir toplum -aslında hala devam ediyor bu ilkelerbunları savunmak lazım. Bu ilkelerden vazgeçmeden programlarımız, günümüz şartlarına göre yenilenebilir dendi. Bir kısım da hayır, temel değerleri de tartışmak lazım dedi ve bu böyle sürdü. Bugün gelinen noktada sosyal demokrasinin kendi içerisinde halabir tartışma

“AVRUPA’DA NEOLİBERAL ESİNTİDEN ETKİLENEN SOSYAL DEMOKRASİ BAŞARISIZ OLUNCA SOSYAL DEMOKRATLAR DA SOSYAL DEMOKRASİNİN, KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA KENDİSİNİ NASIL YENİLEYEBİLECEĞİNİ TARTIŞMAYA BAŞLADILAR.” Tarihte sosyal demokrasinin belirli dönemlerde ivme kazanmış olduğunu görüyoruz. Hem dünyada hem de ülkemizde bugünün şartlar düşünüldüğünde, sosyal demokrat kesimde sosyal demokrasinin yeniden bir sıçrama yaratabileceğine dair bir beklenti var m? Sosyal demokrasinin son dönemdeki temel tartışma noktaları nelerdir?

B

iliyorsunuz, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra dünyada müthiş bir propaganda başladı. Bunu neoliberaller ve muhafazakarlar yaptılar. Yani artık sol bitti, tarihin sonu geldi, ideolojiler bitti diye bir propagandaya başladılar. Tabi Sovyetler Birliği’nde bir reel sosyalizm uygulaması vardı ve bütün dünyada sol de9


var. Bir takım ara sonuçlara ulaştılar. Sosyal demokratlar “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışına evet diyemezler. Sosyal demokrasi 1959’dan beri, BadGodesberg’den beri artık piyasa ekonomisini toptan reddetmiyor ve bütün üretim araçlarının kamunun elinde olmasını savunmuyor. Ama şunu söylüyor: Mutlaka piyasa ekonomisinin denetlenmesi, kurallara bağlanması gerekir. Piyasa’nın, özellikle ekoloji ve sosyal haklar bakımından denetlenmesi lazım diyor. Yani benim izlediğim kadarıyla, bir hatalardan dönme süreci yaşanıyor Avrupa’da. Türkiye’ye gelecek olursak; tabi Türkiye bu tartışmaları bir nebze izleyebiliyor, çok az içine katılabiliyor. Çünkü Türkiye’de henüz CHP içinde başlayan sosyal demokrat hareket, 1965’den beri“ortanın solu” kavramıyla çok da oturmuş, çok da yerleşmiş durumda değil doğrusu. Gerçi CHP’nin programında 1976’dan beri altıokun yanı sıra evrensel sosyal demokratikleşme ve dayanışmaya öncelik, kalkındırma gibi ilkeler var ama CHP tam anlamıyla bu ilkelere, bu değerlere dayalı bir siyaset anlayışını, bir ideolojik anlayışı örgüt yapısında yerleştirmiş değil. CHP için de bu arayışlar sürüyor.gençler bunlar. Hep Recep Tayyip Erdoğan’ı gördüler. Dolayısıyla aslında onlar ne bir siyasi partinin kimliğiyle sokağa dökülmüşlerdi ne AKP’nin rezil bir parti olduğunu savunuyorlardı. Ortada olan şey şu; AKP’nin açılımcı, demokratik söylemleri olduğunda bunu desteklermiş, buna oy vermiş insanlar ya da oy vermese bile Türkiye’de demokrasiyi görebilmiş olan bir gençlik, AKP’nin daralan vizyonunu da protesto etme hakkına sahipti ve bunu kullandılar. Bu yaşlıların çok da algılayamayacağı bir şeydi. Çünkü o partilerde kaybolmuşluk sorunlarımız var bizim. Dedik ya mitleştiriyoruz kafamızda. Mesela CHP’yle ilgili bir anket yapsak, CHP’nin olduğu yeri tam olarak söyleyemiyoruz. Bizim kafamızda CHP neyi temsil eder? Laik bir sol partiyi temsil eder ama baktığınızda pek alakası da yok gibi değil mi?

ama Türkiye’de de 1960’lardan başlayan bir kentleşme, çalışan sınıfın ortaya çıkması, toplumun örgütlenmesinin ortaya çıkması ve sosyal adalet isyanının ortaya çıkması CHP’nin sola açılmasını beraberinde getirdi. Ayrıca başka sosyalist gruplar kuruldu. Türkiye İşçi Partisi ortaya çıktı. Ben sosyal demokrasinin, solun; özgürlük, eşitlik, dayanışmacı toplum temel değerlerinin bütün ülkelerde geçerli olduğunu düşünüyorum. Sanayileşmesi yarım da olsa, kentleşmesi tam olmasa da bu değerlere dayalı sosyal demokratlara bağlı bir program her ülkede yapılabilir diye düşünüyorum. Türkiye bunu başardığı zaman yani sosyal demokrat temel değerlere dayalı program, söylem geliştirdiği zaman örgütleme başarılı oldu. Mesela 1973 yılında CHP ilk defa demokratik sol yahut sosyal demokrasi temalarını, konularını işlediği için ve bunları çok iyi sloganlaştırdığı için -“toprak işleyenin su kullananın”, “ne ezen ne ezilen; insanca, hakça bir düzen”bunlar Ecevit’in o zamanki sloganlarıydı- birinci parti oldu. Sonra 1977’de %42 ile tekrar birinci parti oldu. 12 Eylül geldi, bütün siyasi birikimleri yok etti. Bu defa SHP kuruldu. SHP’de 1989 yılında yerel seçimlerde çok başarılı oldu. İstanbul, Ankara, İzmir, Kayseri, Trabzon, Adana, Mersin gibi pek çok yeri kazandı. Ayrıca Diyarbakır, Mardin, Van gibi Güneydoğu illerinde de kazandı. Burada şunu söylemek istiyorum: CHP sosyal demokrasinin temel değerlerine dayalı bir siyaset, bir program, bir örgüt yapısı geliştirip halka bu değerler üzerinden indiği zaman halktan destek alıyor. Böyle üç tane büyük örnek var elimizde. Biz parti içinde hep onu gördük. CHP’nin, kendi temel referanslarını, temel değerlerini dikkate alarak bugünün koşuluna uygun bir sosyal demokrasi çizgisi oturtması gerekir. Bunu oturttuğu zaman başarılı olur diye düşünüyorum. 1994 Yerel Seçimlerinin öncesindeki kırılmanın; CHP, SHP ve DSP’nin aynı anda girdiği ve yerel yönetimlerde sağ siyasetin önemli ivme ve başarı kazandığı 94 seçimlerinin yarattığı etkinin, daha sonra gelişen siyasi süreçte kilit bir nokta olduğu söylenir. Bu konudaki yorumunuz nedir?

“CHP SOSYAL DEMOKRASİNİN TEMEL DEĞERLERİNE DAYALI BİR SİYASET, BİR PROGRAM, BİR ÖRGÜT YAPISI GELİŞTİRİP HALKA BU DEĞERLER ÜZERİNDEN İNDİĞİNDE HALKTAN DESTEK ALIYOR. BÖYLE ÜÇ TANE BÜYÜK ÖRNEK VAR ELİMİZDE.”

1989 yılında yerel yönetimlerde büyük başarı elde ettik. Dünya uygulamasına baktığımız zaman özellikle Avrupa’ya, sosyal demokrasi ve genelde sol, önce yerel yönetimlerde iktidara gelmiş, kendini orada kanıtlamış; gerçekten halka yakın temiz siyaset yaptığını, somut sorunlara somut çözümler getirebildiğini göstermiş ve kendisine olan güveni arttırmış oradan da siyasi iktidara yürümüştür.Bu İtalya’da, Almanya’da ve birçok yerde böyle olmuştur. SHP, 1989’da bütün belediyeleri aldığında doğrusu biz aynı süreci yaşayacağız diye düşünüyorduk. En azından benim düşüncem oydu. Çünkü kent yönetimlerini aldığınız zaman somut politikalarla güveni arttırabiliyorsunuz ve orada bir tecrübe ediniyorsunuz. Demokrasiyi yerelden genele kurma şansınız oluyor. Orada iki olay oldu. Bir tanesi 1989 belediyeciliğini bizim bazı alanlarda tam olarak uygulayamamamız. Ayrıca, biliyorsunuz İSKİ gibi skandallar da ortaya çıkmıştı. Bu bize çok zarar verdi. Mesela sağ partiler -günümüzde de yaşıyoruz- bir yolsuzluk olayına bulaştığı zaman, onlar çok yadırganmıyor. Ama solda bir parti ile ilgili bir yolsuzluk söylentisi çıktığı zaman bile toplum çok hassas davranıyor. Bu kötü

Türkiye’de Sol siyasetin ve CHP’nin geçirdiği evrimsel süreçler göz önüne alındığında gelinen aşamayı nasıl okumak gerekir? Sosyal demokrasinin ülkemizde kalıcı bir başarı sağlayamadığı görüşü hakim. Bu bağlamda CHP’nin sosyal demokrasiyle ilişkisini nasıl yorumlarsınız? Başlangıçta Türkiye’de sosyal demokrasi, sosyalizm olur mu, olmaz mı tartışması yapıldı. 1960’lı ve 1970’li yıllarda olmaz diyenler şunu söylüyorlardı: İşçi sınıfı hareketi güçlü değil, sendikal hareket güçlü değil. Türkiye’nin hala birçok bölgesinde feodal yapılar var; dolayısıyla böyle bir toplumsal yapıdan bir sosyalist hareket yahut sosyal demokrat hareket kolay çıkmazdeniyordu. Ben bu görüşe katılanlardan değilim. Evet, Türkiye, sanayi devrimini Avrupa’dakiler gibi yaşamadı 10


bir şey değil aslında. Çünkü onlardan bu beklenmiyor. Sonra 1991’de biliyorsunuz DYP ile birlikte hükümet kurduk. 1989’daki oylarımız 8-9 puan düştü 1991’de ve hükümet kurduk. Başbakan Demirel oldu, biz hükümetin ortağı olduk. Orada Türkiye’yi 12 Eylül rejiminden çıkaracak bir hükümet programı, hükümet protokolü hazırladık doğrusu. Ancak o dört yıllık iktidar döneminde bu demokratikleşme sürecini fazla ilerletemedik; DYP hep fren oldu. Hem çalışanlarla ilgili hem demokratik haklarla ilgili çok ilerleme olmadı. Bir de 1991 yılında Ekim öncesi seçime giderken Kürt siyasi hareketi aday gösteremedi. Çünkü Özal, siyasi partiler yasasını değiştirdi ve onlar seçime giremez durumda kaldı. Biz oradan 17 milletvekilini kendi listemize aldık. Bu hala tartışmalı. Biz, 1995 senesinde hükümetin sonunda %13’e düştük. Kaldı ki SHP ve CHP birleşmişti o dönem. Sonra 1999’da baraj altında kaldık. Acaba 89’da bu başarıyı niye koruyamadık? Neden önce %13’e düşüp sonra %8’le baraj altında kaldık? Benim görüşüm şu; bir, yerel yönetimlerde yaşanan bazı olumsuzluklar. İki, hükümet döneminde sunduğumuz demokratikleşme programını tam olarak uygulayamamamız. Üç, Kürt siyasi hareketinden meclise taşıdığımız arkadaşlarla kurulan o birliğin sürememesi ve onların ayrılması. Bu üç konu partiye olan güveni azalttı. Şunu da söyleyeyim, bizim siyasi kültürümüzde,seçimlerden sonra partiler oturup “Yahu biz niye böyle oy kaybettik, niye böyle bir radikal düşüş oldu?” diye çok bilimsel yöntemleri tartışmıyorlar. Biz bunu tartıştık ama seçmene sorarak “Neden bize oy vermediniz?” diye bir kamuoyu araştırması yapılmadı. Yani üç konu hala konuşuluyor; Belediye uygulamalarındaki olumsuzluklar, hükümet dönemimizin demokratikleşme paketinde çok kararlı davranılmaması ve dört yılın sonunda hala demokratikleşmeye ulaşılmamış olması. Benim şahsi kanım bu üç konunun, seçim sonucuna bir şekilde olumsuz etkileri olmuştur. Ama hangisi ne kadar etkili olmuştur doğrusu bugün bile bilimsel bir yöntemle ortaya konulmadı. Gerçek olan şu 1989’da birinci parti olarak bütün belediyeleri aldık. 1991’de oylar düştü ama buna rağmen hükümeti kurduk Türkiye’yi demokratikleştirmek için. Sonuçta parti, 1995’de %10,5’e geriledi daha sonra da 1999’da baraj altında kaldı; büyük bir başarısızlık. Burada sosyal demokratik ilkelere bağlı kalınsaydı bütün bu süreçte -1989’dan 1995’e kadar- böyle bir düşüş yaşanmazdı.

halklara iyilik getireceğini söylüyorlar; tıpkı denetimsiz, kuralsız bir piyasa ekonomisini nasıl tanımlıyorlarsa denetimsiz bir küreselleşmeyi savunuyorlar. Dünya sosyal demokrasisi, Avrupa sosyal demokrasisi bu küreselleşmenin bir demokratik denetim altına alınmasını savunuyor. Çünkü serbest mal dolaşımı ve para dolaşımı var. Ama emekçiler dolaşamıyor. Firmalar uluslararası hale geldiler ve bu büyük firmalar bu ülkelere kendi küreselleşme anlayışlarını dikte etmek istiyorlar. Daha doğrusu demokratik ulus devletleri adeta işlevsiz hale getirmek istiyorlar. Biz diyoruz ki, küreselleşmenin demokratik denetim altına alınması demokratik devletlerin görevidir. Dolayısıyla politikayı belirleme hakkı onlara aittir. Uluslararası sermayeye bu hakkı vermemek gerekir; onlar kendileri düzenlemek istiyorlar. Mesela büyük bir şirketin merkezi Avrupa’da; Çin’de üretim yapıyor. Orada sendika yok. Hem ucuz iş gücünü sömürüyor hem de hem de örgütlükten kurtuluyor. Böylece kendisi için avantaj sağlıyor. Birinci mesele bence bu çarpık küreselleşme anlayışını bir demokratik denetim altına almak ve küreselleşmenin yararlanılacak yerlerinden, gelişmesinden herkesin yararlanmasını sağlamak; ama zararlarından da bütün dünyayı korumak. Tabi bunun yanında biliyorsunuz başka meseleler de var. Mesela çevrenin korunması… Dünyada müthiş bir tahribat var. Sınırsız bir üretim, sınırsız bir tüketim anlayışıyla mücadele ediliyor. Çünkü yaşadığımız doğal çevre tahrip oluyor. Hava, su, orman, yeşil ortadan kalkıyor. Ona da çok önem veriliyor. Bölgesel işbirlikleri destekleniyor sosyal demokrasi tarafından, gerek Latin Amerika’daki işbirlikleri gerek Avrupa Birliği bu anlamda destek veriyor. En çok tartışılan konulardan birisi sıcak paranın böyle rahat dolaşmasının önüne bariyerler koymak. Mesela tobin vergisini vermesi sadece ulusal çapta değil; uluslararası çapta kural haline getirip uygulatmak. Çünkü tek başına bir ülke tobin vergisini -sıcak paranın içeriye girmesinden vergi almayı- getirirse Brezilya gibi etkisiz kalabiliyor. Halbuki bu bütün ülkelerin kabul ettiği bir kural haline gelirse tahribat daha az oluyor. Bunlar Avrupa Birliği’nin sosyalist kurulunda da tartışılan konular…

“HENÜZ ÜYE, ÖRGÜT VE PROGRAM PARTİSİ OLDUĞUMUZ SÖYLENEMEZ AMA BU KONUDA CİDDİ ADIMLAR ATILDI, YAPISAL DEĞİŞİKLİKLER DE YAPILDI. DAHA YAPILMASI GEREKEN ÇOK ŞEY VAR.”

“BU KARMAŞIK ÜLKEDE, DÜNYADA; ÇÖZÜMÜ BİR KİŞİDEN BEKLEMEKTEN, LİDERİ KURTARICI OLARAK GÖRME DÜŞÜNCESİNDEN HIZLA UZAKLAŞILMALI.”

Yine kendi kitabınıza bir atıf… Şöyle bir ifadeniz var: “Türkiye de yapılması gereken şey partiyi; üye, örgüt ve program partisine dönüştürmektir.” CHP’nin özelikle kurumsallaşma sorunlarına vurgu yapıyorsunuz ve bu konuda eleştiriler getiriyorsunuz. Bugünün parti politikalarını da göz önüne alarak bu konudaki değerlendirmeniz nasıl olur?

“Gerçek Dünya Sanal Politika” isimli kitabınızda, sosyal demokratların dayanışma ilkesine vurgu yaparken ‘küresel sorunlara küresel yanıtlar verilmesi’ gerekliliğinden söz ediyorsunuz. Sosyalist Enternasyonel gibi uluslararası alanda sosyal demokratları da bünyesinde barındıran oluşumları ve buralardaki tartışmaları takip ediyorsunuz. Şuan sosyal demokratların yanıt aradığı öncelikli küresel sorunlar nelerdir?

Öncelikle şunu söyleyeyim, Türkiye siyasi kültürünün en büyük zaaflarından birisi siyasi partilerin sağ-sol olarak lider etrafında şekillenmesi. Biz tabi bunu kendi içimizde tartışabiliyoruz. Mesela bugün AKP’ye baktığımız zaman gerçekten bir lider var, tek adam. Onun söylediklerine itiraz edilemiyor. Hatta biat kültürü ora-

Bir küreselleşme süreci yaşıyoruz. Neoliberaller küreselleşme sürecinin kendiliğinden bütün dünyaya, bütün 11


da giderek gelişiyor. Bu tabi ki demokratik siyaset için ölümcül bir şey. Sosyal demokrasinin ortaya çıkışına baktığımız zaman bir işçi sınıfı hareketi olarak çıktığını görüyoruz ve öyle kalması lazım. CHP’de de tabi ki yukardan yönetmenin, merkezin yetkilerinin çok olduğu süreçler yaşanmış. Ama ortanın soluna 1965’de açılmasıyla birlikte partinin örgüt yapısı da daha demokratik hale, daha katılımcı hale gelmeye başlamış. Uzun yıllar, milletvekillerini liderler değil parti tabanı belirlemiş, belediye başkanları da böyle belirlenmiş. Bu liderin tutumuna göre zaman zaman gerilemiş. Hala da tartıştığımız bir konu. Çünkü bu karmaşık ülkede, dünyada; çözümü bir kişiden beklemekten, lideri kurtarıcı olarak görme düşüncesinden hızla uzaklaşması lazım. O yüzden bizde örgütsel reform süreklilik kazanan bir şey. En son iki tane tüzük kurultayı yaptık. Buna rağmen eksiklikler var bana göre. Partilerin kendilerini programatik olarak, örgütsel olarak sürekli gözden geçirmeleri ve yenilemeleri gerekir. Aksi takdirde devam edemiyorlar. CHP’nin bugün 91. Yılını kutluyor olması bir bakıma bu yenilenmeyi belli ölçülerde başarabilmiş olmasına bağlıdır. Henüz Avrupa’nın sosyal demokrat partilerinin yapılarına baktığımız zaman baya geriyiz. Henüz üye, örgüt ve program partisi olduğumuz söylenemez ama bu konuda ciddi adımlar atıldı. Yapısal değişiklikler de yapıldı. Yapılması gereken çok şey var daha.

alırsak genel veya yerel seçimlerde otomatik olarak oy alırız diye bir şey yoktur. O sağ partilerin tabanında olan toplumsal kesimlerin sınıfsal analizini yapıp, onların somut sorunlarına somut çözümler geliştirerek onlara daha çok yaklaşabiliriz. Öbürü kolaycı bir yoldur. Hala bu konularda sorunlarımız var.Eşitsizliklerin sürekli arttığı bir çağda, eşitsizlikler çağında yaşıyoruz. Küreselleşme, ileri teknoloji, teknolojinin gelişmesi, üretimin hızlanması vs. belirli insanlar için refah ve zenginlik getirirken belirli insanlar için getirmiyor. Demek ki sosyal demokrat bir partinin özgürlük, eşitlik ve dayanışmacı toplum ilkelerini tanıması ve o ilkelerle topluma gitmeye çalışması lazım. Yoksa sağ-sol bitmiştir propagandasına kurban ederekşekilsiz bir hale gelirseniz beklediğinizi alamazsınız. Alamıyoruz da nitekim. Tabi Sayın Kılıçdaroğlu’nun gelmesinden sonra parti bir ideolojik, siyasi, örgütsel yenilenme sürecini başlattı. Tabi bu yenilenme süreçlerinin nihai sonu yoktur; sürekli olması lazım. Toplum ve dünya değiştikçe partinin de kendisini yenilemesi gerekiyor. Geçenlerde Almanya’da bir partinin 150. Kuruluş yıldönümü davetine katıldık parti olarak. Niye bir parti 150 yıldır var? Niye CHP 91 yıldır var? Dünyadaki ve toplumdaki değişmelere uygun olarak temel değerlerinden ayrılmadan somut sorunlara yeni somut çözümler üretme yeteneğini geliştirebilen siyasi partiler ayakta kalıyor. O bakımdan CHP’nin de bu yenilenme sürecini devamlı kılması, ciddiye alması lazım.

Son dönemde, CHP’yle ilgili olarak “Parti sağa mı açılıyor?” tartışmasıgündemde sıklıkla yer buluyor. Seçim stratejisiyle ilgili eleştiriler azımsanmayacak boyutta. Sizin de bu zamana kadar yazılarınızda ve konuşmalarınızda, sağa yönelen hamleler yapmak yerine partinizin sosyal demokrasi vurgusuyla kendi programında ısrarcı davranarak ivme kazanacağını savunduğunuz biliniyor. Ayrıca bugün gelinen noktada durumun olağanüstü koşulları olduğu, bu sorunu çözmenin en demokratik ve en hızlı yolunun da izlenen stratejiyle seçim kazanmak olduğu düşüncesi de ciddi yer buluyor. Şu an bu konudaki fikriniz nedir?

“ÖRGÜTLÜ TOPLUM, SOSYAL DEMOKRAT BİR PARTİNİN GÜCÜDÜR.” Türkiye’de Gezi olaylarından bu yana yaşananlarla birlikte iktidara karşı tepkisi yoğunlaşan kesimler sokakta olma, eylemlere katılma gibi refleksleri daha çok göstermeye başladı. Gezi direnişi konusunda yapılan araştırmalarda sokağa çıkanlar arasında CHP seçmenlerinin de ciddi oranda yer aldığı görüldü. Siz parti meclisini ve yönetimini yakından takip etme şansına sahipsiniz. Bu durum partinin bu organlarında bir heyecan uyandırdı mı? CHP, Gezi’de ortaya çıkan toplumsal dinamikten nasıl etkilendi?

Ben şöyle düşünüyorum; öncelikle ideolojiyi ortadan kaldırdığınız zaman, ideolojiyi kötülediğiniz zaman, Türkiye’de siyaset daha çok kişilere ve liderlere bağlı hale geliyor ve halkında siyasete olan güveni azalıyor. O zaman şöyle diyor halk: “Bunların hepsi zaten birbirine benziyor, oradan oraya transfer oluyor; dolayısıyla bunlar sonuçta kendini düşünüyor.” Partiler arasındaki fark ortadan kalkıyor. Ben diyorum ki, CHP sosyal demokrat bir parti –programda yazıyor- ve bu yönde gelişmeye bakmak lazım. Sosyal demokrasinin bugün evrensel ilkeleri; herkes için özgürlük ve eşitlik, aynı şekilde dayanışmacı bir toplum, sosyal devlet, barışı ve demokrasiyi savunmak, dış politikalarda barışçı olmak… Bütün bunlar aslında iyi yansıtılırsa pekala sosyal demokrasi o çekirdek seçmenin dışındakileri de kavrayabilir, kucaklayabilir. 1973, 1977, 1989 bunun örnekleridir. Başarılı olduğumuz bu üç süreçte biz, daha çok sosyal demokrat söylemi öne çıkarmıştık. Bir siyasi parti; sosyal demokrat veya sol, elbette bütün seçmenlerin oyunu almak ister ama öncelikleri olması lazım. Türkiye’de bugün yirmi milyona yakın çalışan insan var. On milyon emeklinin, kadınların, gençlerin sıkıntıları var. Bu sınıfsal bakış bir tarafa atılmamalı. Sağ partilerden aday

Sosyal demokrasi şöyle düşünüyor; evet, parti önemli, üyeler önemli, örgüt ideolojisi ve program partisi kurmak önemli. Fakat bir parti nihayet bir ülkede nüfusun %3’ünü veya %5’ini örgütler. Geniş kesim partilerde örgütlü değil.Avrupa’da da dünyada da böyle; bizde de böyle. O zaman sosyal demokrat bir partinin örgütlü toplumu savunması gerekir. Sendikal hakların genişletilmesi, vakıf, dernek kurulmasının kolaylaştırılması; bu vakıfların, derneklerin, sendikaların özgürce faaliyet yapmalarının önündeki engellerin kaldırılması sosyal demokrasinin çok önemli bir görevidir. CHP de zaten örgütleme özgürlüğünü savunan bir parti. Ama Türkiye toplumu henüz gerek sendikal örgütlenme bakımından, gerek toplum örgütlenmesi bakımından çok ileri değil. Çünkü dernekler yasası ve diğer yasalar bu örgütlenmeyi ve örgütlenmenin kendini ifade etmesini çok kısıtlıyor. Mesela Taksim Meydanı yasak Gezi’den bu yana. Bu olacak şey değil. Yahut 1 Mayısı orada kutlamak için yirmi beş sene mücadele edildi. 2010’da izin verildi, sonra tekrar kapandı. Halbuki örgütlü toplumun kendi12


sini özgürce ifade edebilmesi lazım alanlarda, meydanlarda, her yerde. Dolayısıyla biz; özgür birey, örgütlü toplum, demokratik hukuk devletini savunuyoruz bir Türkiye’de ve her yerde. O yüzden başta sendikal örgütlenmeler, gençlik örgütlenmeleri, kadın örgütlenmeleri, meslek örgütlenmeleri gibi örgütlenmeler ile çok daha iç içe olmamız lazım. Başarı da oradan geçiyor. Çünkü kendi bir milyon üyemizle yetmiş altı milyonu kucaklayamayız. Kaldı ki Türkiye’de siyasi partilerin örgütlenmesinin de sınırları var. Biliyorsunuz 1960’lardan önce partiler; mahallelerde, semtlerde, köylerde örgütlenebiliyorlardı; şuan yasak. Parti en fazla belediye olanyerde parti binasını açabiliyor, orada örgütlenebiliyor. Örneğin 1960’lara kadar CHP’nin yirmi dört bini aşan örgütü vardı, yönetimi vardı. Türkiye’deki siyasi partiler yasası da örgütlenmeyi zaten kısıtlıyor. Sendikalı örgütlenmeler 12 Eylül gerisine düştü. O yüzden bu Gezi Olaylarından sonra, gerçekten CHP’nin bunu kendi arasında çok konuştuğu bir gezi ruhu var; daha çok katılım istiyor, daha çok özgürlük istiyor, daha çok demokrasi istiyor, farklı görüşlere önem verilmesini istiyor. CHP de bu yerel seçimlere giderken bir program yaptı. Daha toplumla paylaşılmadı; bugünlerde paylaşılmaya başladı. Genelde ve yerelde yönetim anlayışımız Taksim’deki taleplerden çok çok etkilendi. Onlar dikkate alındı, analiz edildi. Örgütlü toplum, sosyal demokrat bir sol partinin gücüdür. Partinin gezideki taleplere yakın durması oradaki insanlarla işbirliği ve dayanışma içerisinde olması çok önemli, onlar partiye eleştirel yaklaşsalar bile ki bu da en doğal haklarıdır. Onlarla sürekli iletişim her etkileşim içinde olmak şart. CHP bunu yapmaya çalışıyor. Taksim gezisiyle ilgili bütün araştırmalar, bütün analizler, bütün çalışmalar parti merkezimizde kurulan birimde toplandı. Başında da Prof. Dr. Sencer Ayata var. Bir çalışma yapıldı ve bu bir parti raporuna bağlandı. Bu rapor, basılarak kamuoyuna dağıtılmadı parti meclisinde incelendi ve görüşüldü. Özellikle yerel yönetimler konusunda önemli dersler ve sonuçlar çıkarıldı. Kentin, kentlilerle birlikte yönetilmesi gerekliliği vurgulandı.

ğız. Bu çekinceler kalkınca yerel yönetimlerin yetkileri artacak. Şuanda birçok konu Ankara’dan, merkezden hallediliyor. Bir bakıyorsunuz Ankara’dan bir planla TOKİ geliyor vebir şehirdeki mar durumunun tamamen dışına çıkarak, oraya el koyarak kendisine göre yüksek katlı binalar yapabiliyor. Halbuki şehirlerin bir bütünlük içinde gelişmesi lazım. İşte bu konularda ve hatta mali yönden de yerel yönetimler güçlendirilmeli. Sosyal bir takım hizmetlerin sağlanması da yine yerel yönetimlere bırakılmalı. Bunun dışında örneğin trafik polisi; yerel yönetimlere bırakılmalı. Yani yerel yönetimi ve yerel demokrasiyi güçlendirmek, halkın belediye kararlarına katılımının kanallarını açmak hiçbir zaman için bir bölünme anlamına gelmez. Özerklik bölünme değildir ki özerklik, daha çok yetkilendirmedir; bence böyle anlamak lazım. Hükümet bildiğiniz gibi büyükşehir belediyeleriyle ilgili yasa değişikliği yaptı; otuz şehri büyükşehir yaptı. Fakat yetki yine tek adamda; biz diyoruz ki belediye meclislerini güçlendirmek lazım ve belediye meclislerine meslek örgütlerinin katılımının önünün açılması lazım. Özellikle İstanbul gibi Metropollerde belediye meclisi bir yerel parlamento gibi çalışmalıdır. Bildiğiniz gibi belediye meclisi İstanbul’da ayın birkaç günü toplanıyor ve sadece imar konularını onaylıyor. Başkan da ona hükmeden, onu vesayet altında tutan bir yetkiye sahip. Ama belediye meclislerinin İstanbul’da ve her yerde belediye meclislerinin başkanı denetliyor olması lazım. O bakımdan bu, Kürt meselesi bağlamında ifade edildiği zaman sanki bir bölünme, ayrılma gibi de algılanıyor;halbukiBDP’lilerin de bu konuda açıklamaları var. Mesela Selahattin Demirtaş da diyor ki “Biz kendi bölgemiz için yerel yönetimlere yetki istiyor değiliz; Türkiye’nin her bölgesinde yerel yönetimlerin daha çok yetkiye sahip olmasını istiyoruz.” Doğrusu odur zaten, Türkiye’nin bir bölgesinde yerel yönetimlere yetki verilip öbür bölgelerinden esirgeyemezsiniz. Çünkü bütün yerel yönetimlerin daha çok finansmana, daha çok yetkiye ve katılım kanallarının daha çok açılmasına ihtiyacı var. Yerel yönetimlerin; mali işler, idare ve katılım yönünden güçlendirilmesini destekliyoruz.

“YEREL YÖNETİMİ VE YEREL DEMOKRASİYİ GÜÇLENDİRMEK, HALKIN BELEDİYE KARARLARINA KATILIMININ KANALLARINI AÇMAK HİÇBİR ZAMAN İÇİN BİR BÖLÜNME ANLAMINA GELMEZ.”

“HÜKÜMETİN BARIŞ SÜRECİ KONUSUNDA ÇOK SOMUT BİR PROGRAMI OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUZ.” Çözüm süreci ile ilgili çekinceleriniz var mı? Varsa nelerdir?

Sosyal demokrasi anlayışı evrensel çapta, yerel yönetimlerin güçlü olması gerekliliğine vurgu yapıyor. Türkiye’de güçlendirilmiş yerel yönetim, yerinden yönetim gibi konuların Kürt Sorunundan bağımsız tartışılabildiğine pek rastlanmıyor. Yerel yönetimlerin ihtiyaçları ve modelleriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Tabi barışa çok ihtiyaç var gerçekten. On binlerce insanımızı kaybettik ve otuz yılı aşkın süredir bir çatışma ortamı var. Biz diyoruz ki: Artık gençler ölmesin, kimse ölmesin ve barış kalıcı hale gelsin. Hükümetin barış süreci konusunda çok somut bir programı, projesi olduğunu düşünmüyoruz. Hatırlarsanız Başbakan ilk görüşmeleri reddetti. Sonra ortaya çıktı ki görüşülüyor. Barışa ulaşmak için de görüşülür. Çünkü bir çatışma var. Dünya örnekleri de bunu gösteriyor; IRA, ETA gibi örnekler… Fakat hükümetin bu konudaki yanlışı şu: tam seçim zamanı bu açılımları dile getiriyor – alevi açılımı da böyleydi- aradan yıllar geçiyor ciddi adımlar yok. Biz diyoruz ki; hükümet bu konudaki düşüncelerini parlamentoyla paylaşmalı. Parlamentonun katkısını almalı.

Yerel yönetimler güçlendirilmelidir. Yerel yönetim; yerinden yönetim demektir, yerel demokrasi demektir. Gerçekten demokrasinin ülke çapında gelişmesi için işe yerelden başlamak lazım. Çünkü insanlara, yurttaşlara en yakın yönetim yerel yönetimdir. İnsanların orada mahallesiyle, sokağıyla, ilçesiyle, iliyle ilgili konularda söz sahibi kılınması gerekiyor, bunun mekanizmaları kurulmalı. Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı diye bir şart var. Türkiye bunu imzaladı; çekinceleri var. CHP diyor ki biz bu çekinceleri kaldıraca13


Topluma açık ve şeffaf olarak bu barış sürecini yürütmek lazım; bu bir. İkincisi; demokratik yollarla seçilmiş, parlamentoda grubu olan bir parti olarak BDP’nin ortaya koyduğu talepler var. Bu taleplerin parlamentoda irdelenmesi ve güven verici bazı adımlar atılması lazım. Örnek vereyim size; Terörle Mücadele Yasası bu şekliyle herkesi terörist sayıyor. Böyle bir terör yasası olmaz. Onun dışında koruculuk var; Türkiye’de yetmiş bin korucu var. Onun kalkması lazım. Barış sürecinin en önemli noktası da elinde silah bulunduran, dağdaki insanların topluma, siyasete, sosyal hayata tekrar katılmalarını sağlamak. Bununla ilgili de bir çalışması yok hükümetin. Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki çekinceleri kaldırmıyor. Mesela yeni bir yasa teklifi verdi arkadaşlarımız mecliste; Nevroz da bayram olsun diye. Hükümet buna bakmıyor. Terörle mücadele yasası değişsin diye teklif verdik; yerinde duruyor. Yani güven vermiyor hükümet barış süreci konusunda, sürüncemede bırakıyor. Neden bu böyle, derseniz hükümet Türkiye’deki farklı düşünceleri, farklı inançları, farklı etnik grupları, farklı kültürleri Türkiye’nin zenginliği olarak kabul etmiyor. Onlar biraz Türk-İslam sentezine dayalı bir düşünceye sahipler. Çoğulculuğu ideolojik anlamda fazla içselleştirememiş durumda AKP; ben öyle görüyorum. Halbuki sosyal demokratik görüş şu; ülkemizin içerisinde farklı etnik kimlikler, farklı kültürler, farklı inanç grupları var. Biz bunları Türkiye’nin zenginliği olarak kabul ediyoruz ve bunların kendini ifade etmesinin, gelişmesinin ve anlaşılmasının önündekianayasal, yasal, idari engellerin kalkmasını savunuyoruz. O yüzden az evvel söylediğim yasalar bunların başlangıcıdır. Burada en kritik sorun, anadilde eğitim meselesidir bildiğiniz gibi. Bu CHP içinde de tartışılan bir konu; uluslararası boyutta da tartışılan bir konu. Türkçeyi zaten ‘resmi dil’ olarak reddeden yok. BDP de reddetmiyor. Halkların, insanların birbirleriyle anlaşmaları için bir resmi dile ihtiyaçları var. “İkinci bir dil nerelerde, ne ölçüde kullanılacak?” sorusu Türkiye’de tartışmalı. Ama dünyada birçok örnek var; iki dilli, üç dilli eğitimler var. O noktaya gelinene kadar yapılması gerekenleri hükümet yapmıyor. Alevi meselesinde de öyle. Bakın, beş altı tane çalıştay yapıldı; biz de katıldık alevi meselesiyle ilgilenen insanlar olarak. Aradan bu kadar yıl geçti daha cemevlerinin statüsü bile tanınmadı ya da zorunlu din derslerinin bu içerikle devam etmemesi konusunda Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin verdiği karar uygulanmadı; aksine başka dersler konuldu. Hükümet bu konularda bence samimi değil. Çünkü onların çoğulculuk anlayışı buna olanak vermiyor. Ama yine de bölgeye gidip insanlarla konuştuğumuzda (seçim çalışmaları için bir haftadır güneydoğu bölgesindeydim) insanların barış istediğini, silahların tekrar ateşlenmesini istemediklerini, gençlerin ölmemesini istediklerini söylüyorlar ve barış sürecinin gereklerinin yerine getirilmesini talep ediyorlar; bu çok önemli. Yani barış süreci diyerek terörle mücadele yasasını değiştirmezsen, yerel yönetimler şartındaki çekinceleri kaldırmazsan, koruculukla ilgili düzenlemeyi yapmazsan, dağdakilerin toplumsal hayata katılmaları için koşulları oluşturmazsan, köylerine yeniden dönmek isteyen insanlara köyde yeniden bir hayat kuracak imkanları sağlamazsan barış nasıl kurulacak? Onun için öncelikle bu adımların atılması lazım.

“BASINI ÖZGÜR OLMAYAN BIR ÜLKE DEMOKRATIK OLAMAZ.” Türkiye’de medya ve siyaset ilişkileri hep tartışılmıştır fakat şuan bu tartışmanın daha da yoğun ve sert olduğunu görüyoruz. Bu konuda da fikrinizi alabilir miyiz? Biliyorsunuz ki Türkiye’de basın ve medya konusunda çok vahim bir durum söz konusu. Uluslararası bir takım ölçümler var; Türkiye bu ölçümlerde çok gerilerde. Bu hükümet kendi yanlış politikalarını ve yolsuzluklarını örtmek için medya üzerinde bir hegemonya kuruyor. O kadar ki onların mali yapılarına kadar giriyor, kadrolarında kimler olacağına karar veriyor, çalışanlarının işlerine son verilmesi için baskılar yapıyor ve bunlarda başarılı oluyor. Halbuki bizim için ifade özgürlüğü neyse basın özgürlüğü de odur. Basını özgür olmayan bir ülke demokratik olamaz. Onun için AKP artık ileri demokrasi sözünü kullanmıyor; vazgeçti ondan. Çünkü demokrasinin var olan kazanımları bile geri gidiyor.Bakın dün, hepimizin vergileriyle finansa edilen TRT’nin partilere yer verme süreleri açıklandı. Sonuçlar korkunç(“TRT Haber mitinglerden kesitler yayınladığı seçim yayınlarının toplam yayın süresinin yüzde 89.52’sini (13 saat 32 dakika) AK Parti’ye, yüzde 5.29’u (48 dakika) MHP’ye, yüzde 4.96’sı (45 dakika) CHP’ye, yüzde 0,22’si (2 dakika) BDP’ye ayrıldı.” hurriyet.com.tr 13 Mart 2014). Medya, büyük bir vesayet ve baskı altında… AKP bunu, hem çoğulcu demokrasiyi içselleştirmediği için hem de son büyük yolsuzluk meselelerinin ortaya çıkmasını engellemek için yapıyor. Bununla da yetinmiyor sosyal medyayı kısıtlamakistiyor. Oysa sosyal medya hükümetin kolay nüfuz edemediği bir yer. Milyonlarca insan orada kendilerini özgürce ifade ediyor. Onu da yasaklayabilirim diyor; hatta yasaklayacağım diyor. Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, hak arama özgürlüğü olmazsa Türkiye yavaş yavaş demokrasiden diktatörlüğe doğru gidiyor demektir. Öyle de oluyor maalesef; otoriter bir rejime gidiyoruz.

“YAPILACAK İLK İŞ, HUKUK DEVLETİ NORMLARINI YERLERİNE KOYMAKTIR. BUNUN İLK ADIMLARINDAN BİR TANESİ DE KUVVETLER AYRILIĞINI SAĞLAMAKTIR” İktidar-Cemaat gerilimi, dinlemeler yolsuzluklar derken söz konusu çatışmanın devlet mekanizmalarını da etkilediği görülüyor. Önümüzdeki dönemlerde bir iktidar değişikliği olsun-olmasın devlet ve yargı mekanizmalarıyla ilgili aksaklıkların çözümünün bir hayli zor olacağı görüşü ön plana çıkıyor. Bir sonraki dönem CHP’nin iktidara geleceği varsayımında bulunalım. CHP’nin işinin kolay olacağını düşünüyor musunuz? Böyle bir durumda nasıl bir süreç nasıl işletilmelidir ki söz konusu aksaklıklar giderilsin? Türkiye gerçekten bu boyutta yolsuzlukları bugüne kadar yaşamadı. Yolsuzlukları örtmek için hükümetin yargıyı yok sayması, emniyetin bütün kadrolarını dağıtması Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulun’da değişiklik yapıp doğrudan bakana bağlaması; bunlar vahim şeyler. Yani hukuk devleti ortadan kalkıyor. Dolayısıy14


la demokrasiden uzaklaşmış oluyoruz. Bunları tamir etmek için hazırlıklı olmak, programlı olmak gerekiyor. Türkiye’nin şöyle bir avantajı var; Türkiye çağdaş dünyanın bir parçası. Bir demokratik devlet, bir hukuk devleti, bir anayasal devlet nedir biliyoruz. Bunun temel ilkleri var; güçler ayrılığı olacak, yargı bağımsız ve tarafsız olacak. Türkiye’de bu konularda çok iyi kurumlar var, meslek kurumları var. Mesela baroların bir süredir çıkan ilanlarına bakıyorsunuz; Türkiye’yi hukuk devletine çevirmek çok kolay. Ama tabi kadrolar çok karmakarışık. Devlet içinde görev yapan kadroların da hukuk devletini benimsemiş insanlar olması lazım. Ama şimdi görüyoruz ki on iki senedir AKP hükümeti içerde bir koalisyon kurmuş. Şimdi çıkar çatışması yüzünden bunlar birbirleriyle savaşıyorlar. Bu arada olan; hukuk devletine, demokratik haklara oluyor. Biz bir CHP iktidarı zamanında bir hukuk devletini yeniden kurmak, güçler ayrılığını gerçekleştirmek, siyasi partiler ve seçim yasalarını daha demokratik hale getirmek istiyoruz. Biraz önce konuştuğumuz Kürt sorununa dönecek olursak; haklı olarak arkadaşlarımızın bir talebi var. Yüzde on barajı dünyanın hiçbir yerinde yok. Bu baraj yüzde üçe inmeli. En fazla yüzde beş olabilir. Biz bunun da kanun teklifini meclise verdik çünkü bağımsız olarak o bölgeden aday olmak o kadar zor bir şey. Halbuki baraj düşse, parti olarak girseler bugünkünün iki misli temsilci getirecekler. Barış sürecine tekrar döndük ama o süreci güçlendirmek için daha doğrusu bu sürecin ciddiyetini göstermek için hükümet tarafından hiç değilse bu adımların atılması lazım. Bunlar güven arttırıcı ön-

lemlerdir. Bunlardan bir tanesi de barajın düşürülmesi, bölge insanının parlamentoda daha çok temsil hakkına kavuşmasıdır.

“KURUCU LIDERLERIN YANLIŞLARI, EKSIKLIKLERI ELBETTE VARDIR AMA HUKUK DEVLETI OLMA YOLUNDAKI HEDEFLERIN KONMASI BILE BÜYÜK ILERLEME VE DEĞIŞIMDIR.” Hukuk devleti konusunda CHP kararlı; zaten 2011 seçim bildirisinde de vardı bunlar. Yapılacak ilk iş, hukuk devleti normlarını yerlerine koymaktır. Bunun ilk adımlarından bir tanesi de kuvvetler ayrılığını sağlamaktır. Yargıyı hükümetin güdümünden çıkarmaktır. Yargıya etki o kadar ki HSYK’da bakan var; şimdi başkanlık ediyor. Bizim görüşümüz çok açık; yargı yönetimden tamamen bağımsız olmalıdır ve aslında bunu sağlamak da çok zor değil.Türkiye’nin hukuk insanları, baroları bunu istiyor. Bu adımlar atılır ama tahribat büyük ve zaman alacaktır. Buna karşı direnç gösterilecektir. Ama evrensel standartlarda bir hukuk devleti de kurulacaktır. Türkiye’de Sosyal demokrasi kavramıyla da sık sık birlikte tartışılan hatta karşılaştırılan bir kavram Kemalizm. CHP’ye getirilen eleştirilere baktığımız zaman pek çoğunun yanına Kemalizm kavramının bir şekilde eklemlendiğini, kavramla ilgili bir karşı şartlanmanın söz konusu olduğunu görüyoruz.Bu eleştiri şekliyle ilgili düşüncenizi öğrenebilir miyiz? 15


girmemesi gerekir. Sosyal demokraside denir ki; evet sivil toplum vardır, sendikalar vardır, dini gruplar vardır. Bunların da özgürlükleri vardır. Bunun şartı da hukuk devletinin ve demokratik anayasanın -henüz bizde demokratik anayasa da yok(gülümsüyor)- kuralları içinde hareket etmektir. Biz de öyle bakıyoruz. Şimdi bu hükümetin, bu cemaati tamamen içine aldığını biliyoruz. Başbakan diyor ki: “Söyleyin bakalım bizden önce kaç kaymakamınız, kaç valiniz, kaç hakiminiz vardı; şimdi ne kadar var?” Bu çok vahim bir şey... Demek ki bilerek bir dini cemaatle hükümet ortaklığı kurmuşlar, paylaşım içerisinde olmuşlar ve sonra aralarında bir itilaf çıkmış –bu bir paylaşım savaşı bence- ve şimdi istiyor ki o kendi kavgasını herkes onun üslubuyla, onun gerekçeleriyle yürütsün. Biz diyoruz ki; vatandaşın ve siyasi partilerin muhatabı hükümettir. Biz hükümeti sorumlu tutuyoruz. Kendi içine bir dini cemaati, imtiyaz tanıyarak koyması, hatta onları yargılamalar gibi belli konularda desteklemesi, onların savıcısı olması… Sonra ne dediler? Kumpas kurdu bunlar. Biz kumpas kurmaktan doğrudan hükümeti sorumlu tutuyoruz. Çünkü kimin yargıda, emniyette görev alacağına hükümet karar veriyor sonuç olarak. Bizim muhatabımız odur. Yani sosyal demokrat bir partinin bir dini cemaatle oturup, konuşup anlaşarak siyasi ittifak yapması söz konusu değildir. Sayın Kılıçdaroğlu da geçenlerde, cemaatle böyle bir görüşme olmadığı yönünde açıklamalarda bulundu. Biz şunu savunuyoruz; Türkiye’de biliyorsunuz siyasi partilerin ittifak yapması yasak yani bir seçime giderken örneğin üç parti bir araya gelip liste çıkaramıyor. Batıda böyle bir yasak yok. Biz siyasi partiler yasasındaki bu yasakların kaldırılmasını savunuyoruz. Bu cemaatle ilgili bir şey değil tabi apayrı bir şey. Avrupa’da ve Dünya’da pek çok yerde belli bir hükümet programında uzlaşabilen partiler diyebiliyorlar ki; biz seçime birlikte giriyoruz, koalisyon hükümeti kuracağız. Yani daha seçime girmeden koalisyon hükümetini açıklıyorlar programlarıyla beraber. Örneğin Almanya’da yeşiller ve sosyal demokratlar bir program açıkladılar ve beraber koalisyon kuracağız dediler ama seçim sonuçları buna elvermedi. CHP’nin siyasi partiler arasında seçim işbirliğinin, seçim ittifakının yolunun açılmasını istediğini biliyoruz ama bir cemaatle oturup siyasi bir konuda ittifak kurmak, işbirliği yapmak… Bu gerçeği yansıtmıyor. Böyle bir şey yok olmaması da lazım.

“SOSYAL DEMOKRAT BİR PARTİNİN BİR DİNİ CEMAATLE OTURUP, KONUŞUP ANLAŞARAK SİYASİ İTTİFAK YAPMASI SÖZ KONUSU DEĞİLDİR.” Başlangıçta da söylemiştim; CHP cumhuriyetle yaşıt, yaklaşık soksan yıllık bir parti. Bu parti doksan yıl boyunca her şeyi doğru yapmış olamaz. Yanlışları da vardır, aksi mümkün değildir. Bu eleştiriler daha çok CHP’nin ilk dönemine yöneltiliyor. Tabi Osmanlı Devleti dağılmış, bütün dünyada otoriter rejimlerin havası esiyor ve Osmanlı Devleti yerine bir cumhuriyet kuruluyor, bir ulus devlet yaratılıyor, irade meclise geçiyor ve ‘kul’ yerine ‘yurttaş’ getiriliyor; zor bir süreç. O günkü koşullarda ulus devleti oluşturmak için bir homojenleştirme görüşü hakim olmuş olabilir. Çoğulcu yapı göz ardı edilmiş olabilir. Nitekim sonraki yıllarda da CHP yönetimlerinin yanlışları vardır nitekim Takrir-i Sükun Yasası, alternatif parti denemelerinde başarısız olunması, varlık vergisi gibi bir çok şey söyleniyor. Bunlar vardır ve CHP o günlerin koşullarında yapılanları kendi içinde de tartışabilmektedir. Fakat Türkiye sağı büyük bir çarpıtma yapıyor. Koalisyon ortağı olduğumuz dönemlerle birlikte CHP’nin iktidara gelemediği son altmış dört yılın sorumluluğundan kurtulmak için dönüp tek parti dönemine suçlamalarda bulunuyorlar. Ben şöyle anlıyorum Atatürkçülük konusunu; bir kere Cumhuriyet, Türkiye tarihinin büyük bir devrimidir, atılımıdır ve Atatürk de bunun başındaki bir insandır. Dolayısıyla böyle kurucu liderlere toplumun her kesiminin saygılı olması, saygılı bir dil kullanması lazım. Bütün dünyada bu böyledir. Kurucu liderlerin yanlışları, eksiklikleri elbette vardır ama hukuk devleti olma yolundaki hedeflerin konması bile büyük ilerleme ve değişimdir. Bunun kabul etmeliyiz. İkincisi Atatürk demiştir ki: “Hedef çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktır.” Buna konsantre olmaklazım. Çağdaş uygarlık düzeyi bugün nedir? Buna bakılmalı. İşte bu demokrasi demektir; özgürlükler, insan hakları, sosyal adalet, farklılıklarla barış içinde yaşam demektir. Biz özellikle sosyal demokrat kesim olarak, Atatürk’ün sözünü ettiği çağdaş uygarlık hedefini böyle tarif ediyoruz ve CHP’nin de o nokta için gayretlerini arttırması, programını geliştirmesi ve de bunu halkla iyi paylaşması gerektiğini söylüyoruz. Başbakanın da bu kadar yolsuzluğun olduğu, demokrasiden bu kadar uzaklaştığı bir dönemde sürekli tek parti dönemine, cumhuriyetin ilk yıllarına dönmesi, oralardan kendisine çıkış yolu araması bence abesle iştigaldir ve doğru değildir. Hükümet ile Gülen Cemaati arasındaki anlaşmazlık ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Özellikle iktidar kanadından CHP ile Cemaat arasında bir anlaşmaya varıldığı iddiası sık sık dile getiriliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Değerli vaktinizi ayırıp, sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz.

Sosyal demokrasi bir kere inançlara saygılı bir laiklik anlayışına sahip, öyle diyelim. Bu Ecevit’in tabiridir. Aslında laiklik özünde bütün inançlara eşit mesafede ve saygılı olmaktır. Ama inanç gruplarıyla devlet işleri konusunda da belli ölçüler vardır. Bunların birbirine

14.03.2014, İstanbul

16


MİNERVA

TÜRKİYE’DE MUHALEFET DOĞUYOR Neslihan BARUT

neslihnbarut@gmail.com

“Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiçbir zaman var olmadı ve var olmayacaktır.’ Jean Jacques Rousseau

bir zorunluluğa dönüşmesine ve nihayetinde Serbest Cumhuriyet Parti’sinin kurulmasını sağlayacaktır. Serbest Cumhuriyet Partisi parti içinde doğan bir muhalif hareketle değil, Mustafa Kemal’in çok partili hayata geçiş arzusu doğrultusunda Ali Fethi Okyar tarafından kurulan bir partidir.Liberal ekonomi ve laik düzene bağlılık ilkeleriyle hareket eden bu partinin ömrü çok kısa olmuştur.Ali Fethi Okyar’ın Ege gezisi sonrası yaşanan olaylar ve sonrasında yapılan 15 Kasım görüşmeleri partinin kapanmasına yol açmıştır.

C

umhuriyet tarihi incelemeleri yaparkenkarşılaşabileceğimiz en büyük tehlikelerin birisi Türkiye’nin çalkantılı siyasi hayatı içinde kaybolmaktır. Öyle ki geçmişe dönüp baktığımızda faili meçhul cinayetlerin, kanlı mitinglerin, darbelerin bolluğu içinde yaşadığımızı fark ediyoruz ve maalesef gün geçtikçe bu karanlık olaylara yenilerini ekliyoruz. Bu yazıda öncelikle Türkiye’nin muhalefetle nasıl tanıştığı sorusuna cevap aranıyor. Sonrasında çok partili hayata geçiş sürecine değiniliyor ve çok partili hayata geçişin ilk başarılı örneği olan Demokrat Parti döneminin 27 Mayıs ihtilaliyle siyaset sahnesinden çekilmesi anlatılıyor. Gücünü halktan alan ve demokrasiyi kendine ilke edinen bir partinin başarılı seçimlerden sonra demokrasi ikilemi içinde karanlığa sürüklenmesinin gerçek hikayesi.

Çok partili rejime geçiş denemeleri arkasında iki başarısız girişimi bırakarak Demokrat Parti’nin kuruluşuna kadar askıya alınmıştır. Demokrat Parti’nin tarih sahnesine çıkmasıyla Türkiye’de yeni bir döneme girilecek ve yıllarca muhalefetsiz bir iktidara sahip olan CHP’nin adeta rol değiştirerek siyasi arenada uzun yıllar yeni muhalefet partisi olarak devam etmesine yol açacaktır. TÜRKİYE’DE YENİ BİR DÖNEM: DEMİR KIR AT DÖNEMİ

TÜRKİYE’DE MUHALEFET DOĞUYOR Çok partili rejime geçiş her ne kadar 1945 yılından sonra gerçekleşmiş olsa da Mustafa Kemal Atatürk hayattayken çok partili rejime geçme arzusu içindeydi. Bu arzunun somut örnekleri olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkasının kuruluşu gösterilebilir. Ancak bu iki parti çok partili hayata geçişin başarısız örnekleri arasında yer almıştır.

Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi siyaset tarihinde benzerine rastlanmamış bir deneyimdir. Dünyada hiçbir tek parti yönetimi kendi denetimindeki bürokrasi ile çok partili yönetime geçmeyi başaramamıştır. Bu noktada İsmet İnönü’nün atılımları kesinlikle azımsanmayacak ölçüdedir. Aynı zamanda dış baskıların etkisi de bu süreci hızlandıran nedenler arasındadır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Halk F ırkası içinde bulunan muhalif grubun ayrı bir cephe oluşturmasıyla 17 Kasım 1924 yılında Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Refet Bele,Rauf Orbay ve Adnan Adıvar öncülüğünde kurulmuştur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Cumhuriyet tarihinin ilk muhalif hareketi ve ilk muhalefet partisidir.Aralarında Muş,Ergani,Dersim,Mardin gibi bölgelerin bulunduğu yerlerde dini propaganda yaptığı iddiasıyla illegal bir örgüt olarak addedildi ve İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak 3 Haziran 1925 yılında kapatıldı.1

Uzun yıllar süren tek partili dönem çeşitli çevrelerce eleştirilmeye ve kamuoyunda tekdüzelik olarak değerlendirilmeye başlamıştı. Bunun aksine çok partili siyasete geçme fikri hızla yaygınlaşmaktaydı. Ancak daha da önemlisi 2.Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada siyasi dengeler değişmişti. Türkiye bu dönemde ABD’ye yakın bir siyasi tavır içindeydi. Yaşanan bu gelişmeler Türkiye’yi çok partili döneme hazırlamıştı. Tüm bu gelişmeler yaşanırken parti içindeki muhaliflerin sesleri her zamankinden daha etkin bir şekilde yükselmeye devam ediyordu. Bu muhalif seslerin başında Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan bulunuyordu. İlk muhalif tepkilerini Şükrü Saraçoğlu Hükümeti’nin güven oylamasında güvenoyu vermeyerek gösteren bu isimler Dörtlü Takrir önergesini meclise sundular. Bu önerge daha liberal ve daha demokratik söylemler içermekteydi ancak içeriğinden de önemlisi önerge meclis tarafından reddedilmiştir. Yaşanan bu olay Demokrat Parti’nin kuruluşundakien önemli somut sebeplerden biridir.Ayrıca bu önergenin sunulduğu sıra-

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ilk örgütlü muhalif hareket olarak anılacak olsa da aynı zamanda çok partili hayata geçişin ilk başarısız örneği olmuştur.Bu başarısız örnek elbette devamında yeni bir muhalif partinin kurulma fikrini zorlaştıracaktır. Ancak muhalefetsiz geçen her dönem tek partili rejimin kontrolsüz kalmasına yol açacak ve bu durum birtakım hoşnutsuzluklara yol açacaktır.Bu durum yeni bir siyasal oluşumun gereklilikten 1

Tolga Uslubaş,Geçmişten Günümüze Türkiye,İstanbul, Venedik Yayınları,2013,s.21

17


lar Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Tasarısı TBMM’de görüşülüyordu. Dörtlü Takrir’i sunan muhalif grup bu tasarıya karşı çıkmışlardı. Burada Adnan Menderes ‘in Egenin büyük toprak ağalarından biri olduğunu hatırlatmak gerekir.Dörtlü Takrir’i imzalayanlar1946 yılında Demokrat Parti’yi kurdular.

Demokrat Parti’nin kuruluşuyla yeni bir döneme girilmişti. Halkın büyük bir kısmı yeni partiyi benimsemeye hazırdı. Gerçi bu ‘demokrat’ sözcüğünün anlaşılması kolay olmamıştı.Kelime yabancıydı.Ancak dilimize uydurulması gecikmedi.Kimler yaptıysa,birileri bunu ‘Demirkırat’diye Türkçeleştirdi ve partinin ası geniş halk kesimlerince o şekilde ‘’telaffuz’’edilir oldu.Demir kır at..Yani demirden bir kır at.2 DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİNDE DEMOKRASİ İKİLEMİ Halk tarafından zamanında kolayca kendi dilimize çevrilen ‘demokrat’ sözcüğü ‘demokrasi yanlısı’ anlamına gelmektedir. Geçmişten günümüze birçok siyasi isim, siyasi parti ya da önünde bir siyasi sıfatı taşımayan herhangi bir birey demokrat kelimesini rahatça kullanmış kendini demokrat olarak tanımlamıştır. Ancak böylesine demokrat söylemler bolluğu içinde yaşadığımızı düşünüp şu an geldiğimiz noktaya baktığımızda demokrat kelimesinin demirden kır bir at olmaktan öteye geçemeyip yalnızca siyasetimizi süslediğini söylemek yanlış olmaz. Demokrat Parti,7 Ocak 1947’de 1.Büyük Kongresi’ni yaptı. Kongrede Hürriyet Misakı olarak bilinen ve kabul edilen rapor, partinin tavrını ortaya koyuyordu. Bu rapora göre, demokratik olmayan ve anayasaya aykırı yasaların kaldırılması, seçimlerin Yargı tarafından denetlenmesi, Cumhurbaşkanlığı nın parti liderliğinden ayrılması isteniyordu. Her partide olduğu gibi, Demokrat Parti’de de bir zaman sonra gruplaşmalar ortaya çıktı. İsmet İnönü’nün 1947’yayımladığı 12 Temmuz Beyannamesi, iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkilerin yumuşamasına yol açmıştı;ama,DP içindeki sertlik yanlısı grubun da net bir tavır almasını sağladı.Fevzi Çakmak,Sadık Aldoğan,Kenan Öner,Osman Bölükbaşı,Yusuf Hikmet Bayur ve Yusuf Kemal Tengirşenk gibi önemli milletvekilleri partiden ayrıldılar ve 20 Temmuz 1948’de Millet Parti’sini kurdular.Demokrat Parti ve Millet Parti’si 17

2 Altan Öymen,Bir Dönem Bir Çocuk, İstanbul, Doğan Kitap, 2002,s.506 3 Uslubaş,a.g.e,s.110 3

Ekim 1948 ve 16 Ekim 1949’daki ara seçimlere katılmadılar.16 Şubat 1950’de Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan bir Yüksek Seçim Kurulu’nun oluşturulmasını öngören seçim yasası kabul edildi. Böylece gizli oy, açık tasnif ve yargı denetimi kabul edilmiş oldu.14 Mayıs 1950’de genel seçimler yapıldı. Demokrat Parti 487 milletvekilliğinin 408’ini kazandı ve 22 Mayıs 1950’de Menderes başkanlığında ilk DP hükümeti kuruldu. Celal Bayar Türkiye Cumhuriyeti’nin 3.Cumhurbaşkanı seçildi ve genel başkanlıktan ayrıldı.3 İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği sıkıntılar, yokluklar, huzursuzluklar, sıkıyönetim ile kısıtlanmış özgürlükler halkı CHP’ye karşı soğutmuştu. Hem bu olumsuzluklar hem de Demokrat Parti’nin vaatleri halka sıcak gelmiş ve sonuç olarak bu başarı kaçınılmaz olmuştur. Büyük bir seçim başarısı göstererek iktidara gelen Demokrat Parti 1950-1960 yılları arasında üç dönem iktidarda kalmıştır.Bu süreçte çeşitli politikalar izlenmiştir. Özellikle ekonomide liberalleşme adına önemli adımlar atılmıştır. Bu dönemde Amerika’dan ve Batı Avrupa ülkelerinden yardımlar alınmış, yabancı yatırımlar desteklenmiştir böylece ekonomide bir kalkınma ve refah dönemine girilmiştir.ABD ile iyi ilişkiler kurulmuştur.1950 yılında Kore’ye asker gönderilmiş ve bu gelişmeleri takip eden süreçte Türkiye Nato’ya alınmıştır. Ekonomik ve siyasal gelişmelerin yanında,daha önce halkın tepkiyle karşıladığı sosyal hayata etki edenbirtakım yasaklara da yeni düzenlemeler getirmiştir. Ezanın Arapça okunması, radyoda dini programların yapılması ve okulda din eğitimi derslerinin zorunlu hale getirilmesi sağlanmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi döneminde özellikle dini alandaki reformlar halkın büyük bir kısmı tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu reformlardan biri olan ‘din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması’ konusuna bir başka açıdan baktığımızda ise toplumda birden çok farklı inanç grubu olmasına rağmen tek bir mezhebin öğretileriniiçeren bir din eğitiminin, dini özgürlüğün belli bir kesimi içeren bir olgu olarak –yanlış-algılandığını görmekteyiz.Bu dönemde halk evleri ve Köy Enstitüleri dekapatılmıştır. Demokrat Parti’nin 1950-1954 yılları arasında geçen birinci dönemi bu şekilde ekonomik ve sosyal hayata getirilen düzenlemelerle geçmiştir, ikinci döneme ise daha yüksek bir oy oranıyla girecek adeta gücüne güç katacaktır. 2 Mayıs 1954 seçimleri daha büyük zaferle kazanılır. Lakin bu düşüşün de başlangıcı olacaktır. DP oyların yüzde 56, 6’sını alarak 541 milletvekilliğinden 503 nü kazanır. CHP yüzde 35 oy alarak 31 milletvekili çıkarır. Bu seçim başarısında özellikle tarım alanında yapılan atılımın büyük payı vardır. Alınan Marshall yardımından sağlanan gereçlerle tarımda makineleşmeye gidilir. Tarım kredileri artarken, ürün taban fiyatları yüksek tutulur. Dış piyasa taleplerinin ve üretimin artmasıyla üretici gelirleri yükselmiş halkın yaşam koşulları ferahlamaya başlamıştır.4 Tüm bu olumlu gelişmeler olurken sürekli bir kavga halinde olan iktidar ve muhalefet ilişkisi, Demokrat Parti’nin muhalefete karşı olan tutumunun

Çok partili döneme geçiş: Demokrat Parti iktidarı(1),20.02.2014 http://blog.milliyet.com.tr/cok-partili-doneme-gecis--demokrat-parti-iktidari-1-/ Blog/?BlogNo=238864

18


sertleşmesiyle daha da gergin bir ilişki halini almıştır. Aynı zamanda parti içinde de huzursuzluklar meydana gelmiş iç anlaşmazlıklar yaşanmış ve devamında partide ayrılıklar yaşanmıştı. Büyük bir zaferle ikinci kez iktidara gelen Demokrat Parti’de ikinci dönem bu şekilde çalkantılı geçiyordu ve belki de devamında yaşanan anti demokratik tavırların temelini bu olumsuzluklar oluşturuyordu. En etkili ve en büyük söylemlerinden biri olan demokrasi kavramına zıt birtakım gelişmeler oluyordu. Partiye karşı eleştirel bir tutum içinde olan basın organlarına yasaklar getirilmeye başlandı. 1954 seçimleri öncesinde basından gelen eleştirilere karşı ağır cezalar içeren yasa çıkarmıştı. Bu yasa sonrası tutuklanan gazeteciler iddialarını ispat hakkından bile yoksun bırakılıyordu. Bu demokrasi dışı tutumdan payını alan yalnızca basın mensupları değildi.Aynı tutum muhalif üniversitelerde öğretim üyelerine ve memurlara da karşı da oluşmuştu. ...Dağılarak, ikişer ikişer yürümeye başladık. Herkes bizim gibi birer ikişer dolaşıyordu. Bir süre sonra yanımdaki arkadaşla yorulduk. Haseki Hastanesi önündeki parkta bir banka oturmuştuk ki yine çevremizi birkaç polis aldı. Neden oturduğumuzu sordular. Oranın bir park olduğunu ve bankların oturmak için konulduğunu söylemek gafletinde bulununca, en galiz küfürlerle ve ite kaka kaldırdık ve o gün o parkta oturmanın yasak olduğunu öğrendik. Türkiye’de o günlerde demokrasi vardı!…5 Cumhuriyet tarihimizin en acı verici –maalesef seçmekte zorlanılsa da- ve utanç verici olaylarından biri olan 6-7 Eylül(1955)olayları da bu dönemde yaşanmıştır. İstanbul’da yaşayan gayrimüslimler yalan bir haberle hedef gösterilmiş ve binlerce kişi gayrimüslimlerin ev ve iş yerlerini yağmalamışlardır. Bu yalan haberin yayılmasında Demokrat Parti’ye yakın olduğu bilinen Ekspres Gazetesinin ‘Atamızın evi bombalandı’ manşetininse büyük payı olmuştur. Yaşanan bu utanç verici olaydan sonra gayrimüslimlerin can ve mal güveni azalmış ve göç etmeye başlamışlardır. Demokrat Parti tüm bu iç karartıcı tabloya rağmen 1957’de yapılan erken seçimlerde -bu sefer oy oranını yükseltemese de- tekrar iktidara geldi. Oy oranlarındaki bu düşüşün en büyük sebeplerinden biri ise ekonomide yaşanan gerilemelerdi. Eldeki kaynakların plansız programsız kullanılması, tarım alanında elde edilen gelişmenin sürdürülememesi, bozulan dış ticaret dengesi, döviz varlığının tüketilmesi, hızlı kalkınma modelini 5 Toktamış Ateş,68’li Olmak,Ankara,1992,Ümit Yayıncılık,s.19 6

gerçekleştirmek isteyen hükümetin enflasyonu engelleyememesi, ekonomiyi dar boğaza sokar.6 Bu süreçte muhalefete karşı bir baskı ortamı oluşmuştu. Ancak en çok tepki çeken muhalefeti ve muhalif basını engellemek için kurulan Tahkikat Komisyonu’nun kurulması oldu. Bir taraftan Ankara ve İstanbul’da öğrenci hareketleri başladı. 28-29 Nisan olayları olarak alınan bu protestolarda polis müdahalesi sonucu Turan Emeksiz adlı öğrenci hayatını kaybetti.Bu olayların devamında sıkıyönetim ilan edilmiş İstanbul Üniversitesi kapatılmıştır.27 Mayıs ihtilaline zemin hazırlayan, görünürdeki somut sebeplerden bazıları bunlardır. Her devrim mutlaka bir ihtilal sonucunda gerçekleşmediği gibi,her ihtilal de mutlaka bir devrim ortaya çıkarmaz.Bir ihtilalin ne getirdiği, da ne götürdüğü ancak sular durulduktan sonra anlaşılabilir.7 27 Mayıs darbesiyle Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmiştir. Türk siyasi hayatına 27 Mayıs İhtilali olarak geçen bu olayın sonunda verilen idam hükümleri günümüzde dahi eleştirilmektedir. Ancak ne yazık ki bu darbe Türkiye’nin vicdan sızlatan ilk darbesi olmasına karşın yaşanan son darbesi olmamıştır. KAYNAKÇA ATEŞ, Toktamış,68’li Olmak, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1992 ÖYMEN, Altan, Bir Dönem Bir Çocuk, Doğan Kitap, İstanbul,2002 TANİLİ, Server, Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz, Cumhuriyet Kitapları,İstanbul,2009 USLUBAŞ,Tolga, Geçmişten Günümüze Türkiye, Venedik Yayınları, İstanbul,2013 İNTERNET KAYNAKLARI KİRMAN, Emin, Çok Partili Döneme Geçiş Süreci ve Türk Siyasal Kültüründe Muhalefet Olgusunun Gelişimi (1946-1950),Erişim Adresi: <http://eprints.sdu.edu. tr/318/1/TS00482.pdf> Erişim Tarihi:25.02.2014 MAKAL, Ahmet, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963, Erişim Adresi: http://www.obarsiv.com/pdf/ahmet_makal.pdf, Erişim Tarihi:25.02.2014 ŞAHİN, Meltem, Çok partili döneme geçiş: Demokrat Parti İktidarı, <http://blog.milliyet.com.tr/ cok-partili-doneme-gecis--demokrat-parti-iktidari-2-/ Blog/?BlogNo=239215>Erişim Tarihi:25.02.2014

Çok partili döneme geçiş: Demokrat Parti İktidarı(2),20.02.2014,<http://blog.milliyet.com.tr/cok-partili-doneme-gecis--demokrat-parti-iktidari-2-/ Blog/?BlogNo=239215> 7 19 Ateş, a.g.e,s.33


Hazırlayanlar: Miray KARADENİZ Rasim Mert ÖZÇELİK

krdnzmiray@gmail.com rsmmert@gmail.com

KİTAP SÖYLEŞİSİ: “CHP’DE ORTANIN SOLU SÖYLEMİ VE 1965 SEÇİMLERİ” Çalışmanın içeriğini anlatabilir misiniz biraz?

Bölümümüzde doktora öğrenimine devam eden Altuğ Koç, yine bölümüzde hazırladığı yüksek lisans tez çalışmasını kitaplaştırdı. Bu kitap serüvenine biz de katılalım istedik ve kendisiyle çalışma konusu ve kitabı hakkında söyleştik.

Önce kitabın konusundan açıklayayım. Biz burada CHP’de ortanın solu söylemi neden çıkmış, CHP niye böyle bir sola kaymaya başlamış, ne noktaya gelmiş bunun üzerine bir çalışma yapalım, bu sürecinilk evrelerini araştıralım istedik.Giriş kısmında da birçok başlık var aslında; Osmanlı’da sol birikimleri var,Avrupa’ da sosyal demokrasi örnekleri var. Keza tek partili dönemi var. Daha sonra tek parti döneminin kırılma noktası yani çok partili hayata geçişi inceledik.Tek parti dönemi gerçekten antidemokratik mi yoksa demokratik mi; bunu tartıştık.Daha sonra zaten 2. Dünya Savaşının bitim ve bunun Türkiye’deki yansıması… 1950-1960 süreci de ayrıntılı olarak var. Niye var?CHP için bu süreç müthiş bir siyasi okul oluyor aslında.Çünkü CHP ülkeyi kuran,devleti kuran bir parti iken biranda muhalif oluyor.Karşısında bu sefer daha güçlü bir parti var. O zaman ne yapacaklar?Biz kendimizi geliştirmeliyiz, söylemimizi geliştirmeliyiz noktasına taşıyacaklar tartışmayı. Eski söylem yetmiyor. Yani Atatürk,İnönü bizim kurucularımızdı,bizim herşeyimizdi söylemi yetmiyor. O zaman bir şekilde, hani çok erken olacak ama sosyal haklara,işçi haklarına ve özgürlük kavramına da önem vermeliyiz, noktasına yavaş yavaş geliniyor.1950-1960 sürecinde,demokrat parti döneminde,sanayileşme de çok yükseldiği için belirgin bir işçi sınıfı artışı,popülasyon artışı, bir öğrenci akımı başlangıcı söz konusu. Tabi 1957’den sonra Demokrat Parti’nin antidemokratik söylemleri ve hareketleri sebebiyle CHP de demokrasiye daha bir vurgu yapmaya başlıyor.Gerek işçi hakları, gerek protesto hakları birçok konuda düşüncelerin geliştirildiği görülüyor; ilk hedefler beyannamesi yayımlanıyor. İlk hedefler beyannamesinde antidemokratik söylemler için birçok mad-

“CHP’de Ortanın Solu Söylemi ve 1965 Seçimlerindeki Yansıması” isimli tez çalışmanızı kitaplaştırarak yayımlama kararını nasıl verdiniz? Bunun için hangi şartların sağlanması ve nasıl bir süreç geçirilmesi gerekiyor?

Ö

ncelikle tezinizi kitap çıkaracağız veya yayımlayacağız şeklinde yönlenerek değil de akademik bir ürün vereceğim,akademik bir çalışma yapacağım, bunun hakkını vermeliyim, çalıştığım hocanın da ismi orada geçeceği için onun da ismini şereflendirmeliyim diye düşünülmeli. Bu ileriki süreçte kitap olarak da değerlendirilebilir.Ama tabi ki çalışmanın konusu da burada önemlidir. Yani konunuz çok spesifik bir alansa kitap fikri pek akla gelmeyebilir. Biz bu konuya ilgi olacağını düşündük. Daha sonra Sayın Prof. Dr. Levent Ürer ve Sayın Doç. Dr. Namık Sinan Turan hocalarımıza da danıştığımda onların da yönlendirmesiyle bu aşamaya gelindi. Ama direkt kitap yaparız amacıyla değil önce akademik bir meta ürün vermeye çalışma amacıyla hareket etmek daha doğru. 20


de yer alıyor.Aslında 1960’lara gelinen süreçte yeni bir anayasa isteği var, daha demokratik bir anayasa hayata geçirme isteği… Fakat maalesef darbe araya girdiği için bu müdahale sonrasında da CHP’li birçok kişi anayasa komisyonu içerisinde olduğu için seçimle gelen bir partinin yaptığı anayasa değil de asker müdahalesiyle yapılmış 61 anayasası devreye giriyor. Aslındademokratik bir anayasa; ama halkın gözünde hükümetimiz devrildi algılaması ön planda.Sonra anayasanın oylanması sırasında da çok yüksek bir oy elde edilmiyor ama tabi anayasanın demokratik oluşu tartışılmaz bir şey; bugün bile herkes tarafından kabul ediliyor. 1961 anayasasıyla birlikte CHP’nin “İlk Hedefler Beyannamesi” hayata geçmiş oluyor bir anlamda.Daha sonra 1961-65 arası İsmet İnönü’nün koalisyon dönemleri var.Bu koalisyon dönemleri de çok olumlu geçmiyor.Demokrasi tam yerine oturmamış durumunda. Ama tabi bu noktada demokrat partiden sonra toplumda sosyal bir değişiklik var; bir işçi sınıfında artış var. Dünyada sol akımlar yükselişte ve artık ülkede öğrenci ve işçi talepleri söz konusu. CHP’de bu süreçten etkileniyor; ortanın solu yönünde bir gelişim evresine giriliyor.

meye çalışıldığını düşünüyorum.Çünkü birde koalisyon dönemi zaten; tek başınıza o kadar ali kıran baş kesen de olamazsınız.Zaten artık askeri bir müdahaleden,bir darbeden de yeni çıkılmış. Sözünü ettiğiniz durumu bir geri dönüş değil de bir çekince olarak düşünmüştüm ben de. Ama bir çelişki olduğu kesin. Ortanın solunu İnönü’nün 1965 seçimlerinden kısa bir süre önce bir anda gündeme getirdiğini biliyoruz. Seçimlerden önce seçmende ve parti örgütünde tam olarak anlaşılamayan bir politik söylem değişikliği var. 1965 seçimleri ise CHP’nin önceki seçime göre yaklaşık bir milyon oy kaybettiği büyük bir hezimet. Sizce bu yenilginin yaşanmasında ortanın solu söyleminin etkisi nedir?

ının ve Bu çalışma demokrasi tartışmalar siyasal bir in ilişk egemenliğin kaynağına ir. Bir abil partinin arayışı ışığında ele alın söyleanlamda Türkiye’de “Ortanın Solu daki mi” Türkiye’nin toplumsal yapısın n ları dar ikti dönüşüme bağlı olarak, siyasal lem söy e demokratik evrilmesinin ır. Her yansımasının öyküsünü anlatmaktad n ile taba fsal devrimin kendisini bir sını ’da dolu açıklamaya çalıştığı dönemde Ana tabana kurulmuş devletin hangi sınıfsal kça oldu e emd dön dayandığının tespiti o olup rim yoğun tartışılacak, kuşkusuz dev tı. Elinolmadığını da bu tespitler açıklayacak ’nin izdeki çalışma uzunca bir dönem Türkiye rca yılla n P’ni egemen tek partisi olarak CH leri ilke ileri sürdüğü devrim söyleminin hürü ile örtüşmeye çalışmasının bir teza tili par çok ası olarak anlaşılabilir. Dah de için yaşamın getirdiği rekabet anlayışı ı zabir söylem olarak “Ortanın Solu” ayn n nda yışı anla tisi par manda CHP’nin kadro üş, dön bir kitle partisi anlayışına doğru ışık arayışın sloganı olarak günümüze bile arıdaki tutacak biçimdedir. 1950’lerde yuk gedile an fınd kaygılarla İsmet İnönü tara ra son tirilen “Ortanın Solu” söylemi daha olarak Bülent Ecevit’in “halkçı Ecevit” sal siya n P’ni CH kitlelerce kucaklanması ve ir. abil alın çizgisinin biçimlenmesi olarak ele sı tam Meslektaşım Altuğ Koç’un bu çalışma ası dah ve de için P da bu tartışmaların CH ıl nas ce eler seçim sonuçları aracılığıyla kitl e dill anlaşıldığını oldukça güzel ve yalın bir tartışmaktadır.

CHP’de muhalefet dönemi boyunca bir değişim görüyoruz. Bu değişimi 1953’teki 10. Kurultayla başlatmak mümkün. 1959’daki “İlk Hedefler Beyannamesi” ile CHP, Demokrat Parti karşısındaki özgürlükçü konumunu ilan ediyor. 1961 Anayasası ise CHP’nin talepleri ve vaatleri doğrultusunda oluşuyor. Hedeflerine ulaşmış olan bir CHP, iktidara gelince bazı noktalarda söylemlerini değiştiriyor. Bunlardan en önemlileri, petrol kanunu, madenlerin millileştirilmesi, özel sermayeyi teşvik kanunu gibi konular. İnönü’nün “kapitülasyon kanunları” olarak eleştirdiği bu konuları koalisyon hükümetlerinde gündeme getirmemesini ve burada yaşanan dönüşü neye bağlıyorsunuz? Tam bir dönüş değil belki de biraz çekince olarak ifade edebiliriz. Ben tezde de yazarken bunu eleştirmiştim. Yani dediğiniz gibi buraya kadar hem petrol konusunda hem yabancı sermaye konusunda bu kadar eleştiri yaparken 1961-65 arasında hiç değinmemeniz,bildirgelerinizde yer vermemeniz… Neden böyle bir çelişki vardı? Birincisi o süreçte Türkiye’nin hala ABD ile mevcut bir bağı var. Belki o süreçte çok fazla sertleşerek iktidarken, yani koalisyondayken üstüne giderek bir kopma noktasına gelmek istemediler.İkincisi zaten kendi seçmenlerini korkutmak istemediler. Çünkü toplumda günümüzde dahi var olan, sosyalizme karşı, komünist düşünceye karşı negatif bir algı var. Kitapta da gazetelerden birçok noktaya değindim; işte bunlar komünist, bunlar şöyle yapacaklar böyle yapacaklar tarzında söylemler var. Bu noktada, o tercihin toplumsal algıyı fazla ürkütmemek, fazla korku yaratmamak ve kendilerinin yanlış tanımlanmasını önlemek için yapıldığını düşünüyorum. Fazla sert gitme-

Prof. Dr. Levent ÜRER - Aralık 2013 21


devamı diyebileceğimiz Adalet Partisi de bunu iyi bir şekilde kullanıyor. Devamında koalisyon dönemi de iyi geçmiyor. Ayrıca sürekli darbe teşebbüsleri yaşanıyor. Toplum sürekli diken üstünde… Bunun suçlusu kısmen de olsa CHP olarak gözüküyor.Koalisyon dönemi iyi geçmediği için, koalisyon döneminin tüm ekonomik ve sosyal olumsuzlukları yine CHP ye yükleniyor.

külGünümüz Türkiye’sinin politik is teşh ru türünü ve yönelimlerini doğ izini edebilmek için tarihsel kırılmaların makta. sürmek şüphesiz büyük önem taşı lerin lim geri 1960’lar Türkiye’si politik bir i ve ideolojik ayrımların keskinleştiğ ucu ülke görünümüne bürünürken, kur eüstl ini kez siyasal ideolojinin ana mer bir da nen CHP’nin tarihsel konumunda anın kırılmaya tanıklık etmekteydi. Ort iki gibi vit Ece ent Solu, İsmet İnönü ve Bül bir de e önemli siyasi kimliğin kariyerind en yol ayrımıydı. 1965 seçimlerinin hem yelöncesinde partinin kendisini siyasal esi etm f tari pazenin solunda olarak ştı. tmı birçokları için kafa karışıklığı yara nasıl an fınd tara halk ve Ortanın Solu neydi sı şma çalı ’un değerlendirilmişti. Altuğ Koç n tini eke tam bu noktada “Ortanın Solu” har kamuparti içinde yarattığı tartışmaları, seçim un bun ve oyu tarafından algılanışını ak alar sonuçlarına yansımasını dikkate P’nin önemli bir meseleye ışık tutuyor. CH erken sol siyasal çizgiye yerleşmesinin uyuc Oku dönemi üzerine mercek tutuyor. ıtlar nun kafasındaki soru işaretlerine yan üretmeye çalışıyor. Doç. Dr. Namık Sinan TURAN - Aralık

Bu noktada Türkiye İşçi Parti’nin etkili olduğunu söyleyebilir miyiz? TİP in etkisinden tabi ki söz edilebilir. Ama karşılaştırma yapıldığında 1965 seçimleri düşük seçmen katılımının olduğu bir seçimdi. CHP’nin bir önceki seçimlere göre düşen oy sayısıyla, genel katılımdaki düşüş birbirine çok yakın çıkıyor tüm bölgelerde ve tüm yurtta. Dolayısıyla CHP seçmeninde bir küskünlük olmuş, yorumu yapılabilir. Peki, bu küskünlük neden olmuştur? Parti içi sıkıntılar olabilir,partinin kendi tabanına birşey anlatmadan yeni bir kavram ortaya sürmesiyle ilgili olabilir. Çünkü ortanın solu söylemi konusunda, ideolojik bir alt yapı çalışması yapılmadığı çok aşikar. Çünkü bir anda İsmet İnönü; biz ortanın solundayız işte daha ne olacak diyor. Tezinizde, 1965 seçimlerinde CHP’nin propagandasını 1961 Anayasası üzerinden yapmasının bir politik söylem hatası olduğunu söylüyorsunuz. CHP’nin üç koalisyon hükümetinden beklediğini bulamayan halkta ise “Ordu+CHP=İktidar” algısı bulunmakta. Bu algıya kıyasla baktığımız zaman anayasa üzerinden temellendirilen söylemin seçimlere ağırlığı ne ölçüdedir?

2013

Duygusal bir ağırlığı olduğu kesin. Çünkü CHP’nin oradaki taktiği anladığım kadarıyla şöyle; 61 anayasası nasıl olsa oylanarak referandumla kazanıldı yani yürürlüğe geçti. O zaman bu meşru bir anayasa sıkıntı yok, çok yüksek düzeyde olmasa da halk bunu kabullendi. O zaman ortanın solu ve CHP’nin meşruiyetini de kabul edilmiş,referandumla kabul edilmiş bir anayasaya doğru kurarsak halk da bunu kabul edecektir. Dediğiniz gibi anayasada hepsini bir harmanlayıp bir meşruiyet kazanmak istiyorlar.Temeli böyle ifade etmek istiyorlar.Ama baktığımız noktada çok uzun bir süre değiİ; 1961-1965 arası dört yıllık süreç. Halk hala idamların,idam kararlarının acısını unutmuş değil.Bunun üzüntüsünü unutmuş değil. Çünkü nerden baksanız Demokrat Parti o dönemlerde düşüşe bile geçmiş olsa, en az yüzde kırklık yüzde ellilik bir kitlesi var. Bu idamların olduğu dönemde anayasa da kabul edildi. İnsanlar bu ikisini algılarken birlikte görüyor olabilirler ki öyle görüyorlardı.Demekki ikisi de aynı algıda aynı negatiflikte görülebildiği için ben bunu politik bir yanlışlık olarak görüyorum. Zaten seçim sonuçlarında da bunun yansımasını görüyoruz.

1957 seçimlerinde 1954 seçimlerine göre bir yükselme var CHP de; DP’de ise bir düşüş var.Aslında ben görüştüğüm bütün hocalarımın, bütün tarihçilerin, bütün gazetecilerin söylediği şuydu;eğer darbe olmasaydı 1961’de ya bir koalisyon olacaktı ya da CHP iktidar olacaktı. Özellikle Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu için verilen idam kararları büyük bir hataydı, büyük bir yanlıştı ve bu toplumu ciddi şekilde sarstı.Bunun da bütün yükü CHP ye yüklendi. Darbe ve sonrasında yaşananların etkisiyle, CHP 1957’deki çıkışını sonraki seçimlerde sürdüremedi ve ciddi bir düşüş yaşadı ki 1961 Anayasası onaylanırken de yüksek bir oran söz konusu değildi. 1965’teki büyük düşüşü de tek başına ortanın soluna yükleyemeyiz. Ortanın solu söylemi, partinin çalışmalarını yavaşlatmış olabilir; çünkü parti halka dönük bir çalışma yapacağına kendine dönük bir çalışma yapmaya başlıyor.Bu onları yavaşlatıyor.Siz kendinize birşey anlatamıyorken halka ne anlatacaksınız.Bunun bir etkisi olduğu kesin ama zaten ‘ortanın solu’ denmeseydi de “CHP, 1965’te alıp götürecekti, iktidar olacaktı” gibi şeyler söylememiz de mümkün değil.Çünkü darbe sebebiyle belirli bir düşüş olmuş.” Ordu artı CHP eşittir iktidar” söylemi bir kere halkın ağzına inanılmaz şekilde oturmuş ki Demokrat Parti’nin

Vakit ayırıp, sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz. 06.03.2014 22


MİNERVA

1960 İHTİLALİ SONRASI “CHP” Rasim Mert ÖZÇELİK

İHTİLAL ÖNCESİ

rsmmert@gmail.com

Türk toplumunda “asker”in yeri ve halk tarafından algılanışı cumhuriyetin ilk yıllarında, sonraki yıllara nazaran hayli önem taşımaktadır. Askerlik yaşam standardının yükselmesi ve yeteneğe göre terfi alabilme açısından orta alt tabakadaki insanlar için son derece caziptir. Ayrıca Cumhuriyet’in kurucusu ve ikinci Cumhurbaşkanı’nın asker kökenli olması ve onlara duyulan büyük saygı ve hayranlık da askerlik mesleğinin önemi arttıran etkenlerdendir. Alt rütbedeki subaylar yaşam koşullarının iyileşmesi ve toplumdan gördükleri saygının artması için DP iktidara geldiğinde umutludur. DP’nin yapacağı reformlarla askerin ihtiyacını karşılayacağını düşünmektedir. Ülke ekonomisinin hızla büyümesini hedefleyen DP içinse askerin talepleri ikinci planda kalmaktadır. 1952’de NATO’ya giren Türkiye’de askerin Amerikalı uzmanlardan eğitim alması, Avrupalı askerlerle kurdukları iletişim ve onlardan etkilenmeleri ise dünyaya ve ülkeye bakışlarının değişmesine sebep olmuştur. Değişen askeri teknolojileri öğrenmesi için NATO’da görev almaya başlayan daha alt rütbedeki subayların dünyaya bakış açısı değişmiş ve buna bağlı olarak ülke sorunlarının çözümüne ilişkin önceliklerinde farklılaşmalar olmuştur. Yaşça büyük olan askerlerin yeni teknikleri öğrenmekteki zayıflığı ve bu işin alt rütbedekilere kalması asker içinde farklı düşünen grupların oluşmasına sebebiyet vermiştir. 1954’ten sonra DP’nin enflasyona dayalı olarak kalkındırdığı ekonomideki büyümenin yavaşlaması, subayların alım gücünün azalması, subayların DP’den beklediklerinin gerçekleşmemesi de DP’ye duyulan tepkinin artmasına sebep olmuştur. İhtilali yapan 38 kişilik MBK’nın aynı düşüncelere sahip insanlardan oluştuğunu söylemek mümkün değildir ancak bu subayların 1950li yıllarda düşüncelerinin şekillenmesini sağlayan objektif koşullar bu şekilde özetlenebilir.

1

960 İhtilali’nden sonra demokratik ortamın tekrar inşa edilmesi için çalışmalara başlanmıştır. Öncelikle MBK, bu konuda tavır almış ve demokratik ortama bir an önce geri dönülmesi yönünde bir duruş sergilemiştir. Gerek ihtilal bildirisinde gerekse ihtilal sonrasındaki süreçte takındığı tutumla, ihtilalin bir askeri yönetime dönüşmeyeceğini belli etmiştir. Elbette belirtmek gerekir ki, MBKda kendi içinde homojen bir bütün değildir. İhtilali askeri bir yönetime döndürmek isteyen MBK içindeki, daha sonra 14ler olarak anılacak olan kanat 13 Kasım 1960 tarihinde tasfiye edilmiştir. İhtilal sonrasında İsmet Paşa’nın ordunun bir an önce kışlasına dönmesi ve tekrar normal demokratik koşulların sağlanarak seçimlerin yapılabilmesi için çaba sarf ettiğini ve örgütünden gerekirse fedakârlık yapmasını istediğini görmekteyiz. 1960 İhtilali emir komuta zincirinin dışında, yüksek komutanlığın bilgisi olmaksızın girişilmiş bir harekettir. Bu durum, ihtilal sonrasında ordunun üst kademesindekileri, bir daha bu tarz emir komuta zincirinin dışında hareketler yaşanmaması için tedbir almaya sevk etmiştir. 1960 sonrasında oluşturulan “Silahlı Kuvvetler Birliği”ni bu yönde bir çabanın sonucu sayabiliriz. Bu oluşum, 6 Haziran 1961’de tasfiye amacıyla yurt dışı görevi verilen Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in görevde kalmasını sağlayarak ve Albay Talat Aydemir’in 1962 ve 1963’teki ayaklanmalarını bastırarak gücünü kanıtlamıştır. Bu tedbirlerin sonucu olarak 1960’ı izleyen on yıllardaki askeri müdahaleler emir komuta zincirinde olmuş, alttan müdahale edilmesine izin verilmemiş, bu tarz hareketler izlenmiş ve kontrol altında tutulmuştur. 1960’daki hareketin Türk Ordusu için alışılmadık hatta yüksek komuta kademesi için şaşkınlık verici olduğunu söyleyebiliriz. İhtilal elbette bir anda ve sürpriz bir şekilde olmadı ancak şu da bir gerçek ki, darbeyi yapan subaylar kendilerine destek olacak yüksek rütbeli bir subayı uzun süre bulamadılar. Arayışlar sonucu “ılımlı” Cemal Gürsel bulundu; ancak epey zaman aldı. İhtilalci subayların yaşadığı bu zorluğu, Menderes’in yüksek komuta kademesiyle girdiği yakın ilişkilere bağlamak mümkündür. Pek çok yüksek rütbeli komutan, görev süresinde ve sonrasında başbakanla yakınlık kurmuş; diğer deyişle başbakan komutanlara yakınlık göstermiş ve ters düşmemeye çalışmış, ayrıca komutanların bazısı emekli olduktan sonra DP’li olarak siyasete atılıp milletvekili olmuştur.

27 Mayıs öncesinde bir dizi önemli olay yaşanmıştır. İhtilale dek iktidarın izlediği politika halkın farklı bir bilince erişmesine sebep olmuş ve ihtilalci kadroya da harekete geçebilme imkânı yaratmıştır. Ancak on yıllık iktidarın dışında düşündüğümüzde, ihtilalden önceki iki aylık dönem de şartların oluşması bakımından son derece önemlidir. DP, 7 Nisan 1960’ta CHP’nin ihtilal hazırlığında olduğunu öne sürmüştür. Bu iddianın üzerine, konuyu araştırması için 15 DP’li vekilden oluşan “tahkikat komisyonu” kurulmuştur. Bu komisyonun yetkileri, meclisin ve bağımsız mahkemelerin yetkilerini aşarak anayasayı ihlal eder konumdaydı. Bu durum, muhalefette komisyona yönelik yoğun eleştirilerin yapılmasına neden oldu. 28-29 Nisan, İstanbul ve Ankara’daki öğ23


renci hareketleri ve 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencilerinin yürümesi, hükümete karşı tepkilerin şiddetini belli ediyordu. Özellikle ihtilal öncesi öğrenci hareketleri, hem öğrencilerin siyasete dâhil olmaları ve etki etmeleri hem de iktidarı endişeye düşürmesi bakımından önemlidir. Harp Okulu öğrencilerinin yürümesi de bir o kadar önemlidir ve ihtilali hazırlayan önemli bir noktadır ancak askerden gelen tüm tepkilere rağmen, Başbakan Menderes, belki yüksek komutadaki “dostları”na güvendiğinden, tepkiyi yeteri kadar önemsememiş ve politik tavrını değiştirmemiştir. İki aylık hareketli günlerin sonunda, muhalefetteki coşkulu kitle ihtilali bir bakıma sevinçle karşılamıştır.

ağırlaştırması ve bir haber hakkındaki kanıtlama yani ispat hakkını kaldırması üzerine başlamıştır. 1955’te DP’li vekillerin kanundaki bu içtihadın kaldırılmasına yönelik önergeyi meclise vermeleri, bu vekillerin haysiyet divanına(disiplin kurulu) sevk edilmelerine sebep olmuştur. Bunun üzerine, 9 vekil partiden ihraç edilirken 10 vekil istifa etmiştir. 19 Kasım 1955’te ise bir basın toplantısıyla HP’yi kuracaklarını ilan etmişlerdir. 1957 seçimlerinde büyük bir yenilgiye uğrayan HP, 1958’de CHP ile birleşme kararı almıştır. İlk Hedefler Beyannamesi, zaten 1953’ten beri CHP içindeki tartışmaların ve oluşturulan çözüm önerilerinin bir sonucudur. Nispi temsil sisteminin istendiği, burada yeniden vurgulanmıştır. Genel olarak demokratik hak ve özgürlüklerin gerçekleşmesi yönünde talepler dile getirilmiştir. Kurumsal olarak ise, kanunları denetleyecek Anayasa Mahkemesi’nin kurulması, iki meclisli parlamento sisteminin oluşturulması, radyo ve üniversite özerkliğinin sağlanması, iktisadi devlet teşekküllerinde işçinin söz sahibi olması gibi talepler bildiride yer almaktaydı. Ekonominin plan ve programa göre düzenlenmesi ve işçiye grev ve toplu sözleşme hakkının verilmesi, beyannamede yer alan önemli maddelerdendir.1961 Anayasasının %66 oyla kabul edilmesi sonrasında 27 Ağustos 1961’de toplanan 15. Kurultay’da İlk Hedefler Beyannamesi’yle belirlenen hedeflere ulaşıldığına işaret edilip, “Temel Hedefler Beyannamesi” ilan edilmiştir. 1957’deki başarısıyla, 1961’de iktidar olacağını düşünen CHP, ihtilal sonrasında hedeflerine seçim dışı bir yolla ulaşmış oldu. 1961 anayasasına evet oyu verilmesi için propaganda yaparak halkı ikna etmeye çalışmasına rağmen, anayasaya verilen hayır oyunun halkın azımsanmayacak bir kısmında ihtilale karşı bir tepkinin olduğunu göstermektedir. Hatta ihtilal sayesinde “ilk hedeflerine” ulaşan CHP’nin halk nazarındaki konumunun “ CHP+Ordu=İktidar” olduğunu görmekteyiz. Bu algı daha sonra Demirel’e karşı verilen 12 Mart muhtırasından sonra CHP’nin iktidardan uzak durması gerektiğini savunan başta Ecevit olmak üzere bir kısım milletvekilin, bu yönde hareket etmesine sebep olacaktır. Genel Sekreter Ecevit, görevinden istifa edecektir.

1950-60 DÖNEMİ CHP, 1946’daki ilk çok partili seçimde, sandıktan birinci parti olarak çıkıp iktidar olmuştur. Seçimin açık oy gizli tasnif usulüyle yapılması ve seçime hile karıştırıldığı iddiaları DP’nin dört yıllık muhalefeti döneminde en çok başvurduğu argümanlar olmuştur. Şaibeli 1946 seçimlerinden sonra, 1950’ye giderken DP seçim yasasının değişmesini istiyordu. Bu talepler, 1950’de seçimlerden birkaç ay önce değişen seçim yasasıyla karşılığını buldu. Seçim, kapalı oy açık tasnif şeklinde yapılacaktı. Ayrıca, İnönü de kendi örgütüne adil bir seçim sağlanması yönünde beyanatlar vermekteydi. Seçim yasasında, nispi temsil yerine, CHP’nin ağırlığını koymasıyla çoğunluk sistemi kabul edilmiştir. Böylece bir şehri kazanan oradaki tüm vekilleri alacaktır. CHP, kendi lehine işleyeceğini düşündüğü bu maddeyle, bir bakıma 1950 seçimlerinde yaşadığı ağır yenilgiyi hazırlamıştır. Çoğunluk sistemi DP’ye yaramış, aldığı %53’lük oy oranıyla orantısız olarak, meclise 408 milletvekiliyle girmiştir. CHP ise, %43 oy oranıyla mecliste ancak 70 sandalye kazanabilmiştir. 1959’a gelindiğinde 14. Kurultay’da CHP artık nispi temsil istiyordu. 1957 seçimlerinde CHP oy oranını %40’a yükseltmiş( 1954’te %34’tü) DP ise ilk kez seçmen çoğunluğunu kaybederek, muhalefetin toplam oy oranının altında kalmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki, bu durum milletvekili sayılarına yansımamaktadır. DP, 419 milletvekiline sahipken, muhalefetin toplam vekil sayısı 181’dir. Bu durum, halkın desteğini kazanan CHP’yi daha fazla demokratik hakkı ve demokratik kurumların inşasını talep etmeye yönlendirmiştir.

KOALİSYONLAR DÖNEMİ 1961’de yayınlanan temel hedefler beyannamesi, Bülent Ecevit’in 1966’da yayınlanan Ortanın Solu kitabının uygulama bölümüyle uyuşmaktadır. CHP’de ortanın solu görüşü, bir anda Ecevit’in aklına gelen ve onu bu yönde harekete geçiren bir olgu değildir. 1953lere kadar dayandırmak ve buradan başlayan tartışmaların bir sonucu olarak görmek daha doğrudur. Ortanın solu kavramının kamuoyunda konuşulmaya başlanması, İnönü’nün Abdi İpekçi’ye verdiği röportajda bu kavramı kullanması üzerinedir. Seçimlere birkaç ay kala İnönü’nün “bir anda” böyle bir şeyi dile getirmesi, CHP’nin1965 seçimlerinde ortanın solundan yararlanamamasına hatta oy kaybetmesine sebep olmuştur. Dahası, bu söylem, örgüt tarafından hemen anlaşılamamış, partinin üst kademesindeki bir kısım CHP’li tarafındansa benimsenmemiştir. İnönü ise, söyleminin arkasında

14. Kurultay, 12 Ocak 1959’da toplanmıştır. CHP’nin görüşlerini, bir bildirge olarak yayınlaması ve böylece halka ilan etmesi bakımından önemli bir kurultaydır. “İlk Hedefler Beyannamesi” adıyla yayınlanan bildiri, CHP tarihinde halkçılık ve toplumculuk adına önemli bir dönüm noktasıdır. 1953’teki 10. Kurultay’da sosyal, siyasal ve iktisadi sorunlara yönelmeye başlayan CHP, 14. Kurultay’da yayınladığı beyannameyle hedeflerini somut olarak saptamıştır. 14. Kurultay ayrıca Hürriyet Partililerin(HP) CHP’ye katıldıktan sonraki ilk kurultayıdır. HP, 1954’teki “ispat hakkı” tartışmalarının bir sonucu olarak DP’den kopan milletvekilleri tarafından 1955’te kurulmuştu. İspat hakkı tartışmaları, 1954’te DP’nin meclise getirdiği bir yasayla basın kanununu 24


duruyor, “CHP, devletçiyse, halkçıysa, laikse ortanın solundadır” diyordu.

hükümet, ABD’den gelen mektupla durdurulmuştur. “Johnson mektubu” ve 1962 Küba krizi gibi olaylar ise 1960lı yıllardaki antiamerikan dalganın yükselmesini sağlayan etkenlerdir. İnönü de ABD başkanının yaptığı bu müdahaleye tepki göstermiş “yeni bir dünya kurulur”, “Amerika’nın önderliğine inanmanın cezasını çekiyorum” gibi demeçler vermiştir. Üç koalisyonun ardından 25 Şubat 1965’teki bütçe görüşmelerinde verilen ret oylarıyla İnönü hükümeti düşürülmüş ve Suat Hayri Ürgüplü liderliğinde 1965 seçimlerine kadar hükümet etmesi için yeni bir kabine kurulmuştur.

1961 seçimlerine dört parti katılmıştır. Bunlar, CHP, AP, YTP veCKMP’dir. Bu dört parti, anayasaya göre “siyasal hayatın vazgeçilmez unsurları”dır. CHP haricindeki üç parti, DP’nin mirasını sahiplenmeye çalışmaktadır. Propagandalarını bu temel üzerine kurmakta ve bu doğrultuda seçim çalışmaları yapmaktadırlar. 15 Ekim 1961 seçimlerinden yaklaşık bir ay önce eski başbakan Menderes ve iki eski bakan idam edilmiştir. Bu şartlar altında gidilen seçimlerde CHP’nin aldığı oy sayısında ve oy oranında bir miktar gerileme yaşanarak %36 oy almıştır. 1961 seçimleri sonunda, CHP’nin dışındaki partiler sayıca üstünlükleri sayesinde bir koalisyon hükümeti kurabilirdi. Üstelik seçimlerden sonra CHP örgütü de partinin muhalefette kalması için baskı yapmıştır. Ancak asker ağırlığını koyarak böyle bir duruma izin vermemiştir. Parti liderleri aralarında anlaşmış hatta bir protokol imzalamışlardır. 10 Kasım’da hükümet kurma görevi alan İsmet İnönü, 20 Kasım 1961’da bakanlar kurulunu toplar. İsmet İnönü, 24 yıl sonra tekrar başbakandır.

Bülent Ecevit, üç koalisyon hükümetinde çalışma bakanı olarak görev almış, milletvekili olmadan önceyse Forum gibi CHP’nin politik söylemlerinin şekillenmesinde etkili olan bir dergide görev almış bir gazetecidir. 1965’te İsmet İnönü, ortanın solunu gündeme getirince Ecevit bu söylemi sahiplenmiş, hatta sözcülüğünü yapmaya başlamıştır. Ortanın soluna karşı parti içinde çok farklı görüşler oluşmuştur. İsmet Paşa’nın seçimlerden önce ısrarla vurguladığı ve her fırsatta destek verdiği günlerde, örneğin Kasım Gülek, “ CHP, ortanın solunda da olsa merkezdedir; CHP halkçıdır” diyordu. Kasım Gülek, parti içinde önemli bir isimdi. DP muhalefeti döneminde partinin genel sekreteri olan Gülek, 1959’daki 14. Kurultay’da görevinden alınmıştı. Ancak hala partinin üst kademesindeydi ve üst kademedeki ayrılık bu söylem farklılıklarıyla göze çarpıyordu. Seçimlerden önce yaşanan sıkıntının diğer boyutu ise, bu yeni söylemden örgütün haberinin olmaması ve tamamen yabancı olmasıdır. Seçmen üzerinde ortanın solu 1965 seçimleri için o kısa dönemde olumlu veya olumsuz ne kadar etkili oldu bilinmez ancak örgütte bir hayli kafa karışıklığı yarattığı kesin.

Birinci koalisyon hükümeti adıyla bilinen CHP-AP koalisyonunun hükümet programında çalışan kesimle bağını oluşturan tek hüküm “toplu sözleşme ve grev hakkı” yasasının meclise sunulmasıdır. Bir de Kalkınma Planı’nı önemli bir husus olarak sayabiliriz. 1961 seçimlerinde, senato ve milletvekili için ayrı seçimler yapılmış; bu seçimlerde ise, senato için çoğunluk sistemi; millet meclisi için nispi temsil sistemi uygulanmıştır. Bunun sonucu olarak senatoda AP’liler üstünken; Millet Meclisi’nde CHP’liler sayıca üstündür. Kabine 12 CHP’li, 10 AP’li bakandan oluşmuştur. Hükümet programında CHP adına verilen bir taviz, programda “Atatürk ıslahatı” tanımının kullanılmasıdır. Burada ıslahat kelimesi kullanılarak, devrim sözünün kullanılmasından kaçınılmıştır. Programda, petrol konusundan bahsedilmemiş, madenlerin nasıl devletleştirileceğine de değinilmemiştir. Hâlbuki, CHP’nin önem verdiği konuların başında bu iki başlık yer alıyordu. Hatta İsmet Paşa, DP döneminde petrol kanununu Türkiye’yi sömürgeleştirmek, kapitülasyon gibi tanımlamalarla suçlamıştı. Ancak, birinci koalisyonunun programında bu önemli konuların atlandığını görüyoruz.

CHP’yi pek çok farklı görüşün, düşüncenin, ideolojinin bir arada olduğu eklektik bir yapı olarak tasvir etmek yerindedir. Hele ki çok partili yaşama yeni geçildiği dönemde bu durum daha barizdir. Ancak parti içi tartışmalar, fikir ayrılıklarının oluşması gibi durumlar partiyi daha saf bir hale getiriyordu. Zaten bu parti içi karmaşık yapı, 1980’e kadar yaşanan tasfiyelerle çok daha iyi görülecekti. 1960’lı yıllara gelindiğinde, bir zamanlar sınıfların daha emekleme çağında olduğu dönemde toplumu sınıf çatışmasına düşürmeyeceğini iddia eden CHP, artık sınıf gerçeğini kabul ediyordu. Bir partinin halkın tamamının çıkarı için mücadele edemeyeceği gerçeğini kabul etmesiyle CHP yeni arayışlara yönelmiştir. 1960 Anayasasının getirmiş olduğu özgürlük ve demokrasi ortamında hızla örgütlenen halk da daha farklı beklentiler içine girmişti. Örneğin, Türkiye’de ilk kez sendikalar birleşiyor ve Türkiye İşçi Partisi(TİP) adıyla, Türk siyasi tarihinde önemli bir yeri olan partiyi kuruyorlardı.

Birinci koalisyon AP’lilerinDP’li tutuklu vekillerin affedilmesi yönündeki artan talepleri üzerine anlaşmazlığa düşerek bozuldu. İkinci koalisyon bu sefer meclisteki diğer muhalefet partileri, CKMP veYTP ile kuruldu. İsmet İnönü, Amerika’dayken ikinci koalisyonun bozulduğunu öğrendi. İsmet Paşa, Türkiye’ye döndü ve başbakanlıktan istifa etti. Koalisyon dağılınca CHP parti grubu “hükümette görev almama” kararı almıştır. Hükümeti kurma göre AP lideri Ragıp Gümüşpala’ya verilmiş ancak AP, diğer partilerle koalisyon için anlaşamayınca tekrar görevi alan İnönü, üçüncü koalisyon hükümetini bu sefer bağımsızlarla kurmuştur. Üçüncü hükümet döneminde Türkiye 1964 yılı boyunca Kıbrıs sorunuyla uğraşmıştır. Kıbrıs’a müdahale etmek isteyen

Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik yapısının değişmesi, sınıf çatışmalarının belirginleşmesi, daha fazla özgürlük ve demokrasi atmosferinde tabandan gelen baskının artması gibi etkenler nihayetinde ortaya çıkan “ortanın solu”nun sebepleriydi. Daha önce de belirttiğimiz gibi 1950’de seçimi kaybettikten sonra tekrar iktidar olmanın formüllerini arayan CHP, halkın sorunlarını 25


çözmeye yönelik formülleri 1953’ten beri(10. Kurultay) geliştiriyordu. 1950’de Kasım Gülek’in genel sekreter seçildikten sonra halkla daha yakın ilişkiler kurması, onlardanmış gibi davranmaya çalışması CHP’deki halka ulaşma isteğini göstermekteydi. Forum Dergisi, HP’lilerin CHP’ye katıldıktan sonra yaptığı katkılar, 14. Kurultay’daki “İlk Hedefler Beyannamesi” ise ortanın soluna giden süreçteki CHP’nin düşünsel birikimleriydi. 1961’den itibaren Doğan Avcıoğlu’nun çıkarmaya başladığı YÖN Dergisi de yine CHP’ye etki edebilen önemli faktörlerdendi. Bülent Ecevit ise öncelikle bir gazeteciydi. Forum Dergisi’nde yazmıştı. Forum Dergisi, sosyal demokrat eğilimler taşıyordu. Türkiye’de planlı ekonomiyi ilk kez Forum Dergisi seslendirmişti. Liberal, özgürlükçü eğilimler de taşıyordu. Zaten asıl çıkış noktası ve üzerinde durduğu konu da DP’nin özgürlükleri kısıtlayan antidemokratik tavrına tepkiydi. Ecevit, 1960’tan sonra koalisyon hükümetlerinde CHP’nin çalışma bakanlığını yaptı. İşçiler için çıkarılan “grev ve toplu sözleşme kanunları”nı hazırlamıştı. 1965’e geldiğimizde Bakan Ecevit, ortanın solunu sahipleniyordu.

disini destekleyenlerle birlikte bu oluşumu şekillendirmeye çalışacaktır. 1966’da yazdığı Ortanın Solu kitabı, bir anlamda CHP’nin çizdiği yeni politikasına ideolojik derinlik kazandırmaya yöneliktir. Ecevit ve yanında bulunan genç bilim adamlarından oluşan ekibi, ortanın solunu şekillendirirken İnönü de “klasik” denge politikasını ihmal etmeden onlara destek vermektedir. Parti içi çatışma derinleştikçe, örneğin Turhan Feyzioğlu ve yanındaki 47 milletvekilinin istifası gibi olaylar gerçekleşmiştir. Bu kopma siyasi tarihimizde önemli bir yeri olan CGP’nin(Cumhuriyetçi Güven Partisi) öncülü olan Güven Partisi’nin kurulmasına sebep olmuştur. Yaklaşık altı yıl sonra parti içinde bir başka hizip olan Fethi Çelikbaş ve ekibi de partiden ayrılacak ve Cumhuriyetçi Parti’yi kuracaktır. Bu parti ise çok geçmeden Güven Partisi’yle birleşip CGP’yi oluşturacaktır. CHP’nin bu karmaşık ve çok sınıflı yapısı parti içi mücadelelerin sonucu olan bu tür tasfiyelerle homojenleşecektir. Ortanın solu atılımıyla CHP halkın gözünde kendini önemli ölçüde yenilemiş ve değiştiğini kanıtlamıştır. Ecevit yükselmesinde ve parti içi tasfiyelerde en önemli etken CHP örgütünden gelen büyük destektir. Tabi ki, bu desteğin sağlanması Ecevit’in örgüte yönelen ve onların ihtiyaçlarına göre şekillendirdiği “halkçı”(popülist) politikaları sayesinde mümkün olmuştur. 1969 seçimlerinde de umduğunu bulamayan CHP daha sonraki yıllarda hızla yükselmiş, oy oranını arttırmıştır. İsmet Paşa’nın 1972’de Genel Başkanlığı bırakmasından sonra Ecevit başkanlığında 1973 seçimlerinden birinci parti olarak çıkan CHP, 1977’de de oy oranını arttırarak %41le birinci parti olmuştur. Ancak yine tek başına iktidar olacak vekil sayısına ulaşamamış, koalisyon arayışlarına girmiştir. Türkiye tüm iç karışıklığıyla 1980’e doğru gitmiş, 12 Eylül darbesiyle yeni bir döneme girilmiştir. CHP, 1960’tan sonra toplumun ve ona bağlı olarak örgütün zorlamasıyla kabuk değiştirmiş, yeni bir kimlik kazanmıştır. 1980’de kapatma cezasıyla siyasal yaşamı sona eren CHP, Türkiye’de sosyal demokrasi adına önemli bir birikim bırakmıştır. 1980 ve 90lı yıllardaki sosyal demokrat görüşteki partiler için öncül olmuştur.

CHP’yi parti grubunda ve parti meclisinde tek bir bütün olarak değerlendirmek hata olacaktır. CHP, 60lı ve 70li yılları iç çatışmalarla geçirmiştir. “Hizipler Partisi” CHP, ortanın solu sloganından sonra iç çatışmalarını daha da derinleştirmiş ve kamuoyuna yansıtmıştır. Ortanın solu, 1965 seçimlerindeki hezimetten sonra rafa kaldırılmıştı. CHP, beklemediği şekilde başarısız olarak oylarını %28’e düşürmüştü. Bu mağlubiyette pek çok faktör olmakla birlikte ortanın solu söyleminin de bir miktar etkisi vardı. Seçimlerden sonra bir anda gündeme gelen ve parti içinde çok fazla destek bulamayan ortanın solu, partinin desteğinden tamamen mahrum kaldı. 1966 senato seçimlerine giden süreçte ise CHP propagandasında ortanın solundan söz edilmedi. Bu dönüş, partinin verdiği destek bakımından önemlidir; ancak belirtmek gerekir ki İsmet Paşa ve Ecevit, görüşlerinin her zaman arkasında durmuştur ve popülerliğini daha kazanamadığı dönemde ortanın soluna en çok desteği bu iki isim vermiştir.

KAYNAKÇA

CHP, 1960’a girerken parti yapısal olarak üçe ayrılmıştı diyebiliriz. Cavit Oral’ın temsil ettiği toprak sahipleri, Fethi Çelikbaş gibi sanayi ve ticaretle uğraşanlar ve Bülent Ecevit’in 1960ların ortalarından itibaren mücadelesini de yapacağı orta sınıfın yanında olan CHPliler olmak üzere parti içinde güçlü üç damar göze çarpmaktaydı. Ortanın soluna karşı tepkiler ise iki farklı şekilde görünmekteydi. Birincisi, ortanın solunu, halk üzerinde olumlu anlamlar çağrıştırabilecek ve böylece CHP’nin oy oranını arttırmasına hizmet edebilecek bir slogan olarak gören ve politikayı derinlemesine değil yüzeysel olarak uygulamayı destekleyen yukarıda gösterdiğimiz toprak ağası/sahibi ve sanayici tüccar takımı. Bu hizbin başını Turhan Feyzioğlu çekiyor ve sözcülüğünü yapıyordu. İkinci olarak, Bülent Ecevit’in sonradan önderliğini yapacağı, ortanın solu sloganını detaylı olarak uygulamak isteyen bunu halkın yararına önemli bir atılım olarak gören ve bu politikayı oy kaygısı haricinde içtenlikler bağlanan taraf. Bülent Ecevit, ken-

AKŞİN, Sina, Cumhuriyet Halk Partisinin Siyasal, Toplumsal ve İdeolojik Kökenleri, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi Cilt 8 BİLA, Hikmet, Sosyal Demokrat Süreç İçinden CHP ve Sonrası, Milliyet Yayınları ÇAVDAR, Tevfik, Cumhuriyet Halk Partisi(1950-1980), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi Cilt 8 ECEVİT, Bülent, Bu Düzen Değişmelidir, Tekin Yayınevi FEROZ, Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumı, Kaynak Yayınları KİLİ, Suna, 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler, Boğaziçi Yayınları KOÇ, Altuğ, CHP’de Ortanın Solu Söylemi ve 1965 Seçimlerine Yansıması, Yüksek Lisans Tezi 26


MİNERVA

VİYANA KONGRESİ SÜRECİNDE BARIŞIN İNŞASI VE AVRUPA AHENGİ (1814-1822) İlknur ŞEMŞEK

nur1uk@hotmail.co.uk

“ En kötü barış bile en haklı savaştan daha iyidir.”1 Erasmus

Prusya’nın da içinde bulunduğu Şaman Antlaşması imzalanır. Bu antlaşma aslında görüldüğü gibi direk Fransa karşıtlığını gütmemektedir. Daha sonra imzalanan 1. Paris Antlaşmasında, Fransa bu görüşmeye katılmayan, bölgenin küçük devletlerini koruma altına alacağını söyler. Viyana kongresine katılanların hepsi aslında eski sistemin adamlarıdır ve eskiyi yeniden inşa etme arzusundadırlar. Hanedanlara eski mevkileri geri verilir. Kongre’de Fransa’nın sözü fazla geçmez. Viyana Kongre’sinin nihayi konuları eski ve yeninin karışımıdır. Aradan geçen bu süreçte geri getirmeye çalıştıkları eskiyi tam anlamıyla geri getiremeyeceklerini göreceklerdir. Napolyon bunu belli bir süreliğine başaracaktır ama Viyana Kongresi eski ve yeni arası olacaktır. 1648 döneminden sonra iki sonuç ortaya çıkmıştır; 1. Clauseuliz; Savaş bir güç kullanımıdır ve Siyasetin başka araçlarla devamı söz konusudur, 2. Sistemi dönüştürme yeteneği vardır. Bu aşamada 4 büyük devlet, sistemin devamlılığı konusunda birbirlerine soru sorarlar ve yenilenme için karar vermeye çalışırlar. İngiltere ve Rusya Napolyon savaşlarından kuvvetli bir şekilde çıkarlarken Avusturya ve Prusya daha güçsüz çıkmışlardır. Fransa, kaynak ve coğrafi olarak güçsüz olan Prusya’yı Tilsit’te bozguna uğratmıştır. Prusya’yı yeniden inşa eden Rusya, dönemin en büyük kara ordusuna sahip olurken, İngiltere’de en büyük donanmaya sahip olmuştur. Prusya’nın hayatta kalabilmesi için Almanya’nın birliği esas olmuştur.

20

yıl aradan sonra 1815’te, amaç sadece barışı geri getirebilecek çözüm yolları bulmaktan geçiyordu. Viyana Kongresi Avrupa’da adeta bir ahenk yaratacak ve uzun yıllar Avrupa’lı birbiriyle savaşa girmeyecekti. Sonunda Avrupa’ya bekledikleri barış gelmişti. Metternich’in de yazdığı gibi dünyada iki etki vardı, biri sosyal, öteki de politik etkiydi. Önderliğini yaptığı kongrede bu ikisi namına kararlar alınmış ve görevde olduğu sürece yazdığını doğrulamıştı. Napolyon emperyalizminden kurtulan Avrupa, özellikle Fransa, bu süreç içerisinde birçok kongreyi görecek ve neticesinde devrim yıllarına geri postalanan bir ülke olacaktır. Bir zamanlar Napolyon’un elinde bulunan hegemonya şimdi diğer Avrupa’lı devletlerin eline geçecekti. Viyana ve sonrasındaki kongreler ışığında hareket eden devletler, Realizm’in aksine tek başlarına hareket etmeyerek daha yapılandırmacı/inşacı bir mantıkla hareket etmişlerdi. Tabiki kendi iç politikalarında realist bir takım endişeleri bulunmaktaydı ama neticede bir birlik olarak hareket etmeye çalışmışlar ve mevcut sistemi değiştirmek istemişlerdi. Paris Barışı’nın 32. maddesinde Viyana’da bir kongre toplanmasına karar verilmiş ve bu kongre ile Avrupa’nın barışını sağlayacak bir denge oluşturulması hedeflenmişti.2 Vestfalya Barış döneminden itibaren yeni bir sistemle tanışan ve bunun akabinde getirdiği Napolyon Savaşları’ndan yorgun düşen Avrupalı için Viyana Kongresi (9 Haziran 1815) ile yeni bir dönem daha başlıyordu. Viyana’da toplanan zamanın 4 büyük devleti (İngiltere, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Prusya ve Rusya ), altına atacakları imzalı antlaşma ile Avrupa’nın sistemini bir kere daha değiştirmek istemekteydi. Döneminden 1 yy evvelinin şartları düşünülerek hareket edilen Viyana Kongresi’nde Fransız İhtilali (1789) ile başlayan ve Napolyon döneminde devam eden yenilikçi akımları ortadan kaldırıp mutlakiyetçi yönetimlerin yeniden oluşturulması hedeflenmekteydi. Kongre, Metternich (Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Başbakanı) önderliğinde ve diğer monarkların da desteği ile imparatorluklarının Fransız Devrimi’nden daha fazla etkilenmemesini istemekteydi.

Viyana Kongresi döneminde çoklu takım (kollektif) ilkesi hakimdir. 1815’te 3’lü Kutsal İttifak Prusya, Rusya ve Avusturya arasında kurulmuştur. 14.yy’da yazılmış bir metin gibi bir bildiri yayınlayarak bu ittifakı tanımayacaklara karşı bir ültimatom niteliğindedir. Bu ittifaka 1 ay sonra İngiltere’de katılır. Başlangıçta tamamıyla soyut kavramlar karşıtı olarak kurulan bu ittifak İngiltere’nin katılmasından sonra Fransa karşıtı bir ittifak olagelmiştir. Bu sürecin ve sistemin mimarı Avusturya olur. Viyana Kongre’si aynı zaman da bir Avrupa Birliği niteliğindedir ve egemenlikleri kabul eder. Bu dönemde oluşturulan 5’li ittifak hem tutarsız hem de mantıklıdır. Fransa’yı, kendi silahı olan kollektif birliği ile vurmaya çalışırlar, fakat diğer taraftan bu zihniyet ortada bir ittifakta bırakmamıştır. 1820’lere gelinildiğinde İspanya’da başlayan ayaklanmaları, Napoli ve Yunanistan’dakiler takip eder. İspanya, Latin Amerika’daki sömürgelerini tekrar kendisine katmaya çalışır. Napolyo’nun adamlarıyla karşı karşıya gelir. 1820’de Troppau Kongresi toplanır, İngiltere bunun bir Avrupa

1813’te başlayan dönem sonlarında Metternich Napolyon’a gizli bir elçi yollar. Bu elçi Fransa’nın sınırlarını tanıdığını bildirir. Bu sırada İngiltere ve

1 Oral, Sander, Siyasi Tarih (İlk çağlardan 1918’e), 25. Baskı, İmge, Ankara, Ekim 2013, s. 181 2

Henry A. Kissinger, A World Restored ; Metternich, Castlereagh and the Problems of Peace 1812-22, Houghton Mifflin, Boston, 1957, s. 144.

27


sorunu değil bir İspanya sorunu olduğunu söyler. Aynı dönemde Napoli’de ayaklanır, amaç eski düzeni geri getirmektir. İngiltere katı bir şekilde Avusturya’yı destekler ve Avusturya ordusu bu ayaklanmayı bastırır.3

yut dini kavramları yerini daha gerçekçi devlet yönetimi kavramları ortamına bırakırken, dengelerin sağlanması adına Kutsal İttifak’ın ilkelerine bağlı kalarak ayakta durulmuştur. ( Paris, 20 Kasım 1815)

1818-1822 Tarihleri Arasında Gerçekleşen Kongreler

Bu dönemde ortaya çıkan Avrupa Ahengi kavramı dört büyük devletin bütün Avrupa’nın barışını ve dolayısıyla dengesini kontrol altında tutabilmeleri için bir adım olmuştu. Maternich’in etkisiyle genişletilen Kutsal İttifak başlangıçtaki kuruluş amacının dışına çıkarak Fransa karşıtı bir birlik haline gelmiş ve Fransa’nın İngiliz General önderliğinde ortak bir orduyla işgal edilmesiyle de tescillenmiştir. 1818’de Fransa’nın işgali durdurularak, kendisininde 4’lü ittifaka katılımı sağlandı. Böylelikle ittifak sayısı 5 olmuş ve Fransa karşıtı bir durum gözden silinilmeye çalışılmıştır. 1820’de Troppau’da toplanan kongrede, Kutsal ittifak kutsanmış ve Avrupa’ya barışı getiren önemli bir etmen olduğu kabul edilmişti, çünkü bu ittifak Avusturya, Rusya ve Prusya’yı birleştirmişti. Aleksander, Troppau’da ortaya attığı fikirlerle öne çıkmış, Osmanlı macerası fikrinden dolayı Metternich ve Castlereagh kendisini dizginmek zorunda kalmıştır.7

27 Eylül 1818 Aix-la-Chapellle’ de toplanan kongre Fransa’nın, 4’lü Kutsal İttifak tarafından işgalini konuşmak ve Fransa ile olan çözümleri sonuçlandırmak amacıyla toplanmıştır. Barış sırasında toplanan ilk kongre özelliğindeydi. Avrupa’nın bir kısmı Fransa karşısında organize olmuştu. Bu konferansın sonucunda çıkan, dengeyi sarsan korku, politik mi sosyal mi ? Diplomasi, iç Britanya’da konferans ile meşrulaştırılabilir mi? Bu sorular Troppau ve Laibach konferanslarının problemleri olacaktı.4 1819’da Karlsbad’da Almanya mutlakiyetine karşı Avusturya’nın mutlak üstünlüğü ile sonuçlanmış ve Almanlar’ın bağımsızlık istekleri geri çevrilmiştir. 1820’ de Troppau’da İtalya ve İspanya’daki devrim ayaklanmalarına karşı toplanılmış ve Kutsal İttifak’ın devamı niteliğindeydi. Bu kongrenin sonunda alınan kararlar, dönemin büyük güçlerinin eğer gerekirse isyanlara karşı askeri güçle karşılık verebilecekleri ve yönetimi geri getirebilecekleriydi. Bilhassa bu kongrede Metternich’in politika yeteneği ön plana çıkmıştır. 1821’ de Laibach’da Ferdinand I’inde katılımıyla Metternich İtalya’nın tekelini eline almayı başarmıştır. 1822’de Verona Kongresi Fransa’nın önderliğinde İspanya konu edilerek yapılmıştır.

Devletler arasındaki Değer Yapısı Napolyon’dan sonra imparatorluğu yıkılan Fransa, XVIII. Louis ile krallığa tekrar merhaba derken, kendisi ve kendisinden sonra başa gelen krallar İhtilal’in etkilerini tek tek yok etmeye çalışmışlardır. Savaşlardan sonra ağır yenilgiler alan Fransa, kongrelerde çok fazla söz sahibi olamamıştı. Yaralarını sarmaya çalışırken elinde kalan toprak parçası ile yetinmeye çalışıyordu. Dönemin dışişleri bakanı Talleyrand, adından söz ettiren bir diplomat olmuştur. Topraklarında birçok farklı etnik grubu bulunduran Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun başında bulunan Metternich, halkın kendisine karşı ayaklanmaması için elinden geleni yapmış, fakat 1815 yılından beri süregelen başkanlığının 1848’te istifa etmesiyle son bulmasını engelleyememiştir. İsviçre Krallığı’nı ilan etmiş ve 1816 yılında İsviçre’li Ludwig von Haller “İsviçre Devleti’nin Restorasyonu” adlı kitabını yayınlamaya başlamıştır.8 Prusya’ya Alman topraklarından eklemeler yapılınca, bu ülke bir denge güç olarak bulunduğu konumuna deyim yerinde ise yerleştirilmiştir. Toprak paylaşımından sonra ciddi anlamda bir güç olarak ortaya çıkan Prusya, Viyana Barış sürecinde en kazançlı çıkan ülkelerden biri olmuştu. Fransa çekincesi altında olan Belçika, Habsburg İmparatorluğu’ndan Netherlands Krallığı’na geçiş yapmıştı. Kendi bağımsızlıklarını ilan edecek kadar güçlü hissetmeyen Belçikalılar’ın çoğuda bağımsızlık istemiyordu.9 Kendi içerisinde istikrarsızlık yaşayan Almanya, Prusya ve Avusturya’nın gölgesinde kalmış, Viyana Kongresi’ne katılımı bile söz konusu edilmemişti.

Tüm kongrelerde Matternich’e, dolayısıyla mutlakiyetçi zihniyet taraftarı olmayanlara karşı bir bastırma eylemi gerçekleştirilmiştir. Bu kongreler düzenli olarak Fransa’nın ittifaka katılımına kadar devam etmiştir. (1822) Barışın İnşası Napolyon’lu geçirilen yıllar bir devrin kapanıp diğer bir devrin açılmasına neden olmuş, kilise ve soyluların etkilerini azaltan merkezi bir devlet sistemi oluşmuştu.5 1814’de Rusya-Moskova yenilgisi sonunda sürgüne gönderilen Napolyon, 1815’te kaçarak tekrar ülkesinin başına hükümdar olarak geçmiş fakat kısa süren bu döneminden sonra tekrar sürgüne gönderilmiştir. O dönemin 3 büyük devleti (Rusya, Avusturya, Prusya) bunun üzerine harekete geçerek Rus Çarı I. Aleksander’ın önderliğinde Kutsal İttifak’ı oluşturmuşlardır. (26 Eylül 1815) Bu ittifak ile amaçlanan tamamıyla bir Hıristiyan birliği olup, dinin soyut iyimser kavramları çerçevesinde hareket etme koşuluyla bir Avrupa Birliği örneği olarak ilk olmuştur.6 Paris Antlaşması’nın 6. maddesinde bu ittifakın 4’lenebileceğine yer verilmiştir. Kısa bir zaman sonra bu İttifak’a İngiltere’nin de katılımıyla sayı 4’lüye çıkmış ve İttifak’ın başlangıç prensipleri olan so-

3 Doç. Dr. Burak S, Gülboy, İstanbul Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Tezli Yüksek Lisans Dersi, Siyasi Tarih, 28.10.2013. 4 Kissinger, A World Restored ; Metternich, Castlereagh and the Problems of Peace 1812-22, s. 216. 5 Alexander Grab, Napoleon and the Transformation of Europe, Palgrave Macmillan, New York, 2003,s.x 6 Dr. Rifat, Uçarol, Siyasi Tarih (1789-2012), 9. baskı, Der Yayınları, İstanbul, 2013, s. 130. 7 L.C.B Seaman, From Vienna to Versailles, Methuen&Co.LTD, London, 1955, s. 16. 8 Jacques Droz, Europe Between Revolutions 1815-1848, Collins, London, 1967, s. 10 9

Seaman, From Vienna to Versailles, s. 4.

16 28


Liverpool’dan yönetilen İngiltere, 19.yy’ın ilk yarısında parlamenter sisteme geçiş yapmış, Lord’lar Kamarası ile Avam Kamarası arasında dengeyi sağlamaya çalışmıştır. Castlereagh ile başarılara imza atarak dışişleri politikasını Manş Denizi’ne hakim olacak şekilde daha da geliştirmeyi hedefliyor ve kabine Castlereagh’in özellikle Fransa’ya odaklanmasını istiyordu. Fakat aynı dönemde uygulamaya başladığı tahıl yasasının olumsuz etkilerini görmüş; ekmek fiyatları son derece artmış ve işsizlik ön plana çıkmıştır. Dünya çapında ticaret yapabilmeleri için hassas noktaları kontrolleri arasına almayı başarmışlardır. Örneğin; Afrika’nın güney ucu, Singapur, Hong Kong ve Hindistan.10 Yıllar önce keşfettiği buharlı makinenin tekelini uzun yıllar elinde tutarak sanayi alanında Avrupa’nın çok daha ilerisine gidecektir. İnsan ve şeker ticaretinin yerini pamukçuluk almaya başlamıştır. Diğer taraftan Katolik ve Protestan çatışması devam etmiş, İngiliz halkının çoğu, parlamentoda Katolik çoğunluğu görmek istemiyordu. Viyana Kongresi’yle sınırlarını genişleten Rusya, doğuya doğru yayılmaya başlamış ve devrim etkilerinden ülkesinin etkilenmemesi için elinden geleni yapmıştır. Rusya’nın ideolojisi arasında Balkanlar’a ve Karadeniz’e hakim olmak vardı. Fakat 1822’lere gelinildiğinde Rusya’nın iç ekonomisi son derece düzensiz ve ülke dışında ki piyasada istikrarsızlık sergiliyordu. 1820 yılları’nda İspanya ve Napoli’de devrim ayaklanmaları başlamıştı.

Fransız İhtilali’nden beri karşı karşıya kalan devlet ve halk kavramı, yapılan onca kongre ve antlaşmaya nazaran yenilenme ve yenilikçi zihniyet karşısında fazla direnememiştir. Özellikle Viyana Kongresi ve Kutsal İttifaklarla korunmaya çalışılan mutlakiyetçi yönetim anlayışı imparatorluklar arasında sarsılmaya başlamıştır. Mutlakiyetçi sistem karşıtı liberaller artmaya başlamış, Viyana Kongre’sinde korunulmaya çalışılan statüler sarsılmıştır. Özellikle bilim ve felsefede görülen gelişmeler Liberalizm akımını daha da köklendirmiştir.12 Artık devletler arasındaki yönetim anlayışı ve değer yargıları değişmeye yüz tutacak ulusculuk anlayışı daha yaygın hale gelecektir. Fransız ihtilâli kölelik anlayışını ortadan kaldırdıysa da İngilizler 1834 yılına, Fransızlar’da 1848 yılına kadar bu ticarete devam edeceklerdir. Bu sırada bir çok icat gerçekleşmekteydi; Viyana Kongresi’nden kısa bir süre önce bulunan elektrikli lamba ile tüm Avrupa aydınlatılmaya başlamıştı. 1785’ten beri ilerleme kaydeden sanayi devrimi, demiryollarının yapılmasıyla daha da gelişme göstermişti. Diğer tarafta Katolik kilisesi bütün bu değişikliklere adapte olmaya çalışırken Liberalizm’e karşı nasıl bir tavır takınması gerektiği konusunda arayışa girecektir.

ABD, 1783’te bağımsızlığını ilan Kaynak: Stephen J. Lee, Aspects of European History 1789-1980, Routhledge, London, 1988, s. 50 etmiş ve bütün odak noktasını dünya ticaretine çevirmiştir. Osmanlı ile ilişSiyasi Harita Üzerinde kilerine ayrı bir önem vermiş ve yakınlaşmaları önce1792-1815 arasında Avrupa biz dizi savaşa sahne likle ticari amaçlı olacak ve her yıl Ege Denizi’ne geolmuş ve siyasi sınırlar defalarca yeniden çizilmiştir. len Amerikan gemilerinde artış sağlanacaktır. Kölelik 1815 Viyana Kongre’si ile siyasi harita ve güçler denticaretine Avrupa’dan çok daha uzun süre devam eden gesi tekrar şekillendirilmek istenmiştir. Bir ada ülkesi ABD bundan ek gelir sağlamıştır. “Barış savaşı kontrol olan İngiltere, ada sınırları içerisinde kapalı kalmayaedebilmek için inşa edilir”11 ilkesiyle hareket eden Virak etkin ve geniş bir dış politika izlemek istemektedir. yana Kongresi (Eylül 1814- Haziran 1815)’nde alınan Castlereagh, bir merkez Avrupa yaratmak istemekte ki, kararlarda, ülkelerin, özellikle imparatorlukların sınırbu güçlü Avrupa anakarası, batıdan ve doğudan gelebiları tanınacak ve azınlıkların çıkardığı isyanlar kabul lecek herhangi bir saldırıya karşı İngiltere’yi koruyaedilemez bir durum olarak algılanacaktır. Bu kongrede bilsin. Metternich Prusya ve Rusya’yı birbirinden ayrı alınan kararlar 25 yıl sonra etkisini kaybedecek, Viyena tutmak isterken, Castlereagh Polonya üzerine odakladöneminde toprak bütünlüğünü tanımaya yanaştıkları nıyordu. Fakat Liverpool Castlereagh’e şöyle bir yazı Osmanlı’nın bölünmesi gerektiği yönünde kararlar algöndermişti “Polonya ile ne kadar az ilgilenirsen… maya başlayacaklardır. 10 Eric Hobsbawm, Devrim Çağı 1789-1848, 5.Baskı, Dost, Ankara, 2008, s, 121. 11 Doç. Dr. Burak S, Gülboy, İstanbul Üniversitesi, 28.10.2013. 12

Uçarol, Siyasi Tarih, s. 134.

29


1815-1822 Tarihleri Arasında Osmanlı

Britanya için o kadar iyidir”13 Bunun üzerine dönemin dış işleri bakanı Castlereagh Avusturya başkanı Metternich ile ipleri sıkı tutmuş ve Viyana Kongresi süresince birbirlerine daha da yakınlaşmışlardır.

Kutsal İttifak’ın tanıtımı davetine İngiltere ve Papa’nın yanısıra katılmayan Osmanlı’nın bu ittifakla alakalı bir takım endişeleri vardı. II. Mahmut yönetimine rastlayan bu dönemde, kendi içinde apayrı sorunlarla uğraşan Osmanlı, Avrupa sorunlarına kendini dahil etmek istememişti. Katılmadığı bir kongrede bile söz konusu olmuş, adına somut hiçbir karar alınamadığı halde bundan böyle Osmanlı, Avrupa’lı için bir öteki pozisyonuna itilmiş olacaktır. İngiltere Koalisyon savaşları sırasında işgal ettiği ve Osmanlı’ya ait olan 7 Yunan Adası’nın yönetimini 1819’ da Osmanlı’yla imzaladığı bir antlaşma ile resmen eline geçirmişti. Avrupa’da gelişen ulusculuk ve bağımsızlık akımı Osmanlı’da da başgöstermeye başlamıştı. Osmanlı topraklarıyla ilgili emelleri olanlar, bu akımı kendi lehlerinde kullanmaya başlayarak durumun daha da körüklenmesi için ellerinden geleni yapmışlardı. Bu sıralar Sırp isyanı ile uğraşan Osmanlı, Viyana Kongresi’nden eli boş dönen Sırplar’a karşı yeni yöntem arayışındayken ilk defa kendi boyunduruğu altında bulunan bir bölgenin kendi prensliklerini ilan etmeleriyle bir nevi bağımsızlıklarını kabul etmiş oldu. Bu durum akabinde Yunan isyanını sahneye taşıdı. Osmanlı tarihi boyunca diğer ırklara nazaran daha rahat bir şekilde yaşamayı başaran Rumlar birçok alanda söz sahibi olmuşlardır. Fakat sonralarda gücü zayıflayan Osmanlı karşısında onlarda fırsat bularak isyanlarını yapmaktan geri kalmamışlardır. İngilizler’in 7 adada kendi yönetimlerini kurmaları Yunanlılar’a ayrı bir cesaret vermiş, 1814 yılında kurdukları Etnik-i Eterya Cemiyeti’yle amaçlarına adım adım ilerlemek istemekteydiler. Zamanla bu cemiyet birçok yerlerde şubeler açmış ve Rumlar, tarihi ideolojisi olan “Megali İdea” (Büyük İdeal)’ yı gerçekleştirmek için canla başla çalışır olmuşlardı. Yunan isyanı ilk olarak Eflâk- Buğdan’da patlak verdi (1821). Başarı ile sonuçlandırılan bu isyandan sonra Rumlar hareketliliklerine Mora’da devam etti (1821). Mora’da başlayan isyan kısa sürede adalara sıçradı ve sorun bir

Harita II Kaynak: L.C.B, Seaman, From Vienna to Versailles, Methuen&Co.LTD, London, 1955, s. 3

Rusya, emeli olan doğuya inme politikasında Osmanlı Devleti’ni hedef almış ve onun Viyana Kongresi’nde yer almaması işine gelmişti. Avrupa siyasi haritası, Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya ve Prusya lehine değiştirilmişti. İngiltere denizlere hakim olmuş, Rusya Finlandiya’yı, Besarabya’yı, Polonya’nın büyük bir kısmını, Avusturya İtalya’daki bazı kırsal bölgelerin yanısıra eski Venedik topraklarını himayesi altına aldı. Aralarında toprak alışverişi devam eden 5 büyük devlet tarafından Fransız İhtilali ve Napolyon savaşları sırasında harab olan Avrupa’nın haritası tekrar yapılandırılmıştı.14

Harita 3 Osmanlı Devleti ve Avrupa 1815, http://www.tarihportali.org/en-uzun-yuzyil-ders-notlari/11917-xix-baslarinda-asya-ve-avrupadaki-devletlerin-genel-durumu-konu-anlatimi.html, Erişim, 1.11.13 13 Kissinger, A World Restored ; Metternich, Castlereagh and the Problems of Peace 1812-22, çev. Şemşek, İ, s. 164. 14

Hobsbawm, Devrim Çağı 1789-1848, s. 115.

30


KISSINGER, Henry A. (1957), A World Restored; Metternich, Castlereagh and the Problems of Peace 1812-22, Boston, Houghton Mifflin. LEE, Stephen J. (1988), Aspects of European History 1789-1848, London, Routledge. SANDER, Oral. (2013), Siyasi Tarih (İlk Çağlardan 1918’e), 25. Baskı. Ankara, İmge. SEAMAN, L.C.B. (1955), From Vienna to Versailles, London, Methuen&Co.LTD. SCHROEDER, Paul W. (Jun., 1992), “Did the Vienna Settlement Rest on a Balance of Power?”, The American Historical Review, Vol. 97, No. 3. UÇAROL, Dr. Rifat. (2013), Siyasi Tarih (17892012), 9. Baskı. İstanbul, Der Yayınları. Viyana Kongresi ve Kararları (1815), Ocak 31, 2008 (çevrimiçi) http://www.tarihcininyeri.net/forum/arsivbaslik668.0.html, Erişim 02 Kasım 2013.

“Ege Sorunu” oldu. Bu sırada Verona Kongresi’ni gerçekleştiren 4’lü ittifak Yunanlılar’ın bağımsız bir devlet kurmalarına karşı çıktı.15 Uzun süren bu mücadele Babıâli’nin Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa önderliğinde bastırıldı. Fakat çıkarılan bu isyanlar İngiltere ve Rusya’dan taraf bulacak ve nitekim bir kaç yıl sonra Yunanistan bağımsızlığına kavuşacaktır. Diğer taraftan doğuda İran, Osmanlı’nın bu zorlu döneminden fırsat bularak kendine pay çıkartabilmek için harekete geçmişti. Rusya’nın da desteğini gören İran saldırıya geçmek için çekinmedi. Ancak o dönemde başgösteren Kolera hastalığından İran ordusu helak olur ve geri çekilmek zorunda kalır. Sonuç 1648 Vestfalya Barışı ve 1789 Fransız İhtilal’i ile koltukları sarsılan hükümdarlıklar, Napolyon Döneminde ve Viyana Barış sürecinde tekrar bir ayaklanmaya geçtilerse de dönemin olağan baskılarına karşı gelememiş, doğa sisteminin devamı çerçevesinde alınan tüm önlemlere karşın 1830 ve 1848 yıllarında çıkan ihtilallerle tekrar gözden düşmüşlerdir. Kağıt üzerinde gösterilen saygı duyma, hakları koruma ve sınır tanıma politikaları uygulamada aslında hiçte öyle olmadığını ispatlamış ve kazananın yine halk bütünlüğü, dolayısıyla ulusculuk olduğunu göstermiştir. 1815 ile 1848 yılları arasında kurduğu kendi sistemiyle son derece başarılı olan Metternich, bu manipülatif tarafına rağmen Metternich döneminin sonunun gelmesine çare bulamamıştır.

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

minervadergi.blogspot.com

Burjuva Liberalizmine karşı danışıklık içinde olan Avrupa devletleri, 1848 Devrimi ile yeni bir değişikliğe uğrayacaklardı. 1815 ile 1848 yılları arasında iki güç ortaya çıkacaktı; geleneksel yönetim şekli olan eski rejim ve Sanayi Devrimi’ni güç olarak arkasına alan Liberalizm.16 Galipler, restorasyon adı altında Avrupa haritasını yeniden çizmek istemiş fakat Viyana Kongresi Avrupa’ya ihtiyacı olan egemenliklerin istikrarını geri kazandıramamıştır. Ortak tehlike ortadan kalktıktan sonra çıkar çatışmaları ortaya çıktı. Öte yandan Viyena, Avrupa tarihinde devlet adamlarının büyük bir savaştan sonra ilk defa oturup barışçıl bir sistem kurmayı hedefledileri yer olmuştu.17 Viyana dönemi sürecinde Avrupa’daki burjuva sınıfında kayda değer artış görülmüş, bunda başı çeken Fransa olmuştur. KAYNAKÇA DROZ, Jacques. (1965), Europe Between Revolutions 1815-1848, London, Collins. GRAB, Alexander.(2003), Napoleon and the Transformation of Europe,New York, Palgrave Macmillan. GÜLBOY, Doç. Dr. Burak S. (2013), İstanbul Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğretim Görevlisi, Beyazıt, Tezli Yüksek Lisans, Ders III. HOBSBAWN, Eric. (2008), Devrim Çağı 17891848, 5. Baskı. Ankara, Dost.

Katkı ve Eleştirileriniz İçin Bize Ulaşın:

om

minervadergi@gmail.c

15 Uçarol, Siyasi Tarih, s. 165. 16 Droz, Europe Between Revolutions 1815-1848, Collins, s. 7. 17

Paul W. Schoroeder, “Did the Vienna Settlement Rest on a Balance of Power?”, The American Historical Review, Vol. 97, No. 3 (Jun., 1992), s. 705

31


Türkiye’de ilk olmanın gururunu sizlerle yaşıyoruz.

MELEK GRUP www.melekgrup.com

Çekirdekilerin seçilmesi, kavrulması, hoş sohbetleri, aşıkları buluşturan falları ve 40 yıllık hatırı ile Türk Kahvesi UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras listesindeki yerini aldı. Melekler Kahvesi olarak yüzyıllık gelenekleri günümüze taşıyan Türk Kahvesi kültürünün yaşatılması, gelecek nesillere aktarılması ve uluslararası alanda tanıtılmasına katkıda bulunmaya devam edeceğiz. Melekler Kahvesi’nde bu kültürü ve tarihi bizimle birlikte yaşayın.

1850’li yıllada Dedemiz Kara Ali’nin Yemen’den develerle getirttirip; Anadolu’ya dağıttığı kahve kadar organik ve lezzetli çekeirdeklerden, doğaya saygılı yöntemlerle ürettiğimiz; fal kahvesini sizlerle buluşturmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Fal Kahvesi Satış Noktaları: Melekler Kahvesi & www.melekmarket.com

29 bin üyemizle size hizmet vermekten gurur duyuyoruz.

Beyaz Zambak Sertifikası



MİNERVA

MARGARET THATCHER LİDERLİĞİNDE NEOLİBERAL DÖNÜŞÜM VE KRİZ YÖNETİMİ Uğur OVACIKLI

uovacikli@gmail.com

M

argaret Thatcher’ın 1979 yılında başbakan seçilmesi, İngiltere’ye tarihinin en önemli dönüşümlerinden bir tanesini yaşatacaktı. Fakat Avrupa’nın ilk kadın başbakanı olma unvanını taşıyan M. Thatcher’ın liderlik edeceğibu neoliberal dönüşüm, Avrupa’da sosyal devlet anlayışını benimseyen ilk ülkelerden biri olan İngiltere’de öngörüldüğü kadar kolay gerçekleşmeyecekti. İngiltere’nin bu anlayışı benimseyen ilk devletlerden biri olması, şüphesiz tesadüfi bir eylem değildi. Bu seçim, Sanayi Devrimi’nden sonra gelişen süreçte halkın üzerine binen yükü hafifletmek ve toplumun refahını üst seviyeye çıkarma amacının bir sonucuydu.Zira endüstriyel üretimle birlikte yoğun bir emek gereksinimi doğmuş ve endüstrileşen toplum aynı zamanda işçileşen bir toplum haline gelmişti.Emeğin toplumdan koparak sermayeye bağımlı hale gelmesi, burjuvazinin sanayi burjuvazisine doğru evrilmesi ve sanayi burjuvazisinin en az maliyetle en fazla kazancı hedeflemesi sonucu yetişken erkeklerin dışında ucuz işgücü piyasasını oluşturan çocuk ve kadınlara da başvurulmuştu. Uzun çalışma saatleri, sağlıksız çalışma koşulları, sefalet ücretleri ve bu uygunsuz ortamı restore edecek düzenleyici kuralların yoksunluğu gibi unsurlar halkı giderek yoksullaşmaya itmiş ve İngiltere ilerleyen dönemde ekonomi ve sosyal alanda düzenleyici politikalara yönelmişti.1

olacağını açık sözlülükle belirtiyordu: ‘‘Kriz meydana geldiğinde alınan önlemler, pusuya yatmış bekleyen düşüncelere dayanır. Ben temel görevimizin şu olduğuna inanıyorum: Mevcut politikalara alternatifler geliştirmek, siyasal bakımdan imkansız sayılan yollar yine siyasal bakımdan kaçınılmaz hale gelene kadar bu alternatifleri canlı ve hazır tutmak.’’3 Friedman, ses getiren ve halkın dikkatini çekmeyi başaran krizlerden nasıl faydalanılacağını ilk defa 1970’li yıllarda Şili’de, Salvador Allende’yi zalimane hükümet darbesiyle koltuğundan indiren General AugustoPinochet’in danışmanlık görevini yürüttüğü sırada öğrendi. Darbe sonrası Şili olağanüstü halden geçiyor, darbe karşıtı yüz binlerce insan her gün işkenceye maruz kaldı. Ülke psikolojik şok altındaykenPinochet, danışmanı Friedman’ın radikal dönüşümünü gerçekleştiriyordu. Kurumlar bir birözelleştirilmiş, devlet okullarının yerini özel okullar almıştı. Çünkü Friedman’a göre devlet eliyle yönetilen bir eğitim sistemi sosyalizmi andıracağından, bir ülkenin eğitim sisteminde devlet okullarının işi olmamalıydı.4 Friedman’ın, tsunami gibi önemli bir doğal afeti neoliberal politikaları uygulamak için bir fırsat olarak gören radikalneoliberalizmi savunması ve sosyalizme bir ‘‘canavar’’ gözüyle bakması her şeyi özetliyordu. Pinochet başkanlığındaki Şili’de krizden faydalanarak ekonomik dönüşümün gerçekleşmesinden sonra neoliberalizmin bir diğer durağı Margaret Thatcher liderliğinde İngiltere olmuştu. Hayek 1981 yılında Şili’ye yaptığı bir seyahat sonrasında arkadaşı M.Thatcher’a bir mektup yazmış ve Keynesyen politikaların terk edilmesi gerektiğini, model olarak Şili’nin ekonomik yapısını öğütlemişti.Hayek’in öğütlediği şekilde bir dönüşüm için İngiltere’de bu uygun ortam yaratılmalıydı. Arjantin ile yapılan Falkland Savaşı ile 1984 yılında başlayan işçi grevleri radikal bir ekonomik dönüşümgerektircek uygun ortam yaratılabilirdi.

İngiltere’de ekonomi ve sosyal alanda devletin etkin rol oynamasının tarihinin bu denli eskiye dayanması sonucu olarak köktenci değişiklikleri uygulamak kolay değildir, en azından gergin günler yaşamadan hayata geçirilmeleri oldukça zordur. Naomi Klein’in ‘‘Şok Doktrini’’ bu teoriyle bire bir örtüşmektedir. Yalnızca bir kriz anında, toplum krizin etkisindeyken, geri dönüşü mümkün olmayan neoliberal politikaları (vergi indirimleri, serbest ticaret, özelleştirilmiş hizmetler, hükümet harcamalarında kesintiler ve deregülasyon) uygulama stratejisi Chicago Okulu profesörlerinin, özellikle de neoliberal kapitalizmin vahşi politikalarını uygulamaya hevesli Friedrich Augustvon Hayek ve Milfon Friedman’ın stratejisiydi.2 Milton Friedman, kitabında radikal dönüşümün nasıl mümkün

Falkland Adaları, İngiltere’nin yayılmacı politikalar izlediği dönemden kalma bir adalar kümesiydi ve İngiltere’ye göre bu adalar devletin harcamalarını arttırdığı gerekçesiyle maliyet unsuruydu. Thatcher, bu gerekçeyle Adalar’a yapılan harcamalarda kesintiye gittiğini duyurdu. Arjantin, İngiltere’nin bu tutumukarşısında Falkland Adaları’nın sahipliği konusunda hak iddiasında bulundu. 1983 yılında yapılacak seçim-

1 Meryem Koray, Sosyal Politika, İmge Kitapevi Yayınları, Ankara, 2005, s.60 2 Naomi Klein, Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi, çev.: Selim Özgül, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2010, s.7 3 Klein, a.g.e. s.4 4

Klein, a.g.e s.6

34


ler için düzenlenen anketlerde puanı hızla aşağı düşen Thatcher’ın bu fırsatı kaçırması kendi itibarını olumsuz yönde etkileyecekti ve bunu engellemek için ülkesine artı maliyet unsuru olarak düşündüğü Falkland Adaları’nın ruhu hakkında methiyeler düzdü. İngiltere ve Arjantin bu konjonktürdestratejik olarak önemi olmayan Falkland Adaları için 1982 yılında savaşa girişti ve 225 İngiliz askerine karşın, 625 Arjantin askeri öldü. Thatcher, kendi siyasi çıkarları uğruna militarizme başvurmakla suçlandı. Milliyetçilik duyguları kabaran İngiliz halkı ise Margaret Thatcer’i ‘‘savaş kahramanı’’ olarak anmaya başladı ve Thatcher bir yıl sonraki seçimlerde tekrar başkan olmaya hak kazandı. Falkland Savaşı (Malvinas Savaşı5)’ nın tarihsel bir önemi olmamasına karşın, yeni bir ekonomi modeline geçişteki önemi yadsınamazdı. Falkland Savaşı’ndan sonra neoliberal dönüşüme yardımcı olacak krizlerden biri de şiddetli yaşanan işçi grevleridir.

1980 yılından itibaren ülke ekonomilerinde yaşanan daralma nedeniyle işçi ayaklanmaları Doğu’dan Batı’ya çoğu ülkede baş göstermişti. 1979-80 yıllarında İran, Polonya ve İngiltere işçi grevleriyle karşı karşıya kalmıştı. İngiltere’de 1979-84 yılları arası ara ara işçi ayaklanmaları görülse de, Mart 1984 yılında başlayan, 1 yıl süren ve yaklaşık 120.000 işçinin katıldığı grev sonrası ülkede panik alarmı verilmişti.8 1984 yılında maden işçileri greve gittiklerinde, Thatcher, grevi yatıştırmak yerine vahşi çözüm çağrısında bulundu: ‘‘ Falkland Adaları’nda dışardaki düşmanla savaşmak zorunda kalmıştık ve şimdiyse çok daha zor fakat özgürlüğümüz adına tehlikeli olan içimizdeki düşmanla savaşmak zorundayız.’’9 Greve giden kendi halkını karşısına alıp düşman olarak niteleyenThatcher, greve karşı çok ağır önlemler aldı. Hükümet harcamalarının mümkün olduğu kadar kısılması emrini veren Thatcher, kendi halkı üzerine yaptığı zulümde bütün imkanları seferber ediyordu.

Liberalizmin siyasi argümanlarından olan işbirliği, özgürlük ve pazarlığınFriedman ve Thatcher için önemi yoktu. Kraliçe Victoria’nın İngiltere’ye yansıttığı muhafazakarlık fikrinin siyasi yönünü benimseyen Thatcher, ekonomik yönden dönüşümün ve serbestliğin benimsendiği liberalizmi benimsemesi büyük bir çelişkiyi de beraberinde getiriyordu. Friedmanve Thatcher ekonomik yönden neoliberalizmi benimsemelerine karşın, siyasi olarak liberalizm karşıtı bir fikri tercih etmişlerdi. Falkland Adaları Savaşı’nda gündeme dahi gelmeyen pazarlık, grevler yaşandığı sırada da konuşulmayacaktı. İşçilerin iş ve ücret, işverenin ise vergi oranlarında bir azalış istemesi karşısında Thatcher ortak bir nokta bulmak yerine, bu olayı bir fırsata çevirecek konjonktürü inşa etmeliydi. Ekonomik bir kriz çıkar ve şiddetli olursa –paranın değer kaybetmesi gibi- ekonomik düzen yıkılır ve politikacılar bu yıkımın restore edilmesi için acil bir çözüm yolu arayışına girecekti.6 Bu söylem, Ergin Yıldızoğlu’nun neoliberalizmi bir kriz modeli olarak tanımlamasıyla paraleldi.7

Maden İşçileri Grevi’nde en büyük kıyım, Orgreave’de, kömür madeni işçilerine yapıldı.10 18 Haziran 1978 yılında, 6 bin işçinin üzerine, çoğu atlı polislerden oluşan sekiz bin polis ve asker gönderildi. Atların ayakları altında ezilen ve coplarla yaralananların sayısı bine varıyordu. Toplum diye bir şey yoktur diyerek toplumu inkar eden Thatcher’ın bu kararıani bir şekilde alması pek şaşırtıcı değildi. Toplumu kabul

5 Arjantin ile İngiltere’nin Falkland Adaları için girdiği savaşın adı, Arjantin’de Malvinas Savaşı olarak geçmektedir. 6 Klein, a.g.e s.193 7

Ergin Yıldızoğlu, ‘‘Thatcher Mitolojileri’’,Cumhuriyet, Nisan 2013, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/415916/Thatcher_Mitolojileri.html, (çevrimiçi), 1 Mart 2014 8 Patrick, ‘‘1984-85 İngiltere Madenciler Grevi’’, 11 Temmuz 2009, http://tr.internationalism.org/duenya-devrimi-2000s/duenya-devrimi-2009/duenyadevrimi-5/84-85-ingiltere-mademciler-grevi, (çevrimiçi), 2 Mart 2014 9 Klein, a.g.e s.190 10 Neylan Bağcıoğlu, ‘‘Unutmamak İçin Sanat’’, 9 Temmuz 2013, http://www.radikal.com.tr/hayat/unutmamak_icin_sanat-1140980, (çevrimiçi), 2 Mart 2014

35


etmeyen biri olarak, kurumlara da tahammülü olmayan Thatcher’ın emriyle, İngiltere’nin endüstri ilişkilerine sağlam bir yeri olan sendikalar derhal kapatıldı. BBC başta olmak üzere çoğu medya kuruluşu, grevin bastırılması konusunda başka alternatiflerin yokluğu algısını halka enjekte etmişti. Ülke ekonomisinin iyiye gitmediği dönemde çıkan Falkland Adaları Savaşı ve Maden İşçileri Grevi karşısında Thatcher, parlamentodada İşçi Partisi milletvekilleriyle yoğun kavgalara girişiyordu. Thatcher’in yukarıda sayılan bütün gerçek ya da suni krizleri bir fırsat olarak görmesi sonucu neo-liberal politikalara geçiş başlamıştı. 1984 1988 arası, British Petroleum, British Telecom, British Gas, British Airways, British AirportAutgority’nin de aralarında bulunduğu çoğu şirket özelleştirilmişti. Milton Friedman tarzı ekonomik dönüşüm, antidemokratik askeri darbe olmadan ve insanlar işkenceye maruz kalmadan, siyasi ve ekonomik şokla da gerçekleşebileceğini İngiltere’de, Margaret Thatcher ile görülmüştü. 1980’li yıllar itibariyle sosyal demokrasinin tükenişini rakamlar da göz önüne seriyordu.Deregülasyon –devletin düzenleyici ve denetleyici kurallarının minimalize edilmesi- Thatcher’ıntemel programlarından birisi olmuştu. Muhafazakar Parti, 1980 yılında %21.9’larda seyreden enflasyon oranın düşürülmesi için daraltıcı para politikası uyguladı ve talep bastırılmış oldu. 1990’lara gelindiğinde enflasyon %9.7’ye geriledi. İşsizlik, ters orantılı olarak değişerek,1979 yılında %5.3 olarak açıklanan işsizlik oranı, 1990 yılında %9.5’e yükseldi.11 Artık İngiltere’deişsiz sayısı 3 milyon olmuştu. Kamu işletmelerinin özelleştirilmesiyle birlikte şirketlerin işletme modellerindeki değişim işsizliği artıran önemli nedenlerden biriydi. Thatcher’ın başbakan olduğu yıllarda en yüksek vergi oranı %83.4 iken, 1990 Kasım’ında %40’lara kadar geriledi.12 Serbest piyasa ekonomisine göre vergilendirme daha yüksek oranla gelir üzerinden değil tüketim üzerinden alınmaya başlanırken bu durum -yoksulların gelirlerinin üzerinde harcama yapması dolayısıyla- yoksulların aleyhine işleyen bir sistem olarak zengin fakir ayrımını daha da derinleştirdi.1979’da İngiltere’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi, İngiltere’nin toplam gelirinin yüzde 6’sına sahipken; 1990’da en zengin yüzde 1, tüm kazançların yüzde 10’unu kazanıyordu.13 Bu %1’lik kesimin gelir üzerinden vergilendirmesi demek, satın alma gücünün, özel sektörden kamu sektörüne aktarılması demekti ve özel sektöre angaje olanThather hükümetince bu kabul görmeyecekti. İngiltere’de Merkez Bankası özerk bir kurum olmadığından dolayı faiz oranları hükümet tarafından değiştiriliyordu. Thatcher hükümeti, faizle borçlanan insanların daha fazla borç yüküne girmesine aldırmadan, %20’leri geçen enflasyon oranını aşağı çekmek için %10’un üzerinde faiz oranı uygulamasına gitti; enflasyonu da yavaşlattı.14 11

Thatcher, 11 yıl süren başkanlık süresi boyunca serbest piyasa ekonomisi uğruna sosyal olan ne varsa yerle bir etmekten hiç çekinmedi. Çünkü sosyal devletin her alanda halkın ihtiyaçlarını karşılamak için ayırdığı para devlet kasasına aşırı yüktü. Toplum diye bir şeyi kabul etmeyen Thatcher, böylelikle uyguladığı politikalar karşısında halkın rızasının olup olmadığıyla da ilgilenmedi. Friedman tarzı bir radikal dönüşümün getirdiği yıkıma karşı duran muhalifler sistemli bir şekilde yok edilirken, bu saldırıyı komünizme ya da terörizme karşı yürütülen bir savaş olduğu da halka kültür endüstrisi tarafından aşılanmaya çalışıldı: “Bu mücadeleyi kazanırsak, bizi bekleyen büyük ödül, Marksist Sosyalizm’in bu topraklardan kovulması olacaktır.’’ Margaret Thatcher’ın, 1983 yılında bu cümle ileMuhafazakar Parti’yi desteklemeyenleri ötekileştirmesi karşısında, zalimane yönetimine şaşırılmamalıydı. Stalin’in baskıcı yönetiminde suç sosyalizminken, kendisinin serbest piyasa ekonomisine geçmek için halkı linç etmesinde kapitalizmin suçu yoktu. Çünkü Thatcher serbest piyasa ekonomisini demokrasiyle el ele yürüyen bir sistem olarak ele alırken, Friedman’ıda entelektüel bir özgürlük savaşçısı olarak nitelendiriyordu. Bu kararlı yapısıyla kendisine hakaret olarak yöneltilen ‘’Demir Leydi’’ lakabını rahatsız olmadan taşıyan Thatcher, adını altın harflerle olmasa da dünya siyasi tarihine kazımıştı. KAYNAKÇA BAĞCIOĞLU Neylan, ‘‘Unutmamak İçin Sanat’’, 9 Temmuz 2013, http://www.radikal.com.tr/hayat/unutmamak_icin_sanat-1140980, (çevrimiçi), 2 Mart 2014 GÖRENEL Zeki İlker, ‘‘Neoliberalizm ve Gelir Dağılımı’’, Marmara Üniversitesi İİBFDergisi, Cilt XX, Sayı 1, İstanbul, 2005 KLEİN Naomi, Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi, çev.: Selim Özgül, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2010, KORAY Meryem, Sosyal Politika, İmge Kitapevi Yayınları, Ankara, 2005 ÖZBİLEN Şevki, ‘‘Vergi-Enflasyon İlişkisi’’, Selçuk Üniversitesi – Konya, 2009 ÖZSOY Tuğçe, Tuğçe Özsoy, ‘‘Thatcher’in Ekonomik Karnesi’’, 11 Nisan 2013, http://www.bloomberght. com/yorum/tugce-ozsoy/1337455-thatcherin-ekonomikarnesi, Bloomberght, (çevrimiçi), 2 Mart 2014 PATRİCK, ‘‘1984-85 İngiltere Madenciler Grevi’’, 11 Temmuz 2009, http://tr.internationalism.org/duenyadevrimi-2000s/duenya-devrimi-2009/duenya-devrimi5/84-85-ingiltere-mademciler-grevi, (çevrimiçi), 2 Mart 2014 YILDIZOĞLU, Ergin, ‘‘Thatcher Mitolojileri’’,Cumhuriyet, Nisan 2013, http://www. cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/415916/Thatcher_Mitolojileri.html, (çevrimiçi), 1 Mart 2014

Tuğçe Özsoy, ‘‘Thatcher’in Ekonomik Karnesi’’, 11 Nisan 2013, http://www.bloomberght.com/yorum/tugce-ozsoy/1337455-thatcherin-ekonomikarnesi, Bloomberght, (çevrimiçi), 2 Mart 2014 12 Tuğçe Özsoy, a.g.m 13 Tuğçe Özsoy, a.g.m 14 Tuğçe Özsoy, a.g.m 36


Süleymaniye Cad. No:29 Beyazıt/İstanbul

CAFE

ANTİQUE


MİNERVA

İNGİLTERE’DE NEOLİBERAL POLİTİKALARIN KÖKLEŞMESİ Merve Nur BAYRAKTAR

Eğer devlet çağdaş ekonomistler tarafından kullanılan normatif politika modellerini deneyerek yardımsever bir zorba gibi hareket etmeseydi, devletin faaliyetlerine vergileme yetkisine veya diğer ilişkilerine anayasal sınırlamalar getirilmesi gerekli olmayabilirdi.1

m.nur.bayraktar@gmail.com

bir oranla değil, eşit şekilde almayı seçmiştir. Bu davranışıyla da oldukça sert tepkiler almıştır. Sıkı bir muhafazakar olan Thatcher, aynı katılığı kemer sıkma politikası uyguladığı kamu kurumlarında da gösteriyordu. Sosyal refah kavramına savaş açmıştı ve bu yönde yapılan tüm harcamaları devletin omzunda birer yük olarak görüyordu. Dünyada dahi komünist bir rejimin varlığına tahammül edemeyen başbakan, elbette ki kendi ülkesinde bu tarz politikalara asla yer vermeyecekti.

1

980’li yıllara bakıldığında dünyanın genelinde bir değişim ve dönüşüm yaşandığı görülür. Dağılma aşamasına girmiş bir Sovyetler Birliği, Gordion Düğümünde can çekişen bir Ortadoğu ve tadilat nedeniyle hassas durumda olan bir Avrupa görüyoruz. Gerek dünyanın Soğuk Savaş nedeniyle kutuplaşması gerekse İkinci Dünya Savaşı’nın ardından pek çok ülkenin kendini nihayet toparlayıp yeni atılımlarda bulunması elbette bunun sayabileceğimiz yalnızca bir iki örneğidir.

Sorunun kaynağında devlet vardı ve bu sorun bir şekilde çözülmeliydi. Thatcher’in ifadeleri konunun nasıl çözülmesi gerektiğine ilişkin önemli ipuçları vermektedir. Uygulamaya konan bu politikaların sonucunda enflasyon oranlarında bir düşme olduysa da bunun bedeli olarak işsizlik artmış, gerek politikacılar ve gerekse de kamuoyunun çoğunluğu bunu bir başarı olarak göstermekte tereddüt göstermemişti.3

Bahsettiğimiz bu dönüşüm kendini en belirgin şekilde ekonomide ve kaçınılmaz olarak sosyal yapıda da göstermiştir. Bu dönemde, Kara Perşembe olarak bildiğimiz 1929 Krizi’nde kurtarıcı olarak kendini gösteren Keynesyen Politikalar, yerini Milton Friedman’ın görüşlerine bırakmaya başlamıştır.

Hem kamu harcamaları konusunda hem de (…) kısa dönemli sosyal yardımları olabildiğince sınırlamaya karar vermiştik. Bu süre zarfında yardımları yani işsizlik, hastalık, yaralanma, doğum ve sakatlık gelirlerini % 5 oranında düşürmeye karar verdik. Gelirlere bağlı ek yardımlar 1981 Ocağından itibaren azaltılacak ve 1982 Ocağında tamamen kaldırılacaktı.4

Sebebini kısaca anlatmak gerekirse, İkinci Dünya Savaşı’nın muhafazakâr bir lider olan Churchill başkanlığında kazanılmasına rağmen halk, savaşın hemen ardından İşçi Partisini iktidara getirmişti. Darboğaza giren ülkenin, işsizlik ve enflasyonla mücadele etmesi, uluslararası platformda da itibar kaybetmesine neden olmuştu. Zaman içinde hizmet gören muhafazakar kesimin sesi, işçilerin sesini bastırdı ve İşçi Partisi’nin yerini 1979 yılında Margaret Hilda Thatcher’ın başkanlığında, Muhafazakar Parti aldı. Bu keskin dönüşümden itibaren gerek ülkede gerekse dünya çapında unutulmayacak radikal adımlar atıldı. Bu adımları ekonomi, sosyal yapı ve uluslararası ilişkiler çerçevesinde ele almak mümkündür.

Ne var ki ülke ekonomisinin üzerine fazlaca titreyen Thatcher’ın eleştiri aldığı konular da yok değildi. Avrupa Birliği konusunda oldukça çekingen davranan başbakan ülkesinin bu birlikten zararlı çıkacağını düşünüyordu. Diğer yandan Euro’ya geçmeye de direniyor ülkenin para biriminin sterlin olması konusunda ısrar ediyordu. Daha spesifik bir örnek vermek gerekirse, 7-11 yaşlarındaki çocuklara okullarda yapılan süt yardımını kesmesinden bahsedilebilir. Bunun sonucunda çocuklar arasında uzun bir süre Thatcher Thatcher Milk Snatcher!(süt hırsızı) seslenişleriyle adı geçmiştir.

Ekonomik Dönüşüm Thatcher para yanlı bir teori sunan Friedman’ın görüşlerini benimsemiştir.” Friedman’a göre gelir vergisi artan oranlı olarak gözükmekle birlikte, uygulanan istisna ve muafiyetler nedeniyle sistem bir göstermelik yapıdan ibarettir. Bu nedenle bütün gelirlerden tek oranlı bir vergi alınmalıdır.”2 Ne var ki Thatcher tüm vergileri tek

Özetle Thatcher, ekonomi politikalarında halktan kısarak ülkenin genelini zenginleştirmeye çalıştıysa da bu adil bir dağılım sağlamaktan çok beyaz yakalıları tatmin etmiştir.

1

James M. Buchanan, Devletin Vergi Gücü Üzerindeki Anayasal Kısıtlamalar, çev. A. Burçin Yereli, Kamu Tercihi ve Anayasal İktisat, İzmir Yayınevi Yok. 1991, s. 391 2 Aktaran Savaş Vural, Anayasal İktisat, Beta Yayınları, İstanbul, 1989 , s. 82 3 T.C İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümü ABD ve İngiltere’de 1980’lerde Uygulanan Vergi Politikaları Yüksek Lisans Tezi, Serdar Rodoplu 91-7892 Tez Danışmanı Profesör Doktor Burhan Şenatalar, İstanbul 1995, s.125 4 Margaret Thatcher, Başbakanlık Yılları, İstanbul Gençlik Yayınları 1994, s.44

38


Uluslararası Platformdaki Dönüşüm

masını kınamasına karşın Thatcher üslerin kullanımına izin vermiştir.7 Bunun sonucunda ABD’yi destekleyen tek Avrupa ülkesi olmuştur.

Bir şeyi asla başkaları öyle yapıyor diye yapma, kendi yolunu bul ve doğru bildiğinden asla şaşma!5

Diğer bir işbirliğini de Körfez Krizi’nde görmek mümkündür. Demir Leydi lakabını severek benimseyen ve her alanda bu lakabın hakkını vermekten kaçınmayan Thatcher, Irak yönetimine karşı çok sert bir tutum sergileyerek Amerikan yönetimini etkilemiştir. Bunda Thatcher’ın uluslararası arenada önemsediği üç konudan ikisi etkindir. Tıpkı Libya saldırısında olduğu gibi Hem radikal İslam’ı benimsemiş bir ülke, hem de petrol sorunu söz konusudur. ABD ile ilişkileri iyi tutma çabası da elbette göz ardı edilemez.

Thatcher’ın uluslararası arenada önemsediği üç mesele vardı. Bunlar komünizm tehlikesi, İslami Radikalizm ve petrol kaynaklarıydı. 1980’lerde itibaren ABD ile İngiltere arasında belirgin bir yakınlaşma söz konusudur. Bu yakınlaşmanın getirdiği sonuçlardan ilki Falkland Savaşı’dır. Arjantin kıyısında İngiliz sömürgesi olarak yer alan adada, cunta yöneticilerinin savaş ilan etmesi üzerine İngiltere’de ciddi bir tedirginlik yaşanmıştır. Burada ABD gerek askeri, gerek lojistik yardımlarıyla İngiltere’nin arkasında durmuştur. Bu savaşta İngiltere’ye kullanması için bir ada tahsis etmiş, askeri yardım göndermiş ve aynı zamanda gerekli istihbaratı da sağlamaktan kaçınmamıştır. İngiltere’nin Atlas Okyanusunun bir ucuna varıp savaşa müdahale etmesi, etse bile bir zafer elde etmesi neredeyse imkansızken ABD’nin bu tutumu sayesinde zengin bir petrol kaynağı olan Falkland Ada’sını elinde tutmayı başarabilmiştir.

İngiltere’nin önemini büyük ölçüde ABD ile girdiği özel ilişkiye bağlayan çevreler, bundan sonra ABD’yi İngiltere’ye nasıl edip de Soğuk Savaş’taki gibi muhtaç edebileceklerini düşünmeye başlamışlardır. Bu nedenle Thatcher hükümeti, tıpkı Türkiye’de Turgut Özal ve çevresindeki olaylardan gözlemlediğimiz gibi, İngiltere’ye ilgiyi çekebilmek için büyük bir fırsat bekliyordu. Beklenen bu fırsatı Körfez Krizi(Ağustos 1990) sunmuştur. Dikkat edilirse bu krizde Türkiye ve İngiltere dışında hiçbir ülke aktif olarak yer almak istememiştir.8 Günümüzdeki Vaziyet Savaşın ardından iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler düzelmiş, başbakanlar karşılıklı ziyaretlerde dahi bulunmuşlardır. Fakat 2010 da İngiltere’nin adada 60 milyar varillik petrol bulması, 2012’de Britanya’nın adaya savaş gemisi gönderme kararı alması, Prens William’ın askeri eğitimini yine burada görecek olması ilişkileri iyice gerginleştirmiştir. Son olarak 10-11 Mart 2013’te yapılan referandum sonucu, katılımcıların %99,8’i Falkland Adaları’nın Büyük Britanya’nın denizaşırı toprağı olarak kalması yönünde oy kullanmıştır.

Thatcher ve Muhafazakar Parti, zaferin verdiği coşkunun etkisiyle seçimlerde büyük bir başarı sağladı. Thatcher’in asker gönderme kararına kamunun desteği yüzde 80’i bulmuştu ve Thatcher bunu sonuna kadar kullanmakta hiçbir engel görmedi.6

Özetle ekonomi alanında büyük bir değişim yaşayan İngiltere, uluslararası arenada ‘büyük balık küçük balığı yutar’ esaslı emperyalist politikasından vazgeçmemiştir.

Amerika ile iyi giden ilişkiler hiç şüphesiz tek taraflı değildi. Libya saldırısında da İngiltere, ABD’den desteğini esirgemedi. Çünkü bu konuda hem İslami radikalizmi yayma tehlikesi olan Libya, hem de zor zamanlarda yanında olunması gereken dost ülke Amerika söz konusuydu.

Bahsettiğimiz başlıklardan bir diğeri de Thatcher’i ürküten komünizm tehlikesiydi. Bu konuda oldukça titiz davranmıştır. Diğer yandan tehlikeyi ortadan kaldırmak için elinden geleni de ardına koymamıştır. Temmuz 1990’da Londra’da yapılan NATO zirvesi Batı ittifakı için bir dönüm noktası olmuştur. Sovyetler Birliği’nin zayıflamasını değerlendiren ülkeler iyimser açıklamalarda bulunurken özellikle Thatcher, gelişmelerin abartılmaması ve dikkatli olunması konusunda diretiyordu. İngiltere’ye göre NATO, eski yapısını korumalı ve güvenlik politikalarında nükleer silahlar yerlerini korumalıydı. Hatta İngiltere diğer ülkelerin tutumları ne olursa olsun kendisinin nükleer silahlar konusundaki programını devam ettireceğini de açıklamıştır.9

Tüm dünyada Amerika’nın Libya operasyonuna karşı kuşku ve geniş bir muhalefet olmasına karşın daha ilk günden Thatcher, ABD’ nin eyleminin terörist bir ülkeye karşı meşru bir kendini savunma hakkı olduğunu öne sürmüştür. Yani İngiltere bu örnekte de teknik yardımdan çok daha önemli sayılan ABD politikalarını meşrulaştırıcı bir rol oynamıştır. Ayrıca Libya’yı bombalayan F-11 uçakları İngiltere’deki üslerden kalkmıştır. İngiliz halkının büyük bir çoğunluğu ABD’nin bu üsleri kullan-

5 Margaret Thatcher, The Path to Power, 1995 (Babasının Thatcher’a öğüdü.) 6 ABD- İngiltere İlişkileri: Özel Bir İlişki, Dr. Sedat Laçiner, Avrasya-Bir Vakfı, ASAM, Ankara 2001,s.40 7 The Spectator, 29 October 1983, aktaran Eric J. Evans, Thatcher and Thatcherism, (Londra Routledge, 1977) s. 95-96 8 Laçiner, A.g.e, s.44 9

Laçiner, A.g.e, s.44

39


Silah konusunda tedirgin tavırlarını muhafaza ettiği gibi siyasi alanda da profesyonel adımlar atıp Gorbaçov’u elinden geldiğince desteklemiş ve Sovyetlerin dağılımını hızlandırmıştır. “Yayımlanan belgelere göre, Gorbaçov’la, Soğuk Savaş ve silahlanma yarışı üzerine konuşmalarının hemen ardından Thatcher, Reagan’a ilettiği gizli bir notta, “Birlikte iş yapabileceğimiz biri olduğunu düşünüyorum. Aslında onu (Gorbaçov) oldukça sevdim” diye yazdı. Thatcher’ın notu şöyle devam etti: “Sovyet sistemine tamamen sadık olduğuna dair hiç şüphe yok ancak dinlemeye, samimi bir diyalog kurmaya ve kendi kararını vermeye hazır.” Sosyal Yapıdaki Dönüşüm Uluslararası konjonktürde ülke sistemleri değerlendirildiğinde ekonomik ve sosyal yapılanmaların genellikle birbirine zıt gittiği görülür. Yani ekonomik olarak korumacı, içe kapalı bir yapıyı benimseyen sosyalizm örneğinde sosyal yapının tam tersine cinsel kısıtlama ya da dinsel dogmalarla sınırlandırılmadığı görülür. Aynı şekilde ekonomik yönden liberal politikayı benimsemiş toplumlarda, sosyal yapının dinin, geleneklerin ve çevrenin sıkı kontrolünde olduğu gözlemlenmektedir. İşte Thatcher’i özel yapan da –dönemine göre değerlendirirsek- bu konudaki tezatın dışına çıkmasıydı. Ailesi tarafından sıkı bir metodist olarak yetiştirilmiş olan Thatcher’i diğer liberallerden ayıran özelliklerini birkaç kalemde sıralamak mümkündür. Erkek eşcinselliğini savunması bunların başında gelir. Pek çok muhafazakar, alışılagelmiş gelenekçi tutumuyla bu durumun toplum sağlığına zarar verdiğini düşünürken Thatcher tam aksini ileri sürmüş ve yadırganmaması için elinden geleni yapmıştır. Yine muhafazakarların, kadın ve toplum sağlığına zarar verdiğini düşündükleri kürtaj meselesinde de karşıt değil, savunucu olmuştur. Aile ve toplumu koruyan tavırlara karşı çıkmasına rağmen boşanma konusunda taviz vermemiş, boşanmayı kolaylaştırıcı yasalara karşı oy vermiştir. SONUÇ Büyük umutlarla ve büyük oranlarla iktidara gelen Thatcher, dünya tarihine adını yazdırmayı başarmıştır. Gerek dış politikadaki sert tavırları, gerekse ülke ekonomisinde gösterdiği titiz tavrıyla kimilerine göre hayran kalınan kimilerine göreyse nefret edilen bir figür olarak kalacaktır. Thatcher, doğru bildiği yolda o kadar sağlam adımlar atmıştı ki kendi partisi tarafından istifa ettirildiğinde dahi yerine kendi adayı olan John Major’un geçmesini sağlamıştı.

10

Bu sağlam adımların etkisini Muhafazakar Parti’nin yerini alan İşçi Partisi’nin politikalarında görmek mümkündür. Thatcher’ın nefretle izlenen sert tutumlarına karşı bir tepki olarak iktidara gelen İşçi Partisi, ülkeyi neoliberal politikalardan sıyırmak yerine bunların bir uygulayıcısı olmaya devam etmiştir. Amatör bir çıkarım yapmak gerekirse İngiltere, bu dönemin klasik sistemi olan neoliberal politikaların etkisine girmiştir. Yani başa geçen partinin ideolojik yapısı değişse de ülke politikaları sabit kalmıştır. İngiltere’nin gücü adına gerek yurtiçi gerekse yurtdışı hamlelerinde yayılmacı tutumlarından vazgeçmemiştir. Bugün hala etkisini görebildiğimiz para yanlı politikaların başlatıcısı olarak tarihte popüler bir isim haline gelmiştir. Dünyanın her şeyin alınıp satılabileceği doğal bir pazar olduğu görüşü halk tarafından nefretle karşılanıp sonunda iktidarı kaybetmesine sebep olsa da bugün dünyada bu görüşün oturmasında uygulanan politikaların etkisi büyüktür. Adını sıkça duyduğumuz tüketim toplumunun temelleri bu politikalarla atılmıştır ve bir çıkmaza doğru sürüklenmektedir. Bugün Ortadoğu’da süren karmaşanın devamı için de gerekli olan tohumlar yine bu dönemde atılmıştır. Yani güneşin batmadığı ülke müstemleke ülkelerin ya da halk içindeki işçilerin üzerinden yükselmekte bir sakınca görmemiştir. KAYNAKÇA BUCHANAN James M., Devletin Vergi Gücü Üzerindeki Anayasal Kısıtlamalar, çev. A. Burçin Yereli, Kamu Tercihi ve Anayasal İktisat, İzmir Yayınevi Yok. 1991 ÇAK MURAT, Maliye Anabilim Dalı Doktora Tezi, Uluslararası Vergi Rekabeti, Transfer Fiyatlaması ve Vergilendirme, 2502010122, İstanbul 2007 LAÇİNER Sedat, ABD- İngiltere İlişkileri: Özel Bir İlişki, Dr., Avrasya-Bir Vakfı, ASAM, Ankara 2001 LAÇİNER Sedat, Bir Başka Açıdan İngiltere, , Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2001 SAVAŞ Vural, Anayasal İktisat, Beta Yayınları, İstanbul 1989 RODOPLU Serdar, T.C İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümü, ABD ve İngiltere’de 1980’lerde Uygulanan Vergi Politikaları Yüksek Lisans Tezi, 91-7892 Tez Danışmanı Profesör Doktor Burhan Şenatalar, İstanbul 1995 THATCHER Margaret Başbakanlık Yılları, İstanbul Gençlik Yayınları 1994 THATCHER Margaret, The Path to Power, 1995 The Spectator, 29 October 1983, aktaran Eric J. Evans, Thatcher and Thatcherism, (Londra Routledge, 1977 YAŞAR M. Fuat, Değişik Yapılardaki Ülkelerde Özelleştirme Örneği Macaristan, İngiltere Türkiye Örneği http://akademikperspektif.com/ 02.02.2014 http://www.hurriyet.com.tr/ 02.02.2014 http://www.milliyet.com.tr/ 02.02.2014 http://haber.sol.org.tr/ 02.02.2014 http://politikaakademisi.org/ 02.02.2014 http://margaretthatcher.org/ 02.02.2014

Gorbaçov-thatcher,02.02.2014< http://haber.sol.org.tr/dunyadan/thatcher-gorbacovu-cok-sevmis-haberi-85387>

40


MİNERVA

İKTİDAR VE DÖNÜŞÜM Şaban ÇAYTAŞ

sabancaytas@gmail.com

Ayaklarıma pranga vurabilirsiniz, fakat inancıma vuramazsınız. Zeus bile beni mağlup edemez.

sa birliği ve iktidarlarını korumalarının imkânsız olduğunu belirtmektedir. İtibar yolu ile iktidar olmada zor duygusundan çok, saygın sempati söz konusudur. Yönetilenlerin iktidar sahibine gösterecekleri itibar; onu grubun simgesi haline getirmekte ve üyelerin ortak duygularını temsil etmektedir.

Epiktetus İKTİDAR OLGUSU

K

avramsal olarak iktidar; birey veya topluluğun başka birey veya topluluk üzerinde kendi istediklerini yapabilme veya yaptırabilme gücüdür.1 Weber ise insanları itaat etmeye ve arzu etmedikleri şeyleri yapmaya zorlamaları olarak tanımlamaktadır iktidarı. Ayrıca Weber, meşru ve meşru olmayan iktidar şeklinde de çok önemli bir ayrım yapmıştır. Siyasal düşüncede meşruiyet; iktidarın yönetmeye hakkı olduğuna ilişkin yurttaşların inançlarıdır. Böylece yurttaşlar kanun ve kurallara uyarlar.2

Son olarak otorite yolu ile iktidar olmada kişinin yeteneğinin grubun diğer mensupları tarafından kabul edilmesi gerekir. Otoritenin kararlarına hakimiyette olduğu gibi korkuyla; itibarda olduğu gibi hayranlıkla değil güven ve saygıyla uyulur. Otoritenin diğer iktidar geliş metotlarından ayırıcı özelliği iktidarı bireyde değil, bireyin işlevinde olmasıdır. Siyasal düzlemde yönetenin(iktidarın); yönetilenlere getireceği kısıtlamalar veya sınırları üzerine birçok tartışma yapılmıştır. Bu tartışmalar sonucu ortaya çıkan en önemli görüşlerden biri de iktidarı sınırlandırarak toplumu hem sosyal hem de ekonomik yönden serbestleştiren liberalizmdir.

İktidar olgusunu anlayış bakımından iki farklı boyutta inceleyebiliriz. Bunlardan ilki insanlığın var oluşuyla başlayan insanlar arası iktidardır. İnsanlar arası iktidarla hayatımızın her anında ister istemez karşılaşırız. İlk olarak ailede hissedilen bu iktidar; eğitim hayatımızda, arkadaş çevremizde, iş hayatımızda süregelen aktif bir olgudur. İkincisi ise toplum ile devlet arasında olan ve iktidarın devlet tarafında olduğu anlayıştır. Bu anlayış devletin; tanımsal olarak olmasa da şekil olarak ortaya çıkmasına dayanır. Bu şekliliğin çıkma süreci ise tarım toplumlarında kurulan iktidardır. Günümüze dek özünü kaybetmeyerek değişimlere uğrasa da ‘’…dinleri, dilleri, ırkları, coğrafyaları, kültür ve medeniyetleri her ne kadar farklı olsa da, tüm insanların, değişik tarihsel dönemlerde karşılaştıkları ve her zaman boyun eğmek zorunda kaldıkları; ruhban sınıfı iktidarı, kral iktidarı, yalın iktidar, devrim iktidarı ve iktisadi iktidar gibi egemen güçler olmuştur...3 İktidar kavramı hepsinden önce egemen olmayı öngörür. Bu egemenliğe ulaşmada-iktidar olmada-üç türlü yol vardır.4 1. Hakimiyet yoluyla iktidar olma 2. İtibar yoluyla iktidar olma 3. Otorite yoluyla iktidar olma

DEĞİŞİM İÇİNDEKİ İDEOLOJİ: LİBERALİZM Liberalizmi tanımlamak zordur; zorluklardan belki de en önemlisi, kendi içinde farklılıklar, hatta çelişkiler barındırmasıdır. Dolayısıyla farklı liberalizm tanımları, uygulamaları olmasına yol açar. Tarihi olarak diğer ideolojilerden daha uzun bir geçmişe sahip olan liberalizm Latince liber(özgürlük) kelimesinden türetilmiş ve 18.yüzyılın sonuna dek ‘’özgür insana yaraşan’’ anlamından kullanılmıştı. Liberalizm ise devletin merkezi-

Hakimiyet yolu ile iktidar olmanın önkoşulu korkudur. Halk korku sonucu güçlüye boyun eğer. Machiavelli, hükümdarlara iktidarlarını korumada korkuyu tavsiye etmekte ve eğer yönetilenlerin kalbine korku salmazlar-

1 http://tr.wikipedia.org/wiki/Siyaset#D.C3.BC.C5.9F.C3.BCnsel_gelenek 2 Veysel Bozkurt, Değişen Dünyada Sosyoloji, Ekin Yayınevi, 2012, Bursa, sf.214-215 3 Bertrand Russel, İktidar, İlya Yayınevi, 2011, İzmir, (tanıtım yazısından) 4

Esat Çam, Siyaset Bilimine Giriş, Der Yayınları, İstanbul, 2005, sf.296

41


yetçiliğine ve mutlakiyete karşı bir eğilim ya da siyasal sistem anlamına geliyordu.5

sizliği sonucundan doğar.9 Yani negatif bir eylem sonucudur iktidar.

Felsefi açıdan baktığımızda liberalizmin en önemli yapı taşının özgürlük kavramı olduğunu görebiliriz. Özgürlük kavramı üzerine şekillenen bu ideoloji zamanla özgürlüğün devamı olan barış, eşitlik, sınırlı devlet, sivil toplum, serbest piyasa gibi farklı temel değerlere sahip olmuştur.

İktidarın hayatımızdaki konumu, yaşamımıza etkisi sürekli tartışılan konuların başında gelmiştir. Ünlü düşünür Locke devletin asli amacının bireysel hakları(yaşamak, özgürlük, mülkiyet) korumak olduğunu belirtir. Eğer devlet bu görevleri yerine getirmezse veya bizatihi bu hakları kendisi ihlal ederse; devlete karşı başkaldırı hakkının doğması fikri liberallerin dayanak noktasıdır.

Liberalizmin Eski Yunan topraklarında siyasi ve ekonomik açıdan görüldüğü düşünülmektedir. Fakat modern liberalizm 17. ve 18. yüzyılların bir ürünü olarak kabul edilir.6 Tabii Eski Yunan topraklarındaki liberalizm ile 18. yüzyıl liberalizmi anlayış olarak da uygulanış olarak da çok farklıdır. Buradan yola çıkarak liberalizmin; şartların, çevrenin ve olayların etkisine göre şekillendiğini söyleyebiliriz. Yaşanılan dönemin koşulları, ihtiyaçları değiştikçe; kendi içinde dahi çelişerek farklı boyutlara ulaşabilir.

1970’li yıllarda başlayan liberal muhafazakar düşünce kendi içinde çelişiyordu aslında. İlerlemeden yana olduğu için var olan düzeni -ister istemez- değiştirmekten yanaydı ve statükoyu savunan muhafazakarlığın karşısındaydı.10 Nitekim günümüzde; muhafazakarlığın karşısında olmak bir yana harmanlanarak bir bütün haline gelmiştir. Buradan da anlayabileceğimiz üzere liberalizm; özgürlükçü kaynağının kendisine de işleyerek, kapalı kutulara sıkışmadan modern topluma ayak uydurabilmiş aktif bir ideoloji olarak varlığını devam ettirmektedir. Farklı olma hakkımızı yitirdiğimizde, özgür olma imtiyazımızı kaybederiz. Charles Evans Hughes KAYNAKÇA

LİBERAL MUHAFAZAKAR SİSTEM

BOZKURT,Veysel,Değişen Dünyada Sosyoloji,EkinY ayınevi,Bursa,Ağustos 2012

1970’li yıllarda ortaya çıkan küresel ekonomik kriz, sosyal devlet anlayışından

ÇAM, Esat, Siyaset Yayınları,İstanbul,2005

Liberal piyasa ekonomisine geçişin zeminini hazırlamıştır. Ancak bu dönemdeki liberal düşünce, klasik liberalizmden farklı olarak muhafazakar değerlerin eklenmesi ile yeni sağ ya da liberal-muhafazakarlık adıyla yeni bir biçim aldı.7 Liberalizmin serbest ekonomi ve sınırlı devlet anlayışı ile aileyi, dini ve toplum değerlerini merkeze alan muhafazakarlığı birleştiren liberal-muhafazakarlık ilk olarak ABD ve İngiltere’de uygulanmaya başlandı. Türkiye’de ise ‘’24 Ocak 1980 Ekonomik İstikrar Programı’’8 ile uygulama alanı buldu. Bu program radikal ve kısmi olarak gökten inme bir politika içeriyordu. Ülke politikasının batı çıkışlı bir ideolojiden devşirilerek ani bir şekilde halka sunulması bazı kesimler tarafından tepki aldı. Fakat 80’lerde uygulanmaya başlayan özelleştirmeler 91 yılında SSCB’nin yıkılmasıyla dünya geneline yayılmada hız kazanmıştır. Türkiye’de ise sermayenin arkasına askeri darbeyi alarak hız kazandırdığını söyleyebiliriz.

Bilimine

Giriş,Der

GİDDENS, Anthony, Sosyoloji, Kırmızı Yayınları, İs¬tanbul, Ağustos 2013 T . B i l t o n , K . B o n n e t , P. J o n e s , T . L a w s o n , D . Skinner,M.Stanworth,A.Webster,Sosyoloji,Siyasal Kitabevi,Ankara,Eylül 2009 ÖRS, Birsen, Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Mart 2013 İNTERNET KAYNAKLARI ÖZKAZANÇ, Alev,Türkiye’nin Neo-Liberal Dönüşü¬mü ve Liberal Düşünce,Erişim Adresi: http:// www.po-litics.ankara.edu.tr/eski/dosyalar/tm/SBF_ WP_85.pdf Erişim Tarihi:23.03.2014 VULUÇ, A.Vahap, Liberal-Muhafazakar Siyaset ve Turgut Özal’ın Siyasi Düşüncesi,Erişim Adresi: http:// ybd.comu.edu.tr/sites/ybd.comu.edu.tr/files/Libe¬ralMuhafazakar%20Siyaset%20ve.pdf Erişim Tarihi:23.03.2014

GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

YAYLA, Atilla, Liberalizm,Erişim Adresi: http://www. libertedownload.com/Ornek/Liberalizm.pdf Erişim Tarihi:23.02.2014

Sosyal ilişkilerin tümünde belirli bir iktidar olgusunun var olduğunu söylemiştik. İktidar bu ilişkilerin eşit-

5 Der. Birsen Örs, Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013, İstanbul, sf.49-50 6 Der. Birsen Örs, Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013, İstanbul, sf.51 7 Vahap Uluç, Liberal Muhafazakar Siyaset ve Özal’ın Siyasi Düşüncesi, Yönetim Bilimleri Dergisi, c:12, s:23, sf.107 8

Ekonomik literatüre 24 Ocak kararları olarak geçen ‘’Ekonomik İstikrar Programı’’ yapısal dönüşümleri içeriyordu. Bu program ana hatlarıyla şunları içeriyordu: Devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınması, tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılması, dış ticaret serbestleştirilerek yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmesi ve kar transferlerine kolaylık sağlanması. <http://tr.wikipedia.org/wiki/24_Ocak_Kararlar%C4%B1> 9 Esat Çam, Siyaset Bilimine Giriş, Der Yayınları, İstanbul, 2005, sf.287 10 Der. Birsen Örs, Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013, İstanbul, sf.51

42


MİNERVA

BALKANLAR’DAKİ MİLLİYETÇİLİK HAREKETLERİ VE KÖKENLERİ Mustafa Can Güripek

Giriş

mustafacan.guripek@gmail.com

temdeki idealizm anlayışı ışığında liberal milliyetçiliğe bakıldığı zaman liberal milliyetçiliğin her ulusun dış politikada bağımsız olmasını, uluslararası sistemin de tek bir egemen (Wilson’a göre Milletler Cemiyeti) tarafından şekillendirilmesi gerektiği ifade edilebilir. 1.1.2. Muhafazakar Milliyetçilik 1900’lü yılların ortalarına kadar milliyetçilik kavramı muhafazakarların uzak durduğu bir akımdır. Milliyetçilik akımlarının yeni bir sosyal olgu olması muhafazakarların da eski tip yaşam tarzına sahip olmaları nedeniyle aslında bu süreç yadırganmamalıdır. Yirminci yüzyılın ortalarında bu olgu değişmiş muhafazakarlar ulus kavramını içeren değerlerin aslında kendi yaşam tarzlarına çok da uzak olmadığını görmüşlerdir. 1.1.3. Yayılmacı Milliyetçilik Diğer çeşitlerine göre daha saldırgan bir yapıda olan yayılmacı milliyetçilik anlayışı ulusların ortak bir gaza, fetih, cihat veya bir dünya hakimi olma ülküsü çerçevesinde kendine yer bulur. 1.1.4. Anti-Kolonyal Milliyetçilik Emperyal faaliyetlerin baş göstermesiyle ortaya çıkan bu milliyetçilik türünde sömürgeciliğe, işgalciliğe karşı durduğu gözlemlenmektedir. Ulusların bir nevi başkaldırışı veya son bir can havli olarak da nitelendirebileceğimiz anti-kolonyal milliyetçilik türü son yüzyılda kendini fazlasıyla göstermiştir.4 1.2. Balkanlardaki Milliyetçilik Tipi İlerleyen kısımlarda Balkanlardaki milliyetçilik etkileri enine boyuna derin bir perspektiften incelenecektir fakat konuya giriş olması ve konunun temellendirilmesi bakımından; balkanlardaki milliyetçiliğin bir ve dört numaralı tiplere yani Liberal ve Anti-Kolonyal Milliyetçiliğe uyabileceğini söyleyebiliriz. Fransız İhtilalinin liberalist etkisi altına giren ve Osmanlı topraklarında ikame eden bir coğrafyada bunun tabii olduğu aşikardır. 2. Balkan Milliyetçiliği ve Oluşumu 2.1. Balkan Coğrafyası Balkanlar veya Balkan Yarımadası, Avrupa kıtasının güneydoğu kesiminde, İtalya Yarımadası’nın doğusu, Anadolu’nun batısı ve kuzeybatısında yer alan coğrafi ve kültürel bölgedir. Bölge için bazı yayınlarda Güneydoğu Avrupa terimi de kullanılır.Bölge adını batıdan doğuya uzanan ve Bulgaristan’ı ikiye bölen dağ silsilesinden almıştır.

O

smanlı İmparatorluğu’nun yıkılma nedenleri arasında gösterilen milliyetçilik akımları 19.yy başlarında kendini göstermiş ve ‘’hasta adam’’ olarak tabir edilen Osmanlı’yı yıllar içerisinde yatağa iyice mahkûm etmiş, nefes almasını engellemiştir. Milliyetçilik akımları; ulusların kendi kaderlerini belirleyecek yeni bir oluşumun içerisine girdikleri bir toplum yapısını yani bir Volkgeist1 hareketi mi temsil etmektedir? Balkanlarda ki hareketler Pan-Slavizm politikası sonucu etnik grupları kışkırtma olarak görülebilir mi? Balkanlardaki milliyetçilik hareketlerini incelemeden önce ‘’Milliyetçilik’’ kavramı üzerinde durmakta fayda vardır. 1.Milliyetçilik Tartışmaları ve Tipleri Milliyetçilik; Ulusçuluk kendilerini birleştiren dil, tarih veya kültür bağlarından bir üstyapı oluşturabilmiş sosyal birikimlerin adı olan millet veya ulus olarak tanımlanan bir topluluğun yaşama ve ilerleme ülküsünün toplumların ve insanlığın gelişmesini sağladığına inanan görüştür.2 Tabii olarak insanlar coğrafi yapının, beşeri ve ekonomik dinamiklerin farklı olması nedeniyle milliyetçilik kavramını farklı olarak algılamaktadırlar. Ernest Gellner gibi bazı düşünürlere göre de sanayii devrimi öncesinde feodalitede mensup oldukları yapılara göre değişiklik arz etmektedir.3 1.1. Milliyetçilik Tipleri Milliyetçilik kavramının insanların algılayışına göre çeşitli anlamlar ifade edebileceğini ve siyasi ideolojiler etrafında şekillenebileceğini söylemiştik. Bu kısım ileride Balkan coğrafyasında hangi tip milliyetçilik eğilimlerinin olduğunu anlamamızda bize ışık tutacaktır. Çeşitli milliyetçilik tipolojileri bulunmaktadır bu makalede basitleştirilmesi açısından Andrew Heywood’un milliyetçilik tipolojisi kullanılacaktır. 1.1.1. Liberal Milliyetçilik 19.yy ortalarında liberal olmakla milliyetçi olmak aynı anlama gelmektedir. Ulusal bağımsızlık, milli mücadele, halk özgürlüğü gibi kavramlar iç içe girmiştir. Liberal Milliyetçilik ilkeli bir milliyetçilik türüdür. İlkelerini en açıkça ifade ettiği yer olarak Woodrow Wilson’un 14 ilkesi gösterilebilir. Wilson her milletin kendi kaderini tayin hakkı(selfdetermination) olduğunu söylemiştir. Uluslararası sis-

1 Volkgeist : Çeşitlietnisitelere ve farklılıklara rağmen üst bir kimlik, duygu, kader birliği oluşturma çabası 2 Mümtaz’erTürköne , Milletler ve Milliyetçilik , Etkileşim Yayınları , Ekim 2012 , s.24 3 Andrew Heywood, Politics ,Çev. Bekir Özipek, Mete Yıldız, İstanbul, Liberte Yayınları,6.baskı,Temmuz 2012,s.152 4

Heywood, a.g.e, s.156-166

43


2.3.1. Erken Dönem Osmanlının beylik dönemlerinde Balkanlar coğrafyasındaki devletler Osmanlı’dan çok farklı konumda değillerdi. Doğu Roma’nın ardından oluşan boşlukta irili ufaklı devletler oluşmuş ve bunlar da tıpkı Osman’ın rüyasındaki gibi bir rüyayı görüyorlardı.7 Osmanlı bu rüyayı gerçekleştirmiş ve 1354 de balkanlara ayağını Gelibolu’dan atmıştır. Daha sonra dünyadaki en stratejik yerlerden biri olan ve yeryüzünde en çok savaşa ev sahipliği yapmış olan bir yer Edirne fethedilecektir.8 Edirne’nin fethiyle birlikte Osmanlılar artık balkanları sürekli gözleyen bir merkeze sahip olmuştur.9 Osmanlı fetihleri balkanlar üzerinden Orta Avrupa’ya doğru bir seyir izlemiştir. Türklerin Kızıl Elma miti altında kendilerine Viyana’yı yurt biçmeleri ve Müslüman temeller dolayısıyla Dar-ül Harb’in kalbi olan Roma’nın fethini istemeleri seferlerin Orta Avrupa’ya doğru olmasını açıklar hale getiriyor.

Önceleri bu sıradağların adı olarak kullanılan Balkan, daha sonraları tüm bu bölge için kullanılmaya başlanmıştır.Türkçe kökenli “Balkan” sözcüğüne bütün dillerde rastlanır.5 2.2. Balkanların Demografik Yapısı Tarih boyunca çok sayıda kavime ve onların kurduğu devletlere ev sahipliği yapmış olan bu bölge 5 yy. Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinde kalmıştır .Bu dönemde daha çok Rumeli ismiyle anılan bölge Osmanlı için büyük önem arz etmiştir. Gerek Osmanlı iskan politikalarında etkin bir şekilde kullanılmasıyla gerekse arazi sistemine bağlı olarak devşirme politikasına ev sahipliği yapmıştır. Bölgenin demografik yapısına Anadolu’dan göç eden Türkler etki etmiştir. Yunan, Sırp,Boşnak, Arnavut,Bulgar ve Romenlerin yaşadığı bu multi-etnik bölgede Hıristiyanlığın Ortodoks ve Katolik mezhebine bağlı halkların yanı sıra Osmanlı hakimiyeti ile birlikte Müslüman nüfus ağırlık oluşturmaya başlamıştır.6 2.3. Osmanlı – Balkanlar İlişkileri Osmanlı-Balkan ilişkilerini tahayyül etmek için Fransız Devrimi öncesi dönem ve sonrası dönem olarak ayrım yapmak önemlidir. 1789 öncesi ve sonrası dönem birbirlerine hayat tarzı olarak olmasa da ilişkileri etkileyen kavramların kaosu ve çatışması olarak çok farklıdır. Balkanlar-Osmanlı ilişkilerini tahlil ederken iki tane ayrımı yapmak makalenin anlamlandırılması bakımından önemlidir. Birinci ayrım; tarihçilerin Osmanlı’nın balkanlarda ilerlediği 1683 yılındaki II. Viyana Kuşatmasına kadar olan dönem ve sonra Balkanlarda yenilgiler silsilesinin başladığı diğer bir dönem olarak ortaya çıkar.Fakat bu makalede milliyetçilik akımının ortaya çıktığı 1789 Fransız ihtilali öncesi dönem ve etkileri yayıldıktan sonraki dönem olarak alınmıştır. Diğer bir ayrım ise Balkanların sırası ile Bizanslaşma -Hrıstiyanlaşma-Türkleşme-Doğululaşma-Avrupalılaşma ve Laikleşme olarak ele alınan dönüşümlerinden milliyetçilik akımlarının damga vurduğu Doğululaşmanın tamamı ve Avrupalılaşmanın bir kısmının ele alınacağı konusundadır.

Osmanlı-Balkanlar erken dönem ilişkilerinde tebaa üzerinde yapılacak tahlil önemlidir. Osmanlı fethettiği yerlerde istimalet politikası adını alan hoşgörülü davranma usulünü uygulamıştır. Ortaçağ’ın toprak düzeninde feodal beyler altında ezilen tarım kesiminin toprağını mirileştirerek köylüyü devlet garantisi altına almıştır. Feodal beylerin Osmanlıyı tanıyanlarını karşı gelmeyenlerini ise tımar sistemi içine dahil etmiştir.10 Balkan halkları egemenliğin kimde olduğu veya nasıl yönetildiğini çok da umursamamıştır. Osmanlı patriarkal monarşi ile yönetilen bir devlettir ve hanedana bağlı olduğunu kabul etmek Osmanlı olmak için yetmektedir. İmparatorlukların ortak politikası olan hoşgörü politikası; Osmanlı’yı balkanlarda 550 yıla yakın tutmasına rağmen 18.ve 19. yüzyıllarda da yaşanacak merkezi yönetim zaaflarını da beraberinde getirmiştir. İstimaletin uygulandığı diğer önemli nokta Kilise konusundadır. 14 ve 15.yy.da Balkanlara akın eden Haçlı orduları Balkan coğrafyasını katolikleştirmeyeçalışmış ve nüfusa baskı yapmıştır. Osmanlılar Ortodoks kilisesini desteklemiş, insanların dini tercihine karışmamıştır. Ömer Lütfi Barkan’ın çalışmalarına göre Osmanlıların

5 Halil İnalcık, Türkler ve Balkanlar OBİV İstanbul, Eren yayınları, 1993, s.9 6 Maria Todorova, Balkanlardaki Osmanlı Mirası 7 Orhan Koloğlu , Osmanlı Döneminde Balkanlar, İstanbul, Eren yayınları, 1993 s.60- 65 8 John Keegan , AHistory of Warfare , İstanbul, Gençlik Yayınları , 1995,s.118- 120 9 Georges Castellan, Balkanların Tarihi, İstanbul, Milliyet Yayın, 1993 , 1.baskı s.61-70 10

İnalcık a.g.e s.19

44


Balkan egemenliğindeki ilk 200 yılı Müslüman olan hane sayısı yok denecek kadar azdır. Yani herhangi bir baskı yapılmamış insanların kültürlerini korumalarına izin verilmiş hatta Kiliseye devlet hiyerarşisi içinde bir yer verilmiştir. 2.3.2. Geç Dönem – Milliyetçi Kökenler 1648 Westphalia Anlaşması’nı Uluslararası ilişkiler teoreminin başlangıç noktası olarak alırsak muhtemelen bu tarihi modern ulus devletlerin ortaya çıkma tarihi olarak da kabul edebiliriz. Ortaçağ Avrupası’nın feodal düzeni yıkılmaya başlamış monark krallar güçlenmiştir. Avrupa yeni bir atılım içerisine girmiş ticarette Osmanlı ve Venedik tekelini kırabilmek için denizlere açılmış, yeni kıtalar keşfetmiş merkantilist politikalar izlemektedir. Bu gelişmeler sonucunda Monarkların zenginlik yarışı ortaya çıkmıştır. Monarklar eski etnik grupları kullanarak Avrupa’da modern ulus devletlerin temelini atmışlardır. Ulusçuluk ve liberal akımlar,sınıf çatışmaları Fransa’da etkisini göstermiş ve kısa sürede dünyayı etkisi altına almıştır. Modern ulus devlet anlayışı en çok imparatorluklar üzerinde etkili olmuştur. Makalenin konusunu oluşturan coğrafya ile akımlar balkanlarda Osmanlı egemenliği altındaki etnik grupları etkisine almaya başlar. Milliyetçilik akımları Doğu Avrupa’ya geldiğinde kendine uygun bir ortam bulabilmiştir. Bunun nedeni Osmanlı’nın Balkanlarda uyguladığı hoşgörü politikasıdır. Yunanistan, Romanya,Sırbistan, Arnavutluk gibi ülkelerin bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz modern ulus devletler olarak ortaya çıkması Osmanlı’nın hoş görüsünün, hiçbir etnik kimliğe ve kimliklere ait değerlere dokunmadığının en büyük kanıtıdır.11

kışkırtıcı konumunda Rusya’yı etkin bir rol olarak görebiliriz.12 Rusya yeni atılımlarla Avrupalılaşma sürecine girmiş ve Balkan halklarıyla inanılmaz bir ticari ağ yaratmıştır.13 Osmanlı Devleti’nin 17.yüzyıldaki Rönesans ve reform hareketlerini yeterince takip edememesi önemli neticeler doğurmuştur. Askeri anlamda incelendiğinde savaş makinası olan Osmanlı yeni teknolojiye refleks verememiş ve savaşlardan yenik ayrılmaya başlamıştır. Ayrıca askerlerin balkanlarda yerleşme isteği III.Selim tarafından engellenmiş ve bağımsızlık isteyen kişiler özgürce propaganda yapabilmiştir.14 Toplumsal anlamda ise Osmanlı’nın bir burjuva sınıfı olmayışı, din ve devlet işlerinin iç içe yürüyor olması merkezi yapıyı ve ekonomiyi zayıflatmıştır.Osmanlı tabiri caizse bir Balkan İmparatorluğuydu.15 Balkanlardaki tebaayla yönetimin arasındaki kopukluk ve İmparatorluğun diğer ulusları ile (özellikle ana grup Anadolu’daki Müslüman Türkler) ayrıcalık hissiyatının belirginleşmesi halkı milliyetçiliğe biraz daha yaklaştırmıştır. Devşirme sisteminin 17.yy başında bozulması, Osmanlı adına yönetenlerin sorumsuzluğu, denge ibresinin Anadolu Müslüman Türk tebaaya dönmesi halkın aidiyet duygusunu kiliseye kaydırmıştır. Balkanlarda kültür, din,yaşayış biçimi devam ediyordu fakat Balkanlı halklar milliyetçi akımlara kadar Osmanlı’dan kopmak gerektiğini düşünmemişlerdir. Daha sonraları çok derine kök salacak milliyetçilik tohumları incelenmelidir. Bunu iki temelde yapabiliriz Birincisi dönemin özelliği ile açıklanabilir. Dönem; merkezi yapının bozulduğu merkez kaç kuvvetlerin özellikle kilisenin güçlendiği, II. Viyana kuşatmasıyla askeri savaş makinasının yenilebileceğinin anlaşıldığı, Fransız ihtilalinin etkilerinin yayıldığı bir dönemdir. Fakat bunlar halkın bir anda aydınlanıp, ulusçu fikirlere kapılmasını beraberinde getirmez. İkincisi iseetkendir .İtici güç olarak burada ticaret burjuvazisini kabul etmeliyiz. Aynı Ortaçağ’ın sona ermesindeki burjuvazinin rolü Balkanlarda da karşımıza çıkmaktadır. Rusya’nın Avrupalılaşma atılımında Balkanlarda kilise ve ırk üzerinden giderek bir ticaret ağı kurduğunu söylemiştik. Bunun sonucu olarak Osmanlıda bazı etnik grupların(Rum, Yahudi) tekelinde olan ticaret Balkan uluslarındaki etnik grupların ticarete girmesiyle bu etnik gruplarda burjuva kesimini oluşturuyordu. Ve yine Ortaçağ ile dönem arasında yükselen aristokrasi ışığında bir benzerlik kurarsak; burjuva ulus fikrinin tebaa üzerinde yayılmasında, aydınlanmada büyük bir rol oynamıştır. Bu çerçevede bakıldığı zaman 1806 yılında başlayan ve 1812 yılında Bükreş Antlaşmasıyla biten Osmanlı –Rus savaşı sonucunda Sırbistan’a çeşitli ayrıcalıklar verilmiştir. Grek yarımadasında ulusçuluğun farkına varan ve Osmanlıdan kopacak olan halkları kendi yörüngelerine sokmak isteyen Fransa ve İngiltere ateşi sürekli olarak körükleme başlayacaktır. Rusya’nın yayılmasını da engellemeknihai bir amaçtır onlar için.16 Osmanlı do-

Diğer bir neden de Rusya’nın sıcak denizlere inme ve Panslavizm politikasıdır. Sıcak denizlere inip Slav birliğini sağlamak isteyen Rusya;Balkanlarda kendi ‘’ırkından’’ olan milletleri açıktan açığa veya gizli olarak desteklemiştir. Ayaklanmalar da hem destekçi hem

11 Oral Sander, Siyasi Tarih, Ankara, İmge Yayınevi, Kasım 2011, s.2929 12 Todorovaa.g.e 13 İlber Ortaylı İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı , İstanbul, 2006, Alkım Yayınevi, 25.baskı s.72-73 14 Castellana.g.e , s .55 15

İlber Ortaylı, Balkanlarda Milliyetçilik, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Tarihi

45


nanmasının Rus-Fransız-İngiliz iş birliğiyle Navarin’de yakılması ardından Osmanlı – Rus savaşının kaybedilmesiyle 1828 de Edirne Antlaşması imzalanır ve ilk olarak kopan millet Yunanlar olur. Bu süreç Bulgaristan, Romanya, Bosna – Hersek, Sırbistan gibi ülkelerin önce özerklik sonra bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle devam etmiştir. Balkan coğrafyasındaki Milliyetçilik tohumları derine kök salmış ve çatışma,kaos ortamı dinmemiştir. Balkanlarda irili ufaklı devletlerin kurulması huzur ortamını beraberinde getirmemiştir. 19. ve 20. yüzyılda Balkanlar için Avrupa’nın “barut fıçısı” tabiri kullanılmıştır Bölgenin siyasal tarih bakımından özelliklerinden en önemlisi Avrupa’nın büyük devletleri arasındaki çıkar çatışmasına sahne olmasıdır. Bu durum, Balkan devletleri arasında ortak anlayış ve birliğin kurulamaması ile bölgenin büyük devletler bakımından arz ettiği stratejik önemden kaynaklanmaktadır.17 İttihat ve Terakki Partisi döneminde yapılan yanlış uygulamalar ve partinin içeride etkinlik sağlaması bir hayli meşakkatli olduğundan mütevellit Balkan coğrafyasına olan ilgi azalmıştır. Balkanlardaki bu derece hareketlilik görmezden gelinmiştir. Bu durum balkan halklarının savaş ilan etmesiyle sonuçlanmıştır. Doğu cephesi – Trakya, Batı cephesi Arnavutluk ve Makedonya olmak üzere iki cephede cereyan etmiştir. Bulgaristan Çatalca’ya kadar gelip İstanbul’u tehdit etmeye başlamıştır . Yunanistan ; Makedonya’yı tamamen işgal etmiştir. Ortalığın karışmasının fırsat bilen Arnavutluk (milliyetçilik hareketleriyle kaynıyordu) bağımsızlığını ilan etmiştir. 7 ay 23 gün gibi kısa bir sürede yüzyıllarca hüküm sürülen topraklar elden çıkmıştı. İkinci Balkan Savaşı ise Bulgaristan’ın daha fazla toprak almasını kabullenemeyen Yunanistan, Romanya , Sırbistan ve Karadağ’ın Bulgarlara karşı savaş ilan etmesiyle başlar. Osmanlı devleti bundan yararlanıp Edirne ve Kırklareli’ni geri aldı. II.Balkan Savaş’ından sonra net olarak çıkan sonuçlar Türklerin Balkanlarda ‘’azınlık‘’ olarak kabul edilmesi ve Balkan coğrafyasında bu huzursuzluğun dinmeyeceğidir. 3.Sosyalizm ve Milliyetçiliğin ‘’Yeni’’ Biçimi Balkanların arz ettiği stratejik önem ve Balkan etnik gruplarının gördüğü mega olma rüyaları çakıştığında Balkan coğrafyası milli kimlikler ve milliyetçilikler üzerinden oynanan bir satranç tahtasına dönmüştür. Büyük devletler kendi çıkarları dahilinde bölgeyi bazen karıştırmakta bazen yatıştırmaktadır. Balkan ve 1.Dünya Savaşında herkes safını belli etmiş ve büyük bir devlete yanaşmıştır. Bölgenin büyük hamisi tabi ki de Yunanlara Sırplara Romenlere hamilik eden Rusya’dır. Yine grupların kendi toprak bütünlüğünü korumak isteyen Avusturya-Macaristan büyük bir imparatorluk olarak bu ayaklanmalara karşıdır. Fakat istediğini gerçekleştirememiştir. 1.Dünya savaşı sonrası ilk dönemde 1919-1930 arası

dönemde milliyetçi söylemler ekonomide boy göstermeye başlamıştır. Sanayileşme hamlesi başlatan balkan ulusları bu konuda çok başarılı olamadılar. Ülkede yeterli sermaye olmaması teknolojik yetersizlikler, ülkelerin yeni bağımsız oldukları için dış yatırıma soğuk bakmaları gelişme yolunda büyük engel teşkil etmektedir. 1929 yılındaki krizle iyice bunalan Balkan coğrafyasına farklı fikirler girmeye başladı. Krizden hiç etkilenmeyen ve Balkanlarda etkinliğini yeniden artırmak isteyen Ruslarla birlikte Komünizm, çok çabuk toparlanan ve balkan ülkelerine yardım yapan Almanlarla birlikte milliyetçilik… 2.Dünya Savaşı’na yeni umutlarla giren Balkan devletleri Büyük devletlerin piyonu olmaktan yine kurtulamayacak Almanların Balkan coğrafyasını işgaliyle yine rüyalarından uyanmak zorunda kalacaklardı. Soğuk savaşın getirdiği iki kutuplu dünyasında Balkan coğrafyası yine karışıklıktan kurtulamamıştır. Liberal Batı’nın ilk kalesi olan balkanlar Rus tehdidine karşı durmak zorundaydı. Tam tersi açıdan bakarken de Ruslar için Balkanlar liberal batıyı yıkmak için sağlam inşa edilmeliydi. 1980 li yıllarda Soğuk Savaş’ın sona ermesi Doğu bloğunun çözülmesiyle Balkanlarda aşırı bir karışıklık meydana gelmiştir. Yirminci Yüzyılın sonlarında Yugoslavya’nın dağılması sırasında yaşanan kanlı olaylar, Yeni Yüzyılda da Balkanları yukarıda belirttiğimiz özellikleri ile tekrar dış politika gelişmelerinin merkezine yerleştirmiştir. Balkanlar, bazı yazarlarca “Çok yakın ve çok uzak bir başka Avrupa” şeklinde tanımlanmaktadır. Balkanlar, Avrupa Birliği’nin ortasında bir “ada” olarak da ifade edilmektedir.18 Balkan ülkelerinde aşırı milliyetçilik 1980-2000 döneminde yani sosyalizmden kapitalizme geçiş sürecinde yükselişe geçti ve yaygınlaştı. Ama çoğunlukla Sırbistan ve Sırp ulusu aşırı milliyetçi faaliyetleriyle kanlı olaylara imza atmıştır. İşsizliğin ve yoksulluğun artması, belirsizlik ve güvensizlik ortamının oluşması politikacıların artan milliyetçi söylemleri insanlar üzerinde birinci dereceden etki oluşturdu. İşsizlik ve yoksulluktan dolayı öteki etnik ve dinsel gruplar suçlandı. Eski sosyalist kurumların yıkıldığı ancak yeni kurumların henüz tam olarak oluşmadığı Balkan ülkelerinde kitleler için bir belirsizlik ve güvensizlik ortamı oluştu ve yaygınlaştı.Politikacılar yeni kapitalist dönemde siyasi iktidarı ele geçirmek için milliyetçi söylemi kullandılar ve milli lidere dönüştüler. Milliyetçi söylem; güçlü ulus devletine vurgu yaptı. Belirsizlik güvensizlik içinde olan işsiz yoksul kitleleri kolayca etki altına aldı. Çünkü Milliyetçi söylem ;güçlü ulus ve güçlü ulus devlet kurulunca sorunların ortadan kalkacağını vaat ediyordu. Balkanlardaki milliyetçiliğin yıllar sonra tekrar canlanması 3 temel sacayağına oturtulabilir. Anti-komünizm düşüncesi, din-kilise düşmanlığı ve yabancı düş-

16 Sander, a.g.e, s.293 17 Oral Sander, a.g.e. s.295 18

Ali Engin Obalı,Balkanlarda Barış ve İstikrar Bir Hayal mi ? , www.tasam.org/tr-TR/icerik/3704/balkanlarda_baris_ve_istikrar_bir_hayal_mi

46


manlığı olmuştur. Aşırı milliyetçiler 80lerde gelişen komünizm karşıtı muhalefet içinde yer aldılar ve sosyalist rejimlerin çökmesinde önemli rol oynadılar .Çünkü sosyalizm güçlü ulus ve güçlü ulus devletin kurulmasını engelliyordu.Aşırı milliyetçiler komünizm ideolojisine karşı kilise ve din adamlarıyla işbirliği yaptılar. Yani din ulusu ve ulusal kimliği yüceltmek ,saldırgan politikaları meşrulaştırmak için kullanmışlardır. Ülkede yaşanan işsizlik, yoksulluk, belirsizlik, güvensizlik gibi olumsuzluklardan dolayı yabancılar suçlandı. Çünkü aşırı milliyetçiliğe göre bunlar güçlü ulus ve güçlü ulus devletinin kurulmasını engelleyen düşmanlardır. Yabancı olarak adlandırılan ülke içinde yaşayan öteki etnik ve dinsel gruplardır. Aynı zamanda aşırı milliyetçiler AB’ye katılımı da desteklememektedir.19 Aşırı Milliyetçiliğin kullandığı yöntemler; Öteki etnik ve dinsel grupların asimile edilmesi, öteki etnik ve dinsel grupların politik, ekonomik, sosyo-kültürel ve entelektüel alanlardan dışlanması,öteki etnik ve dinsel grupların ülke dışına kovulmaları, öteki etnik ve dinsel gruplara yönelik etnik temizlik uygulaması, komşu ülkelere yönelik irredantizm politikası uygulamak gibi yöntemler kullanır.20 3.1 Savaşın Ayak Sesleri 3.1.1. Sırbistan Bağımsızlığını 1878 Berlin Antlaşmasıyla kazanan Sırbistan genişlemeyi amaçlamıştır ve Büyük Sırp Krallığı kurma ütopyasını hayata geçirmek istemiştir. Bunda başarılı olamasa da 1815 – 1878 arasında 100 yıl sonraki canlanmanın nedeni sayılabilecek bir değişimgerçekleşmiştir. Sırp milliyetçiliğinin ideolojik ve tarihsel temelleri sağlamlaştırılmıştır .Sırp milliyetçileri ‘’yukarıdan aşağıya‘’ bir milletleştirme programı uygulamışlardır. Sırp kimliği ve kültürü yeniden tanımlandı. Sırpların seçilmiş ve ezilmiş bir halk olduğu yönündeki düşünceler doktrinleştirildi. Sırpların tüm güney slavlarının asil halkı olduğu , dolayısı ile Bosnalı ‘’Müslümanların’’ İslamlaşmış, Hırvatların da ‘’Katolikleşmiş’’ Sırplar olduğu düşüncesi ideolojik temellerde hayat bulmuştur. Müslüman ve Hırvatlara karşı tekrar özüne dön ya da öl politikası izlenmeye başlamıştır. 3.1.2. Arnavutluk Arnavut ulusal hareketinin ortaya çıkışı sebebi Ayestefanos ve Berlin Antlaşmalarından sonra bazı Arnavut bölgelerinin diğer Balkan Devletleri’nin içerisinde kalmasıdır. Bu sorun ilk kez Berlin Antlaşmasından sonra gündeme gelmiştir. Problemin temelinde özerklik fikri yatmaktadır. Dolayısıyla Arnavutlar Osmanlı döneminde birçok kez ayaklanmışlar ve sonucunda 1912 yılında Bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Arnavutlar Balkanların demografik açıdan en fazla değişmiş uluslarından biridir. Arnavutların ‘’Büyük Arnavutluk’’ fikirleri Balkanlarda yaşayan 6 milyon civarındaki Arnavutun bir araya gelmesi üzerine kurulmuş

büyük bir göç fikridir. Bu özellik sebebiyle sadece 2 ülke arasında değil tüm balkan devletleri açısından sınır sorununu teşkil etmektedir. Kosova Savaşında Sırbistan ile bağımsızlık alanları çakışmıştır. Aynı şekilde soğuk savaş döneminde Makedonya ile sürtüşmeleri olmuştur. 3.1.3. Bulgaristan Bulgarlar da diğer Balkan milletleri gibi 19,yy da Rusya’nın teşvik ve tahrikleriyle isyanlara başlamış ve Osmanlıdan kopmuştur. Fransız İhtilali, eğitim faaliyetlerinin artması ve Bulgar kilisesinin özerkliği Bulgar milliyetçiliğinin temelini oluşturmuştur. Todor Jivkov liderliğindeki komünist Bulgar rejiminin “yeniden doğuş süreci’’ olarak adlandırdığı kampanya ülkedeki en büyük azınlık olan Türkleri hedef aldı (Müslüman ve Türk olan Pomaklar) Türklerin ibadet etmeleri, Türkçe konuşmaları hatta ve hatta Türk olmaları yasaklanmıştı. 3.1.4. Yunanistan Yunanlılar, bağımsız ve bütün Ortodokslar üzerinde yönetim hakkına sahip olan kiliseleriyle imparatorluğun en mümtaz unsuruydu. Bizans’tan gelen Roma hukuku, kilise eğitimi dolayısıyla Yunanca yaşıyordu. Üstelik Adriyatik’teki Ion adaları halkı bağımsızdı ve çok önceden Rönesans İtalya’sı ve Avrupa kültürü ile temastaydılar. Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de önemli ticaret filolarına sahiptiler.21 Yunan milliyetçiliği diğer balkan uluslarını etkilemiş hatta diğerleri tarafından destek görmüştür. Yunan milliyetçiliğinin canlanması hiç kullanılmayan Osmanlıca dili üzerinden başlamıştır. Karışık bir dille konuşan Osmanlı üzerine eleştiriler getirilmeye başlamıştır. Ve Avrupa’nın her krizde, aydınlanmada Yunan kültürüne diline sarılmaları bunu tetiklemiştir. Yunan milliyetçiliği yayılma esnasında Kilise ve ticari filo sahipleri (armatörler) büyük roloynamışlardır. Kilise halktaki laiklik eğilimini bastırmıştır. Armatörler ise çeşitli örgütlenmelerle (başta FilikiEteria olmak üzere) aydınlanmanın üzerine eğilmişler ve halkta bilinç uyandırmaya çalışmışlardır. Diğer bir neden ise Kavalalı Mehmet Ali Paşa faktörüdür. Kavalalı Mısır’ da Osmanlı’ya isyan eder. İngiltere’nin yardımlarıyla isyan bastırılır. Fakat Paşa’ya Yunan topraklarına vali olarak atanma sözü verilir. Yunan milliyetçilik hareketleri burada hızlanır çünkü Yunanlar Paşanın burada özerk bir yönetim isteyip isyan edeceğinin farkındadır. Yunan milliyetçiliği bütün Balkan unsurlarından yar-

19 Ali Engin Oba, a.g.e 20 Caner Sancaktar,Türkiye-Sırbistan İlişkileri, Balkanlarda Aşırı Milliyetçilik: Bölgesel İş Birliğine Engel, İstanbul, Doğu Kitapevi, Aralık 2012,s.132 21

İlberOrtaylı , Balkanlarda Milliyetçilik, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Tarihi

47


Sonuç Yerine Fransız Devrimiyle gerilen Balkanlardaki milliyetçilik akımları 19.yy da tırmanışa geçmiştir. Milliyetçiliğin bu derece hızlı ve etkili yayılması anti-koloniyel milliyetçilik anlayışı, Rus kışkırtması, Osmanlı etkisizliği veya çaresizliği, azınlıkların Osmanlı’nın hoş görü politikasıyla beraber uzun yıllar muhafaza edilen kültürel kimliklerden kaynaklanmıştır. Balkan coğrafyası patlamaya hazır bir bomba gibi egemen güçler tarafından parsellenmiş etnik gruplarıyla karışıklık içerisindedir. Avrupa’da olmasına rağmen çok uzak tutulmaya çalışılan doğuyla arasında bir tampon bölge görevi gören, hegomonik güçlerin merdiven altı laboratuvarıolarak uzun yıllar daha sıcak kalma potansiyeline sahiptir. Balkan uluslarının milliyetçiliği dünyadaki diğer hareketlere göre çok daha geç dönemlerde ortaya çıkmıştır. Geç dönemde ortaya çıkması ve Avrupalı güçlerin bölgede bu kadar etkin rol oynaması; balkan milliyetçiliğinin edilgen olmasına yol açmıştır. HannahArendt’ in aktardıkları bu edilgenliği doğrular niteliktedir. Arendt, Arnavutluk’taki Sırpların “Yaşasın bağımsız Sırbistan’’ diye bağırdıklarını bir yıl sonra ise Sırbistan’daki Hırvatların “Yaşasın bağımsız Hırvatistan” sloganlarını duyduğunu, yerli ve çoğunlukta olan halkın ise tepkisiz kaldığını dile getirir. Dünya eğilimlerinin bölgeselleşme kavramının sınırlarına girdiği günümüzde, derme çatma üst kimliklerin bunu kullanamaması bugün de edilgen milliyetçilik söylemleriyle çalkalanması makalenin oturduğu temeli destekler niteliktedir

dım almıştır. (Özellikle Bulgarlar) Fakat Bulgarların gösterdiği yardıma Yunanlılar kayıtsız kalınca Bulgarlar kendi ulusçu fikirlerini kurmak zorunda kalmışlardır. Ayrıca çok küçük bir grup olan Yunanlıların büyük devletler tarafından desteklenip bağımsızlığını ilan etmesi diğer devletler bazında bir kıskançlığa yol açmıştır. Bu kıskançlık ilerdeki çatışmalarda kendini göstermiştir. Bugünkü duruma bakınca Yunanistan ve Türkiye 2.Dünya Savaşı ve soğuk savaş dönemlerindeki tutumlarıyla balkan uluslarının dışında bir yer almışlardır.22 3.1.5. Romanya Romen Milliyetçiliği devletin ve ulusun modernleşmesiyle birlikte hız kazanmıştır.1820-1870 arasında varlıklı aileler çocuklarını Fransa’ya eğitime göndermeye başlamıştı. Fransa da etkili olan devrimler ve akımlardan etkilenen aydınlar kendi topraklarında bunu yaymaya başladılar. Rus-Fransız-Osmanlı çekişmesine dönen Eflak ve Boğdan topraklarının yönetimi konusunda başta Osmanlı ve Rusya ortak hareket etmiş fakat sonra fikir ayrılığına düşmüştür. Modern bir devlet yaratmaya çalışan ve anayasal temele oturtmaya kararlı olan aydınlar büyük hamileri Rusya’nın büyük destekleriyle Eflak ve Boğdan prensliklerini birleştirmiş ve Romanya devletini kurmayı başarmışlardır.23 3.2. Bosna Savaşı Sırp Milliyetçiliğinin en kanlı getirilerinden olan Bosna Savaşı da bu temeldeki politikaların sonucunda meydana gelmiştir. Soğuk savaşın ardından Doğu bloğu dağılmış ve Yugoslavya’nın farklı etnik grupları bir arada tutması imkansız hale gelmiştir. (Tito’nun da ölümüyle) Eylül 1990 da Slovenya bağımsızlığını ilan etmiştir . Bunu takip eden süreçte 1992 de Bosna – Hersek ve Hırvatistan bağımsızlığını ilan etmiştir.1 gün sonrasında ABD ve AB tarafından tanınmışlardır. Fakat Sırplar bu durumdan memnun değillerdir. Bosna-Hersek topraklarının bir kısmında hak iddia eden Sırplar ; Bosna Sırp Cumhuriyeti adıyla Bosna –Hersek’ten ayrılmış ve saldırgan politikalara başlamıştır. Savaş 4 yıl sürmüş ve özellikle Müslüman nüfus üzerinde büyük bir etnik temizlik yapılmıştır. En büyük desteği Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç ve Genel Kurmay Başkanı Perisiç’ten alan Sırplar özellikle Srebrenica’da tarihin en büyük katliamlarından birini gerçekleştirmiştir. Oysaki Srebrenica BM tarafından güvenli bölge ilan edilmiştir ve silahtan arındırılmıştır. Yugoslav Ordusundan kalan teçhizatlara sahip olan Sırplar, Hollandalı BM Barış gücü askerlerinden de aldıkları silahlarla 200.000’e yakın Bosnalıyı öldürmüştür.24 BM’nin başarısızlığı NATO’nun müdahalesini gerekli kılmıştır. Sırbistan’a yapılan müdahale sonucu Sırplar savaşı durdurmuştur 1995 Kasım ayında Boşnak lider Izzetbegoviç ve Sırp lider Miloseviç arasında ABD’nin arabulucuğuyla Dayton Anlaşması imzalanmıştır

KAYNAKÇA CASTELLAN, Georges Balkanların Tarihi, İstanbul, Milliyet Yayın, 1993 , 1.baskı HEYWOOD, Andrew Politics ,Çev. Bekir Özipek, Mete Yıldız, İstanbul,,Liberte Yayınları,6. baskı,Temmuz 2012 İNALCIK, Halil Türkler ve Balkanlar OBİV İstanbul, Eren yayınları,1993 KEEGAN, John A History of Warfare , İstanbul, Gençlik Yayınları , 1995 OKAY, Yeliz Türkiye-Sırbistan İlişkileri ,İstanbul ,Doğu Kitapevi , Aralık 2012 ORTAYLI, İlber İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı , İstanbul, 2006, Alkım Yayınevi, 25.baskı SANDER, Oral Siyasi Tarih, Ankara, İmge Yayınevi, Kasım 2011 TODOROVA, Maria Balkanlardaki Osmanlı Mirası , Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Tarihi Ansiklopedisi TÜRKÖNE, Mümtaz’er Milletler ve Milliyetçilik, Etkileşim Yayınları, Ekim 2012 WACTEL, Andrew Baruch ,Dünya Tarihinde Balkanlar, İstanbul, Doğan Egmont yayıncılık,2006 Yararlanılan web siteleri www.tasam.org www.tbmm.org

22 Andrew BaruchWactel ,Dünya Tarihinde Balkanlar, İstanbul, Doğan Egmont yayıncılık,2006, 1.baskı s.110-125 23 Castellana.g.e, s 299-300 24

Türkiye Büyük Millet Meclisi Bosna Raporundaki Kızılhaç verilerine göre www.tbmm.org

48


MİNERVA

BİR İKTİDAR ARACI OLARAK; POPÜLER KÜLTÜR mehmetfahridns@yahoo.com

M. Fahri DANIŞ “Her şeye karış ve hiçbir şeye bulaşma. İnzivada pak kalmak, ne zordur ne de bir değere sahiptir. ‘İnsanlarla ol ve insanlarla olma’ gerçekten peygamberce bir sözdür.” Ali Şeriati

varoluşunun en önemli koşulu olan meşruiyet’ini sağlamak için popüler kültür önemli bir görev üstlenmektedir. Halk nazarında meşruiyetini henüz kazanamamış iktidar (ya da bu haliyle otorite) kimi argümanlar aracılığıyla kendini tanımlamak mecburiyetindedir. Bu, iktidarın ideolojik aygıtlar olarak da tanımlanabilecek, bir dizi enstrümanın kullanılması suretiyle gerçekleştirilecek kültürel bir kendini tanımlama faaliyetidir. Zira devlet ile bir tuttuğumuz kamu faaliyetleri, polis, ordu gibi kavramlar; iktidarın kazanımı, kullanımı ve korunması noktasında somut birer araç olmanın ötesine geçememektedirler. Muktedirin, egemenlik kurma talebinde bulunduğu topluluk üzerindeki hak iddiası , bir dizi kültürel faaliyet sonrası şekil kazanır ve toplumdan gelen olumlu yahut olumsuz geri dönüşler ile meşruiyet kavramı ön plana çıkar. Bu noktada, popüler kültür kavramına gereğinden fazla bir rol vermek doğru olmayabilir. Fakat post-modern (ve dolayısıyla fazlaca küresel) bir siyaset okuması sonucunda; iktidar dediğimiz kavramın, popüler kültürü araçsallaştırması noktasında, tarihte hiç olmadığı kadar yaygın bir eğilim olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.

H

er çağın çabuk tüketilen, kendi koşulları içerisinde ‘kalitesiz’ üretim ilişkileri sonucu doğan bir popüler kültür olgusu vardır. Popüler kültür ne sanıldığı gibi 20. yüzyıl icadıdır ne de teknolojinin fitillediği modern bir sınıflandırmadır.Yeni üretim ilişkileri içerisinde, kendi kendini daha çabuk oluşturacak bir sisteme kavuştuğu ve küreselleşen dünya şartlarınca daha hızlı bir şekilde yayıldığı ve daha geniş ‘tüketim’ alanları bulduğu açıktır.Fakat popüler kültürün ‘geç’ tanımlanmış bir olgu olarak toplum üzerindeki etkisi, siyaset kavramı üzerine konuşabileceğimiz ilk zamanlardan beri mevcuttur. En azından bu kısa çalışmanın iddiası bu yöndedir. Çabuk tüketilen, entellektüel bir öğe olarak popüler kültür, varoluşsal amacı hakimiyet kurmak olan iktidar ile çok unsurlu bir ilişki içerisindedir. Öncelikle bir iktidarın; Aristo’nun anlayışıyla, katılım yoluyla yaşam alanlarının düzenlenmesi olan siyasetin ve onun çok aktörlü, pratiklerinin vuku bulduğu sahnesi içerisinde,

Her şeyden önce teknolojinin ‘gereğinden fazla’ gelişmesinin, küreselleşmenin yaygınlaşması dışında bir başka konuda da önemli bir role sahip olduğunu be-

49


kadar başarılı olunmuştur”. Yüzeysel olmakla suçlanagelen popüler kültürün, aslında tam olarak bu özelliğiyle iktidarın bir aracı olması başlangıçta ‘ironik’ olarak değerlendirilebilir. Fakat etraflıca düşündüğümüz takdirde; iktidarı elinde bulunduran gücün, egemenliği altındaki topluluğa, hangi şartlar altında daha rahat hükmedebileceğini sorguladığımız da popüler kültürün; çok derinlere inmeyen, çabuk tüketilen bilgisinin, halk yığınları için gayet birleştirici ve muktedirin işini kolaylaştırması bakımından da oldukça yararlı bir unsur olduğunu görebiliriz. Eğer bir grup insanın hepsi; aynı tip kıyafetleri giyinmek, aynı yemekleri yemek ve aynı şeyleri dinlemek isterse şüphesiz ki daha kolay ‘idare’ edilebilirler. - Bu noktada, neo-liberalizmden feyz alan çok uluslu sermayenin ve onun acımasız yayılmacılığının, küreselleşme ile yaptığı işbirliği sonucu nasıl bir çarkın dönmesine ön ayak olduğunu unutmayalım. Kısacası; insan, bilmediği şeyden korkar – iktidar, varoluşsal olarak itaate muhtaçtır ve popüler kültürün yarattığı ‘yapay’ kitle iletişim araçları vasıtasıyla, insanın düşünme - bilme yetisi törpülenir. Başka bir deyişle, yansıttığımız şey, düşündüğümüz şey olmaktan çıkarçıkmıştır. Üstelik; çoğu zaman, bir birey olarak, böyle bir edim içerisinde bulunduğumuzun farkında bile olmayız. Popüler kültürün en mahir silahlarından birinin bu olduğuna hiç şüphe yok. Bir kedinin oyalanması için önüne atılan iplik misali insanoğlunun yapay ihtiyaçları, yapay nesnelerle tedarik edilmeye çalışılır. Neticede ne istediği ve neden istediği hakkında en ufak bir bilgisi olmayan, dolayısıyla giderilemez bir açlık içerisinde kendisini bulan 21. yüzyıl insanı ortaya çıkar. – Adorno’nun

lirtmeliyiz: Algı yönetimi. İktidarın; hakimiyet kurduğu halk üzerindeki etkisi, onun sahip olduğu ideolojik aygıtları kullanabilme yetisiyle ölçülmektedir. Yani, en yalın haliyle, bir muktedirin gücünün niteliği, elinde bulundurduğu araçları kullanabildiği kadarıyla anlaşılır. Bu bağlamda, kolay üretilen ve çabuk tüketilen bir olgu olarak popüler kültür; iktidar sahipleri (ya da adayları) için ön plana çıkan bir unsur olarak gözüküyor. Zira popülaritenin geniş topluluklar üzerindeki etkisi, diğer kültürel tasniflendirmelerin çok üzerinde bir geçerliliğe sahip. En basitinden; küresel ölçekte geniş bir etkiye sahip Hollywood’un, Amerikan yayılmacılığına (hem kültürel hem de askeri) yaptığı katkıyı düşünelim. Ünlü, “ABD bir yere saldırmadan önce filmini çeker” sözü de bu bağlamda düşünülebilir. Aynı şekilde, yapılan askeri müdehalelerin ardından, olayı meşrulaştırmak için çekilen Hollywood filmlerinin sayısı da az değildir. Yahut İkinci Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş döneminde, özellikle 1950’lerde Küba Krizi sırasında, casusluk filmlerindeki artış ve sürekli olarak CIA’in operasyonlarındaki başarıların övülmesi; uluslararası bir muktedir olarak ABD’nin, faaliyetlerini ne denli başarılı bir şekilde meşrulaştırdığını görmek açısından gayet verimli örneklerdir. Baudrillard’dan alıntılarsak: “İnsanlar, biyolojik bedenleriyle fiilî olarak bir şeyi paylaşmazlar. Paylaşılan, kitle kültürü (popüler kültür) olarak adlandırılabilecek en küçük ortak paydadır. Tüketim toplumunda ortalama ferdin sahip olması gereken en küçük standartlar ve moda olan işaretler bütününe ne kadar erişilirse, o 50


“Sanatın bugünkü işlevi, düzene kaos getirmektir” sözü, tam olarak bu sorun için söylenmiş gibime geliyor. Post-modern bir kavram olarak popüler kültürün, antitezini kendi içerisinde barındırıyor olması, olaya siyasal sistem tartışmaları çerçevesinden bakmamızı da mümkün kılıyor. Genellikle, hakim politik kültürün dinamikleriyle uyumlu olarak, herhangi siyasi-ideolojik bir oluşumun, mevcut sistem içerisinden çıkmak gibi bir derdi yoktur. Zira kendisine aktif bir şekilde siyaset yapabileceği ya da yasaklanıp yok sayılarak ‘muhatap’ kabul edileceği meşruiyeti sağlayan bizzat sistemin kendisidir. Dolayısıyla, siyasalı da dahil, her türlü sistem içerisinde kalarak, sistemin yarattığı sorunları gidermek üzerine çözümler üretmeye çalışan her oluşum popüler kültürün ‘kitleselleştirme’ etiketiyle damgalanmaktan kurtulamamaktadır. Burada, sık karşılaşılan bir başka sorun da; politik kültürleri itibariyle ‘itaat’e dayanan, ‘başkaldırı’edimleri bulunmayan halkların, demokratik argümanlar vasıtasıyla siyasete henüz 13. yüzyıl itibariyle dahil olan diğer halklara nazaran daha çok ezilecekleri yönündeki Oryantalist menşeili yanlış okumalardır. Sistem içerisindeki her karşı çıkış, bir siyasi partimizin seçim sloganında da geçtiği şekliyle, “Hayallerimizi örgütleyelim” noktasından ileri geçemeyecektir. Bu aşamada; popüler kültürün araçsallaştırılması, siyasal sistemin meşru sınırlarını tasdiklemesi bakımından da önemli. Zira popülerleşmiş yayınlar vasıtasıyla alttan alta kabullendiğimiz şekliyle, bütün bu işlerin ‘bir yolu, yordamı’ vardır. Artık klişeleşmiş, toplumun çoğunluğu tarafından kabullenilmiş ve sorgulanması dahi unut(tur)ulmuş bu ‘sübliminal mesajlar’ vasıtasıyla öğrenmişizdir ki; sistem içerisinde kalmak suretiyle her türlü karşı çıkış (dahi) meşrudur. Muktedirin olduğu her yerde muktedir olamayan ve iktidarını arttırmak isteyen bir otorite sahibinin var olduğunu bilmek, aynı zamanda sistemin devam edeceğinin de habercisidir. Seçimlerle meşruiyet sağlayan ve selefinin siyasal pratiklerine aynı zemin üzerinden cevaplar vermeye çalışan oluşumların ve yapılan yanlışları sistemin dinamiklerinde aramak yerine;siyasi partilerin başarısızlıklarına yoğunlaşan, sanki başka bir parti geldiğinde sorunlar çözülecekmişcesine refleksler veren yığınların, popüler kültürün araçsallaştırılması vasıtasıyla nasıl bir algı yönetimine tabii tutuldukları ortadadır. Sıradanlaşmış ve fazlasıyla ‘dayatılan’ bir okuma ile popüler kültürü; yıkıcı, yenilikçi bir olgu olarak değerlendirmek de mümkündür. Özellikle, modern öncesi çok uluslu imparatorlukların ve kısmen homojen sayamayacağımız siyasal yapıların, devrimler çağı ile birlikte evrildikleri yeni biçimleri fark edebilmek önemlidir. Bir tarım uygarlığı olarak var olmuş, yerel kültürlerin dayandığı mitler ve gelenekler etrafında şekillenmiş klasik uygarlıkların, devrimler ve siyasal yenilenmeler ile birlikte kavuştu(ruldu)kları yeni yapılar, bir dizi kültürel faaliyet sonrasında, bu alanda da yeni formlara sahip olmuştur. Örneğin; özelde İngiliz yayılmacılığına, temelde emperyalizme ve onun tüm yıkıcı fonksiyonlarına, dayatılan siyasal sistem içerisinde kalmamayı başararak direnebilmiş, başkaldırmış ve başarılı olmuş

Gandhi’nin, bugün bir popüler kültür öğesi olarak görülmesi gayet acıdır. Aynı şekilde ‘turizmleşen’ folklorik öğeler kervanına katılmış onlarca yerel figür, bugün çoğunlukla karşı çıktıkları şeyin bir parçası olmuş durumdadırlar. Modernitenin dayattığı ‘huzur’ kavramı çerçevesinde, insanların dinden anladıkları şeyin, yorucu ve bir yönüyle yok edici çalışma koşullarının arasında ‘geçici’ dinlenme duraklarından başka bir şey olmaması, Marx’ın deyişiyle; “Bunalmış mahlukun iç çekişi, merhametsiz bir dünyanın ruhu” haline gelmesi, emperyalizmin hegemonik bir aracı olarak popüler kültürün yığınlara dayattığı ‘güzellemeden’ öte bir şey değildir. Netice itibariyle, gittikçe artan ve aynı oranda birbirleriyle kaynaşma eğiliminde bulunan nüfusların; seçilmiş, ‘meşru’ iktidarlarca yönetilmesi günden güne zorlaşmaktadır. Özellikle sosyal medya ve diğer unsurların bu eğilime katkısı inkar edilemez. Böyle bir çerçevede bireylerin kontrol edilmeleri için başvurulan araçların niteliği ve niceliğindeki değişmeler, Machivalli’nin aslan ile tilki melezi günümüz muktedirleri açısından siyasetin çok önemli bir alt kolunu oluşturmaktadır. Özetle; yüzeysel, etki alanı geniş ve ‘sorgulatmayan’ popüler kültür malzemeleri, çağdaş insanın temel değerlerinin aşındırılması ve onu bir köleden öte görmeyen siyasal sistemlerin parçası yapılması noktasında, çok uzun zamandır önemli bir rol üstlenmiştir,üstlenmektedir ve gelişen – değişen koşullar bağlamında üstleneceğe benzemektedir.

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

minervadergi.blogspot.com

Katkı ve Eleştirileriniz İçin Bize Ulaşın:

om

minervadergi@gmail.c 51


8HASAN MISIR h.msr@hotmail.com

30 Mart Yerel Seçimlerine Gidilirken…

G

eçtiğimiz Şubat ayının büyük bir bölümünü İtalya’da geçirdim. Roma’da birkaç gün kalıp torun sevdikten sonra, artık müdavimi olduğum Sicilya’ya geçtim. Ama bu kez uçakla değil trenle gitmeyi tercih ettim. Trenimiz çizmenin ucundaki Reggio kasabasından Messina’ya feribotla geçti. Bu mesafe tam 3 km. Neden köprü yapmadıklarını sordum. Meğer ada her sene Afrika’ ya doğru 2 cm kayıyormuş. Bizim Marmaray gibi denizin altından tünelle geçebilirsiniz dediğimde ise, deniz dibi batimetrisinin piramide benzediğini ve tam ortada derinliğin 1800 metreye ulaştığını söylediler. Damadımdan ve onun ailesinden bildiğim için şaşırmadım, bunlar her şeyin mantıklı bir cevabını mutlaka bulurlar. Geçenlerde Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül Roma’dan döndüğünde, “Adamlar her yeri AVM’lerle doldurmamışlar, tarihi korumuşlar…” demişti ve ben buna bir hayli gülmüştüm. Palermo, bir milyonu aşan nüfusuyla beş milyon kişinin yaşadığı Sicilya Otonom Bölgesi’nin Başkenti konumunda; Antik Yunan, Roma, Norman ve Arap medeniyetlerinin iç içe geçtiği güzel bir sahil kenti… Siracusa, Platon’ un üç kez ziyaret ettiği ve bu nedenle her yıl ağustos ayı boyunca adına tiyatro şenliklerinin düzenlendiği harika bir şehir. Hemen yakınındaki Taormina ise panoramik kara yolculuğuyla ulaşılan ve buram buram tarih kokan şirin bir dağ kasabası. İtalya’ da çok sık hükümet değişikliği oluyor. 1975 Doğumlu MatteoRenzi, geçtiğimiz aralık ayında Floransa Belediye Başkanı iken, önce Merkez Sol Demokrat Parti Başkanlığı’na seçilmiş, hemen ardından da partidaşı Başbakan EnricoLetta’ yı istifaya zorlamıştı. 1925 Doğumlu Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano, henüz parlamenter olmamasına rağmen MatteoRenzi’yi hükümeti kurmakla görevlendirdi. Renzi, yarısı kadın olan 16 üyeli kabinesi ile Senato’dan ve Temsilciler Meclisi’nden güvenoyu alarak 26 Şubat’ da göreve başladı. Savunma Bakanlığı’na Bayan RobertaPinotti, Dişişleri Bakanlığı’na Bayan FedericaMagherini getirilmişti. Bu olaylar yaşanırken halkın tepkisini ölçmeye çalıştım. Gösterilen ilgi Seri A’daki bir futbol müsabakasından fazla değildi. Çünkü herkes sadece kendi işini yapıyordu ve bunu da zaten en iyi şekilde yapmak zorundaydı. Görevini kötüye kullanan ise, ne yapması gerektiğini ve bunun faturasını ne şekilde ödeyeceğini; böyle bir durum olmadıkça da koltuğu bırakmanın dünyanın sonu olmayacağını gayet iyi biliyordu. Oralarda, bizim normatif paylaşım, konuk severlik gibi güzel geleneklerimizi arıyor ama maalesef bulamıyorsunuz. Buna karşılık yazılı olan yapısal kurallar kadar davranışsal kuralların da özümsenmiş olduğunu görüyorsunuz. Bunu bir örnekle açmak istiyorum: Yaya geçidinden karşıya geçmek isteyen Temel’ in, kırmızı ışık yanınca biraz tereddüt ettikten sonra, araçların arasından yoluna devam ettiğini varsayalım. Burada yapısal bir değişiklikle ışığın rengi – atıyorum - mavi de yapılsa Temel’ in davranışı değişmeyecektir. Çünkü görece davranışsal paradigma daha öncelikli olmaktadır. Her sene tretuvar söküp yenisini yaparız ama kullanmasını pek beceremeyiz. Tretuvardan yola adımınızı attığınızda oradaki araçlar frene, buradakiler gaza basarlar. Türkiye’ ye döndüğümde gündemin tepesinde yine siyaset vardı. Artık siyasetle yatıp siyasetle kalkar olduk. Bu durumda Türkiye’de siyaset bilimciler işsiz kalmazlar sanırım. Asıl trajikomik olansa, önce 26. Genel Kurmay Başkanımız Sayın İlker Başbuğ’ un, ardından da diğer Ergenekon sanıklarının, toplumun asla içine sindiremediği uzun bir tutukluluk döneminden sonra, Anayasa Mahkemesi’nin araladığı kapıdan özgürlüklerine kavuşmaları oldu. Her şeye rağmen bunun, TSK’nin üzerine düşürülmek istenen gölgenin tamamen bertaraf edilmesinde başlangıç teşkil etmesini ve 30 Mart Yerel Seçimleri ile demokrasimizin güçlenerek seçimsel demokrasi modundan kurtulup özgürlükçü ileri demokrasi ligine terfi etmesini, halkımızın sağduyusuna güvenerek ümit ve temenni ediyorum… 52


8HASAN ALİ HAMARAT Bir Zamanlar Kardeştiler... h.ali.hmrt@gmail.com

Y

ugoslavya; Türkçede Güney Slavları ülkesi anlamına gelmektedir. Bünyesinde altı Güney Slav ırkı barındırır(Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Boşnaklar, Karadağlılar ve Makedonlar). Devletin adı da buradan gelmektedir. Ancak devletin resmi adı 1943’ten 1992’ye dek değişiklikler göstermiştir.1943 yılında Demokratik Federal Yugoslavya, 1946 da Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti ve nihayetinde 1963 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir. Cumhuriyetin ilk başkanı da Josip Broz Tito oldu. Mareşal Tito önderliğinde ki YSFC sosyalist bir tavır takınmasına karşın soğuk savaş döneminde tarafsız bir tutum sergiledi ve Tito, ülkesinin batı ülkeleriyle de ticari bir takım münasebetler içine girmesine önayak oldu. Tito’nun bu tutumu hem sosyalist ülkelerle hem de batı ülkeleriyle ilişkilerin iyi olmasını sağladı. Ancak 1980’de Tito’nun ölmesi yerine Kollektif Başkanlık İdaresi’ni getirdi.1984 yılında devlet başkanlığı da Veselin Djuranovic’e verildi. 1989’da görülen ekonomik bunalımlar ve özellikle hikayemizi derinden etkileyecek olan yükselen etnik milliyetçilik akımı, Yugoslavya’nın dağılmasında başrol oynadı. Yugoslavya Basketbol Takımı içerisinde geçen bu hikaye; politikanın sivil hayatı ne kadar etkilediğini ve spor üzerindeki etkilerini bizlere gösterecek. Farklı milletlerden olan 2 dostu nasıl 2 düşmana dönüştürdüğünü ve bir adamın omuzlarına bu kadar ağır bir yükü bıraktığını anlatacak.

53


22 Ekim 1964’te bugün ki adıyla Hırvatistan Cumhuriyeti’nin Sibenik şehrinde Drazen Petrovic adında bir bebek doğdu. Drazen küçük bir çocukken basketbol yeteneği ve basketbol aşkı yakın çevresince fark edilmeye başlandı. Drazen’ın yeteneğinin ülkesi Yugoslavya’da fark edilmesi de uzun sürmedi ve kısa süre içinde ülkenin en popüler basketbolcusu oldu. Bir basketbol maçında attığı 112 sayı bir anda Drazen Petrovic isminin Avrupa ve NBA başta olmak üzere tüm dünya tarafından duyulmasına yol açtı. Birçok basketbol otoritesine göre o Avrupa’nın gördüğü en iyi basketbolcudur. Hikayemizin başrolü ise Vlade Divac adında bir Sırp’tır.3 Şubat 1968’de bugün ki adıyla Sırbistan Cumhuriyeti’nin Prijepolje şehrinde doğdu. Vlade Divac’ da 2.16 boyuna rağmen bir guard gibi top sürebilmesi ve pas yeteneğiyle hızla basketbol otoritelerinin ilgisini çekti ve genç yaşta iken Drazen’la birlikte bir dönem dünya basketboluna damga vuran Yugoslavya Basketbol Milli Takımı’na seçildiler. Sıkı dostlukları da onların Milli Oyuncu oldukları bu dönemde başladı. Vlade ve Drazen 1986 Dünya Basketbol Şampiyonası için seçilen YBMT’ne seçildiklerinde ülkesi için başarı arzulayan 2 genç yıldızdı. Drazen, Vlade’dan 3 yaş daha büyüktü ve popülarite olarak da Yugoslavya’nın en iyisiydi. O yüzden Vlade’dın Drazen’a olan dostluğu hayranlıkla karışık bir şekilde başladı. İkisinin Milli Takım Kampında aynı odayı paylaşmaları da dostluklarını pekiştiren bir başka unsur oldu. O zamanlar hayat ikisi içinde harika gidiyordu. Drazen ve Vlade önderliğinde ki Yugoslavya, ulus54

lararası arenada harikalar yaratıyordu. Yugoslavya takımıyla birlikte büyüyen dostlukları da her geçen gün daha da değerli oluyordu. 1989 yılında Vlade Divac’ın NBA de Los Angeles Lakers tarafından draftı,Yugoslavya Basketbolu’nun iki genç yıldızına NBA kapılarını açtı. Drazen Petrovic zaten 1986’da draft edilmiş fakat oynama opsiyonunu 1989 yılında kullanmıştı. Bu Avrupa Basketbolu için bir devrimdi ve ilk kez bir Avrupalı oyuncu NBA de oynayacaktı. İşler Vlade ve Drazen için harika gidiyor denebilirdi. Avrupa Basketbolu’nun zirvesinde, Yugoslavya’nın ücra kasabalarından çıkan bu iki genç yıldız, NBA gibi bir arenada forma şansı buluyordu. Bütün elde edilen bu başarılar doğduğu topraklardan binlerce km uzakta ki bu iki süper yıldızı birbirine daha da çok bağladı. 1990 yılına gelindiğinde Yugoslavya Milli Takımı Arjantinde ki Dünya Basketbol Şampiyonası için hazırlıklara başlamıştı. Fakat oyuncuların aklını kurcalayan daha önemli olaylar vardı ve Doğu bloğu ülkeleri parçalanmaya başlıyordu. Yükselen etnik milliyetçiliğin etkisiyle de Yugoslavya çok sarsıntılı günler geçirmekteydi. Milliyetçilik hareketinin başını çeken Hırvatlar ve Yugoslavya kimliğini korumayı isteyen Sırplar arasında silahlı mücadeleler başlamıştı. İki tarafta da politikacılarının yapmış olduğu sert konuşmalar ve tavırlar adeta ülkeyi diken üstünde gezdiriyordu. Vlade Divac bir röportajda durumu şu sözlerle ifade etmiştir :“Siyasetçiler için savaş bir oyundu. Öldürmek onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Ama bizim gibi sıradan insanların bir tarafı tercih etmesi gerekiyordu.“Evet çok açıkça belliydi ve artık bölünmeler başlamıştı.


Böyle gergin bir atmosferde Yugoslavya Basketbol Takımı Arjantin deki Dünya Şampiyonası’na katıldı. Bu ülkenin bünyesinde ki altı cumhuriyetle katıldığı son uluslararası turnuva oldu. Fakat tüm bu zor şartlara rağmen Yugoslavya Basketbol Takımı altın madalyayı kazandı ve dünya şampiyonu oldu. İşler yolunda gidiyordu ve oyuncular hak ettikleri mutluluğu sonuna kadar yaşıyordu. Fakat işler iyi devam etmedi. Salonda ki madalya töreninde Hırvat bir milliyetçi tarafından açılan Hırvatistan Bayrağı Vlade’ın tepkisini çekti ve sahada ki bu adamın elinden bayrağı aldı ve anlık bir sinirle onu fırlattı. Kendi deyimiyle Yugoslavya Bayrağı’ndan başka bir bayrağı görmeyi hazmedemeyen Vlade’ın bu hareketi kendisini bir ülkede ulusal kahraman diğerinde ise ulusal düşman yaptı. Oldukça milliyetçi olan Drazen’da Vlade’ın bu hareketini asla bağışlamadı ve aralarında ki dostluğu tek taraflı olarak bitirdi.Siyasi krizlerin etkisinde parçalanan sadece Yugoslavya olmadı anlayacağınız.Avrupa Basketbolu’nun zirvesinde yer alan bir dostlukta yerle bir olmuştu. 1991 yılında başlayan silahlı çatışmalar, milliyetçilik gerilimini hat safhaya getirdi.Doğu bloğu ülkelerinde SSCB ‘nin de dağılması Yugoslavya için artık her şeyin bittiğinin son göstergesi oldu.Uluslararası kamuoyunun da bölünmeden yana olması ve özellikle Almanya’nın başta Hırvatistan olmak üzere ayrılmak istenen ülkelere verilen ekonomik ve askeri imtiyazlar vermesi, Yugoslavya iç savaşını başlattı ve milyonlarca insan bu savaşlarda hayatlarını kaybetti.Özellikle halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman olan Boşna Hersek savaşın en kanlı bölgesi oldu.Dış güçlerden yardım alamayan ve Sırp milliyetçilerinin insanlık dışı saldırılarına maruz kalan Boşnaklar büyük acılar çekti.Yugoslavya iç savaşının izleri günümüzde dahi görülebilir.

55

Vlade Divac ve Drazen Petrovic ise ülkeleri için bu karanlık günlerde iken, NBA’de profesyonel basketbol yaşamlarına devam ediyordu. Fakat artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Vlade sonradan farkına vardığında Drazen için dostlukları zaten bitmişti. Barışmak için Vlade’ın bütün çabaları boşa gitti. Drazen için Vlade’la dost olmak ülkesine ihanet etmekti. Dostluklarının arasında artık iki ayrı millet, iki ayrı ülke vardı. Hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktı ve olmadı da. 1992 Barcelona Olimpiyatları’nda Hırvatistan bağımsız bir devlet kimliği kazanarak Drazen önderliğinde gümüş madalya kazandı. Yugoslavya ise iç savaş bahane edilerek olimpiyatlara davet edilmedi. Sanırım bu durum bile dış dünyanın Yugoslavya hakkında ki tutumunu bizlere gösterir. Sonunda Drazen düşlediği Hırvatistan Cumhuriyeti’ne kavuştu. Basketbolda da Hırvatlar çabucak yükseldi ve Dünya sahnesinde rüya takımın ardında geldiler. Drazen 1993 te Hırvatistan için önemsiz sayılacak bir maç için Frankfurt’a uçtu. Fakat kız arkadaşının onu havaalanından alması sonucu 7 Haziran gecesi Frankfurt’ta geçirdiği trafik kazası sonucu henüz 28 yaşındayken öldü. Evet Drazen Petrovic, birçokları için Avrupa’nın gördüğü en iyi oyuncu ardında kedere boğduğu bir ülke, bir aile ve bir DOST bıraktı. Bir kaza, iki dosttan birinin canını diğerinin ise umutlarını çaldı ve politikacıların oluşturduğu bu ağır yükü bir adamın omuzlarına yıktı. Birbiriyle kardeş gibi olan iki dostu ayıran bu olaylar bizlere savaşın ve bilinçsiz politikanın insanlara verdiği zararları anlatmalı. Senelerce bu ağır yükleri taşıyan sadık bir dostun sözleriyle:”Bir dostluğu yapmak günler, aylar hatta yıllar alabilir. Yıkmaksa saniyeler…”


8 MİNE YİŞİL mineyisil@gmail.com

II. YENİ VE TÜRK ŞİİRİNDE DÖNÜŞÜM

"Bireyin bütünden ayrılmasıyla bir dilin bulunmasını aynı deney olarak yaşadı; özne, öncesiz çıplak yaşantıya koyarken, kendini tutan bağlardan da çözüldü, anlamı hemen açık olmayan bir dille dünyayı ve kendi içini yoklarken dili bulandırdı, çıplak yaşantısıyla buluştuğu anı bir karmaşa gibi duydu. Öznelliğini içi doluluğunu bazen sessiz bir mucize, bazen de bir lanet gibi üstlendi. Orhan Koçak

1

954-1956 yılları arasında Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Edip Cansever, Ece Ayhan, Turgut Uyar, İlhan Berk’in bir bildiri yayımlamaksızın toplanıp, Muzaffer Erdost’un 1956 ‘da Son Havadis’te yayımladğı II.Yeni yazısıyla, ismi II.Yeni olarak anılmaya başlanmış edebiyat kurumudur. II. Yeni diğer edebiyat toplulukları gibi bir bildiri yayımlamadıkları için şiir anlayışları hakkında pek de bilgi sahibi olamayız. Batı edebiyatına baktığımızda bir sanat yahut edebiyat akımı kendinden önceki akıma karşı olarak doğmuştur. Bu durum Türk edebiyatında da gelenekselleşmiştir. II. Yeni kendinden önceki edebiyat topluluğu olan Garip akımına karşı olarak var olmuştur. Garip akımında şairler şaireneliğe karşı çıkmış, toplum tarafından anlaşılmayı, açık olunmayı ve sadeliği savunmuşlardır. II. Yeni ise Garip’çileri Türk şiirini ruhsuzlaştırmakla suçlayıp, şiire özerklik verilmesinden yana olmuşlardır. Onlara göre şiir; şairin eline verilmiş hamurdur. Şair ondan ne istiyorsa yaratır. Buna toplum, politika ve ahlak karışamaz.

56


II. Yeni Türk şiirini modernist pelerine bürüyen bir yapıdır. Ülkemizde diğer alanlarda modernleşme cumhuriyetin ilanıyla gerçekleşmeye başlamıştı fakat edebiyat bundan nasibini o yıllarda tam olarak alamamıştır. Takvim 1950’leri işaret ettiğinde Türk şiirinde dönüşümün çanları çalmaya başlar. Peki 1950 de olan neydi de şiiri kolundan tutup, farklı kucaklara atmıştı? Bu bağlamda üç teori karşımıza çıkar: Bunlardan birincisi; Atilla İlhan’ın bu şiirin doğuşunu Demokratik Parti yönetimine bağlayan siyasi görüştür. Kaçış edebiyatı olarak görür II. Yeni’yi. İkincisi; Avrupa’daki modernizmin Türkiye’deki taklit olduğu görüşüdür. Üçüncü görüş ise II. Yeni’nin sadece edebiyat ile ilişkilendirilmiş, Türk şiirinde yaşanması gereken bir gelişim süreci olduğudur. II. Yeni ise sadece bir tane nedenle ilişkilendirilmeyecek kadar hayli karmaşık bir olgudur. Bu karmaşık olguya tarihsel persfektiften bakacak olursak; Türkiye gerçek anlamda moderneleşmeye Tanzimat Fermanı’yla 1908 yılında başlamıştır ve bu modernleşme 1950’lere kadar devam etmiştir. İnönü’den sonra iktidara Demokratik Partinin gelmesi, ülkede köklü değişimlere sebebiyet vermiştir. Bunların başında kültür politikaları gelir. Ülkemizde 30’lu yıllarda belirli bir kültür politikası mevcuttu. Şiirde hece kullanımı, sadeleşme, divan edebiyatının müfredat dışı bırakılması, hececi şairlerin halka tanıtımının yapılması, çoğu sanatçının eserlerinin sadeleştirilerek kullanımı vs. DP döneminde ise belirlenmiş bir kültür politakası yoktu fakat olmaması gerkenler vardı. Mesela; bu yıllarda sosyalist yazarlar cezaevlerine atılmıştır. Edebiyat camiasından çoğu şair, yazar hapse girerken II. Yeni’den kimsenin özgürlüğüne el konmamış olması diğer yazarların dikkatini çekmiş, onlara karşı tavır takınılmış, sert eleştirilerde bulunulmuş, DP yandaşı olarak görülmüşlerdir. Ancak durum sanıldığının aksine yandaşlıktan değil, siyasi alana eserlerle müdahale edilmemesinden kaynaklanmaktadır. DP iktidarı hiçbir şekilde işine karışmayan II. Yeni’yi zararsız saymıştır. II. Yeni ezber bozan bir şiir özelliği taşır. O döneme kadar yazılmış şiirler genellikle politika için edebiyat, toplum için edebiyat tarzı şiirlerdir. Tanzimat döneminde, Milli Edebiyatta, Cumhuriyet’in bazı dönemlerinde şiirler hep sorun çözme odaklıdır, haklı eğitme, bilinç oluşturma, halk tarafından anlaşılma, şairenelikten kaçınma... II. Yeni şairleri ise “bir-

57

ileri için şiir”, “birilerine şiir” kelimeleri lügat dışı bırakmıştır. Onlar kendilerine yönelmiş, kendinden öncekiler gibi “doğayı olduğu gibi anlatmayıp” nesnelere, olaylara, insanlara kendi içlerinden bakıp, eserlerine ayna tutmuşlardır. Şiirin sahibi olarak imgeleri görmüşlerdir. İmge; nesnelerin zihinde yaratılan görüntüsüdür. II. Yeni şiirinde, şiirin gerçekliği, şairinin gerçekliğidir; şiirin gözyaşları, şarin gözyaşlarıdır; şiirin yittiği; şairin yittiğidir. Şiir her ne ağlamışsa kağıda şair odur. Kendini haykırmıştır fısıltılarla. Yani şiir, şairin dönüşümüdür, hayatın ondaki ideasıdır. Bir II. Yeni şairi, politakayı işlemeyez şiirlerinde, ahlakı işleyemez çünkü kendisiyle başı derttedir onun. Bireysellik şarabından içmiştir o. Onun varacağı yol asıl modernizmdir çünkü şiire öyle bir taç takmıştır ki, şiir yapayalnız bir şekilde koskocaman dünyayı temsil eder, bazen küçük, bazen büyük yüreklilere. II. Yeni şiiri asidir, muhaliftir. Kafa tutmuştur kendinden önceki var olmuşlara. Hem divan edebiyatını, hem halk edebiyatını modernizme varılmayı engelleyen unsur olarak görür. Cemal Süreya, modernist şiire halk edebiyatından uzak durulunca varılacağını “Folklor Şiirine Düşman” yazısında ifade etmiştir. Süreya bu yazısında şiirin kelimelere dayandığını, halk edebiyatındaki gibi mazmum, kafiye ve söz sanatlarına dayanmadığını işler. Halk edebiyatında geçerli olan “dil, şairden önce gelir” görüşüne katılmaz çünkü dil zaten şairin dilidir ve şair her şeyin önündedir ne de olsa, şiir aslında şairin zihninin dönüşümüdür. Halk edebiyatının şairi kısır sanıp, belli kurallar yaratmasını da kabul etmez Süreya. Divan edebiyatına bakacak olursak; o zaten Tanzimat’la Türk Şiir’i dışarısına atılmaya başlandığından 50’lerde etkisi tartışılmamıştır lakin bazı eleştirmenler II. Yeni’ yi divancı olarak suçlamışlardır. Asım Bezirci 1996 yılında kaleme aldığı bir yazısında; II. Yeni ve Divan Edebiyat’ı ortak noktalarını işlemiştir. Yazısında her ikisinin de toplumsal gerçeklere, sınıfsal çekişmelere, siyasal alana uzak kaldığını, duyguların şiirde en öncelikli madde olduğunu belirtmiştir. Ancak divan edebiyatı aruzu, kafiyeyi sevip kullanırken bunları şiirin sultanı yaparken, II. Yeni hiçbir şekilde böyle yapılara yer vermemiş onlar kelimenin sihrini her şeye tercih etmişlerdir.


II. Yeni şiiri politik söylemlerin alanı dışında yer almıştır. Asıl önemli nokta estetik özerkliktir onlara gore. Sezai Karakoç hariç II. Yeni şairleri sol dünya görüşüne sahiptirler. Buna şiirlerinden değil, kişiliklerinden ve yazılarından ulaşırız. Bir islami dünya görüşünü benimseyen Sezai Karakoç ile aynı edebiyat kurumu içerisinde olmaları, edebiyatı siyasetten bağımsızlaştırdıklarını gösterir. Siyasetin asıl kırılma noktası olduğu bir dönemde böyle bir modernistlik ve saygı çerçevesi ancak II. Yeni’de olabilirdi zaten. Bu durum Türkiye için önemli bir örnek arz etmektedir. II. Yeni’nin bu özelliği 27 Mayıs 1960’da sosyalist şairlerin artmasıyla birlikte kötü görülmüştür. Bu yazarlar II. Yeni’yi topluma yönelmediği için “burjuva sanatı” olarak görmüşlerdir. Buradan II. Yeni’nin Türk Şiirine yüklediği özerklik, tek başına varlık olma amacı o dönemin Türkiye’sinde pek de anlaşılamadığı ortaya çıkar. II. Yeni şiiri ahlak kurallarına karşıdır. Bu döneme kadar şairlerin değinmediği cinsellik konusunu şiirlerinde, kitaplarında rahatlıkla işlemişlerdir. Özellikle Süreya bundan şiirlerinde sıkça bahsetmiştir. Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma Yatakta yatmayı bildiğin kadar Sayın Tanrı’ya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler. Üvercinka,2003

Bunu şiirinde rahatlıkla görmekteyiz. Yine Turgut Uyar’ın “Akçaburgazlı Yekta”, İlhan Berk’in “Galile Denizi” adlı kitaplarında ahlak karşıtlığına denk gelmekteyiz. SONUÇ OLARAK II. Yeni; dili kendi bakış açısına gore biçimlendirme amacı güden ve dünyayı kendi imgelemindeki şekliyle mısralara haykıran bir edebiyat kurumudur. Bu kurumun kişisellik, kendicilik içeren dünya görüşü modernizmin kapılarını açmıştır Türk Şiirine. “Sosyal İçerikli Sanat” görüşüne alışmış olan ülkemizde, bu mesajı vermeye çalışmayan II. Yeni Batı taklitçiği, biçimcilik ve hayattan kopukluk vs ile suçlanmışlardır. Ancak yıllar sonra şiirin, şairin bir metaforu olduğunu belirten imgeler en vazgeçilmezler arasında ilk sıraya oturunca kıymeti anlaşılacaktır bu edebiyat kurumunun. Sezai Karakoç; “Damlanın yağmuru anlatması, dalganın denizi hikaye etmesi gibi yoğun bir deneme”ye şiir demiştir. Böylesine önemli çıkarımları yapmak, birimi bütüne tamamlayacak dönüşümleri bulmak, modernizmi gerçek anlamıyla yaşayıp, yaşatmak işini asla yerinde saymayan bir güç yapabilirdi. Tanrı bu gücü göğe içten bakabilmiş insanların parmaklarına bahşetmişti ve adına şiir demişti. Şiir anlamaktı hayatı, kaybolmaktı hayatta.

5858


SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOY

SOYUTLAMA

FRANZ KAFKA Dönüşüm

“Franz Kafka’nın 1915’te yayımlanan Dönüşüm adlı öyküsü, yazarın, anlatım sanatının doruğuna ulaştığı bir eseridir. Küçük burjuva çevrelerindeki yozlaşmış aile ilişkilerini en ince ayrıntılarına kadar irdeleyen bu uzun öykü, aynı zamanda toplumun dayattığı, işlevini çoktan yitirmiş kalıplara bilinç düzeyinde başkaldıran bireyin tragedyasını çarpıcı bir biçimde dile getirir.” (Dönüşüm/Can Yayınları - Tanıtım Bülteninden)

59


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

ÇEMBERİN İÇİNDEKİ KAFKA Onur ASLAN tezaim27@gmail.com

K

afka, 1915 yılında “Dönüşüm” kitabına yapılacak kapak resmi için anneyi, babayı ve kız kardeşi aydınlık odada, yandaki karanlık odaya açılan kapıyı da açık dururken gösteren sahnenin seçilebileceğini söyler. Kitabın önemli noktalarından biri olan bu sahne aslında yazarın aile hayatını da çok iyi betimler. Kafka, çocukluğundan gençliğine kadar bu karanlık odadan, aydınlık odadaki ailesini seyretmiştir. Babasının üzerinde kurduğu baskı, Kafka’nın aile hayatından soyutlanmasına neden olmuş, suçluluk ve aşağılanma duygularını ortaya çıkararak, onu sürekli bir kaçış yolu aramaya sürüklemiştir. Hatta yazmak bile bu kaçışın sonucudur. “Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor.” dese de o, yazarak özgür olmaya çalışmıştır. “Sen ise tahtında oturmuş dünyayı yönetiyordun.” Babasının karşı konulmaz gücünü Kafka böyle özetlemiştir. Sosyal yaşamında toplumdan kopmamış olsa bile her an üstünde hissettiği bu güç onu ruhsal bakımdan farklı biri yapmıştır. Attığı her adımda kendini sorgulamasına ve yazdığı hikayelere acımasızca öz eleştiri yapmasına neden olan şey bu ruhsal farklılık ve sarsıntıdır. Bu içe kapanıklığın nedeni sadece babası değildi. O dönem Prag’da yaygın olan soyut eğitim, hem çocuk eğitimine dair eksiklikler barındırıyor hem de Kafka’nın duygusal dünyasına çok uzak duruyordu. Ona göre eğitim insanların kendine özgü olmasını istemiyordu. Böyle bir amacı sezinleyen Kafka, düşüncelerinin etki altına alınmasını kabullenemeyerek kendini dış dünyaya tamamen kapatmaya karar vermiştir. Kafka, bu döneminde sadece insanlara karşı değil onu olgunluğa eriştirecek yeni şeylere karşı da ilgi duymuyordu. Günlüğüne kaydettiği “…kendinden geçercesine yalnız kalmak isteği…” onun bu ruh halini en iyi anlatan kelimelerdir. Öğrenim gördüğü lise ve üniversite dahil olmak üzere yaşadığı yer ile çalıştığı büronun birbirlerine çok yakın olmasından dolayı hayatının küçük bir çemberin içine sıkıştığını düşünen Kafka, bu çemberin içine iki de büyük aşk sığdırmıştır. Çalışma saatleri dışında geçen boş vakitlerinden rahatsız olan ve her fırsatta bu rahatsızlıkla ilgili notlar alan Kafka, sürekli gezerek ve yeni işlerde çalışarak bu durumu ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Yani ruhsal açıdan yorgun olan Kafka bu yorgunluğunu bedenini çalıştırarak atlatmak istemiştir. Karanlık çöktüğünde ise tüm bu meşgaleleri bir yana bırakıp saatlerce yazmaya adamıştır kendisini. Bilinçli ya da bilinçsiz, babasının ve onun baskılarının imgeleriyle dolu olan hikayeleri bu karanlık anlardan doğan eserlerdir. 1915 yılında yayımlanan “Dönüşüm”, Kafka’nın hayatına etki eden her durumdan izler taşır. Özellikle aile kavramının Kafka’nın beynindeki yerini anlamamız için bu kitap önemli bir araçtır. Kitabın ana karakteri Samsa’nın yaşadıklarından bahsederek yazarın düşüncelerine daha iyi ışık tutabiliriz. Bir sabah böceğe dönüşmüş olarak uyanan Samsa, zaman zaman ailesiyle konuşmak zorunda kalmıştır ama ailesi bir böceğin çıkardığı iğrendirici seslerden başka bir şey duyamıyordur. Kitabın bu sahnelerinde ailesiyle –özellikle babasıyla- anlaşamayan Kafka’nın sesini onlara duyuramaması resmedilir. Samsa’nın, kız kardeşinin ona yemek getirdiği zamanlarda kocaman gövdesini bir örtünün altına saklaması ise yazarın içine kapanıklığını anlatır. Kitabın sonunda ise Samsa’nın ölümüyle ailenin rahat bir nefes aldığı söylenir. Bu son ailesiyle düşüncelerini paylaşamayan ve paylaşmak istemeyen Kafka’nın öngördüğü bir sondur. Ayrıca Kafka-Samsa isimlerindeki fonetik benzerlikler yazarın hikayenin içinde ne kadar yer aldığının kanıtıdır. Hem dönemin toplumsal ve sosyal yapısını hem de kendi yaşamının buhranlarını “Dönüşüm” kitabında kaynaştıran Kafka, anlatmak istedikleriyle özgürlüğü yakalamış, sonsuzluğa adım atmıştır. Kaynak: Kafka- Klaus WAGENBACH 60 60


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA S

AYNADAKİ METAMORFOZ Mine YİŞİL mineyisil@gmail.com

B

ir sabah yeterlidir aslında bir insanın tüm sabahlarını değiştirmeye. Gücün güneş gibi her gün doğudan doğduğu şu zamanlarda, erdemin ruhlara sirayet edemediği bilinçlerle dolu bir yer oldu Dünya. Herkes bir görünmezlik pelerini giydirmiş özüne, onu o yapacak rengine. Kaçar olmuş kendinden. Kendine inen merdivenlerden öylesine kaçmış ki, unutmuş Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende; benden içeri” diye bir sözünün varlığını. Gizli bir akım başlamış sanki amacı insanı insana, kendine yabancılaştırma olan, Sanayi Çağ’ını yaşamaya başlayan Avrupa’da. Ruh yoksunu yürüyen cesetler sarmış etrafı, bir kıtadan diğerine yayılmış. Tıpkılaşmış her şey samimiyet boncuğunun kopmasıyla. Bazı ruhlar ağlar olmuş yittiklerine, korku ve çaresizlik kaplı bulutlu her gecede. Gücün ilahlaşmasıyla güçlüye açılır olmuş eller. Medet yaratıcının sonsuz rahmetinden kapıyı aralayıp, zalimin kollarına atmış kendini. Soyutlamalar soyutlamaları getirmiş. Halbuki asıl gerçek maddede, görünende değil bizzat sanatkârın ruhunda saklıdır. Bu Mevlana’nın öz meselesidir aslında. İnsan can ve özle bir bütündür. Derya misalidir. İçinde okyanuslar, fırtınalar, güneşli günler, serin yaz geceleri, dalgaya aşık ıslanmamış kum tanelerinin sırrı gizlidir. Gragor Samsa, işte tam da böyle bir hayat serüvenine sıkışmış ve bundan azap duyan bir pazarlamacıdır. Heyulalar dolu bir geceden sonra, tekerrür olmayan bir sabaha açmıştır gözlerini. Bu sabah apayrıdır, bambaşkadır. Eski bedeni terk edip gitmiştir onu. Bir hamamböceğine dönüşmüştür Samsa. Bu haliyle işe gitmek için oldukça çaba sarf etmiş fakat bir daha o odadan çıkamamıştır. Ailesi ise onun bu halini tiksinç bir hadise olarak nitelendirmektedir. Para kazandığı zamanlarda ona dost olan ailesi, Samsa bu görevini yerine getiremeyecek duruma geldiğinde onu ölüme rahatlıkla terk edebilmişlerdir. İlk başlarda Samsa’ya iyi bakan kız kardeşi de zaman püskülü savruldukça günlerine bıkkınlık duygusu yerleşmiştir kalbine. Kendi içine dönük, maske taşıyan insanlara karşı nefret duygusu içerisinde olan Samsa ise bu haliyle baş başa kaldığı yalnızlıkla bu özelliklerinin derecesini arttırabilmiştir sadece. Samsa bu duygular içerisinde yaşamına devam ederken, ailesi maddi açıdan zorlandıklarından, Samsa’nın kız kardeşi işe başlamış ve evlerinin bir odalarını kiraya vermişlerdir. Bir gün kız kardeşinin çaldığı keman sesini duymak için odasından çıkmıştır Samsa. Müziğe öyle kaptırmıştır ki benliğini, kız kardeşinin o halini öylesine özlemiştir ki farkında bile olmaz evdeki kiracıların onu fark ettiğinin. Ancak artık olan olmuş, kiracılar dev bir hamamböceği olan Samsa’yı görmüştür. Kiracılar bu duruma kızmış ve evden ayrılmışlardır. Ailesi ise Samsa’ya adeta ateş püskürmekte, onun ölmesini delice haykırmaktadırlar. Samsa bütün bu olanlar karşısında kendini müthiş çaresiz ve kötü hissetmektedir. Kendini odaya kapar ve o gece ebediyet yolculuğuna çıkar. Ailesi ise Samsa’nın ölümü ile kendilerine yeni bir hayat çizer ve bütün problemler son bulur. Samsa; bu dönüşümü yaşamadan önce de kendini toplumdan soyutlamış, makineleşmiş insanlardan bıkmış biridir. Kendi muhakemesinde kendi gerçeğinin celladı olmuştur. Herkes yıksın içindeki putları ve tüm düğmelerini yaksın kendinin. Rengarenk olmak ümidiyle dolu, yolcuları taşıyan kadim dostum Dünya’ya selam olsun!

61


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLA

KAFKA’NIN BÖCEĞİ: İNSAN Eren AKPINAR akpinareren@hotmail.com

“Bir hedef var, ama yol yok; bizim yol dediğimiz şey, bir duraksamadır.’’ Franz Kafka ‘’Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.’’ cümlesiyle başlar Kafka’nın Dönüşüm adlı anlatısı ve küçücük hacmiyle yeni bir evrenin temellerini sert kürek darbeleriyle atar. Bu kürek darbeleri yeni bir binanın kurma aşamasını temsil etmekle kalmaz, çağcıl insanın içinde yattığı mezarı da gözlerimiz önüne serer. Kafka’nın en büyük çelişkisidir işte bu ve belki de en büyük keşfi. ‘’Sonsuzluk yolunda bu denli hızlı ilerleyişine şaşıran biri vardı. Aslında yokuş aşağı son hızda yuvarlanmaktan gayrisini yapmıyordu.’’ vecizinde de keşfettiği çelişkinin bir yönünü vurgulamaktadır aslında Kafka. Bu çelişkideki ana nokta ise gerçek dünyada yaşamını sürdüren insanın hayal aleminden koparamadığı bilincidir. Bir başka deyişle gerçeğe uyum sağlayamayan bilincin kendini yaşatacak bir hayal dünyası kurmasıdır. Dönüşüm adlı anlatısı Kafka’nın bu çelişkiyi en yalın verdiği yapıtıdır belki de. Günlük yaşamın kalbinden söküp alınmış bir karakterdir Gregor Samsa ve bu durumuyla tüm insanları kendi bünyesinde temsil etme yeteneğini barındırmaktadır. Üstelik sadece Gregor Samsa değil, Gregor’un annesi, babası, kız kardeşi, patronu ve hatta dönüşüm geçirdiği hamam böceği bile çağdaş dünyanın aktörleridir. Kafka’nın bu çelişkiyi anlatmak için hamam böceğini seçmesi ise dehasının bir başka göstergesidir elbette. Çünkü hamam böcekleri gri şehirlerin -aklımıza hemen Prag gelir- rutubetli binalarında, sürü halinde hareket eden bir bunalım kolonisidir bir bakıma. Kafka’nın da anlatmak istediği başka bir şey değildir zaten. O, insan gerçeğini bir hamam böceğinin bedenine hapsederek bizim gerçeğe uyum sağlayamayan bilincimizi derin hülyalardan uyandırmak istemektedir. Daha doğru bir ifadeyle; onun hayal dünyasından sancılı bir şekilde kopuşuna şahit olan bizler, gerçeğin bu çırılçıplak dile getirilişinden sebep, dikmek durumunda kalıyoruz kan çanağı gözlerimizi gerçek dünyaya istemsizce. Dönüşüm’ün ilk paragraflarıyla başlar kafatasımıza indirdiği çekiç darbeleri Kafka’nın. Gregor Samsa uyanır, böceğe dönüştüğünün bilincine varır ama dert edindiği şey bir böceğe dönüşmesi değildir. O daha çok saatin çalışını ne için fark edemediğini, işe geç kaldığını, patronuna nasıl bir gerekçe öne süreceğini falan düşünür. Yataktan kalkmaya yeltenir ama dönüşüm geçirmiş olan bedeni buna izin vermez. Ancak o inatla günlük rutinini yerine getirmek için çırpınmaktadır, işe gitmesi gerekiyordur ve ne olursa olsun gidecektir, bir böceğe dönüşmüş olsa bile! Dönüşüm hakkındaki bu ufak hatırlatmaların bize yabancı gelmesi pek olası değil. Gregor’un o sabah yaşadığı şeyi günlük yaşamın içinde olan tüm insanlar yaşar aslında.Öğrenciler, memurlar, satış temsilcileri, pazarlamacılar, doktorlar... Herkes! Ve Gregor’daki sükuneti biz de sergileriz tuhaf bir biçimde. Bunda sanırım bir böceğe dönüşmemiş olmamızın verdiği huzurun çok büyük bir payı var.

62 62


AMA SOYUTL

SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA S

KAFKA’NIN BÖCEĞİ: İNSAN

Anlatı ilerlerken diğer aktörler de devreye girmeye başlar yavaş yavaş. Önce anne kapıyı çalar ve ‘tatlı’ sesiyle Gregor’u uyanması için haberdar eder. Ardından patron bir sinir harbiyle eve gelir. Gregor ailesinin geçimini sağlayan kişi olduğu için patronun suyuna gider anne ile baba ve Gregor’un hasta olduğunu söylerler. Ama patron yalnızca işiyle ilgilidir ve şu anda dert edindiği şey Gregor’un hastalığı değil işin geciktiğidir. Anlatının içindeki bu ögeler de bize çizilen dış dünyanın niteliklerini verir: Oğlunun sırtından geçinen bir aile, çalışanının sırtından geçinen bir patron vesaire... Anlatı bir noktada ikiye bölünür ve biz bunu ani bir yumruk yemiş gibi duyumsarız. Gregor’un dönüşümünü fark eden patron çığlıkla evden kaçar, anne oğlundan tiksinir, baba ise Gregor’u sopayla döver. Burada yine çağdaş dünyanın aktörleri etkili bir çarpıcılıkla sergilenir. Mevcut ekonomik sistem Dönüşüm’ün yayınlandığı 1915 yılında da egemendi. Ve o zamandan bu zamana geçen asırlık sürede aktörlerin davranışlarında pek bir değişiklik olmadığı göze çarpıyor. Öyle ki hala patronlar emeğini sömüremediği çalışanının pimini çekiyor tıpkı patronunun Gregor’a yaptığı gibi. Aile ilişkileri ise bir yozlaşma içerisinde sergileniyor anlatıda. Anne ve baba için Gregor sağılacak bir inek gibi görülüyor. Çağdaş dünyanın da en büyük çürümelerinden biri gözler önüne seriliyor böylece: Bireylerinin birbirinden nemalanmaya çalıştığı bir aile tablosu. Anlatıda zaman ilerledikçe ailenin Gregor’a olan tavrı giderek sertleşiyor. Ona başlarda iyi davranan kız kardeşi Greta bile Gregor’dan tiksinmeye başlıyor. Anlaşılan yıllarca kendilerine bakan Gregor bakılacak duruma düştüğünde, Gregor’a bakmak epey zor geliyor aileye. Bir an önce ondan kurtulmaya karar veren aile eyleme geçecekken evin hizmetçisi şu cümleyle onlara buna gerek kalmadığını duyuruyor: ‘’Boş yere zahmet etmeyin, Gregor öldü. Az önce Gregor’u çöpe attım.’’ Franz Kafka çığlıklarla anlatıyor bize Gregor’un hikayesini ama biz bu çığlıkları duymuyoruz. Çünkü Kafka içe doğru çığlık atıyor; tıpkı Gregor gibi. Burada Edvard Munch’un Çığlık tablosunu akla getirmek istiyorum. Oradaki bireyin çığlığı dışa doğru öylesine şiddetle atılıyor ki dış dünyanın renklerini birbirine karıştırıyor. Kafka’da ise durum farklı. O içe doğru çığlık atarak iç organlarını iflas ettiriyor. Ciğerlerindeki veremi bu çığlığa bağlamak ise güzel bir hüsn-ü talil olur bu açıdan. Kafka’nın dünyası böyle bir dünya ve bu dünyada imgenin amacı gerçeği örtmek değil. Kafka hülyalara dalan bilincinin çığlıklarla uyanışına şahit kılıyor bizi ve biz bu şahitlikten sonra gelecek sabah uyandığımızda hemen ellerimize kollarımıza bakıyoruz ve bir böceğe dönüşmemiş olduğumuzu görüp günlük rutinimize devam ediyoruz belki de. Bu durumda ben hep Kafka’nın dünyayı gökyüzünden izlediğini ve evrenin bu en büyük hamam böceği yuvasına bakarak yüzünü korkuyla gerip, fezaya çığlık attığını hayal ediyorum. Ama dediğim gibi o çığlık bize ulaşmıyor çünkü ‘Kafka içine doğru çığlık atıyor.’

63


YOLCULUĞUMUZ SÜRERKEN... 5. Sayı – Kasım 2010 Hayat yarım kalmış bir cümledir der, Victor Hugo. Ve kim bilir biz bu yarım kalmış cümleyi tamamlamaya çalışan bir grup genç.“Eski, yeni öğrenci bülteni sayıları kütüphaneye konulmak üzere , öğrenci gençliğin okuması amacıyla katkılarınızı arz ve talep ederim…”5. Sayımızla karşınıza çıkıyoruz. Manisa Alaşehir Halk Kütüphanesi yukarıdaki satırlarla çalışmalarımızı onurlandırıyor. Ve bizler gün geçtikçe bir aile misali büyüyoruz… İşte Tüm bunlar hepi topu bizlerin hikayesi… Hikayemize sağdık kalabilmiş tüm kahramanlarımıza sonsuz teşekkürlerimizle… 7. Sayı – Haziran 2011 …Ve bir Minerva daha... Yazarak… Belki “başkaldırmak”, belki “itaat etmek” için… Belki “fark yaratmak”, belki de “bir şeylere ya da birilerine benzemek için… “Hoşça kal!” ya da “Merhaba!” demek için…”Düşünmek” ya da “hissetmek” için… “Hatırlatmak” ya da “Unutturmak” için… “Sevmek” ya da “nefret etmek” için… Belki de sadece YAZMAK için… Ya da Minerva’yı kanatlandırmak için…. 8. Sayı - Kasım 2011 …Minerva yedinci sayısının ardından ilk mezunlarını verdi. Minerva’ya yeniden hayat veren ve onu daha iyiye götürebilmek için elinden geleni yapan öğrenciler mezun oldu. Şimdi, bölümümüzün en değerli miraslarından biri olan dergimizi yeni beyinlerle ve yeni kalemlerle devinmeye devam ediyor…

64

9. Sayı - Mart 2012 Minerva için çalışanlar bunu bir bayrak yarışı olarak algılayıp çaba harcamayı sürdürdüler” demişti 5. sayımızın ön sözünde hocamız Ahmet Kasım Han. Geçen süre zarfında Minerva’nınüyeleri değişse de, çalışma azmimiz ilk günkü kadar taze. Heyecanımızın artarak sürdüğü şu günlerde bizim için en önemli şey, bir şeyler üretebilme hazzının tadını doyasıya yaşamaktır. Aslında sadece yazılarından ibaret değildir Minerva. Bir “Ruh”un ta kendisidir. Ve bu Ruh, bizleri birleştiren harç görevi görmeye devam edecektir. Bize ‘balık vermeyip balık tutmayı öğreten’ herkese selam olsun! 10. Sayı - Mayıs 2012 …Baykuşumuz her zaman olduğu gibi kanatlarının gölgesinde yazarlarının emeklerini ve okurlarının bilgeliğini taşımakta. Yol haritamız “bilinçli hırs” ile nice 10 sayılara! “Yine dene, yine yenil, daha iyi yenil.” SamuelBeckett 11. Sayı - Kasım 2012 …Bizler bugün yola Minerva‘nın 11.sayısıyla devam ederken aslında geleceğe, hiç tanıyamayacağımız ama kelimelerle anlatmaya çalıştığımız; daha iyisinin yapılabileceğine olan inanç,güven ve kararlılığımızı hissederek emek verecek tüm arkadaşlarımıza sesleniyoruz. Söyleyecek sözlerimizin hiç bitmemesi dileğiyle...


EN

UCUZ HIZLI KALİTELİ

“ önce dost ”

DETAY FOTOKOPİ

Seri çekimlerde %35 İNDİRİMah-beyaz) (siy

Dijital Kopyalama Renkli Fotokopi Dizgi Ciltleme Scanner PDF En Güncel DERS NOTLARI Kırtasiye Web Tasarım

www.detayfotokopi.net

0212 528 38 71

ADRES: Bozdoğan Kemeri Caddesi No: 55 detay@detaycopy.net Vezneciler / FATİH

DETAY FOTOKOPİ



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.