01-15 NİSAN 2016

Page 1

Devrimcilik adına sergilenen ucuz eleştirinin kör dövüşçülüğü

sf 12-13

Bir çökertme adımı olarak dokunulmazlık Türk egemenleri çokça safsatasını yaptıkları demokrasi ve halkın iradesine saygılarının zerrece olmadığı ve çıkarlarına uymadığında hiçbir tereddüt göstermeden bunları fırlatıp bir kenara attıklarını gösterdiler. Dokunulmazlıkların kaldırılması da, bir kez daha demokrasi ve halk iradesinin Türk egemenleri için hiçbir anlam ifade etmediğinin tekrarı olacaktır sf 02-03

Halkın Günlüğü

01-15 NİSAN 2016 Yıl: 4 Sayı: 119 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Brüksel Lahor katliamları ve klişe tutumlar f GÜNCEL

08-09

Gerici sermaye iktidarları, her toplumsal olay ve gelişmede Brüksel gibi kitlesel katliamların yarattığı baskılanmayı, kendi egemenliklerini sağlamlaştırmak ve toplumsal desteği arkalarına almak için kullanmaktadırlar. Ve bunu bir strateji olarak planlamaktadırlar.

Küba yıkılıyor mu?

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Ensar Vakfında ortaya saçılan pislik

Gerici sistemin özüdür Özü faşizm ve gericilikle yoğrulmuş olan faşist ‘’TC’’ devleti ve somuttaki temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı tüm çürümüşlüğü ile pislik üretmeye devam ediyor. İleri, aydınlık ve bilimsel olan ne varsa köhnemiş gerici genleriyle savaş açan Erdoğan/AKP iktidarının niteliği Ensar Vakfında yaşananlarla bir kez daha ayan beyan ortaya çıktı. Ensar Vakfında yaşananlar tekil bir mesele olarak ele alınamaz. Burada yaşananlar tamda sistemin kendisini yani özünü deşifre eden bir muhteva taşımaktadır. Gerek Diyanet İşleri Bakanlığı olsun gerek bu camiada söz sahibi olan din adamları olsun ara ara verdikleri fetvalarla bu tür olayları normalleştirme gayreti içindeler. 9 yaşında ki kız

04

Rojava’da federasyon ilanı ve bazı sorunlar

çocukları ile evlenilebileceğini, babanın kızına şehvet duyabileceğini söyleyen bu gerici zihniyetten ne çıkar? Toplumsal travma çıkar, tecavüz çıkar, din bezirganlarına kölelik çıkar, sömürücü ve kan emicilere itaat çıkar, farklılıkların yok edilmesi çıkar, başka inançların varlığına son verilmesi çıkar, kısacası faşizmin dini gericilikle birleştiği en koyu karanlık çıkar... İnsanlığın aydınlık geleceğine düşman olan ve her şeyi ile pislik üreten bu gerici sisteme karşı örgütlenmekten, mücadele etmekten ve devrimci savaşla hak ettiği yer olan tarihin çöplüğüne yollamaktan başka bir alternatif bulunmamaktadır.

06

İşçiler sendikal hakları için direniyor

16


02

güncel haber

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Çökertme planının siyasal adımı olarak

dokunulmazlıklar “TC”nin baharla birlikte savaşı daha geniş bir alana yayıp, vahşetini daha da artırarak yayacağı açık bir gerçek. Bu anlamda mesele sadece doğru ve isabetli politikalar geliştirmek değil, yükselecek olan bu kıyım saldırılarına aynı şekilde cevap verebilmektir. Süreç savaşta ne yapıldığının temel ölçü alınacağı tarihsel bir evredir. Bunun görülmesi ve dışarıdan akıl veren durumuna düşülmemesi gerekmektedir. Ocağına toplar-bombalar atılan, cenazesini günler boyunca sokaktan alamayan Kürdün dışarıdan verilen akla değil, savaş mevzilerinde omuzdaşı olmaya ihtiyacı vardır ve buna değer verecektir Kürt düşmanlığı, faşist “TC” diktatörlüğünün kuruluşundan bu yana, soykırımlar ve büyük kitlesel katliamlar olarak tarihsel misyon olageldi. Bugün de “çökertme” operasyonlarıyla bütün alanlara yönelik olarak, olanca vahşetiyle yeniden devreye sokulmuş durumda. Bu kıyım saldırıları, mevsim koşulları gözetilerek öncelikle kentlerdeki güçleri ezmeyi hedefleyen üç ayak üzerinden planlanmış olarak yürütülmektedir. İlk hedefte milyon nüfusluk Amed seçilmiştir. Kent merkezi tanklarla toplarla yerle bir edilmekte, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü zamanında bile yapılmayanlar yapılmaktadır. Kır güçlerinin, mevsim koşullarından dolayı hareket alanı ve kabiliyetinin daraldığı ve sınırlandığı zaman kollanarak harekete geçilmiştir. Söz konusu “çökertme” planının bir diğer hedefi de demokratik siyasal alandır. Bu nedenle 7 Haziran seçimlerine kadar herhangi bir itiraz görmeyen, hatta gayet doğal olarak görülüp, üzerinden bolca demogojisi yapılan konuşmalar ve hareketler, 7 Haziran sonrasında aniden suç kapsamına alındı. Ki, zaten 6-8 Ekim olayları bahanesiyle çıkartılan İç Güvenlik Yasası, bu saldırıların hukuksal hazırlığıydı. Özyönetim ilan edilen bölgelerin belediye başkanları, HDP, DBP ve DTK başkan ve eşbaşkanlarıyla yöneticileri hakkında ardı

ardına davalar açılmaya başlandı. DTK’nin yapmış olduğu kongre sonuçlarının kamuoyuna açıklamasının ardından demokratik siyasal alana yönelik tasfiye hareketi tutuklama operasyonlarıyla start aldı.1 Kasım seçim çalışmaları yürütmenin koşullarını ortadan kaldıran bombalamalar, linçler, parti binalarının kundaklanması ve diğer saldırılar “çökertme” planının devreye sokulduğunun göstergeleriydi. Davutoğlu’nun açıklamasına göre, Kürt Ulusal Hareketi’ni çökertme planına 2014 Ekim’inde hazırlanmaya başlanmış. Saldırı planın hazırlanmaya başlandığı tarihlerde İmralı, Kandil ve hükümetle çözüm görüşmeleri olanca hızıyla da devam etmekteydi. Daha da ilerisinde hükümetle Dolmabahçe mutabakatına varılmış ve bu mutabakat kamuoyuna büyük demokratik ve barış adımı olarak ilan edilmişti. 7 Haziran’a kadar bu mutabakatla ilgili olumsuz herhangi bir laf etmeyen Erdoğan, “çökertme” planının devreye sokulmasıyla

beraber, Dolmabahçe fotoğrafını onaylamadığını ve çözüm sürecinin buzdolabına kaldırıldığını ilan etti. 1 Kasım seçim konuşmalarının neredeyse tamamını bunun üzerine kurdu ve meydanlarda Kürt sorunu hakkında o güne kadar söylemiş olduğu bütün sözleri bir tarafa fırlatıp atarak, yürüteceği kirli savaşın propagandasını yaptı. Kendilerinin de beklemediği oranda yüksek çıkan seçim sonuçları, saldırıda dizginlerinin boşalmasına kaldıraç oldu. Elbette ki, “çökertme” saldırılarını koşullayan sadece iş gelişmeler değildi. Özellikle Suriye politikalarının çökmesi ve Rojava’nın siyasal statüsünün kalıcılaşacağının uç vermeye başlaması da büyük bir etken oluşturdu. Erdoğan’ın, “Başımıza bir Kuzey Irak çıktı, bir de Kuzey Suriye’nin çıkmasını kabullenemeyiz, müsaade etmeyiz” sözü, ardından daha önceleri özel olarak getirtilip en yüksek düzeyde görüşmeler yapılan Salih Müslim ve partisi PYD’nin terörist olarak görülmeye başlanması, savaşın

hangi boyutta yürütüleceğinin de ayrı bir göstergesiydi. Ve bu aynı zamanda, tekçi refleksin Kürtler nezdinde ne kadar diri olduğunu bir kez daha gösterdi.

Parçalı Kürdistan’ın birleşme eğilimi Türk devletini korkutmaktadır İç ve dış koşulların Kürt ulusu açısından yeni ve ileri ufuklar açmış olması, diğer bir ifadeyle, bölünmüş olan Kürdistan’ın parçalarının birleşmesi ve devletleşmesinin koşullarının oluşmaya başlaması, Kürdistan’ı paylaşan devletleri korkutmaya başladı. Bu korkuyu en yüksek düzeyde yaşayan ise, Türk hâkim sınıfları ve devletidir. Kıyımlardaki vahşetin bu denli yüksek olmasının nedeni de bu korkudur. Bu vahşetle Kürtlerin yüreklerinde ateş almaya başlayan birleşme ve devletleşme umudunu aleve dönüşmeden söndürmek istiyorlar. Kürdün sesini gırtlaklarında boğmak için, gerek içeride ve gerekse uluslar-


01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

güncel haber

03

Görevler omuzlanmadan politik iktidar mücadelesi yürütülemez

arası alandaki diplomatik hamlelerle her türlü yolu ve yöntemi denemektedirler. Uluslararası alanda her türlü şantajla PYD’nin önünü kesmeye çalıyorlarken, içeride de milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırarak “çökertme” planını yürütmeye çalışmaktadırlar. Bu planı gerçekleştirmek için 1 Kasım seçimlerinde bütün siyasal argümanları Erdoğan ve AKP tarafından elinden alınan ve altı epeyce boşaltılan MHP, taban kitlesini daha fazla kaptırmamak için hazırda beklemektedir. Erdoğan ve yardakçıları, HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının düşürülmesi için her ne kadar ırkçı MHP güruhunun desteğini arkasına almış olsa da, ‘94 yılında DEP’li vekillerin mecliste yaka-paça hapsedilmelerinin içeride ve dışarıda yaratmış olduğu etki ve sonuçlardan dolayı, bütün meclisi “çökertme” savaşının ortağı yaparak, ortaya çıkacak olan yükü ve suçu tek başına omuzlamaktan kaçmanın yolunu aramaktadır. Görüntüde de olsa demokrasi oyunu oynayarak “dosyası bulunan bütün vekillerin dokunulmazlıklarını meclise taşıyalım” kandırmacasıyla kitlelerin gözünü boyamayıp kendi yolsuzluk ve hırsızlıklarını da aklamaya çalışıyorlar. CHP ise, “kürsü dokunulmazlığı” demogojisiyle, HDP’ye yönelen seçmen kitlesinin yeniden kendi etrafında toparlama kurnazlığıyla hareket etmektedir. Bunun istediği sonucu yaratması için kuvvetle muhtemeldir ki, içindeki statükocu Kemalist kesimden gelecek tepkileri ve fireleri göze alarak, HDP’li vekillerin dokunulmazlığı oylamasında redci bir tutum geliştirecektir. Dokunulmazlıkların kaldırılmasının ve vekillerin tutuklanmasının, estirilen ırkçı ve şoven rüzgârın etki alanındaki kitleler tarafından sempatiyle karşılanarak destek bulacağından eminler. Fakat bunun gerek geniş Kürt kitlelerinde ve gerekse de uluslararası alanda yaratacağı etki ve ortaya çıkaracağı sonuçlardan da tedirgin durumdadırlar. ‘94 DEP deneyi Türk egemenleri için hiç de hayırlı sonuçlar üretmemişti. Bu kez de,

hayırlı sonuçlar üretmeyeceği gibi, gelecek açısından daha ağır sonuçlar yaratacağının farkındalar. İşte bu oluşacak olan ağır faturadan en az hasarla çıkmanın taktik manevralarına önümüzdeki süreçte epeyce tanık olacağız.

Sonuç olarak gelişmelerin yönüyle ilgili özet olarak şunları ifade edebiliriz; Türk egemenleri açısından parlamentonun, iğrenç çıkarları örten ne menem bir peçe olduğu 7 Haziran seçimleri sonrası net olarak görüldü. Çokça safsatasını yaptıkları demokrasi ve halkın iradesine saygılarının zerrece olmadığı ve çıkarlarına uymadığında hiçbir tereddüt göstermeden bunları fırlatıp bir kenara attıklarını gösterdiler. Dokunulmazlıkların kaldırılması da, bir kez daha demokrasi ve halk iradesinin Türk egemenleri için hiçbir anlam ifade etmediğinin tekrarı olacaktır. Bu, aynı zamanda geniş Kürt kitlelerinde, içlerinde taşımakta oldukları barış ve çözüm umutlarının kırılmasını beraberinde getirecektir. Dolayısıyla Kobanê’yle başlayan ruhsal kopuş, siyasal kopuşa doğru da evrilecektir. Bu evrilişin, hangi yöne doğru yöneleceği, Kürt Ulusal Hareketi’ne olduğu kadar, biz ve devrimci güçlerin sürece cevap olacak politikalara ve buna uygun pratik mücadele geliştirip geliştirilemeyeceğine bağlıdır. “TC”nin baharla birlikte savaşı daha geniş bir alana yayıp, vahşetini daha da artırarak yayacağı açık bir gerçek. Bu anlamda mesele sadece doğru ve isabetli politikalar geliştirmek değil, yükselecek olan bu kıyım saldırılarına aynı şekilde cevap verebilmektir. Süreç savaşta ne yapıldığının temel ölçü alınacağı tarihsel bir evredir. Bunun görülmesi ve dışarıdan akıl veren durumuna düşülmemesi gerekmektedir. Ocağına toplar-bombalar atılan, cenazesini günler boyunca sokaktan alamayan Kürdün dışarıdan verilen akla değil, savaş mevzilerinde omuzdaşı olmaya ihtiyacı vardır ve buna değer verecektir.

Dünya her gün daha da yaşanılmayacak bir cehenneme çevrilmekte. Her gün yanımızda, yakınımızda katledilen mazlum halkların gerçekliğidir bizim gerçekliğimiz. Katliamları milli duygularıyla örtüştüren egemenlerin salyalı ağızlarından akan irin deryasında boğulmak istemeyenler bugün ayağa kalkmalıdırlar. Yalanlara karşı gerçeklere ihtiyaç duyan herkes için geçerli olan bu isyanın meşruluğudur Hiçbir toplumsal kural, dinsel, ulusal sınır tanımayan sermaye diktatörlüğü sınırsızca sömürüye tabi tuttuğu halkları aşağılamaya ve ideolojik saflaşmaları derinleştirmeye devam ediyor. Önce ellerinden sonra ceplerinden zincirlenen insan, aslında nasıl da vicdanından gizlice zincirlendiğini, değerleri ve inançlarının iktidarca kullanıldığını gördükçe mutlak başkaldıracaktır. Ama bugün Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki katliamlara karşı zincirlenen insanlık vicdanına tanıklık ediyoruz. Egemen ideoloji temel kalıpsal söylemleri ve tabuları yığınlara karşı kullana gelmektedir. Türk resmi ideolojisi, milliyetçiliğinin yanı sıra dini de kullanarak güçlendirdiği Türk-İslam senteziyle patron ile işçinin çıkarını özdeşleştirmektedir. Böylece de halklar birbirine düşman kamplara ayrıştırılmaktadır. Aylara varan yasaklar, infazlar, göçertmeler, toplarla yıkılan evler ve bütün bu yaşananlar karşısında kilit vurulmuş insanlık bir devlet geleneğinin sonucudur. Ki nerede haklı, kitlesel bir çıkış olsa örgütlü faşist çetelerle el ele linç girişimi başlatmak da bu saldırı politikalarının bir diğer ayağıdır. Devlet bu ihtiyacı için kitle tabanını da örgütlemiş durumdadır. Bu kategorideki araçlar psikolojik savaş araçları olarak devreye sokularak aynı zamanda zor olgusunun yanı sıra katliamcılığın da ideolojik anlam kazanması kitleye sunulmaktadır. Zira ideolojik hegemonya sağlandıkça toplumsal bellek ve bilinç köreltilir. İdeolojik araçlara paralel yürütülen psikolojik savaş, faşist baskıyı, katliamı uygulamakta bir işlev görmektedir. Savaşta maddi güçle manevi güç iç içedir… Kapsamlı biçimde en üst teknolojik olanaklar ve militarist güçlerle örgütlenmiş sistemleri değiştirmek isteyenler tek eylem biçimiyle yetinemezler. Güçlü bir isyan dalgası oluşturmadan insanlığın geleceğine dair iyimser düşler kurmak kesinlikle kurtuluş için yeterlilik sayılamaz. Ondan ki örgütlü yaşamı benimsemek en zorunlu görevlerimizin başında gelmektedir. Devrimi imkânsız görenlerden ayırt edici özelliğimiz bu olmalı. Yığınların gücünü örgütlü güce taşıma sorumluluğunu görev saymalıyız kendimize. Yoksa öncüllerimizin tarihselliklerinin arkasına mevzilenip günü kurtarmayı bugünün sorumluluğu olarak sayamayız. Onların özündeki üstün nitelikli kavrayışını kavrayarak, kavratarak geleceği kazanma savaşında sorumlu ve atılgan olmak zorunluluktur. Yanı sıra devrimci sorumluluk sayılmalı, geleceği ve insanlığı kurtaracak güçlü, yeni, değişebilir değerler yaratmalıyız. Dostlarımızla bütünleşerek, saldırı ve savaş politikalarının karşısında güçlü iradi birlikteliklerle aşılmaz bir militan ruhun karşı koyuşunu görev saymalıyız. Bu karşı koyuş bugünün temel sorumluluğudur. Dünya her gün daha da yaşanılmayacak bir cehenneme çevrilmekte. Her gün yanımızda, yakınımızda katledilen mazlum halkların gerçekliğidir bizim gerçekliğimiz. Katliamları milli duygularıyla örtüştüren egemenlerin salyalı ağızlarından akan irin deryasında boğulmak istemeyenler bugün ayağa kalkmalıdırlar. Yalanlara karşı gerçeklere ihtiyaç duyan herkes için geçerli olan bu isyanın meşruluğudur. Faşist diktatörlüğün savaş ve katliamcı pratiğinin karşısında barikatın başında olmak, sosyalizm mücadelemizde öncünün saflarında örgütlenerek iktidar mücadelesinde sorumluluk almak ve geleceği kazanmak asıl görevimiz olmalıdır.


04

güncel haber

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Her ne kadar ABD ambargosu önemli ölçüde devam etse de Küba devleti tarafından hayata geçirilen yeni politikalar, kapitalist sermayenin bu ülkede istediği gibi at oynatmasına vesile olacak cinsten. Küba devriminden önce ülke topraklarının üçte ikisi ve sanayinin dörtte üçünün ABD’li şirketlerin kontrolünde olduğu gerçekliğini düşününce ABD için nasıl önemli bir pazarın kaybedildiği daha anlaşılır olacaktır ABD emperyalizminin şimdiki lideri Baracak Obama, Mart ayının sonunda Küba’yı ziyaret ederek bazı görüşmeler gerçekleştirdi. 88 yıl sonra Küba’ya giden ilk ABD Başkanı olan Barack Obama, ailesiyle beraber geldiği Küba’da pek ‘hoş’ karşılanmadı. Küba Devlet Başkanı Raul Castro, kendisiyle görüşmek için Başkent Havana’ya gelen Obama’yı havaalanında karşılamaya gitmedi. Obama devlet televizyonundan Küba halkına seslendi, sivil toplum örgütlerini ziyaret etti ve son olarak da Raul Castro’yla beraber bir basın açıklaması düzenledi. Küba Devleti’nin kurucu, efsane lideri Fidel Castro ile Obama arasında ise herhangi bir görüşme gerçekleşmedi. Obama’nın Küba ziyareti boyunca çeşitli protesto gösterileri de düzenlendi. Obama Küba ziyareti öncesi yaptığı açıklamada şunları söylemişti “Yaklaşık 90 yıl sonra gelecek hafta bir savaş gemisi eşlik etmeden Küba’yı ziyaret eden ilk ABD Başkanı olmayı sabırsızlıkla bekliyorum.” Obama’nın gerçekleştirdiği ziyaretler sonrası Raul Castro ile birlikte bir basın açıklaması düzenlendi. Oldukça gergin bir ortamda kısa süren basın açıklaması esnasında Obama ve Castro arasında tartışma yaşandı. Basın açıklamasında sırasında Obama’nın Küba’yı insan hakları konusunda eleştirmesine sert tepki veren Castro Washington ve Havana arasında birçok konuda ciddi farklılıkların olduğunu, iki ülkenin siyasi sistem, demokrasi, insan hakları pratiği, sosyal adalet, uluslararası ilişkiler ve dünya barışı hakkında çok farklı fikirlere sahip olduklarını ifade etti. Oldukça kısa ve gergin geçen açıklama da Raul Castro şu vurguyu yaptı “Doğrusunu söylemek gerekirse, bir hükümetin [kendi halkına] sağlık ve eğitim hizmetini, sosyal güvenliği, gıda, kalkınma ve eşit ödeme ile çocuk haklarını garanti edememesini akıl almaz buluyoruz.” Gelen sorular üzerine Castro iki ülke ilişkilerinin tamamen normalleşmesi için ablukanın kaldırılması ve Guantanamo Üssü’nün Küba’ya iade edilmesi gerektiğini belirtti. Yapılan basın açıklaması sonrası Obama’nın Raul Castro’ya sarılmak için yaptığı hamlenin Castro tarafından reddedilip, Obama’nın elini geri itmesi dikkat çekti.

Küba yıkılıyor mu? Fidel Castro’dan Eleştiri Mektubu ABD Başkanı Barack Obama’nın Küba ziyareti Fidel Castro tarafından bir mektup ile eleştirildi. Küba basınında yayınlanan mektupta, Fidel Castro, ABD’nin tarihsel süreç içerisinde Küba’ya olan düşmanlığı ve saldırgan politikalarına vurgu yaparak, “imparatorluğun bize hediye vermesine ihtiyacımız yok” diyerek Obama’ya “Küba siyaseti hakkında teori geliştirmeye çalışmaması” gerektiğini tavsiye etti. Uzun ve ayrıntılı bir mektup kaleme alan Fidel Castro, Obama’nın açıklamalarına birer birer cevap vererek, şunları vurguladı “Kimse bu soylu ve fedakar ülkenin şanını ve haklarını bırakacağını düşünmesin… Halkın çalışkanlığı ve zekasıyla ihtiyaç duyulan yiyecek ve maddi zenginliği.” Aslında Fidel Castro’nun söz konusu mektubunda dile getirdiği eleştiriler ile 2009 yılında bir röportaj vesilesiyle sarf ettiği sözler büyük bir çelişki taşıyor. 2009 yılında Amerikalı Gazeteci Jeffrey Goldberg’e verdiği mülakatta Küba modelinin hala işler olup olmadığına yönelik bir soruya Fidel Castro şu cevabı verecekti: “Bu model artık bizim işimize bile yaramıyor… Ekonomide devletin ağırlığı çok fazla.” Bu sözler aslında bugün tartışılan ABD ile ilişkilere ışık tutuyor. Ki Küba’da son yıllarda içerisine girilen çizginin kapitalist restorasyonu geliştirme yönlü olduğu biliniyor. Reformlar adı altında hayata geçirilen poli-

tikalar emperyalist-kapitalist sistemin adım adım Küba’da tahakkümüne giden yolu döşüyor. Bu sürecin öne çıkan başlıklarını şöyle özetleyebiliriz: 500 bin kamu çalışanının işten çıkartılarak devlet destekli küçük üretici pozisyonuna çekilmesi, küçük işletmelerde var olan kapitalistleşme sürecinin tarım sektöründe yaşamsallaştırılmaya çalışılması, yabancı sermayenin ülkeye gelebilmesi için uygun alt yapı ve kurumsal düzenlemelerin hayata geçirilmesi, Küba’nın Mariel Limanı’nın 800 milyon dolarlık bir yatırımla “serbest ticaret bölgesine” ve uluslararası konteynır limanına dönüştürülmesi… Söz konusu reformları uzatmak mümkün fakat bu kadarı yeterli diye düşünüyoruz.

Küba’da Sosyalizmin Zaferi (mi?) Küba, devrimden bu yana üzerine yoğun tartışmaların sürdüğü bir ülke konumunda. Bu tartışma durumu özellikle Rusya ve Çin başta olmak üzere sosyalist ve halk demokrasisi yönetimlerinin yıkılması sonrası, bugüne dek varlığını koruyup sürdürmesi neticesinde daha da yoğunlaşmış durumda. Küba’ya dönük devrimden bu yana devam eden ABD ambargosu ve sürekli bir şekilde süren suikast, sabotaj, darbe girişimleri, ajan faaliyetleri ve benzeri saldırılar altında “sosyalizmin kalesi” isimlendirmesiyle varlığını koruyan Küba için şimdilerde de “ABD’yi dize getiren, yenen”, “Sosyalizmin

ABD karşısındaki zaferi” şeklinde övgü dolu cümleler kuruluyor. Her ne kadar Küba ile ABD arasında geliştirilen ilişkilere dönük sert eleştiriler getirenler olsa da genel yaklaşımın yukarıda belirttiğimiz minvalde geliştiğini söyleyebiliriz. 53 yıldır diplomatik ilişkileri kesik olan ABD ile Küba arasında yaşanan gelişmeler, ikili ilişkilerin yeniden tesis ediliyor olması, Küba yönetimi tarafından hayata geçirilen yeni politikalar önümüzdeki döneme dair önemli ipuçları sunuyor. ABD’nin uzun yıllardır inişli-çıkışlı bir seyirde devam eden geçen yıl ise bir anlaşmayla sonuçlanan İran’la ilişkileri sonrası, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’da Küba gibi bir devletin varlığı büyük bir rahatsızlığa yol açıyordu. Bu rahatsızlık durumu sadece sosyalist söylemlerin ya da halkçı bazı uygulamaların hayat bulmasından başka özellikle Rusya ve Çin emperyalizmiyle geliştirilen ilişkilerden de kaynaklıdır. Küba devletinin anti-emperyalist çizgisinin esasen anti-ABD’yle sınırlı olduğu biliniyor. Ki Rusya emperyalizminin Latin Amerika’da üzerinde hayata geçirmeye çalıştığı politikalar da ABD için oldukça büyük sorunlara yol açıyor. Bir de Brezilya, Venezüella, Bolivya vb. başka ülkelerde “solcu” parti ve kişilerin başa geçip Küba ile ortak hareket etmeleri daha büyük bir soruna yol açıyor. Bundandır ki Kanada ve Papa Francis aracılığıyla uzun süredir devam ettirilen gizli


05

görüşmelerin, devlet başkanları düzeyinde resmi olarak somutlaşması büyük bir önemdedir. Castro ile Obama arasında yapılan telefon görüşmesi ve yine iki liderin kendi devlet televizyonlarında yaptıkları açıklamalar sonrası pratik adımlar atılmaya başlandı. Bu anlaşma durumunun ilk meyvesi ise karşılıklı “casus takası” oldu. ABD 16 yıldır hapiste tuttuğu üç Kübalıyı, Küba ise uzun süredir hapiste tuttuğu iki ABD ajanını serbest bıraktı. Bu pratik adımların aslında dışa dönük imaj yaratma amaçlı yapıldığı aşikâr. Asıl olanlar ise kamuoyuna pek de yansımayan ve ekonomik alanda yaşanan gelişmeler. Her ne kadar ABD ambargosu önemli ölçüde devam etse de Küba devleti tarafından hayata geçirilen yeni politikalar, kapitalist sermayenin bu ülkede istediği gibi at oynatmasına vesile olacak cinsten. Özel girişimci ve küçük çiftçilerin ihtiyaç duyduğu malzemelerin ihracındaki engellerin kaldırılması, bankalar arası karşılıklı hesapların açılması ve Amerikan telekomünikasyon şirketlerinin Küba’da faaliyet göstermelerine izin verilmesi bunların başında gelen düzenlemeler. Kuşkusuz karşılıklı süren görüşmeler sonrası Küba üzerinde süren ambargonun tümden kaldırılması ve Küba’da kapitalist sermayenin özgürce faaliyet yürütmesinin önündeki engellerin temizlenmesi süreci yaşanacaktır. Küba devriminden önce ülke topraklarının üçte ikisi ve sanayinin dörtte üçünün ABD’li şirketlerin kontrolünde olduğu gerçekliğini düşününce ABD için nasıl önemli bir pazarın kaybedildiği daha anlaşılır olacaktır. ABD ile “çözülen sorunlar” sonrası Küba’nın başta Amerikan kıtası olmak üzere AB emperyalistleri ve diğer emperyalist-kapitalist güçlerle daha ‘sıcak’ bir ilişki geliştireceği kesin. Uzun yıllardır küçük burjuva bürokratik bir elit tarafından yönetilen ve devlet ekonomisinin merkezde olduğu Küba’da adım adım kapitalist sermayenin yaşamın bütün alanlarında tahakkümünü kurduğu ve emperyalist sistemin bir bileşeni haline geleceği bugünden görülmektedir. Küba’da ki mevcut bürokratik devlet yapısını sosyalist olarak değerlendirip, dünya halklarına bu yönlü bir propaganda yapmak büyük bir yanlıştır. Küba’da hayata geçirilen sosyal haklara bakarak sosyalizm arayanların İsviçre vb. ülkeleri komünist olarak değerlendirmeleri gerekir herhalde. Küba’da halkın genel refah durumu, yönetim modeli, halkın yönetim sürecine katılımı, üretim araçlarının devlet mülkiyeti adı altında küçük bir partidevlet eliti elinde toplanması gibi bir dizi sorun orta yerde durmaktadır. Komünistdevrimcilerin Küba’da uzun yıllardır devam eden anti-ABD’ci çizginin anti-emperyalist, anti-kapitalist bir öze kavuşturulması için eleştiri ve mücadele yürütmeleri kaçınılmaz görevleridir. ABD emperyalizmin Küba üzerinde kurmaya çalıştığı gerici hegemonyaya karşı da uyanık olunup, mücadele kesintisiz bir şekilde sürdürülmelidir.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

MİLLETVEKİLLERİNİN DOKUNULMAZLIKLARININ KALDIRILMASI ÜZERİNE

E

rdoğan/AKP güruhunun Kürt Ulusal Hareketi ve genel olarak Kürt ulusuna karşı nasıl bir düşmanlık içinde olduğu tartışma götürmez biçimde ortadadır. Bu düşmanlığın ilan edilerek en azgın biçimde pratikleştirilen topyekûn savaş saldırganlığıyla tırmandırılıp zirveye çıkarıldığı bilinmektedir. Çözüm safsatasıyla yürütülen örtülü düşmanlık sürecini geride bırakarak aleni ve amansız düşmanlık temelinde yeni boyuta taşınan bu düşmanlık, yürütülen barbar kıyım ve soykırım katliamlarının tanıklığıyla yoruma muhtaç olmayacak kadar ırkçı-faşist karakterde ve bir o kadar da iflah olmaz kuralsız barbarlık niteliğindedir. Tekçi, faşist Erdoğan/AKP sultasının kıyım ve katliamlarla ünlenen azgın saldırganlığı, Kürt ulusunun tüm tarihi boyunca maruz kaldığı kırım, imha, katliam, milli mezalim ve baskının en büyük ve en zalimane örneklerini temsil eden durumdadır. Çözüm-barış diyen, inkâr-asimilasyon dönemi bitmiştir diyen Erdoğan/AKP güruhu en büyük çözümsüzlüğü dayatıp yaşatmakta, inkâr-asimilasyon ve imhanın dehşet verici boyutunu uygulamaktadır. Tüm dünyanın gözleri önünde yaşanan gerçekleri kanıtlamanın ve ayrıntılı izah etmenin gereği yoktur. Tekçi-faşist Erdoğan/AKP güruhunun nasıl bir terör ve katliam gerçekleştirdiği alenen ortadadır. Kürtlere reva gördüğü katliam ve kırımla yetinmeyip akla gelebilecek her türlü baskı ve bu baskının en ağırlaştırılmış biçimi olarak her türlü araç ve yöntemi kullandığı da izlenmektedir. Özcesi, Erdoğan/AKP faşist sultasının Kürt Ulusal Hareketi ve silahlı silahsız tüm güç ya da aktörlerini ezerek tasfiye etmeyi hedeflediği, ulusun iradesini hiçe sayarak teslim alıp köleleştirmeye çalıştığı, dayattığı bu teslimiyet ve köleliği gerçekleştirmek için en zalim katliamlar gerçekleştirdiği, kirli oyun ve hilelere başvurduğu, komplo, entrika ve provokasyonlar yürüttüğü, her nitelikte linçler gerçekleştirdiği, seçilmiş siyasetçi ve milletvekillerine kadar tüm demokratik dinamiklerini koyu bir baskı altına alarak susturmaya çalıştığı ve hatta yargılatıp hapislere tıktığı gizli değildir. Amaç da yapılanlar da açıktır. Yapılanların belli olduğu kadar niçin yapıldıkları da bellidir. Kürt ulusunun iradesini kırıp yok sayarak teslim almaya ve köleleştirmeye çalışan, bu amaç doğrultusunda Kürt Ulusal Hareketi’ni ezip tasfiye etmeye çalışan Erdoğan/AKP güruhu, uyguladığı barbar katliam ve kırımda netice alamayınca, saldırganlığını en pervasız boyuta taşıyarak kendi yasalarını da tanımayacak biçimde demokratik kurum ve örgütlenmeleri, bura mücadelelerini de hedef alarak faşist baskılarının sahasını sonuna kadar genişletmektedir. İşte HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması da bu temel üzerinde veya bu hedefler zemininde anlam kazanmakta, gündeme gelmektedir. Kürt ulusu namına ne varsa ona saldırıp yok etme, Kürt ulusunun iradesini kırarak dize getirip teslim alma bu güruh ve sultan bozuntusu şefinin aktüel tavrıdır. (Elbette bu güruh tüm demokratik, ilerici, devrimci, sosyalist ve hatta burjuva aydın ve muhalefete karşı da benzer tonda düşmanlık içindedir. Dahası, insanlıkla bir düşmanlık içindedir bu gericilik. Yani salt Kürt ulusuna saldırmakla özdeş değildir bu güruhun karakteri…) HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırıl-

ması girişiminin Kürt ulusuna uygulanan milli zulüm ve baskıdan bağımsız olmayıp onun doğrudan bir parçası olduğu açıktır. Söz konusu dokunulmazlık fezlekelerinin meclise getirilmesi ve dokunulmazlıkların kaldırılarak ilgili milletvekillerinin yargılanarak siyasetten men edilip hapislere gönderilmesi tekçi, ırkçı-faşist iktidarın Kürt ulusuna dönük baskılarının bir parçası ise, ki öyledir, o halde Kürt ulusuna uygulanan tüm gerici ve faşist baskılara karşı çıkıldığı gibi, bu faşist milli baskının parçası durumundaki HDP milletvekilleri dokunulmazlıklarının kaldırılmasına da aynı zeminde karşı çıkılmak durumundadır. Mesele milletvekillerinin parlamentoda kalması veya kalmaması, parlamento veya milletvekillerinin siyasi olarak büyük anlam taşıyıp taşımaması değil, Kürt ulusuna uygulanan ırkçı-faşist baskılardır. Nasıl ki, Kürt usuna uygulanan baskı ve katliamlara karşı çıkmak ve mücadele etmek görev ise, bu baskıların bir biçimi ve uzantısı olan ya da aynı gerici amaçlara sahip olan HDP milletvekilleri dokunulmazlıklarının kaldırılmasına karşı da aynı tutum alınmak durumundadır. Özcesi bizlerin HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına dönük yaklaşım ve tavrı bu zeminde cereyan etmek durumundadır. Kürt ulusuna dönük baskılardan ve aynı zamanda faşist-gerici saldırganlıktan bağımsız olarak salt milletvekilleri dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin bir karşı çıkışımız veya bu karşı çıkışı görev olarak benimsememiz düşünülemez elbet. Milletvekilliği dokunulmazlıklarının kaldırılması tartışmasının doğrudan HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması anlamına geldiği, amacın bu olduğu ise bizler açısından nettir. Genel olarak milletvekilliği dokunulmazlıklarının kaldırılmasına karşı çıkmamız veya bu konuda özel görev ve gündem belirlememiz düşünülemez. Esasta ve özünde söz konusu olan ya da amaçlanan HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve Kürt Ulusal Hareketi’ni demokratik alandaki mücadele ve iradesinin baskı altına alınıp geriletilmesidir. Bizlerin karşı çıktığı nokta tam da budur. Kısacası, HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması meselesini bu zeminde okumaktayız. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı yaklaşımımız da bu zeminde ifade bulur. Belli sayıda da olsa milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması karşısında HDP’nin tavrı ise, tüm üyelerini kapsayacak şekilde genel bir tavırla protesto edip meclisten çekilmek yönünde olmalıdır. Çünkü milletvekilleri dokunulmazlıklarının kaldırılması alenen Kürt ulusuna karşı uygulanan baskı politikalarının bir sonucu ve siyasi bir karar-tavır olarak gündeme gelmektedir. Dolayısıyla HDP milletvekillerinin parlamentoda da susturulmasını içermektedir. Yani, dokunulmazlıkları düşürülmeyip de mecliste bulunan vekiller her an dokunulmazlıklarının kaldırılması tehdidi ve baskısı altındadırlar. Zira, kaldırılması hedeflenen dokunulmazlıklar olağan yasal süreç ve gerekçelere dayanmamakta, alenen siyasi tavır ve Kürt ulusuna dönük saldırganlık temelinde gündeme gelmektedir. HDP milletvekilleri dokunulmazlıklarının düşürülmesi karşısında HDP’nin parti olarak meclisten çekilme tavrı netleşirse veya bu kararlılıkta bir tavır belirlenirse iktidarın bunun sonuçlarını göze alamayacağı açıktır. Ki, iktidarın yaptığı şantajlara rağmen dokunulmazlıkları kaldırmayı kolayca göze alamadığı da söylenebilir.


06

güncel analiz

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Rojava’da Federasyon ilanı ve bazı sorunlar Rojava’da yaşamsallaştırılan yönetim modeli ve bugün genişletilerek çeşitli ulus, milliyet ve inançtan halkın bir araya gelip oluşturduğu Rojava ve Kuzey Suriye Demokratik Federal Sistemi, bütün eksiklik ve açmazlarına rağmen desteklenip, dayanışma gösterilen bir sistemdir. Bu sistemi hayata geçiren güçlerin belirli noktalarda içerisine düştükleri hatalı yaklaşımlar, özellikle emperyalist güçlerle kurmaya çalıştıkları ilişkiler devrimci dostluk temelinde ısrarla eleştirilmelidir. Dünya halkları ve özellikle Ortadoğu ülkelerindeki bütün komünist-devrimci-demokratik güçler, parti ve örgütler buralarla ilişkilenip süreçte daha fazla rol almalıdırlar… Oldukça yoğun çelişki ve çatışmaların yaşandığı Suriye’de Kürtlerin merkezinde yer aldığı önemli bir adım daha atıldı. Kısa süre önce ateşkesin ilan edildiği, Rusya’nın askeri güçlerini çektiği ve Suriye ordusunun çeşitli güçlerin işgali altında olan bölgeleri birer birer geri aldığı bir konjonktürde Rojava-Kuzey Suriye Demokratik Federal Sistemi ilan edildi. Girkê Legê’ye bağlı Rimelan kasabasında 16-17 Mart 2016 tarihlerinde gerçekleştirilen toplantısı sonrası Federasyon ilanı gerçekleştirildi. Emperyalist güçler ve bölge devletleri tarafından tepkiyle karşılanan Federasyon ilanının Suriye denkleminin en önemli etkenlerinden biri olacağı göz ardı edilemez bir gerçekliktir artık. Rojava’nın her üç kantonu, Girê Spî, Şedade, Halep ve Şehba bölgelerinden Kürt, Arap, Süryani, Asuri, Ermeni, Türkmen ve Çeçenleri temsilen 31 parti-örgüt ile 200 delegenin katıldığı toplantı sonrası ortak bir basın açıklamasıyla sonuç bildirgesi okundu. Rojava-Kuzey Suriye Demokratik Federal Sistemi Kurucu Meclisi Eş Başkanı Mensur El-Selum tarafından okunan sonuç bildirgesinde şu hususlara vurgu yapıldı: “Cizîr, Kobani ve Efrîn kantonları Demokratik Özerklik Yönetimleri Genel Koordinasyonu, Suriye krizine siyasi çözüm bulmak ve Rojava ile Kuzey Suriye bölgelerinin yönetim biçimi ve sisteminde anlaşmak amacıyla bu bölgelerde ve terörden yeni kurtarılmış bölgelerdeki tüm halklara, siyasi parti ve sivil toplum örgütlerine yaptığı geniş katılımlı toplantı çağrısı üzerine bizler bu bölgelerin temsilcileri olarak 16-17 Mart 2016’da bir araya geldik. Bu toplantı vesilesiyle, kanlarıyla kahramanlık destanları yazan ve bugünlere gelmemizi sağlayan tüm halklardan şehitlerimizi bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz.

Toplantımızda şu kararlar alınmıştır: Demokratik Federal Sistem, tüm toplumsal katmanları ve oluşumları kapsama temelinde, geleceğin Suriye’sinin tüm Suriyeliler için olacağını garanti eder. Tüm çalışmalar Rojava-Kuzey Suriye Demokratik Federal Sistemi ekseninde yürütülecektir. Kurucu Meclis Eş Başkanlığı ile 31 kişiden oluşan Örgütlenme Kurulu seçilmiştir. Örgütlenme Kurulu 6 ay içerisinde bir Toplumsal Sözleşme hazırlayarak sistemin genel siyasi ve hukuki altyapısını oluşturmakla görevlendirilmiştir. Meclisin tüm Komiteleri ve ha-

zırlanan tüm belgeler, Birleşmiş Milletler ’in (BM) insan haklarını ve toplumsal demokratik sistemlerine ilişkin kararlarını esas alır. Toplantımızın katılımcıları da yeni inşa edilen bu sistemin Suriye toplumuyla derin bağlarının bilincinde olup kendilerini bunun bir parçası olarak görür; halkların kardeşliğini ve barışı esas alır. Kadın özgürlüğü Demokratik Federal Sistemin özünü teşkil eder. Kadının her düzeyde eşit katılım hakkının yanı sıra tüm siyasi ve toplumsal alanlarda da eşit temsiliyeti hakkı esastır. Rojava-Kuzey Suriye Demokratik Federal Sistemi çatısı altında yaşayan tüm halklar ve topluluklar, Demokratik Federal Sistemin çıkar ve amaçlarına ters düşmeden aynı inançtan, kültürden halk ve topluluklarla bölgesel ve uluslararası düzeyde her türlü siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel demokratik ittifak ve ilişki geliştirebilir. RojavaKuzey Suriye Demokratik Federal Sistemi’nin bölgesel düzeydeki amacı, Ortadoğu’da yaşayan tüm halklar arasında siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanda demokratik birliği sağlamak, bununla ulus devlet sınırlarını aşarak halklar için güvenlikli, barış ve kardeşlik içinde bir yaşam inşa etmektir. Çetelerden kurtarılan bütün bölgelerde yaşayan tüm halkların federal sisteme gönüllü temelde katılma hakları vardır. Bu sistem Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve birliğini korumaktadır. Rojava ve Suriye’nin değerli halkları, grupları ve toplumsal oluşumları; Bugün, Suriye’de milyonlarca Suriye’linin göçmen olduğu, on binlerce insanın yaşamını yitirdiği ve kentlerinin yakılıp yıkıldığı, Suriye’nin belki de tarihinin en kötü ve trajik bir durumu yaşadığı tarihi ve hassas bir dönemden geçmekteyiz. Buna karşılık, kanlı bir iç savaşın sürdüğü son beş yılda Rojava’da şehit kanlarıyla bir demokratik deneyim oluşturulup savunulmuştur. Bu da, Rojava ve Suriye’de demokratik federal bir sistemi inşa etmemiz için

önemli bir fırsat sunmaktadır. Bunun Suriye krizine çözüm oluşturacak bir örnek model teşkil edeceğine inanıyoruz. Alınan bu tarihi kararlar çerçevesinde, özgür yaşamı temsil eden kadınlara, gençlere, topluluklara, emekçilere, halklara ve tüm toplumsal kesimleri demokratik federal sistemin inşasına katılmaya, yine tüm demokratik çevreler ve güçleri de bizlere destek olmaya çağırıyoruz.”

Tepkiler… Suriye’de ilan edilen Federasyon yönetimine karşı başta ABD ve “TC” olmak üzere emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından yoğun tepkiler gelmeye başladı. Kendi çıkarları ekseninde Suriye’de sürdürülen gerici işgal ve savaş üzerinden kirli emellerini gerçekleştirmeye ve kendilerine bağlı, işbirlikçi bir yönetim kurmaya çalışan tüm bu gerici güçlerde Rojava’da kurulan sistemin verdiği rahatsızlık devam ederken, bu kez Kuzey Suriye’deki birçok farklı ulus, milliyet ve inançtan halkın bir araya gelerek Federasyon ilan etmesi söz konusu rahatsızlık durumunu da had safhaya çıkartıyor. İdeolojik-siyasi-örgütsel eleştiri ve kaygılarımıza rağmen Rojava’da ilan edilen sistem Ortadoğu denklemi içerisinde oldukça devrimci-ilerici bir kazanım ve ileriye doğru atılmış bir adımdır. Bu hamlenin emperyalist güçler ve bölgedeki başta “TC” olmak üzere- gerici güçleri oldukça kaygılandırdığı ve bu güçler tarafından teslim alınıp, etkisiz kılınmaya çalışıldığı biliniyor. Rojava’ya önderlik eden Kürt güçlerinin bölgede yaşayan farklı ulus, milliyet ve inançtan halkla beraber daha geniş ve demokratik birlikler kurma yönünde attığı bu adımların emperyalist politikalara darbe vurduğu kuşkusuz bir gerçek. Rojava ve Kuzey Suriye’de Federasyon ilan edilmesine karşı ABD ve Rusya böyle bir adımı desteklemediklerini söyleyip alay edercesine Suriye’nin bütünlüğünden yana


07 olduklarını ifade ederken, Suriye’nin BM Temsilcisi ise Kürtlerin ülkenin kuzeyinde ilan ettikleri Federasyonu kabul etmediklerini vurguladı. Suriye’de ilan edilen Federasyon’a dönük tek destek ise Güney Kürdistan yönetiminden geldi. Erbil’den yapılan açıklamalarda Suriye için en doğru çözümün Federasyon olduğu ifade edildi. Gelen tepki ve tartışmalar sonrası bir açıklama yapan PYD Eş Başkanı Salih Müslim ise Federasyon ilanının Cenevre’ye katılmak için bir blöf olmadığını, Federasyonu tanımayacaklarını ilan eden Suriye Yönetimi ile ABD’yi ikna edebileceklerini ifade etti. 3. Cenevre Görüşmeleri’nin devam ettiği sırada ilan edilen Federasyon’un Suriye’nin geleceğine dönük yapılan bütün tartışma ve hamlelerde oldukça önemli bir belirleyen olacağı kesin. Her ne kadar Federasyon ilanına karşı uluslararası arenada olumsuz tepkiler gelse de, sahada en önemli fiili güçlerin böylesine bir hamlede bulunması göz ardı edilecek bir durum değil. ABD gibi emperyalist güçlerin açıktan karşı çıktığı Federasyon ilanına dair asıl tartışılması ve ikna edilmesi gereken kesim ise PYD ve Rojava ile yakın ilişkiler içerisinde olan demokratik Suriye muhalif güçleridir. Rojava’da inşa edilen yönetimi ve Kürtlerin haklarını meşru görüp destekleyen bu güçler Federasyon ilanını ise zamanlama ve yöntem açısından doğru bulmuyor. Keza Suriye halkının ayrılmaz bir parçası olduklarını ve Federasyon ilanını kabul etmediklerini başta Araplar olmak üzere ifade eden çeşitli demokratik kesimler de bulunuyor. Küçük bazı bölgeler dışında homojen bir yapıya sahip olmayan Suriye’de böylesine bir adımın çeşitli ulus ve inançlar arasında yeni bir çatışmaya yol açmaması için oldukça demokratik bir sürecin işletilerek kararların alınması en doğru yöntem.

Meseleye Yaklaşımımız Suriye’de yaşanan gerici savaş, işgal ve katliamlar altıncı yılına yaklaşıyor. Emperyalist-kapitalist politikalar sonucu ortaya çıkan çelişki ve çatışmaların en aktüel yaşandığı ülkelerin başında kuşkusuz Suriye geliyor. Gerici-selefi çetelerin her türlü yardımla Suriye’ye gönderilip buranın tam bir harabeye çevrildiğine tanık olduk-oluyoruz. Esas olarak ABD ve Rusya emperyalistleri ile piyon güçleri arasında yaşanan ve vekâlet savaşları şeklinde devam eden Suriye sorununun, bugün aynı güçler tarafından “çözüme” kavuşturulmaya çalışılması ise ironiktir. Kurtla avlanıp kuzuyla ağlayanların Suriye halkına, Suriye’nin geleceğine dair sunacakları herhangi bir pozitif katkı yoktur. Bunca yıkım, zulüm ve ölümün sebebi olanların bu gerçeklikleri ortadan kaldıracak güçler olarak lanse edilmesi ise akıl almaz bir tutumdur. Suriye’de yaşanan çelişki ve çatışmaların bir çözüme kavuşması için acilen hayata geçirilmesi gereken politikalar söz konusudur. Her şeyden önce Suriye üzerinde kirli hesapları olan, Suriye’yi kuşatma altına alıp, piyonları aracılığıyla burayı düşürmeye çalışan bütün emperyalist güçlerin acil ve kesin bir şekilde Suriye topraklarını terk etmesi gerekiyor. Aynı şekilde Suriye’de emperyalist güçlerin piyonu olarak hareket eden bütün çeteler, bütün güçler koşulsuz bir şekilde acil olarak Suriye topraklarını terk etmelidirler. Suriye halkının ve Suriye’nin geleceğine karar verecek yegane güç Suriye halkıdır, başkası değil. Suriye’de bugün ülke halkına önderlik edecek, gerici savaşı devrimci savaşa evriltip bütün emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerini, uşaklarını alaşağı edecek komünist-devrimci bir gücün yokluğu en büyük sorundur. Fakat Suriye’de başta Kürtler olmak üzere devrimci-demokratik anlayışın hâkimiyetinde gelişen çeşitli yönetimler ve hamleler geliştirilmektedir. Bu yönetim modeli ve anlayışın adım adım bütün Suriye’de hayata geçirilmesi Ortadoğu gibi bir coğrafyada muazzam bir ilerlemeye yol açar. Rojava’da yaşamsallaştırılan yönetim modeli ve bugün genişletilerek çeşitli ulus, milliyet ve inançtan halkın bir araya gelip oluşturduğu Rojava ve Kuzey Suriye Demokratik Federal Sistemi, bütün eksiklik ve açmazlarına rağmen desteklenip, dayanışma gösterilen bir sistemdir. Bu sistemi hayata geçiren güçlerin belirli noktalarda içerisine düştükleri hatalı yaklaşımlar, özellikle emperyalist güçlerle kurmaya çalıştıkları ilişkiler devrimci dostluk temelinde ısrarla eleştirilmelidir. Dünya halkları ve özellikle Ortadoğu ülkelerindeki bütün komünist-devrimci-demokratik güçler, parti ve örgütler buralarla ilişkilenip süreçte daha fazla rol almalıdırlar…

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ refik demir

TOPLUMSAL MESELELERE YAKLAŞIMDA REFERANSIMIZ PROLETER DEVRİMCİ SİYASETTİR

S

ınıflar mücadelesi düzleminde yaşanan her meseleye dair değerlendirme ve bakış açısı temsil edilen sınıf gerçekliği ya da ideolojik olarak gıdasını aldığı zemin itibari ile kuşkusuz ki tayin edici bir yerde durmaktadır. Her sınıf beslendiği ideolojik zemin düzleminde toplumsal meseleleri el alır. Toplumsal meselelere yaklaşımda en köklü ve bilimsel yaklaşımı ortaya koyan tartışmasız olarak MLM zemininde billurlaşan proleter devrimci bakış açısıdır. İstisnasız olarak vurgulamak gerekir ki yaşadığımız dünya gerçekliğinde bütün sorun ve çelişkilere dair en ileri çözüm perspektifini ortaya koyan proleter devrimci siyasettir. Özel mülk dünyası ve onun zemininden cereyan eden tüm sorunlara dair proleter sınıf hareketinin bir çözüm perspektifi bulunmaktadır. Sınıfların tahlilinden, ekonomik ilişkilere, iktidar meselesinden devrimci savaşlara, örgütlenmeden taktik ve stratejilere, araç-amaç ilişkisinden kitle siyasetine, ulusal sorundan din ve inançlar meselesine, çelişki yasasından diyalektik tarihsel materyalizme ve oradan da gelecek toplum projesi olan sosyalizm ve komünizme kadar bu düzlemi çoğaltabiliriz. Kuşkusuz ki bu süreç sadece belli bir tarihsel dönemde ortaya çıkmış ya da tamamlanmış bir şey değildir. Diyalektik gelişme yasasına bağlı olarak sıçramalı bir şekilde sürekli nitel ilerlemelerle bugünlere kadar gelmiştir. Bundan sonra da aynı bilimsel düzlemde nitel gelişmelerle yoluna devam edecektir. Bu süreç tamamlanmış bir süreç değildir. Çelişki yasasına bağlı olarak sonsuza kadar gidecektir. İnsanlığın ve sınıf mücadelesinin tüm tarihsel gelişim seyri bizlere bunu berrak bir şekilde göstermektedir. Dolayısı ile her toplumsal sorun ve çelişkiye yaklaşım mutlak biçimde ya proletaryaya ya da burjuvaziye tekabül eder. Bunu vurgularken kaba sınıf indirgemeci bir yaklaşımla kesinlikle meseleye yaklaşmıyoruz. Sınıflı toplumlar gerçekliğinde mutlak biçimde her düşünüş, davranış ve tavır bir sınıfa tekabül eder. Halk sınıf ve tabakaları içinde değerlendirdiğimiz devrimci ve ilerici güçlerin toplumsal meselelere ve çelişkilere yaklaşımda genelde burjuva özden kopamayarak ondan beslenirler. Toplumsal meselelere ilişkin perspektif ve pratik ilişkilenmeleri esas olarak küçük burjuvadır. MLM bilimsel zeminden önemli oranda etkilenmelerine ve kendilerini bu düzlemde ifade etmelerine rağmen, son tahlilde burjuva zeminine kaymaktan kurtulamamaktadırlar. Sonuç olarak proleter sınıf hareketi dışındaki tüm yaklaşımlar son tahlilde burjuvadır. Yaşadığımız güncel-siyasal gelişmeler bağlamında meselelerin ele alınışında ve yaklaşımda bu gerçeklikleri çok açıkça görmekteyiz. Siyasal ufukları küçük burjuva düzlemin ötesine geçemeyenler ve pragma-

tist siyaseti adeta ilke haline getirenler kâh o tarafa ve kâh bu tarafa savrulup durmaktadırlar. Onların torbalarında proleter devrimci siyasetin haricinde her türlü burjuva pragmatizmini ve oportünizmini görürsünüz. Son dönemlerde özellikle sol cenahta sakat bir biçimde tartışılan ve çeşitli polemiklere vesile olan TAK’ın Ankara saldırısı bunun somut örneklerinden biridir. Tekrardan vurgulamak gerekir ki proleter devrimciler olarak hangi sebeple olursa olsun istisnasız olarak halka yönelik olarak gerçekleştirilen, bilinçli ya da bilinçsiz halkı hedef alan hiçbir eylemi ilkesel olarak kabul etmeyerek meşru görmemekteyiz. Bu noktadaki ilkesel yaklaşımız dün olduğu gibi bugün de berraklığını korumaktadır. Ki bu noktada özelde TAK genelde ise Kürt Ulusal Hareketi keskin bir ideolojik eleştiriye tabi tutulmak durumundadır. Kürt Ulusal Hareketi ikircikli bir tavırla değil keskin bir şekilde bu tür eylemleri reddetmelidir. Ki bu tür eylemler en nihayetinde mazlum Kürt ulusunun demokratik ve meşru mücadelesine gölge düşürmektedir. Fakat bununla birlikte adeta pusuya yatmış kurtlar gibi bu tür eylemler üzerinden kaba bir şekilde topyekûn olarak Kürt Ulusal Hareketi’ni hedef tahtasına oturtan ve hâkim ulus milliyetçiliğinden beslenerek kin kusanlar bulunmaktadır. Bir de bu burjuva pespaye yaklaşımlarını “proleter tavır” “devrimci siyaset” adına yapmaktadırlar. Sözüm ona hala devrimci saflarda değerlendiğimiz bazı güçler ise artık iflah olmaz bir çizgi halini almış olan sosyal şoven yaklaşımlarını bayraklaştırarak tarihi arşiv taramasına girişerek Kürt Ulusal Hareketi’nin şeceresini çıkartarak mahkûm etmeye çalışmaktadırlar. Milliyetçiliğe karşı olma adına ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koyarak ele alan bir yaklaşımın devrimcilik adına ulusal sorunda söyleyeceği hiçbir şey olamaz. Halkları zehirleyen ve bölen hâkim ulus milliyetçiliğine tek bir söz söylemeyen fakat halkları zehirleyen ve bölen sanki Kürt ulusal milliyetçiliğiymiş gibi onu hedef tahtasına oturtan bir yaklaşım kesinlikle devrimci olamaz. Ağzından Marksizm’i, Leninizm’i düşürmeyen bu sosyal şoven anlayışlara sormak isteriz acaba ezilen ulus milliyetçiliğinin demokratik yanı nerde durmaktadır? Ya da merak ediyoruz bu anlayış sahiplerinin yayınlarında hâkim ulus milliyetçiliğine dair ne zaman bir eleştiri göreceğiz. Anti MLM çizgileri ve iflah olmaz burjuva liberal sosyal şoven hezeyanlarıyla adeta doktora yapmış olan Aydemir Güler ve şürekâsına ise söyleyecek söz bulmakta zorlanıyoruz. Burjuva aydınlanmacılığının paslı silahını kuşanıp Kürt Ulusal Hareketi’ne, devrimci ve komünistlere saldırarak kendilerine zemin yaratan bu burjuva baylara keskin sınıf mücadelesi ve bu zeminde devrimin kendi nesnel yasalarına dayanarak ilerleyecek olan proleter devrim hareketi devrimci savaşı kuşanarak gerekli cevabı verecektir.


08

güncel haber

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Brüksel-Lahor katliamları ve IŞİD, Taliban ve diğer cihadist bağnaz örgütlerin insanlık dışı, “savaş ahlakına” aykırı yöntemleri, bu eylem ve yönelime zemin sağlayan emperyalistlerin yerküremizi yağmalama, sömürme, paylaşma savaşlarıdır. Aynı şekilde emperyalist ve bölgesel gerici devlet egemenlikleri de bu tip kitlesel katliamlarla yerleşim yerlerini talan ve yağmalamalarla egemenlik kurmaktadırlar. Emperyalizm ve gerici bölgesel gerici işbirlikçilerinin bu politikaları tasfiye edilmeden bu kitlesel kıyımların sonu gelmeyecektir Emperyalist-kapitalist sistemin uluslararası kurumu olan NATO’nun merkezi ve bir nevi Avrupa’nın da başşehri Brüksel, IŞİD terörünün kanlı saldırısıyla Avrupa ve dünya özgülünde, önemli bir gündem oldu. Gerici cihadist örgüt IŞİD’in sivil halktan insanları hedef alan kanlı saldırısında 34 kişi yaşamını yitirirken, 200’ün üstünde insan da yaralandı. Bu saldırının akabinde, Pakistan’ın Pencap Eyaleti’nin başkenti olan Lahor’daki bir lunaparkta, tamamıyla sivilleri hedef alan bombalı saldırıda70’in üzerinde insan ölürken, 300’e yakın insan da yaralandı. Brüksel IŞİD, Pakistan ise Taliban patentli bir saldırıydı. Savaş halinde olduğu güçlerin, ekonomik, askeri, bürokratik kurum ve kişilerini hedef almayan, tamamıyla sivil halka yönelen ve kitlesel bir katliam şartlanmışlığıyla planlanan böylesi saldırıları ve sivil katliamları hiçbir sınıfsal ve ulusal çıkar gözetmeden lanetlemek, her şeyden önce devrimci ve komünistlerin dünya görüşü gereğidir. Bugün, Suriye ve Ortadoğu coğrafyası, Türkiye-Kuzey Kürdistan, Avrupa, Arap Yarımadası, Pakistan, Afganistan başta olmak üzere, yerküremizin birçok coğrafyasında bu tür kitlesel katliamlar sıradanlaşmış durumdadır. Emperyalist egemenlik çizgisinin gerici bölgesel güçler üzerinden yaşama geçirildiği tüm coğrafyalarda, ezilen halklar ve mazlum uluslar kitlesel katliamlarla sindirilmekte ve gerici güçler süreçlerini böyle dizayn etmektedirler. Emperyalist barbarlığın hegemonya savaşı, emperyalist-kapitalist sistemin ahlak anlayışından beslenen birçok gerici örgütlenmenin de gelişip güçlenmesine, siyasal ve sosyal zemin yaratmıştır. Bu siyasal ve sosyal zemini, bazı emperyalist ve bölgesel gerici güçlerden destek alarak

kullanan IŞİD ve Taliban gibi barbarlıklar, bu anlamıyla emperyalist-kapitalist sistemin ilişkilerinden bağımsız ele alınamaz. Eylem ve “hedef” seçimi konusundaki aynılık, gerici güçlerin bu ideolojik ortak damarından beslenmektedir. Yani, cihadist IŞİD gericiliğinin sivil halkı hedef alan kitlesel katliamları, emperyalist ve bölgesel gerici devletlerin egemenlikleri için gerçekleştirdiği katliamlarla aynı kulvardadır. Bu katliamlar üzerinde timsah gözyaşı döken ABD, Rusya, AB ülkeleri başta olmak üzere bölgesel gericilikler olan İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, İran ve Suriye en az IŞİD ve Taliban gibi gerici cihadist örgütler kadar kanlıdır, onlar kadar kirlidir. Bu anlamıyla sivil halkı hedef alan, gerici egemenlik çizgisi olarak uygulanan bu tür yönelimler, günümüz emperyalistkapitalist sisteminin içinde bir yerde durmaktadır. Bu egemenlik çizgisini uygulayan ya da kendi gerici çıkarlarını korumak ve genişletmek için bu gerici egemenlik çizgisini tarz olarak benimseyen güçlerin, ezilen halklara ve mazlum uluslara karşı gerçekleştirdiği bu suçlar, halklarımızın tarihsel yargısındadır ve lanetlidir. Brüksel ve Lahor katliamları, dinci bağnazlığı referans alan gerici cihadist bir örgüt olan Taliban ve IŞİD’in gerici dünya görüşlerinin, “mantıki” bir sonucudur. Emperyalist ve bölgesel gerici güçlerle, özellikle Suriye ve Irak üzerinde yaşadığı gerici çıkar çatışmasını bu tür şuursuz yönelimlerle, savaş dışında olan kitlelere fatura etmektedirler. Gerçekleştirdiği kitlesel katliamlara neden olan tek yön tabii ki bu değildir. Özellikle bazı bölgesel gerici güçlerle olan ilişkileri ekseninde, gerici emperyalistlerin ya da bölgesel güçlerin toplumsal gelişmelerin yönünü belirleme maksadıyla kontra eylemlerde direk ya da dolaylı rol verdikleri tartışmasızdır. Erdoğan-AKP faşist diktatörlüğünün merkezi kurumu MİT eliyle Suruç, Amed katliamlarının düzenlenmesi, HDP il binalarının bombalanması, buna verebileceğimiz en açık örnektir. Yakın zamanda YPG güçleri tarafından yakalanan ve MİT’le olan ilişki ekseninde gerçekleştirdiği eylemleri itiraf eden Savaş Yıldız, Erdoğan-MİT-IŞİD kontra ilişkisini deklare eden somut gelişmedir. Bütün bu öğeler ve IŞİD’in cihadist ideolojik özü birleştiginde, kitlesel katliamlarla, kafa kol kesmelerle ortaya çıkan vahşetin tablosu tamamlanmaktadır. Emperyalist-kapitalist hegemonya çatışmasında bölgesel gericiliklerle olan siyasal-ideolojik ortaklıkta tamamlanan bu tabloda, yine bu tablonun bir parçası olan Taliban ve IŞİD gibi gerici bağnaz örgütlenmelerin bu tür saldırılarının nedenlerini gerici sistemin dışında aramak,

eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Özellikle Ortadoğu özgülünde ittifak ve çatışmalı güçlerin konjonktürel duruma göre belirlendiği bir süreçte, gerici güçlerin kirli silahları birbirlerine karşı kullanmaları her zaman güçlü bir olasılıktır. Kullanılan bu kirli silahlarda, sivil halktan insanların katledilmesi, bu gerici güçler açısından sadece “vicdan ve duygu” sömürme gerekçesidir. Onlar her durumda kendi çıkarlarını korumayı esas alırlar ve katliamlar ardından devreye sokulan politikalar da bunu kanıtlamaktadır. IŞİD’in sivil halka yönelik kitlesel katliamları neden-sonuç ilişkisiyle yüzeysel olarak dahi sorgulandığında, sorunun köklü bir emperyalist talan politikasının ve bu politikanın dönemsel ihtiyaçlarına göre palazlanmasının zemin sunduğu gerici bağnaz “ittifak” ilişkilerinden kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır. Yani AB ülkelerinin uluslararası politikasının belirlendiği merkez olan Brüksel’de, bu siyasete “karşı” başka bir merkez olan Molenbeek’ten beslenen bombalar patlamakta, sivil halk hunharca katledilmektedir. Brüksel’in Molanbeek semti, Paris saldırılarında da gündeme gelmiş ve Paris katliamın planlayıcıları olarak ölü ya da sağ ele geçirilen Abdelhamid Abaaoud, Hadfi Bilal, Brahim Abdeslam ve Salah Abdeslam bu semtte doğup büyümüştür. Madrid, Charlie Hebdo, Brüksel Sinegog katliamının da, Melanbeek’te doğup büyüyen-

ler veya burada ikamet edenler tarafından yapılması, Avrupa’nın nazarında bu semti potansiyel suçlu ilan etse de, asıl görüntü bu degildir. Bu iç içe girmiş gerici ilişkilerin bir yansıması olarak ele alınmalıdır. Radikal dinci örgütlerin palazlanması için zemin sunan bir siyasetin ve gerici ilişkilerin dönemsel çıkarları gereği çatışması, yine bu gerici ilişkiler içinde bir yere oturmaktadır. Bütün bu gerici ilişkiler içinde, AB’nin uluslararası siyaseti ve emperyalist yayılmacılığı ele alındığında, “Brüksel’de bu bombalar somut şu nedenden dolayı patladı” yaklaşımı, gerçeklik karşısında çok anlamlı degildir. Sorun mahallî bir meseleye “misillemeden” öte bir durumdur. İstanbul, Paris, Ankara, Roma, Berlin, Madrid ya da Londra... Hepsi mahallî bir meseleye “misillemeden” öte emperyalist siyasetin gerici güçlerle ittifak ve çatışmasının sonuçlarıdır. Bu arka plan deşifre edilmeden, burjuva ideologların ve “strateji uzmanlarının” yüzeysel sorularla ulaştıkları “çözümlemeler” sadece gerici emperyalist siyasete uygulama alanı açmaya hizmet edecektir. Yani Molenbeek ile Adıyaman’daki Dokumacılar arasındaki ilişki ve benzerlik, gerici bir siyasal çizginin konjonktürel duruma göre egemen gerici güçlerle olan kontra ilişkisinde ele alınmak durumundadır. Yoksa coğrafik olarak bu alanların yaratılan ilişkilerden bağımsız potansiyel “suçlu” olarak ilan


güncel haber

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

09

egemen güçlerin klişe tutumları lanması, uygulamaya konulan “güvenlik” tedbirleriyle farklılaşmayacağı açıktır. Bu gerçekliğe karşın “polisiye tedbirlerle terörü” engelleme iddiası toplumsal dinamikleri militarize güçlerle kuşatma altına alma politikasıdır.

Erdoğan’ın “Kehaneti”, AB ile Tartışmalar ve Erdoğan-AKP İktidarının Tutumu Üzerine!

edilmesi hâkim sınıfların zevallerini kurtarma maksadına hizmet edecektir.

“Terörizmle” Mücadele Klişesi, AB’nin “Yeniden” Toplumu Kuşatma Gerekçesidir Gerici sermaye iktidarları, her toplumsal olay ve gelişmede Brüksel gibi kitlesel katliamların yarattığı baskılanmayı, kendi egemenliklerini sağlamlaştırmak ve toplumsal desteği arkalarına almak için kullanmaktadırlar. Ve bunu bir strateji olarak planlamaktadırlar. Toplumsal kaos ortamında “polis çağrılarına uyun”, “devletinizin ve hükümetinizin arkasında birleşin” sloganlarıyla sınırların kapatılması, seyahat haklarının kısıtlanması, polis baskınları ve aramalarının rutin hale getirilmesi, ikamet ve kişi dokunulmazlıklarının rafa kaldırılması, “özgürlüklerin” militarize güçlerle kuşatılması gibi yığınlarca “önlem”, “terörizmle” mücadele adı altında gündeme alınan OHAL yasalarıdır. Asıl amacın “terörizmle” mücadele olmadığı açıktır. Böyle bir başlık, AB emperyalistlerinin siyasetini ve terörünü sorgulamaya götürür ki; burada amaç bunu sorgulamaktan çok, toplumu, sivil katliamlar vesilesiyle manüpile etmektir. Bu saldırıları fırsat bilerek, toplumsal dinamikleri olağanüstü yasalarla yetkilendirilmiş militarize güçlerle disiplin altına almak, sınırlı var olan toplumsal özgürlükleri daha geri düzeye çekerek sürdürdükleri savaş politikalarına toplumsal destek

yaratmak, bu manüpilasyonun ana öğesidir. Diğer katliamlar özgülünde de AB emperyalistleri, aynı amaçla hareket etmiştir. IŞİD’e karşı “mücadelenin” adresi, farklı din ve kültürlere, göçmen ve mültecilere karşı geliştirilen ırkçı ve şovenist saldırılar olmuştur. Irkçılığın alttan örgütlenerek halkın tepkisiymiş gibi pratikleştirilmesi ve yağmalayıcı gösterilere dönüştürülmesi, oynanan kirli oyunun tehlike boyutunu ortaya koymaktadır. Toplumsal hak ve özgürlüklerin sınırlanması, militarize güçlerle yaratılan kuşatma, sosyal haklara getirilen kısıtlamalar, bu sürecin planlanarak uygulanan politikaları olmuştur. Bu ayağın emperyalist-kapitalist sistemin yağma savaşlarına “meşrutiyet” kazandırma çabasıyla birleştirilmesi, topyekûn stratejik savaş konseptini tamamlamaktadır. Son Brüksel katliamı ile daha da gün yüzüne çıktığı gibi AB emperyalistleri de sosyal zeminini kendi politikalarının oluşturduğu gerici güçler ya da devlet terörünü kendi politikalarından ayrıştırarak, bir toplumsal baskılanmaya dönüştürmektedirler. Olağanüstü gerici, baskıcı yasalarla ve polisiye önlemlerle asıl yöneldikleri tartışmasız toplumsal muhalif dinamiklerdir. Yoksa bombaların patladığı, sivil masum insanların katledildiği mekânlar, askeri olarak en ileri teknoloji ile “korunan” mekânlardır. “Yüksek güvenlikli” havaalanları, yeraltı treni istasyonları ve caddelerin bomba-

Daha Brüksel’de bombalar patlamadan Erdoğan’ın direk Belçika ismini vererek, “Onlar da bu terörden nasibini alacaklar” yönlü açıklaması bir “kehanet mi”, siyasal öngörü mü ya da bir bilenin açıklaması mı? bilinmez. Bu konuda somut bir veri ortaya koyma durumunda da değiliz. Türkiye-AB mülteciler “zirvesi” sonrası girilen pazarlıkta kendisine avantajlı sonuçlar çıkarma maksatlı da olabilir, geleceği okuma siyasal “öngörüsü de”! Bunlar ezilen halkların geleceği özgürleştirme mücadelesinin gücünde tarihin karanlık sayfalarından kurtarılarak aydınlatılacaktır. Bütün bunlardan öte Erdoğan- AKP faşist iktidarı da bu kitlesel katliamları, bölgede ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da sürdürdüğü kirli savaşına “meşruluk” kazandırmak için kullanmaktadır. Amaç ve kullandıkları araç ilişkisinde, AB emperyalist efendileriyle aynı anlayışta olsalar da, konjonktürel olarak öncelik haline getirdikleri hedefler bağlamındaki farklılık, AB emperyalistleriyle çatışmalı durumu ifade etmektedir. Türk faşist egemenliği, kuzeyden Rojava’ya öncelikle Kürt ulusunu gelenekçi faşist devlet siyaseti gereği, inkâr ve imhaya tabi tutmak istemektedir. Devrimci ve sosyalist güçleri bu kuşatma içinde ezerek faşist sürecini örgütlemek merkezi siyasal planlamasıdır. Devrimci ve komünist parti güçlerinin ulusal devrimci hareketle birlikte ilan ettiği HBDH, Türk hâkim gericiliğini bu merkezi planında daha kapsamlı ve hesaplı hareket etmeye yönlendirmiştir. Türkiye-Kuzey Kürdistan ve Rojava Kürdistanı devrimci hareketini uluslararası alanda bir “terör” sorununa indirgeyip bura üzerinden özellikle Kuzey Kürdistan’da insanın hayal dünyasını zorlayan katliamlara meşruluk kazandırmak, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün temel amacıdır. Brüksel’de demokratik bir çalışma olarak kurulan çadırlar üzerinden fırtınaların koparılması, IŞİD, YPG, PKK gibi farklı nitelikteki örgütleri bir torbaya koyarak “terörist” ilan etmesi ve okun sivri ucunu YPG ve PKK’ye yönlendirmesi bu amacının dışa vurumudur. IŞİD Türk egemenlik sisteminin esas gündemi değildir. Tüm bu tartışmalar içinde Başika’da IŞİD’le çatışma görüntüsü tamamıyla bir yanılsamadır.

Ülkede ve bölgede esas hedef aldığı güçler sosyal ve ulusal devrimci ileri güçlerdir. Bu hedefinde AB ve NATO’yu yanına almada sorun yaşayan Türk hâkim gericiliği, elindeki tüm kozları bu minvalde kullanmaktadır. AB emperyalistleri ise, bölgedeki planlarını kendi stratejik sürecine göre örgütlemek istemektedirler ve konjonktürel farklılıklar ittifak halinde olduğu gerici güçlerle (Türk hâkim gericiliğiyle olduğu gibi ) uzlaşmazlık yaratmaktadır. Bu durum, Türkiye-AB mülteciler “zirvesi”, AB müzakereler süreci gibi birçok konuya damgasını vurmuş ve güçlerin karşılıklı pazarlıklarıyla hala güncel bir durumdur. Aynı kirli pazarlık Brüksel katliamı üzerinden de sürmektedir. Hatta bunun karşılıklı suçlamalara dönüştürülerek sürdürülmesi, gerici dalaşın kirli siyaseti gereğidir. IŞİD’in İstanbul katliamından sonra, AB ülkelerinin vatandaşlarına “Türkiye’ye gitmeyin” uyarılarına karşı “Alın! Paris, Brüksel, Londra... Ankara, Diyarbakır ve İstanbul’dan güvenli mi?” hamlesi, gerici egemenliklerin insan kanı üzerinden yaptığı bağnaz siyasettir. “Bombacıyı biz yakaladık, siz bıraktınız” üzerine süren tartışmalar sadece iki suçlunun düellosudur. Sorun bunda öte bir sorundur.

Devrimci Güçlerin Özgürlük Mücadelesi Bu Gerici Terörizmle Hesaplaşma Mevzisidir IŞİD, Taliban ve diğer cihadist bağnaz örgütlerin insanlık dışı, “savaş ahlakına” aykırı yöntemleri, bu eylem ve yönelime zemin sağlayan emperyalistlerin yerküremizi yağmalama, sömürme, paylaşma savaşlarıdır. Aynı şekilde emperyalist ve bölgesel gerici devlet egemenlikleri de bu tip kitlesel katliamlarla yerleşim yerlerini talan ve yağmalamalarla egemenlik kurmaktadırlar. Emperyalizm ve gerici bölgesel gerici işbirlikçilerinin bu politikaları tasfiye edilmeden bu kitlesel kıyımların sonu gelmeyecektir. TürkiyeKuzey Kürdistan’da, Ortadoğu’da, Avrupa’da devletin ya da gerici bağnaz güçlerin eliyle gerçekleştirilen “terörizme” karşı mücadele, ezilen halkların, mazlum ulusların, ötekileştirilen inanç gruplarının, özgürleşme mücadelesiyle direk bağlantılıdır. Emperyalist güçlerin, gerici bölgesel devletlerin, dünyayı yağmalama ve paylaşma savaşlarına karşı ezilen ve sömürülen halkların mücadelesi her bir coğrafyada özgünlükler içerse de, hedefi; parçadan bütüne emperyalistkapitalist sistem ve onun gerici müttefik güçleridir. Özgürlükleri savunmak, sosyalist demokrasiyi ve insanlığa baki barışı getirmek, bu gerici güçlerin her alandaki politikalarına karşı her cepheden mücadele ile olanaklıdır.


10

güncel haber

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Ortaya saçılan sistemin pisliğidir Tekrar konumuza dönecek olursak “Dindar bir nesil yetiştireceğiz” diye bas bas bağıran devlet yöneticileri, öğrencileri dini vakıflar, cemaatler, İmam Hatip Liseleri, İlahiyet Fakülteleri vb.lerin insafına bırakmışlardır. Tüm bu kuruluşlara önderlik edense Diyanet İşleri Bakanlığı'dır. Keza Milli Eğitim Bakanlığı'nın görevleri Diyanet İşleri Bakanlığı'yla aynılaştırılmıştır. Gerek Diyanet İşleri Bakanlığı olsun gerek bu camiada söz sahibi olan din adamları olsun ara ara verdikleri fetva veya demeçlerle bu tür olaylar normalleştirme gayreti içinde. 9 yaşında ki kız çocukları ile evlenilebileceğini, babanın kızına şehvet duyabileceğini söyleyen bu kesimden ne çıkar? Toplumsal travma çıkar, tecavüz çıkar, din bezirganlarına kölelik çıkar, sömürücü ve kan emicilere itaat çıkar, farlıkların yok edilmesi çıkar, başka inançların varlığına son verilmesi çıkar, kısacası faşizmin dini gericilikle birleştiği en koyu karanlık çıkar... BirGün Gazetesi muhabiri Sebay Mansuroğlu'nun ortaya çıkardığı Karaman'daki çocuklara tecavüz skandalında 10 öğrenci cinsel şiddet ve istismara uğradıklarına dair rapor aldı. Kamuoyuna yansıyan bu vaka yozlaşmanın vardığı boyutu gözler önüne seriyor. Kuşkusuz kapitalist sistemlerde metanın yanında hiçleştirilen insana reva görülenler bunlardır. Hele de geri kalmış ve özgürlüklerin daha da kısıtlandığı ülkelerde bu tür vakalar daha çok yaşanır ve tahribatı daha ağır olur. Devlet yetkililerinin bu tür olaylarda mağdurun yanında değil de mağdur edenin yanında yer alması travmayı daha da derinleştirir. Bu her dönem böyle olmuştur ve bu bir sistem sorunudur. Zira bu olayı örtbas etmek isteyen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu’nun yaptığı açıklamada “Bir kere rastlanmış olması, hizmetleriyle ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz.” demesi ile 12 Eylül askeri faşist cunta döneminde gündeme gelen coplu tecavüzlere karşı açıklama yapan emekli paşa Turgut Sunalp'ın “Elimizde taş gibi delikanlılar var, ne gerek vardı copa” sözleri arasında hiçbir fark yok.

İkisi de savunucu pozisyonda. Sema Ramazanoğlu bu dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, Turgut Sunalp ise 12 Eylül döneminde kurulmuş ve 12 Eylül askeri faşist cuntanın çizgisine bağlı olan Milliyetçi Demokrasi Partisi'nin Genel Başkanı'ydı. Biri karşıtını ezmek için tecavüzü kullanılması gereken bir silah olarak savunurken, diğeri çıkarlarının örtüştüğü bir vakfın sorumluluğunda gerçekleşen tecavüz suçlarından kurtarmak için savunu pozisyonunda. Keza Kuzey Kürdistan'da öldürülen kadınların çıplak bedenlerinin teşhir edilmesinin, 90'lı yıllarda Kürt illerinde asker polisin gerçekleştirdiği sayısız tecavüz saldırılarının kendini bilmez polis ve askerin eylemi olmadığını kronik bir devlet politikası olduğu biliyoruz. Tekrar konumuza dönecek olursak “Dindar bir nesil yetiştireceğiz” diye bas bas bağıran devlet yöneticileri, öğrencileri dini vakıflar, cemaatler, İmam Hatip Liseleri, İlahiyet Fakülteleri vb.lerin insafına bırakmışlardır. Tüm bu kuruluşlara önderlik edense Diyanet İşleri Bakanlığı'dır. Keza Milli Eğitim Bakanlığı'nın görevleri Diyanet İşleri Bakanlığı'yla aynılaştırılmıştır. Gerek Diyanet İşleri Bakanlığı olsun gerek bu camiada söz sahibi olan din adamları olsun ara ara verdikleri fetva veya demeçlerle bu tür olaylar normalleştirme gayreti içinde. 9 yaşında ki kız çocukları ile evlenilebileceğini, babanın kızına şehvet duyabileceğini söyleyen bu kesimden ne çıkar? Toplumsal travma çıkar, tecavüz çıkar, din bezirganlarına kölelik çıkar, sömürücü ve kan emicilere itaat çıkar, farlıkların yok edilmesi çıkar, başka inançların varlığına son verilmesi çıkar,

kısacası faşizmin dini gericilikle birleştiği en koyu karanlık çıkar... Nihayetinde çıkıyor da. Karaman'da bir kez daha sistemin ürettiği pislik ortalığa şaçıldı. Resmi olarak başvuru yapanların sayısı 10 olarak biliyoruz fakat bu sayının en az 45 olduğu söyleniyor. Yaşları 9 ile 10 yaşları arasında olan 45 çocuk AKP'nin hizmet kuruluşu diye el üstünde tuttuğu Ensar Vakfı'nın evlerinde tecavüzlere maruz bırakılıyor. BirGün muhabiri Mansuroğlu'nun demesine göre bu olaylar üç yıldır sürüyordu ve Karaman'da biliniyordu. Mansuroğlu bu tabloyu şu şekilde açıklıyor: “Karaman’da suç örgütünün bir ayağı çökmüştür. Valisinden Milli Eğitim bürokratlarına kadar herkes tecavüzü biliyordu. 4 yıl boyunca çocuklara hayvan pornosu izletilmiş, tecavüzde bulunulmuş ve cinsel istismar da söz konusu. Vakıf yurtlarında buna yol açanların da yargılanması gerekiyor” Söz konusu vakfın yöneticileri olunca AKP kendini bu vâkıfa siper etmiş durumda. Erdoğan ailesi Ensar Vakfı yöneticileriyle çok sıkı ilişkiler içinde olduklarını açıkça ilan ettiler. Başta Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu olmak üzere bu olay karşısında AKP hükümetinin tüm yetkilileri Ensar Vakfı'nı korumak ve bu olaydan soyutlamak için özel çaba içindeler. Benzer bir olay Bursa'da da açığa çıktı. Bursa'nın Osmangazi İlçesi'nde 35 yaşındaki Sosyal Bilgiler öğretmeni M.G. 14 yaşındaki 5 kız öğrencisini sosyal medya üzerinde cinsel içerikli mesajlarla taciz etti. Karaman'da öğrencilere tecavüz eden öğretmen Muammer B. ile Bursa'da kız öğrencilerini taciz eden M. G.

Eğitim-Bir-Sen üyeleri. Bu sendika AKP'nin güdümünde bir sendika. Dindar nesil yetiştirme projesinin bir parçasıdır bu sendika. Çocuk istismarına ilişkin haberler BirGün Gazetesi'nde yazı dizisi olarak devam ediyor. 30 Mart tarihli bu gazetede yer alan habere göre Ensar Vakfı buzdağının görünen yüzü olarak açıklanıyor ve yaşanan benzer olaylar habere konu ediliyor. Bunlar açığa çıkan olaylar, ya açığa çıkmayanlar, insan bunu düşününce ürküyor. Anlaşın benzer vakaların sayısı tahmin edilemeyecek boyutta, fakat gizleniliyor. Haberin içinde aktaracağımız benzer olaylar gösteriyor ki Ensar Vakfı buzdağının görünen yüzü.

Çankaya’da din öğretmeninden 3 kız öğrenciye taciz Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Çankaya’daki bir lisede müdür yardımcısı olarak görev yapan din dersi öğretmeni M.Y.A hakkında 3 kız öğrencisini taciz ettiği iddiasıyla 66 yıla kadar hapis istemiyle dava açtı.

Kayseri’de istismar edilen kız öğrenci intihar etti 22 Şubat 2016 tarihli haberde Kayseri’de tabancayla intihar eden lise 12’nci sınıf öğrencisi 17 yaşındaki Cansel Buse K.’yi cinsel istismarla suçlanan evli matematik öğretmeni 33 yaşındaki Bayram Ö. tutuklandı. Milli Eğitim Müdürlüğü okul yönetimini açığa aldı.

Pantolon giyen öğrenciye şehvet İstanbul Beykoz’daki bir lisede ders sırasında tayt-pantolon giyen kız öğrencilere şehvet duyduğunu söylediği iddia


01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

11

ÖNCÜ KADIN

TECAVÜZ SARMALINDA BÜYÜYEMEYEN ÇOCUKLAR

G

edilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni E. Ş.’nin 4,5 yıl hapsi istendi.

Aydın’da 6 kız öğrenciye istismar Aydın’ın Nazilli İlçesi’ne 23 kilometre uzaklıktaki kırsal Derebaşı Mahallesi’ndeki Çaylı Ortaokulu’nda hizmetli M.Ş.’nin 6 kız öğrenciye cinsel istismarda bulunduğu öne sürüldü. M.Ş. tutuklandı.

On maddede Ensar Vakfı 1- Ensar Vakfı, Nakşibendi tarikatı kökenli Erenköy Cemaati tarafından kuruldu. Kurucuları arasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün damadı Mehmet Sarımermer ve İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş var. 1979 yılında kurulan Ensar Vakfı’nın kurucuları arasında 2011 yılına kadar başkanlığını da yapan ve bir dönem Yeni Şafak Gazetesi’nin de sahibi olan Ahmet Şişman, bir dönem Milli Eğitim Bakanlığı yapan AKP kurucularından Ömer Dinçer de var. 2- Vakıf imam hatiplere bedava yemek ve servis hizmeti veriyor. 3- Ensar Vakfı’nın Erdoğan ailesi, AKP’li kadrolar, Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet Başkanlığı, AKP’li belediyeler ve TÜRGEV’le yakın ilişkileri bulunuyor. 4- Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, vakfın kısa süre önce gerçekleşen genel kuruluna katılıp “Vakit Ensar olma vakti” dedi. 5- TÜRGEV ile çeşitli ortaklıkları, kamu arazilerini ele geçirme faaliyetleri var. Ensar Vakfı’nın Türkiye’deki şubeleri dışında TÜRGEV işbirliği ile birlikte Londra ve New York gibi dünya kentlerinde de öğrenciler için yurt çalışmaları yer alıyor. 6- İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2015 yılında yurt olarak kullanılmak üzere TÜRGEV’e 6 bina, TÜRGEV’in yanı sıra Ensar Vakfı’na 7, Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’na 4, Asitane Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’na 1 ve İstanbul Darülfünun İlahiyat Vakfı’na 1 olmak üzere toplam 19 binayı be-

delsiz tahsis etti. 7- 2008 yılında Çorum’da Ensar Vakfı Şube Başkanı Zekai İşler’in 15 yaşındaki bir kıza tecavüz ettiği, bir başka küçük kızı da taciz ettiğinin ortaya çıkması üzerine Kur’an kursuna devam eden bazı öğrencilerin aileleri çocuklarını Çorum ve çevre iller Yozgat, Çankırı, Amasya, Kırıkkale’deki hastanelere bekâret kontrolüne götürdü. 8- Rize’de yaşanan taciz skandalını gerçekleştiren kişinin ve Tekirdağ’da çocuk pornosu indirmekle suçlanan ilahiyatçı akademisyenin Ensar Vakfı ile yakın ilişkide olduğu ortaya çıktı. 9- AKP iktidarı Soma Katliamı’ndan sonra bölge halkının öfkesini bastırmak için Ensar Vakfı’nı kullanarak Soma halkını kuşatma altına aldı. “Değerler Eğitimi” adı altında bir yaz okulu çalışması başlatmış, yaz okulunun afişlerinde Ensar Vakfı’nın çalışmasını Soma İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, Soma Gençlik ve Spor İlçe Müdürlüğü, Soma Müftülüğü ve Soma Belediyesi ile işbirliği içerisinde yürüttüğü ibaresi de yer almıştı. 10- Antep’te İHH, Bülbülzade, Ensar Vakfı gibi kurumların Suriye iç savaşından dolayı kente göç etmek zorunda kalan mültecilerin evini tespit ederek gittikleri mülteci ailelerin çocuklarına İslam ve cihat hakkında eğitimler verildiği öne sürüldü. AKP'nin sözcülüğüne soyunan Vakit Gazetesi yazarı çocuk istismarcısı Hüseyin Üzmez nasıl ki AKP yargısı tarafından korunduysa, yukarda aktardığımız haberlere konu olan failler, sistemin çürümüşlüğünden güç alarak bu yozca insanlık dışı eylemlere başvurmuşlardır. Bu sanıklar sürüsü AKP iktidarının kendilerini dindar nesil yetiştirme projesinin bir parçası olarak gördüğünden bir zaman sonra, sular durulunca eski imkânlarına kavuşturacağını çok iyi biliyorlar.

≫ aycan solmaz

erici yobaz anlayışların din altında fütursuzca yarattığı algı operasyonu her gün farklı boyutlarda karşımıza çıkıyor. Kendini din adamı görenler veya fanatik bir RTE takipçisi olan kadınlar ve erkekler artık akıllara ziyan bir şekilde peşi sıra açıklamalar yapıyorlar. RTE'ye sözde bağlılıklarını âcizane bir şekilde ifade eden erkekleri mi dersiniz, yoksa tüm ahlaki anlayışlarına rağmen kendisini peşkeş çeken kadınlar mı dersiniz. Din algısı dünya genelinde etkin bir araç olarak insanların ruhsal dünyasını sürekli bir şekilde etkilemiştir. Tüm dinlere baktığımızda dinlerin yayıcılarının bu uğurda her şeyi mubah gördüğü aşikâr. Kadınların toplumsal dinamiği harekete geçireceği gerçeğini fark eden kiliseler onlara "cadı" yaftasını yapıştırarak gerek yakmış gerekse de giyotine götürerek engellemeye çalışmıştır. Korku üzerinden beslenen din, "ya varsa" psikolojik varsayımından yola çıkıp gerçeklikten uzaklaştırıp ruhsal dünyanın içersinde bu korkular cenderesinde kaybediyor. Sistem inanmayı bir araç olarak kendi hegemonyası için kullanılıyor. Bir toplumu bu algılarla ele geçirmenin uzun vadede yaratacağı insan tipleri ve sonucunda ortaya çıkan durumun bizler de yakın tanığı oluyoruz. Türkiye’de eğitim sisteminin değiştirilmesine, imam hatiplerin sürekli artmasına, çocukların özellikle kız çocuklarının tesettüre büründürülmesine, öteki inançların tahammülsüzlük ortamıyla ötekileştirilmesine ve vakıf adı altında kurulan yerlerde bu tür dolapların döndüğüne tanık olmaya başladık. Topyekûn saldırıda sınır tanımayan AKP/RTE iktidarı tarafından gerek kadın gerekse de çocuklara yönelik yapılan açıklamalar son hızla devam ederken bu arada da özellikle çocuklar kaldıkları vakıf denilen yerlerde tecavüze uğruyorlar. Küçük kızların din adamlarının açıklamaları sonucunda babalarına bile peşkeş çekilebileceği fetvaları yayan bu sapık insanlar ve Ensar Vakfı’nda ise 45 çocuğa yönelik tecavüz gerçekleşiyor ve Aile Bakanı çocuklardan çok vakfa sahip çıkan açıklama yapıyor. Emine Erdoğan ise haremleri "okul" olarak değerlendiriyor. Erkek çocuklarının hadım edilerek kullanıldığı, kaçırılan birçok kadının padişahların zevkine sunulduğu ve yüzlercesinin öldürüldüğü, entrikalara kurban edildiği bu yerlerin 21. yüzyılda bir kadın tarafından bu şekilde değerlendirilmesi artık örümceklenmiş beyinlerin bir karabasan gibi halkların üzerine çöktüğünü gösteriyor. Vakıf denilen bu evlerde sistematik tecavüze uğrayan çocuklar için "aynı zamanda namaz kılmayı da öğreniyorlar" demek artık bu işin 'normal' bir durum olabilme tehlikesine dönüşüyor dememize kalmadan Artvin'de bir öğretmen yıllar önce kendisine tacizde bulunan imam hatip lisesinden öğretmeninin hala çocukları taciz ettiğini ortaya çıkararak tutuklatıyor ve yine Elazığ’da yurttan kaçan dört kız çocuğunun 6 yıl boyunca istismara uğradıkları kendileri tarafından anlatılarak ortaya çıkıyor. Bu taciz olayları tam da bunu doğrular durumda. Yaşanan yoksullaşma ve çeşitli sorunlardan kaynaklı çocukların mağduriyeti her geçen gün artıyor. Hayatının bir döneminde yaşadıklarından kaynaklı sürekli sorunlu bir hayatı olan bu çocukların suça teşvik oranında gözle görülür bir artış yaşamasının sebebi de bu tür durumlar olsa gerek. 2014 yılında 80.000 çocuğun cinsel istismara uğradığı Türkiye'de kayıtlı olmayanlarda cabası. Bir toplumun en önemli iki değişim gücü olan kadınlar ve gelecek açısından da çocukların bu sistemde alabildiğince pervasız bir şekilde sürekli mağdur edilmesnin veya 'ayar' verilmesinin önüne geçilmezse daha büyük sorunlara yol açacağı mutlaktır. Çocukların istismarına yönelik bir meclis komisyonu kurulma önerisine AKP tarafından hayır oyu verilmesi ve aradan birkaç saat geçtikten sonra komisyon kurulmasını kabul ettiklerini bildirmeleri düşünülesi bir durum oldu. Bizler açısından kurulan veya bundan sonra kurulacak olan bu komisyonların çok başarabilecekleri bir şey olamayacağı aşikârdır. Zira öncesinde var olan komisyonların bu duruma karşı farkındalık yaratma noktasında nerede durdukları ortada. Vakıf, yurt okul adı altında kurulan bu yerler aslında devletin denetiminde olan kurumlar, yani devletin doğallığında kendi denetlemesini yapması gereken yerler. Ama tek yapılan Turkcell gibi kurumların böylesi yerlere sponsorluk yaparak bir şekilde buraları desteklemeye devam etmeleri. Sistemin bu çürümüşlüğü her gün açığa çıkıyor. Bu bizi şaşırtmıyor ama burada acımasızca yaşanan çocuk istismarı alışılası bir durum olmamalı ve bu çürümüşlük teşhir edilerek erk-ek egemen sistem ve onun uzantılarının yaratmaya çalıştıkları toplum ve insan tipine karşı mücadele sürdürülmelidir.


01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Keskin devrimcilik adına sergilene

Komünist toplumu hedeflemek ve devrimi gerçekleştirmek. Kuşkusuz ki, bu amaç ve hedefler, tabii olarak bilimsel teori ve devrimci pratiğe sahip olmayı gerektirir. Komünist toplum, devrim ve bu amaç ya da iddialara uygun bilimsel teori ve bu teorinin aydınlattığı pratik, proleter devrimciler açısından bağlayıcı ve belirleyici ölçülerdir. Eğer bu amaç ve hedefler olmasaydı, Marksizm Marksizm olamazdı, MLM’nin bugünkü devrimci anlamı da olmazdı. Ve eğer Mao evrensel öğretinin öğretmeni düzeyinde en güçlü biçimde savunuluyor ise, bu savunu Mao’nun isminden ötürü değil, temsil ettiği bu değerlerden ötürüdür Eğer sorunu anlamamış bir tek kişi bile varsa, binlerce kere tekrarlanmış

da olsa sorun anlaşılana kadar anlatmak doğrudur. Kavranması gereken mesele anlaşılana kadar bıkmadan meseleyi açıklamakta yarar vardır. Çoğu kez anlaşılmış ya da bilinir gibi görünen basit meselelerin bile özünde anlaşılmadığını-kavranmadığını fark ederiz. Ama en kötüsü meseleleri kavramaktan uzak biçimde meseleler hakkında ahkâm kesme ve hep suçlayıcı eleştiride bulunma tutumudur. İddia ve beylik laflar eleştiri adına peş peşe sıralanırken, yaslanılan zeminle ne kadar uyumlu olunduğuna bakılmadan en keskin savunu pozisyonu alınmakta, değim yerindeyse adeta ucuz kahramanlık ve devrimcilik sergilenmektedir. Eleştiride bonkör, ezberci, kör, özeleştiride ise kısır ve bencilce ketum olan tutum, ucuz kahramanlıklara soyunanların özelliği ve belki de beslendikleri gıdadır. Teori-pratik birliği devrimci teoride olmazsa olmaz değerinde bir prensiptir. Bu birlik sağlanmadan hiçbir teorinin, daha doğrusu teori adına yapılan lafazanlığın gerçek değeri yoktur. Sosyal pratiğe girmeyen hiçbir teori devrimci rol icra edemez. Değiştirme gücüne kavuşan teori pratiğe dökülen, pratikle birleşen teoridir. Gerisi kuru gürültü olmasa

da anlamdan yoksun ve devrimci olmakta noksandır… Proleter devrimci teori, teori ile pratiğin birliğinde tamdır ve bu harmanda elekten geçer. Onu tek ayağından yoksun biçimde temsil etme iddiası gülünçtür. Proleter devrimci yönelim, tüm teori ve bilimi sosyal pratikte kılavuz alıp birleştirerek komünist toplumu amaç edinir. Bu amaç uğruna devrimleri alt amaç olarak ele alır. Büyük özgürlük nihai amaçken, bu amaca gitmenin yolu devrimlerdir. Dolayısıyla devrim-ler somut ya da alt amaçlar olarak esastır. Bu bağlamda proleter devrimciler yakın amaç ya da somut hedefte devrimi esas alırlar. Ki bu da ideolojiyi, teori ve genel siyaseti esas almak anlamına gelir. Komünist toplum için mücadele ediyoruz, yakın hedef ve alt amaç olarak da devrim uğruna somut uğraş veriyoruz. Ölçülerimiz esasta bunlardır: Komünist toplumu hedeflemek ve devrimi gerçekleştirmek. Kuşkusuz ki, bu amaç ve hedefler, tabii olarak bilimsel teori ve devrimci pratiğe sahip olmayı gerektirir. Komünist toplum,

devrim ve bu amaç ya da iddialara uygun bilimsel teori ve bu teorinin aydınlattığı pratik, proleter devrimciler açısından bağlayıcı ve belirleyici ölçülerdir. Eğer bu amaç ve hedefler olmasaydı, Marksizm Marksizm olamazdı, MLM’nin bugünkü devrimci anlamı da olmazdı. Ve eğer Mao evrensel öğretinin öğretmeni düzeyinde en güçlü biçimde savunuluyor ise, bu savunu Mao’nun isminden ötürü değil, temsil ettiği bu değerlerden ötürüdür. Coğrafyamız devrimi açısından Kaypakkaya büyük bir rol ve komünist önder olarak savunuluyorsa, bu savunu salt Kaypakkaya isminden değil, Kaypakkaya’nın temsil ettiği komünist değerlerden ötürüdür. Aksi halde Kaypakkaya da herhangi bir isim gibi olağan bir isim olurdu.

Eleştiri adına yapılanların esası ezberci dogmatik hezeyanlardır Dün olduğu gibi bugün de özellikle Parti 3. oturumundan sonra partiye karşı sorumsuz suçlama ve eleştiri adına saldırılar sistematik biçimde sürmektedir. Bu kulvara girmeyen belli eleştirileri muaf tutarak söyle-


perspektif

n ucuz eleştirinin kör dövüşçülüğü yelim ki, bunların esası ezberci dogmatik hezeyanlardır. Dar kısır döngü içinde dönüp bir adım çemberin dışına çıkmayan, yaşam ve tüm diyalektiğin gelişmesine paralel ilerlemeyi başarmayanlar, ilerleme yeteneği göstermeyenler ilerleme dinamiği önünde direnç olmaya devam etmektedirler. Bu geleneksel dogmatik davranış ve alışkanlık esasta

yaşam diyalektiğini kavramaktan uzaktır. Değişim denen gerçeği bir türlü kabullenememekte, insan doğası ve diyalektiğin kendisinde olan gelişerek ilerleme gerçeğini anlaşılmaz bir refleksle reddetmektedirler. Evet sözde gelişmeyi de, ilerlemeyi de, değişimi de kabul ederler ama gerçekte bu basit kanunları kavramaktan uzaktırlar. Değişimi, gelişmeyi, ilerlemeyi kabul ederler ama kendilerine veya partimize gelince bunları reddeder, yapılmış tahlil ve tespitleri asla değiştirmeyi kabullenmezler… Bu kesim eleştiri adına saldırılarda bulunur, hatta belli bir kesimi devrim ve mücadele karşısında durdukları yere bakmaksızın en keskin komünistler olmaktan da geri durmazlar. Bu eleştiriler ve eleştirmenler aymaz ve yüzeyseldirler. Kaypakkaya’ya ihanet, Kaypakkaya’yı red, Kaypakkaya tasfiyeciliği şeklinde ne kadar nakarat varsa hepsini hünercesine tekrarlayıp dururlar… Bu eleştirmenler hiçbir devrimci örgütü de beğenmez, hepsini eleştirirler. Devrimci ve demokratik güçlerin ortak mücadele platformlarını, ittifak ve güç birliklerini de eleştirirler. Eleştirmedikleri tek şey kendi pozisyonlarıdır, kendilerini eleştiriden muaf tutarak dışın-

daki her şeyi eleştirirler… Moaist geleneği eleştirmek de ise sınır tanımaz, bu eleştiriyi adeta özel görev kabul ederler… Kaypakkaya savunusu temelinde “Kaypakkayacılar” ve karşıtları şeklindeki yapay çaba ise başlıca ilgi alanlarıdır… Her komünist ve devrimci öğretmenin savunulması gibi, Kaypakkaya’nın savunulması da onun temsil ettiği bilimsel teori ve bu teori ışığındaki pratiğe dayanır. Kaypakkaya’nın teorik görüşleri ve bu görüşlerin öngördüğü pratik ya da teori-pratik uyumunda benimsediği duruş, benimsediği örgütlenme ve mücadele aracı, bu aracın niteliği ve fonksiyonunda doğrudan oynadığı roldür. O’nu bütünlüklü olarak anlamlı kılan zemin. Bu zeminin temel parametrelerinden biri çekilip alınırsa Kaypakkaya eksik kalır, komünist önder pozisyonu ortadan kaldırılmasa bile zayıflatılır. Daha açıkçası, devrimcilik kavramı da teori-pratik birliğinde gerçek anlamını bulur. Salt teori bir bütün devrimcilik kavramını karşılamaya yetmez. Aynı biçimde salt pratik de devrimcilik kavramı veya tanımını tam olarak karşılamaz. Temsiliyet ne olursa olsun, o temsiliyetin hakkını vermek veya karşılığını ifade etmek, ancak söz konusu temsiliyetin muhtevasına uygun bütünlüğü yakalamakla mümkün olur. Lafta devrimci olmak kolay ama gerçekte devrimci olmak o kadar kolay değildir. Gerçekte devrimci olmak için, hem devrimci teoriye, hem de devrimci pratiğe sahip olmak gerekir. Birinden biri eksik olursa devrimcilik iddiası içi boş bir iddia olarak kalır. Aynı şey kuşkusuz ki Kaypakkaya savunusu veya “Kaypakkayacı” olma iddiası için de geçerlidir. Kaypakkaya’nın teorik görüşlerini ezberlemek veya savunmak “Kaypakkayacı” olmaya yetmez. “Kaypakkayacı” olmak, Kaypakkaya’nın ideolojik-siyasi-örgütsel muhtevasını teori-pratik sahasında sürdürmeyi gerektirir. Kaypakkaya’nın öngördüğü ve bizzat örgütle-

yerek yürüttüğü devrim ve komünizm mücadelesi pratiğinde yer almadan “Kaypakkayacı” kesilmek aymazlıktan öteye Kaypakkaya’ya hakarettir, alay geçmektir. Bu durumla yetinmeyip Kaypakkaya’nın komünist toplum ve ülke devrimi perspektifi ve mücadelesini bizzat yürütenlere laf söyleyip hakarette bulunmak ise düpedüz ucuzluk ve hadsizliktir. Devrimci ve komünist mücadele adına pratik bir çaba içinde olmayıp salt söylemde devrimi veya devrimciliği savunmak gerçek devrimcilik olamaz. Devrimcilik gibi “Kaypakkayacılığın” ölçütü de esasta boşboğaz lafazanlık değil sosyal pratiktir. Dahası devrimci mücadelede sergilenen duruştur, sınıflar mücadelesi karşısında alınan vaziyettir. Kaypakkaya’nın komünist toplum perspektifi ve devrimde somutlanan komünist mücadelesi karşısında pratik sorumluluk almayanların Kaypakkaya adına söyleyecek sözleri yoktur, olamaz. Kaypakkaya ne bencilliklere ne de egoların tatminine meze edilemeyecek kadar parlak bir temsil ve mevzidir. Kaypakkaya adına eleştiri sağanağı ve saldırısına tabi tutulanlar tüm hata ve eksikliklerine rağmen ısrarlı bir devrimci mücadele pratiği içindedirler. Sorumsuzca yapılan eleştirilere, tüm olanaksızlık ve zorluklara karşın devrimin örgütlenmesinde bedeller pahasına çaba harcamakta, devrimci mücadelenin temsil edilerek geliştirilip devrime taşınması hedefiyle kararlı mücadele gayreti içindedirler. Ya mücadele etmeyip de bu sorumsuzca eleştiri ve saldırılarda bulunanlar ne yapmaktadırlar? Koca bir hiç!

Proleter devrimciler komünist toplum perspektif ile mücadelede kararlıdırlar Yeri geldiğinde Kaypakkaya’ya ihanet, silahlı mücadele ve partiyi tasfiye etmek, revizyonizme saplanmak tarzında en ağır eleştiri ve saldırılara maruz kalan Maoist proleter devrimciler, komünist toplum perspektifiyle devrimci mücadelenin geliştirilmesi ve devrime taşınması hedefiyle aralıksız bir çaba ve uğraş vermektedirler. Gerilla savaşında varlıklarını geliştirerek sürdürmektedirler. Bura dışında silahlı mücadele ve eylem alanında örgütsel güç ve olanakları

ölçüsünde varlık göstermektedirler. Örgütlenme alanında, açık-kapalı her alanda değişik mücadele araçları ve yöntemleriyle çalışmalar yürütmektedirler. Siyasal süreç ve gelişmelere karşı irade ve tavır belirlemekte, olanaklar ölçüsünde bu görevleri örgütsel sahada da sahiplenmektedirler. Stratejik yönelim ve hazırlıklar bağlamında belli çalışmalar yürütmekte, değişik faaliyetler yürütmektedirler. Elbette ayrıntılı örgütsel rapor sunacak durumda değiliz, fakat kamuoyunun da dışarıdan gözlemle izleyebildiği bu çalışma ve mücadele pratikleri proleter devrimcilerin temsil ettikleri perspektif, mücadele ve pratiği kanıtlar durumdadır. Devrimciliği temsil edip yürütenlerin, aynı biçimde “Kaypakkayacılığı” temsil edip yürütenlerin kimler olduğu bu tabloda nettir. Eğer bu yapılanlar devrimci mücadele dışında ve Kaypakkaya’nın mücadelesi ve hedefleri dışındadır deniyorsa, o halde Kaypakkaya’nın hedefleri, mücadelesi nedir o tanımlanmalıdır. Açık ki, Kaypakkaya’nın temel doğrultusu komünist toplum perspektifi taşıyan ve proleter dünya devriminin bir parçası niteliğindeki ülke devrimini gerçekleştirmekten başka bir şey değildi. Bugün Maoist proleter devrimcilerin yapmaya çalıştığı, mücadele ve faaliyetlerini yürüttüğü doğrultu tam da budur. Kaypakkaya’nın savunusu ve temsili de gerçekte burada saklıdır. Yaptıklarımızı yeterli görmüyor, abartmıyoruz. Ancak ısrar ve kararlılıkla bağlı olup yürüttüğümüz bir devrimci mücadele var. Hedefimiz var ve bu hedef uğruna çalışma yürütüyoruz. Aslolan bilimsel zeminde ifade bulan bu hedeflerden kopmamak ve bunlar uğruna bedeller pahasına mücadele etmektir. Biz bunu yapıyoruz! Ya iş yapmadan salt eleştirenler? Doğru ile yanlışın, haklı ile haksızın mahkemesi mücadele pratiği tarafından yapılmaktadır, yapılacaktır. Bu mücadelede yer almayanlar başından beri davanın kaybedenleridir. Emperyalist gericilik ve bilumum gericilikle savaşmak ve enerjiyi buraya harcamak yerine, burada hiçbir enerji harcamadan salt devrimcilerin eleştirisine enerji kullanmak ancak kör dövüşçülerin işi olabilir. Keskin devrimci eleştiriler adına yapılanın kör bir dövüş olduğu sabittir.


14

güncel haber

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

AB ile “TC”nin kirli pazarlığı AB ve faşist Türk hâkim sınıfları başta olmak üzere emperyalist ve bölgesel gericiliklerin, iktisadi, askeri, politik stratejik siyasetleriyle mağdur ettikleri halk yığınlarının sorunlarını çözmek diye bir gündemleri yoktur. Bölgesel savaşlar üzerinden cereyan eden bu emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin dalaşında hiçbir gerici devlet suçsuz değildir. Suçlu ve katliamcı olanların, mazlum ve mağdur olan ezilen halk ve uluslar üzerindeki kirli emellerini boşa çıkarmak, onlardan el açıp “yardım” dilemek değildir. Savaş bölgelerinde, göç yollarında ya da yine sömürü sisteminin hüküm sürdüğü “sığınılan limanlarda” bu gerçeği bilerek, mücadele azmimizi, ezen ve sömüren barbarlığa karşı örgütlemek, kendi kaderimizi elimize almamızın başlangıcıdır AB ile “TC” arasında emperyalist gerici savaşların 21.yy’daki en büyük dramlarından olan “göçmen sorununa” dair gerçekleştirilen “zirveler”, Suriye ve Ortadoğu siyaseti, ülkeler arası ilişkiler vb. gibi birçok konudaki gerici stratejik politikaların tartışmasını da beraberinde getirdi. 2015 yılıyla beraber “sığınmacılar” gündemli irili ufaklı 9 “zirve”’den biri olan son “zirvenin” de bir insanlık dramına dönüşmüş, göç yollarındaki kitlesel ölümlerle, yüzyılın trajedisi olan “göçmen” sorununu “çözmek” üzerine şekillenmediği aşikârdır. Her ne kadar söylem bunun üzerine biçimlense de, tarafların sorunları tartışma yöntemi, sürdürülen ikili tartışmalar, beyan edilen kararlar, planlanan “ittifak” ve güç ilişkileri, AB merkezli planlanan bölge siyasetine uygulama alanı yaratma maksatlı olduğu açıktır. Arka planını bu yağmalayıcı, talancı ve katliamcı emperyalist siyasetin oluşturduğu tartışmalarda, kuşkusuz ki “mültecilerin” payına düşen, cadı avına dönüşecek sürek avı ve militarize güçlerin kıskacına alınmış “yaşam” standardı olmuştur. Bölgedeki emperyalist kirli savaşın bir sonucu olan “göçmen” kitlelere insani değerlerden uzak, kendi güvenliği ekseninde yaklaşan AB ve diğer saldırgan gerici ülkelerin yarattığı felaket, nesnel durumla yaşadığı çatışma ve çelişkiyle karmaşık bir hale gelmiş ve son tahlilde de göç yollarındaki kitleler açısından bir travmaya dönüşmüştür. Gerici güçlerin arasında “demokrasinin ve medeniyetlerin” beşiği olarak lanse edilen Avrupa’nın merkezinde, insanın en doğal hakları üzerinden yapılan gerici pazarlıklar, Avrupa medeniyetler paradigmasının güncel ve tarihsel niteliğini deşifre etmek açısından çarpıcıdır. Demokrasi adına, kapitalist uygarlık paradigması ve Batı aydınlanmacılığını çözüm reçeteleri olarak kıblelerine alanların, tarihsel yanılgıları açısından bu örnek tabii ki tek referans değildir. Ama güncelliği açısından, AB emperyalist saldırganlığının sermaye odaklı “demokrasisi” ile “TC” gibi gerici komprador tekelci kapitalist sermayenin insanı ve çevreyle ilgili değerleri nasıl katlettikleri konusunda yapılan pazarlıklarla öne çıkan bu “zirve”, “aydınlanma” ve “demokrasi” adına kendini ifade eden bu anlayış sahiplerine pratik bir hatırlatmadır. 2013 yılından bu yana defalarca “mülteci zirvesi” olarak AB ile “TC” arasında gündeme gelen görüşme, AB ülkeleri ve Türk egemenlik gerici sistemleri tarafından, gerek Suriye ve Ortadoğu özgülündeki bölge siyaseti konusunda baskın olma ve gerekse de yaratıcıları olduğu gerici savaşın sosyal-toplumsal sonuçlarından etkilenmeme konusunda çetin bir pazar-

lığa dönüşmüştür. Savaşın mağdurları olarak yurtlarından göç etmek zorunda kalan insanların sırtında pazarlık masasına yatırılan bu kirli stratejik bölge siyaseti ve içte-dışta planlanan egemenlik tarzı, AB emperyalist gericiliğiyle, Türk hâkim sınıfları barbarlığının kendi çıkarları ekseninde ulaşmak istedikleri sonuçtur. AB ve “TC” gerici egemen sınıflarının arasındaki masa daha kurulmadan ikili ilişkiler üzerinden başlayan görüşmeler, uygulanmaya çalışılan gerici siyaset ve oluşturulmaya çalışılan şartlar açısından önemli bir veridir. Hatırlanacağı gibi, Alman Başbakanı Merkel’in Türkiye ziyareti, bu sürecin bir ihtiyacıydı. Kasım 2015’te yapılan ve düzenlenmesi bir plana bağlanan ilk “mülteci” zirvesi, yine bu sürecin pratik adımlarıydı. Brüksel toplantısı öncesi Almanya Başbakanı Merkel’in Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ile yaptığı Paris görüşmesi, bu “zirvede” hem AB ülkelerinin yol haritasını çizme anlamında, hem de Türk hâkim sınıflarının “dayatmalarının” sınırlarını çizme anlamında çıkarılan ortak bir plandı. Yine bazı konularda sorunlu olarak prensip anlaşmasına varılan 7 Mart’ta Brüksel’de yapılan AB-Türkiye Zirvesi bu sürecin ön örgütlenmesidir. Bu süreçlerde girilen pazarlıklar ve Türk egemenlik sistemi başta olmak üzere gerici egemen güçlerin aldığı kilit rollerle, her şeyin planladığı gibi yaşama geçirilemeyeceği açıktır. Çünkü gerici emperyalist ve bölgesel gericilikler arasında masa başında yapılan pazarlıkların, pratik hayattaki tek karşılığı bu güçlerin belirlediği inisiyatifler değildir. Gerçek hayat, bu planların dışındaki dinamiklerin rolünü sürece uyarlamaktadır.

“Mülteci Sorunu”, “Terörle “Mücadele” ve AB’nin Gerici Egemenlik Konsepti Londra, Madrid, Paris katliamları, Charlie Hebdo baskını ve en son Brüksel katliamları gerekçesi üzerinden “terörizmle mücadele” söylemine sarılan AB geliştirdiği olağanüstü hal yasalarıyla, şiddet ve ırkçılığı körükleyen kampanyalarla “yabancı” göçmenleri hedefine koymuş bulunmaktadır. Fransa’nın Manş Denizi kıyısında, Calais mülteci kampına, iş makineleri ve militarize gerici güçleriyle gerçekleştirilen operasyon ve tutuklamalar, yaygınlaşan yabancı düşmanlığına sadece örnektir. Yani AB emperyalist devletleri, “mültecilere” karşı barbar bir savaş başlatmış bulunmaktadırlar. Merkel’in yanılsamalı “anaç” tavırlarıyla Hollande’nin sert mizacı, “mülteciler” özgülünde insani değer ve ölçülere karşı geliştirilen düşmanlığın “farklı” iki biçimidir. Göç yollarında yaşanan kitlesel katliamlardan kurtulup, Avrupa’nın ördüğü utanç duvarlarının önünde bekleyen insanlara, YunanistanMakedonya, Fransa-İngiltere sınır boylarında yaşatılan zalimlik ve vahşet, emperyalist talan ve barbarlık savaşının bölgesel gerici güçler üzerinden cereyan ettiği coğrafyalarda, yurtlarından ettiği kitlelere karşı başka alanlarda açmış olduğu bir savaştır. Ortadoğu’nun paylaşımı ekseninde, emperyalist ya da bölgesel gerici güç olma adına, ülkeleri kirli savaşın cenderesine alınan masum ve yoksul kitleler, kadınlar ve çocuklar, bu gerici paylaşım savaşının ağır faturalarını öderken, bu savaşın esas yaratıcıları olan emperyalist-kapitalist ülkelerin efendileri kendi çıkarlarını korumak için en barbar yöntemleri devreye koymaktadırlar. “İnsan hakları evrensel beyannamesi”, düşünce-ifade, yaşam ve insan hakları “özgürlüğü” gibi kavramları kirli ağızlarına dolayan AB emperyalist şefleri, Ortadoğu ve Ortadoğu’daki savaşın sonuçlarından karlı çıkmak için kurdukları masanın etrafına üşüşünce, insani değerleri unutarak öz kimliklerine dönmüşlerdir. “Mülteci” krizi bahanesiyle, hem ülkelerindeki gerici yasaların ve uygulamaların zeminini güçlendirmek, hem de AB sınır hatlarındaki koruma duvarlarını Ege, Akdeniz sahasına kaydırmak, kurulan masadaki pazarlıktı. Tür-

kiye’nin AB’ye alınması müzakerelerinde “demokrasi ve insan hakları” adına yığınlarca kriteri yine kendi ekonomiksiyasal çıkarları için pazarlık konusu yapan AB, Türk hâkim sınıflarının “mülteci” kozunu kullandığı bu görüşmelerde, demokrasi ve insan haklarını başlık olarak dahi açmaması, gerici niteliğinin deklarasyonudur. Cizîr, Sûr, Silopiya, İdil gibi kentler başta olmak üzere, Kuzey Kürdistan’da, enkaza çevrilen kentler, yaşanan ağır insan hakları ihlalleri ve kitlesel katliamlar, göçük altında bırakılan insanlığın dramını çığlıklaştırırken, görüşmede bunların hiç gündemleşmemesi, AB’nin Suriyeli göçmenlere karşı Kürt halkının katledilmesini pazarlık konusu yaptığı anlamına geliyor. Kuzey Kürdistan sahası başta olmak üzere, ilerici devrimci Kürt dinamiğinin tasfiye edilmesi, emperyalist politikaların bir ayağını oluşturmaktadır. Rojava Kürdistani Önderliği PYDYPG üzerinden Kürtlerin kadim “dostları” postuna bürünen emperyalist haydutların, Kuzey Kürdistan’daki katliamlara sessiz onay vermesi, bölgedeki emperyalist siyasetin konjonktürel çıkarları gereğidir. AB de bu konjonktürel siyaset gereği çıkarlarına uygun olanı yapmaktadır. Gizli kapılar ardında Türk hâkim gericiliği ile yapılan pazarlıklar akabinde, Avrupa sahasında devrimci-ilerici demokrat insanlara gerçekleştirilen askeri operasyon ve tutuklamalar bu siyasetin sonucudur. AB ve Türk egemen güçlerinin karşılıklı gerici istekleri meşru zeminde duran ilerici toplumsal dinamiklerin tasfiyesi ve katliamı üzerine varılan “uzlaşılar” ile neticelenmektedir. Sınırları içinde “yabancı, göçmen-mülteci” nitelemesiyle, yabancı düşmanlığı üzerinden, toplumsal-sosyal gruplara


01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

güncel haber

15

ve “mülteciler sorunu” tına alınan bölge üzerinden İngiltere, Almanya, Fransa savaş gemilerine, Akdeniz sahasından Suriye sınırlarına inmenin yolu açılmaktadır. Yine insanı göç etmeye zorlayan emperyalist savaş gerçekliği var olduğu sürece insanların “umuda yolculuk” serüveni devam edecektir. Askeri ve teknik kuşatma ile Balkanlardan ve Ege’den kuşatılan sığınmacılar, ikinci bir tercih olarak Karadeniz hattını kullanmak zorunda kalacaklardır. NATO güçlerinin bu vesile ile Rusya’nın burnunun dibine yanaşması, emperyalist bloklar arasındaki potansiyel düşmanına karşı bir hamle sağlayacaktır. Görünen o ki; Suriye, Irak, Afganistan, Afrika ülkeleri başta olmak üzere emperyalist gerici çıkarların bölgesel gerici güçler üzerinden savaşa dönüştüğü coğrafyalarda, yıkım ve katliam sürdükçe yurtlarından “kaçan” büyük insan grupları olacaktır. Ve bu yollardaki insan gurupları, şu veya bu neden üzerinden oluşturulan gerekçelerle, emperyalist egemenlik siyasetinin uygulanma zemini haline getirileceklerdir. “Her sınır, sonunda savaşa yol açar” demiştir Victor Hugo... Avrupa’nın “sığınmacılara” karşı ördüğü bu sınır hattında derinleşecek bir çatışmanın mayınları döşenmektedir.

Türk Hâkim Gericiliğinin Ülke, Bölge Siyaseti ve “Mülteci” Kozu!

karşı topyekûn saldırı konsepti geliştiren AB, Avrupa “kalesinin” duvarlarını Ege ve Akdeniz hattına kaydırarak, Türkiye başta olmak üzere, bazı gerici kurum ve “müttefik” güçlerine muhafızlık rolü vermektedir. Balkan ülkeleri hattına tel örgüler ören AB emperyalistleri, göç yollarında kitlesel ölümlerin yaşandığı Ege deniz hattını da NATO güçlerinin denetimine verdi. Bütün bu planlar ve hesaplar, savaşlardan, yıkımlardan kaçan yığınların güvenli bir liman arayışlarını kuşatma altına almak ve Avrupa’yı “sığınmacılar” için girilmez bir kale haline getirmek amaçlıdır. AB-Türkiye zirvesinde, Türkiye’nin sınırlarının Avrupa’nın dış sınırları olması, 6 milyarlık bir rüşvetle Türk gerici egemenliğine verilmiş bir görev olmuştur. Fakat gerici savaş mağdurları olan insanlara balkondan “şefkatli” yüreğinin tezahürü olan tebessümüyle el sallayan Merkel başta olmak üzere, Avrupa’lı emperyalistlerin siyasal temsilcileri bu kadar önlemi yeterli bulmamaktalar ve deniz sahasına NATO’nun askeri donanmasını çıkarmış bulunmaktadırlar. Avrupa ve ABD’nin denetimindeki bu etkili muhafız alayının tek görevi tabii ki “mültecilerin” geçişini engellemekle sınırlı değildir. Savaş gemileri ve helikopterlerle Ege denizini denetimine alan NATO, aynı zamanda Ortadoğu ve Suriye merkezli emperyalist dalaş çatışmasında da bir rol oynama planındadır. NATO şemsiyesi ile bölgede kurulan barikat, Türk ve Yunan karasularında serbest dolaşım hakkına sahip, NATO gibi kapitalist-emperyalist dünyanın en büyük savaş gücünün yoksul sığınmacılarla sınırlı bir görevle böyle konumlandırılması, arka planında başka hesapların olduğunu anlamına gelmektedir. Ege üzerinden Avrupa’ya girişi engellemek için denetim al-

Gerici Türk egemenlerinin temsilcileri Davutoğlu-Erdoğan diktatörlüğü açısından sığınmacılar sorunu, hem Suriye ve Ortadoğu siyaseti açısından hem de Avrupa Birliği müzakereler süreci açısından bir pazarlık kozu olarak kullanılmıştır. Avrupa’yı “sığınmacıları” salıveririm tehdidiyle, isteklerine çekmeye çalışan AKP-Erdoğan dikta rejimi, daha fazla “sığınmacı” akını kesme siyaseti üzerinden Rusya ve Esad güçlerinin operasyonlarına karşı bir pratik blok oluşturma çabasıyla bir taşla iki kuş vurma maksadındadır. Özellikle PYD’nin Suriye’deki konumlanışını zayıflatmak ve bölgedeki cihadist güçlerin hareket alanını genişletmek için “sığınmacı” meselesi üzerinden AB-ABD’yi pratik baskı unsuru haline getirmek isteyen Türk egemenlik sistemi, “tampon bölge” ve “yerleşim kentleri” inşası projelerini bu vesile ile gündemleştirmektedir. Bu uzun vadeli politik planlarını gündemde tutmanın yanında “sığınmacı” baskılanmasıyla AB’den gerek üyelik müzakere sürecine dair ve gerekse de bazı mali ek gelirler koparma açısından tavizler koparmak için çaba harcanmıştır. Sınır “müfrezeligi” göreviyle bu istekleri koparması hem AB’nin hem de Türk egemen güçlerinin süreçteki ortak uzlaşı noktaları olmuştur. İçte ve dışta, politik, hukuksal, diplomatik duruşunu, Türkiye-Kuzey Kürdistan ve Ortadoğu üzerinde sürdürdüğü gerici gerginlik siyasetiyle, egemenlik aracına dönüştüren AKP-Erdoğan diktatörlüğü, bu genel siyasetine basamak olacak bazı somut “taleplerle” AB müzakereler sürecini örgütlemek istemektedir. 2018 sonuna kadar ek 3 milyar Euroluk kaynak, Yunanistan’a giden sığınmacıların Türkiye’ye iadesi durumunda, Avrupa’nın Türkiye’den bir sığınmacı alması, Suriyeli sığınmacılar için “güvenli” bölge (buna Türk hâkim gericiliğinin bölge üzerindeki denetim ve güvenliği olarak okumak daha doğrudur) oluşturulması, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına AB’ye vize kolaylığı tarihinin Ekim’den Haziran sonuna çekilmesi, Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinin hızlandırılması için yeni başlıkların açılması gibi başlıklar “TC”nin masadaki taleplerini oluşturmaktaydı. Bu taleplerin AB tarafından “kerhen” kabul edilmesi ve “sığınmacılar” meselesinde çıkarılan somut planla önümüzdeki sürece dair görevler olarak konulması, bu “zirvenin” “uzlaşı” zemini olmuştur. Özellikle “mültecilerin” Türkiye’de bloke edilmesi karşılığında, 3+3 Milyar Euroluk kaynağın Türk gericiliğine aktarılması, ama bunun bir gözlem sürecine tabi edilerek planlanması gelişmelere göre tutum belirleme siyasetidir. Türk egemenlik sisteminin, AB sınır boylarındaki

müfrezelik rolündeki “başarısıyla” orantılı olumlanacaktır. Vize serbestisi, üyelik müzakerelerinde “Mali ve Bütçesel hükümler”i içeren 33. Fasılın başlık olarak açılması konusu,18 Mart’ta kurulan AB-Türkiye “zirvesi” masasının sıcak gündemleri olmuştur. Ama hemen görüşmenin arifesinde İngiltere’nin bu konudaki tutumu bir veto hamlesidir. İngiliz Bakan Osberne’nin basına yansıyan açıklaması İngiltere’nin itirazı niteliğindedir ve İngiltere başta olmak üzere bazı AB ülkeleri, Türkiye’yi birliğe almayı erken bulmaktadırlar. Özellikle Türk hâkim gericiliğinin temsili olan Davutoğlu-Erdoğan ikilisinin, tarihi başarı olarak deklare ettiği “vizesiz Avrupa” konusunda yeniden gündemleşen 72 şart ve Angela Merkel’in “Türkiye’den garanti isteyeceğiz” açıklaması, bu sürecin daha büyük pazarlıklara kapı açtığını beyan etmektedir. AB ve “TC” hâkim gericiliklerinin arasında bölgesel ve ulusal sınırlar kapsamındaki gerici siyasetlerin pazarlık konusu olduğu zemininde, emperyalist ve bölgesel gericiliklerin kirli savaşında mağdur olan insanlar olmuştur. Türk egemenlik sistem kozunu “ yardım kadar umumi hizmet” üzerinden oynadı. Bütün stratejisini olduğunca az “mültecinin” AB ülkelerine geçişi ekseninde oluşturan Avrupa efendileri pazarlığını buradan sıkı tutmuşlardır. “Sığınmacı krizi” baskılanmasının karşılıklı kullanıldığı bu ortamda,18 Mart süreciyle, Merkel’in ifadesiyle “nitelikli adımlar atılmış” gerici çıkarlar karşılıklı korunmuştur. Gelenlerin Türkiye’de kalması, Avrupa’ya ulaşanların ise Türkiye’ye geri gönderilmesi üzerine kurulu bu pazarlık, en temel insani hakların çiğnenmesidir. AB bu gerici siyasetini “güvenli bölge” statüsü üzerine oturtmaktadır. Ama hemen ardından Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin vatandaşlarına güvenlikten dolayı “Türkiye’ye gitmeyin” çağrısı yapması, Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği’ni İstanbul Başkonsolosluğu’nu ve Alman okulunu güvenlik gerekçesiyle kapatması, “sığınmacılara” karşı geliştirilen ikiyüzlü siyasetin sonucudur. Yani Türkiye ile AB arasındaki “mülteci” pazarlığı gerici egemen güçlerin hak ve hukukunu korumaktan öte bir içerik taşımıyor. Üzerinde mutabık kılınan anlaşma maddeleri bu içeriktedir. Türkiye’nin AB müzakereleri 33 fasıl olan mali ve bütçe hükümleriyle sınırlı bırakılmıştır. “İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu” gibi direk Erdoğan ve AKP diktatörlüğü tarafından atanan kuruma, insan hak ve özgürlükleri havale edilmiştir. “Mülteciler” için anlaşma maddeleri aynı gerici çıkarların komedisini ifade etmektedir. Türk ve AB barbar hâkim gericilikleri savaştan canını kurtaran yoksul halklar üzerinden kirli pazarlıklar yapıp insanlık açısından tehlikeli oyunlar oynamaktalar. “Güvenlik” önlemlerinin bu göçü engelleyemeyeceği bilinmesine karşın, sınır boylarında militarize donanımla bir “hukukun” oluşturulmaya çalışılması “sığınmacılara” uygulanacak olan askeri şiddet politikasının altyapısıdır. Aldığı para karşılığında “sığınmacıları” tutma sözü veren Türk egemenlik sistemi, kötü yaşam koşulları ile savaş mağduru insanları ikinci bir mağduriyetle baş başa bırakacaktır. Şurası açıktır. AB ve faşist Türk hâkim sınıfları başta olmak üzere emperyalist ve bölgesel gericiliklerin, iktisadi, askeri, politik stratejik siyasetleriyle mağdur ettikleri halk yığınlarının sorunlarını çözmek diye bir gündemleri yoktur. Bölgesel savaşlar üzerinden cereyan eden bu emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin dalaşında hiçbir gerici devlet suçsuz değildir. Suçlu ve katliamcı olanların, mazlum ve mağdur olan ezilen halk ve uluslar üzerindeki kirli emellerini boşa çıkarmak, onlardan el açıp “yardım” dilemek değildir. Savaş bölgelerinde, göç yollarında ya da yine sömürü sisteminin hüküm sürdüğü “sığınılan limanlarda” bu gerçeği bilerek, mücadele azmimizi, ezen ve sömüren barbarlığa karşı örgütlemek, kendi kaderimizi elimize almamızın başlangıcıdır.


16

emek haber

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

İşçiler sendikal hakları için direniyor Bir yandan AKP "kadrolaşma, işsizliği bitirme" yalanları ile ortaya çıkarken bir yandan da işçilerin direnişlere durmaksızın devam ediyor. İşçiler açısından özellikle sendika seçme ve sendikal hakları kullanmak büyük bir problem. Nitekim devlet/patron yandaşı sarı sendikalarda değil, işçilerden yana sendikalarda örgütlenen işçiler çoğunlukla işten atılmayla karşı karşıya kalıyor Başbakan Davutoğlu geçtiğimiz günlerde yaptığı grup konuşmasında "Asıl işlerde çalışan personelimizi kamuya alıyoruz. Ayrıca, yardımcı işlerde çalışan kardeşlerimizi de kamuya almayı kararlaştırdık. Böylece ister asıl iş olsun ister yardımcı iş olsun, dışarıda kalan tek bir taşeron işçisi kalmayacak inşallah. Söz konusu çalışanlarımız, özel sözleşmeli olarak aldıkları ücretle beraber çalıştıkları yerlerde çalışmaya devam edecekler. Bu süre içerisinde herhangi bir suistimale izin vermeyeceğiz." dedi. Ancak bir yandan "kadro müjdesi" veren AKP, bir yandan da kiralık işçilik tasarıları hazırlayarak Özel İstihdam Bürolarını yasallaştırmak ve yaygınlaştırmak istiyor. Kadro yalanına ise sendikalardan tepki yağıyor. Kadro adı altında yıllar boyunca işçilerin mücadeleleri ile kazanılmış kıdem tazminatı hakkı ve diğer haklar gasp edilmek isteniyor. Bir yandan AKP, özellikle yandaş medyası ile "işçileri çok düşünüyoruz" algısı oluşturmaya çalışırken, bir yandan da işçiler ülkenin dört bir yanında eylemlerine, grevlerine devam ediyor. İşçilerin talepleri arasında başı çeken ise istedikleri sendikada örgütlenerek, sendikal haklarını kullanma talebi.

İnci Plastik işçileri temsilcilerine sahip çıkıyor Gebze'de Öz İplik-İş Sendikası'nın örgütü olduğu İnci Plastik fabrikasında işçiler, işten atılan temsilcilerine sahip çıkarak fabrika önünde eylem yaptı. İşçiler yapılan eylemde patrona ve temsilcilerin görevden alınmasına zemin hazırlayan Hak-İş'e bağlı Öz İplik-İş Sendikası'nın yöneticilerine tepki gösterdiler. İşçiler adına yapılan açıklamada, “Sendikaların demokratik bir şekilde yönetilmesi ve aile şirketi olmaktan çıkarılması için mücadele ettik” dendi. Bu mücadele sırasında üretime olumsuz yansıyacak hiçbir girişimde bulunulmadığı kaydedilen açıklamada, buna karşın patronun sendikacıların tarafında yer alarak işyeri temsilcilerinden Kürşat Yalçın’ı işten attığı dile getirildi. Açıklamada “21 gündür fabrikada yemek yemeden, alkış ve slogan atarak, işyerinin önünde bekleyerek

eylem yapmaktayız. Bu eylemler sırasında diğer temsilcimiz Önder Demir’in 22 Mart’ta işten çıkarılması öfkemizi bir kat daha artırdı” dendi. Sendika Genel Başkanı Murat İnanç’ın üye işçilere argo söz kullandığı, İstanbul İl Başkanı İsmail Demir koparanın ise “Eylemler bitmeden gelmeyiz” dediği, Zeynep Uyar isimli kişinin ise işten atmalar için “ilahi adalet” dediği aktarılan açıklamada, “Eylemler bittikten sonra hangi yüzle buraya gelecekler. Temsilcilerin işten atılmasına yönelik personel müdürünün, temsilcilerin patronun gücünü kullanma-

sına müsaade etmediğini söylemesi, başka bir yöneticinin de temsilcilerimizin işveren karşısında çok dik durduğunu söylemesi bizlerin davamızda ne kadar haklı olduğumuzu göstermektedir. Biz işçileri temsil edenler tabii ki işveren karşısında dik duracaklar” dendi. Yaşanan sorunun artık sadece İnci Plastik işçilerinin değil, tüm işçi sınıfının sorunu olduğuna dikkat çekilen açıklamada, “Bursa’da Renault işçilerinin başlattığı ve işçi sınıfını uyandıran direnişin artık bizler de bir neferiyiz. Bu haklı davamızda tüm işçi kardeşlerimizin des-

teğini bekliyoruz. Sonucu ne olursa olsun mücadeleden vazgeçmeyeceğiz” dendi.

Jantsa'da işçiler 3 yıllık sözleşmeye tepkili Jantsa fabrikasında işçiler, 3 yıllık sözleşmeye tepki gösterdi. Birleşik Metal-İş İzmir Şubesinin örgütlü olduğu fabrikada, işçiler "Sözleşmenin 3 yıllık olduğunu söylemediniz, sözleşmeden imzalandıktan sonra haberimiz oldu" dedi. Aydın'da bulunan fabrikada 2014 sonrasında işe giren işçilerin ücretlerine asgari ücret artışı dışında zam yapılmadığını dile getiren işçiler, “Sosyal yardımlar gibi ek ödemeler çıkarılınca net 1300 lira ücret alan sendika üyesi işçiler var” dedi. İşçiler daha önce 3 yıllık sözleşme dayatmasına karşı greve çıkıldığını aktardı. MESS kapsamı dışında bulunan Jantsa fabrikasında, patron ile Birleşik Metal-İş imzalanan 3 yıllık sözleşmeyle işçi ücretlerine birinci yıl yüzde 31.59 oranında zam yapıldı. Sözleşmenin 2. yılında ücret ve sosyal ödeneklere tüketici fiyatları endeksi artışı oranı artı yüzde 2, 3. yılında ise tüketici fiyatları endeksi artışı oranı artı yüzde 3 artış yapılacak. Yeni işçiler bu zam oranıyla ücretlerinin asgari ücret seviyesinde kaldığını belirtti.

Cardin Concept'te işçilerden işten atılan 9 arkadaşı için eylem Eskişehir'de bulunan Cardin Concept fab-


01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

rikasında çalışan işçiler, işten atılan temsilcilerine sahip çıktı. Öğle arasında bahçede toplanan işçiler, yemekhaneyi boykot ettiler. Disk'e bağlı Tümka-İş Sendikası'nın örgütlü olduğu fabrikada, 45 gündür sendikal faaliyet içinde bulunarak Cardin Concept Fabrikasında çoğunluğu alarak 250 kişinin örgütlendiğini söyleyen Tümka – İş Sendikası Genel Sekreteri Muammer Çifçiler fabrika önünde yaptığı açıklamada, “İşçiler anayasal haklarını kullandılar ve sendikaya üye oldular. Fakat son günlerde işveren tarafından yoğun baskı ve tehditlerle ‘Ya iş ya sendika’ gibi söylemlerle işçiler korkutulmaya çalışıldı” dedi. İşçiler üzerinde korku psikolojisi oluşturulmaya çalışıldığını ifade eden Çifçiler, “İşten çıkarılan 9 arkadaşımızı öncü kadro olarak nitelendirdiler ve haksız yere işten çıkardılar. Üstüne işveren tarafından ‘Ya ölürüm ya öldürürüm ama ben bu sendikayı bu fabrikaya sokmam’ diye baskı yapıldı. İşçilerden e-devlet şifresinin istendiğini duyduk. Bu şekilde işçileri istifa ettireceklermiş. Böyle bir şey yapılmak istenirse Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunacağız. Bizler suç işlemedik. İşçiler anayasal haklarını kullandılar ve sendikaya üye oldular” diye konuştu.

Başkurt Motor'da grev

silahla darp edilmesinin ardından Eğitim Sen, Türk Eğitim Sen, Eğitim İş, Aktif Eğitim Sen ve Anadolu Eğitim Sen saldırıya tepki gösterdi. Okul'un bahçesinde yapılan ortak açıklamada, “26 Mart Cumartesi günü alçakla bir saldırıya uğrayan arkadaşımıza destek olmak, meslek onurumuza el uzatanlara karşı bir arada olduğumuzu göstermek için buradayız. Üzülerek ifade etmeliyiz ki, şiddet, toplumsal bir sorun olmaya devam etmektedir. Durugöl İlkokulunda değerli öğretmenimiz Cemil Madak, bir öğrenci velisi tarafından tabanca ile okuldan kaçırılmaya çalışılmış, tabanca kabzasıyla ile darbedilmiş ve alnına silah dayanarak ölümle tehdit edilmiştir. Bu saldırıyı yapanları kınıyor, öğretmene el kaldıran zihniyeti kınıyoruz” ifadelerine yer verildi.

Beşiktaş Belediyesi'nde direnişe geçen işçilere saldırı

Sakarya'da bulunan bir otomotiv yan sanayi fabrikası Başkurt Motor'da 100 işçi, sözleşmede anlaşmaya varılamaması üzerine grev başlattı. Çelik-İş Sendikası'nda örgütlü olan 100 işçi greve başlarken, örgütsüz 100 işçi ise çalışmaya devam ediyor. Çelik-İş Sendikası Genel Eğitim Sekreteri Ferhan Öner “4 aydır burada sözleşme sürecindeyiz. Fakat olumlu sonuçlanmadı. Bu grev kararını işçi ile beraber aldık” dedi. Sendikanın Sakarya Şube Başkanı Rıfat Kurt ise anlaşmaya hazır olduklarını belirterek, İşçi arkadaşlarımızın taleplerine tamam dedikleri an sözleşmeyi imzalarız” diye konuştu.

Beşiktaş Belediyesi'nde taşeron olarak çalışan temizlik işçileri, maaşlarının 400 TL düşürülmesine karşın eylem yapmıştı. Bunun üzerine Belediye 9 işçiyi işten çıkardı. Beşiktaş Belediyesi'nin işten attığı temizlik işçileri direnişe başladı. Belediye binası önünde yaptıkları açıklama ile direnişe başlayan işçilere zabıta ve polis saldırdı. İşçiler yapılan saldırıya karşın oturma eylemlerini devam ettirdi. Yapılan açıklamada, işe geri dönene kadar direnişin devam edeceği vurgulandı.

Eğitimciye şiddeti 5 sendika protesto etti

Bilecik'te bulunan Midal Kablo Sanayi ve Ticaret AŞ bünyesinde çalışan işçiler DİSK'e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası'nda örgütlendi. Bunun üzerine fabrikada çoğunluğu sağlayan sendika,

Ordu'nun Altınordu ilçesinde bulunan Durugöl İlkokulu'nda görev yapan Cemil Madak'ın, 26 Mart'ta bir veli tarafından

Midal Kablo'da 17 işçi işten çıkarıldı

emek haber

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na toplu iş sözleşmesi için yetki başvurusunda bulundu ve 25 Mart tarihinde de yetki için gerekli çoğunluğu sağladığına dair yazı bakanlık tarafından sendikaya iletildi. Birleşik Metal-İş'in yetkiyi almasının üzerine ise patron, sendika üyesi 17 işçiyi işten attı. Sendika üyesi işçiler üzerine ise baskı oluşturulmaya başlandı. Birleşik Metal-İş üyesi 30 işçinin işten atılacağı ve sevkiyat bölümünün taşeron firmaya devredileceği söylenerek işçiler üzerine baskı oluşturmaya çalışılıyor. Patronun işçilere yönelik, işçilere “Sendika istiyorsanız Türk Metal’e üye olun” dediği ifade edildi. Konuyla ilgili yazılı bir açıklama yapan Birleşik Metal-İş Sendikası da “Midal Kablo işvereni derhal işten çıkarmaları durdurmalıdır ve işçilerin sendika seçme özgürlüklerini hiçe sayarak, ‘sendika istiyorsanız Türk Metal’e üye olun’ baskılarına son vermelidir” dedi.

Baskı, sürgün, cezalara son! Grev sendikal haktır KESK'in 29 Aralık tarihinde aldığı karar doğrultusunda 1 günlük iş bırakma eylemine katılan 300 eğitim emekçisine, Aydın İl Eğitim Müdürlüğü tarafından soruşturma açılması yapılan basın açıklaması ile protesto edildi. Eğitim Sen Aydın Şube Başkanı Ali Gün'ün okuduğu basın açıklamasında, sendikal hakkın kullanılmasına karşı açılan soruşturmanın ve baskıların yasaları çiğnemek anlamına geldiği söylendi ve "Bir yerlerden alınan emirlerle sendikal hakkımızı kullandığımız için ceza verilmeye çalışılıyor, baskılar cezalar bizleri yıldıramaz” dendi. Eylemde, "Baskı, sürgün, cezalara son! Grev sendikal haktır" yazılı pankart açıldı.

Aliağa'da işçi katliamlarına karşı iş bırakıldı İzmir'in Aliağa ilçesinde bulunan Ege

17

Çelik Sanayi adlı firmada gemi sökümü yapıldığı sırada, Ercan isimli bir işçi, kesimcilerin kestiği parçaların altında kalarak yaşamını yitirdi. Yaşanan işçi katliamının ardından bölgede bulunan işçiler iş bıraktı.

TOFAŞ'da işçiler kazandı Geçtiğimiz yıl yaşanan metal direnişinin ardından işten atılan TOFAŞ işçileri, işe iade davası açmıştı. İşçiler işe iade davasını kazandı. Bursa 3. İş Mahkemesi, 40 işçinin iş akitlerinin feshinin geçersizliğine ve işe iadelerine karar verdi. Ayrıca boşta geçen 4 aylık ücret ve diğer hakların ödenmesi istendi. Patronun işe başlatmayı reddetmesi halinde ise işçilerin kıdemine göre 4-8 ay arasında tazminat ödemesine karar verildi. Çelik-İş’e üye olduktan sonra işten atıldıklarını hatırlatan işçiler “Bu karar haklılığımızı göstermiştir. Lakin sendikal sebepten dolayı işten atıldığımız bu kararda yer almadı. Bu konuyla ilgili Yargıtay’a başvuracağız” dedi. Mahkeme sonrası haklı olduklarının kanıtlandığını söyleyen işçiler sendikal sebepten atıldıkları kararı çıkmamasına da tepkili. Mahkemenin vermiş olduğu kararın hem işvereni hem de işçiyi memnun etme olarak niteleyen işçiler, “Burada mahkeme iki tarafı da memnun etmek istemiştir. İşten haksız yere atıldığımızın bir kanıtıdır bu, fakat sendikal sebepten atıldığımız yönünde bir karar çıkmaması bizi üzdü. Biz bu kararı temyize götüreceğiz. Biz sonuçta sendikal bir mücadele yürüttük ve bundan dolayı atıldık. Bu karar sevinç yarattığı gibi burukluk da yarattı. Yani bu karar ne şiş yansın ne kebap kararıdır" diyen işçiler sözlerine şöyle devam etti: "Bu karar şu an TOFAŞ’ta çalışan arkadaşlarımıza da büyük bir moral oldu. Arkadaşlarımız vermiş olduğumuz mücadelenin ne kadar haklı bir mücadele olduğunu bir kez daha gördü” dedi.


18

güncel analiz

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Halkı hedefleyen eylemler

meşru değildir Bilinçli olarak halka yönelen eylemler asla anlaşılır olamaz, hiçbir sebeple izah edilemezler. Bu eylemlere karşı alınacak tavır tutum da bu kadar açık, bu kadar yalın olmak durumundadır. Ne var ki, bilinçli olarak halk veya sivil insanlar hedef alınmadığı halde, gerçekleştirilen eylemde irade ve istem dışında halka/sivile zarar verilmiş ise kesinlikle bunun özeleştirisi yapılarak, üzüntü ve özür bildirilmek durumundadır Gerici sınıfların temsil ettiği gerici savaşları dışta tutarak söyleyelim ki, haklı savaş niteliğine has hiçbir savaş düşman gücü de olsa silahsız ve savunmasız bir güce karşı silahlı saldırı ve eylemde bulunmayı onaylamaz. Hele sivil insanlara ve özellikle de halka dönük silahlı-askeri eylem asla kabul edilemez, uygulanamaz. Teslim olan düşman unsurları öldürülmez, esir alınırlar ve esir hukukuna tabi tutulurlar. Bunlara karşı öldürme ve yaralama amaçlı silah kullanmak suçtur, savaş suçudur. Aynı bağlamda halkın/sivil insanların öldürülmesi veya askeri eylem hedefi olarak kabul edilmesi de suçtur. Bilinçli olarak halka yönelen eylemler asla anlaşılır olamaz, hiçbir sebeple izah edilemezler. Bu eylemlere karşı alınacak tavır tutum da bu kadar açık, bu kadar yalın olmak durumundadır. Ne var ki, bilinçli olarak halk veya sivil insanlar hedef alınmadığı halde, gerçekleştirilen eylemde irade ve istem dışında halka/sivile zarar verilmiş ise kesinlikle bunun özeleştirisi yapılarak, üzüntü ve özür bildirilmek durumundadır. Dahası bir kaza sonucu da olsa istenmeyen sonuçlar doğmuş, hedef olmayan insanlar zarar görmüş ya da ölmüş ise bu kaza da tutarlı biçimde açıklanmak durumundadır. Kaza oldu, irademiz dışında oldu gerekçesiyle ortaya çıkan sonuç karşısında sorumluluk duymamak da kabul edilemez. Halkın-sivillerin zarar görüp de istemediğimiz her gelişme bizler için bir üzüntü ve özür meselesidir. Savaşta irade ve istem dışında belli olumsuzlukların yaşanması kaçınamayacağımız durumlar olsa da, bu realite olumsuzluklar karşısında sorumsuz olmamızı doğurmaz… Halka karşı yaklaşım sorunu komünist-

ler için ilkesel bir meseledir. Neden ilkeseldir? Çünkü halklar için savaşan ve mücadele edenler halka zarar veremezler. Tersi tutum varlık gerekçelerini baltalama ve kendileriyle çelişme anlamına gelir. Halkın çıkarlarını korumak ve temsil etmek aynı ilke temelinde komünistlerin vazgeçilmezi, olmazsa olmazıdır. Komünistler kendi özgürlükleri ya da kurtuluşları için değil, halk kitlelerinin özgür geleceği için, halk kitleleri için mücadele eder, savaşır, bedel öder-ödemeyi benimserler. Dolayısıyla komünistlerin halka zarar verme, halka dönük eylemde bulunma gibi bir müsamaha ve hoşgörü durumu olamaz. Elbette salt kendilerinin tutumu açısından değil, kimden gelirse gelsin halka dönük her eylem ve davranışı mutlak biçimde eleştirir, yadsır, karşısında dururlar. Komünistler açısından bunda taviz vermek söz konusu değildir, olamaz.

Proleter devrimciler halka zarar veren hiçbir eylem ve davranışı benimsemezler Kısacası, proleter devrimciler halka zarar veren hiçbir eylem ve davranışı kabul etmediği gibi, tasvip de etmezler. Ki, salt bugün değil, ezelden beri halka dönük her eylemi net ve kesim biçimde eleştirerek reddettiler. Halka zarar veren, halka karşı başvurulan her türlü zor, baskı ve dayatmayı olduğu gibi, halkın malına zarar veren her yaklaşımı da aynı ilkeli duruş ve duyarlılıkla reddedip karşı çıktılar, çıkarlar, çıkıyorlar. Bunda hiçbir tartışmaya yer yoktur. İlkesel tutum ve meseleler hiçbir siyaset ve çı-

kara feda edilemez, hiçbir gerekçeyle ilkelerden ödün verilemez. Ne ittifak, ne eylem birliği, ne güç birliği ve ne de başka bir ortak payda ve dostluk hukuku ilkelerde esnemenin nedeni değildir, olamaz. Dostluklar esasta belli ilkeler temelinde anlam bulacağı için, ilkelerin belli dostluğa feda edilmesi dostluk hukuku adına yapılamaz. Özcesi proleter devrimcilerin tavrı bu kadar net ve kesindir. Halkın çıkarlarıyla partinin çıkarları çatıştığında komünistler tereddütsüz olarak halkın çıkarlarını tercih ederler. İşte komünistlerin tavrı bu kadar berrak ve kesindir. Bu anlamda skandal, komplo ve spekülasyon erbaplarının ucuz ve ezbere dayalı eleştirileri boşboğazlığı geçmez. Dahası, halka karşı suç işleme derecesinde olumsuz ve hatalı olan Ankara/Kızılay eylemi üzerinden sosyalist ve devrimci örgütlere, aynı biçimde ulusal harekete saldırmak fırsatçı burjuva yaklaşımdan öte değildir. Eleştiri yürütmek, tavır tutum almak ayrı, olumsuzlukları öne çıkararak bura üzerinden saldırmak ve toptancı mantıkla mahkûm etmek ve her şeyi bu olumsuzluklara feda etmek ayrı bir şeydir. Birincisi doğru, ikincisi yanlıştır. Kuşkusuz ki, ilkesel bir sorunda eleştiri daha ciddi, alınması gereken tavır tutum da buna uygun olmalıdır. Sıradan bir hataya gösterilen yaklaşımla ilkesel bir hataya karşı yaklaşım farklı olmak durumundadır. Lakin bu farklılık tüm köprüleri atmak, hepten yadsımak, her türlü olumluluk ve ortak zemini ortadan kaldırmak anlamına da gelmez,

gelmemelidir… Sosyalist ve devrimci partilerin-örgütlerin ulusal hareketle ittifak, güç ve eylem birlikleri bir tek eylem üzerinde anlam bulmadığı gibi, bir tek eylemle de anlamsızlığı ve hatalı olduğu ortaya çıkmaz. Aynı biçimde ulusal hareket de bir veya birkaç eylem ya da yanlışıyla topyekûn bir değerlendirilmeye tabi tutulamaz. Ulusal hareketin haklı mücadele zemini, Kürt ulusunun maruz kaldığı soykırımcı katliam saldırganlığı veya Kürt ulusuna karşı yürütülen topyekûn gerici savaş saldırganlığı, bunun da ötesinde ülke genelinde faşist baskı ve katliamlarla terör estiren faşist diktatörlüğün geniş halk kitlelerine dönük saldırganlığı, devrim ve devrim mücadelesinin ihtiyaçlarına uygun adımların atılması, bu bağlamda demokratik, devrimci ve sosyalist güçlerin demokratik kazanım ve devrimci gelişmeler zemininde güçlerini birleştirmesi gibi birçok zemininde güç-eylem birliği geliştirilmiştir. Kürt Ulusal Hareketi PKK’nin demokratik nitelik ve haklı mücadele gerçekliğinden öteye politik olarak devrimci rol oynaması, bu güç birliklerinin geliştirilmesi için yeterli zemindir. Kürt ulusunun tabi tutulduğu milli kıyım ise bu birliktelikleri son derece anlamlı kılan ve ortak mücadelelerin geliştirilmesini görev olarak önümüze koyan bir durumdur. Bütün bunlar PKK ve diğer devrimci örgütlerle gerçekleştirilen Birleşik Devrim Hareketi’nin isabetli olduğunu kanıtlamaya yeterlidir. Dolayısıyla, söz konusu eylem


01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

veya birkaç eylemi son derece hatalı da olsa bu durum ulusal hareketin genel niteliğini değiştirmez. Dolayısıyla bu hatalar esasta ideolojik mücadele ve eleştiri kapsamında değerlendirilebilecek meseleler olarak ele alınmalıdırlar. Ne zamanki bu eylem ve yönelimler açıktan bilinçli bir hal ve sistemlilik alırsa işte o zaman pratik tavır anlamında daha ciddi değerlendirmeler gündeme gelir, gelmek zorundadır. Ancak, sistemli hal almamış, bilinçli bir yönelim olarak gündeme gelmemiş, genel bir eylem çizgisi durumuna gelmemiş olan söz konusu olumsuzluk-eylem karşısında ilişki ve ortaklık zeminini ortadan kaldıran tavırlara girilemez. Özellikle KCK’nin kamuoyuna dönük açıklama yaparak, halka zarar veren eylemler kimden gelirse gelsin karşı çıkılmalıdır minvalinde tavır geliştirmesi düşünüldüğünde, TAK’ın üstlendiği söz konusu eylemden dolayı PKK-KCK ile mevcut olan ortak zeminlerin, birlikteliklerin boşa düşürülmesi düşünülemez. Kuşkusuz ki, KCK’nin açıklaması olumlu olmasına karşın TAK’ın açıklaması ikna edici, tutarlı ve sağlam değildir. TAK yaptığı açıklamada bir taraftan üzüntü belirtilirken diğer tarafta asker-polis kayıpları gizlendi salt sivil ölümleri verildi şeklindeki yaklaşımlarla sivillerin ölümünü de savaş şartlarında anlaşılır kılmaya dönük yaklaşımla net ve tutarlı bir tavır ortaya koymamakta, aynı tarz eylemlere kapı aralamakta… KCK yaptığı açıklama temelinde olumlu bir tutum ve anlayış ortaya koymaktadır. Ki uzun yıllardır izlediği kitle çizgisi ve askeri çizgisinde olumlu bir yaklaşım ve pratik sergilemektedir. Ancak bu yaklaşımını TAK’ın açıktan eleştirilmesi, bu eylemlerden men etmesi biçiminde de geliştirmek durumundadır. TAK Kürt ulusuna uygulanan vahşi katliam ve soykırım katliamlarını gerekçe ederek suçsuz halka karşı silahlı eylemde bulunmayı benimsememelidir. Elbette Kürt ulusuna uygulanan zulüm ve vahşet öfkeyle, devrimci isyan ve mücadeleyle karşılanmalıdır. Ama bu sivillere-halka yönelen bir öfke olmamalı ve burjuvazinin yöntemiyle aynılaşmamalıdır. Burjuvaziyle aramıza kesin çizgiler çekip onunla aynı yöntemleri kullanmaktan özenle imtina etmeliyiz. Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği kuşkusuz ki bir ve aynı değildir. Ezilen ulus milliyetçiliği belli bir düzeye kadar bu şartlarda anlaşılırdır. Fakat bu milliyetçiliğin kör-ilkel milliyetçilik düzeyine çıkarılması ve yöntemde burjuvaziye benzemesi asla benimsenemez, benimsenmemelidir. Özcesi, “Türk burjuvazisi Kürt ulusunu katlediyor, biz de Türk ulusunu veya halkın katlederiz” tavrı asla desteklenebilecek bir milliyetçilik düzeyi değildir, bundan kesinlikle sakınılmalıdır. Milliyetçilik her haliyle son tahlilde burjuvaziye yarar. Halkların ulusal köken vb. itibarıyla parçalanarak birbirine düşman ettirilmesi burjuva gerici sınıfların çıkarınadır, onlara hizmet eder.

Mesnetsiz saldırılara rağmen HBDH devrimci bir rol oynamaktadır KCK’nin olumlu tavrı-açıklaması ve TAK’ın tutarsızlıklar barındırsa da kaza olduğuyla birlikte üzüntü belirten açıklaması, daha da önemli olarak bu eylemin genel bir eylem çizgisi olarak benimsenmemesi veya pratikleşmemesi, aynı biçimde sistemli hal almaması gibi meseleler düşünüldüğünde, bazı sol çevrelerin PKK’ye dönük yıkıcısaldırgan tutumları ve Halkların Birleşik Devrim Hareketi’ni olumsuzlayan eleştirileri doğru ve haklı değil, bilakis önyargılı olumsuz eleştirilerdir. Proleter devrimciler nettir. Bir tek eylem de olsa halka zarar veren TAK’ın eylemi kabul edilemez. Bu eyleme karşı net eleştirel tavır alarak ilkeli duruş sergilemek şarttır. Ancak bura üzerinden devrimci birlikleri olumsuzlamaya çalışmak, ulusal hareketin politik olarak oynadığı devrimci rolü inkâr edip ötelemek, Kürt ulusunun maruz kaldığı barbar katliam ve saldırganlıklar karşısında yalnız bırakıp dayanışmamak, haklı mücadelesini sahiplenmemek ve bu mücadelede özne olmayı reddetmek ya da ortak düşmana karşı ortak zeminde mücadele etmekten kaçınmak asla düşünülemez. Halkın ve devrimin çıkarları doğrultusunda olduğu kadar, kıyımcı barbar katliamlara maruz kalan Kürt ulusuyla ortak mücadele paydalarında buluşma, Türk hâkim sınıflarının imha ve kıyıma dayalı gerici savaş ve saldırganlığına karşı mücadelenin geliştirilmesi ve devrimci sorumlulukla ortak omuzlanması ve bu mücadelenin görev olarak sahiplenilip yürütülmesi temelinde oluşturulan devrimci birliklerin söz konusu eylem vesilesiyle sorgulanması eğer Türk hâkim sınıf milliyetçiliğinin etkisinde kalmak değilse, açıktan dogmatik

güncel analiz

kısırlık ya da Kürt alerjili şoven histeriktir. Sol siyaset adına bunun yapılması ise düpedüz talihsizliktir. Sormak gerekir ki, Kürt Ulusal Hareketi’yle güç ve eylem birlikleri yapmanın hatalı yanı nedir, neden bu birlik ve ortaklıklar hatalıdır? Ve eğer bugün Kürt Ulusal Hareketi’yle dayanışmaya ve ortak mücadelelere girilmeyecekse ne zaman girilecektir? Girilmeyecekse, girilmemesi gerekiyorsa neden? Kürt ulusunun tabi tutulduğu kıyım ve barbarlık karşısında devrimcilerin, sol hareketin görev ve sorumluluğu nedir, devrimciler ulusa-ulusal harekete karşı ve yürütülen milli kıyıma karşı kayıtsız mıdır? Halkın ve devrimin çıkarlarına uygun, ilerici-devrimci adım olan Halkların Birleşik Devrim Hareketi oluşumu nasıl ve neden sorunludur? Eleştirilerin maddi temeli nedir? Öcalan’ın devletle görüşmelerde ifade ettikleri temelinde öngördüğü bir konsept midir bu birleşik hareket? Ya da ulusal hareket eninde sonunda devletle masaya oturacak gerekçesi midir birleşik hareketin eleştiri gerekçesi? Yoksa bu ortaklığın gelecekte ulusal hareketin devletle geliştireceği muhtemel süreçten dolayı başarısız kalacağı öngörüsü müdür eleştirilerin temeli?

Proleter devrimciler kendi politikaları ekseninde bu adımı atmışlardır Hemen söyleyelim ki, söz konusu oluşum somut olarak devrimcidir, devrimci rol oynamaktadır. Özellikle de devrimci savaş ve mücadelenin geliştirilmesi ihtiyacı temelinde vücut bulup yükselmektedir. Dolayısıyla bu nitelik ve rolüne karşın nasıl bir konseptle damgalanırsa damgalansın, ortadaki gerçek ifade ettiğimiz çerçevededir, bu zeminde gelişmiş ve nitelik almıştır. Varsayım ve sübjektif yorumlara dayalı değil, somut duruma göre değerlendirilmesi esastır. Somut siyasi süreç ve devrimci mücadelenin

19

ihtiyaçları bu adıma ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla doğru ve isabetlidir, devrimcidir. Hiçbir şeyin baki olmaması gibi bu birleşik hareket de baki değildir. Misyonunu oynadıktan sonra veya oluşum şartları ve gerekçelerini yitirdikten sonra kuşkusuz ki sonlanacaktır, sonlanabilir. Hatta düşünüldüğünden erken sonlanabilir veya düşünüldüğü verimi vermeyebilir. Bütün bunlara rağmen somut durum ve ihtiyaçlara doğru orantılı olarak atılan bu somut adım ötelenemez, yanlış ve gereksiz görülemez. Proleter devrimciler kendi politikaları temelinde bu adımı atmış veya bu oluşumun içinde yer almışlardır. Gerektiğinde de bağımsız politikalarıyla bu adımın dışına çıkar veya gericileştiğinde bu adımdan geri çekilirler. Kendilerinden kuşku duymayan proleter devrimciler açısından bu ortaklıklar içinde yer almanın sakıncası olmadığı gibi, bu birlikler keyfi tercihlere ve dar yaklaşımların tasarrufuna terk edilemeyecek kadar değerlidirler, yani devrimin ihtiyaçları temelinde ve devrimci şartların emrettiği şekilde ele alınırlar. Devrimin çıkarları veya demokratik mücadele ve kazanımları bir kenara bırakıp esas almadan keyfi tutumla devrimci politika ve taktikler belirlenemez. Proleter devrimciler demokratik kazanımlar ve devrimci mücadelenin ihtiyaçları temelinde politika belirlemek durumundadırlar. Genel anlamda olduğu gibi, özellikle bugün devrimci ve demokratik güçlerin göreli de olsa birlikte mücadele etmelerini sağlama, mücadelede ortaklaşmalarını gerçekleştirme pratiği son derece önemli bir gelişme ve kazanımdır. Bunu hasıraltı eden her yaklaşım parçacı dar düşünüş tarzından muzdariptir. Kaygılar devrimci güçlerin ilerlemesi ve devrimin gelişmesine dayanmalıdır. Devrimci adım ve gelişmeleri kaygılara boğup gölgelemek asla devrimci politika ve yaklaşım olamaz.


20

felsefe

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Teori ve pratik, düşünce ve maddenin özdeşliği sorunu Marks ağırlıklı olarak materyalizmi toplumsal süreçler bağlamında geliştirir. Maddeyi bir yana düşünceyi diğer yana koymaz. İlk veri sorununu geçtikten sonra bunlar arasında bir birlik kurar. Bu birlik veya özdeşlik, düşünceden, bilgiden bağımsız bir varlığın daha önce olmadığı şeklinde değildir. Tersine, düşünce bir defa meydana geldikten sonra kendi nesnesiyle kopmaz bir bağ oluşturur. Birlik-özdeşlik veya birbirine dönüşüm bu bağ üzerinde kurulur. Ve aynı zamanda birlik süreçsel olduğu için diyalektik karakterdedir Halil Gündoğan, “Mao Zedung -Değerlendirmeleri Üzerine” (Güneşin Sofrası Yayınları, 2009) adlı kitabında daha önce (1970'li yıllarda) yapılmış olan bazı değerlendirmelerden aktarma yaparak, “düşünce ile varlığın” veya “toplumsal düşünce ile toplumsal varlığın özdeşliği” konusunda Mao’yu eleştirir. '70'li yıllarda Halkın Birliği Dergisi tarafından yapılan eleştirinin, Marks öncesi materyalizmin bakış açısına dayandığı söylenebilir. Ve konunun özü anlaşılmadan, o günün politik atmosferinde Mao’ya haksız felsefi bir eleştiri yapılmıştı. Oldukça da zorlama ve uç eksenliydi. Eleştiriyi yapanlar, esas olarak kaba-mekanik materyalist bir tutum ve yorum içindeydiler. Sanki Marks sonrası materyalizmle alakaları yokmuş gibi… Daha sonraları Garbis Altınoğlu, bu değerlendirmeleri bir kitapta derledi. Ve Halil Gündoğan da, Garbis Altınoğlu'nun Lenin’den aktardığı “düşünce ile varlığın özdeşliğini kabul etmek idealizmdir” mealinde bir pasajını doğru kabul ederek: “Mao bu tezi savunduğuna göre, felsefeye nasıl katkı yapmıştır” temelinde bir soru sormakta ve bu temelde “Mao'nun yanlışlığı” eleştirilmektedir. “Genel olarak varlık ile genel olarak bilinç nasıl özdeş değillerse, toplumsal varlık ile toplumsal bilinç de özdeş değillerdir.” (Materyalizm ve Ampiriokritisizm, İnter Yayınları, 2. Basım, sf. 373) Lenin’in bu paragrafına karşı Mao’dan aşağıdaki düşünceler aktarılır. “... Bazıları bunun bazı çelişmeler için geçerli olmadığını sanırlar. Örneğin, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmede üretici güçlerin birincil yöne, teori ile pratik arasındaki çelişmede pratiğin birincil yön, ekonomik temel ile üstyapı arasındaki çelişmede ekonomik temelin birincil yön olduğunu ve bunların karşılıklı durumlarında hiçbir değişme olmadığını düşünürler. Bu diyalektik materyalist anlayış değil, mekanik materyalist anlayıştır. Evet, üretici güçler, pratik ve ekonomik temel genellikle birincil ve belirleyici rol oynarlar; bunu inkâr eden materyalist değildir. Ama aynı zamanda kabul edilmelidir ki, üretici güçler, teori ve üstyapı gibi yönler de belirli koşullarda birincil ve belirleyici rol oynarlar. Üretici güçler üretim ilişkilerinde bir değişme meydana gelmeden gelişemez duruma geldiklerinde, üretim ilişkilerindeki değişme birincil ve belirleyici rol oynar. Lenin’in ‘devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz’

dediği zamanlarda devrimci teorinin yaratılması ve savunulması birincil ve belirleyici rol oynar. Eğer herhangi bir görev yerine getirilecekse ve henüz bir yol gösterici çizgi, yöntem, plan ya da siyaset yoksa birincil ve belirleyici olan şey yol gösterici bir çizgi, yöntem, plan ya da siyaset saptamaktır. Üstyapı (siyaset, kültür vb.) ekonomik temelin gelişmesini engellediğinde, siyasi kültürel değişiklikler birincil ve belirleyici olur. Bu söylediklerimiz materyalizme aykırı mıdır? Hayrı. Çünkü bir yandan tarihin genel gelişmesi içinde maddi olanın zihinsel olanı, toplumsal varlığın toplumsal bilinci belirlediğini kabul ederken, öte yandan da zihinsel olanın maddi şeyler üzerindeki, toplumsal bilincin toplumsal varlık üzerindeki ve üstyapının ekonomik temel üzerindeki etkisini de kabul ederiz; zaten bu zorunludur. Bu materyalizme aykırı değildir. Tam tersine mekanik materyalizme karşı çıkmak ve kararlılıkla diyalektik materyalizmi savunmak demektir.” (Mao Zedung, Seçme Eserler, C. 1, Kaynak Yayınları, 4. Basım, Sf. 443) “Ayrıca bunlar, maddenin bilince bilincin maddeye dönüşebileceğini de anlamıyorlar; oysa bu sıçramalar günlük yaşamda durmadan yinelenmektedir. Bu nedenle, yoldaşlarımızın, diyalektik materyalist bilgi teorisiyle yetiştirilmesi gerekiyor. Böylece, düşüncelerini doğru yönlendirebilir, araştırmada, incelemede ve deneyimlerini özetlemede gelişme sağlar, güçlükleri yener, daha az yanlış yapar, işlerini daha iyi görürler…” (Mao Zedung, Pratik ve Çelişki Üzerine, Epos Yayınları, Sf. 197)

Eski materyalizm; toplumsal düşünceyle toplumsal pratik arasındaki bağı kavramada güçsüzdür Mao’nun basit ve açıklayıcı, aynı zamanda Marksistmateryalist bilgi teorisine dayanan bu fikirleri, Lenin’le çeliştirilir. Aslında biçimsel olarak bakıldığında ve tarihsel özelliklerinden koparıldığında gerçekten birbirinin zıddını ifade ediyorlarmış gibi geliyor. Biri son derece açık “toplumsal bilinçle toplumsal varlık arasında özdeşlik kurmak idealizmdir” diyor; diğeri ise, “bilinçle varlık arasında özdeşlik kurmak materyalist bilgi teorisinin bir gereğidir” diyor. Bu açık iki zıt söylem arasında okuyucu yönlendirilerek, Lenin’le Mao “mahkûm edilmiş” oluyor! Lenin, o günün koşullarında pozitivistlere karşı, maddeyi veya varlığı duyuma indirgeyen; duyum dışında bir madde tasavvur edemeyen, aynı zamanda birçok idealist anlayışla mücadele eder. Mücadelenin esas yönü, düşünceden, ideadan, duyumdan bağımsız olarak maddenin varlığının ispatıdır. Dolayısıyla Marks öncesi kaba materyalistlere, L. Feurbach ve Diderot’a da dayanır. Ve Tüm materyalistlerin genel geçer tezlerini tekrarlar. Yer yer eski materyalizmin görüş alanını hasımlarına karşı kullanır, örnekler verir. Bunlar anlaşılır ve neyin ilk veri olduğuna dair temel bir argümana aittir. Ama daha sonraları, Felsefe Defterleri’nde diyalektik üzerine notlarında ise Mao’nun dayandığı tezleri dile getirir. Ve daha çok, karşıtların birliği ve dönüşümü üzerine diyalektik özellikler sunar. Marks öncesi materyalizm ile sonraki materyalizm arasındaki farkı açıklayabilecek cevap, Mao’nun açıkladığı

temeldedir. Ayrım noktaları, başka nasıl ortaya serilecek. Mao, mekanik eski materyalizmden ziyade Marksist materyalizm üzerinde ve onun bakış açısı ile soruna yaklaşıyor. Burada sadece basit anlamda madde-varlık ile bilinç-düşünce arasındaki ilişkiyi birinin etkin diğerinin pasif yansıması şeklinde ele almıyor. Bunlar arasındaki diyalektik tarihsel ilişkiyi vurguluyor. Doğadan, doğa bilimlerinden insan tarihine, toplumsal-sosyal olanın alanına geçiyor. Marksist bilgi teorisini anlaşılır bir biçimde açıklıyor. Yanlış bakış açılarının düzeltilmesi için diyalektik ve materyalist yöntemler sunuyor. Kabaca ele alırsak; düşünce-bilinç, toplumsal-bilinç, teori, üstyapı pasif bir yansıma değildir. Bir şeyin aynaya düşmesi, bir siluetin, gölgenin, görüntünün suya düşmesi gibi yansıma değildir. Buradaki yansıma tarihin, insan pratiğinin, on bin yılları aşan insan emeğinin ve ilişkisinin bir sonucu ve yaratımıdır. Değiştirmek, dönüştürmek, yaratmak ne demektir? Nasıl olur? Hayvanlar da doğada beslenirken doğal olarak bazı değişikliklere neden olurlar, ya da doğanın kendisi de işleyişi gereği değişime yol açar. Ama insan doğasının değişikliği ve değiştirme gücü, yeteneği doğa gibi değildir. Tasarım, plan, bilinç, teori yüklüdür. Üretim denilen insansal süreç vardır. Sınıf mücadelesi denilen toplumsal süreç vardır. Kültürel-sanatsal dönüşüm denilen bir süreç vardır. Kendiliğinden devasa binalar inşa olmaz; doğa, kendiliğinden dünyayı saran demiryolları, otobanları meydana getirmez… Doğaüstü bir gücün yardımı ile insan aya uçmaz, uydular uzaya gitmez, dev uçak ve deniz filoları meydana gelmez. Eski mekanikten kuantum mekaniğine gelen teknoloji, düşüncenin maddeye dönüştüğünün kanıtıdır. Engels, zaten bunu vurgular. Evet, bunlar doğa sayesinde, madde sayesinde ve onun


felsefe

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

ilk varlık olması, ilk veri olması ve de doğal olarak onun değişmesi ve gelişmesinin bir neticesinde olur. İnsan da bir doğadır, onun bir parçasıdır: Taş, ağaç, su vs. gibi moleküllerden, elementlerden, atomlardan oluşmuştur. Ama onlardan farklı olarak, insan pratik süreçler sonucu bilinç kazanmıştır. Bilinç de, onun üretim süreci-pratiği, doğayı ve kendini değiştirme sürecinde oluşmuştur ve bin yılları bulan deneyiminin bir parçasıdır. Burada edilginlik yoktur. Etkinlik vardır. İnsan denen şey, cisim ve bilincin aynı anda yüklü olduğu bir varlıktır. Baş ayakları, ayaklar da başı taşır ve yönlendirir. Ayaklar ve başlar aynı cismanidirler. Ve hayvandakinden farklı işlev görürler. Bilinç ve maddenin birliği insanda ve onun sosyal yapısında ifade olur. Teori pratiğe dönmese toplumsal hayat ilerlemezdi, düşünce çıktığı nesneye, maddeye dönüşmeseydi sanayi dediğimiz aşamaya gelinmez, insanlık ilerlemezdi. Bu durum, bu öğelerin birbirine dönüşümü sayesinde olmuştur. Bu tartışılacak veya kabulü materyalizme helal getirecek bir olgu değildir. Tersine materyalizmin kendisidir. Bunu ifade etmek, maddenin ilk veri olmadığı sonucunu doğurur mu? Hayır. Peki, bunları savunmadan tarih açıklanabilir mi? Mümkün değildir. Toplumsal bilgi, teori ve düşüncenin yapısı, işlevi ve kaynakları sorunu, varlık ile düşünce arasındaki ilişkide hangisinin ilk veri olduğu temel tartışmanın bir parçası ve onun devamını tamamlayan bir içeriktedir. Eski materyalistler varlığın-maddenin ilk veri ve düşüncenin ikinci veri olması dışında toplumsal pratik ve toplumsal düşüncelerin rolü ve yapısı konusunda fazla bir ilerleme sağlayamamışlarıdır. Özelikle bu yön idealistlerin ilgilendikleri bir alan olmuştur. Marks’ın materyalizmi eski materyalizmden farklıdır. Marks ağırlıklı olarak materyalizmi toplumsal süreçler bağlamında geliştirir. Maddeyi bir yana düşünceyi diğer yana koymaz. İlk veri sorununu geçtikten sonra bunlar arasında bir birlik kurar. Bu birlik veya özdeşlik, düşünceden, bilgiden bağımsız bir varlığın daha önce olmadığı şeklinde değildir. Tersine, düşünce bir defa meydana geldikten sonra kendi nesnesiyle kopmaz bir bağ oluşturur. Birlik-özdeşlik veya birbirine dönüşüm bu bağ üzerinde kurulur. Ve aynı zamanda birlik süreçsel olduğu için diyalektik karakterdedir. Eski materyalizm, bu bağı yeterince çözemez. Dolayısıyla, düşünce ve madde birlik içinde ele alınmadığında bu ilişki mekanik bir düzeye indirgenir. İlişki diyalektik değil, mekaniktir. Mao da, çoğunlukla

materyalizmi bu anlamda kavrayanlara karşı diyalektiğe dayanarak, Marksist bilgi teorisini derinleştirir. “Diyalektik, karşıtların nasıl özdeş olabileceklerini (ve olduklarını) -hangi koşullar içinde birbirlerine dönüştüklerini,- niçin insan aklının bu karşıtları ölü ve donup kalmış şeyler olarak değil de canlı, koşullanmış, hareketli, birbirine dönüşen şeyler olarak göz önünde tutması gerektiğini gösteren teoridir.” (Lenin, F. Defterleri, sf. 90) Mao’yu anlamayan ya da kasıtlı eleştirenlerin dikkat etmediği bir husus vardır, o da Mao’nun yukarıda Lenin’in işaret ettiği hususu sık sık dile getirmesidir. Yani belli koşulları göz ardı ederseniz, bu koşulları zaman ve mekân bağlamı dışında soyut düzeyde ele alırsanız, mekanik bir materyalizm cephesinde yerinizi almış olursunuz. Kuşkusuz mekanik materyalist anlayış devrimci özneler içinde uzun zaman hükümranlığını sürdürmüştür. Ayrıca, “varlık ile düşünce” veya “toplumsal varlık ile toplumsal düşünce” arasında özdeşlik ilişkisini kurma şerefi Mao’ya ait değildir. Mao’dan önce bu ilişki zaten kurulmuştur. Mao’nun yaptığı bunu daha derin ve anlaşılır hale getirmektir. Her nedense bundan dolayı Mao idealist olur!

Tüm materyalistler düşünceyle maddenin özdeşliğini kabul ederler Felsefenin temel sorununun bir parçası olarak Engels’in bu konudaki izahatı şöyledir:“Düşüncenin varlığa, tinin doğaya ilişkisi sorununun, bütün felsefenin bu en yüksek sorununun kökleri, tıpkı her dinde olduğu gibi, yabanıllık çağının kısıtlı ve bilisiz kavrayışlarındadır… Ayrıca ortaçağın skolâstiğinde büyük bir rol oynamış olan düşüncenin varlığa göre durumu sorunu, tinin mi yoksa doğanın mı, hangisinin esas öğe olduğu sorunu, bu sorun, kilise bakımından, şu keskin biçimi aldı: Dünya Tanrı tarafından mı yaratılmıştır, yoksa bütün öncesizlik boyunca var mı idi? Bu soruyu yanıtlayışlarına göre filozoflar iki büyük kampa ayrılıyorlardı. Tinin doğaya göre önce gelme özelliğini ileri sürenler ve buna göre de son aşamada ne cinsten olursa olsun dünya için bir yaratılmayı kabul edenler, bunlar idealizm kampını oluşturuyorlardı, doğayı esas öğe sayanlar ise materyalizmin değişik okullarında yer alıyorlardı. Başlangıçta iki deyim; idealizm ve materyalizm, bundan başka bir anlama gelmiyordu, biz de burada onları başka bir anlamda kullanmayacağız… Ama düşüncenin varlıkla ilişkisi sorununun bir başka yönü daha vardır: bizim çevremizdeki dünya hakkındaki düşüncelerimiz ile bizzat bu dünya arasında nasıl bir bağıntı vardır? Bizim düşüncemiz gerçek dünyayı bilebilecek durumda mıdır? Gerçek dünyaya değin tasarımlarımızda ve kavramlarımızda gerçekliğin doğru bir yansısını verebilir miyiz? Bu soru, felsefe dilinde düşünce ile varlığın özdeşliği sorunu diye adlandırılır ve filozofların büyük çoğunluğu bu soruya olumlu yanıt verirler… Ama daha bir dizi başka filozof da var ki, dünyayı bilmenin, ya da en azında dünyanın tüketici bilgisinin olanaklı olup olmadığını sorgularlar. Modernler arasında Hume ve Kant bunlardandır ve bunlar, felsefenin gelişmesinde çok büyük bir rol oynamışlardır. Bu görüş tarzını çürütmek üzere söyleneceklerin özü, Hegel tarafından söylenmiştir; Feuerbach’ın materyalist açıdan buna eklediği, derin olmaktan çok zekicedir. Bu felsefi saplantının en çarpıcı çürütülmesi, bütün öteki saplantılarda olduğu gibi, pratiktir, özellikle deneyim ve sanayidir. Eğer biz, doğal bir süreç hakkındaki anlayışımızın doğruluğunu, bu süreci biz kendimiz yaratarak, onu koşullarından çıkarıp varlık haline getirerek ve onu kendi amaçlarımıza hizmet ettirerek tanıtlayabiliyorsak, Kant’ın bilinemez “kendinde-şey”inin işi biter. (Friedrich Engels, Ludwig

21

Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, 3. Baskı, sf. 21, 22,23) Yukarıda Engels’in işaret ettiği, “Bizim çevremizdeki dünya hakkındaki düşüncelerimiz ile bizzat bu dünya arasında nasıl bir bağıntı vardır? Bizim düşüncemiz gerçek dünyayı bilebilecek durumda mıdır?” temelindeki sorun, “düşünce ile varlığın özdeşliği” biçiminde kavramlaştırılır. Bu özdeşliği kabul etmeyenler, bilinemezciler olarak tanımlanan Kant ve Hume’dur. Materyalistler ve idealistlerin önemli bir bölümü bu “özdeşliği” kabul eder. Lenin, Engels’ten “Bu soruya… Filozofların büyük çoğunluğu tarafından olumlu yanıt verilir” pasajını aktardıktan sonra “Ve bununla yalnızca tüm materyalistleri değil, aynı zamanda en tutarlı idealistleri (Hegel’i)… de kastetmektedir” (Lenin, Materyalizm ve Ampiriokritisizm, İnter Yayınları, 2. Basım, sf. 115) diye devam ederek tasdikte bulunur. “Düşünce ile varlığın özdeşliği” felsefenin temel sorununun bir parçasıdır. Bu “birliğin” (burada “birlik” ve “özdeşlik” aynı şeyi ifade eder) ilk ifade tarzı Mao’ya ait değil, Engels ve daha nice filozofa aittir. Ve bu özdeşliği Engels, Lenin tüm diğer materyalistler gibi onaylar. Buna Kant, Hume gibi bilinemezciler-agnostikler itiraz ederler. Kant, dualisttir, O’nda numen ve fenomen dünyası ayrıdır: Kendinden şey ve bizim için şeyler vardır. Düşünce bir yanda varlık diğer yandadır. Hume, duyumcudur, duyumlarımız dışından “nesne-madde” tanımlaması problemlidir: Duyum dışında dış dünya tasavvuru sorunlu olduğu için de, bilginin hakikat ile ilişkisi konusunda Hegel gibi idealistlerden farklı bir akım içindedir. “Karşıtların özdeşliği, doğanın (ve zihnin ve toplumun da) bütün fenomen ve süreçlerindeki çelişkin, birbirlerini karşılıklı olarak dışındalayan, karşıt yönsemelerin varlığının kabul edilişidir (keşfedilişidir).” (Lenin, Felsefe Defterleri, Sosyal Yayınları, Sf. 303) Dikkat edilirse Lenin burada, açık bir biçimde “özdeşliği” istisnasız tüm süreçlerin bir unsuru veya durumu olarak değerlendirir. Şurada geçerli, burada geçersiz diye yasa tanımı yapmaz. Dolayısıyla, zaman ve mekânı göz önüne almaksızın niçin, nasıl söylendiğine bakmaksızın, Marksist düşünürlerin dediklerini birbirinin karşısına koymak doğru değildir. “Somut’tan soyuta yükselen düşünce -doğru ise- hakikatten uzaklaşmaz, tam tersine hakikate yaklaşır. Madde ve doğal yasa soyutlamaları, değer soyutlaması, vs. kısaca bütün bilimsel (yani, doğru, ciddi, keyfi olmayan) soyutlamalar, doğayı daha derinlemesine, daha doğru şekilde ve daha tam olarak yansıtmaktadır. Canlı sezgiden soyut düşünceye ve soyut düşünceden de pratiğe- hakikat bilgisinin, nesnel gerçeklik bilgisinin diyalektik yolu işte budur. (Lenin, F. Defterleri, sf. 138) “Nesnel dünyayı sadece yansıtmakla kalmaz insan bilinci, yaratır aynı zamanda. (abç)” (Lenin, F. Defterleri, sf. 173) “Görüngü ile kendinden şey arasında hiçbir ilkesel ayrım yoktur ve olamaz. Yalnızca bilenenle henüz bilinmeyen arasında ayrım vardır. Biri ile öteki arasında özel ayrımlar koyma gibi… İcatlar koymak uyduruktur.” (Lenin, Materyalizm ve Ampiriokritisizm, sf. 119) “Elbette madde ile bilinç arasındaki karşıtlık da yalnızca çok kısıtlı sınırlar içinde mutlak bir anlama sahiptir: eldeki durumda, yalnıza neyin birincil, neyin ikincil kabul edileceğine ilişkin bilgi teorisinin temel sorusunun sınırları içinde. Bu sınırlar dışında bu karşı karşıya koymanın göreliliğinden kuşku duyulamaz.” (Lenin, F. Defterleri, sf. 171) Şimdi Lenin’in ifade ettiği ilk veri sorunu dışında, madde ile bilinci karşı karşıya almak doğru mudur? Veya Mao’nun ifade ettiği, “Madde ile düşünce arasındaki özdeşlik” ilişkisi, Lenin’in, daha önceleri Engels’in anlaşılır bir dille ifade ettiği açıklamalarından zerre kadar farkı var mıdır?


22

güncel haber

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

Mahmut Alınak’ın Kürt ulusal hareketine dönük bazı eleştirileri üzerine Birçok çevrenin ulusal hareketin “hendek siyaseti” diyerek küçümsediği süreç esasta devrimci bir duruş ve olumlu bir rotadadır. Ulusal hareketin bu politikayla katliamlara yol açtığı eleştirisi haksız ve yanlıştır. Düzen veya devletle uzlaşma siyasetini eleştirenler aynı zamanda direniş siyasetini de eleştiren durumdadırlar. Peki, hangi eleştiriniz doğrudur ya da ulusal hareket ne yapmalıdır? Halkın Günlüğü’nde Mahmut Alınak ile yapılan röportaj, sayın Alınak’ın esasta sağlam bir devrimci perspektife sahip olduğunu gösteriyor. Alınak’ın devrimci politika ve perspektifi benimseyerek savunması kuşkusuz ki değerli ve anlamlıdır. Özellikle günümüz koşullarında aydınların maruz kaldığı baskılar düşünüldüğünde ve her şeye karşın eleştirel tutumda net duruş göstermesi nedeniyle sayın Alınak’ın tavrı kıymetlidir. Bu boyutuyla takdir edilmesi de gerekmektedir. Fakat, sayın Alınak’ın faşist iktidara karşı tutum ve mücadelede olduğu gibi Kürt Ulusal Hareketi’nin ideolojik-siyasi çizgisi konusunda esasta sağlam bir devrimci perspektife sahip olmasıyla beraber, bu sağlamlığı zayıflatan anlayış ve yaklaşım hataları da mevcuttur. Ki, bunlar ulusal sorunda devrimci perspektife sahip olmasına karşın, Kürt Ulusal Hareketi’ne dönük bazı eleştirilerde görülmektedir. Eleştirel tutumda-eleştiride dikkat edilmesi gereken bir hususa dikkat çekmenin yararlı olacağına inanıyoruz. Türk hâkim sınıfları iktidarıyla keskin silahlı savaş içinde olup, zorlu bir direniş veren Kürt Ulusal Hareketi’nin, söz konusu hâkim sınıflar karşısında(somut olarak Erdoğan/AKP iktidarı karşısında) ya da hâkim sınıfların barbar saldırganlığı karşısında zayıf düşürülmemesi ya da zayıf düşmemesine dikkat etmek özellikle bugünkü şartlarda önemlidir. Gözetilmesi gerekendir. Erdoğan/AKP faşist güruhu ile Kürt ulusu veya ulusal hareketi son derece ciddi ve keskin bir savaş içindedir ve bu savaş-direniş-mücadele Kürt ulusu-hareketi açısından son derece ağır geçmektedir. Bu durumda düşmana karşı bu denli ağır ve acımasız şartlarda savaşan bir hareketin bu düşman karşısında zayıf düşürülmemesinin veya zayıf düşmesine vesile olacak eleştirilerden sakınmanın taktiksel olarak daha doğru olacağına inanmaktayız. Kuşkusuz ki, eleştiri ve ideolojik mücadele gereklidir ve dostluk gereğidir de. Ancak bu eleştiride belli ölçüler kaçırıldığında veya somut koşullar göz ardı edildiğinde eleştirinin objektif olarak amacı dışında başka şeylere hizmet etmesi gündeme gelebilir. Dolayısıyla eleştiride dikkat edilmesi gereken yan dediğimiz şey tam da budur. Ve sayın Alınak’ın sağlam perspektifini zayıflatan yan olarak değerlendirdiğimiz yöntem hatası ya da yaklaşım ve anlayış hatası burada açığa çıkmaktadır. Daha somut olarak Alınak’ın sağlam perspektifini tartışılır kılan ve eleştirisindeki hatalı yan şudur: Sayın Alınak, Kuzey Kürdistan illerindeki gözlem ve tanıklıklarını aktarırken, Kürtlerin PKK’ye karşı tepkili olduğunu anlatan çeşitli ifadeler kullanmaktadır. Ki, bunlar muhtemelen doğrudur da. Sayın Alınak’ın ol-

mayanı olmuş gibi göstermeye tenezzül edeceğine kesinlikle inanmıyoruz. Ne var ki, sorun şudur. Yansıttığı gerçek tüm gerçeği ifade etmemektedir. PKK’yi eleştiren ve tepkili olan Kürtler olmakla birlikte, en mütevazı ölçülerle konuşursak en az o kadar da PKK’yi destekleyen ve sahiplenen Kürtler vardır. Dolayısıyla belli bir gerçeği yansıtıp diğer gerçeği yansıtmamak doğru olmaz. Dahası gerçeği sadece bu yanıyla yansıtmak objektif yaklaşım açısından sorunlu olup, aynı zamanda PKK aleyhine ve PKK’yi zayıflatan bir rol oynar. PKK’yi zayıflatmasının önemi, başta da belirttiğimiz gibi, PKK’nin veya PKK temsilinde Kürt ulusunun Erdoğan/AKP güruhuyla keskin bir savaşdireniş içinde bulunuyor olmasından ileri gelir. PKK ne kadar hatalı olursa olsun, mevcut durumda acımasız bir savaş saldırganlığına muhataptır ve ağır şartlarda bir direniş vermektedir. Direniş ve savaşı haklıdır. O halde bu durumun gözetilmesi düşman karşısında zayıflatılmaması bakımından önemli bir sorumluluktur.

Eleştiriler keskin savaş süreci koşullarıyla ele alınmalıdır Eleştirinin daha da genişletilerek, adı geçen Kürt illerinde halkın(Kürtlerin) PKK veya Kürt siyasi partilerinin bu şehirlere bir daha gelmemesini istediği şeklindeki ifadeleri de aynı biçimde PKK’yi zayıflatan yaklaşımdır. Olağan koşullarda olsaydı her türlü eleştiri tartışmasız olarak sorunsuzca yürütülebilirdi. Ama savaş içinde bulunduğundan dolayı düşman karşısında zayıflatmama adına eleştiride daha sorumlu davranmak isabetli olandır. Kürt kitlelerinin PKK’ye tepki duyması, PKK’yi zayıflatmakla kalmıyor, esas anlamını Erdoğan/AKP güruhunun lehine olmasıyla buluyor. Yani PKK’nin her zayıflatılması fiilen Erdoğan/AKP güruhunun güçlendirilmesi anlamına geliyor. Bu bakımdan belli eleştirilerden sakınmak, Kürt kitlelerinin PKK’ye tepki duymalarını olumlayarak bu eğilimi desteklemek, dolayısıyla da PKK’nin Erdoğan/AKP karşısında zayıflamasına objektif olarak katkı sunan yaklaşımlardan özenle kaçınmak en doğrusudur. PKK’yi eleştirecek bir dizi nokta olsa da mevcut savaş halinde bu eleştiriyi ertelemek devrimci sorumluluğun bir parçasıdır.

Kuzey Kürdistan’da Kürt kitlelerin PKK’ye karşı soğuması mevcut durumda AKP iktidarına yarar. Bundan ötürü, Kürt kitlelerinin PKK’yi desteklemeye devam etmesini benimsemek taktik siyaset olarak doğru olandır. Zira, PKK’den uzaklaşan kitleler sosyalist veya devrimci harekete akmıyor, bilakis Erdoğan/AKP güruhunun potasına akıyor, onu güçlendiriyor. Bu bakımdan AKP lehine gelişme olacağına, Kürt kitlelerin mevcut süreçte PKK’yi desteklemelerini olumlamak doğrudur. Tersi ise yanlıştır. Sayın Alınak’ın devrimci alternatife dikkat çekmesi son derece kıymetlidir. Öte taraftan devletin katliamlarına dönük tutumu devrimci netliktedir. Ve devrimci harekete dönük eleştirisi de esasta doğrudur. Gerçekliği ifade ederek somut durumu yalın biçimde ortaya koymaktadır. Ulusal harekete dönük “umursamaz” eleştirisi ise esasta haksızdır. Kürt Ulusal Hareketi’nin “düzenle bütünleşme gayreti” biçiminde formüle ettiği eleştiri de genel bir doğruyu ifade etmektedir. Ulusal hareketin stratejik yaklaşım ve politikası ya da genel siyasi yönelimi ve ideolojik çizgisi bakımından bir dizi esasa dönük zayıflıkları ve kırılganlıkları paylaşılabilecek doğrular iken, aynı ulusal hareketin reel politikte oynadığı rolün ya da somut taktik siyaset ve siyasi süreçte oynadığı rolün devrimci pozisyonda olduğu gözden kaçırılmaması gereken ayrı bir yandır. Sanırız sayın Alınak bu gerçeği yeteri kadar dikkate almamakta, gözden kaçırarak objektif bir yaklaşımdan uzak kalmaktadır. Keskin silahlı çatışma ve direniş biçiminde seyreden savaş şartlarının başlı başına tahripkâr olacağı, bir dizi kayıp ve ağır bedellere yol açacağı aşikârdır. Ve bu sonuçlar savaş ve çatışma doğasında kaçınılmazdır. Ulusal hareket stratejik politikada hangi zaaf ve sakatlıklar taşırsa taşısın ve taktik siyasette hatalar yapsa da son tahlilde haklı ve devrimci bir direniş çizgisi benimseyip yürütmektedir. Geliştirdiği direniş her bakımdan haklı ve gerekliyken, “özyönetim” ve “hendek” savunusu zemininde başvurduğu taktikler de taktik politika ve tutum açısından esasta doğrudur. Sürecin ağır bedellere mal olması, ağır tahripkâr sonuçlara sahne olması haklı direnişin suçu değil, katli-


güncel haber

01-15 NİSAN 2016 Halkın Günlüğü

amcı faşist saldırganlığın suçudur ve aynı zamanda gerekli olan meşru direniş ya da savaşın doğasına uygun sonuçlardır. Bu sonuçlardan doğrudan Ulusal hareketi sorumlu tutmak yanılgılı yaklaşımdır. Elbette Ulusal hareketin stratejik ve taktik politikalarda hatalara düşmesi ve bu hataların sonucunda ağır bedellerin gündeme gelmesi mümkündür. Ancak bu durum ulusal hareketin yürüttüğü direniş ve savaşın hatalı olduğunu göstermez. Belli hata ve zaaflardan söz edilse de ulusal hareketin yürüttüğü direniş tavrı ve bundaki taktikleri esasta doğrudur. Esasta doğru dediğimiz şey, ulusal hareketin stratejik yönelim ve genel siyasi çizgisi bağlamında bütüne ilişkin değerlendirme değil, taktik politika ya da mevcut siyasi süreçte benimsediği tutum anlamında bir olumlamadır. Ulusal hareket sergilediği özyönetim direnişinde ciddi ve ağır kayıplar vererek kararlı bir direniş tavrı ortaya koydu, koyuyor da. Elbette bütünlüklü bir özyönetim ilanı ve bu zeminde genel bir direniş tavrını benimsememesi ya da tüm güçleriyle bu sürece müdahale etmemesi-edememesi bir eksiklik olarak okunabilir. Ancak öyle ya da böyle uyguladığı politikada tutarlı bir duruş ve kararlı bir direniş ortaya koydu. Bu direnişten vazgeçmeyerek geliştirme perspektifiyle hareket ettiği ve esasta geri adım atmadığı da söylenebilir. Bu direniş tavrı ötesinde genel bir direniş ve tüm güçleriyle süreci omuzlama tavrını geliştirmemesi eksiklik-hata olsa da, bu tavrın yaşanan süreç ve katliamlar karşısında kayıtsız ve “umursamaz” olduğu söylenemez. Yaşanan katliamlarda ulusal hareketin sorumluluğunu esas görmek hatalıdır. Dediğimiz gibi her mücadele ve direniş, özellikle de mevcuttaki gibi bir çatışma ve savaş şartlarında ağır bedel ve kayıpların gündeme gelmesi direnen güçlerin tercihi değil, karşı karşıya kaldıkları zorunlu savaş gerçeğinin ürünüdür. Eğer bedeller ve kayıplardan ötürü direniş ve savaş tavrı reddedilecekse, mevcut düzenin sürgit devam etmesine rıza göstermekten başka bir yere çıkılmaz. Özcesi, ulusal harekete dönük “umursamazlık” eleştirisi ve halkı sa-

23

Ulusal hareketin somuttaki duruşu olumlu bir rotadadır

kezlerine girme çabaları, bodrumlarda uygulanan insanlık dışı vahşete-katliamlara karşı önemli bir çaba sergiledikleri inkâr edilemez. Elbette ulusal hareketin askeri güçleriyle çeşitli müdahale ve eylemlere başvurması isabetli olacaktı. Ancak her şey dıştan görüldüğü kadar düz ve pürüzsüz değildir, olmayabilir. Dolayısıyla bu eleştiri de daha objektif olmalı, koşullar ve durum bilinerek eleştiri yürütülmelidir ki, eleştiri bu zeminde somut ve objektif olur. Birçok çevrenin ulusal hareketin “hendek siyaseti” diyerek küçümsediği süreç esasta devrimci bir duruş ve olumlu bir rotadadır. Ulusal hareketin bu politikayla katliamlara yol açtığı eleştirisi haksız ve yanlıştır. Düzen veya devletle uzlaşma siyasetini eleştirenler aynı zamanda direniş siyasetini de eleştiren durumdadırlar. Peki, hangi eleştiriniz doğrudur ya da ulusal hareket ne yapmalıdır? Savaş tavrı eleştirildiği gibi, uzlaşma siyaseti de eleştirilmektedir. O halde doğrusu nedir, ulusal hareket ne yapmalıdır? Bizce direniş ve savaş siyasetini esas alması ve bunun yedeğinde demokratik siyaseti de reddetmeden yürütmesi doğrudur. Elbette bağımsız devletlerine sahip olma hakkı temelinde bir siyaset ve strateji benimsemeleri en doğrusudur. Ama bu, tek tek kazanımları, demokratik mücadele ve reformları yadsıma anlamına gelmez. İleriye doğru atılan her adım, her mücadele gerekli ve doğrudur. Köleliğin kaldırılması son tahlilde devrimci sınıf savaşı perspektifiyle mümkündür. Bundan önce kazanımlar elde ederek ilerleme çizgisi de taktik siyaset bağlamında reddedilemez doğrudur. Kürt ulusunun haklı ve demokratik tüm direniş, mücadele ve talepleri, somuttaki direniş tavrı, ileri hak ve statüye dönük mücadelesi kesinlikle desteklenmelidir. Bunda tereddüt devrimci tavır ve siyasete uygun davranmış olamazlar.

İktidarla laf yarışına giren siyasetçilerin esasta düzen karşıtı muhalefeti kontrolde tutma gibi zalimce bir siyaset uyguladığını söylemek de tartışmalı olup haksızlıklar barındırmaktadır. İlgili siyasetçilerin direniş mer-

NOT: Alınak’la yapılan röportaja bu linkten ulaşabilirsiniz: halkingunlugu.net/index.php/manset/2440”asılsorun-devrimci-proje-yaratma-sorunudur”.html

hipsiz bırakma eleştirisi salt haksız değil, ağır bir haksızlıktır. Ulusal hareketin özyönetim direnişlerinde sergilediği kahramanca direniş ve özellikle direnişçiler şahsında temsil edilen tutum saygıya değerdir. Ulusal hareketin geliştirdiği bu süreç ağır kayıplara tanık olsa da ve askeri açıdan faşist darbelerle kana boğulsa da, sergilenen direniş esas olarak yenilmiş sayılamaz, siyasi bir başarıdan söz etmek tamamen mümkündür. Devlet tüm askeri, teknolojik üstünlüklerine rağmen özyönetim direniş alanlarına sandığı kadar kolay girememiş, hatta güçlü devlet psikolojisi alaşağı olarak yerle bir edilmiştir. Bu büyük bir kazanımdır. Dahası direniş faşist katliamlarla ezilse bile teslim olmamıştır. Bu siyasi kazanım ve zaferin ta kendisidir. Bu gerçeği göz ardı etmek objektiflik adına kabul edilemez. Ulusal hareket Kuzey Kürdistan’da bu kapsam, nitelik ve ciddiyette bir direniş tecrübesini ilk kez yaşamaktadır. Savaş ve mücadele bir süreçtir. Hemen başarı ve zafer düşünülemez. Sürecin başarılara paralel olarak yenilgilerle ilerlemesi savaşın ve devrimin mantığına uygundur. Bu değiştirilemez bir yasadır. Özellikle güçler dengesinin karşı-devrim lehine veya gerici sınıflar lehine olduğu koşullarda direniş, mücadele ve devrim kaçınılmaz olarak bu seyri izler, izlemek zorunda kalır. Bunu anlamak önemlidir. Ulusal hareketin düzenle bütünleşme çizgisi veya stratejisi genel yönelim açısından ciddi bir sorunu işaret etmektedir. Fakat somut siyaset ve somut siyasi süreçte oynadığı rol genel yönelimine karşın olumlu hattadır. Bu hattın, pratik tutum ve somut-taktik siyasetin esasta olumlanarak desteklenmesi gereklidir.

ANTAGONİZMA

≫ muzaffer oruçoğlu

KÜRDİSTANDA KOMÜNİSTLERİ BEKLEYEN GÖREVLER

O

rtadoğu da bugün çelişkilerin en keskin, küresel sermayenin en zayıf olduğu yer Kürdistan'dır. Kürt büyük burjuvazisi ve toprak ağalarının hâkim olduğu Güney Kürdistan'ı saymazsak, Kürdistan’ın diğer parçalarında, Türk ve Arap Sömürgeci Faşizme karşı, Kürt milli burjuvazisinin önderliğinde, çeşitli sınıf ve tabakalardan önemli bir kesimin katıldığı, desteklediği ciddi bir direniş hüküm sürmektedir. Gelgelelim ki böylesi bir bölgede komünistler örgütlü değildir. Komünistler yıllarca Kürdistan'ın sömürge bağımlılığından çok daha ağır bir bağımlılık şeklinde ortaya çıkan siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik yapısını göremediler. Kürdistan'ın bir sömürge olduğunu dile getiremediler. Bunun içindir ki oradaki baş çelişkiyi, sömürgeci

devlet ile Kürt ulusu arasında değil de, toprak ağaları ile geniş köylü yığınları arasında bir çelişki olarak tespit ettiler. Hal böyle olunca, örgütlenme de buna göre biçimlendi. Kürdistan'ın tüm parçalarında, bağımsızlık ve halk demokrasisi ve de giderek sosyalizm temelinde bir mücadeleye önderlik etmesi gereken parti, yani Kürdistan Birleşik Komünist Partisi kurulamadı. Türkiyeli ve Kürdistanlı komünistler bugün böyle bir partinin gereğine inanıyorlar mı bilemiyorum. 'Buna gerek yok, hem Türkiye'yi, hem de Kürdistan'ı kucaklayacak bir parti var,' diye itiraz edenlerin sayısı nedir, bunu da bilmiyorum. Kürt direnişçileri, bu itirazcı arkadaşların Kürdistan'daki partilerine 'batıdan gelen misafir partiler' diyorlar. Yeni bir anlayışla kurulması gereken üç partiye ihtiyaç var. Türkiye Komün Partisi, Lazistan Komün Partisi, Kürdistan Birleşik

Komün Partisi. Neden komün partisi? Bizi, eski profesyonel devletçi komünistlerden ayıran bir isim olduğu için. Kürdistan Birleşik Komün Partisi dememin nedeni de, bu partinin, Kürdistan'ın diğer parçalarında mücadele edecek olan seksiyonlardan oluşacak olmasındandır. Özerk bölgelerden oluşacak olan birleşik bir Kürdistan Komün cumhuriyetinin, asgari ve azami programlarının oluşturulması için, mevcut yapının, tarihsel geçmişiyle birlikte tahlil edilmesi, programların bu tahlilden çıkarılması gerekiyor. Komünarları bekleyen görev bence budur. Komün partisi olur mu? Olur. Bu parti zorunludur. Komün cumhuriyetinin kurulmasından sonraki ana, yani komün partisinin kendisini lağvedeceği ana kadar zorunludur.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası ANK. Mithat Paşa ŞB. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Pêngava plana siyasî ya cudamiyê: Destnedayîn Dijmintiya Kurd, ji damezrîna dîktatoriya TC'yê heta îro wek mîsyoneke dîrokî bû, ev mîsyon jî bi komkujî û bi qetlîamên girseyî ve bi her awayî domiya. Îro jî, bi planên cudamiyê ve di her qada Kurdistanê de, bi şêwazên hovane di rojevê de ye. Ev êrişên hilweşandinê, li gor taybetmendiya demsaliyê, ji bo ku xerakirin hê bi hêz be, di serî de bajaran, li ser sê pêngavê dimeşe. Destpêk, bi welatiyên xwe yê milyonî ve Amed hatibû hilbijartin. Bajar, bi êrişên tank û topan ve tê bombebarankirin, ewqasî ku di serdema derbeya 12 Îlonê jî êrişeke bi vî rengî nehatibû jiyîn. Ji bo ku hêzên colter ji ber rewşên demsaliyê zûbizû nikarin dakevin bajaran, xwestin ku heta biharê bajaran tar û mar bikin. Tevger bi vî şiklî destpê kir Wekî me got, duyemîn planên cudamiyê jî qada siyaseta demokratîk e. Ji ber vê jî, hin gotin û tevgerên ku heta hilbijartina 7'ê Hezîranê wek suc nedihate hesibandin, piştî hilbijartinê wekî ku ew gotin û tevger ji kokê sucên giran e binavkirin û çûn ser. Qanûna Ewlehiya Hundurî, ku di 14-15 Cetmehê de hatibû derxistin jî, wekî bingeha ev êrişan şixulandin. Bajarên ku wek pergala Xweseriya Demokratîk îlan kirin, şaredarên wan deran jî, çi HDP, DBP an jî DTK bin, hatin binçavkirin, li ser wan doz hatin vekirin. Piştî îlankirina biryarên Kongre ya DTK'yê, li ser qada siyaset a demokratîk jî operasyonên cûrbecûr dan destpêkirin. Nîşaneya ku ew planê xerabiyê ketiye rojevê jî çend bûyer hebûn. Wekî bombebarankirina avahiyên HDP'yê, lînçkirina ciwanên Kurd û di her qadî de êrişên nijadperestî jî di nav de... L gor daxuyaniya Serokwezîra Tirk Da-

vutoğlu jî ev plan di sala 2004 de destpê kiriye. Lê di wê demê de, hikumata Tirk, tevî Îmralî û Qendîl goftigo dimeşand û çend hêyetên fermî dora van deran diçûn û dihatin, pêyamên dewletê û Tevgera Azadiyê diçû dihat. Li ser van pêşketinan, li Dolmabahçe'yê jî lihevkirin çêbûbû, ji bo raya giştî jî rê ya xerîteya çareseriyê jî hatibû îlankirin. Erdoğanê ku heta wê demê xwe bêdeng kirîbû, piştî têkçûyîna hilbijartina 7'ê Hezîranê dengê xwe rakir û wekî ku dîmenên Dolmabahçeyê neecibandiye û ew dîmen şaş e daxuyaniyan da, ji miletê re jî gotina "me pêvajoya çareseriyê daniye yexçalê" bilêv kir. Di vir de jî nesekinî, derket qadên hilbijartinê û li ser kêşe ya Kurd gotinên ku heta wê demê digot, berewajî wan gotinan, hê pêyvên bi jahr qêriya û ji bo şerê qirêj propaganda ya reş anî ziman. Di hilbijartinê de jî dengê wan ji nêrîn û xwestekê wan jî ajot, zêde derket, bi vî hawî wekî ku hespek ji bendên xwe veqetiyaye êrişên hovane dan destpêkirin. Bêguman ev êrişên hilweşandinê, tenê bi sedemên hundirîn nehate rojevê. Bi taybetî siyaseta hikumat ya Sûrî ji kokê ve şaş derket û hilweşiya, şoreşa Rojava pêşket, statuya Kurdan hê zelal xıya kir, ev yekana jî desthilatdariya Tikran dîn kir. Serokomar a Tirk Erdoğan got: "Berî hingê Bakûra Iraq'ê derketibû, nha jî Rojava ya Sûrî derket, em nikarin destûr bidin vê yekê", piştî van gotinan Salih

Muslim'ê ku heta niha dihat Enqere û wek sexsiyeteke xwedî temsîliyetê dikirin mêvan, vê car wek "terorîst" binav kirin. Temam ev pêşketinên ku ketin rojevê, diyar kir ku dê şereke çawa destpê bike. Ev yek, di heman demê de da xuyakirin ku, li Tirkiyê refleksa yekaneyî, ango yek nêrîn çiqasî bihêz e, xwedî hêz e û di siyaseta Tirk de aligirên yek miletiyê çiqasî zêde ne. Ji ber vê yekê jî, dilê wan rehet e ku, ger qanûna destnedayînê derxînin, wekîlên HDP'yî binçav bikin, biavêjin zindanê, dê mileta nijadperest dengê xwe dernexîne, heta şa be, piştgirî bide, çepik lêde ji bo tevgera desthilatdariyê. Lêbelê, ji bo biryarên xwe hin tirsên wan jî heye, çi ku ger dijîbûna Kurdistaniyan ger jî dijîbûna Awropiyan dilê wan hê ne rehet e. Çi ku ceribandina DEP ya 1994'ê, hê jî di hişê wan de ye û ne ceribandineke baş bu ji bo wan. Syaseta wan di qada navnetewî de bêhêz kirîbû, êtibara dewletê raxistibû erdê. Ji bo îro jî bitirs in ku, ji bo pêşerojê hê bela û xetereyên mezin veke li serê wan. Jixwe ji îro pêve jî emê bibînin ku di rojên pêş de, ji bo ku ev tirsên xwe veşêrin di nav hewildayikek de bin.

Di encamê de, ji bo rojên pêş, em dikarin bi kurtasî ev yekana bînin ziman: Piştî hilbijartina 7'ê Hezîranê wek bi awayekî zelalî xuya bû, ku Parlameniya Tirk, ji bo veşartina berjewendî ya dest-

hilatdariyê ciheke nebaş e. Dan xuyakirin ku, ew gotinên demokrasî û rêzgirtina vîna gel di hêla wan de nîn e. Gava ku berjewendiyên wan destûr nede, demokrasî jî vîn a gel jî bêwate ye ji bo wan. Ev biryara "destnedayîn" jî careke din ev rewşê aşkere dike û tîne ber çavê civakê. Ev yek, di heman demê de ji bo Kurdên ku bi awayekî aşitiyane tevdigerin, dê hêst û vîn a wan jî bişkenîne. Ji ber wê jî, em dikarin bêjin, ruhiyeta ji hevqetînê ku bi Kobaniyê ve dest pê kirîbû, dê roj bi roj pêşbikeve û bigihîje asta ji hev qetiyaneke siyasî... Rêça vê pêvajoyê jî, ligel gelê Kurd, bi sekna me û bi sekna tevgerên şoreşgeriyê ve jî girêdayî ye. Dê tevgera me jî rewşa hanê zelal bike. Ger em ji bo vê pêvajoyê bersiveke çawa bidin, rêça pêvajoyê jî di bin bandora vê yekê bigihîje rengeke din. Ji ber vê yekê jî, mesele ne tenê gotinên rast û siyasetên rast e, tevî van gotinan, sekn û tevger jî girîng e, li himberî van êrişên hovane û wêrankeriyê bersivbûyîn e. Di vê pêvajoya dîrokî de, ji gotinên te wêdetir, di şerê de xwedî sekneke çawayî û di rewşa şerê de çawa tevdigerî, mêzîn ev e... Divê ve yek were dîtin û nesîhatdayîn a derva çênebe. Divê em nekevin rewşeke wisa. Ew Kurdên ku her roj malê wan li ser serê wan hilduşe, diweşe, gotinên xweş kêrî wan nayê, derman nabe ji bo wan. Ji bo Kurd rêheval û tekoşer pêwîst e. Nirx û pîvan ev e.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.