16-31 Ekim 2015

Page 1

Kitlesel katliamlarla uygulanan devlet terörü ve seçim süreci

sf 12-13

Tek parça halinde ölemeyenlerin ülkesi Roboski, Reyhanlı, Amed, Suruç ve son olarak da Ankara… “T.C.” devleti, Osmanlı’dan devraldığı katliamcı geleneğini sürdürüyor. 10 Ekim'de Ankara’da düzenlenmek istenen Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi'ne yönelik iki intihar bombacısı tarafından saldırı düzenlendi. Yaşanan katliamda yüzün üzerinde insan hayatını kaybederken, beş yüzün üzerinde insan yaralandı. Katliamın ardından açıklama yapan bakanlar ise 'Hiçbir güvenlik zafiyeti yok' dedi! sf 04-05

Halkın Günlüğü

16-31 EKİM 2015 Yıl: 4 Sayı: 109 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Emperyalist bloklar arasındaki çatışmalar f GÜNCEL

20-21

Bugün emperyalist blokların ağırlıklı olarak çatışma merkezi Suriye’ye kaymış olsa da Ortadoğu’nun birçok yerinde istikrarsızlık ve iç çatışmalar hız kazanmakta. Suriye; ABD, AB, Rusya ve Çin gibi ülkelerin enerji kaynağının kontrolü ve bölgesel üstünlük çatışmasında savaş alanına dönüşmüş durumdadır. Ortadoğu’da hız kazanan bölgesel savaş, insanlık tarihinin en büyük krizlerinden birine de yol açmıştır

AKP’nin bekası için basın susturuluyor

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Genetik kodları katliam ve soykırım olan

“T.C.” devleti

Katliamcı ve soykırımcı geleneğini artık tarif etmekte dahi zorlandığımız faşist devlet, barbar niteliğine uygun olarak bir katliama daha imza attı. Saymakta zorlandığımız katliamlar ve soykırımlar gerçekliği üzerinden kendisini ayakta tutan faşist devlet ve somuttaki temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı, gerici ve barbar niteliğini daha da ilerleterek halklara kan kusturmaya devam ediyor. Bu kanlı tarihe en son eklenen katliam ise Ankara’da gerçekleştirildi. Ülke tarihinin en kitlesel katliamlarından biri olan Ankara katliamında 106 emekçi yaşamını yitirirken yüzlerce emekçi de yaralandı. Emek, demokrasi, barış ve daha güzel bir dünya umuduyla alanlara çıkanlara karşı gerçekleştirilen bu vahşi katliam, yükselen

02

Devlet dersinde katledilenler

toplumsal mücadeleyi bastırma, halk kitlelerinde korku ve panik yaratma amacı ile gerçekleştirilmiştir. Suruç ile başlayan ve Ankara katliamı ile daha da boyutlandırılan kitlesel katliamlar, önümüzdeki süreçte devletin toplumsal güçlere karşı izleyeceği savaş konseptinin niteliğini de belirlemektedir. Faşist devletin ve somuttaki temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarının halklara karşı gerçekleştirmiş olduğu bu vahşi katliamları ve pervasız saldırganlığı boşa çıkarmanın, mücadeleyi daha da yükseltmenin yegâne yolu; devrimci savaş mevzileri başta olmak üzere, toplumsal mücadelenin bütün alanlarında halkların birleşik örgütlü mücadelesini daha da büyütmekten geçmektedir.

16

Yeni eğitim yılında üniversiteler

22


02

güncel haber

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

Devletin ve AKP’nin bekası için

basın susturuluyor AKP iktidarı sadece basın araçları üzerinden yükselen sesleri susturmayı hedeflemiş ve saldırılarını bu kadarla sınırlamış değil. Sokakta yükselen sesi boğmak için alabildiğince azgın saldırıları devreye koymuş durumda. Sokakta seslerini yükselten tüm muhalif kesimlere karşı şiddetli terör estiren AKP hükümetinin bu eylemleri takip eden gazetecilerin başına silah dayayacak kadar saldırıları üst boyuta taşıdığını televizyonlarda izledik AKP hükümeti kapsamlı saldırılara girişti. 7 Haziran seçim sonuçları AKP iktidarı saldırılarına yeni boyut kattı. AKP iktidarı bir yanda var olma savaşı verirken, diğer yandan uluslararası boyutta Türk egemenlerin aleyhinde gelişmekte olan dengeler karşında giriştiği her işi yüzüne gözüne bulaştırıyor. Hal böyle olunca tüm bu olanların kitlelerden gizlen-

mesi için kendi yandaş basının dışında kalan tüm basını hedef alan baskıları devreye koydu. Açılan davalar, internette erişimi engellenen gazeteler, tartaklanan yazarlar, yandaş yazarları aracılığıyla savrulan tehditler günlük gelişmelerin birer parçası oldu. İşine gelmeyen basın kuruluşlarına yönelik ekonomik uygulamalar, kendisini eleştiren yazarları işsiz bırakma çabalarına bir de

çeşitli platformlarda yayın yapan Cemaat'in televizyon kanallarının yayınını durduracak hamlelere girişti. Bu saldırılardan kendisinden olmayan tüm sağcı, solcu ve sosyalist basın nasibini almaktadır. AKP iktidarı sadece basın araçları üzerinden yükselen sesleri susturmayı hedeflemiş ve saldırılarını bu kadarla sınırlamış değil. Sokakta yükselen sesi boğmak için alabildi-

ğince azgın saldırıları devreye koymuş durumda. Sokakta seslerini yükselten tüm muhalif kesimlere karşı şiddetli terör estiren AKP hükümetinin bu eylemleri takip eden gazetecilerin başına silah dayayacak kadar saldırıları üst boyuta taşıdığını televizyonlarda izledik.

Ahmet Hakan’ı yazamaz hale getirmek Ahmet Hakan'ın AKP'yi eleştiren yazılarının kitleleri etkilemesinin AKP'de büyük rahatsızlık yarattığını bilmeyen kalmadı. Hakan'ın yazdığı gazetede de AKP'nin huzurunu bozuyordu. Bu iki sebep ile tüm muhalif gazete ve yazarların “hizaya” getirilmesi saldırısında ne kadar ciddi olduklarını göstermek için Hakan üzerinden ilgili kesimlere gözdağı verildi. Önce topladıkları güruhu Hürriyet gazetesinin üzerine saldılar. Ardından yandaş yazarları aracılığıyla Ahmet Hakan’a tehditler gönderildi. Son olarak Ahmet Hakan’ı yazamaz hale getirecek kadar dövülmesi planlandı. Bu iş için kiraladıkları kişilere bir miktar para ödeyerek saldırıyı hayata geçirdiler.


03

SINIF TAVRI

Artan sokak eylemleri ve haber sitelerine erişim yasağı

MAFYA-DEVLET İLİŞKİSİ

“T.C.”nin Kandil’e yönelik hava saldırılarına başlamasıyla birlikte muhalif basına yönelik baskılara da hız verildi. Hava saldırılarının yanı sıra Kürt illerinde hayata geçirilen sokağa çıkma yasağı ile birlikte sivillere karşı hayata geçirilen toplu katliamların sessizlikte boğulması için yayın yasakları devreye konuldu. Kemalist-sağcı basın Kürt illerinde yaşanan kıyımlara karşı gönüllü olarak sessiz kalmayı tercih edince, geriye yurtsever Kürt basını ve devrimci sosyalist basın kalmış oldu. Bu alanda yükselen seslerin susturulması için geniş yetkilerle donatılan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) devreye sokuldu. Temmuz ayından itibaren Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından Fırat Haber Ajansı (ANF), Dicle Haber Ajansı (DİHA), Hawar Haber Ajansı (ANHA) Özgür Gündem Gazetesi, Yüksekova Haber, sendika.org, RojNews, Rudaw, BasNews’ün aralarında olduğu 90’a yakın internet sitelerine erişim engellendi. Son olarak ise gazetemizin sitesi Halkın Günlüğü de bu saldırıdan nasibini aldı.

ınıf mücadelesinin hız kazanıp güce dönüştüğü her ortamda yönetenler mücadelenin her noktasında besleyip nemalandırdıkları paramiliter güçlerini, mücadele ettikleri devrimci güçlerin üzerine sürmekten geri durmazlar. Bu çetelerin tarihselliği devlet denilen diktatörlüğün tarihselliğidir. Çünkü devamlılığı zora dayanır. Uygulaya geldiği zor aygıtında sadece ekonomik, sosyal, yaşamsal saldırılar değil, şiddet, korku, kültürel dejenerasyon, ideolojik saflaşma vb. yöntemler de devrededir. Halkların ayrışmasındaki nüans farklılıkların kullanılması, inanç farklılıklarının yönetimi kolaylaştıran avantaj sayılması, etnik farklıkların çatışmalara dönüştürülmesi, halkların düşman sayılmasını kolaylaştıran ortamların yaratılması, toplumsal sorunlara karşı yükselen muhalefetin hep farklı güçlerce yönetilirliklerinin kitleye sunulması vd. algısal yönetimlerde yargı, yasama, yürütme erkine bir de medya denilen güçlü kuvvetin eklenmesiyle gerici devlet sürekliliğini var etme gayretine girmektedir... Bütün bu yönetim mekanizmalarına ordu, polis, MİT, özel kuvvetler vb. organize cinayet güçleri de eklenince, devlet denilen mekanizmanın halklara karşı nasıl bir şebeke olduğu kendini ifadelendirir. Osmanlı tarihinden Cumhuriyet’in kuruluşuna ve bugünümüze uzanan bu kanlı güçlerin nasıl beslendiği, nelere sahip oldukları, ekonomik dayanakları, kara paraların nasıl aklanırlığı, mafya ve çeteleşen devletin yaşam alanlarımızı ranta çevirip kimlerle paylaşılır kıldıkları toplumun gözünün önünde cereyan etmektedir. Osmanlı’nın hamallardan oluşturduğu Baltacılar Grubu’nun görevi Ermenilerin belirli entelektüellerinin katliydi. Hamidiye Alayları’nı da özel görevler biçilmişti. Cumhuriyet’in de aynı biçimde örgütlenmesi devlet geleneğiydi. Kürt ayaklanmalarında çetelerin devlet güçleriyle ortaklığı ile bu rollerinden ötürü devletçe madalyalar ve para ödüllerine layık görülmeleri, katlettiklerinin mülklerine çete elebaşlarının el koymaları, TKP önderlerinin katledilmesi, 45’ler dosyası, Özalp katliamı, Dersim katliamı... vb. tarihin akışıyla devam ede geldi. Tarz, yöntem dayanılan güçlerin benzerliği tesadüflere bağlı değil, devletlerin geleneksel örgütlenmelerinin pratik aktarımıdır. Yakın tarihimizin yaşanmışlıkları da eskiyle kıyaslanınca yığınla eşdeğerlik görülür. 6-7 Eylül olayları, Ankara Bahçelievler’de devrimcilerin katledilmesi, 68 devrimci gençlik hareketinin üzerine sürülen milliyetçi çetelere biçilen vatanseverlik rolü de, devrimci muhalefetin ve toplumun örgütlü gücünün ortaya çıkmasına paralel olarak devletçe güçlendirildi ve birçoğuna devletçe yasallık kazandırıldı. Tarihselliği içinde “TC”; barbarlığıyla, katliamlar tarihiyle, azınlıklara ve ulusal başkaldırılara yaklaşımıyla tarihin en kanlı diktatörlüklerindendir demek abartı olmayacak. Yakın tarihimizin yaşanmışlıklarından yola çıkarsak bile bu gerçeklik bizi doğrulayacaktır. 12 Eylül’de sosyalistlere, devrimcilere, komünistlere, azınlıklara, Kürt ulusundan her kesime, sendikacılara, aydınlara yaptıkları saldırılarla bile tarihin kanlı diktatörlük unvanını kimseyle paylaşmadığını görürüz. İşkencelerde yitirdiklerimiz hala Cumartesi annelerimizin onurlu duruşuyla hesap sorulmayı beklemektedir. Maraş’ta, Çorum’da, Malatya’da sivil faşist çetelerin katliamları, Madımak’taki aydınların tarihteki unutulmaz katledilişleri hafızamızda... Bu çetelerin bir kısmı ödüllendirilerek siyaset sahnelerinde yer aldı-

AKP’nin Cemaate karşı dinmeyen öfkesi AKP'nin Cemaat'la giriştiği kavga egemenlerin genel karakteristik yönüdür. Bir kulp bulup koltuk ve rant kavgalarını gizlemek ise en büyük becerileridir. Aynı mantaliteye sahip olmalarına rağmen çıkar dalaşlarından dolayı birbirilerini düşman gören bu iki güç her geçen gün yeni bir hesaplaşma zemininde buluşuyorlar. AKP'nin Cemaat'a karşı dinmeyen öfkesi her geçen gün yeni yaptırımlarla gündeme geliyor. AKP bu kez de Cemaat'in televizyon kanallarına yöneldi. Digitürk ve kablolu yayın üzerinden yayın yapan Gülen cemaatine ait Kanaltürk, Samanyolu TV, Mehtap TV, S Haber (Samanyolu Haber), Bugün TV, Yumurcak TV ve Irmak TV kanallarının yayınına son verildi. Aslında bu yönelim sadece Cemaat kanallarıyla sınırlı kalmayacaktır. Tepkilerin gelişimine bağlı olarak diğer muhalif televizyon kanalları da bu şekilde susturulması uzak olmayan bir ihtimaldir.

S

≫ ismail uçar

lar. Tekrar Gazi katliamındaki çetelerle devletin ortaklığı ile 1 Mayıs ve Gülsuyu katliamlarında yine çeteleşen devlet organizasyonu karşımızda. Kürt Ulusal Hareketi’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla Kuzey Kürdistan’daki katliamların hepsinde devlet, mafya ve sivil faşist güçlerin ortaklığını gördük. Köy yakmalardan, infazlara, sürgünlerden dışkı yedirmelere, panzere bağlanıp sürüklenen onurumuza tanıklık ettik. Sokaklarda toplu infazlara imzalar atıldı çete elemanlarınca. Evlerinden her gece yarısında kimin alınacağının tereddütlerini yaşadı bu ülkenin aydınları, vicdan sahibi entelektüelleri… Dönemsel olarak katliamlara imza atan çeteler ve reis bozuntuları bugün yine sahnedeler. Çünkü onlar, devletin elinin altında her zaman başvurulacak kuvvet olarak büyütülüp beslenen güçtüler. Susurluk’un Çatlıları, Çarkınları, İbrahim Şahinleri, Peker soysuzları, Kocadağlıları vd. kitlesel katliamlara imza atmış devletin faşist çete örgütlenmesinin özneleriydi. Bugün yaşananlar geçmişin pratiğinden edildi derken kastedilen tam da budur... Bebeklerin katledilmesindeki pratik bugün Cizre’de, Suruç’ta, Nusaybin’de vd. bölgelerde bu çetelerin, katil sürülerinin elleriyle gerçekleşmektedir. Devlet eliyle büyütülüp donanımı sağlanan DAİŞ, El-Nusra, Kudüs Örgütü, dünün katilleri Hizbullah’ın bugünün yasal partisi olan HÜDA-PAR gibi çetelerin tümü devletin sivil katiller topluluğuydu. Bu çeteler devletin ırkçı şoven siyasetinin de aracı idiler. Çünkü kendilerini milliyetçilik ideolojisi üzerinden ifade ederken, tek bayrak, tek vatan söylemleri onları toplumun bir kesiminde kabule itecekti. Ve öyle de karşılık gördüler çoğu yerlerde. Devlet eliyle gizlenen katillikleri onları itibar sahibi kıldı. Söyledikleri belirli kesimlerce alkışa layık görüldü. Savaş çığırtkanlıkları, Kürt düşmanlıkları devletin tepesinde kabul gördü. Peker gibi çeteler devletin biçtiği yeni rollere hazır kılındı. “Oluk oluk kan akacak” söylemi binlerce alkışa boğuldu. Ama bu alkışlar aynı şehirde 70’lik anamızın Yeşil Yol Projesi’ne karsı duruşundaki onurlu saygınlığını bizim açımızdan gölgeleyemez. Ama bir çete reisinin meydanlarda AKP iktidarı adına kendine rol biçmesi de bir anlam ifade eder bizim açımızdan. Dün de katildin bugün de katilsin yarın da devam edeceksin. Çünkü düşmanlığın ideolojik propagandisti olarak, bir elinle Rabia Müslüman Kardeşleri, bir elinle ırkçılık sembolleriyle halkı savaşa çağırman cesaretin değil, devletin sana biçtiği roldür. Hitap ettiğin halk kitlesi, Karadeniz Sahil Yolu Projesi’nin ortaya çıkardığı devletin rantçı yaklaşımından ötürü sel felaketinde Van’dan Dersim’e halkların kardeşliği ve dayanışma ruhunun Rize halkıyla nasıl buluştuğunu gördü. Ondandır ki “oluk oluk kan akacak” söylemindeki savaş çığlıkların karşılık bulmayacak. Ama sen ve seni koruyan, alanlara süren devletinin siz çetelere dayandığı, sıraladığımız yaşanmışlıklarca bilinmektedir. Zira çete reisinin söyleminin ertesi günü Ankara’da yüzlerce canlarımızın, siper yoldaşlarımızın, kavga dostlarımızın katledilmesi de Peker gibi devletin çete örgütlenmesinin bir pratiğidir. Devrimciler, .sosyalistleri katlederek sınıflar mücadelesinin gerçekliğinden kendinizi kurtarmanız mümkün değil... Mümkün olmayacak da...


04

güncel haber

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

Tek parça halinde ölemeyenlerin ülkesi; Türkiye/Kuzey Kürdistan 10 Ekim’de Ankara’da, AKP’nin başlattığı savaşa karşı düzenlenecek olan Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi'ne katılanlara yönelik iki intihar bombacısı tarafından saldırı gerçekleştirildi. Saldırıda 100'ün üstünde kişi ölümsüzleşti, 500'ün üstünde kişi ise yaralandı AKP'nin başlattığı topyekûn savaşa karşı KESK, DİSK, TMMOB ve TTB'nin düzenlediği Emek, Demokrasi ve Barış Mitingi'ne yönelik iki intihar bombacısı tarafından saldırı düzenlendi. Saat 10.04'de kitle henüz toplanırken Ankara Garı önünde gerçekleşen saldırıda 100'den fazla insan hayatını kaybetti. Yapılan intihar saldırısını hiçbir örgüt üstlenmezken AKP’ye yakın medya ise ‘PKK, IŞİD işbirliği’, ‘Emir Esad'dan’ gibi manşetlerle “suçluyu” buldu!

Ülke genelinde protesto ve anma Katliamda ölümsüzleşen onlarca insanın cenazesi ülkenin farklı yerlerine gönderildi. Katliamın ardından ise ülke çapınca onlarca protesto eylemi ve anma etkinliği düzenlendi. HDP İstanbul Milletvekili adayı Kübra Meltem Mollaoğlu da Ankara'da yaşanan katliamda yaşamını yitirenler arasındaydı. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş katliamın ardından yaptığı açıklamada, “Ateşkesin tartışıldığı bir dönemde Ankara'da barışı isteyenlere yönelik böyle bir saldırı yapıldı. Tabii olay yerindeki arkadaşlarımızın hepsi bir acı içerisinde. Cenazeleri yerden kaldırılmaya, yaralılar hastanelere taşınmaya çalışılıyor. Ama bu ortamda o görüntüleri izlesinler, polis gaz atıyor. Cenazelerin orta-

sına gaz atılıyor, ambulansların girişleri ise engelleniyor. Ankara'nın ortasında katliam yaşanmış ama ambulans değil, çevik kuvvet geliyor.” ifadelerine yer verdi.

MKP: Katliamın sorumlusu Erdoğan/AKP iktidarıdır Ankara katliamının ardından ise dev-

rimci, sosyalist, yurtsever ve komünist örgütler katliamı kınayan açıklamalar yaparak, katliamın sorumlusunun AKP/Erdoğan iktidarı olduğunun altını çizdiler. Açıklama yapan kurumlardan Maoist Komünist Partisi (MKP) açıklamasında şu ifadelere yer verdi; “AKP iktidarının savaş ve saldırganlık konseptiyle tırmandırdığı ırkçı faşist terörle mücadele zemininde yükselen barış istemi ve çağrılarına karşı yapılan bu faşist saldırıda onlarca insan ölürken, çoğu ağır olmak üzere yüzleri aşkın insanın yaralandı. Bu vesileyle, faşist katliamı, katliam sorumlularından devrimci eylem pratiğinde anlam bulan hesap sorma tavrı ve bilinciyle lanetlerken, demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesi uğruna ölümsüzleşenlerin anıları önünde saygıyla eğiliyor, başta Kürt ulusu olmak üzere, Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının acısını paylaşıyoruz. Ankara Barış Mitingi’ne dönük yapılan faşist katliamın sorumlusu

Erdoğan/AKP iktidarıdır. Hangi ellerle gerçekleştirilmiş olursa olsun, bu katliamın gerçek sorumlusu AKP iktidarından başkası değildir. HDP’yi hedef gösteren, faşist saldırıları teşvik eden, bizzat bu baskı ve saldırı yürüterek katliamlar gerçekleştiren, Kürt ulusu ve geniş halk kitlelerine karşı suç işlemek üzere faşist çete ve katliam mangaları biçiminde örgütlenen AKP iktidarı, bu katliamın da sorumlusudur.”

2 gün boyunca grev! Mitingin düzenleyici kurumları olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Türkiye Mimarlar ve Mühendisler Odası Birliği (TMMOB) ve Türk Tabipler Birliği (TTB) yaşanan katliamın ardından katliamı protesto etmek için iki gün boyunca greve gideceklerini duyurdular. 12 ve 13 Ekim'de ülkenin pek çok yerinde hayat durdu. Hastaneler acil bölümleri dışında çalışmadı, işçiler ve memurlar işyerlerinde anmalar yaparak greve git-


05

UFUK ÇİZGİSİ

DEVRİMİN STRATEJİK SİLAHLARIYLA KUŞANMA VAKTİDİR!

D

tiler. Türkiye/Kuzey Kürdistan'da işçiler ve emekçiler, Ankara katliamında ölümsüzleşenler için yaşamı durdurdu.

KCK'den eylemsizlik kararı KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı tarafından yapılan açıklamada ise, Ankara Katliamı'nda ölümsüzleşenlerin anısına sahip çıkacaklarını ve gerillanın eylemsizlik konumuna getirileceğini ifade edildi. Eylemsizlikle ilgili yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Savaşın şiddetlendiği, AKP'nin seçim ortamında seçim güvenliğini tehdit ettiğimiz yalanına sarıldığı ve başlattığı savaşın nedenlerini halktan gizlemeye çalıştığı bir ortamda, Türkiye içinden ve dışından gelen çağrıları da dikkate alan Hareketimiz, halkımıza ve gerilla güçlerine saldırılmadığı müddetçe gerilla güçlerimizin eylemsizlik konumuna çekme kararına varmıştır. Gerilla güçlerimiz bu süreçte planlı eylemler yapmaktan uzak duracak, mevcut konumunu koruma dışında bir hareketlilik içinde olmayacak, eşit ve adil bir seçimin yapılmasını engelleyecek veya sakatlayacak hiçbir girişimde bulunmayacaktır. AKP hükümeti politikaları, tutum ve söylemleriyle seçimde baskı ve hile yapacağını açıkça ortaya koymaktadır. Böylesi bir kuşku Türkiye kamuoyunda da hiçbir zaman olmadığı kadar artmış bulunmaktadır. Bu açıdan içeriden ve Türkiye dışından birçok gözlemci heyetin başta Kürdistan olmak üzere tüm Türkiye'nin çeşitli bölgelerine dağılarak çalışması seçim güvenliğini sağlamak açısından son derece önemlidir. AKP'nin bir kez daha şu baskı yapıldı ve seçim sonuçları şöyle etkilendi demesinin önüne geçmek için böyle bir duyarlılık ve çalışma içinde olmak gerekmektedir. Hareketimiz tüm bu yönlü heyetlere gereken yardım ve kolaylığı gösterecek, etkili olduğu her yerde bu doğrultudaki çalışmalara kolaylık sağlayacaktır.”

İstanbul ve Ankara'da binlerce kişi katliamı kınadı Katliamın yaşandığı gün ise İstanbul Tünel'de buluşan binlerce kişi Galatasaray Meydanı'na yürüyerek katliamı protesto etti. “Katilleri tanıyoruz” pankartının ardında buluşan binlerce kişi yürüyüşe katıldı. Yürüyüş kolunun başı Galatasaray Meydanı’na ulaşması rağmen yüzlerce insan henüz Tünel'den yürüyüşe dahi geçememişti. Katliamın ertesi gününde ise Ankara Sıhhiye Meydanı'nda toplanan binlerce kişi, katliamı protesto ederek, ölümsüzleşenleri memleketlerine uğurladı. Ankara'da yapılacak mitingde okunamayan açıklama ise burada KESK Genel Başkanı Lami Özgen tarafından okundu. Sıhhiye Meydanı'nda konuşan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Dün burada on binlerle, yüz binlerle ülkenin dört bir köşesinden bu barbar ve faşizan anlayışa karşı barışı, özgürlüğü, demokrasiyi savunan sizler gibi yiğit insanlar olacaktı. Türk'ü, Kürt'ü, Arap'ı, Ermenisi, Sünnisi, Alevisi ama her birinin yüreğinde barış türküsü olacaktı. En korktukları şeyi yapmaya geliyorlardı diktatörlerin. Halkların birlikteliğini, ezilenlerin gücünü Sıhhiye'de göstermeye geliyorlardı. Faşizmin en korktuğu şey budur. Biz bunu inadına, ısrarla yapmaya devam edeceğiz. Ezilenler olarak ısrarla yan yana duracağız. İnadına özgürlük, inadına direniş diyeceğiz” diye konuştu.

≫ bakış can

evletin tüm yönetsel kurumlarında, askerileştirilmiş politika “TC” nin tarihsel mirasıdır. İster açık askeri diktatörlük koşullarında olsun, ister “sivil” parlamenter yönetimde olsun, yasama, yürütme, yargı ve bunlara bağlı tüm devlet kurumları, militarize anlayışla organize olmuşlardır. Türk Sünni İslam sentezli Turancılık, var oluş koşulunu ezilen uluslar, inanç grupları ve sınıfları ezme siyaseti üzerinden inşaa ettigi için, iktidar olmanın politik içeriği, askeri stratejilere göre olmuştur. AKP ve Erdoğan özgülünde merkezileşen Türk hâkim gericiliği, aynı devlet geleneği mirası üzerinden, askeri savaş stratejilerine göre toplumu dizayn etmeye çalışmaktadır. Var olma ve yönetmenin ana bileşeni cebir ve şiddet olan faşizmin, hayatın tüm alanlarına savaş stratejisine göre müdahalede bulunması, faşizmin doğasının mantıki sonucudur. Figüranlar ve araçlar değişse de, öz aynıdır, hedef aynıdır. Ezilen halkların üzerinde, baskıcı diktatör bir devlet geleneğini korumak ve yaşatmak. Yani güncel olarak, Erdoğan özgülünde “sivil” dikta rejiminin selametini sağlamak, sürece itiraz eden güçleri bertaraf etmek, tasfiye etmek, katletmek... Bu stratejinin uygulanan temeli kontra konseptlidir. Kontra konsepti bir strateji olarak sadece özel gizli birimlerde uygulanmamaktadır. Bu AKP ve Erdoğan nazarında politik bir çizgidir. Yani devlet, anlayış olarak kontra çizgisindedir. Kitlesel katliamlar, Kuzey Kürdistan gerilla alanlarında ve kentlerde işlenen savaş suçları, insanlığa karşı işlenen cinayetler, devletin “ulvi” şemsiyesi altında, yalana, talana dayalı vurgun düzeninin, askeri kontra çizgisinin sonuçlarıdır. Bu askeri kontra savaş stratejisi, en son 7 Haziran seçim sürecinden sonra, psikolojik harp boyutuyla da birleştirilerek, pratik sıcak bir savaşla sürecin politikası olarak tahkim edildi. Amaç belli. “Çözüm” Projesi ile tasfiye edilemeyen Kürt ulusal mücadelesini, devrimci ve komünistlerin önderlik ettiği sosyal kurtuluş davasını, dağıtmak, hizaya sokmak. Son seçimde siyasi temsilde AKP’yi dışlayan, halk sınıf ve katmanlarını cezalandırmak, siyasi temsilde, geniş bir demokrasi bloğu olan HDP’yi dağıtmak. Devletin askerileşmiş politikası bütün bunları yaparken, askeri stratejisi tam bir suç örgütü. En basit demokratik ve ekonomik hak arama mücadelesi, tüm toplumsal dinamiklerle birlikte hedef tahtasında. Parmak sallayarak “tekrar seçim” diyen Erdoğan, toplumu bu kontra yönelimlerle tehdit ediyor. Amed, Suruç, Ankara, bu tehditin en yakın tarihlerdeki örnekleri. Dini argümanlarla “kutsallaştırılan Erdoğan nazarında,”yalnış yapan millete hatalarını düzeltme şansı” veriliyor!(?) Faşizm budur. Gerici hâkim sınıfların çıkarları, kişiler nazarında böyle ilahlaştırışarak, halkların başına musallat edilir. Hitler gibi, Mussolini gibi, Franco gibi, Evren gibi, Erdoğan gibi. Bütün bu olanlara bakıldığında, taktiksel anlamda devletin savaş stratejisini geriletme rolü olsa da, seçimler bu gerici savaş stratejisiyle dövüşmenin stratejik silahı değildir. Somutta, karşı devrimci savaş kurmayı olarak hareket eden AKP ve Erdoğan’ın geliştirdiği sal-

dırılar, ancak ki Sosyalist Halk Savaşı’nın stratejik özüne göre konumlanmakla aşılabilinir. Saldırılar stratejiktir. Ve karşı duruşta devrimci stratejinin kuralına uygun olmalıdır. Tüm toplumsal dinamikler gerici askeri savaş stratejisiyle, gerici devlet eğemenligine göre dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Devrimci karşı duruş, bu planları parçalayan ve devrimci hamleler yaratan stratejik planlara uygun olmak durumundadır. Bin bir taktik esneklikle güçlendirilen stratejik duruş, Sosyalist Halk Savaşı stratejimizin pratikte ete kemige büründürülmesidir. Savaşta strateji ve taktik ilişkisini doğru kavramak gerekir. Sosyalist Halk Savaşı ile direniş ve kazanmayı doğru ele almak gerekir. Doğru kavrama ve yeterli anlamanın olmadığı bir zeminde, doğru stratejik planlamalar olsa da, devrimci savaşta istenilen sonuçlar yaratılamaz. Sosyalist Halk Savaşı Stratejisi, sadece gerilla güçleriyle verilen bir savaş değildir. Çünkü bu stratejide tek silahlı güç kır gerillası olmadığı gibi, tek silah askeri teknoloji değildir. Şehirlerdeki PHG ile halkın savaş gücü olarak örgütlenmesi ve bu stratejik plan doğrultusunda konumlanması bu stratejimizin ana halkasıdır. Kır şehir diyalektiğinin anlamı budur. Savaşta öne çıkan şehirlerde, devletin askeri, ekonomik, bürokratik güçlerine yönelmek ve halkı silahlı bir güç olarak konumlandırmak, bu stratejinin esas yönüdür. Savaş sadece askeri teknik donanımla yürütülmemektedir. Kır şehir gerilları kadar, siyasi, sosyal örgütlenmeler ve eylemlilikler, Sosyalist Halk Savaşı’na göre ele alınmalıdır. Savaşta karşı devrim, sivil ve askeri güç ayrımı yapmadan, toplumsal bir kıyım yapmaktadır. Bundan dolayı devrimci savaşımızda, askeri ve sosyal tüm güçleri kendi içinde konumlandırarak, her zemindeki tüm araçları buna uygun örgütlemelidir. Faşizmin topyekün saldırısı karşısında, topyekün direniş sürecin görevidir. AKP ve Erdoğan faşizminin geliştirdiği topyekün özel savaş konseptine karşı, ezilen halkları, devrimci ve komünist güçlerin, bütün araçları devreye koyarak savaşması, karşı devrimin korkularını büyütmekle kalmayacak, toplumsal devrimci dönüşümleri müjdeleyecektir. Devrimci savaşımız sadece direnme eksenli degildir. Direnerek devrimci sonuçlar yaratmak, devrimci stratejik hamlenin özüdür. Komprador tekelci burjuvazinin, dönemsel saldırılarını geriletmek ve planlarını bozmak içerikli bir savaş çizgisi, SHSS çizgisi değildir. Bu tutum orta sınıf tutumudur. SHSS çizgisi, politik devrim çizgisidir. SHSS çizgisi, düşman ve ittifak sınıf ve güçlerin doğru ayrımı ekseninde, devrimin müttefik güçleriyle micadelenin ihtiyaçlarına göre, birlik içinde düşmana karşı mücadele çizgisidir. Sosyalist Halk Savaşı çizgisi, tüm taktik mücadele plan ve araçlarının, stratejik bir plana göre konumlandırılması çizgisidir. Türk hâkim sınıflarının askeri savaş stratejisinin karşısında, devrimci stratejik silahlarla durmak, faşizme sadece hesap sorma bilincimiz değildir. Bu aynı zamanda, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, ezilen ulus, inanç grupları, sınıf ve halk katmanlarını özgürleştirmenin bilincidir. Sosyalist Halk Savaşı çizgisi, sosyalist devrim çizgimizdir.


06 güncel haber

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

Bu öf ke dinmez! Gerici faşist hâkim sınıf iktidarı ve düzeninin devrimci zor yoluyla yıkılmasının gerekliliğiyle birlikte, devrimi hedefleyen bu sürecin silahlı mücadele biçiminde, devrim ile karşı-devrimin başından beri silahlı savaş içinde olması biçiminde gelişmesini de şart koşmaktadır. Karşı-devrimci faşist zor temelinde yaşanan, her türden demokratik tepki ve muhalefeti bile cani katliamlarla karşılayan, baskı ve saldırganlıkta ölçü tanımayan, kendi yasa ve hukukunu tanımayan bu faşist diktatörlüğe karşı mücadelenin silahlı mücadele ve silahlı eylem dışında ele alınamayacağı, tersini iddia edenlerin objektif olarak burjuva faşist sınıfların değirmenine su taşıdığı kesindir Ankara Barış Mitingi’nde kitlesel kıyım amacı ve niteliğiyle planlanarak gerçekleştirilen faşist katliam; demokrasi, özgürlük ve halk düşmanı vahşi bir katliam olarak tarihin utanç sayfalarına geçti. İki canlı bomba ile gerçekleştirilen

bu barbar katliamda, an itibarıyla 102 insan yaşamını yitirirken, yüzlercesi de yaralanmıştır. Tedavi aşaması süren yaralılardan durumu ağır olanların hayatını kaybetmesinden endişe edilmektedir. Faşist katliamda ölümsüzleşen demokrasi, özgürlük, devrim savaşçılarını anıyor, onurlu mücadelelerini sahipleniyoruz. Aynı gerekçeyle faşist katliamın bilumum sorumlularını devrimci öfkemizle lanetliyoruz! Öfkemiz acımız kadar büyük! Kitlesel kıyımla demokratik mücadeleyi kana bulayan bu faşist katliama karşı, büyük öfke seliyle sokakları fetheden kitlelerin devrimci isyanını selamlıyoruz. Yetinilmeden büyütülüp ileri taşınmasının gerekliliğine işaret ediyoruz. Söze sığmayan bu öfke faşizmi boğacak! Unutulmasın, mazlumların dökülen bu kanı, kanla beslenen faşist düzenin sahiplerini boğacak! Faşist katliamların büyüttüğü bu öfke asla dinmez! Halkın adaleti devrimci eylemin hesap soran gücüyle uygulanacak! Kanla sulanan bu topraklara mutlaka ve mutlaka devrim doğacak!

Vahşi katliam ve çıplak gerçeklerin gösterdiği adres… AKP iktidarının pervasızlıkta sınır tanımayan koyu bir faşizmle, Kürt ulusu ve

ülke halklarına karşı savaş konseptiyle topyekûn bir saldırganlık içinde olduğu altı boş bir tespit değildir. Bu faşist saldırganlık ve savaş konsepti ülke genelinde uygulanan baskı, terör ve katliamlarla sabitken; Kuzey Kürdistan yerleşkelerinde uygulanan sokağa çıkma yasakları, şehirlerin kuşatılarak bombalanması, yakılıp yıkılması, bebek ve çocuk katliamlarına varan azgın katliamların gerçekleştirilmesi, HDP merkez binalarının yakılması, Kürt kimlikleri nedeniyle insanların linç edilmesi, yolcu otobüslerinin ırkçı faşist saldırılara maruz kalması, belediye başkanlarının tutuklanması ile basına dönük baskı altına alınmaya çalışılması, faşizmi resmeden tablodur. AKP’nin barış çağrılarına karşı savaşta ısrar ederek gerçekleştirdiği bu ırkçı faşist saldırganlık; Amed HDP mitingi ve Suruç’ta gerçekleştirilen katliamlar, katledilen kadın gerilla cesedinin çıplak biçimde teşhir edilmesi, başka bir gerilla cesedinin zırhlı araçların arkasına bağlanarak yerlerden sürüklenmesi ve çocukların canice katledilmesi gibi kafatasçı ırkçı faşist katliam ve eylemlerle en barbar, en azgın, en pervasız boyutlarıyla kanıtlıdır. Bütün bu katliam ve ırkçı faşist saldırganlığa imza atarak, “kökünü kazıyaca-

ğız”, “yerle bir edeceğiz” açıklamalarıyla da bu faşist eylemlerini alenen savunup arkasında duran Erdoğan/AKP iktidarının bu faşist karakteriyle Ankara Barış Mitingi katliamını gerçekleştirmekten sakınmayacağı aşikârdır. Dahası bu katliamı gerçekleştirdiği, en azından tetikçiler kullanarak ya da kirli örgütlenmeleri üzerinden gerçekleştirdiği açıkken, katliamdan sorumlu olduğu kesindir. Barış diyenleri PKK’li ilan eden, HDP’yi PKK olarak açıklayıp hedef gösteren, barışa karşı savaşta ısrar ederek bunda çare arayan, savaş üzerine iktidar hesapları yapan, her vesileyle Kürtleri hedef haline getirerek ırkçı Türk milliyetçiliğini kışkırtıp geliştiren, faşist saldırıları teşvik eden AKP/Erdoğan güruhunun bu katliamdan sorumlu olduğu gün kadar açıktır. Katliamla ilgili soruşturma sürecine gizlilik kararı alınması ve katliamla ilgili haberlere yayın yasağı getirilmesi AKP sorumluluğunun bir başka göstergesidir. Şeffaflık yerine gizlilik ve yasak kararları alınarak, katliam, kapalı kapılar arkasında yapılan derin kurgu ve senaryolar temelinde kılıfına uydurulup bir çerçeveye oturtularak AKP’nin sorumluluğu silinmek istenmektedir. Öyle ki, katliam mağdurlarının katliamla suçlanması bile mümkün olacaktır. Bu devlet ve iktidarın elektronik


güncel haber

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

ortamda deliller yaratma, dosyalara koyma, düzmece delillerle yargılama yapma vb. tecrübesine bakıldığında bu tamamen mümkündür. Ki, Davutoğlu ilk açıklamalarıyla PKK’yi işin içine sokma işaretleri vermişti. Bu devlet ve iktidardan her şey beklenir. Erdoğan/AKP iktidarı topyekûn bir savaş saldırganlığı başlattı. Tüm baskı ve katliamlar gibi Ankara katliamı da bu savaşın neticeleridir. Bu savaş saldırganlığının bu denli pervasız olacağı beklenmese de, beklenmesi gerektiği bir kez daha açığa çıkmıştır. Kısacası, nasıl bir komplo ve entrika, nasıl bir araç ve nasıl bir kılıf kullanılsa da son tahlilde gerçekler ışığında görülen adres Erdoğan/AKP güruhunun künyesidir. Canlı bombacılar bilindiği halde bunların tutuklanmaması, engellenmemesi AKP iktidarının bu katliama davetiye çıkararak gerçekleşmesini sağladığına dair açık bir kanıttır. AKP iktidarının, özel olarak da Erdoğan’ın kaderini seçimlere bırakmayacağı sır değildi, seçim hilelerine başvursa da çıkacak sonuçlardan emin olamayacağı ve olmadığı, bu anlamda en vahşi katliamlar pahasına da olsa seçimleri kazanmayı garantilemek istediği, bu şartla yargılanıp suçlu sandalyesine oturmaktan kurtulabileceğinden hareket ettiği bilinmektedir. 7 Haziran Genel Seçimleri’nde HDP’nin barajı aşarak AKP’nin tek başına siyasi iktidara gelmesini ve Erdoğan’ın başkan olmasını engellemesi sonrasında barış-çözüm sürecini bitirerek topyekûn savaş saldırganlığını tırmandıran aynı Erdoğan’ın kendi deyimiyle “milli iradeye” dayattığı 1 Kasım seçimlerini kazanmak için katli-

amlara başvurması son derece beklenir bir durumdur. Seçimleri kazanma kaygılarıyla burjuva medyaya operasyonlar çekerek bunları terörist ilan eden, gazete ve medya kurumlarını basıp gazetecileri tutuklatan ve fiziki saldırılar yaptıran bu iktidarın, ilerici, demokratik ve devrimci kesimlere karşı daha büyük saldırı ve katliamlar yapacağı ve yaptığı sır değildir. Ankara Barış Mitingi’nde gerçekleştirilen vahşi katliam, AKP/Erdoğan iktidarının savaş saldırganlığını sürdürme kararlılığına işarettir. Gerici-haksız savaştaki bu ısrar PKK’nin eylemsizlik kararını boşa çıkarmak ve savaşı sürdürmek için bu canice katliama başvurmuştur. Ki katliamın eylemsizlik kararına denk gelmesi rastlantı değildir. Aynı şekilde katliam öncesi Kuzey Kürdistan’da bulunan asker ve polislere verilen “ailelerinizi güvenli yerlere gönderin” talimatı da bir rastlantı değildir. Erdoğan’la aynı resim karesinde Rize’de miting yaparak AKP’ye oy isteyen mafya şefi faşist Sedat Peker’in “oluk oluk kan akacak”, “ırmak gibi kanları akacak ondan sonra anlayacaklar” şeklindeki açıklamaları da rastlantı değildir. Böylesi bir saldırı ve katliamın özellikle HDP ve demokratik güçlerin mitinginde yapılması da rastlantı değildir. AKP’nin güdümündeki iktidar “STK”larının yakın tarihte gerçekleştirdiği yürüyüşler ve mitinglerde böylesi bir saldırının olmaması ama HDP ve demokratik güçlerin gerçekleştirdiği Barış Mitingi’nde bu cani saldırının yapılması tesadüf olamaz! Elbette hiçbir kitle yürüyüşü veya mitinginde bir saldırının yapılmasını istemeyiz fakat tesadüf olmayan bu

çelişkiye dikkat çekmek için bu kıyaslamayı yapmanın gerekli olduğu açıktır. Öte yandan (ironi yaparak söylüyoruz), Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun neden daha önce yaptığı gibi Ankara katliamı karşısında STK’lara çağrı yapıp teröre karşı miting yapmadığı özellikle sorulmalıdır. Erdoğan ve AKP iktidarının kullandığı savaş dili, ırkçı Türk milliyetçiliğini geliştiren dili karşılık bulmuş, ırkçı faşist Türk milliyetçiliği kudurgan boyutlara vararak her türden linç ve katliamın yapılmasını olanaklı hale getirmiştir. Öyle ki, katliamı protesto eden kitlelere, kraldan daha kralcı kesilen bu ırkçı faşist güruhlar saldırarak IŞİD/AKP denkleminde gerçekleştirilen katliama rağmen “Kahrolsun PKK” sloganı atmaktadırlar. Erdoğan/AKP iktidarı uyguladığı faşist baskı ve katliamlardan çekinmemekte, alenen tiranlık yapıp koyu faşist bir baskı ve terör diktatörlüğü estirmektedir. Bu baskı ve katliamcı terörle korku salıp tüm toplumu sindirmek, demokratik Kürt Ulusal Hareketi ve devrimci mücadeleyi bastırmayı hedeflemektedir. Ancak AKP/Erdoğan iktidarının faşist baskı ve katliam halkaları devasa boyutlara ulaşarak boynunu koparacak kadar ağırlaşmıştır. Hiçbir baskı, zulüm, katliam ve terör bu iktidarı kurtarmaya yetmeyecektir. Ki, mevcut faşist iktidarın bu azgın baskı, terör ve katliamları yaşadığı korkuların ürünü olmakla birlikte, son çırpınışlarını anlatmaktadır. Dahası, ABD emperyalizminin piyonu olarak Ortadoğu’da uygulanan, özellikle de Suriye ve IŞİD bağlamında izlenen siyasetin ülkeyi savaş batağına sürüklemesiyle birlikte, Erdoğan/AKP iktidarının tasfiye süreci anlamına gele-

07

ceği açıktır. Erdoğan/AKP iktidarının bilinen hedefler doğrultusunda sergilediği saldırganlık, bu hedefler uğruna her türlü vahşet ve katliama başvurduğu tüm pratiğiyle sabittir. Bu zemindeki somut gerçekler Erdoğan/AKP iktidarının katliamdan sorumlu olduğunu çıplak biçimde ortaya koymaktadır. Bu sorumluluk bizzat bombaları patlatmasını gerektirmiyor. Katliamın yapılmasına yol vermek, katliamın yapılmasını teşvik etmek, katliamların yöneleceği hedefi göstermek ve faşist saldırganlık dili kullanarak algı yönetmek vb. katliamdan sorumlu olmasına yetmektedir. Bu sorumluluğun başka bir göstergesi de, daha önce gerçekleştirilen Roboski katliamı, Sakine Cansızlar katliamı, Amed mitingine dönük katliam, Suruç katliamı, Cilvegözü katliamı ve diğer birçok katliamın sorumlularını açıklamaması, gereken hukuksal süreci yürütmemesi, bilakis katliamların aydınlatılmasını önleme tavrıdır. Katliamları sürece yayarak unutturma veya davalara yayın yasağı getirip belirsizliğe sürerek istediği kıvama getirme ve son tahlilde hiçbir katliamı açıklamadan, hesabını vermeden mahkeme dosyalarına gömerek sorumluları ve sorumluluklarını örtmektedirler. Açık ki, Erdoğan/AKP iktidarı Ankara Barış Mitingi katliamından sorumludur. Hatta bürokratlarını görevden alması da bu sorumluluğun başka bir itirafıdır. Her ne kadar kendilerini kurtarmak için bürokratları kurban etseler de, bunun suçluluk psikolojisi olduğu açıktır. Devamı sayfa 8’de


08

güncel haber

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

Katliamın bir numaralı sorumlusu Erdoğan/AKP iktidarıdır Yazının önceli sayfa 6-7 Bu iktidarın, katliamın bir numaralı suçlusu ve sorumlusu olduğu çıplak gerçektir. Hatta MİT ve özel örgütlenmesi vasıtasıyla IŞİD gibi piyonları kullanması da tamamen mümkündür Öyle ki, katliama maruz kalan kitlelere hemen patlama anında, ölü ve yaralılar yerde yatıyorken üzerlerine gaz sıkan-sıktırmaktan geri durmayarak sorumluluğunu tescilleyen faşist bir iktidar gerçeğiyle karşı karşıyayız. Katliamı protesto eden kitlelere saldıran, sivil faşist uzantılarıyla protestolarda bulunan kitlelere saldıran faşist bir iktidardan söz ediyoruz. Bu iktidarın timsah gözyaşları, göstermelik ulusal yas ilanları, iki yüzlülükten öteye, sorumluluğunu gizleme çabasından başka bir şey değildir. Canlı bomba istihbaratı isimleriyle ellerinde bulunmasına karşın hiçbir tutuklama ve engellemede bulunmayan iktidar bu katliamdan kesinlikle sorumludur. Davutoğlu ellerine istihbaratın geldiğini itiraf ederek katliamdaki sorumluluklarını da itiraf etmiş durumdadır. “Makul şüphe” gerekçesiyle keyfi tutuklamalar yapan bu iktidarın ve Davutoğlu’nun, “Eyleme geçmedikleri için tutuklayamıyoruz” savunması özrü kabahatinden büyük bir itiraftır. Anlaşılıyor ki, iktidar, “katliama yol açtı”, “katliam yapsınlar ondan sonra tutuklarız” dedi ve katliama fiilen yataklık yaptı. Bu iktidarın, katliamın bir numaralı suçlusu ve sorumlusu olduğu çıplak gerçektir. Hatta MİT ve özel örgütlenmesi vasıtasıyla IŞİD gibi piyonları kullanması da tamamen mümkündür. IŞİD ile AKP’nin belli bir anlaşma içinde olduğu eskiden beri açıkken, bu katliamda da bu ortaklıktan söz etmek yanlış olmayacaktır. Yani dolaylı sorumluluktan ziyade doğrudan sorumlu olduğu yabana atılamaz bir gerçektir. Sakine Cansızlar katliamı, Roboski katliamı ve diğerleri aynı zeminde gelişmedi mi? Öyleyse bu katliamlara imza atan iktidarın bu katliamı planlaması da tamamen mümkündür. Erdoğan’ın MİT üzerinden “derin devlet” tabiriyle bilinen katliam ve suç çeteleri temelinde örgütlendiğini bilmeyen yoktur. Devletin tipik örgütlemelerinden olan bu illegal örgütlenmesi bugün Erdoğan’ın elinde özel bir işlev görmektedir ve bu örgütlenmenin işi; komplo, provokasyon ve katliamlar gerçekleştirerek iktidar ya da Erdoğan’ın siyasi ihtirasları doğrultusunda koşullar yaratmaktır. “Suriye tarafına geçip iki roket bu tarafa sallarım”

diyen zihniyeti deşifre olmuşken, bugün Ankara katliamını planlamaması düşünülemez. Şimdi Erdoğan’ın “derin devlet yapmıştır” şeklinde açıklama yapması bir gerçeği ifade ediyor ama bu “derin devletin” bizzat Erdoğan’ın “derin devleti” olduğu da açıktır.

Mevcut süreç bir kez daha zora dayalı devrimci yolu zorunlu kılmaktadır Somut gerçeklerin işaret ederek doğruladığı başka bir sonuç ise; Kürt ulusunun haklı mücadelesine, demokratik muhalefete, devrimci mücadele ve devrimci halk kitlelerine karşı en ağır baskı ve saldırganlık uygulamaktan geri durmayan, faşist terörünü günbegün tırmandıran, halk kitlelerine savaş, gözyaşı ve acıdan başka bir şey vermeyen bu düzenin, bu iktidarın, bu sınıfların devrimci yolla zora dayalı tasfiye edilmesinin zorunluluğu ve bu zorunluluğun hiçbir şüpheye yer bırakmayacak keskinlikte kendisini dayatmasıdır. Yukarıda belli uygulamalarıyla dikkat çektiğimiz bu azgın faşist diktatörlük ve düzenin, silahlı mücadele esasında Sosyalist Halk Savaşı’na dayanan bir mücadele ve devrimle yıkılmasından başka bir yol yoktur. Gerici faşist hâkim sınıf iktidarı ve düzeninin devrimci zor yoluyla yıkılmasının gerekliliğiyle birlikte, devrimi hedefleyen bu sürecin silahlı mücadele biçiminde, devrim ile karşı-devrimin başından beri silahlı savaş içinde olması biçiminde gelişmesini de şart koşmaktadır. Karşı-devrimci faşist zor temelinde yaşanan, her türden demokratik tepki ve muhalefeti bile cani katliamlarla karşılayan, baskı ve saldırganlıkta ölçü tanımayan, kendi yasa ve hukukunu

tanımayan bu faşist diktatörlüğe karşı mücadelenin silahlı mücadele ve silahlı eylem dışında ele alınamayacağı, tersini iddia edenlerin objektif olarak burjuva faşist sınıfların değirmenine su taşıdığı kesindir. Gerici faşist diktatörlüklerin varlığı silahlı mücadelenin yeterli bir gerekçesiyken, günümüzde derinleştirilerek tırmandırılan ırkçı faşist saldırganlık ve savaş konseptinin kitlesel katliamlar düzeyinde pervasızlaştığı somut şartlar, silahlı mücadelenin ve devrimci savaşın çok daha aleni gerekçelerle kuvvet kazandığını tanıtlar. Bütün bu gerçeklere gözünü kapayarak silahlı mücadele düşmanlığı yapanların iflah olmaz reformist burjuvalar olduğu su götürmezdir. Faşizmin yaşam hakkı tanımadan kitlesel katliamlarla saldırılarını tırmandırdığı günümüz koşullarda, silahlı eylemle hesap sorma bilincinin pratikleştirilmesi her türlü tartışmayı eskiterek büyük bir meşruluk kazanmıştır. Kitlelerin sokağa dökülmesi, istikrarlı bir tepkinin ortaya konması, demokratik tepkinin tüm topluma yayılması devrimci refleksin bir yanıyken, esas olan silahlı mücadele ve eylemin daha etkili olarak devreye sokulup faşist iktidardan hesap sorması yakıcı bir ihtiyaçtır. Bugün tüm örgütlülük ve güçlerimizle bedel ödemeyi göze alan devrimci bir pratik benimsemekten daha uygun bir zaman ve koşul yoktur. Olağan koşullarda böylesine vahşi bir katliam karşısında toplumsal bir ayaklanmanın yaşanması gerekirken, gösterilen tepki nispeten sınırlı ve zayıf kalmaktadır. Bu durum toplumun manipüle edilerek aldatıldığını göstermektedir. Nitekim bütün

katliamlara ve bu hunharca katliama rağmen kitlelerin büyük bir bölümü AKP/Erdoğan iktidarına yedeklenmiş durumdadır. Hatta katliama rağmen katliam protestolarına saldıran durumdadır. Diğer burjuva partilerin arkasına takılan kitleler düşünüldüğünde ayaklanmaya kaldıracağımız veya öfkeyle ayağa kalkan kitleler belli bir çoğunluğu oluşturmaktadır ki, bu çoğunluk bir ayaklanma hareketi için yetersizdir. Bu kitlenin oluşturduğu çoğunluk katliama karşı gösterilen protestolara katılan kitlelere yakın bir miktardır. Bu durumda zemin uygun olmasına karşın ayaklanmaya kaldırabileceğimiz mevcut kitleler ne yazık ki yeterli çoğunlukta değildir. Buradan çıkan ders şu ki, kitlelere giderek onları örgütleme görevinde daha ciddi bir çaba içinde olmamız gerekmektedir. Uzun vadeli bir devrim hareketini örüp geliştirme stratejisiyle devrimci ayaklanmaya hazırlanmalıyız. Mevcut güç ve hazırlıklarla nesnel koşullar ne kadar uygun olursa olsun başarılı bir ayaklanmaya gidemeyeceğimiz açıktır. Kitleler kazanılmadan ayaklanmanın başarılamayacağı gibi, iktidarlarıyla birlikte gericileri yıkmak da olası değildir. Fakat bu gerçekliğe rağmen kitlelerin sokağa dökülmesi, her alanda bir direniş ve çatışma çizgisinin hayata geçirilmesi gerekli olan devrimci tutumdur. Bunda en önemli görev demokratik, devrimci ve sosyalist güçlerin eylem ve güç birlikleri temelinde hareket etmelerinin sağlanması ve geniş devrimci cephenin oluşturularak etkili bir mücadele pratiğinin sergilenmesidir.


16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

güncel haber

09

İKİYÜZLÜ “AB DEMOKRASİSİ-MEDENİYETİ” 18 Ekim Pazar günü Almanya Devlet Başkanı Merkel’in bu konuyu görüşmek üzere Ankara’ya gelmesi bekleniyor. AKP kendisine uluslararası konjonktürde nefes aldıracak böylesi bir anlaşmaya can simidi gibi sarılmıştır.1 milyar Euro olarak telaffuz edilen ekonomik yardım konusunda 3 milyar Euro ve “TC” vatandaşlarının AB’de serbest dolaşımına imkân verecek Schengen vizesi talebini önden iletmiştir. 1 milyon Suriyeliden kurtulma peşinde olan AB’nin 78 milyon Türkiyeliye serbest dolaşım vermesini beklemek pek akıllıca olmasa da AKP’de siyasal kapasitesi taşra tüccarından hallice olduğundan ‘normal’ diyoruz Dünya üzerindeki tüm savaşlar her zaman yoksulları vurur. Savaşları zenginler çıkarır ve yoksullar ölür, öldürür. Suriye savaşında da ‘medeni’ dünyanın bu kaidesi değişmedi. Petrol ve enerji nakil hatlarına sahip olmak için emperyalist ülkelerin işgal ettiği ve savaşa sürüklediği, petrol karşılığı yüksek fiyata son teknoloji silahlar sattıkları Suriye ve Irak’ta kanlı iç savaş gerçekliği ile karşı karşıyayız. Emperyalist ülkeler için savaşta yaşamını yitiren insan sayısı istatistikten öte bir önem taşımamaktadır. Fakat savaşın diğer bir sonucu göçmenler meselesi konusunda pek bir ‘hassaslar.’ Suriye’de silahlandırılan ve ekonomik siyasi olarak desteklenen ÖSO-IŞİD vb. çetelerin başlattığı savaş sonrasında BM 2015 verilerine göre 4 milyon Suriyeli ülkelerini terk etmek zorunda kalmıştır. Yaz boyunca yoğunlaşarak devam eden göçle, bu sayının 5 milyonu bulduğu düşünülüyor. BM’ye göre Mayıs 2015’de ülke dışındaki Suriyeli göçmelerin dağılımı aşağıdaki gibiydi: Türkiye: 1.760.000 kişi Lübnan: 1.183.000 kişi Ürdün: 630.000 kişi Irak: 250.000 kişi Mısır: 134.000 kişi Almanya: 100.000 kişi İngiltere: 140 kişi Fransa: 4500 kişi 2012’de başlayan göç dalgasının yükü esasta Avrupa ülkelerinin sırtında değildi. Suriyelilerin Türkiye-Kuzey Kürdistan ve diğer ülkelerde yaşadıkları gayrı insanı yaşam koşulları onları Av-

rupa’ya yönlendirecekti. Milyonlarca Suriyelinin yaşadığı Türkiye-Kuzey Kürdistan’da yaşam koşulları için sefalet tanımlaması yetersiz kalmaktadır. Eğitim, sağlık, barınma, iş bulma olanaklarından yoksun olan bu insanlar parklarda yaşayıp dilenmeye mahkûm edilmektedir. Diğer Ortadoğu ülkelerindeki durumları da çok faklı değildir. Mayıs ayı sonrası ağırlıklı olarak Ege denizi üzerinden Avrupa’ya yeni bir Suriyeli göç dalgası başlıyordu. Eylül 2015 Uluslararası Göç Örgütü Frontex verilerine göre: -593 bin 432Kisi2015’te deniz yoluyla Avrupa'ya ulaştı -3 bin 103Göçmen Akdeniz'i geçmeye çalışırken boğuldu -Türkiye üzerinden Yunanistan'a gidenlerin oranı %76 -Yunanistan'a gidenler içinde Suriyelilerin oranı %70,1 -İtalya'ya giden anne-babasız çocukların sayısı 10 bin 043 -Bu yıl AB'ye gelen toplam göçmen sayısı 710 bin BM ve Uluslararası Göç Örgütü verilerini karşılaştırıldığında son 3 aylık zaman diliminde 500 bin civarı bir insanın Avrupa’ya ağırlıklı olarak Türkiye üzerinden gittiği görülmektedir. Savaşın, ölümlerin ve göçün birincil sorumlusu olan ABD ve AB, savaşın sonucu göçmenleri kabul etmede nedense hiç istekli değildi. İspanyol Ressam Picasso’nun Nazi Almanya’sının bombaladığı

Guernica kasabasını anlatan Guernica isimli tablosunu bir sergide gören Nazi Subayının “Bunu siz mi yaptınız?” sorusuna “Hayır siz yaptınız” yanıtı kadar çıplaktı bu gerçekte. Haziran ayında Almanya tarafından AB üyesi ülkelerin ekonomik durumuna göre göçmenlerin paylaşılması önerisi getirildi. İngiltere, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bu öneriye şiddetle karşı çıkıyordu. Ege denizini geçmeye çalışırken boğulan Alan Kurdi’nin kıyıya vuran bedeni üzerinden timsah gözyaşı döken AB-ABD bir şekilde göçmelerin önünü kesmenin peşindeydi. 500 milyon insanın yaşadığı Avrupa’da nüfus hızla yaşlanmasına, azalmasına ve yeni insan gücüne ihtiyaç olmasına karşın 1 milyon Suriyeli bu konuda bir potansiyel bir işgücü olarak bile görülmek istenmiyordu. Sadece Almanya 2012-2013 yılı içinde Polonya, Romanya, Bulgaristan ve İtalya’dan 1,2 milyon göçmen alabiliyordu hâlbuki. Yine aynı yıllar içinde Alman sermayesi bazı iş kollarında 67’den 64’de inan emeklilik yaşı için ‘ekonomimizi olumsuz etkileyecek hatalı bir karar’ diyordu. Avrupa uluslarının ikiyüzlü demokrasisinin maskesi düşmüş çirkin yüzü görünmüştü. 15 Ekim 2015 tarihinde AB liderleri göçmenler meselesini görüşmek üzere bir kez daha Brüksel’de bir araya geldi. Bu toplantıdan yeni bir eylem planı mutabakatı çıkıyordu. Buna göre Türkiye göçmenlerinin geçişini engellemede si-

yasi ve ekonomik olarak desteklenmelidir. AKP kliğinin iktidarını korumak için kendi halkına savaş açtığı ve 13 yıllık iktidarında en fazla yıprandığı bu dönemde AB’nin bu hamlesi kendi çıkarları için Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının mücadelesini sekteye uğratmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. AB Suriye halkının yaşadığı sıkıntıların sebebi olan DAİŞ, El-Kaide, ÖSO gibi çeteleri ortadan kaldıracak politikalar üretmek yerine kendi ‘medeniyetini’ korumak adına Türkiye halklarını da Ortadoğu cehennemine doğru itmektedir. 18 Ekim Pazar günü Almanya Devlet Başkanı Merkel’in bu konuyu görüşmek üzere Ankara’ya gelmesi bekleniyor. AKP kendisine uluslararası konjonktürde nefes aldıracak böylesi bir anlaşmaya can simidi gibi sarılmıştır.1 milyar Euro olarak telaffuz edilen ekonomik yardım konusunda 3 milyar Euro ve “TC” vatandaşlarının AB’de serbest dolaşımına imkân verecek Schengen vizesi talebini önden iletmiştir. 1 milyon Suriyeliden kurtulma peşinde olan AB’nin 78 milyon Türkiyeliye serbest dolaşım vermesini beklemek pek akıllıca olmasa da AKP’de siyasal kapasitesi taşra tüccarından hallice olduğundan ‘normal’ diyoruz. Pazar günü yapılacak görüşme öncesi AB, 14 Ekimde 2015’de açıklaması beklenen Türkiye İlerleme Raporunu Kasım ayı sonrasına ertelediğini açıkladı. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da son dönemde yaşanan katliam ve hak ihlalleri düşüldüğünde açıklanacak raporun Türk hâkim sınıf devleti açısından pek de parlak olmadığını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yoktur. AB için 3 Milyar Euro bu sorunu çözmede çerez parasıdır. Serbest dolaşım vizesi konusunda Türk devleti de ısrarcı değildir, belli bir kesime (işadamları ve bürokratlar) tanınan imtiyazlarla bu mesele kolayca çözülür. Olası bir anlaşma sonrasında Türk hâkim sınıflar devleti, AB tarafından ‘Güvenli Devletler’ statüsüne alınarak bu ülkeden gelen göçmenlerin geri iadesinin yolu açılacaktır. Ayrıca sınırlardaki askeri önlemler arttırılarak binlerce insan kaçakçıların kucağına atılarak göç yollarında yaşamını yitirmesinin önü açılacaktır. Brüksel’de göçmenlere yönelik varılan bu mutabakatın ertesi günü Bulgaristan sınırını geçmek isteyen bir Afgan göçmenin polis tarafından vurularak öldürülmesi AB’nin yeni göçmen siyasetinin de ilanıydı bir anlamda. Devrimci ve yurtseverler olarak AB’nin Türk hâkim sınıflar devleti ile girdiği bu kirli ittifak girişimini geniş çevrelerde yankı bulacak şekilde teşhir edip engellememiz bölge haklarının geleceği için hayati önemdedir.


10

güncel analiz

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

Proleter devrim tasavvuru

ve müzmin hal Proleter devrim, reformlar uğruna mücadeleyi reddetmeden kabul eder. Fakat reformizmle arasına kalın çizgiler çekmeyi ihmal etmez. Reformlar için mücadeleyi benimserken, bunları amaçlaştırmaz ve siyasi iktidar mücadelesine tabi ele alır. Hiçbir hak kazanımını ve ileriye dönük hiçbir gelişmeyi görevleri dışında telakki etmez, reformların gerçekleştirilmesini devrimci ilerlemenin birer basamağı ve sonucu olarak kavrar. Amaç ve hedefleriyle çatışmayan hiçbir biçimi reddetmez. Bilakis mümkün olan en zengin mücadele biçimlerini devrimci plan kapsamında birleştirerek bütünlüklü bir savaşım ortaya koyar. Proleter devrim kendisini sınırlamayı değil, sınıf çelişkilerinin yansıdığı her alana yayılmayı, en geniş kitleleri kucaklamayı benimser Devrim; devrimci teorinin bilimsel öngörü yeteneğiyle toplumsal sistemin baş çelişme, temel çelişme ve başlıca çelişmelerinden ibaret olan genel-egemen niteliği ve somut koşullarını tahlil edip sentezleyerek bir plan dâhilinde izah etmesi temelinde, devrimci sınıf ve halk katmanlarının proletarya partisi önderliğinde birleşerek veya bu önderlik altında devrimci cephede birleşip devrimci orduları vasıtasıyla gerici sınıf iktidarı ve devletini devrimci pratik hüneriyle yıkıp kendi iktidarlarını inşa ettiği bir sınıf hareketi ya da eylemidir. Devrim, zor rolüyle radikal değişime dayalı bir yıkma ve kurma, yani gerici olanı yıkma devrimci olanı inşa etme hareketidir. O halde devrimin asgari hedefi gerici sınıf siyasi iktidarını alaşağı etmekten daha geri bir muhtevaya çekilemez.

Devrim, yukarıdaki rol ve görevleri, geniş halk kitlelerine dayanan proletarya partisi önderliğinde icra ederek, proletarya ve emekçilerin devletini-sınıf diktatörlüğünü kurmayı hedefler. Devrim tasavvurunun komünist toplum hedefine bağlı olarak kurgulanması, devrim tarifi ve içeriğinin tam anlamına oturmasıyla küçük-burjuva devrim tasavvurlarından kopuşunu anlatarak proleter devrim niteliğine varır. Proleter devrim kesin ilkelere dayanmakla birlikte, devrimlerin sürdürülmesi perspektifiyle komünist toplumu nihai amaç olarak benimser…

Siyasi iktidarı hedeflemeyen bir yönelim burjuva reformist bir hareket olmaktan öteye gidemez Bu tanım çerçevesinde bir mütalaa edilirse; siyasi iktidarı konu edinmeyen bir hareket ve devrimci sınıfın gerici sınıf devletini yıkıp parçalamasını görev edinmeyen bir yönelim, dolayısıyla mevcut gerici sınıf düzeni içinde kalarak değişimi öngören bir hareket, ister sınıf hareketi adına hareket etsin ve isterse en gelişkininden bir dizi ekonomik, demokratik, sosyal, kültürel hakkın kaza-

nılmasına imza atmış olsun, yine de hareket burjuva reformist hareket olmaktan bir adım öteye geçmez. Proleter devrim, reformlar uğruna mücadeleyi reddetmeden kabul eder. Fakat reformizmle arasına kalın çizgiler çekmeyi ihmal etmez. Reformlar için mücadeleyi benimserken, bunları amaçlaştırmaz ve siyasi iktidar mücadelesine tabi ele alır. Hiçbir hak kazanımını ve ileriye dönük hiçbir gelişmeyi görevleri dışında telakki etmez, reformların gerçekleştirilmesini devrimci ilerlemenin birer basamağı ve sonucu olarak kavrar. Amaç ve hedefleriyle ça-


güncel analiz

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

11

tışmayan hiçbir biçimi reddetmez. Bilakis mümkün olan en zengin mücadele biçimlerini devrimci plan kapsamında birleştirerek bütünlüklü bir savaşım ortaya koyar. Proleter devrim kendisini sınırlamayı değil, sınıf çelişkilerinin yansıdığı her alana yayılmayı, en geniş kitleleri kucaklamayı benimser. Bütün bunlar ışığında toplumsal yaşamdaki sınıf çelişkilerini özenle takip eder. Gerici düzenle halk kitleleri arasındaki her soruna müdahil olarak bu sorun ve çelişkileri siyasi iktidar mücadelesine bağlar ve gerici düzene karşı her tepkiyi devrim lehine kullanarak, her mücadele mevzisini siyasi iktidar hedefine uygun olarak değerlendirir. Devrimci durum ve devrimci dalganın kabarma gösterdiği koşullarda ileri kitlelere göre belirlenen siyaset temelinde siyasi yönelimler geliştirir, halk kitlelerinin diri olan öfkesini devrimci fırsatlara vesile ederek bilinçli hareketlere dönüştürür. Bu zeminde devrimci birikim ve deneyimler sağlayarak güç top-

başkaldırıdan, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası halk kitlelerinin büyük öfkesinden ve mücadelelerinden söz etmekteyiz… Durumun devrimci çıkışlar için uygun olduğu, devrimci eylemin geliştirilerek devrimci savaşın yükseltilmesi için gerekli koşulların mevcut olduğunu söylerken bu objektif koşulları ifade etmekteyiz. Devrimci mücadele ve silahlı savaşın geliştirilmesi için objektif koşulların uygunluğu adına daha başka ne olabilir ki? Ne yazık ki, örgütlü devrimci hareket gerekli olan devrimci irade ve pratiğin sergilenmesinden uzak, koşullara önderlik yapıp devrim doğrultusunda yönetip geliştirmekten yoksundur. İşte tam da burada elzem olan ihtiyaçlar belirerek göze batmaktadır. Bunları nasıl okumalıyız? Örgütlü devrimci hareketin örgütsel ve siyasi yetersizliği olarak anlam kazanan bu realitenin kırılarak değiştirilmesi ve devrim tasavvuruna uygun ele alınması zorunludur. Devrim hedefinin

sadece güçlü bir komünist partisi değil, devrimci bir cephe, devrimci bir ordunun varlığıdır. Ne var ki, bunların bütünlüklü tesisinin ivedi de olsa hemen gerçekleşmesi beklenemez. O halde ifade ettiğimiz gibi mevcut sınırlı güçlerle bu görevlerin üstlenmesinin zorunluluğudur. Komünist partisinin yaşamsal önemiyle birlikte, bu partinin sağlam, kararlı bir kadro ve militan gücüne sahip olması önemlidir. Bir dizi kararlı devrimcinin militan pratiği müzmin devrimcilik eşiğinin aşılmasına ve sürecin ihtiyaçlarına göre bir rotanın gelişmesine yol açabilir. Dolayısıyla komünist partinin bu halkayı tutarak kararlı unsurlarıyla silahlı eyleme ağırlık vermesi günün öncelikli görevidir. Bu anlamda yoldaşların pratik görevler temelinde harekete geçmesi, devrimci eylemde öne fırlaması, militan mücadelelere gecikmeden başvurması ve kuşkusuz ki, keskin çatışmalara hazır olması elzemdir. Elbette bu görevin etkin olarak yerine

tışma pratiği içinde gelişip ilerleyeceği kesindir. Bu çatışma sahasının devrim yönelimi temelinde ele alınarak kendiliğindenci pasif eğilimden kurtarılması ve özellikle sağ tasfiyeci reformist akıma karşı keskin devrimci çizgi temelinde nitelikli hale getirilmesi şarttır. Somut görev ve tarihsel sorumluluklar karşısında bugünden omuzlanan sorumluluğun yerine getirilmesi, keskinleşen sınıf çelişkisi ve çatışması karşısında devrimci irade ve inisiyatif temelinde sürecin devrim lehine geliştirilmesi, halk kitlelerine yönelen faşist baskı ve saldırılara karşı devrimci rolün devreye sokulması, genel anlamda devrimci mücadelenin geliştirilmesi ve varlık gerekçelerimize bağlı sınıf tutumunun sergilenmesi gibi yükümlülük ve tabii devrimci reflekslerle devrimci eylem pratiğini geliştirmemiz şarttır. Özellikle günümüz şartlarında bu pratik çok daha yakıcı bir gereksinimdir. Devrimci eylem ve militan mücadele çizgimiz, devrim iddiamıza uygun köklü

layıp büyük kalkışmalara hazırlanır… Uygun olan devrimci şartlara kayıtsız kalmadan kitleleri düzenle çatıştırır, bu devrimci süreç ve pratikler içinde hem güçlerini pişirir hem de kendisini sınamış olur. Onlarca, belki yüzlerce defa sergilenen direniş, çatışma, ayaklanma pratiği zeminindeki mücadele serüveni siyasi partileri de geniş halk kitlelerini de devrime hazırlayan en gerçek okuldur. Devrimin bu seyir içinde güç olup zafer kazanmasının mümkün olacağı açıktır… Bugün devrimci durumun, belli oranda devrimci hareket ve kitlelerdeki devrimci öfkenin son derece uygun olduğu siyasi şartlardan geçmekteyiz. Sadece bir saldırıda yüzü aşkın insanın katledildiği, yüzlercesinin yaralandığı gerçek vahşi koşullardan söz etmekteyiz. Kuzey Kürdistan illerinin işgal altında yakılıp yıkılmasından, çocukları ayırmayan en ağır katliamların yapıldığından bahsetmekteyiz. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasının gerici savaş konseptiyle topyekûn bir saldırganlık altında en ağır faşist baskı şartlarından söz etmekteyiz… Dahası bu faşist saldırganlığa karşı özellikle Kuzey Kürdistan’da sergilenen kesintisiz bir

zayıflayıp silikleştiği, militan ruhun sönümlenme eğilimine hapsolduğu müzmin devrimcilik şartlarında kabuklaşmış yetersizliklerin kırılması elbette devrim iddiasının bir dizi destek ve pratikle diriltilmesiyle mümkündür.

getirilmesiyle devrim gelemez. Görevler temelinde militan çizgi pratiğinin sergilenmesinden hemen devrim bekleme hayali beslenemez. Ancak devrimci gelişmelerin önü açılabilir, devrimci militanlıktaki paslanma giderilerek uyuşuk ve müzmin devrimcilik kabuğu kırılabilir. Dahası, sağ tasfiyeci reformist akımın etkilerini kovarak ve bu zeminde gelişen pasifist eğilime karşı devrimci bir barikat yaratılabilir. Buna somut örnek gerçekleştirilen silahlı eylem ve cezalandırma eylemlerinin militanlaşma dinamiğinin gelişmesine yol açan etkisidir. Partimizin somut bazı kazanım ve ilerlemelerinin yarattığı pozitif atmosferdir… Evet, hemen bir devrim beklenemez. Devrimin anlık gelişmelerin değişkenliğine, tek tek eylemlerin devrimci etkisine, belirli görev ve sorumlulukların yerine getirilmesine ve salt militanlık tutumuna devredilemeyecek kadar geniş kapsamlı bir iktidar planı olup; geniş halk kitlelerinin büyük eylemiyle sağlayacağı altüst oluşun eseri olarak gerici devletin yıkılıp sosyalist devletin inşa edilmesinin göğüslendiği çok daha karmaşık zorlu bir süreç olduğu açıktır. Ancak devrimin karşı-devrimle ça-

bir kurumsallaşma, kurumları nitelikli hale getirme, siyasi savaş partisi gerçekliğine göre planlı bir donanıma ulaşma, devrimin silahlı güçlerini ordulaşma perspektifiyle geliştirme, geniş kitlelere dayanarak kitleleri ve devrimci dinamikleri birleştirme, siyasi iktidar mücadelesinde kullanabileceğimiz mevzi ve araçları olanaklarımız ölçüsünde değerlendirme gibi konularda bütünlüklü bir devrim projesi kapsamında anlam kazanan yönelimle geliştirilmek durumundadır. Karşı-devrim en azgın saldırılara başvurup hunharca katliamlar gerçekleştirirken, komünist devrimcilerin hangi gerekçeyle olursa olsun seyirci kalmaları düşünülemez. Nitekim yoksunluklar ve zorluklar içinde omuzlanan mücadele ve gösterilen çabalar seyirci kalmadıklarının göstergesidir. Ne ki, bu kadarı yetmez; cüretle meydan okuyup keskin çatışmalar içinde devrim ısrarını pratikleştirmeleri görev olduğu kadar, şarttır da. Devrim fedakâr mücadeleler ve kaçınılmaz olan ağır bedeller üzerinde gelişecektir. Bedel ödemeyi göze alamayanların devrim tasavvuru olamaz!

Devrimci gelişmelerin önünü açan faktör devrimci militan çizgi ve pratiktir Devrim tasavvuru teori açısından ihtiyaçlara cevap verecek düzeyde bir yeterliliktedir denebilir. Sorun bu teoriye uygun pratiğin sergilenmesinde açığa çıkmaktadır. Devrimci pratiğin ihtiyaçlara yanıt verecek düzeyde geliştirilerek hazır hale getirilmesi bir dizi emek ve uğraş sürecinin işidir esasta. Fakat somut ve acil görevlerin yerine getirilmesini, en önemlisi de devrimci çıkışlara elverişli şartların devrimci gelişme lehine değerlendirilmesini bilinmez hazırlık sürecine havale ederek işin içinden çıkamaz, sorumluluklarımızı öteleyemeyiz. O halde tüm yetersizliklere karşın devrimci pratik ve militan mücadelenin silahlı eylem zemininde vücut bulan pratik güçlerle sahnelenmesi ertelenemez görevdir. Burada stratejik anlamda gerekli olan


16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

Kitlesel katliamlarla uygulanan Toplumsal çelişkiler muazzam bir devrimci durum ortaya çıkarmış durumdadır. Bu derinleşen toplumsal çelişkilerin devrimci çözümü, hiçbir kesitte burjuva parlamentosu değildir. Stratejik olarak dünde böyle bakıyorduk, bugünde aynı stratejik zemindeyiz. Taktiksel olarak kullandığımız bu süreç, kitlelere çözüm olarak burjuva parlamentosunu göstermek değil; aksine burjuva parlamentosunun işlevsizliğini ve gerici egemenlik sisteminin bir ayağı olduğunu anlatmaktır. Biz kitlelerin parlamentoda olan tüm beklentilerini yok etmek için, parlamento seçimlerini bir araç olarak kullanıyoruz. Parlamento dâhil burjuvazinin tüm egemenlik kurumlarını teşhir etmek, kitlelerin komünal yönetimleri olan sosyalizm programını kitlelere taşımak, seçim taktiğimizin belirlenen siyasetidir ve bunca gelişmeler içinde hala güncelliğini koruyan gerçek budur Türkiye-Kuzey Kürdistan, AKP ve “yeni halife” sevdalısı Cumhurbaşkanı Erdoğan nazarında temsil edilen “TC” hâkimiyet sisteminin gerçekleştirdiği gerici özel savaş konseptiyle, kan gölüne dönüştürülmüş durumdadır. Türkiye- Kuzey Kürdistan’da, inkâr, imha, sömürü, baskı, şiddet ve katliamlar sistemi, yetkileriyle “özel”, yöntemleriyle kirli, açık ya da gizli askeri operasyonlarla, zebanilerin bile kötülük hayallerini zorlayan düzeyde katliamlar gerçekleştirmektedirler. Tam donanımlı askeri operasyonlarla, Kuzey Kürdistan’ı, tüm yerleşim alanlarıyla kuşatma altına alan faşist gericilik, Türkiye metropollerinde devrim ve demokrasi güçlerine karşı gerçekleştirdiği saldırılarla birlikte, özel bir savaş konsepti uygulamaktadır. Saldırı topyekûndur. Hem hedeflenen devrimci-ilerici dinamikler bağlamında hem de kullanılan kirli yöntemler bağ-

lamında bu böyledir. Dikkat edilirse, ulusal ve sosyal kurtuluş davaları uğruna savaşan güçleri hedef almakla sınırlı kalmamaktadır. Ulusal ve sosyal kurtuluş davasında çıkarı olan, örgütlü-örgütsüz tüm toplumsal halk katmanlarını hedef almaktadır. Kitlesel katliamlara varan yönelimleri besleyen ideolojik zemin budur. Faşist egemenlik, kullanılan kirli yöntem ve araçlar bağlamında da, topyekûn savaş stratejisine göre davranmaktadır. Sadece burjuva gerici yasalarla sağlanan mevzuat ve oluşturulan “açık” karşı devrimci bürokrat ve militarize güçlerle yürütülen bir saldırı değildir. MİT, Özel Harp Dairesi, MGK, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı gibi devletin temel kurumlarına bağlı oluşturulan “gizli” kontra örgütlenmeler eliyle, saldırılar en kirli araç ve yöntemlerle gerçekleştirilmektedir. Ya da örgütlü olarak varlığını sürdüren, gerici örgütlenmelerle sürdürülen gizli ittifaklar kullanılarak, bu gerici güçler devrim ve demokrasi güçlerine karşı kullanılmaktadır. Saldırı ve kullanılan yöntemler, gericiliğin hegemonya savaşında başvurduğu dönemsel olgular değildir. Faşist gericilik topluma karşı bir sindirme hareketi gerçekleştirerek, sosyal ve siyasal olarak kendi iktidarı açısından istediği sonuçlara ulaşmaya çalışmaktadır. Emperyalizm başta olmak üzere, tüm gerici barbarlıkların hegemonya ve iktidar olma ya da iktidarını koruma savaşı verdiği tüm alanlarda, bu yöntem stratejik bir plan olarak uygulanmaktadır. Arap yarımadası ve Ortadoğu başta olmak üzere birçok coğrafyada, kitlesel katliamlara dönüşen saldırılar, ne lokaldir ne dönemseldir ne de tesadüftür. Toplumun “yeniden” dizaynı ve devrimci-ilerici güçlerin tasfiye edilmesi için, toplumu sindirme projeleri topyekûn saldırı konseptiyle böyle uygulanıyor. Tüm askeri yönelimlerde, şiddet ve kitlesel kıyım araçları ölçüsüz ve sınırsız kullanılmaktadır. Yerleşim yerleri, dağlar, ovalar en etkili teknolojik silahlarla bombalanmakta, kontra güçlerle insan avına çıkılmaktadır. Türk egemenlik sistemi de bu savaş konseptinin bir ayağıdır. Türkiye-Kuzey Kürdistan başta olmak üzere, kendisini yaşatmak istediği tüm alanlarda ve siyasal hedeflerine ulaşmada bu yöntemleri en barbar şekilde kullanmaktadır.

Amed, Suruç ve Ankara’da patlayan bombalar, gerici savaş konseptinin sonucudur! Türk hâkim sınıfları açısından 7 Haziran seçimlerinin özel bir önemi vardı. Türki-

ye- Kuzey Kürdistan başta olmak üzere, Ortadoğu ve Arap yarımadasında siyasal hedeflerine ulaşmak için seçimlerden güçlü bir iradeyle çıkmak isteyen Türk hâkim sınıfları, bu iradeleşmeyi AKP nazarında yinelemek istiyordu. Bunun kararı 30 Ekim 2014 tarihli MGK toplantısında alınmış, AKP’ye seçimi, ezici bir “çoğunluğun” oyu ile kazandırmak siyaseti belirlenmişti. Buna göre, AKP nazarında siyasal iktidar “istikrar” olarak kurumsallaştırılacak, devletin siyasetinin daha da merkezileşmesi bağlamında, başkanlık sistemine geçilecekti. Hem Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasını kuşatma hem de bölge üzerindeki “yeni” Osmanlıcı oyunlar için belirlenen bu siyaset, Türk hâkim gericiliği için önem arz etmekteydi. Seçimlerden “başarılı” çıkmış AKP, bu misyonu oynayacaktı. “Çözüm” süreci, AKP-KDP ittifakı, ABD’yle stratejik “müttefik”lik ekseninde sürdürülen ilişkiler, gizliden DAİŞ ile sağlanan siyasal ortaklık vb. gibi başlıklar üzerinden belirlenen siyasal sürecin, merkezi olarak “iradeleşmesi”, 7 Haziran seçimlerinden yenilenerek “zaferle” çıkmış AKP ve Erdoğan’ın beklentileri ve hedefleriydi. Seçim süreciyle birlikte, Türk hâkim sınıf gericiliğinin AKP seçim çalışmaları ekseninde örgütlediği bu hedeflerdi. Bütün bunlardan dolayı, AKP/Erdoğan nazarında şekillenen faşist Türk hâkim sınıfları, karşılarında demokratik zeminde duruş sergileyen, bileşenleriyle ve siyasetiyle ilerici gelişimi temsil eden HDP, ittifak güçleri ve diğer toplumsal dinamiklere karşı, devlet ve iktidar olanakları kullanarak azgın faşist baskılar ve saldırılar geliştirdiler. Türkiye sahasında seçim çalışmalarının polis ve “sivil” faşist güçlerle engellenmesi, Kuzey Kürdistan’da ordu ve polis baskıları, gece baskınları ve sokak mitinglerinde gözaltı ve tutuklanmaların gerçekleştirilmesi, seçim süreciyle ilerici toplumsal blokun iradeleştiği HDP’ye karşı gerçekleştirilen rutin uygulamalardı. Bütün bunlarda amaç; öncelikle HDP bileşenlerini baraj altında bırakmak, ikincisi; bir sürecin ihtiyacı olarak yan yana gelen ve toplumsal mücadelede kitlelere kısa zamanda güven veren HDP ve ittifak güçlerini dağıtmaya çalışmak, üçüncüsü; taktik bir politikanın ihtiyacı olarak yan yana gelen HDP ve ittifak güçleri bu süreçte devrimci, demokratik planlarını besleyen, devrim ve demokrasi mücadelesinin önünü açan, devrimci mücadeleye, sürece uygun nitelik veren atılım ve yönelimleri engellemek, dördün-

cüsü; bütün bunların üzerinden elde edilen avantajlarla,7 Haziran seçimleriyle inisiyatifi ele geçirmiş AKP, kapsamlı bir savaş konseptiyle, Kürt ulusal mücadelesi başta olmak üzere devrimci ve komünist harekete yönelmekti. Türkiye-Kuzey Kürdistan hattındaki bu savaş konsepti, KDP ittifakı ve DAİŞ’le siyasal ortaklık ekseninde, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki hegemonya savaşıyla birleştirilecekti. Ama süreç Türk hâkim sınıflarının öngördüğü biçimde gelişmedi ve seçim süreciyle topluma istediği gibi yön vermeye çalışan AKP /Erdoğan faşizmi, toplumsal dinamikleri kontrol altına alamadı. HDP, ittifak güçleri ve toplumsal bileşenler özgülünde ortaya çıkan devrimci ilerici irade, taktiksel zeminde de olsa devrimden yana gelişmelere yön verdi. Bu kitlelerle birlikte çok önemli bir irade beyanıydı ve AKP bu iradeyi parçalamayı, seçim sonuçlarına yansıtmamayı kendisi açısından varlık


perspektif

n devlet terörü ve seçim süreci

yokluk sorunu olarak gördü. HDP’nin Amed’deki mitinginde patlatılan bomba, gericiliğin bu toplumsal iradeye karşı kirli oyunuydu. Mesajı açıktı: Devletin planlanmış sürecini zaafa uğratan her gelişme, kitlesel katliamlar ve mantığı zorlayan baskılarla dağıtılacaktır. Ya biat edeceksiniz, ya da kitlesel olarak öleceksiniz. HDP özgülünde kitleselleşmiş iradenin seçim sonuçlarını belirlemesi engellenmeliydi. Böyle bir yönelim devletin açık militarize güçleriyle yapılamazdı. Kontra zeminde, siyasal ve ideolojik ortaklığı olan DAİŞ, bu süreç için tam da harekete geçirilmesi gereken bir güçtü. Toplumun dinamik ve ilerici güçleri, kirli oyunlarla tasfiye edilecekti. Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen halkları, 7 Haziran seçim sonuçlarında ortaya koydukları irade ile AKP nazarında şekillenen faşist devletin tüm oyunlarını bozdu. HDP özgülünde Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci ve demokrasi güçlerinin kazanımları, doğru orantılı olarak,

Türk hâkim sınıflarının kaybı olarak şekillendi. Parlamento özgülünde iradesizleşen Türk egemenlik sistemi, kendi sürecini üretmede siyasal istikrar sağlayacak bir bileşen ortaya çıkaramadı. Bu AKP nazarında Türk hâkim sınıflarının planlarını bozdu. Tam da bu kesitte, devlet terörünü uygulamanın zemini olacak provokasyonları devreye koymak, sürecin “yeni” planıydı. Neden peki? Seçim sonuçlarıyla, taktiksel bir araç özgülünde başarı elde eden devrimci ve komünist güçler, bu zemini kullanarak daha ileri zeminde devrimci bir hamle yapabileceklerdi. Egemenler bu devrimci hamlenin önün almak istediler. Seçim sonuçları, devrimci ve komünist güçlerin, Kürt Ulusal Hareketi’yle olan ittifak siyasetlerine güveni arttırmış, kitleler nazarında güçlü bir sahiplenme ve heyecan yaratmıştır. Yaratılan bu birlik, Kobanê, Kuzey Kürdistan, Girê Sipî ve Türkiye’nin metropollerinde sürdürülen devrimci savaşta bir nitelik olarak kendisini hissettirmekteydi. Seçim yenilgisiyle intikamcı karakterini, daha açık ortaya koyan AKP ve Erdoğan faşizmi, kendisini iktidarda tutmak ve ömrünü biraz daha uzatmak için, Kürt Ulusal Hareketi başta olmak üzere, devrimci, komünist, ilerici demokrasi güçlerine karşı topyekûn bir saldırı planını devreye koydu. DAİŞ eliyle yapılan Suruç katliamı, faşist devletin kirli planıdır. AKP ve Erdoğan, faşist devletin tarihler boyu tüm kirli planlarının, güncel figüranlarıdır. Kürt gerillasına, komünizm davasının yılmaz savaşçılarına ve gerillalarına, toplumsal dayanışmayı geliştiren devrimci güçlere, halkların çıkarlarını savunan, yaşlı, çocuk, kadın, tüm toplumsal dinamiklere karşı geliştirilen bu kirli savaş, faşist devletin seçimlerde yaşadığı yenilgiden sonraki karşı devrimci planı olmuştur. Suruç katliamı devlet eliyle gerçekleştirilen bir katliam olduğu kadar, devletin “yeni” saldırı sürecine bu biçimiyle zemin yapılmıştır.

1 Kasım seçimleri ve devrimci yönelim! AKP /Erdoğan, “TC”nin ulvi çıkarları için 7 Haziran’da yapamadığını, 1 Kasım seçimlerinde yapmak istemektedir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 24 Temmuz’dan sonra barbarca geliştirilen devlet teröründen nemalanarak, 1 Kasım seçimlerinde lehlerine olan bir sonuç çıkarmak istemektedirler. Üniter devletin toplumu cebir ve şiddetle “tekleştirme” siyasetini güncelleyerek, coğrafyamızda estirilen devlet terörü ve geliştirilen şovenizm, AKP’nin oylarını çekmek istediği hedef

kitleyi işaret etmektedir. Devlet terörü iki yönlü sonuç yaratma maksatlıdır. Kürt Türk, Alevi Sünni, devletçi, milliyetçi çelişkisi derinleştirilerek, AKP’nin oy potansiyeli dışındaki milliyetçi, devletçi kesimler etkilenmeye çalışılmaktadır. Diğer yanıyla, HDP, ittifak güçleri ve diğer toplumsal güçler nazarında oluşan ilerici blok, saldırı ve katliamlarla, etkisizleştirilmeye çalışılmakta, hareket alanı daraltılmak istenmektedir. Devlet egemenlik sistemi, bunu başarmak için, devrimci savaş güçlerine gerçekleştirdiği askeri operasyonları, kitle hareketlerine karşı geliştirilen katliamlarla-tutuklamalarla birleştirmektedir. Devletin barbar siyasetine karşı duran tüm devrimci dinamiklerin katli vaciptir. Devletin siyasetine itiraz eden herkes, imha edilmelidir. İtirazın hangi araçla ifade edildiği önemli değildir. İtiraz edenler katledildiğinde kaç kişinin öldüğü de önemli değildir. Ankara katliamı devletin bu siyasetinin mantıki sonucudur. Aktör yine AKP’nin siyasal ortağı DAİŞ’tir. Katliam siyaseti AKP özgülünde devletin siyasetidir. Amaç devrim ve demokrasi güçlerinin iradesini parçalamak, dağıtmak ve etkisizleştirmektir. Halkların bu zeminde iradesinin 1 Kasım seçimlerine yansımasını engellemek için, bu kirli oyun oynanmaktadır. Geliştirilen devlet terörüyle, “olağanüstü” koşullar yaratılmış durumdadır… “Olağanüstü” koşullar, devlet tarafında geliştirilen “olağanüstü güvenlik önlemleri” anlamına gelmektedir. “Olağanüstü güvenlik” koşullarıyla sandıkları denetim altına almak, özellikle devrimci ilerici potansiyelin olduğu bölgelerde seçime katılımı düşürmek, sandık başlarında hile ve entrikalar yapmak, bu seçimde daha sistemli kullanılan bir yöntem olacaktır. Çok büyük bir hile ve kapsamlı bir oyun olmazsa, HDP, ittifak güçleri ve diğer toplumsal dinamiklerin baraj sorunu yoktur. Ama AKP’nin böyle bir amacı vardır. AKP’nin bu amacında başarılı olması, bunca çirkefliğe rağmen olası değildir. Ama şu bir gerçek ki; “olağanüstü” koşullarla 1 Kasım seçimleri, faşist kuşatma ve baskılar altında geçecektir. Seçim propaganda çalışmalarından, seçim anına kadar, devlet terörü kapsam alanı genişletilerek uygulanacaktır. Yine işleyen süreçten kaynaklı, kitlelerin seçime bakış açısı 7 Haziran seçimleri gibi değildir. 7 Haziran seçimlerine göre kitlelerin güveni daha da zayıflamıştır. Bütün bu yaşananlar ve yaşanacaklar dikkate alındığında, bu seçimlerde mevcut durumda taktiksel olarak faydalanma siyasetimiz

hala geçerliliğini korumaktadır. Bu 1 Kasım’a kadar değişmeyecek anlamına gelmemelidir tabii ki. Belirlenen bir taktik, gelişmenin herhangi bir aşamasında, koşulların farklılaşmasına paralel olarak değişebilir. Bu tamamıyla anlık gelişmelere taktik bir siyasetle cevap olma meselesidir. Ama güncel olarak seçim taktiğimiz konusunda mevcut taktiksel bir değişim söz konusu değildir. Toplumsal çelişkiler muazzam bir devrimci durum ortaya çıkarmış durumdadır. Bu derinleşen toplumsal çelişkilerin devrimci çözümü, hiçbir kesitte burjuva parlamentosu değildir. Stratejik olarak dünde böyle bakıyorduk, bugünde aynı stratejik zemindeyiz. Taktiksel olarak kullandığımız bu süreç, kitlelere çözüm olarak burjuva parlamentosunu göstermek değil, aksine burjuva parlamentosunun işlevsizliğini ve gerici egemenlik sisteminin bir ayağı olduğunu anlatmaktır. Biz kitlelerin parlamentoda olan tüm beklentilerini yok etmek için, parlamento seçimlerini bir araç olarak kullanıyoruz. Parlamento dâhil burjuvazinin tüm egemenlik kurumlarını teşhir etmek, kitlelerin komünal yönetimleri olan sosyalizmin programını kitlelere taşımak, seçim taktiğimizin belirlenen siyasetidir ve bunca gelişmeler içinde hala günceldir. Karşı devrimin topyekûn saldırı konseptini daraltmak, parlamento ahırı üzerinden “güçlü” bir irade olarak merkezileşmesini engellemek, AKP özgülünde bu iradeyi geriletmek, siyasetimizin bir diğer taktik ayağıdır. Bu anlamıyla HDP ile ittifak siyasetimiz, süreçteki ana yönelimimizdir. Taktik bir siyaset uğruna bu süreci zaafa uğratan kesim olmayacağız. Ki bugün doğru bir taktikle, bu güçlerle yan yanayız. Okun ana hedefi AKP gericiliği iken, CHP ve MHP başta olmak üzere, gerici burjuva partilerinin temsil ettiği tüm gericilik hedeflerimiz arasındadır. Ülke genelinde AKP’yi geriletme siyaseti, bazı seçim bölgelerinde etkin olan başka burjuva partisinin geriletmesi siyasetine evirilebilir. Bu siyasetimizin devrimle karşı devrimin somut konumlanışına göre belirlenen, taktiksel esnekliğiyle alakalı bir durumdur. Örneğin ülke genelinde AKP’yi geriletmek birincil iken, Dersim özgülünde CHP’yi geriletmek esas durumdadır. Bu gibi taktiksel manevralarla siyasetimizi uygulamak ve 1 Kasım seçimlerinde, devrimci ilerici güçlerin iradesini, parlamentoyu burjuvazi için tescilli ahıra dönüştürmek, güncel siyasetimizdir.


14 Barış siyaseti üzerine güncel analiz

Bütün gelişmeler ve gerçek silahlı mücadele ve devrimci savaşı şart koşarken, stratejik bir yönelim ya da temel bir taktik olarak barış siyasetini benimsemek ya da barış sloganını esas almak düşünülemez. Tersi durum kuşkusuz ki devrimci siyasette kırılma, sağ tasfiyeciliğe yelken açmaktır. Kısacası proleter devrimci hareketin barış konusundaki görüş ve anlayışı son derece net ve açıktır. Bu anlayışın sağa-sola çekilmesi mümkün değildir. Tamamen somut güncel ve özgüldeki duruma bağlı olarak ve tamamen anın keskin çelişkisi bağlamında ana dair geçici taktik bir söylem olarak, inadına barış demek, yani barış sloganını dillendirmek asla barış konusundaki stratejik fikrimizi zayıflatmaz. Daha da önemli olan, bu barış sloganının altını bir barış istemi ve beklentisiyle doldurmadığımız, barışı böyle ele alanlardan tamamen farklı bir kulvarda olduğumuz her bakımdan açıktır “Biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız.” Lenin Ankara Barış Mitingi’nde gerçekleştirilen hunharca katliam ve sonrasında bu zeminde dile getirilen barış söylemleri konuyla ilgili tartışmayı ihtiyaç haline getirmiştir. Barış talebi veya söylemi katliam öncesinde dile getirilişi itibarıyla da tartışılmaya muhtaçtır. Sosyalistlerin proleter devrimci sınıf tavrına uygun olarak, yöneten ile yönetilen, ezen ile ezileni, sömüren ile sömürüleni ve bu nitelikteki ikilem zemininde vücut bulan bütün karşıt formasyonları veya sınıfsal kategoriye dâhil bütün uzlaşmaz karşıtlıklar için bir barış tasavvuru yoktur, olamaz da. Düşman sınıflar arasında barışın savunulması felsefi açıdan ikinin bir edilmesi, ideolojik açıdan reformizm/revizyonizm, siyasi açıdan ise sınıf işbirlikçiliği anlamına gelir. Bilimsel sosyalizm teorisi, bu teorinin felsefi temeli, ideolojik ve siyasi zemindeki temel ilkeleri, bu ilkelerin tayin ettiği sosyal pratik ve davranış çizgisi, ezen-ezilen çelişkisinden başlayıp proletarya-burjuvazi

çelişkisine kadar bütün sınıf orijinli çelişkileri, yani uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını çözme yöntemi devrimci zordur. Bu düşman sınıf veya uzlaşmaz karşıtlıklar arasındaki çelişkileri barış metoduyla çözmek gerçekliğe uymadığı gibi, gerici sınıflar egemenliği veya sisteminde ezen ile ezilen arasındaki çelişkileri barış yoluyla çözmenin objektif olarak ezen sınıflar lehine ezilenlerin köleliğini sürdürme olacağı açıktır. Somut olarak; ülke devrimci sınıf hareketinin gerici sınıf veya mevcut AKP iktidarıyla barışması, AKP iktidarının kutsanması ve devrimci sınıf hareketinin varlık gerekçelerini tüketip kendisini yadsıyarak bu iktidarın stepnesi haline gelmesi demek olacaktır. Ezen egemen ulus burjuvazisi ile ezilen ulus arasındaki çelişki temelinde Kürt ulusal hareketiyle AKP iktidarının barışması Kürt ulusal hareketinin kendisini yadsıması, Türk hâkim sınıfları iktidarı altında köle bir ulus olarak yaşamayı ve elbette ezen egemen ulus burjuvazisinin milli baskı, zulüm ve kıyımını onaylamaz demek olacaktır… Bu temel yaklaşım ve anlayışımıza karşın, barışın nasıl veya hangi anlayışla ele alındığı son derece önemli bir ayrım çizgisidir. Stratejik bir siyaset veya olağan bir

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

siyaset olarak barışı benimseyip gerçek anlamda barış yapmak-sağlamak için benimsenen barış sloganı hiç kuşkusuz ki temelden çürük olup burjuvadır. İkinci biçim olarak barışın taktik bir manevra unsuru olarak kullanılması devrime ve devrimci güçlerin gelişmesine hizmet ettiği ya da şartlarının olgunlaştığı istisnai durumlarda devreye sokulması, yani gerçekte bir barış hedefi ve istemi olmayan salt taktiksel amaçla kullanılması biçimidir. Bizlerle ulusal hareket veya aynı zeminde gündeme gelen diğer barış söylemleri arasındaki temel fark tam da bu noktalardadır.

Gerçek barışın yegâne yolu sınıf devrimleridir Proleter devrimcilerin barış anlayışı veya kavrayışı günümüzde aktüel olarak HDP tarafından veya benzer zeminde başka kesimlerce de kullanılan içerikten tamamen farklıdır. Farklılıktan da ziyade hiçbir benzerlik ve alaka taşımayan düzeyde tezattır. Proleter devrimcilerin barış savunusu kalıcı, sürekli, genel ve nihai bir barıştır ki, bu barışın sınıf devrimlerinin zaferiyle sağlanacak olan koşullarda mümkün olabileceği açıktır. Hatta bu koşullar bile genel ve sürekli barış için henüz yeterli değildir. Sınıf mücadeleleri

bitmeden yani komünist topluma varmadan sürekli bir barıştan söz edilemez. Ne var ki, komünizm öncesi sosyalizm koşullarında-sosyalizmin zaferiyle de kalıcı bir barışın yaşama şansı vardır. Ancak sosyalizm aşamasının iki sınıf anlamında hala kimin galip geleceğinin karara bağlanmadığı bir süreç olmasından dolayı, sürekli ve genel bir barışın esas zemini Komünizmdir denebilir. Komünistler asla iki düşman sınıfın barış içinde bir arada yaşamalarını öngören sınıf işbirlikçisi anlayışı olamaz. Bu sınıfların barışını savunmak gerici sınıflar düzeni ve sistemlerinin yaşamasını savunarak onu kutsamak anlamına gelir. Dahası söz konusu düşman sınıfların barışını savunmak devrimci sınıf mücadelelerini yadsımak, proletarya ve devrimci halk kitlelerinin gerici iktidarlar altındaki köleliğini benimsemek, bunların kurtuluşlarını yok etmek, demokrasi, özgürlük, sosyalizm ve komünizm hedeflerini rafa kaldırmak demektir… Barışın burjuvazi tarafından genel olarak haklı savaşları sabote etme, terör yaftasıyla geniş kamuoyunda teşhir ederek tecrit etme veya sıkıştığı anda nefes almak için kullanıldığı sinsi bir taktik olduğu bilinmektedir. Burjuva ideolojik


güncel analiz

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

akımların da barışı benzer zeminde kullandığı, yani geniş halk kitlelerinin barış duygularına hitap eden bir demagojik araç olarak kullandıkları, halk kitlelerini aldatmak ve oyalamak için kullandıkları, son tahlilde bu barışın bir sınıf uzlaşması içeriğine sahip olduğu açıktır. Komünistlerin bu barış savunuları karşısında boyun eğmeyeceği ve kitlelere gerçeği anlatmaları gerektiği açıktır. Komünistlerin sınıf uzlaşması-işbirliği manasına gelen iki düşman sınıfın barışını benimsemesi varlık gerekçelerine aykırıdır. Gerici sınıf iktidarları altında veya gerici düzenler altında devam eden sınıf mücadeleleri aşamasında egemen sınıflarla bir barıştan söz etmek gerçekçi olmadığı gibi, devrimci savaşları/mücadeleleri gerici sınıf iktidarları lehine bitirmek demektir. Oysa Komünistler gerici sınıflara karşı yürütülen haklı savaş ve devrimci mücadeleleri bir zorunluluk olarak kavrar, bunları burjuva düzen ve sınıflar lehine bir barışla sonlandırmazlar. Tam tersine dünyaya barışın gelmesi için dünya gericiliğinin devrimci savaşlarla ortadan kaldırılmasını öngörür ve uygularlar. Bu savaşlar verilmeden bir barışa varmanınsürekli ve genel bir barışın egemen kılınmasının mümkün olmayacağını bilirler…

Taktik bir siyaset olarak barış savunulabilinir Komünistlerin barış konusunda değişmeyen stratejik zemini budur. Bu ilkesel yaklaşım değişmemekle birlikte taktik amaçlı siyasette barış söylemi kullanılabilir. Komünistlerin barış konusundaki sağlam stratejik fikirlerine karşın, taktik meselede ve özgün koşullarda barışın bir silah olarak kullanılmasını da reddetmezler. Lenin’in tek tek anlaşmaları benimsediği ve anlaşmalar siyasetine karşı çıktığı bilinmektedir. Bu tek tek anlaşmaların bir nevi geçici barışlar olduğu söylenebilir. Mao Japon işgali döneminde Çan kay şek hükümetiyle saldırmazlık anlaşması yaparak belli tavizler pahasına da bir barış süreci gerçekleştirdiği bilinmektedir. Mao 1944 ve 1948 olmak üzere iki kere Goumintang ve Çan kay şek hükümetiyle barış görüşmeleri yürüttü, görüşmelerde anlaşmaya varılamadığı için görüşmeler kesilerek iç savaş devam etti ve süreç Çin devrimiyle tamamlandı… Kısacası bu taktik barış süreçlerinin olabileceği dünya devrim deneyimleriyle de sabittir. Dolayısıyla bizlerin gerici sınıflarla barış sağlama gibi bir stratejimiz olamaz, ancak belli koşullarda taktik bir barıştan söz etmek yanlış değildir. Ya da ÇKP’nin 1948-49 döneminde uyguladığı gibi, devrimin zaferi gündeme geldiğinde gerici egemen sınıflara teslim olma çağrıları yaparak bir şartlı barış siyaseti uygulayabiliriz. Veya ÇKP’nin 1944-45 arasında yaptığı gibi, devrimin gelişip bir güç dengesine geldiğinde konjonktürel gelişmelere bağlı olarak bir koalisyon hükümeti oluşturma temelinde geçici bir barış taktiği-siyaseti uygulanabilir. Ki, kullanılan bu barış taktiği, düşman sınıfların veya ezen ile ezilenin barışını gerçekte savunma anlamına gelmeyip, bu hedefi taşımaz. Bilakis ortaya çıkan özgün

durumda barışı taktik bir araç olarak devreye sokup devrimci savaşın veya devrimin avantaj elde etmesi, üstünlük kazanması veya gerici basınç karşısında nefes alıp burjuva siyaseti boşa çıkarmak maksadıyla ele alınır. Yine devrimin gelişmesi karşısında gerici sınıfların devrimi uluslar arası alanda terör yaftasıyla teşhir tecrit etmek için geliştireceği sahte barış çağrıları karşısında, taktiksel bir hamleyle barış görüşmelerinden yana tavır takınılarak burjuvazinin iki yüzsüzlüğü boşa çıkarılarak, devrim aleyhine kamuoyunu etkilemeleri de önlenebilir. Evet, barışa varız, şartımız iktidarı vermenizdir diyebiliriz gerici iktidara. Verdiğinde sorun yok, yani savaşmaya gerek yok ama iktidarı vermediğinde savaşarak almaktan başka şansımız yoktur ve savaş vasıtasıyla iktidarı alma yoluna koyuluruz.

Kürt Ulusal Hareketi’nin genel barış siyaseti özünde burjuvadır Ulusal hareketler açısından durum her bakımdan çok daha farklıdır. Hem ulusal hareket olma niteliğine uygun çizgilerindeki burjuva zayıflıklar ve hem de yine bu çizgi ve niteliklerine bağlı olarak barış anlayışları Komünistlerden çok daha farklı özellikler gösterir. Tutarlı bir devrimci çizgi veya komünist yaklaşım bekleyemeyeceğimize göre, ulusal hareketlerin hedef ve taleplerine bağlı olarak barış sloganını son derece yanlış anlayışla kullanmaları mümkündür. Genel olarak Kürt ulusal hareketinin barış siyasetinin burjuva anlayış olduğunu söylemek mümkün. Bu konudaki anlayışları barış-çözüm sürecinde açıkça dışa vurmaktaydı-vurmaktadır. Ne var ki, ulusal hareketin stratejik yönelimine bağlı olarak gündeme getirdiği barış anlayışı sakat olmasına karşın, barışı taktiksel bir yaklaşımla dile getirmeleri durumunda bu yanlış olmayacaktı. Öte taraftan bugün PKK’nin eylemsizlik kararı alması taktik yaklaşım anlamında doğrudur. AKP iktidarının HDP sıkıştırarak ve geniş kitleleri de manipüle ederek PKK üzerinden HDP düşmanlığı geliştirip seçimlerde zafer elde etme politikasına karşı eylemsizlik kararı almaları isabetlidir. Ki bu kararın geçici olduğu da açıktır. Şimdilik geçici olan bu eylemsizliğin genel seçimden sonra neye evirileceği ise esasta seçim sonuçları ve bu sonuçların ortaya koyacağı tabloya bağlıdır. Bu anlamda eylemsizlik kararı genelleşe de bilir, kesilerek tekrar keskin savaşa da dönüşebilir. Ama HDP’nin elini rahatlatıp seçimlerde aleyhine kullanılmaması için geçici ateş kes veya eylemsizliğin ilan edilmesi doğru bir taktiktir. Bizler açısından barış sloganı ya da söyleminin kullanılması tamamen taktik bir mesele olup özgün-istisnai durumlarda geçerlidir. Öyleyse barış taktiğinin kullanılması veya kullanılmaması esasta somut şartlar tarafından belirlenir diyebiliriz. Daha doğrusu barış sloganı istisnai koşullarda gündeme gelebilir. Somut şartlardan ve istisnai durumlardan bağımsız olarak bizlerin şu veya bu gerekçeyle barış sloganını taktik olarak

kullanmayı reddetme veya mutlaka kullanma ve/veya kullanmayı bir çizgi haline getirme gibi bir keyfiyetimiz olamaz. Mücadele biçimleri, temel taktikler ve diğer taktikler şatlara endeksli ihtiyaçlar temelinde biçimlenir, geçerlilik kazanırlar. Bunlar üzerinde iradeci olarak tayin edici unsur olmamız somut şartları öteleyen bir yaklaşım olur. Barış gibi taktik bir söylem somut şartlardan da öteye bu şartların istisnai özgünlüklerine bağlı olarak kullanılabilir. Büyük kitlesel katliamların yaşamın parçası haline geldiği coğrafyamız şartlarında gerçek anlamda bir barıştan söz etmenin koşulu ve anlamı esasta kalmamıştır. Gerici sınıflar ve faşist iktidarlarıyla gerçek bir barış asla mümkün değildir, olmamıştır da. Kurban ile katili, ezen ile ezileni, iki düşman sınıfı barıştırmak gerici egemen sınıflar lehine bir uğraşken, bu iki kutup arasında bir barış doğanın tabiatına ters olup mümkün değildir. Bunda kuşkuya yer yoktur. Ne ki, gerici-faşist hâkim sınıf iktidarının bugün sarıldığı şey savaş, saldırdığı şey ise barıştır. Yani bilumum gericiliğin özükarakterinde olduğu gibi, mevcuttaki gericilik AKP/Erdoğan güruhu da bugün barışla savaşmaktadır bir anlamda. Ezilen mazlum Kürt ulusu barış isterken, Erdoğan/AKP faşizmi savaş istemektedir. Yani aktüel olarak barışa karşı savaşan bir gericilikle karşı karşıyayız. Bu durumda, gerici sınıflarla ve düşman sınıflar arasında bir barış tasavvurunun burjuva çürük bir görüş olduğuna dönük stratejik-ilkesel anlayışımızı zerrece esnetmeden, siyaseten ve hatta sadece taktik geçici bir söylem derekesinde olmak kaydıyla ve kitlelerin sokak eylemlerine çekilmesi ile silahlı savaşın esas alınarak yürütülmesine koşut olmak kaydıyla, bugün faşist iktidarın savaş saldırganlığına karşıt taktik bir siyaset, iktidarı sıkıştıran bir manevra taktiği olarak barışın dillendirilmesine karşı çıkamayız, çıkmamalıyız. Çünkü, mevcut durumda barış istemi-sloganı demokratik muhalefet ve mücadele cephesine hizmet edip lehte bir taktik slogan iken, aynı slogan AKP iktidarı aleyhine işlev görüp bunlar şahsında hâkim sınıfları sıkıştırmaktadır. Yani, barış sloganı bugünün özgülünde demokratik mücadeleye güç ve hizmet vermekte, AKP/Erdoğan güruhunun aleyhine işlev görüp zayıflatmaktadır. Ancak eğer geçici bir taktik de olsa barış sloganı kitlelerin devrimci öfke ve tepkisini pasifize ediyor, silahlı eylem ve savaşı baltalıyorsa elbette barış sloganı taktiği isabetli olamaz, kullanılmamalıdır. Fakat silahlı eylem ve mücadele temposu etkilenmeden barış sloganıyla koşut ya da kendi kulvarında sürdürülüyorsa ve kitleler barış sloganına rağmen sokaklara çıkıyor militan direniş ve tepkiler ortaya koyuyor ise, kısacası bu ikisi bir arada yürütülebiliyorsa, o halde barış sloganının taktik olarak kullanılmasında esasta bir sakınca yoktur. Ki, ikisinin alanı farklı olduğu için ikisinin birbirine paralel olarak yürütülmesinin koşulları esasta vardır demek yanlış olmaz.

15

Bütün gelişmeler ve gerçek silahlı mücadele ve devrimci savaşı şart koşarken, stratejik bir yönelim ya da temel bir taktik olarak barış siyasetini benimsemek ya da barış sloganını esas almak düşünülemez. Tersi durum kuşkusuz ki devrimci siyasette kırılma, sağ tasfiyeciliğe yelken açmaktır. Kısacası proleter devrimci hareketin barış konusundaki görüş ve anlayışı son derece net ve açıktır. Bu anlayışın sağa-sola çekilmesi mümkün değildir. Tamamen somut güncel ve özgüldeki duruma bağlı olarak ve tamamen anın keskin çelişkisi bağlamında ana dair geçici taktik bir söylem olarak, inadına barış demek, yani barış sloganını dillendirmek asla barış konusundaki stratejik fikrimizi zayıflatmaz. Daha da önemli olan, bu barış sloganının altını bir barış istemi ve beklentisiyle doldurmadığımız, barışı böyle ele alanlardan tamamen farklı bir kulvarda olduğumuz her bakımdan açıktır. Böyle bir barışın hayal olmaktan öteye, sınıf tutumu ve devrimci politika açısından özürlü olup son tahlilde sınıf işbirlikçisi bir siyaset olduğu bizler açısından nettir. Ancak önemli bir kitlenin, Kürt Ulusal Hareketi’nin, bu anlamda Kürt ulusunun sitemi ve sloganı haline gelen, faşist hâkim sınıfların da barış istemine karşı savaşta ısrar etmeleri ve çıkarlarının savaştan yana olduğu bugünkü özgün durumda, ciddi bir taktik siyaset ya da barış taktiği siyaseti gütmeden salt ana özgü olarak barış sloganını kullanmak yanlış olmayacaktır.

Burjuva gericiliği yenecek olan Sosyalist Halk Savaşı’dır Nasıl ki, silahlı eylem ve savaşın geliştirilmesi gereken esas görev olmasına karşın, seçimlere girip diğer demokratik mücadele biçimlerini kullanmaktan imtina etmiyoruz, öyle de bir taraftan savaşırken savaşı destekleme şartıyla barış sloganının yukarıdaki mahiyette kullanmasını ret edemeyiz. Katliamın barış mitingine dönük yapılması da gericiliğin barıştan korktuğu, rahatsız olduğu, barış düşmanı olduğunu gösteriyor. Barışa bu kadar tahammülsüz olan gericiliğin karşısında barış sloganını çıkarmamız bu süreç için anlaşılırdır. Ama elbette bu gericiliğin karşısına çıkarılması gereken ve çıkarmamız gereken devrimci eylem ve silahlı savaştır. Gericiliği yenecek olan barış sloganı değil, silahlı savaştır; Sosyalist Halk Savaşı’dır. Kısacası mevcut katliama karşı gelişen kitlesel öfkeyi geliştirip devrimci zemine çekmek doğru olandır. Ancak bunun için kitlesel olarak gelişen öfkeyle birleşmemiz, öfkeyle sokağa çıkan kitlelerle birlikte çatışmamız şarttır. Ulusal demokratik, devrimci ve sosyalist güçlerin geliştireceği eylemlerde birlikte hareket ederek tam bir dayanışma sergilememiz gerekirken, bağımsız eylemimizle de sokaklara taşmalı, sokakları çatışma alanlarına çevirmeliyiz. “Bizim savaşımız, kutsal ve haklı, ilerici ve amacı barış olan bir savaştır. Amaç, yalnız bir ülkede değil, bütün dünyada barış, geçici değil sürekli barıştır.” Mao


16

kadın haber

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

Devlet dersinde katledilenler Artık sırtımızdaki yük iki katına çıkmış bulunmaktadır. Bulunduğumuz her alanda devletin ırkçı, faşist, tekçi ve katliamcı yönünü teşhir etmek elzem bir görevdir. Demokratik Kadın Hareketi olarak tüm üye ve taraftarlarımızı bu tarihi görevi omuzlamaya ve bulunduğumuz her alanda iktidar karşıtı mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz! Tarihinden aldığı katliamcı geleneği kusursuzca devam ettiren AKP iktidarı, bugün ezilen halklara, milliyetlere ve inançlara yönelik saldırılarını bir üst boyuta taşımıştır. KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin düzenlemiş olduğu ve birçok devrimci, demokratik, yurtsever kurumun çağrısıyla düzenlenen “Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi”ne iki ayrı bombalı saldırı düzenlenmiş ve 104 insanımız katledilmiştir. Tarihimizin en ağır toplu katliamlarından biri olan Ankara katliamı beraberinde birçok tartışmayı da başlatmış bulunmaktadır. Fakat biz bu tartışmalara girmeden tekçi faşist Türk devletinin katliam karşısındaki konumlanışını belirlemek amacıyla olay günü devletin

kolluk kuvvetlerinin ve bir bütün olarak kurumlarının neler yaptığına göz atacağız. Ankara’da gerçekleştirilen “Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi” öncesinde Ankara Tren Garı kavşağında toplanan kitlenin içerisinde ardı ardına patlayan iki ayrı bomba 104 kişinin ölümüne yüzlerce insanımızın da yaralanmasına sebep oldu. Bu ağır katliamın peşi sıra meydana gelen olaylar Türk devletinin gerçek yüzünü ise tüm açıklığı ile gözler önüne seriyor. Peki, neydi yaşananlar hemen kısaca göz atalım: Patlamanın hemen sonrası çevrede birçok hastanenin bulunmasına rağmen ambulans alana geç gelmiş ve olay yerine intikal eden ilk ekip çevik kuvvet ve TOMA olmuştur. Yerde yatan yüzlerce yaralıya ve parçalanmış cesetlere rağmen polis, yaralılara yardım etmek yerine alanı gaza boğarak kurtulma ihtimali olan birçok yaralının ölmesine sebebiyet vermiştir. Sosyal medyaya ve basına yansıyan görüntüler olayı açığa çıkartmış ve polisin hangi tarafta yer aldığını açıkça ortaya çıkartmıştır. Alana girmeye çalışan ambulanslar uzunca bir süre engellenmiş ve mitinge gelen kalabalık olayın şokunu atlatamadan yaralı ve ölülerini kendileri taşımışlardır. Sağlık Bakanı güvenilir birçok kaynağın

kan ihtiyacı talebini ana akım medyada yalanlamış ve dolayısıyla yaralı birçok insanımızın sıkıntı yaşamasına sebep olmuştur. Katliamın hemen ardından ekran karşısına çıkan bakanlardan Selami Altınok, herhangi bir güvenlik zafiyetinin olmadığını belirterek istifa etmeyeceğini belirtmiş ve katliam karşısında durduğu yeri net olarak özetlemiştir. Tüm bunların yanı sıra bombanın patlatıldığı yerin lokasyonuna bakmak katliama göz yumanları açık olarak göstermeye yeterlidir. Tren Garı’na çok yakın noktada bulunan Milli İstihbarat Dairesi ve diğer devlet kurumları, birçok siyasi partinin özelliklede AKP’nin önemli siyasi toplantılarını yaptığı ‘Ankara Arena’ gibi kritik merkezlerin bulunduğu bir yerde devletin ve istihbaratın haberi olmadan böylesi büyük bir katliamı imza atmak imkânsızdır. Devletin göstermelik 3 günlük yas ilanı ise tamamıyla uluslararası arenada göz boyamaktan ibarettir. Suriye iç savaşı başladığından beri IŞİD ve diğer İslamcı çeteleri besleyen, lojistik destek sağlayan ve sınırlarını çeşitli ülkelerden gelen cihatçılara açan Türk devleti yeri geldiğinde verdiği desteğin karşılığını kirli işlerini yaptırarak karşılamıştır. Devletin yüz yıllık tarihi ve önceli olan Osmanlı pratiği gösterdi ve göstermeye devam

edecek. Amed ve Suruç katliamlarında devletin sadece failleri belirlememesi, olayın arkasında bulunan ilişkileri açığa çıkartmaması, bomba malzemelerinin nasıl elde edildiği ve taşındığına kadar bir dizi önemli soruyu es geçen devlet yetkilileri katliamda birebir yer alarak bölge halklarına net mesaj vermeyi ihmal etmemiştir. Yollanan bu mesaj Kürt halkınadır. Yollanan bu mesaj Alevilere, Nusayrilere, Ermenilere, Rumlara ve Anadolu’nun kadim halklarınadır. Yollanan bu mesaj sosyalistlere, devrimcilere ve demokratlaradır. Yollanan bu mesaj göğün yarısını omuzlarında taşıyan ve sistematik katliamlara maruz kalan kadın ve LGBTİ’leredir. Yollan bu mesaj 7 Haziran seçimlerinde AKP diktasını yenilgiyi tattıran halkların iradesinedir. Yollanan bu mesaj düşünen, sorgulayan, karşı duran insanlığadır. Artık sırtımızdaki yük iki katına çıkmış bulunmaktadır. Bulunduğumuz her alanda devletin ırkçı, faşist, tekçi ve katliamcı yönünü teşhir etmek elzem bir görevdir. Demokratik Kadın Hareketi olarak tüm üye ve taraftarlarımızı bu tarihi görevi omuzlamaya ve bulunduğumuz her alanda iktidar karşıtı mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz!


16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

kadın haber

17

Çürümüş mafya devleti

Bu zorunluluktan hareketle; nihai barış hayalinin; ancak sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünyayla mümkün olabileceğini haykırmaktan geri durmamalıyız. Bunun için; sınıfsız-sömürüsüz bir dünya yolunda halk savaşına destek vermek, hepimizin amacı ve birincil sorumluluğu olmalıdır! Rima GÜNEŞ İleri demokrasi seviyesinde, mafyalaşmakta ustalaşmış lider ülkelerin tahtını sallamayı başardık nihayet. Gelecekte ansiklopedilerde mafya devletine örnek olarak; T.C devletini gösterecek tarih. Ne mutlu devletlimize, katliam ve kırımlarla rekorlar kitabının üst sıralarını zorluyordu hep ama zirveye isim yazdırabilmek de her devletin harcı değil sonuçta. Mafyanın hükümetle flörtünün bu kadar yüzsüzce, açıktan yaşandığı bir ülke olmak; takdire şayan doğrusu! Yüzde elli teranesini dilden düşürmeden, sürekli gücünü halk desteğinden aldığını iddia eden bir RTE AKP’sinden; mafyanın desteğiyle gururlanılan günlere geliş. Yani; çöküş ve bitişin net ifadesi: hükümet olarak çöküşün, hukuk ve insanlık olarak bitişin! Bu ülkenin vicdanlı insanları, devrimcileri yıllardır uyarıyorlar. Tarihin geride kalmış sayfalarını çevirmeden, sadece bugün Kürdistan’da, yanı başımızda an be an yaşanan zulüm, zorbalık ve katliam düzeninin, eninde sonunda gelip her kesimden, her düşünceden, her insanı bula-

bileceğini, dillerinin döndüğünce halklarımıza anlatmaya çalışıyor muhalif basın. Sustukça, sıranın mutlaka susanlara da geleceğini sloganlarla haykırdı yıllarca, bu ülkenin namuslu insanları. Ankara katliamı, T.C devletinin en büyük katliamlarından biri olabilir ama masum insanların hedef alındığı ne ilk kitlesel katliamdır ne de son olacağa benziyor maalesef. İktidar hırsıyla gözü dönmüş RTE ve müritlerinden kurulu hükümetin yönetiminde katliam, bir devlet geleneği haline gelmiştir. Bugüne kadar kendi iktidarları dönemlerinde vuku bulan katliamların, cinayet ve kırımların hiç bir şekilde hesabını vermeyen, hesap vermeyi bırakın aydınlatılıp sorumluların-faillerin ortaya çıkarılmasını dahi sağlayamayan bir hükümetten, devlet yönetmesini beklemek safdillikten öte; kötü niyetin bir emaresidir artık. Biz, AKP ve onun uzantısı herhangi bir partinin iktidarında; kendilerine oy vermeyen, iktidarlarının pekişmesine hizmet etmeyen, muhalif insanlara yönelik hiçbir katliam veya cinayetin aydınlatılmasını beklemiyoruz. Çünkü AKP’nin iktidarını devraldığı T.C devletinin katliamcı yüzünü yeterince tanıyoruz. Zaten onlar da katilliklerini açıkça ifade etmekten geri durmuyorlar. Bir bakanın “Ankara’daki bombalı eylemde güvenlik zafiyeti yoktur” sözleri, katliamın kendi bilgileri dahilinde gerçekleştiğinin itirafından başka nedir ki? Hukuk sözcüğünün kitaplarda geçen bir kelime olmaktan öte bir anlamının kalmadığı AKP Türkiye’sinde; “makul şüphe” saçmalığı ile binlerce insan gözaltına alınıp yıllarca cezaevlerinde tutulurken, başbakanın Ankara katliamına ilişkin

“canlı bomba listesi var elimizde, isimlerini biliyoruz ama eylem yapmadan tutuklayamıyoruz” şeklindeki akıllara zarar açıklaması, katliamlara onay vermekten, dahası katliama ortak olmaktan başka bir anlam taşır mı? “Ortadoğu’da yaprak kımıldasa haberimiz olur” diyen emanetçi başbakanın, ülkenin en korunaklı ili Ankara’nın göbeğinde patlayan-patlayacak bombalardan habersiz olmasını bekleyebilir miyiz? Beslemeleri çete ve terör gruplarının kendilerini kıramayacağını açıkça ifade etmiş bir başbakana sorulmaz mı; “Kendi ülkende, kendi halkının bombalanmasına karşı hiç bir itirazın olmadı mı?” diye. Demezler mi: ey RTE, ey AKP, barış dolu bir ülkede yan yana, kardeşçe yaşamak talebiyle bir araya gelen o güzel insanların kanı sadece ellerinizde değil artık! Kana doymuyorsunuz! Boğazınıza kadar kana battınız! İktidarınızın devamı için kandan medet umuyorsunuz ama boşuna. Bu ülkenin halkları, siz kana bulanmış milyonlarınızı sefa içinde yiyin diye size oy vermeyecek artık. Çünkü halklarımız çok iyi biliyor ki; AKP’ye oy vermek, onu desteklemek; ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, zulmü ve en nihayetinde insanlarımızın hayatına kasteden bir tutumu, katliamları desteklemek demektir. Çok iyi biliyoruz ki; bu kan emici iktidar delisi RTE ve müritleri güruh, yönetimi elinde bulundurdukça, devlet eli ve ortaklığıyla halklarımız öldü-

rülmeye, katliamlarla yok edilmeye devam edecek! Bu bilinçle; önümüzdeki seçimlerde güncel-taktiksel olarak en doğru tutum; bu faşist-katil iktidardan kurtulmak için kesinlikle sandığa gidip, oyumuzu bu kan düzeninin tek alternatif partisi HDP’ye vermek olacaktır. HDP’ye dolayısıyla barışa oy vermek; geride kalanlar olarak, barış uğruna hayatlarını ortaya koymuş yüzü aşkın Ankara şehidinin onurlu mücadelesini sahiplenmek demektir. Onların mücadelesini sahiplenmek ve yaşanan bunca acının boşuna olmadığını göstermek zorundayız. Bu zorunluluktan hareketle; nihai barış hayalinin; ancak sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünyayla mümkün olabileceğini haykırmaktan geri durmamalıyız. Bunun için; sınıfsız-sömürüsüz bir dünya yolunda halk savaşına destek vermek, hepimizin amacı ve birincil sorumluluğu olmalıdır!


18

analiz haber

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

Emperyalist dünyanın bölünmüşlüğü Günümüzdeki emperyalist stratejilerin siyasi ayağının süreklileşmiş savaş haline dönüştüğü, artık kesintisiz savaşlar dönemi stratejisine girildiği söylenebilir. Bu da emperyalist gericiliğin ve bu gericiliğin parçası olan yerel gericiliklerin siyasi krizlerle ekonomik krizler batağına saplandığından daha ileride düzeyde saplanacağına işaret etmektedir. Lenin emperyalizmin kriz ve savaş olduğunu söylerken haklıydı. Emperyalist sistemin sağladığı gelişmeler bu durumu değiştirmekten ziyade pekiştirerek kanıtlamaktadır. Emperyalist haydutların dünya savaşına karar vermeden önce benimsedikleri stratejinin tümü, savaş saldırganlığı ve ekonomik krizler gerçeğine rağmen esasta karşılıklı anlaşmalara vararak aralarındaki çelişkileri görece giderip erteleme özündedir. Ancak esas eğilimin anlaşma biçimi olması lokal savaşların süreklileşmesi ve ekonomik kriz riskinin aktüel olmadığı anlamına gelmez, gelmemektedir Parti 3. Kongremiz emperyalist dünya sisteminde nicel ve nitel değerde olmak üzere bir dizi gelişmenin olduğunu tespit ederek açıkladı. Bu tespitlerin nesnel gerçeğe uygun olduğu günümüzde yaşanan gelişmelerle desteklenip kanıtlanmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin toplumların gelişme serüveninin son aşaması olduğu zırvasıyla tarihin sonunu ilan ederek sınıf çelişkilerinin son bulduğunu, sınıf mücadeleleri döneminin kapandığını ve devrimlerin hayal olduğunu ileri süren “neo-liberal” denilen yeni emperyalist strateji ve safsataların tersine, emperyalist dünya sistemi ve gericiliğinin daha da derinleştiği günümüz şartlarında sınıflar arası çelişkiler tüm keskinliğini korurken, devrimci sınıf mücadeleleri yaşamsal bir zorunluluk olarak sınıf devrimlerini koşullamaktadır. Sınıf çelişkileri zemininde iktidar sorunuyla anlam kazanan sınıf devrimlerinin aktüel ve zorunlu olduğu, sınıf çelişkileri güdümünde yaşanan toplumsal gelişmeler ve emperyalist saldırganlıklarla ünlenen gerici sürecin pratik gelişmeleri tarafından yeniden ve

yeniden kanıtlanarak ortaya konmaktadır. Emperyalist burjuvazinin ölü doğmuş ideolojik safsatalarının klozete atılıp üzerine sifon çekilmesi gereken kokuşmuşçürük teoriler olduğu bilimsel sosyalizm teorisi tarafından mahkûm edilip ortaya konulurken, emperyalist dünya gericiliği ile yoksul-devrimci dünya arasında gerici savaş ve saldırganlıklar ile bunlara karşı mücadele biçiminde seyreden sosyal pratik tarafından da teyit edilmektedir. “Neo-liberal” yeni emperyalist saldırılar, her türden sivil toplumcu teoriler sınıf çatışmaları temelinde cereyan eden gelişmeler ve devrimci gerçekler karşısında iflas etmiş durumdadır. Emperyalist haydutların “demokrasi havarisi” kesilerek gerici hegemonyaları uğruna gerçekleştirdikleri kıyımcı işgal ve ilhaklarına kılıf yaptıkları “demokrasi götürme” maskesi teşhir ve deşifre olarak düştü. Yeni dönem stratejileri “Arap Baharı” manipülasyonuyla sahnelen operasyonel sürece tanık oldu. Bu yeni dönem stratejileri sadece “demokrasi götürme” yalanının ifşa olmasından değil, aynı zamanda “sosyal patlamalar” tespitindeki haklı korkularına dayanıp, bu “patlama” zemini olan devrimci kitlelerin enerjisinin boşaltılması ve hatta gerici stratejilerine manivela edilerek emperyalist projelere hasredilmesine dönük bir stratejiydi. Aynı zamanda saldırgan, tahripkâr ve yıkıcıydı. Ki bugün Suriye’de kör düğüm görünümüyle büyük insani dramlara ve ciddi savaşlara gebe olan emperyalist gerici dalaş veya savaş (genişleyen bağlantıları ve tüm sonuçlarıyla), “Arap Baharı” denen sürecin devamı olup, aynı zamanda tıkandığı noktadır da. Emperyalizmin sınıflar üstü olduğunu ya da sınıflara karşı kayıtsız olup hiçbir ayrım tanımaksızın kapsayıcı olduğunu vaaz eden emperyalist ideologların yalanı, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan iktidarlar dizaynına dayalı emperyalist politikalarla birlikte, Suriye’de, Irak’ta, Kürdistan’da, Filistin’de ve dünyanın diğer parçalarında yaşanan gerici saldırganlık ve savaşlarla bir kez daha açığa çıkmış durumdadır. Emperyalist güruhun “sosyal patlamalar yüzyılı” belirlemeleri de, sınıf mücadeleleri dönemini kapatarak tarihin sonunu getiren gerici safsatalarını çürüten ironileridir.

Suriye denkleminde emperyalist strateji tökezleyip çöktü “Demokrasi götürme” sahtekârlığıyla sürdürülen kanlı işgal-ilhak strateji, Irak ve Saddam diktatörlüğüne dönük “nükleer enerji-nükleer silah üretimi” bahanesiyle gerçekleştirilen, Saddam’ın trajik öyküsüyle de sembolize olup Irak’ın haydutça işgalinde gerekçe edilen “nükleer ve kimyasal silahların” bulunmaması ve Guantanamo gibi işkencehanelerin de-

şifre olmasıyla esas olarak çöktü. “Arap Baharı” yaftasıyla isimlendirilen ilgili iktidarların yeniden biçimlendirilmesini öngören büyük dizayn dalgası, LibyaKaddafi diktatörlüğüne karşı yürütülen ve Kaddafi’nin trajik sonuyla sembolize olan iktidar değişimleri süreci, ilgili emperyalist stratejinin gerici hedefleri doğrultusunda iktidarların değişimi-dizaynı temelinde önemli başarılara imza atsa da bitmemiş olan bu strateji ve süreç, bugün Suriye’de emperyalist bloklar arası keskin çatışmalar biçiminde devam etmektedir. Devam etmesine karşın, emperyalist bloklar arası dengelerin ürünü olarak Suriye’de yaşanan tıkanmayla adı geçen emperyalist stratejinin tökezleyip çöktüğü söylenebilir. Ki, emperyalist stratejiler bağlamında yürütülen gerici savaş ve saldırganlıkların yol açtığı zorunlu sürgün olan mültecilik büyük insani dramlarla sürerken, emperyalist gerici savaşların dolayısıyla emperyalist stratejilerin çökmesinde de önemli bir halka durumundadır. Emperyalist ideologlar yalan söylüyor, sivil toplumcu teoriler bunu takip ediyor. Sınıflar ve sınıf mücadeleleri son bulmadı, tarihin sonuna gelinmedi. Bilakis, sınıflardan ibaret olan, toplum ve sınıf mücadelelerinden ibaret olan toplumlar tarihi günümüzde de sınıf mücadeleleri yeteneğiyle ilerletilecektir. Dünya sınıflı toplumlar dünyası olarak niteliğini sürdürürken, ezilen sınıfların kaderi ezen sınıflara havale edilemez. Emperyalizm sınıflar üstü olmadığı gibi, dünya çapında bir sınıf gericiliğidir, sınıf gericiliği sistemidir. Emperyalizmin sınıflara kayıtsız

olması, sınıf ayrışımı yapmadan tarafsız olması şeklindeki Bonapartçı zırvalık temelden saçma ve gerici bir iddiadır. Sınıf örgütleri ve mücadeleleri olmadan gerici düzenler değiştirilemez, sınıf farklılıkları ortadan kaldırılamaz, sınıflar arasındaki çelişkinin temeli olan iktidar meselesi çözülemez. Ne emperyalist gericilik demokrasi getirebilir ne de sivil toplum örgütleri gerçek bir demokrasi kurabilir. Sosyal devlet projeleri gerçek demokrasiden uzak birer gerici diktatörlük iken, sınıf devrimlerine karşı geliştirilen gerici emperyalist stratejiyi aşmaz. Demokrasinin emperyalist gericilik tarafından getirilemeyeceği gibi, sivil toplumcu teori ve anlayışlar tarafından da getirilemeyeceği açıktır. Günümüzde gerek dünya çapında gerekse coğrafyamız ölçeğinde yaşanan gerici süreç bütün bunları göstermektedir. Ki, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da yürürlüğe konulan “Demokratikleşme-Açılım-Çözüm… süreci” emperyalist tasfiye ve dizayn stratejisinden bağımsız olmayıp, “Arap Baharı” dalgası kapsamında devletin yapılandırılması veya güncellenmesi olarak gündeme gelen süreçti… Bu emperyalist yeni dönem stratejinin saldırgan ve yıkıcı boyutları planlanıp bilindiği için, bu stratejiye ve sürece karşı “sosyal patlamaların” gelişeceği de emperyalist ideologlar tarafından hesaplanmış olup, özellikle silahlı mücadelelere karşı stratejik bir tasfiyecilik de planlanmıştır. “Neo-liberal” politikalarla devreye sokulan ideolojik tasfiyeciliğe paralel olarak gerici savaş saldırganlığı da yürürlüğe konulmuştur. Siyasi ve ideolojik silahlı


analiz haber

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

19

emperyalizmin doğası gereğidir! değil, tek tek ülkelerde iç savaş olarak uzun sürece yayılan biçimde süreklilik kazanması özelliğindedir de. Savaşların süreklilik karakterinde sürdürülmesi; emperyalizmin silah stoklarını eritme, silah pazarını canlı tutarak bu ticaretlerini yapma ve aynı zamanda savaş çıkartılan ülkeler ya da uluslar arasında çelişki ve düşmanlıklar derinleştirerek istediklerinde bu çelişkiyi kullanarak-kışkırtarak savaşları devreye sokup buralarda varlıklarını ya da nüfuzlarını kalıcılaştırma amaçlıdır da. Savaşların olması, emperyalizmin kendisine müdahale gerekçesi bulması ya da bu savaş coğrafyalarında kendine bağımlı iktidarlar oluşturma olanağı bulmaları anlamına gelmektedir. Emperyalist kriz ve buhranlara gebe olan bu batak, anti-emperyalist hareketlerin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin fışkırıp yayılmasına, devrimci sınıf hareketlerinin büyüyerek proleter devrimlerin patlak vermesine tanık olacaktır.

Ezilenlerin tek kurtuluş alternatifi sınıf devrimleridir mücadelelere karşı dünya çapında büyük bir tasfiyeci dalga geliştirilirken, halk ayaklanmaları tehlikesine karşı da gerici savaşlar bölgesel savaş niteliğinde devrede tutularak, “Arap Baharı” dalgasıyla alınamayan kitlelerin devrimci enerjisi buralarda eritilmektedir. Tam da burada belirtmek gerekir ki, emperyalist yeni dönem stratejisinin ciddi dirençlerle karşılaşacağı öngörüsü ve bunun bir biçimi olarak Suriye’de bloklar arası dirençten kaynaklı tıkanıp tökezlemesinden kaynaklı emperyalist haydutların bölgesel savaşlar temelinde sürekli savaş hali altında stratejilerini yürütme eğilimine geçtikleri izlenmektedir. Bölgesel savaş ve çatışmalar Filistin-İsrail arasında, İsrail-Suriye arasında, Irak-İran arasında, Balkan ve Kafkasya ülkelerinde (SırpBoşnak, Arnavut-Hırvat…) Afganistan işgali, Irak işgali, Çeçen sorunu, Ukrayna sorunu, “Arap Baharı” dalgasıyla bir dizi ülkede yaratılan iç savaş-çatışma zemini ve Suriye’de devam eden iç savaş gerçekliğinin yanı sıra, El-Kaide’den sonra şimdi de IŞİD gibi barbar bir çetenin bölgesel ya da iç savaş ve çatışmaların aktörü olarak var edilmesi zeminindeki zincir, bölgesel savaşların uzun zamandır süreklilik arz ettiğini ortaya koymaktadır. Ne var ki, bugün Suriye’de yıllardır yaşanıp süren gerici savaş, emperyalist haydutların süreklileşmiş bölgesel savaşlar sürecini yeni dönem stratejilerinin bir parçası olarak yürüttüklerini göstermektedir. Kısacası emperyalist yeni dönem ihtiyaçları ve çıkarları temelinde belirlenen yeni dönem stratejilerinin önemli bir ayağı bölgesel savaşlar temelinde sü-

reklileşmiş savaş durumuna dayanmaktadır. Günümüzdeki emperyalist stratejilerin siyasi ayağının süreklileşmiş savaş haline dönüştüğü, artık kesintisiz savaşlar dönemi stratejisine girildiği söylenebilir. Bu da emperyalist gericiliğin ve bu gericiliğin parçası olan yerel gericiliklerin siyasi krizlerle ekonomik krizler batağına saplandığından daha ileride düzeyde saplanacağına işaret etmektedir. Lenin emperyalizmin kriz ve savaş olduğunu söylerken haklıydı. Emperyalist sistemin sağladığı gelişmeler bu durumu değiştirmekten ziyade pekiştirerek kanıtlamaktadır. Emperyalist haydutların dünya savaşına karar vermeden önce benimsedikleri stratejinin tümü, savaş saldırganlığı ve ekonomik krizler gerçeğine rağmen esasta karşılıklı anlaşmalara vararak aralarındaki çelişkileri görece giderip erteleme özündedir. Ancak esas eğilimin anlaşma biçimi olması lokal savaşların süreklileşmesi ve ekonomik kriz riskinin aktüel olmadığı anlamına gelmez, gelmemektedir. Emperyalist bloklar aralarındaki genel boyutlu çelişkileri esas olarak gerici çıkar ve güç dengelerine uygun anlaşmalarla çözse de, emperyalizmin doğası veya karakterine bağlı olarak günümüzde süreklileşme eğilimi sergileyen savaş ve krizlerden de muaf değildir. Çelişkilerin lokal savaşa yol açtığı ve bu savaşların süreklilik kazandığı durumlar belli çelişki noktaları ya da nitelikleridir ki, bunlar güç dengelerine bağlı olarak uzun sürmekte, çelişkinin belli bir düzeye çekilmesi bu savaş sürecine bırakılmaktadır. Savaşların süreklilik biçimi sadece ayrı devletlerde yürüyen nitelikte

Ancak sınıf mücadeleleri ve sınıf devrimleri dışında, ezilen-bağımlı ulusların, ezilen inançların, ezilen-sömürülen emekçi halk kitlelerinin kurtuluş ve özgürlüklerini elde edecek başka bir alternatif, başka bir yol yoktur. Ne ulusal kurtuluş hareketleri ne ekonomik mücadeleler ne inançların demokratik mücadeleleri ne de başka bir mücadele zemini devrimci yol, çözüm ve sınıf devrimlerinin yerini alamaz. Devrim, hem de proletarya partisi önderliğinde sınıf devrimi olmadan hiçbir ezilen, hiçbir sömürülen ve horlanıp ötelenen zümre, gerçek manada demokrasi, özgürlük ve kurtuluşa ulaşamaz. Ortadoğu’da ve Ortadoğu’daki politikalarında somut siyasi karakteri biçimlenen dünya gericiliğinin stratejik yönelimleri temelinde yaşanan toplumsalsosyal pratik ve gelişmeler ile coğrafyamızda yaşanan tüm süreç ve gelişmeler bunu ispatlıyor. Önemle belirtilmelidir ki, emperyalist dünya gericiliğinin tayin edici durumdaki güç ya da bloklarının dünya hegemonyası uğruna nüfuzlarını genişleterek büyütme, aralarındaki dengeleri lehlerine çevirme ve pazarlarını büyütme ile birlikte, aralarındaki dalaş ve çatışmanın sürdürüldüğü ve dünya dizaynına dönük stratejilerini uyguladığı alan esasta Ortadoğu coğrafyasıdır. Çünkü bu bölge petrol ve doğalgaz zengini olup, emperyalist güçlerin iştahını çekerek bu bölgede yoğunlaşmalarına ve dolayısıyla egemenlik çatışmasını sürdürmelerine yataklık etmekle birlikte, petrol ve doğalgaz üzerine kurulan stratejilerini burada yürütmektedirler. “Turuncu devrimlerle” uygulanan plan ve Rusya’nın bunu boşa çıkaran adımları da doğalgaz eksenli stratejiler-

di… Kısacası emperyalist dünya sistemi ve gericiliğinin en hoyrat olduğu, en görülür ve hissedilir olduğu, buna bağlı olarak savaş ve çatışmaların en yıkıcı ve sürekli olduğu, bu savaşlar şahsında emperyalist dengelerin nasıl biçimleneceği ve elbette emperyalist zincirin en zayıf halkalarının olduğu yer olarak da Ortadoğu tayin edici bir merkezdir. Emperyalist dünya sistemi/gericiliği “tek kutuplu dünya” süreci olarak adlandırılan Sovyet sosyal emperyalizminin gerilediği ve ABD emperyalizminin tayin edici tek güç pozisyonuyla dünya jandarmalığı yaptığı döneminde askeri işgal ve ilhak saldırganlıklarına hız vermekle birlikte, “tek kutupluluk” dönemi öncesi “soğuk savaş” dönemi olarak tarif edilen Sovyet sosyal emperyalizmi ile ABD emperyalizmi arasındaki çatışma dönemi, esasta ekonomik ambargolarla karakterize olmaktaydı denilebilir. Ancak Gorbaçov ve Yeltsin sonrası Rusya emperyalizminin Putin liderliğindeki toparlanması, özellikle Soros destekli “Turuncu devrimlerin” püskürtülmesi süreci ve daha sonra Putin’in artık tek kutuplu dünyadan söz edilemez çıkışıyla birlikte alenileşen emperyalist bloklar arası dengelerin oluşmasıyla birlikte, emperyalist güç ya da bloklar arası çatışmaların keskinleşerek yaşanmasına da işaret ediyordu. Nitekim değişen bu denge uluslararası tekeller ve birlikler şeklindeki örgütlenmenin derinleşerek büyümesiyle büyük uluslararası emperyalist blokların çok daha belirginleşip dalaşa tutuşmasına tanık olarak, ekonomik ambargo ve yaptırımların yanında askeri işgal ve ilhak saldırganlıklarının hız kazanarak bölgesel savaşların öne çıkmasına yol açtı. Küba’ya uygulanan ambargonun yumuşatılması ve hatta kaldırılması, İran’a dönük ambargonun anlaşmalar yoluyla kaldırılması (Venezüella gibi yerlerde hala sürse de), bu politikanın tamamen ortadan kalkmadığını ama bölgesel savaş saldırganlığının esas hale geldiğini göstermektedir. Uluslararası emperyalist örgütlenmeler olan emperyalist bloklar üç eksenli olup, bu örgütlenmeler her blok şahsında diğer bloklara karşı güç olma, kendi nüfuz ve pazarlarını koruma, yeni pazar ve nüfuz alanlarına yayılarak hegemonyalarını büyütme ve koruma temelinde gelişmektedir. Buna karşın, ABD’nin başını çektiği blok ile AB emperyalizmi bloğu esasta birbirine yakın durmakta, birçok noktada ortak hareket edebilmektedirler. Emperyalist bloklar özünde birbirlerine karşı olsa da, bu iki emperyalist blok Rus-Çin bloğuna karşıtlık zemininde göreli bir yakınlık ve uyum sergilemektedir.


20

güncel haber

16-30 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

Emperyalist bloklar arasındaki çatışma ve çelişkiler Kısacası Suriye’deki emperyalist düellolar, taktik ve ittifak güçlerinin saf değiştirip yeni güçlerin ittifak arayışlarıyla havadan karadan hız kazanmaktadır. BM ve emperyalist güçlerin Esad’sız bir Suriye istemeleri de Rusya’nın, İran’ın ve Çin’in hamleleriyle ABD ve AB’nin geri adım atıp Esad’lı bir geçiş hükümeti adı altında bölgedeki rol paylaşımında da bir uzlaşı olduğu görülmektedir. Yalnız öncelikli olarak Akdeniz üzerindeki gücü kimin kontrol edeceği ve bölgedeki enerji kaynaklarının dağılımı noktasındaki uzlaşılırlık esastır ABD ve Rusya arasındaki çatışmaların damgasını vurduğu çelişkilerin belirgin alanlarından biri olan Ukrayna’nın, uzun yıllardır hâkimiyet alanı olarak çatışmaların hız kazandığı, güçlerin denendiği ve konumlandığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin (Tunus, Mısır, Libya vb.) yeniden yapılandırılmasıyla bölgedeki gücünü avantajlı sayan ABD, Suriye meselesinde Rusya’nın konumlanmasıyla bölgenin tek aktörü olmadığını görmüş oldu. Uzun yıllardır Batılı ve ABD emperyalistlerince nükleer silahlanma gerekçesiyle ambargo uygulanan İran da, varılan uzlaşıyla bölgesel güç olarak rol kapmada, Çin ve Rusya ile geliştirdiği ittifak politikasıyla saf tutmada yerini almış bulunmakta. Bütün bu çatışmalı alanlarda dengeler her gün değişerek savaş hız kazanmaktadır. Kuzey ve Güney Yemen üzerinden, Suudi Arabistan ve İran’ın Selefi ve Şiilik üzerinden çatışması, Rusya ve ABD’nin vuruşması olarak görülebilinir. Bugün ağırlıklı olarak çatışmanın merkezi Suriye’ye kaymış olsa da bölgenin çoğu alanlarında istikrarsızlık ve iç çatışmalar hız kazanmakta. Suriye; ABD, AB, Rusya ve Çin gibi ülkelerin enerji kaynaklarının kontrolü ve bölgesel üstünlük çatışmasında savaş alanına dönüşmüş bulunmakta. Balistik füzeleri Çin ve K. Kore’den sonra ABD’nin de denemesinin hemen ardından, Rusya’nın Basra Körfezi’nden ABD’nin müttefik güç saydığı ÖSO’yu vurması; yeni silahların devreye sokulup denenmesinin yanı sıra ABD ve AB ülkelerine

bölgenin kontrolünün sahibi olmadıklarının, bölgede kendisinin de güç olduğunun mesajı sayılabilir bugün. Ortadoğu’da hız kazanan bölgesel savaş insanlık tarihinin en büyük krizlerinden birine de yol açmış durumdadır. Birkaç yıl öncesinde doğal yaşamın hüküm sürdüğü bu topraklara, emperyalist haydutluk ve egemenlik savaşında ölümler yön veriyor artık... Bu bölgesel savaşın aktörü olmada, alan kapmada ABD’nin önemli aktörü sayılan Türkiye’ye biçilen rol BOP projesiyle belirlenmişti. Bu rolün en büyük argümanı; yeni Osmanlıcılık, emperyalist düşlerine dayanılan Sünni İslamcılık idi. Bu rolün bir kısmının TUİK üzerinden Kafkasya’da ve Balkanlarda oynaması kültürel yayılmacılık olarak görülse de, Rusya’nın bölge hâkimiyeti, “TC”nin bu politik yayılmacılığını ekarte etmektedir. “TC”nin Ortadoğu üzerindeki dayanakları olan illegal dini yapılandırmaların üzerinden egemenlik sağlama politikası ise bugün işlevsizlik kazanmıştır. Örneğin Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Yemen’in

Boko Haram’ı, Saddam’ın devrilmesinden sonra iktidardan uzaklaştırılan Sünni güçlerden ağırlıklı olarak oluşan DAİŞ ve El-Nusra gibi yapılandırmaların birçoğu “T.C”nin bölgedeki ittifak güçleri sayılabilinir. Gelinen noktada bu güçlerin siyasal erk olması ya da Irak’tan uzanıp Akdeniz’e kadar alan tutan bir Irak Şam İslam Devleti hayali ve uluslararası emperyalist güçlerin bunlarla ilişkilenmesi anlamlı görülmediği, “T.C”nin bu stratejik derinlik argümanının karşılık bulmadığı gibi tasfiye edilmesi de kaçınılmaz durum olarak ortada. Hatta bu güçler gerekçelendirilerek Suriye savaşının merkezine oturtulup, bunun üzerinden bölgedeki güç olma savaşı hız kazanmıştır. Evet, Suriye’deki dengeler-güçler vuruşmasının arka planındaki bölgesel hâkimiyet rolünde ABD-Türkiye ortaklığıyla hayata geçirilmek istenen güçlerin birçoğu, Rusya, İran ve sessiz aktör Çin’in ittifakıyla anlamsızlaştı. Örneğin “eğit-donat” programıyla alana sürülen savaş güçleri tasfiye edilmiş durumda. Tekrar ÖSO denen ittifak güçlerinin başarısızlıkları,

ABD, Türkiye ve AB’yi yeni arayışlara itmektedir. Çünkü geçmişten gelen BAAS rejimlerinin ittifaklarından sayılan Rusya’nın, Akdeniz’deki savaş güçleri ile bölge üzerindeki egemenliğinin basit kırılamayacağı anlaşılmış olacak ki, bir çırpıda alt edilmesi düşünülen Esad’lı BAAS rejiminin ittifakı olarak Rusya, bölgede rol üstlenip hâkimiyeti anlık ele geçirmiş bulunmaktadır. Bölgenin yeni aktörleri olan İran ve Rusya Suriye’deki ittifakta ve bölgenin yeniden dizayn edilmesinde belirleyici olmuştur. Bugün Türkiye’nin stratejik derinlik diye adlandırılan politikası çökmüş ve ABD’nin bölgedeki savaş konseptine entegre olmadan öte bir rolü kalmamıştır. Tekrar güvenlik amaçlı milyar dolarlara mal olan Almanya ve Hollanda’nın Türkiye’ye yerleştirdiği patriotların geri çekilmesi bile, “TC”nin bölgede gelişen durum karşısındaki rolünün bir hiç olduğunun açık kanıtıdır. Gerilen İran ilişkileri, Irak Şii iktidarıyla kopan diplomasi, Müslüman Kardeşler’in devrilmesinden sonra Mısır’la kopan ilişki, Esad ile geçiş hükümetine yakın


güncel haber

16-30 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

durmaya Rusya tarafınca ikna edilen Suudilerle zayıflayan ilişkiler, kısacası bölgede çöken, yalnızlaşan bir Türkiye. Sonuç olarak bölgede ABD ile egemenlik savaşına giren Rusya bugün bütün avantajlarını kullanarak bölgede ABD karşısında savaşın avantajlısıdır. Hava saldırılarıyla vurduğu ABD’nin ittifak gücü ÖSO ve DAİŞ elinde tutukları alanları terk ettikçe, Rusya ve Esad’ın alan hâkimiyeti güçlenerek gelişmekte. “TC”nin ABD ittifakından Rusya’ya efelenmesinin de bir anlam ifade etmediği ekonomik bağımlılıklardan görülebilinir. Karadeniz Doğalgaz Hattı Projesi ve Akkuyu Nükleer Santral Projesi’ne yıllık “TC”nin turizm girdisi de eklenince Erdoğan’ın ekonomik ilişkileri keseriz diklenmesi, Rusya’nın bölgedeki egemenliğini zayıflatmayacağı bir gerçeklik. Suriye’deki bütün bu gelişmelerin önemli ve aktif güçleri durumundaki PYD’nin rolü de yadsınamayacak durumda. “TC”nin ısrarla bölgede rol kapmak maksatlı tampon bölge kurulmalı ısrarı da, bağımsız özerk bir Kürt realitesine karşıtlık üzerinedir demek yanlış sayılmaz. ABD’nin PYD ve Türkmenlerden oluşturmaya çalıştırdığı yeni güçlerin karsısında Rusya’nın nasıl bir tavır takınacağı da, PYD açısından hayati konumda olacaktır. Ama şunu ifade etmek yanıltmaz sanırız: “TC” Batı Kürdistan karşıtlığı için geliştirdiği ve bir avantaja dönüştürmeye çalıştığı Rojava’nın tasfiyesi “gayreti” imkânsızlık içermektedir. Çünkü “TC”nin kendi adına bölgede savaştırdığı gerici paramiliter güçler karsısında savaşıp bağımsızlıklarını elde eden, bölgesel yönetimlerini uluslararası meşruiyete taşıyan

Rojava, artık dış güçlerin de yok sayamayacağı konumdadır. Burada savaşın kışkırtıcısı rolünü yıllardır emperyalist efendileri adına oynayan ve var ettiği canileriyle sürdüren “TC”nin, bölgesel güç olma ya da Osmanlıcılığa dayanan emperyalist politikaları çökmüş, uluslararası alanda anlamsızlaşmıştır. Savaşın ortaya çıkardığı insanlık dramından bile sonuç almaya çalışan bir siyaset izlemektedir. Açık kapı politikası diye adlandırdığı, göçmenler üzerinden Avrupa’ya bir baskı oluşturma taktiği de boşa çık-

mıştır. Güvenli bölge diye adlandırıp Suriye’de asker konumlandırma taktiği de AB ve BM’ce anlamlı görülmeyip, sadece Türkiye’ye ekonomik yardım edilmesiyle sınırlı tutulmuştur. Kısacası Suriye’deki emperyalist düellolar, taktik ve ittifak güçlerinin saf değiştirip yeni güçlerin ittifak arayışlarıyla havadan karadan hız kazanmaktadır. BM ve emperyalist güçlerin Esad’sız bir Suriye istemeleri de Rusya’nın, İran’ın ve Çin’in hamleleriyle ABD ve AB’nin geri adım atıp Esad’lı bir geçiş hükümeti adı altında bölgedeki rol

ANTAGONİZMA

21

paylaşımında da bir uzlaşı olduğu görülmektedir. Yalnız öncelikli olarak Akdeniz üzerindeki gücü kimin kontrol edeceği ve bölgedeki enerji kaynaklarının dağılımı noktasındaki uzlaşılırlık esastır. Birçoğumuzun belki bölgedeki gelişmelerden ötürü hiç anlam yüklemediği Kıbrıs’taki gelişmeler de önemlidir. Bir Akdeniz ülkesi olan Kıbrıs’ta tek para birimine geçiş birleşik bir Kıbrıs projelendirmesinde Akdeniz’in enerji rezervleri unutulmamalıdır…

≫ muzaffer oruçoğlu

DEVRİM VE EDEBİYAT

U

zak geçmişi, fütuhhata ve despotizme, son yüz yılı ise faşizme dayanan bir devleti, tekbir mücadele biçimiyle geriletmek, yıkmak, kolay değil. Böylesi bir tarihin biçimlendirdiği bir halkı biçimlendirmek hiç kolay değil. Bunun içindir ki devrimciliği bir yaşam tarzı olarak kavrıyoruz ve tek bir devrim perspektifiyle hareket etmiyoruz. Sınıflı toplumun en az beş bin yıllık bir geçmişi var. Bu toplum, çok uzun bir tarihsel dönemde, birkaç devrimle değil, bir dizi devrimle ortadan kalkabilir ancak. Mao, on bin yıllık uzun bir yürüyüşün henüz başındayız demişti. Tarih, kralların ve sultanların soylarını kuruttu; onların tahtlarını, dünyanın geri yerlerinde finans kapitalin artıklalarıyla şişip semiren soytarıları ve şamar oğlanları aldı. Efendileri, engizisyon ve tenkil ile ayakta duruyorlardı. Bunlar, engizisyon ve tenkilin soyundan gelen ve hükmünü incelerek, hissettirmeden sürdüren fa-

şizmle ayakta duruyorlar. Komünarların sadece bunlar karşısında değil, bunları doğuran, var eden sistem karşısındaki duruşları da tıpkı kaliteli edebiyatın evrensel gerçek karşısındaki duruşu gibi derin olmak zorundadır. Edebiyat, yaşadığı çağa sığamamış olmanın krizini yaşıyorsa, belasını arıyorsa, yani gerçekten edebiyatsa, komünar iklimden, derin yıkıcılardan korkmaz. Onu siyasal alanda bir bela, bir yıkıcı olarak görür; merak eder, ruhuna, iç zenginliğine doğru yolculuğa çıkar onun. Yıkıcının yıkıcıyı merak etmesinden daha normal ne olabilir ki. Her ikisi de modern köleci köhne dünyanın böğrüne ateşi dayayan birer demircidir sonuçta. Geçen yüzyılın en büyük düşünür ve edebiyatçılarından Jean-Paul Sartre'yi ve Simone de Beauvoir'yi, Che Guevera'ya; Marquez'i, Subcommander Markos'a götüren saiki izah edemeyiz aksi taktirde. Edebiyat, ister savaşı, ister aşkı, isterse beli kırılan bir karıncanın acısını anlatsın, eğer iyi edebiyatsa, göremediğimiz, hatta

hissedemediğimiz büyük yıkıcının, meçhul hayatın, gizemli uğultusuna, sirenlerine doğru yürür. Pankartında, eciş bücüş harflerle tek bir cümle yazılıdır: Ahlakı yaratan biziz, hayat ahlaksızdır. Perspektifi geniş bir devrim, tüm edebiyatı kucaklar. Tarihin ve insanlığın bir zenginliği olarak görür onu; irdeler, eleştirir, özümler. Komünarlar, açıklayan, öğreten bir sanat ve edebiyattan yana olamazlar. Hayatı devrimin ve başkan babanın görüşlerine uygun hale getirerek, özgürleştirmek isteyen bir sanat ve edebiyattan yana hjç olamazlar. Sanatın, kendi gerçeği vardır. O gerçeğin büyüleme ve aydınlatma gücü, kendini kuşatan, var eden somut gerçekliğinkinden daha güçlüdür. Bunun içindir ki komünarlar, sanatın özgür ve bağımsız dünyasını baskı altına alan, örseleyen politikalara kararlıkla karşı çıkarlar.


22

gençlik haber

16-31 EKİM 2015 Halkın Günlüğü

Yeni eğitim yılında üniversiteler ve halk gençliği Gerici-faşist iktidarların üniversitelerdeki baskı ve tahakkümüne karşı mücadele etmek elzem ve kaçınılmaz bir sorumluluktur. “Baskı ve tahakkümün gerici-faşist iktidar tarafından artık ulaşabilecek son kerteye tırmanması ve bunun sonucu olarak üniversitelerin yarı açık hapishanelere çevrilmesi, kapılarına turnikeler koyulması, yapılan bir afiş için dahi kolluk güçlerinin en azgın bir biçimde üniversite içerisine girip öğrencileri işkence ile gözaltına alması-tutuklaması durumun vahametini ortaya koymak için yeterli gerekçelerdir” Yeni eğitim-öğretim yılı geçtiğimiz günlerde başlangıç startını verdi. Üniversitelerin mevcut iktidarın tüm gücüyle saldırılarını yoğunlaştırdığı, ticarethaneleştirdiği, anadilde hak talebinin gasp edildiği, aleni olarak kolluk güçleriyle karakola çevirdiği ve burjuvaziye köle devşirildiği bir alan olması gerçekliği en somut biçimde karşımızda duran ve kökten tüm nüveleriyle söküp atılması gereken bir gerçekliktir. Duruma itiraz eden ve itiraz etmekle kalmayıp bunun pratik karşılığı olarak bu pespayelikle mücadele etme gayretinde olan yüzlerce üniversite öğrencisinin gerici-faşist iktidar tarafından neredeyse süreklileşmiş bir biçimde dayaktan, gözaltından geçirildiği, tutuklandığı ise bilinen başka bir gerçekliktir. Hali hazırda iliklerine kadar adaletsiz olan bir eğitim sistemine ve onun getirdiği hak gasplarına karşı elzem-doğru olan elbette ona karşı mücadele vermek ve onu kökten yok etmektir. Bunun tek yolu ise örgütlenmekten ve örgütlü bir şekilde meselelere müdahil olmaktan geçmektedir. Bunun dışında irili ufaklı protestolar, kendiliğindenci ve başıboş muhalefet anlayışı ya da daha farklı biçimde bayrak yarıştırma çabaları üniversitelerdeki gençlik mücadelesini ilerletmek şöyle dursun, elde kalan dinamizmi de sönümlendirmekten öteye gitmez. Baskı ve tahakkümün gerici-faşist iktidar tarafından artık ulaşabilecek son kerteye tırmanması ve bunun sonucu olarak üniversitelerin yarı açık hapishanelere çevrilmesi, kapılarına turnikeler koyulması, yapılan bir afiş için dahi kolluk güçlerinin en azgın bir biçimde üniversite içerisine girip öğrencileri işkence ile gözaltına alması-tutuklaması durumun vahametini ortaya koymak için yeterli gerekçelerdir. Varolan tüm gücü ile gençliğin “geleceğini” kendi inisiyatifleri altında belirmek isteyen hakim klikler emekçi semtlerde

nasıl ki çeteleri gençliğin karşısına dikip palazlandırıyorsa, üniversitelerde de gerici-faşist çetelerini ve kolluk güçlerini yine gençliğin karşısına koyarak otoritesini ve gücünü fiili olarak ispatlama derdine düşerek, akla hayale sığmayan pratiklerle gençlik mücadelesi baltalama, gençliğe göz dağı ve korku vererek onları püskürtme amacı gütmektedir. Bunun yanı sıra bankaların kendilerine yeni köleler yaratmak için üniversitelerin amfilerinde amiyane tabiri ile kamp kurması ve her yeni dönemde başta yemekhane ve kantinler olmak üzere en temel ihtiyaçların azami fiyatlarla öğrencilerle sunulması da yine en az yukarıda örneklendirdiğimiz meseleler gibi yeterli örneklerdir. Kürt gençliğinin anadilinde eğitim görme hakkını gasp edip, muaf tutan onları zorla istemedikleri bir dilde eğitim görmeye zorlayan, mecbur kılan zihniyet bu “mecburiyetin” mecburiyetten öte sonuna kadar karşı koyuş ve direniş gerekçesi olduğu gerçekliğinin farkında olmalıdır. Zira fiiliyatta bu “mecburiyetin” karşılığı sinip köşeye çekilmekten ziyade Kürt gençliğinin daha kararlı ve daha kitlesel bir direniş göstermesi gerçekliğidir. Mevcut iktidarın polis teşkilatı halk gençliğine dayatılan tüm bu zorbalıklara ve soygunlara önlem olarak da kendi içerisinde üniversiteler için özel birim kurmaktan imtina etmeyecek durumdadır. Su götürmez bir gerçekliktir ki, mevcut iktidar devri-aleminin artık sonuna geldiğinin Gezi Ayaklanması gibi olası bir ayaklanmada iktidarda durma dirayetini gösteremeyeceğinin en somut biçimde farkındadır. Kürdistan’da yaptığı katliamlar, ekonomideki derin çatlak ve onun getireceği büyük ekonomik kriz, yolsuzluklar, toplumunun en alt katmanın açlık sınırında yaşaması bir yana artık gerçekten de aç yaşaması, dış politikada uyguladığı sözüm ona “stratejik derinlik” politikasının bin parçaya ayrılarak elinde kalması ve ideolojik ortağı olan İhvan’ın Ortadoğu arenasında saf dışı bırakılması ve dolayısıyla ılımlı İslam projesinin tasfi-

ye olması AKP iktidarı için paydos zilinin çaldığına işarettir. Bu husus itibari ile hali hazırda yaşanmakta olan kaosun daha da derinleşerek büyüyeceği ve mevcut çelişkilerin had safhaya ulaşarak kendi içerisinde doğuracağı ayaklanma ile onun lokomotifi gençlik üzerindeki baskıların ve zorbalığın artması olağan bir durumdur. Bu durumda halk gençliğinin, özelde üniversite gençliğinin üzerinde durduğu temel mesele faşizmin daha da boyutlanarak büyümesine şaşırmak değil, onu alt edecek doğru mücadele biçiminin daha iyi kavranması ve somutlaştırılması durumudur. Tersi biçimde gelişecek olan meseleleri oluruna bırakmak ya da kitlelerin nasıl olsa doğru yolu bulacağı gibi yaklaşımlar hatalı ve kitlelere çözüm getiremeyecek yaklaşımlardır. Üniversiteler halk gençliği nezdinde örgütlerin kendilerini sergilediği ve faaliyetçilerin geleneklerini temsilen orada bulundukları bir arena değil gençlik mücadelesinin şah damarı olan bir alandır. Bundan kaynaklıdır ki, saldırılar ve baskılar daha çok üniversiteler üzerinden gelişmekte ve akla hayale sığmayan yeni yöntem ve “önlem”ler ilk olarak yine burada hayata geçirilmektedir. Gerici faşist çeteler yine üniversiteler üzerinden halk gençliğinin karşısına bir barikat gibi dikilmektedir. Bunun dışında özellikle de

son dönemde daha da artan ve belirli üniversiteler üzerinden neredeyse kronikleşmiş bir hale gelen siyaset goygoyculuğu da altı çizilmesi gereken ayrı bir sorundur. Bu meselede yine önceki meseleler gibi üniversitelerdeki halk gençliği mücadelesini darbeleyip geriletmekle kalmayıp onun günden güne yok eden bir durum halini almıştır, almaktadır. Özerkliğini 12 Eylül A.F.C’sinin ürünü olan YÖK ile beraber kapitalizme modern köle yaratma fabrikası halini almış üniversitelerin ve onların atanmış, yandaş rektörlerinin-yönetimlerinin halk gençliği nezdinde hiçbir hükmü yoktur. Baskı ve hiçbir meşruluğu olmayan, halk gençliğinin günden güne kanını emen bu çarka dur demek, bu pespayeliği yerle yeksan etmek yine halk gençliğinin ve onların örgütlü mücadelesinin elindedir. Halk gençliğinin bulunduğu her alanda örgütlü mücadele şiarının altını çizmek ve örgütlü mücadele yolunu seçmek başka bir alternatifi olmayan ve gün gibi aşikâr olan elzem bir tercih, gerekliliktir.

Serdar Ben Ölümsüzdür 10 Ekim’de Ankara’da gerçekleştirilen vahşi katliamda 103 emekçi yaşamını yitirdi. Yüzlerce insan ise yaralandı. Ankara’da gerçekleştirilen vahşi katliamda yaşamını yitirenlerden biri de TİKB militanı Serdar Ben’dir. Proleter öncünün önder kadrolarından Hasan Ben yoldaşın kardeşi olan Serdar Ben’i yitirmenin hüznünü yaşamaktayız. Onurlu bir kavganın yürütücüsü olarak yaşamını yitiren Serdar Ben’i, mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz. Serdar Ben şahsında Ankara katliamında yaşamını yitiren tüm emekçilerin anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. Serdar Ben’i tekrardan saygıyla anarken; ailemize, yoldaşlarına ve dostlarına bir kez daha başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz.

Demokratik Haklar Federasyonu-Halkın Günlüğü Kolektifi


Hüseyin Dinç sonsuzluğa uğurlandı

23

24 yıl boyunca hapishanelerde tutsak bulunan MKP dava tutsağı Hüseyin Dinç, İHD'nin hasta tutsaklar listesinde bulunmasına rağmen tahliye edilmedi. Dinç 15 Ekim'de geçirdiği kalp krizi sonucu Kandıra F Tipi Hapishanesi'nde ölümsüzleşti 24 yıldır hapishanede tutsak bulunan Hüseyin Dinç 15 Ekim'de geçirdiği kalp krizi sonucunda yaşamını yitirdi. Maoist Komünist Partisi (MKP) dava tutsağı Dinç, 24 yıl boyunca Ümraniye, Tekirdağ, Edirne gibi pek çok farklı hapishanede kaldı. Son olarak Kocaeli Kandıra F Tipi Hapishanesi'nde kalan hasta tutsak Dinç, geçirdiği kalp krizi sonucunda ölümsüzleşti.

Dinç İstanbul'da sonsuzluğa uğurlandı MKP dava tutsağı Hüseyin Dinç, İstanbul'un Ümraniye ilçesinde bulunan 1 Mayıs Mahallesi'nde düzenlenen cenaze töreniyle toprağa verildi. 16 Ekim'de Adli Tıp Kurumu'ndan cenazesi alınan Dinç, 1 Mayıs Mahallesi'nde bulunan Pir Sultan Cemevi'ne getirildi. Cemevi'nden kaldırılan Dinç'in cenazesi Ihlamurkuyu Mezarlığı'na getirilerek burada sonsuzluğa uğurlandı. Mezarlıkta yapılan anma, Dinç şahsında tüm devim, sosyalizm ve komünizm mücadelesinde ölümsüzleşenler için yapılan saygı duruşu ile başladı. Dinç burada, '”Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur”, “Yaşasın Devrimci Dayanışma”, “İçerde Dışarda Hücreleri Parçala”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür'” sloganlarıyla toprağa verildi. Cenaze törenine DHF'nin yanı sıra, Partizan, DHP, HDP, Halk Cephesi ve ESP'de katıldı. Törene devrimci, sosyalist kurumların yanı sıra HDP-DHF ittifakı İstanbul Milletvekili adayları Erdal Ataş ve Dilşat Canbaz da katıldı.

Hüseyin Dinç Ölümsüzdür Geçirdiği kalp krizi sonucunda ölümsüzleşen Yoldaşımız Hüseyin Dinç’in devrimci anısı önünde saygıyla eğilirken, anısını mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz. Hüseyin Dinç yoldaşın anısı önünde tekrardan saygıyla eğilirken; ailemize, yoldaşlarına ve dostlarına başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz

YENİ DEMOKRASİ AİLELERİ BİRLİĞİ

TUTSAK PARTİZAN

≫cafer çakmak

KAN VE BARUT İKLİMİNDE BİR ULUS

Z

amanın tozu tortu bağlar. Kürt bir annenin oğluna söylediği “Kurêmin dünya siya derekê ye” vecizesinde, dünya ağacın gölgesidir maddi meali yaşananların toplamı beynimizde yansımasını bulur. Tam burada İbn-i Harabi'nin sorusu palaspandıras düşer, “Testiye sığar mı denizlerin suyu?” Denizlerin tüm sularını testiye doldurmak olanaksızdır belki, ama testiye doldurduğumuz da denizin suyudur. Yaşadıklarımızın bellekte toplanıp kristalize oluşudur. Cenazelerin hayatın sağlamasını yaptığı, neden ve nasıl yaşandığı ortaya koyduğu bu demde, Kürtçe Jiber kol açar. Jiber ezber anlamında karşılığını bulur. Felsefik prizmada, '93'ün Cizre'’sinde pusatlanmış timlerle ve çatılarda konuşlandırılan keskin nişancıların tehdidiyle Kürt öğrencilere İstiklal Marşı’nı ezberlettirmekle de ilintisi yok. Bu ezber zamanın tozunda biriken tortuyu damıtıp katre yol açmaktır. Kürtler bin yıllık esaret ve direniş birikimlerine yaslanarak kurtuluşun yolunu arıyorlar. Yol aldıklarından ve düğümlenmiş tarihin prangalarını kırdıklarından muktedirler topyekûn savaş ilan edip Kürdistanlı çocukları ölüm getiren demirden kuşlarıyla vuruyor, tankları köylerin, kasabaların, şehirlerin etrafına yığıyor, Kürt kimliğiyle var olanı, var olma iradesini göstereni düşman belliyor. Her şeyi yok edebilirler, ama Kürtlerin tarihsel belleğini yok edemezler. Kürtler Koçgiri'den, Newala Kasaba 'ya, Ağrı'dan, Suruç'a kadar uzanan tarihin gerçekliğini belleklerine toplamışlar. Bunun rafinesiyle ve iradesiyle yol alıyorlar. Ateş ve barut ikliminde Kürtlere yana döne biteviye ne yaşadıklarını anlatmak ya da birilerinin yaptığı gibi kan revan günlerinde akıl hocalığına düşmek mütevazılıği de kaybetmektir. Kürtler ne yaşadığını biliyor. Yaşadıkları, acılarla bilinçlerine kazınıyor. Yıllarca kızının, oğlunun cesedini arayan anneler, babasını sokakta vurulmuş kanlar içinde yatmış gören bir çocuk, günlerce köyleri bombalanan ve köy meydanında işkence gören insanlar... neler yaşadıklarını gayet iyi biliyor. Muhakkak ki Kürtler ve onların şahsında Kürt Ulusal Hareketi (KUH) eleştirilebilinir. Bu olağan, ama hiç kimsede mücadele bilgi ve deneyimlerini küçümseme gafletine düşmemeli. Unutulmasın ki '78'de bir avuç insanla yola çıkıp mübalağa olmasın dünyanın en güçlü, zinde ve kitlesel hareketi haline gelmişler. Hep yanlış yapsalardı -yanlışların toplamında olumlu sonuçlar çıkmaz- bu başarılar yaratılamazdı. Bu sebepten eleştiri yürütürken de bu realitenin üstünden atlanılmaması gerekir. Kürtleri teorik ve politik bağlamlarda eleştirebiliriz. Bu eleştirilerimizde haklı da olabiliriz. Bunların hiçbirisi demokrasi-devrim güçlerinin sınırlı desteklerle yetinmelerini haklı çıkarmaz. Ne yazık ki Kürdistan’da topyekûn savaş sürerken, katliamların, baskıların ve tutuklamaların ardı arkası kesilmezken, günlerce kasabalar, kentler tanklarla çevrilirken Batı'nın demokrasi-devrim güçlerinin kısıtlı desteklerle yetinmeleri ciddi eksiklik ve çelişkidir. Bu bir nevi Kürdistan’ı kendi haline bırakmak anlamına gelir ki, böylesi bir algı eleştiriye muhtaçtır. Bu duruş, Kürt ulusu/halkıyla demokrasi-devrim güçleri arasındaki makası açar. Açılan bu makas sonrasında kolay kapanmaz. Bugün yaşananlar tarihe not düşülür, belleklerde yer

edinir. KUH'ye teorik ve politik eleştirilerin olması, Kürt ulusuna/halkına karşı sorumluluklarını, Kürtlerin asli (ulusun kendi kaderini tayin hakkı ve eşit- imtiyazsız birlik) ve demokratik (kimlik, anadilde eğitim... vb.) haklarını sahiplenip mücadelesini vermenin ve de aktüel olarak muktedirlerin Kürtlere karşı başlattığı topyekûn savaşa kayıtsız kalınmasını ya da sınırlı destek pratiğiyle yetinilmesini haklı çıkarmaz. Duruşun söylemden çıkıp pratikle birleşmesi tarihi sorumluluktur. Batı’da savaşın acılarına, yaralarına ve tahribatlarına dönük yabana atılmayacak duyarlılık bulunuyor. Elbette, Batı toplumunda bütünleşmiş içeriğiyle Türklerin Kürtlerle eşit ve imtiyazsızca bir arada yaşama bilinci olgunlaşmış, gelişmiş değil. Batı’da hala Kürtleri asli ve demokratik haklarıyla kabul etmeme bilinci hâkim. Batı’nın homojen olmadığını da vurgulayalım. Böyle olmakla birlikte, çatışmasızlık atmosferini soluyan, “güvenlik politikalarıyla” bir yere varılmayacağını, akan kanı sorgulayan ciddi bir kitle de bulunuyor. Muktedirlerin makro düzeydeki iç çelişkilerinde de savaşa karşı olan klikler bulunuyor. Bütün bunlar doğru ele alındığında demokrasi-devrim güçleri açısından oldukça olumlu avantaj sahası da var. Demokrasi-devrim güçleri aktif ve etkin biçimde, sahada savaş karşıtı kitleyi harekete geçirip barış politikasını hayata geçirebilse(ydi) muktedirlerin bu denli pervasız ve fütursuz saldırıya geçmesi önlenmiş olunur(du). Rojava ve Cerablus IŞİD çetesinden temizlenip ve koridor bütünüyle PYD'nin denetimine geçtiğinde bunun içeride özelde Kürtlere, demokrasi-devrim güçlerine saldırısının üst boyutlara tırmanma olasılığı bulunuyor. Böylesi bir olasılıkta, seçimleri bile iptal (buna yeltenmesi ve sosyal bedellerini kaldırması çok zor olsa da) edip teknokrat bir hükümetle Saray yönetimi yürütülebilir. Düşük bir ihtimal olsa dahi, buna da hazırlıklı olunmalıdır. Yapılması gerekenlerin başında, demokrasi-devrim güçlerinin kuvvetlerinin önemli bölümünü Kürdistan’a kaydırılması (belli bir kesimin kaydırılması ayrı) değil, Batı'daki proleter ve emekçileri barış politikasıyla birleştirerek muktedirlerin savaş saldırganlığını durdurmak ve aktif pozisyon almak gerekmektedir. Batı’da demokrasi-devrim güçleri barış eksenli politikasını tek bir eylem biçimiyle sınırlamamalı, yasal tüm olanakları zorlarken buna hapis olmayıp yaratıcılıkla meşru mücadele yöntemlerini nitelikli, zengin ve çeşitlilik arz ederek pratikleştirmelidir. Devrimci eylem niteliği ve aktivistleri de, böylesi süreçlerde bilinç sıçraması yaparak gelişir pekişir. Sınırlılık, yetinmecilik, ürkeklik, statükoculuk böylesi evrelerde kırılarak aşılır. Bu yelpazeyi geniş tutarak toplumun tüm kesimleri farklılıklarıyla barış politikasına dâhil edilmelidir. HDP'yle seçim ittifakıyla yaratılan sinerji yeni boyutlara taşınarak seçimle sınırlandırılmamalı, koşullar ve kuvvetler diyalektiği gözetilerek demokrasi-devrim güçlerinin bağımsızlığını koruyarak biraradalığını sağlamak ve “barış siyasetini” devrimci yöntemlerle sokaklarda kitlelerle buluşturmak ve daimilik sağlamak esas alınmalıdır. Maoist tutsaklar da sürece dönük duyarlılıklarını üst seviyeye yükseltip Kürt mahpuslarla alan özgünlüklerini baz alarak birleşmeli, mümkün mertebe ortak hareket edilmeli ve öncelik vermelerinin gerektiğini düşünmekteyiz.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Welatê ku mirin jî bi laşeke tevayî nabe

Di 10’ê Cotmeh’ê de li Enqere, kesên ku li dijî destpêdana siyasetê şer a AKP’yê “Mitînga Ked, Aşitî û Demokrasiyê” lidarxistin, rastî du hep teqandina bombedarê xwekuştîyê hatin. Di vî êrişê de ji 100’î zêdetir nemir jiyana xwe ji dest dan û di karwana nemiran de cihê xwe girtin, ji 500 kes zêdetir jî birîndar bûn.

Paytexta Tirkiyê, li Enqere pêkhat, mitingvan berî meşê rastî teqîneyeke bombeya zindî hatin. Êriş, saet di 10:04’ê de li ber Îstasyona Enqerê pêk hat. Di vî êrişe de ji 100’î zêdetir însan jiyana xwe ji dest dan. Ew êrişê ku pêk hat jî alî tu rêxistinî ve nehate pejirandin. Lê rojnane û qenalên televizyonên ku nêzî AKP’ê weşan dikin, bi sernivîsên “Hevkariya PKK û DAEŞ” an jî “Ferman ji Esad’ê hat” nûce çêkirin û di heman demê de kesên xwedî suc in “binav kirin”.

Şerê ku ji alî AKP’yê ve hatiye destpêkirin, dijî vê şerê Konfederasyona Sendîka yê Kedkarên Gelemperiyê (KESK), Konfederasyona Sendîka yê Karkerên Şoreşger (DİSK), Yekîneyên Ode ya Mîmar û Endezyarên Tirk (TMMOB) û Yekîneyên Bijîşkên Tirk (TTB) Mitînga Ked, Aşitî û Demokrasiyê lidarxistin. Mitîngê ku li

Ew kesên ku ji wê qetlîamê de jiyana xwe ji dest dan û tevî karwanê nemiran bûn, piştî ew bûyera reş bi merasîmên girseyî ve hatin oxirkirin û çûn li her deverên welêt. Piştî qetlîamê jî li her deverê welatê bi dehat çalakiyên protesto û bînanînan hate lidarxistin. Di vî qetlîamê de, namzeta HDP ya Stenbolê Kübra

Li tevahî welêt protesto û bîranîn

Meltem Mollaoğlu jî jiyana xwe ji dest dabû û tevî karwana nemiran bûbû. Hevserokê HDP’ê Selahattin Demîrtaş, piştî qetlîamê daxuyaniyek da û wiha axivî: “Ev deme ku em dijîn û nîqasa agirbesên tê kirin, li Enqere qetlîameke bi vî rengî çêbû û ji kesên aştîxwazan re êrişeke bi vî rengî pêkhat. Belê, ew hevalên me yê kul i cihê bûyerê ne, hemû di nav vî êşanda ne û êş dikşînin. Di nav vî şert û mercan de hewl didin ku heval û hogirên xwe bigihînin nexweşxaneyan, bi şiklekî birîna wan derman bikin û miriyên xwe ji erde rakin. Lêbelê bila ew dîmenên ku li wê dere hatine kişandin bila temaşe bikin. Polês gaz diavêje li ser aştîxwazan, li ser birîndar û kesên ku di nav hewldaniyeke alîkariyê de ne. Gaz tên avêtin li hundirî cinazeyan, hatina aambûlansan tê astengkirin. Li meydana Enqere qetlîameke bi vî rengî pêk hatiye, lê ne ambulans, polêsan diajon li ser aştîxwazan”.

Bi 2 rojan grev! Ew kesên ku sazkerên vî mitîngê bûn, ango Konfederasyona Sendîka yê Kedkarên Gelemperiyê (KESK), Konfederasyona Sendîka yê Karkerên Şoreşger (DİSK), Yekîneyên Ode ya Mîmar û Endezyarên Tirk (TMMOB) û Yekîneyên Bijîşkên Tirk (TTB), piştî qetlîamê daxuyaniyek dan ji çapemeniyê re û bilêvkirin ku dê du roj kar nekin û çalakiya greva nexebatiyê bikin. Piştî vê daxuyaniyê, li her deverê welatê grev çêbû û wekî ku jiyan were sekinandin çalakiyeke mezin û xurt pêk hat. Xêynî beşên bixêre hemû nexweşxane xebat nekir, karker û xebatkarên gelemperiyê li ber karxaneyên xwe daxuyaniya çapemeniyê xwendin û îş nekirin, neşixuliyan. Bi vî hawî, karker û xebatkarên Tirkiyê / Bakûrê Kurdistan ji bo şêhîd û nemirên Enqere jiyan dan sekinandin.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.