01-15 ŞUBAT 2016

Page 1

Demokrasi anlayışı devrimci hareketteki tipik sorunu

sf 12-13

Suriye’de emperyalist stratejiler ve Cenevre 3 Suriye’deki çözüm, Viyana, Cenevre Görüşmeleri’nde sayılarla kodlanmış konferanslar değildir. Bunlar emperyalist paylaşımın diplomatik ayaklarıdır. Suriye’de ve bölgedeki çözüm, sömürülen sınıf, mazlum ulus ve ezilen inanç gruplarının, emperyalist egemenlik siyasetine ve yerli gerici işbirlikçisi güçlere karşı geliştirilecek olan devrimci savaşın omuzlarındadır. Sayfa 8-9

Halkın Günlüğü

01-15 ŞUBAT 2016 Yıl: 4 Sayı: 115 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Erdoğan/AKP iktidarının aydınlara karşı tavrı faşizmdir f GÜNCEL 04-05 Haksız gerici savaşlara karşı çıkmak, milli baskı ve zulüm ile katliam ve soykırım(lar)a karşı çıkmak, dahası her türden gerici baskı ve diktatörlüğe karşı çıkmak aydının doğal davranışı, kaçınılmaz görevi ve sorumluluğudur. Aydınların tavrı insani duyarlılık, aydın olma özelliği ve ifade özgürlüğü kapsamında olmasına karşın faşist baskı ve tehditlerle karşılanmakta, aydınlar susturularak Kürt ulusu ve tüm toplum teslim alınmak istenmektedir.

CHP Kurultayı ve diktatörlük tartışması

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Milli zulme ve barbarlığa karşı anın devrimci görevi

Kürdistanlaşmaktır! “TC” tarihi katliamlarla dolu olup, aynı zamanda Kuzey Kürdistan’ın zorla boyunduruk altına alınmasının ve ezilen Kürt ulusu üzerindeki milli zulmün ve barbarlığın tarihidir. Bundan dolayıdır ki 80 yıldır mazlum Kürt ulusu üzerinde kesintisiz bir milli zulüm uygulanmaktadır. Bugün de “TC” devleti aynı barbarlıkla ve hatta daha da pervasız bir biçimde Kürdistan’ı talan etmekte ve adeta soykırım uygulamaktadır. Ordusu başta olmak üzere bütün faşist ve gerici mekanizmalarıyla Kuzey Kürdistan’ı işgal eden faşist

02

Direniş soykırım hevesini kursaklarında bırakacak

devlet sistematik olarak halkı katletmektedir. Faşist uygulamalarla devreye koyduğu Master Planı ile Kuzey Kürdistan’ın tüm tarihsel ve kültürel değerlerini talan ederek halkın tarihsel belleğini yok ederek kültürel soykırımı hedeflemektedir. İçinden geçmekte olduğumuz sürecin temel devrimci görevi; faşist diktatörlüğe karşı devrimci direnişin geliştirilmesi, mazlum Kürt ulusuna karşı uygulanan milli zulüm ve barbarlığa karşı hendeklerin ve barikatların ardındaki umudu kuşanarak Kürdistanlaşmak olmalıdır.

14

500 bin kağıt işçisi işsiz kalacak

17


02

güncel haber

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

CHP Kurultayı ve diktatörlük tartışmaları

Net bir şekilde, altını çizerek ifade etmek lazım; “TC” devleti kurulduğu günden bu yana emperyalizme bağımlı, yarı-sömürge pozisyonunda olup, faşizmle yönetilen bir devlettir. Her konjöktürde sistem kendisine en uygun seçeneği belirleyerek kimi zaman açık kimi zaman ise gizli faşizmle yönetilmiştir Cumhuriyet Halk Partisi(CHP), 35. Olağan Kurultayı’nı 16-17 Ocak tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirdi. CHP kurultayı öncesi ve sonrasıyla birçok tartışmayı beraberinde getirdi. Bilindiği üzere Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Deniz Baykal’ın yerine CHP’nin başına gelmesi(getirilmesi) sonrası, CHP içerisinde “ulusalcılar-yenilikçiler” minvalinde bir tartışma ve ayrışma süreci yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. CHP’nin dünü ve bugünüyle nasıl bir niteliğe sahip olduğunu, başta komünist önderimiz İbrahim Kaypakkaya yoldaşın muazzam analizleri olmak üzere, defalarca yazdık, deşifre ettik. Kuşkusuz CHP, kurulduğu andan bugüne, Türkiye-Kuzey Kürdistan halkına dönük gerçekleştirilen saldırıların hemen hepsinin ya mimarı ya destekçisi

pozisyonunda faşist karakteri aleni olan bir örgütlenmedir. CHP’nin sol, sosyal demokrat maskesi altında faşist karakterini gizleme çabaları geniş kitleler nezdinde maalesef başarı kazanmış ve ülkemizde sol muhalefet adı altında yıllarca CHP’nin peşinden gidilmiştir. Türkiye-Kuzey Kürdistan tarihinde şimdiye değin irili, ufaklı yüzlerce siyasi parti kurulmuş, dağılmış, tasfiye edilmiştir. Fakat CHP, sistemin yapı taşlarından biri olarak sürekliliğini korumuştur. AKP iktidarı dönemi boyunca sözde AKP karşıtlığı üzerinden bütün muhalif kesimleri kendi potasında toplayıp, hâkim sınıflar arasında cereyan eden çıkar savaşına kan taşımaya çalışmıştır. Geçmişte Bülent Ecevit ile yapılmak istenen şey son yıllarda ise Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden uygulanmak isteniyor. Dersimli kimliği vesilesiyle CHP’nin başına geldiği andan itibaren büyük tartışmalara da vesile olan Kılıçdaroğlu, yansıtıldığı gibi CHP’de demokratik bir değişim ve yenilik için değil, emperyalizmin yeni dönem politikalarına dönük “TC”nin yeniden dizayn sürecinde CHP’yi şekillendirmek için görevlendirilmiş bir şahsiyetttir. Bu gerçekliği görmeyen, görmek istemeyenler, Kılıçdaroğlu’nun etnik ve dini kimliği vesilesiyle büyük ama bir o kadar boş hayallere kapılmış, CHP’nin kapısında sıraya girmişlerdir. Kılıçdaroğlu döneminde CHP içerisinde yaşanan ve “ulusalcılar-yenilikçiler” şeklinde isim-

lendirilen çelişki ve çatışmanın temelinde de CHP’nin yeni sürece dizaynı yatmaktadır. Tıpkı AKP ve MHP’de yaşananlar gibi CHP de emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda, “ana muhalefet partisi” olarak şekillendirilmektedir. Böylesi bir gerçeklik içerisinde son seçimlerin neredeyse tamamında aynı oyu alan, bütün iddialı söylemlerine rağmen karşılık bulamayan CHP’nin 35. Olağan Kurultayı, isminin hakkını verecek şekilde oldukça olağan bir şekilde geçti. Kılıçdaroğlu dışında genel başkanlığa aday olacağını açıklayan isimlerin hiçbirisi delegelerden gerekli oyu alamadığı için aday olamadı ve Kılıçdaroğlu tek aday olarak yeniden genel başkan seçildi. Kurultay öncesi adaylıklarını açıklayan Muharrem İnce ve Mustafa Balbay, adaylık için gereken yüzde 10 barajını aşamadıkları için aday olamadılar. “Demokrasi, Değişim ve Kardeşlik” şiarıyla gerçekleştirilen Kurultayda, yüzde 10 barajı nedeniyle genel başkanlık yarışının olmaması dahi tek başına nasıl bir demokrasi sorusunun cevabını veriyor. CHP’nin şekilsel bütün değişim ve iddialı söylemlerine rağmen, faşist niteliğinde herhangi bir değişim olmadığının resmi olarak d okunabileceği son kurultay, Kürtçe pankarta dahi tahammül edilemeyen bir gerçeklikle sonlandı. Bağcılar İlçe Teşkilatı tarafından salona asılan “Aşiti Peace Barış, Bu sese kulak vere barışa ses ver” yazılı pankart CHP yöne-

timi tarafından kaldırıldı. Başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, ülkemizde birçok temel soruna dair kurultayda “yeni” herhangi bir şey söylenmedi. Kemal Kılıçdaroğlu 990 geçerli oyun tamamını alarak yeniden genel başkan seçildi. Kurultayda 248 oy ise geçersiz sayıldı. Diktatörlük Tartışmaları CHP 35. Olağan Kurultayı’nda Kemal Kılıçdaroğlu tarafından yapılan konuşma, AKP ve Erdoğan tarafından tepkiyle karşılandı. Kılıçdaroğlu yaptığı konuşmada şunları ifade etti; “Diktatör bozuntusu adam; senin için şeref ve namus ne anlama geliyor? Oturacaksın, bunun hesabını vereceksin. Ya adam gibi tarafsızlığını korursun, saygı görürsün. Tarafsızlığını korumazsan sana her gün, her dakika namus ve şeref kavramını hatırlatacağım. Soruyorum, sen namus ve şereften ne anlıyorsun? Sen bu yemini niye ettin? Namusum ve şerefim üzerine tarafsız davranacağım diye yemin ettin. Sende namus ve şeref ne anlama geliyor? Ben bunu öğrenmek istiyorum.” Kılıçdaroğlu tarafından söylenen bu sözlere başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP’lilerden yoğun bir tepki geldi. “Diktatör bozuntusu” sözüne oldukça alınıp kızan Erdoğan ve yalakaları her zamanki üsluplarıyla, küfür ve hakaret yoğunluklu cevaplar verdiler. Diktatörlük tartışmasında Kılıçdaroğlu oldukça doğru ve yerinde bir tespit yapmıştır. Ki Erdoğan da gerçekleştirdiği bir konuşmada


03

bizzat Almanya ve Hitler örneğini vererek nasıl bir sistem istediğini açıkça ifade etmişti. Evet, Erdoğan faşist bir diktatör pozisyonundadır. Bu pozisyonu ise bizzat başında bulunduğu sistemin niteliğine uygun şekillenmektedir. Kılıçdaroğlu’nun sanki, Erdoğan-AKP öncesi süreçte demokrasi varmış ya da Erdoğan olmazsa demokratik bir yönetim olacakmış şeklinde okunacak sözleri de bir o kadar yanlış ve manipülasyon içeren sözlerdir. Net bir şekilde, altını çizerek ifade etmek lazım; “TC” devleti kurulduğu günden bu yana emperyalizme bağımlı, yarı-sömürge pozisyonunda olup, faşizmle yönetilen bir devlettir. Her konjonktürde sistem kendisine en uygun seçeneği belirleyerek kimi zaman açık kimi zaman ise gizli faşizmle yönetilmiştir. Ülkemizde üç tane askeri faşist cunta dönemi yaşanmış, bu dönemlerde sistem herhangi bir maskeye ihtiyaç duymadan açık faşizmle yönetimini devam ettirmiştir. Diğer dönemlerde ise parlamento ve seçim maskesiyle süreç yönetilmiştir. AKP’nin hükümete gelip iktidarlaştığı dönem boyunca da bütün yalan ve manipülasyonlara rağmen, faşist devlet niteliği en yoğun haliyle yaşandı, yaşanmaya devam ediliyor. İçerisinden geçtiğimiz günler, AKP’nin öndeliğinde başta Kürt ulusu olmak üzere, Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarına dönük topyekûn faşist savaşa tanık olduğumuz günlerdir. Faşist devlet gerçekliği herhangi bir maskeye ihtiyaç duymadan, aleni bir şekilde her türlü baskı ve zulüm politikasını hayata geçirmekte, vahşi katliamlara imza atmaktadır. Kuşkusuz Erdoğan-AKP, başkanlık sistemi tartışmaları, dahası fiiliyatta başkanlığa denk düşen uygulamalarıyla yoğun bir faşizm sürecini örgütlemektedir. Erdoğan ve AKP, evet tam da Kılıçdaroğlu’nun ifade ettiği gibi faşist bir diktatörlük niteliğine denk düşmektedir. Ne ki bu realite, AKP-Erdoğan dışındaki ya da AKP öncesi “TC” tarihini aklayan ya da demokrat gösteren bir ahmaklığa denk düşmemelidir. Bugün AKP’de temsilini bulan faşist nitelik yarın CHP ya da MHP üzerinden temsilini bulabilir. Ki “TC”nin 90 yıllık tarihinde çeşitli siyasal aktörler, partiler gelip geçmiş ama devletin faşist niteliği sabit kalmıştır. AKP karşıtlığı bizleri diğer bir gericifaşist gücün yedeğine itmemelidir. Bu sorun ülkemizde ve uluslararası arenada sıkça yaşanan bir problem. ABD karşıtlığının başka bir emperyalist kampa iltihak edilmesine yol açtığı gibi, ülkemizde de bir faşist güce karşı başka gerici bir güce yedeklenme sorunu yaşanabilmektedir. Maoist komünistler olarak, “TC”nin niteliğine dair Kaypakkaya yoldaşın bilimsel görüşleri ışığında, güncele uygun pozisyon almak, çeşitli klikleriyle beraber bir bütün hâkim sınıfları hedefe oturtup, tutarlı bir mücadele yürütmek omuzlarımızdaki sorumluluktur. Taktiksel olarak bir gücün hedefe oturtulması, diğer gerici güçlerin ıskalanmasına vesile değildir. Komünist-devrimciler bütün kurum ve kuruluşlarıyla bir bütün sistemi hedef alıp, buna karşı mücadele ederler. Aksi her anlayış bizlere rüzgâra göre savrulan ilkesiz bir pozisyona itecektir.

YÖNELİM

≫ kazım cihan

KOBANÊ KURTULUŞ GÜNÜ VESİLESİYLE!

F

aşist Türk egemenler sınıfları, Suudi-Katar eksenli gerici Sünni hegemonya bloku ve emperyalist efendilerinin taşeronu IŞİD çetelerinin karanlık-barbar kuşatmasını; 21 yüzyılın yeni Stalingrad kent savaşları ve savunmasıyla kıran Kobanê direnişinin kurtuluş günü kutlu olsun. Büyük ileri atilimin özgürlük çığlığının Kobanê siperine şan olsun! Düşmesini bekleyenler kahroldular, kahrolsunlar! Kobanê; tekçi, inkârcı, imhacı, dinci, mezhepçi, cinsiyetçi hegemonya, ilhak ve işgale-kuşatmaya karşı, ezilenlerin diriliş sesidir. Yeni yaşam mesajıdır, özneleşen kadın iradesidir. Kobanê, emperyalist-gerici statüko ve sürdürülemez konseptlerine karşı, sadece lokal alanda değil, evrensel rolü olan, ezilenlerin yaktığı, yaydığı ışıktı. İnsanlığın özgürlük hasretiydi. Özgür Kürdistan haykırışıydı. Sömürücü-egemenler sistemleri içinde, özgürlük beklentisi içinde değiliz. Yine de Rojava; kantonlar-özyönetimler kazanımıyla “Devrimci Halk Savaşı” ile yaratılmış, inkâr edilemez bir gerçektir. Daha ileri hamlelerle, geleceğe yürüme fırsatları yanı sıra, tehlikeler de mevcuttur. Emperyalist-gerici dalaverelere karşı, kendi özgücüne ve gerçek müttefikleri dünya ezilenleri ve emekçilerine dayanarak yürünmelidir. Gerçek kazanmanın yolu budur. Kobanê -Rojava haklı bir temele sahipti. Bu, stratejik üstünlüğünün kaynağıydı. Silah, cephane, devlet avantajlarına sahip taktik üstünlüklü gerici ablukayı parçalayan, sır buydu. Ve Kobanê -Rojava, dünya devriminin Kürdistan üstünde bir demokratik odağı olarak doğdu. Diplomasiyle-masa oyunlarıyla değil; Rojava-Kobanê devrimci savaş meydanlardaki iradesiyle kazanımlarını herkese mutlaka kabul ettirecek ve bunlar, “kem-küm” eden düşmanlar tarafından da tescil edileceklerdir. İvedi görev devrimci cephedir. Israr edilmesi gereken, devrimci savaşla görevli devrimci cephedir. Çalışıyoruz! Ve bunu, bizzat kendi deneyimleriyle en iyi kavrayabilecek Rojavadır, Kobanêdir. Süryani, Ermeni, Êzidî, Arap, Türkmen, Kürt ve diğer halkların birleşik eyleminin ifadesi olarak YPG’de koordine edilen silahlı kuvvetler, geleceğin yolunu açtılar. Efrin-Kobanê’yi birleştirecek olan da aynı yoldur. Pragmatik emperyalist oyunları, adına T.C denilen devletin, Sünni hegemonya için boğma operas-

yonlarını, gerçek anlamda boşa çıkaracak yol da! T.C’nin, IŞİD’le savaşı bir karartma oyunudur. İlan edilen, yürütülen savaşın hedefi Kürtler başta olmak üzere ezilen milliyetlerdir, emekçilerdir. Kandil’e yağdırılan bombaların, Kuzey Kürdistan il ve ilçelerinin tank ve toplarla kuşatılması-vurulması hakikati, açık değil midir? Hendekler ve barikatlar; ezilenlerin boyun eğmeyi, kölece yaşamayı reddeden meşru devrimci savaş siperleridir. Suçlu, haksız savaş seferberliğiyle bombalanan-kurşunlanan, yaşam alanları dövülen, tahrip edilen, dağıtılan Kürdistan ezilenlerinin meşru direnişi midir? Evinize, sözünüze, iradenize saldırılıyorsa ne yaparsınız? Burada meşru savunmanın meşru olmayan bir yanı olamaz. Barikatlar ve hendekler; bilinçli-planlı-hazırlıklı, oynanmayacak ayaklanmanın kurallarına göre, kır ve şehrin silahlı-silahsız birleşik devrimci savaşına, serhildanlarına, yasal ve dışı güçlerin uygun mevzilenme ve koordinasyonuna dayanması kazandıracaktır. Türk egemenler devleti, “stratejik derinlik” dedikleri; Suriye ve Ortadoğu politikalarıyla yenilmişlerdir. Simdi, iç savaş stratejileriyle bunu aşma gayretindedirler. Nafile! Emperyalist dünya savaşları sonrası, zoraki dayatılmış emperyalist ve bölge devletleri yapılandırma statükoları da çökmüştür. Tamiri imkânsız bir durumdur bu! İttihatçı tekçiliğin yeşil Kemalist Erdoğan rejiminin hülyası da fanidir. Kuzey Kürdistan’a emsal olmasın diye PYD düşmanlığı ve “yok” sayması da, yok hükmündedir. Cenevre-3 şimdiden bu haliyle zaten iflas etmiştir. “Çözüm” dediğiniz, tasfiyeci-teslim alma projelerinizde çöktü. “Çökertme” operasyonlarınız da çökecektir. Sincar, Şengal, Rojava, Kobanê, Sur, Cizre, Nusaybin, Silopi ve diğerleri ile bugün olmazsa yarın, Birleşik Demokratik Sosyalist Kürdistan stratejik yönelimi atmosferin stratejik yörüngesine oturmuştur. Nasıl, ne biçim gidileceği bir mühendislik değil bir devrimci materyalizm sorunudur!


04

güncel haber

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

Erdoğan/AKP iktidarının aydınlara karşı tavrı çıplak faşizmin kanıtıdır Haksız gerici savaşlara karşı çıkmak, milli baskı ve zulüm ile katliam ve soykırım(lar)a karşı çıkmak, dahası her türden gerici baskı ve diktatörlüğe karşı çıkmak aydının doğal davranışı, kaçınılmaz görevi ve sorumluluğudur. Aydınların tavrı insani duyarlılık, aydın olma özelliği ve ifade özgürlüğü kapsamında olmasına karşın faşist baskı ve tehditlerle karşılanmakta, aydınlar susturularak Kürt ulusu ve tüm toplum teslim alınmak istenmektedir. Ne var ki, Erdoğan/AKP iktidarı sermaye ve iktidar gücüyle avucuna aldığı ‘’aydın’’, ‘’sanatçı’’, “yazar”, “akademisyen” gibi sahte unvan taşıyan şahsiyetlere rağmen toplum vicdanını, gerçek aydın olma sıfatını taşıyan aydınlar susma yerine seslerini yükseltmeye devam edecektir. İktidarın tetikçisi durumundaki sahte unvanlı ilgili kişilikler ise tarihe faşist iktidarın suç ortakları ve çanak yalayıcıları olarak geçecektir Hitler’i referans almaktan sakınmayan Erdoğan/AKP güruhu aydınların yayınladığı bildiri karşısında aczini gizleyemeyerek faşist yüzünü bir kez daha çıplak biçimde ortaya koydu. Kürt ulusunun ulusal demokratik hak talepleri, haklı mücadele ve direnişi karşısında yaşadığı yenilgi açmazıyla bunalan faşist güruh, tekçi ve ırkçı imha-inkâr politikalarını derinleştirip en barbar katliamlarla tam bir soykırım uygulamakta, çareyi daha fazla kıyım ve çıplak faşizmi tırmandırmakta aramaktadır. Ne var ki, başvurduğu soykırımcı katliamlar Kürt ulusunun direnişini kırmak bir yana, Kuzey Kürdistan’daki onurlu direnişin yayılarak daha da büyümesine vesile olmakta, ülke demokratik devrimci ve sosyalist hareketiyle daha fazla birleşip uluslararası alanda yankı bularak faşist iktidarın kapsamlı teşhirine yol açmaktadır. Erdoğan/AKP güruhunun aciz ve açmazı derinleşmekte, rüzgâr Kürt ulusunun direnişi lehine büyüyerek esmeye devam etmektedir… Türkiye-Kuzey Kürdistan ve uluslar arası ölçekte bini aşkın aydının Erdoğan/AKP

iktidarının Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirdiği soykırımcı vahşi katliam ve pervasızca yürüttüğü gerici savaşa karşı yayınladıkları ortak bildiri bir taraftan ırkçı faşist hezeyanlarla boğulmaya çalışılırken, diğer taraftan da günbegün genişleyen destekle faşist iktidarın teşhir olup köşeye sıkışmasına yol açmaktadır. Daha fazla saldırganlaşması, daha çok katliamlar gerçekleştirmesi iktidarın güçlü olduğunun değil, zayıf olup yönetemediğinin kanıtıdır. Erdoğan/AKP güruhu katliam ve vahşetini ne kadar tırmandırırsa tırmandırsın Kürt ulusu ve aydın dünyanın sesini boğamaz, Kürt ulusunun özyönetim iradesini kıramaz ve gerici faşist emellerine ulaşamaz. Elbette aydını, demokratı, devrimci ve sosyalistiyle yoksul devrimci dünyanın Kürt ulusunun onurlu direnişiyle daha fazla dayanışması ve birleşmesi şartıyla… Ve elbette somut direnişin birinci derecede öznesi durumundaki Kürt ulusu ve hareketinin mevcut direniş çizgisindeki sebatıyla… Aydınların tavrı suskun karanlığı yırtan bir işlevle umut verici gelişmelerin habercisi

durumundadır. Onurlu aydın duruşları nedeniyle faşist iktidarın soruşturma ve her türden baskısına maruz kalan ve hatta faşist çetelerin kanlı tehditlerine maruz kalan aydınları destekleyerek yanlarında olmak vazgeçilmez bir görevken, bu görev Kürt ulusunun onurlu direnişi karşısındaki görevden bağımsız değildir. Kürt ulusunun haklı mücadele ve direnişine zerrece tahammül etmeyen katliamcı, ırkçı-tekçi faşist iktidar, ifade ve irade beyanı özgürlüğü karşısında da aynı derecede tahammülsüz, gerici, barbar ve acizdir. Bir tek aykırı sesi, bir tek karşı duruş ve farklı görüşü sindiremeyen faşist iktidar askeri faşist darbeleri(AFC) “aratan” bir kudurganlık, görülmez bir baskı ve terörcü bir diktatörlük uygulamaktadır. İfade özgürlüğünü lehine olan ifadelerin özgürlüğü biçiminde anlayan ve anlamlandıran mevcut faşist iktidar kendisine karşı hiçbir düşünceye saygı göstermemekte, bilakis faşist baskıyla tekçi bir toplum ve kişilik yaratmak istemektedir. Toplumun susturularak sindirilmesi ve tek tip haline getirilmesi iktidarın uygulaması ve hedefi duru-

mundadır. İşte söz konusu aydınların çocuk katliamları başta olmak üzere, katliam ve gerici savaşa karşı yayınladıkları bildiriye karşı bugün iktidar eliyle maruz kaldıkları faşist linç ve baskılar bunun en açık kanıtı ve göstergesi durumundadır. Aydınların maruz kaldığı soruşturma ve bilumum baskılar Erdoğan/AKP faşist diktatörlüğünün tek adam sultasının açık işaretleridir. Siyasallaşarak iktidarın kolluk gücüne dönüşen yargı, Erdoğan denen diktatörün talimatıyla devreye girmekte, baskı unsuru işlevini yerine getirmektedir. Faşist baskı ve tehditlere boyun eğmeyen bu onurlu aydınları “aydın müsveddesi” diyerek suçlayıp siyasi linçe tabi tutarak hedef haline getiren iktidar ve yandaşları suç işlemenin ötesinde, düşünce özgürlüğü karşısında da gerçek yüzlerini deşifre etmektedirler. Düşünce özgürlüğünün, güçler ayrışımının, demokrasinin gerici sınıf diktatörlüklerinde safsatadan ibaret olduğu bu uygulamalarla bir kez daha ortaya koyulmaktadır. Haksız gerici savaşlara karşı çıkmak, milli baskı ve zulüm ile katliam ve


05

soykırım(lar)a karşı çıkmak, dahası her türden gerici baskı ve diktatörlüğe karşı çıkmak aydının doğal davranışı, kaçınılmaz görevi ve sorumluluğudur. Aydınların tavrı insani duyarlılık, aydın olma özelliği ve ifade özgürlüğü kapsamında olmasına karşın faşist baskı ve tehditlerle karşılanmakta, aydınlar susturularak Kürt ulusu ve tüm toplum teslim alınmak istenmektedir. Ne var ki, Erdoğan/AKP iktidarı sermaye ve iktidar gücüyle avucuna aldığı ‘’aydın’’, ‘’sanatçı’’, “yazar”, “akademisyen” gibi sahte unvan taşıyan şahsiyetlere rağmen toplum vicdanını, gerçek aydın olma sıfatını taşıyan aydınlar susma yerine seslerini yükseltmeye devam edecektir. İktidarın tetikçisi durumundaki sahte unvanlı ilgili kişilikler ise tarihe faşist iktidarın suç ortakları ve çanak yalayıcıları olarak geçecektir. Bugün Kürt ulusuna uygulanan soykırımcı katliamlar ve elbette aydınlara karşı uygulanan faşist baskı ve linçler adeta bir yol ayrımını işaret etmekte, safların netleşmesi ve keskinleşmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla Kürt ulusunun haklı direnişiyle olduğu kadar aydınlarla dayanışmak önemli bir ayrım çizgisi ve görev olarak toplumun karşısında, karşımızda durmaktadır. Özellikle Erdoğan/AKP güruhuna ehven duran kesimler ve bu düzenden demokrasi bekleyerek düzen içi eğilimler besleyenlerin tüm yaşananlardan ders çıkarması ve tavırlarını doğru tayin etmesi önemidir. Cesetleri sokaklarda çürütülen, bebek ölüleri buzdolaplarında saklanan, yaşlısı-kadını acımasızca kurşunlanıp katledilen, evleri, mahalleleri ve kentleri harabeye çevrilen, ulusal iradeleri yok sayılarak çiğnenen, kaderi emperyalist gericilik ve egemen Türk ulusu hâkim sınıfları tarafından zorla belirlenip esaret ve kölelik halkalarıyla ezilen mazlum Kürt ulusunun haklı mücadelesini sahiplenmek her şeyden önce bir insanlık göreviyken, aydının varlık gerekçelerindendir bu sahipleniş. Hele hele çocukların katledilmesinin durdurulması, katliam ve işgalci kuşatmalara son verilmesi talebinde bulunmak en masum taleptir. Bundan ötürü horlanan, hakaret ve linçlere maruz kalan, her türlü baskının ötesinde hedef gösterilerek tehditlerle yaşam güvenliği yok edilen aydınlar ne pahasına olursa olsun sahiplenilmeli, ırkçı-milliyetçi linç fermanları göğüslenerek parçalanmalıdır. Aydın dalga desteklenerek büyütülmeli, mazlum Kürt ulusunun maruz kaldığı vahşi katliam ve soykırıma karşı Kürt ulusuyla birleşilmeli, faşist Erdoğan/AKP iktidarına karşı kararlı bir duruş görevi her biçimi meşru olan mücadele pratiğiyle yükseltilmelidir. Aydını susturulmuş bir toplum zifiri karanlığa gömülmüş bir toplumdur. Daha fazla karanlığa izin verme; karanlığın yırtılmasında kılavuzlardan biri olan aydınlara ve Kürt ulusunun onurlu direnişine sahip çık!

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

ORDUYLA BAŞA ÇIKAMAYAN, MEMUR ATAYARAK HİÇ BAŞA ÇIKAMAZ!

F

aşist iktidarın şimdiki son hamlesi Hakkari şehir merkezini Yüksekova’ya, Şırnak il merkezini ise Cizre’ye transfer etmek oldu. Yani, Hakkari şehir olmaktan çıkarılarak bu hakkı veya tüzel statüsü Yüksekova’ya verilecek, Şırnak’ın kent-şehir statüsü de Cizre’ye verilecek. Karmaşık ya da anlaşılmaz görünen bu durum şöyle açıklanabilir; Cizre’ye Vali unvanlı memur atanacak, aynı biçimde bir memur-vali de Yüksekova’ya atanacak. Tabi ki, Hakkari ve Şırnak için de bu durumun tersi olacak. Anlamsız olan bu transfer ve oyunun tüm özü güvenlik çıkışlı olup, belediye ve başkanlarının yetkilerinin otoriter ya da iktidar tetikçisi valilere devredilmesi veya bu valilerce ilgili hakların gasp edilmesi sağlanmak istenmektedir. İllerin tabelalarıyla oynanan bu oyun, açıktan gerici savaş ve katliamcı soykırım saldırganlığı ekseninde olup bu saldırganlığın ihtiyaçları uğruna oynanan bir oyundur. Daha vahşi bir savaş ve saldırganlığın sürdürüleceği bu hamle ve oyunlarla teyit edilmiş durumdadır. Nitekim Erdoğan tarafından “Muhataplar değişti, artık muhatap halktır” şeklindeki söylem de aynı savaş saldırganlığının giderek tırmandırılıp uzun vadeye yayılacağının açık işaretidir. Anlaşılıyor ve görülüyor ki, Erdoğan/AKP güruhu uzun süreli yeni barbar katliamlar, kıyımlar ve canilikler planlamaktadır. Hakkari-Yüksekova/Şırnak-Cizre hattında amaç ve niyeti belli olan ama derin arka planı tam olarak açık olmayarak sahnelenen sinsi plan onlarca entrika, provokasyon, katliam, siyasi cinayet, soykırım eksenli ablukakuşatmanın bir parçası durumundadır. Erdoğan/AKP güruhu memurlar atayıp kent merkezlerini değiştirerek katliam ve soykırım maharetiyle Kürt ulusunun direnişini ezerek teslim alma hedefine ulaşmayı tasarlıyor. İyi ama ordular yıkıp en ağır silah ve teknolojisini kullanarak Kürt ulusunun haklı direnişiyle başa çıkamayan Erdoğan/AKP güruhu memurlar atayarak bu onurlu direnişle başa çıkacağını mı sanıyor? Nafile! Akla ve insanlığa sığmaz, hiçbir ahlakla bağdaşmayan düzeyde barbar katliamlar gerçekleştiren, hamile kadınları, kadınların rahmindeki bebeleri katletmekten sakınmayan, cesetleri kah araçların arkasına bağlayarak sürükleyen, kah kadın direnişçilerin cesetlerini çırılçıplak teşhir eden ve cesetleri defnettirmeyerek sokaklarda çürüten, bazen buzdolaplarında saklanmasını dayatan, vahşi bir zulüm gerçekleştiren bu iktidarın Kürt ulusunun kahramanca direnişi karşısında başarılı olma şansı kalmamıştır. Sinsi oyunlar, hile ve entrikalar, yasa, hukuk ve etik tanımaz bu pervasızlıklar Kürt ulusal direnişinin değil, aciz içindeki Erdoğan/AKP güruhunun yenilgisinin belirtileri olabilir ancak. Faşist ordusu-polisi, yargısı-mahkemesiyle haklı direnişi bastıramayan faşist iktidar çaresizliğinin yankısı olan oyunlarla asla direnişi kıramaz. Erdoğan/AKP iktidarı açık bir yenilgi yaşamakta ve bu yenilginin sendromlarını politikaya dökmektedir. Barbar katliamlara ek olarak belediye-

lerin yetkinlerini gasp etmeye dönük çıkarılan yeni yasalar, memur atama biçiminde alınan yeni kararlar bu iktidarın yenilgisini gizleyemeyeceği gibi engelleyeme de yetmez. Açıkça ortadadır ki, Kürt ulusal direnişi kahramanca bir mücadele ve savaş yürütmekte, kentleri kontrol ederek işgalci faşist devleti-iktidarı bu direniş kalelerine koymamaktadır. Faşist iktidar her türlü askeri, teknik, teknolojik gücüne rağmen Kuzey Kürdistan’ın direnen kent kesimlerine girememekte, Kürt direnişçiler işgalci güçleri bu kent direniş merkezlerine sokmamaktadırlar. İleri geri yapmaya gerek yok ki, ortada bir savaş var ve bu savaşta faşist Erdoğan/AKP iktidarı yenilgi yaşamakta, yaşadığı yenilginin acziyle her tarafa saldırmakta, her yola başvurmaya çalışmaktadır. Türk hâkim sınıfları ve özelde de bugünkü iktidarları, ordusu-polisiyle, tanımlanmamış suç ve ölüm mangaları ve militarist güçleriyle Kuzey Kürdistan’a-Kürtlere karşı işgalci olduğu kadar vahşi bir savaş yürütmektedir. Yürütülen gericihaksız savaş Kuzey Kürdistan kentlerine, muhtelif yerleşim birimlerine karşı ve bu mekânlarda yürütülmektedir. Dağda gerillaya karşı değil! Bir grup eylemci militana karşı değil, doğrudan ve açıkça kentlere karşı yürütülmekte, evler, mahalleler top atışlarıyla yıkılmaktadır. Yani savaş kentlerde yürütülmekle birlikte, sivil yaşam mekânlarına, evlere dönük yürütülmektedir. Bu savaşın Türk hâkim sınıflarıyla Kürt ulusu arasındaki bir savaş olduğu dünüyle bugünüyle su götürmez biçimde gözler önündedir. Dolayısıyla, “terörle, teröristle mücadele” biçimindeki demagojik safsataların en geniş toplumsal kesimlerce de itibar edilir bir tarafı kalmamıştır. Kürt ulusu kaderini tayin etmek, kendisine ait olan hakları almak, bu uğurda direnerek, mücadele ederek kendine ait olanı kazanmak istemektedir. Bu doğrultuda ilerlemektedir. Türk hâkim sınıfları devleti ve mevcut Erdoğan/AKP iktidarı Kürt ulusunun bu haklı istemi karşısında imhainkâra dayalı katliam ve soykırımla çıkmaktadır. Dolayısıyla Kürt ulusu haklı savaş yanını, Türk hâkim sınıfları haksız savaş tarafını temsil etmektedirler. O halde ilerici, devrimci ve sosyalist güçler başta olmak üzere, her millet ve milliyette tüm TürkiyeKuzey Kürdistan halk Kürt ulusunun haklı direnişine destek vermeli, haklı mücadeleleriyle birleşmeli, katliam ve soykırımdan geçirilmelerine seyirci kalmamalıdır. Bunun bir ayağı da faşist Erdoğan/AKP iktidarına karşı her alanda mücadele etmektir. Kuzey Kürdistan’daki her atanmış mevcut memur gibi, yeni atanan vali-memurlar da işgalci tahakkümün birer memuru durumundadırlar. Kürt ulusunun iradesi hiçe sayılarak kentleri hakkında kararlar alıp uygulamak da aynı derecede işgalci, ilhakçı ve tahakkümcü ırkçı-faşist gericiliktir. İşgal ve ilhak kabul edilemez. Bir ulusun iradesine ipotek koymak, baskı altına almak, tanımamak ve saygısızlık yapmak da asla kabul edilemez. Kuzey Kürdistan’da işgal ve ilhaka, her türden gerici baskı ve zulme son!


06 haber analiz

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

Tarih bir kez daha “TC”nin Kürdistan’da yenildiğini yazacaktır Halkların birliğinin, kardeşliğinin ve dayanışmanın artık sloganlardan çıkıp somutta ete kemiğe bürünmesinin tam vaktidir yaşadığımız süreç. Bugün demokrat ve devrimciliğin sınandığı eşik burasıdır. Devletin Kürt ulusuna uyguladığı milli zulüm ve barbarlık karşısında sessiz kalanlar bugün asla demokrat ve devrimci olamazlar. Buna koşut olarak yine Kürt ulusunun onurlu direnişinin yanında açıktan saf tutmayanlar asla demokrat ve devrimci olamazlar. Bu perspektifle devrimci ve demokratik güçler başta olmak üzere bütün ilerici toplumsal dinamikler tartışmasız olarak mazlum Kürt ulusunun yanında olmalı ve hendeklerin ve barikatların ardında yeşeren umudu her tarafa yaymalıdır. Tarihte onlarca kez yaşandığı gibi kazananlar direnenler olacaktır. Bugün açıkça vurgulamak gerekir ki, Kuzey-Kürdistan’da milli zulme ve barbarlığa karşı ölümüne direnen Kürt ulusu kazanmıştır. Milli zulüm ve barbarlık uygulayan faşist devlet geçmişte olduğu gibi bugün de yenilmiştir

G

eleneksel soykırımcı, katliamcı ve barbar geleneğinin izinde sebatla varlığını sürdüren faşist “TC” devleti, ezilen Kürt ulusu başta olmak üzere çeşitli milliyet, inanç ve cinsiyetlerden halklarımız üzerinde tam bir zulüm ve diktatörlük oluşturmuştur. Berrak bir gerçeklikle vurgulamak gerekirse, “TC”, tarihini soykırımlar ve katliamlara borçludur. Varlığını halklara karşı zorla ve tamamen gerici bir zeminde inşa eden faşist devlet hiçbir koşulda bizler açısından meşru değildir ve yine hiçbir koşulda iyileştirmelerle demokratikleştirilecek ve barış içinde yaşanacak bir niteliğe sahip değildir. Temel olan bu burjuva gerici faşist devlet aygıtının

devrimci savaşla parçalanmasıdır. Niyet ne olursa olsun bunun ötesinde anlamlar yükleyenler ve devleti demokratikleştireceğini sananlar iflah olmaz reformistler ve sınıf işbirlikçileridir. Tarih defalarca kez bu beyhude çaba içinde olanların hüsranına tanıklık etmiştir. “TC” tarihi aynı zamanda Kuzey Kürdistan’ın zorla boyunduruk altına alınması ve ezilen Kürt ulusu üzerinde milli zulüm ve barbarlık tarihidir. Bundan dolayıdır ki 80 yıldır kesintisiz olarak mazlum Kürt ulusu üzerinde milli zulüm uygulanmaktadır. Somutta da “TC” devleti aynı barbarlıkla ve hatta daha da pervasız bir biçimde Kürdistan’ı talan etmekte ve adeta soykırım uygulamaktadır. Ordusu başta olmak üzere bütün faşist ve gerici me-

kanizmalarıyla Kuzey Kürdistan’ı işgal eden faşist devlet sistematik olarak halkı katletmektedir. Devlet sadece halkı katletmekle yetinmeyerek bir bütün Kuzey Kürdistan’ın bütün tarihsel ve kültürel değerlerini talan ederek halkın tarihsel belleğini yok etmekte ve kültürel soykırımı hedeflemektedir.

MGK toplantısında topyekûn imha konsepti 27 Ocak’ta Erdoğan başkanlığında olağanüstü toplanan MGK sonuç bildirgesinde Kuzey-Kürdistan’da yürütülen kirli savaşın ve milli zulmün daha da derinleştirilmesi kararı çıktı. MGK toplantısı sonrası açıklamalarda bulunan Erdoğan ağzındaki salyaları akıtarak yine

tehditler savurdu. Erdoğan “Özerklik ve özyönetim ilan edenlerin ve devlet içinde paralel devlet oluşturmak isteyenlerin dünyayı başlarına yıkacağız” söylemiyle açıktan yeni katliam ve pervasız saldırıların daha da keskinleşerek devam edeceğini belirtti. Sûr, Nisêbîn ve Cizîr başta olmak üzere Kuzey-Kürdistan’ın onlarca yerleşim yerini adeta kan deryasına çeviren faşist devlet ve somuttaki temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı, HDP ve HDP’li belediyeleri açıktan tehdit ederek hedef göstermektedir. Valiler, kaymakamlar, muhtarlar ve bir bütün devletin tüm bürokratik mekanizmalarını seferber eden Erdoğan/AKP iktidarı HDP’li yerel yönetimlere saldırıların tam gaz önünü açmaktadır.


07

Kuzey-Kürdistan’ın yeniden talanın adı: Master Planı

Devlet bir yandan Kuzey-Kürdistan’da milli zulüm ve barbarlık uygulayarak mazlum Kürt ulusunu vahşice katlederken diğer yandan ise bu politikalarını kalıcı hale getirmek ve milli zulmü daha da derinleştirmek için Diyanet Bakanlığı’ndan, Sağlık Bakanlığı’na oradan da ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlara kadar devletin bütün kurum ve mekanizmalarının seferber edildiği kapsamlı paketler hazırlanmaktadır. MASTER (Terörle Mücadele ve Rehabilitasyon Eylem Planı) olarak hazırlanan plan 5 ana konu başlığı ve 100 maddeden oluşmaktadır. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürdistan’ı istila ve asimile etmek için buna benzer onlarca paketler ve programlar hazırlanmıştır. Bizler de, Mazlum Kürt ulusu da bu paketlerin ne anlama geldiğini çok iyi bilmektedir. Başbakan Ahmet Davutoğlu Master Planı kapsamında Şubat ayının ilk haftasından başlayarak Kürdistan’a geziler gerçekleştirecek. Master Planı’nın içeriğini ve devletin şefkatini Kürt halkına anlatmaya gidecek olan Ahmet Davutoğlu geçmişte olduğu gibi şimdi de Kürt halkından gereken tarihi dersi ve cevabı alacaktır.

Hendeklerin ve barikatların ardındaki umuttur! Devleti şoke eden ve kimyasını bozan görkemli bir direniş yaşanmaktadır Kuzey Kürdistan’da. Mazlum Kürt ulusu tarihsel zulme boyun eğmeyen direniş geleneğini kuşanarak milli zulme ve barbarlığa meydan okumaktadır. Devleti bu kadar pervasızlaştıran ve acze düşüren işte tam da bu tarih direniş gerçekliğidir. Bir halk çocuğuyla, gençleriyle, kadınlarıyla ve yaşlılarıyla topyekûn ölümüne direnmektedir ve cellâdına boyun eğmemektedir. Tarih yarınlara mutlaka bu onurlu direnişi yazacaktır. Çocuklarının cansız bedenleriyle günlerce birlikte yaşayan ve göz göre göre yakınlarının vahşice katledilerek kanlar içinde ölümünü bekleyen fakat yine de cellâdının yüzüne tüküren bir halk zorbalıkla teslim alınabilir mi?

Demokrat ve devrimci olmanın andaki adı; Kürdistanlaşmaktır Kürt ulusunun onurlu direnişi halklara ilham kaynağı olurken, faşist devlete ve ondan beslenen bilumum burjuva gericiliğe ise korku salmaktadır. Fakat belirtmekte fayda var ki, Kürt ulusuna uygulanan milli zulüm ve milli zulme karşı yine Kürt ulusunun göstermiş olduğu tarihi devrimci direniş başta devrimci-demokratik kamuoyu olmak üzere geniş toplumsal dinamiklerde yeteri kadar karşılık ve duyarlılık bulamamaktadır. Yaşanan keskin sürecin esas handikabı bu gerçekliktir. Ki devleti bu kadar pervasızlaştıran da budur. Bu gerçeklik aynı zamanda objektif olarak ezilen halklar arasındaki birlik ve dayanışma bilincini ve kültürünü zayıflatan bir rol oynamaktadır. Mazlum bir ulus soykırıma tabi tutulurken diğer halkların sessiz kalmasının makul görülebilecek hiçbir yanı yoktur. Halkların birliğinin, kardeşliğinin ve dayanışmanın artık sloganlardan çıkıp somutta ete kemiğe bürünmesinin tam vaktidir yaşadığımız süreç. Bugün demokrat ve devrimciliğin sınandığı eşik işte burasıdır. Devletin Kürt ulusuna uyguladığı milli zulüm ve barbarlık karşısında sessiz kalanlar bugün asla demokrat ve devrimci olamazlar. Buna koşut olarak yine Kürt ulusunun onurlu direnişinin yanında açıktan saf tutmayanlar asla demokrat ve devrimci olamazlar. Bu perspektifle devrimci ve demokratik güçler başta olmak üzere bütün ilerici toplumsal dinamikler tartışmasız olarak mazlum Kürt ulusunun yanında olmalı ve hendeklerin ve barikatların ardında yeşeren umudu her tarafa yaymalıdır. Tarihte onlarca kez yaşandığı gibi kazananlar direnenler olacaktır. Bugün açıkça vurgulamak gerekir ki, KuzeyKürdistan’da milli zulme ve barbarlığa karşı ölümüne direnen Kürt ulusu kazanmıştır. Milli zulüm ve barbarlık uygulayan faşist devlet geçmişte olduğu gibi bugün de yenilmiştir.

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ refik demir

VARTİNİK’TE DESTANLAŞAN VE KAN KIZIL BİR DERYADA BUGÜNLERE UZANAN BİR TARİHTİR PROLETER ÖNCÜ!

V

artinik burası Mirik mezrası Kan içinde yatar Ali Haydarım Kömün önü olmuş bir kan deryası Kan içinde kalkar Ali Haydarım” *** Yukarıdaki dizeler milyonların dilinde ve bilincinde bir ezgiye dönüşmüştür artık. O ezgidir ki her kuşaktan milyonların dilinde kocaman bir koro olmuştur. Bu ezgi, ‘72 Nisan’ında göndere çekilen komünizmin kızıl bayrağının Vartinik’te kan revan içinde destanlaşmasını ve kırmızı gül’ün buz içinde olduğunu anlatmaktadır. 24 Ocak 1973’te Fehmi Altınbilek komutasındaki Türk ordusunun Vartinik‘te gerçekleştirdiği baskında TİKKO’nun ilk genel komutanı olan Ali Haydar Yıldız çatışarak şehit düşerken, komünist önder İbrahim Kaypakkaya ise ağır yaralanmıştır. Ağır yaralı şekilde günlerce mücadele eden İbrahim Kaypakkaya yapılan bir ihbar sonucu yine Fehmi Altınbilek komutasındaki Türk ordusu tarafından yakalanır ve günlerce süren ağır işkenceler altında Amed’e götürülür ve burada da sistematik olarak sürdürülen vahşi işkenceler sonucu katledilir. Ve bu tarihi direniş yine devrimci kitlelerin dilinde ve bilincinde bir ezgiye dönüşür yine… “Dağ dumandır Köm karanlık Vartinik’te kış yamandır Kırmızı gül buz içinde” *** Enternasyonal proletaryanın Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki komünist taburu olan Proleter Öncü kan deryası içinde çelikleşerek bugünlere gelmiştir. Ahmet Muharrem Çiçeklerin, Meral Yakarların kanıyla kızıla boyanan, Vartinik’te Ali Haydarların direnişiyle destanlaşan ve Amed işkencehanelerinde düşmanı stratejik olarak yenilgiye uğratarak komünizmin şanlı kızıl bayrağını dalgalandıran komünist önder İbrahim Kaypakkaya ile devam eden ve yüzlerce komünist kadronun, savaşçının ve halk evladının kanıyla kan kızıla boyanarak bugünlere gelen bir tarihin adıdır Proleter Öncü. Bu tarihte komünist önderler Süleyman Cihanlar, Kazım Çelikler, Cüneyt Kahramanlar, Cafer Cangözler, Aydın Hanbayatlar, Baba Erdoğanlar, Cemil Okalar, Berna Ünsanlar, Barbara Anna Kistler, Yıldız Çiçekler, Aycan Tatolar, Seyfi Batarlar, İsmail Bulutlar, Hüseyin Demirler, Hasan Benler, Kazım Ekiciler, Hasan Toylar, Cemal Keserler, İsmail Aslanlar, Okan Ünsanlar, Hüseyin Tosunlar, Ünal Küçükbayraklar, Endercan Yıldızlar ve ismini sayamadığımız yüzlerce komünizm savaşçısının kanı vardır. Yine bu tarihte; Sinan Cemgillerin ihbarcısı olan Mustafa Mordeniz’in cezalandırılması bilincinde keskinleşen bir siper yoldaşlığı vardır. Şehirlerde sokak sokak çatışarak düşmana diz çöktüren İsmail Hanoğullarının, Raci Yılmazların devrimci direniş geleneği vardır. Baba Erdoğan önderliğinde kırık bir tabancayla

Kandıra Alay Komutanlığı’nı basan ve düşmanı alarma geçiren devrimci cüret vardır. Amed’te 104 saatlik çatışma olarak tarihe geçen Seyfi Batarların teslim olmama geleneği vardır. Dersim’de, Amed’de ve Karadeniz’de düşman mevzilerini vuran onlarca gerilla baskını vardır. Bu çelik aldığı suyu unutmayacak şiarını kuşanarak Mercanlar’da dalgalandırılan komünizmin şanlı kızıl bayrağı vardır. Ve yine bu tarihte; Düşmanın kendini en güçlü sandığı hapishaneleri devrimin birer kızıl mevzisine dönüştüren kazanma iradesi ve zindan duvarlarını parçalayan özgürleşme cüreti ve bilinci vardır. “O duvar duvarınız vız gelir bize vız” şiarını düşmanın zindanlarına nakşederek firar geleneğini başlatan Mehmet Zeki Şerilerin, ilmik ilmik örülen ve düşmanı şaşkına çeviren tarihi Metris ve onlarca firar eyleminin, ‘82, ‘96 ve 2000 tarihi ölüm oruçlarında bedenini silah yaparak düşmanı stratejik olarak yenilgiye uğratan Aygün Uğurların, Hayati Canların, Ali İhsan Özkanların, Yeter Güzellerin ve onlarca komünizm savaşçısının sarsılmaz kazanma iradesi ve kanı vardır. “Tarih yazdı sizleri baş sayfasına Biz ki dağların yüreğinde Çiçek kokusuyla pusulardan geçtik. Biz ki yıkılmış şehirlerin Küllerinden insanlar dirilttik. Biz ki yasak şehrin bütün hayatlarından Sürülmüş sürgünlerdeydik. Kim yazabilir ki Dağlarda çoban yıldızı olduğumuzu Bedenlerimizi tutuşturan insanlığın Özgürlük sevda ateşini” İşte böylesi yoğun emekler, yaratılan devrimci değerler ve ödenen ağır bedellerle kan kızıl bir deryada billurlaşan ve kendi köklerine sıkı sıkıya sarılarak insanlığın özgürlük ve kurtuluş geleceğini muştulayan bir tarihtir Proleter Öncü. Dolayısı ile attığımız her adım tarihimizin devrimci birikimleriyle beslenmelidir. Devrim hareketi kesinkes kendi devrimci tarihi ve birikimlerinin izinde yürüdüğünde ancak geleceği temsil edebilir. Kendi devrimci tarihleri ile gelecek arasında diyalektik bağ kuramayanlar asla bir devrim hareketi yaratamazlar ve yozlaşırlar. Bu anlamda Proleter Öncü’nün tarih bilinci oldukça keskin ve bilimseldir. Bundandır ki devrimci tarihimizin belleği hesap sorma bilincimizle buluşarak düşmanın beyninde bir balyoz gibi patlamıştır hep. Kaypakkaya’nın ihbarcısı Cafer Atan’ın, Behzat Firik’in katili Aytekin İçmez(Kulaksız)’in ve son olarak Vartinik ve Kızıldere katliamlarının birinci dereceden sorumlusu eli kanlı katil Fehmi Altınbilek’in beyninde patlayan kızıl kurşunlar bunun kanıtıdır. 24 Ocak 1973’te Vartinik kuşatmasında çatışarak ölümsüzleşen Ali Haydar yıldız yoldaş şahsında Ocak ayında yitirdiğimiz tüm devrim ve komünizm savaşçılarının devrimci anısı önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz.


08

güncel analiz

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

Suriye’de emperyalist stratejiler Suriye’deki çözüm, Viyana, Cenevre Görüşmeleri’nde sayılarla kodlanmış konferanslar değildir. Bunlar emperyalist paylaşımın diplomatik ayaklarıdır. Suriye’de ve bölgedeki çözüm, sömürülen sınıf, mazlum ulus ve ezilen inanç gruplarının, emperyalist egemenlik siyasetine ve yerli gerici işbirlikçisi güçlere karşı geliştirilecek olan devrimci savaşın omuzlarındadır. Kürtler açısında da sürecin bayrağı açıktır. Rojava Kürdistan’ından Kuzey Kürdistan’a, ilerici devrimci, sosyalist güçlerle, ulusların tam hak eşitliği üzerinden, her türlü gericiliğe karşı sokak sokak, mahalle mahalle, alan alan örülen direniş, ezilen halkların özgürleşme manifestosudur Suriye ve Ortadoğu özgülünde, emperyalist stratejik çıkarların “yeni” yol haritası olarak planlanan Cenevre 3 Görüşmeleri, emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasındaki derin çatışmaların gölgesinde örgütleniyor. Emperyalist blokların ve yerli bölgesel işbirlikçi gericiliklerin, sosyal-siyasal erk olarak dayandığı farklı devlet ve cihadist gerici örgütlenmeler ile Suriye özgülünde merkezileştirilemeyen “muhalefet” Cenevre 3 Görüşmeleri’nde krize dönüşen derin çelişkinin bir yönü iken, özellikle Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve bu güçlerin desteklediği cihadist gerici örgütlenmeler üzerinden şekillenen, Rojavayê Kurdistanê önderliği PYD’ye karşı geliştirilen gerici tavır, Cenevre 3 Görüşmeleri’ni tıkayan asıl çelişki ve çatışma olmuştur. Kuşkusuz bu çatışma ve çelişki, Kürt ulusu başta olmak üzere, Suriye’de var olan ilerici-devrimci toplumsal dinamiklerin çözümsüzlüğü değildir. ABDAB ve Rusya merkezli emperyalist bloklar ve bu blokların bölge özgülünde ittifak gücü olarak konumlanmış olan bölgesel gericiliklerin, stratejik çıkarlarını korumak ve genişletmek için ürettiği stratejik politikalarının derinleştirdiği savaş ve çatışma, “siyasal-diplomatik” “çözüm” olarak masa başlarında sürdürülen çalışmalara da niteliğini vermekte, emperyalist stratejik politikaların çözümsüzlüğünü ortaya koymaktadır. Suriye ve Ortadoğu özgülünde (emperyalistkapitalist gericilik tüm hâkimiyet alanlarında aynı gerici siyasal çizgiyi temsil etmektedir) devrimci sosyal ve ulusal dinamiklerin toplumsal gelişmelere devrimci tarzda yön vermesini engellemeye çalışan emperyalist-kapitalist gericilik, sömürü ve hegemonyasının stratejik planlarını uygulamak için, gerici güç-

lere dayanmakta, ittifak siyasetini dönemsel konjonktürüne göre şekillendirmektedir. Bölgesel ekonomik çıkarlar, bu dönemsel konjonktürel siyasetin özünü teşkil etmektedir. Bu anlamıyla, emperyalist güçler, bölgesel gerici devletler ve bölgesel gerici örgütlenmeler arasındaki çatışma ve ittifak, dönemsel konjonktürel siyaset gereği başından sonuna aynı güçler üzerinden şekillenmemekte, stratejik ittifak ve karşıtlık, dönemsel olarak değişebilmektedir. Ekonomik çıkarlar ve bölgesel egemenliğin, hangi güçle, hangi dönem “ortaklaşıldığına” biçim verdiği bir “ittifak” siyasal konseptinde, bazı güçlerin stratejik ittifakı uzun bir zaman dilimine yayılsa da, gerici güçler arasındaki ittifak ve çatışmalı durumun değişkenliği, gerici emperyalist sürecin ana yönünü teşkil etmektedir. Ekonomik çıkar, paylaşım ve dalaşın yoğunlaşmış hali olarak şekillenen emperyalist gerici siyaset, bazı dönemler, emperyalist blokların ana güçleri arasında dahi bazı “uzlaşmalar” yaratabilir. Emperyalist hegemonyanın stratejik çıkarları, emperyalist-kapitalist sisteme cepheden risk teşkil eden toplumsal dinamiklerin tasfiye edilmesi, dönemsel emperyalist yayılmacılığın önün açan hamleler başta olmak üzere, birçok gerici çıkarların ortaklığı, emperyalist ve gerici bölgesel güçler arasında bazı dönemsel “uzlaşılar” gündeme getirebilir. Bu emperyalist güçler ve gerici yerli işbirlikçileri arasındaki gerici dalaş ve çatışmanın ana yön olduğu gerçeğini yadsımaz. Çelişkinin dönemsel konjonktüre göre biçim alması, çelişkinin ana yönünün çözüldüğü anlamına gelmez. Bu anlamıyla Suriye özgülünde, Rusya ile ABD-AB emperyalist bloku arasındaki dalaş ve çatışma, Suriye başta olmak üzere, bölgede esas yöndür. Bu esas yöne karşın, emperyalizm hegemonya sürecini, her çelişkide çatışmalar üzerinden inşa etmez. Göreceli de olsa gerici çelişkilerinde bazı “uzlaşılar” yaratarak sürecini örgütlemesi, egemenlik çizgisinin bir biçimidir. Suriye ve Ortadoğu özgülünde de, gerici emperyalist çıkarlarını bölgesel çatışmalar üzerinden inşa eden Rusya ve ABD-AB merkezli emperyalist bloklar, bazı ana hedef güçlere karşı, bazı güçleri “uzlaştırmayı” süreçleri açısından zorunlu görmektedirler. Cenevre 1-2 Görüşmeleri ile başlayıp, Viyana Görüşmeleri’nde ana gündem olan ve Rusya ile ABD arasındaki “terör örgütleri” listesindeki “ortaklıkla” altyapısı oluşturulmaya çalışılan Suriye’de “geçiş dönemi”, emperyalistler arasındaki göreceli uzlaşının örneğidir. Rusya’nın askeri müdahalesiyle, emperyalist stratejiler arasında derinleşen çatışmalar, emperyalist hegemonyanın tesis edilmesinde, emperyalistler açısından istenmeyen toplumsal sonuçlar doğuracaktır. Emperyalist blokların üzerinden çıkarlarını şekillendirdiği bölgesel gerici işbirlikçiler arasında, emperyalist blokların stratejik planları dahilinde derinleşen çatışmalar, bir kriz ve kaos ortamı yaratmış ve emperyalist stratejiler açısından süreci belir-

siz kılmıştır. Rusya’nın askeri müdahalesi, Rusya, İran, Esad açısından avantajlı hamleler olsa da, Suriye’ye bütünlüklü hâkim olma konusunda bir sonuç yaratamamıştır. ABD-AB, Türkiye, Suudi Arabistan, KDP merkezli blok, Rusya merkezli gerici bloka karşı bazı avantajlı pozisyonunu yitirse de, stratejik olarak var olan askeri-politik konumlanışı, sürecin gelişiminde rol alabilecek düzeydedir. PYD önderliğinde Suriye’de ilerici bir dinamik olarak konumlanan Suriye Demokratik Güçleri, hem savaş gücü anlamında hem de politik nüfuz bağlamında, Suriye’de en ileri dinamiktir. Özellikle PYD’nin, Kürt ulusunun tarihsel haklılığını, politik savaş stratejisinde merkezileştirmesi ve bunu Kobanê ve Rojava devrimiyle taçlandırması, emperyalist ve gerici bölgesel gericiliklerin stratejik hamlelerinde yadsıyamayacakları bir güç konumuna getirmiştir. Somut olarak, Esad yönetimi, “muhaliflerin” nüfuz alanı, Kobanê ve Rojava özgülünde Kürt ulusunun meşru duruşu, IŞİD cihadist gericiliğinin hâkimiyet alanı merkezli Suriye’deki dağınıklık, emperyalist stratejilerin uygulanmasında sorun teşkil etmektedir. Özellikle “muhalifler” olarak örgütlenen ve ABD’nin Türkiye, Suudi Arabistan, Katar üzerinden desteklediği gerici cihadist örgütlenmeler arasındaki uyuşmazlık, hem ABD’nin stratejik planlarını uygulamasında hem de Rusya karşısında konumlanışı açısından dezavantajlı durumdu. Bütün bunların “ılımlı İslam” şemsiyesi altında merkezileştirilmesi, Esad yönetimiyle buluşturulup “geçiş dönemi” altında “uzlaştırılması, emperyalistlerin var olan kaosa ürettikleri ilk “çözümdü”. Cenevre ve Viyana 1-2-3 kodlu görüşmeleri bu konuda bir çözüm olamadı. Ama emperyalistler, bu sürecin örgütlenmesini, kendi hegemonyası açısından zorunlu görmektedirler. Cenevre 3 Görüşmeleri bu kesitte emperyalistler açısından stratejik önem arz etmektedir. Ve bunca tıkanmalara karşın, emperyalistlerin bu süreci başlatma konusundaki ısrarları bundandır. PYD’nin davet edilmemesi üzerine Suriye Demokratik Meclisi’nin konferansa katılmama tavrı, Riyad Konferansı ile Yüksek Müzakereler Komitesi olarak örgütlenen gerici cihadist “muhalefetin” Esad yönetimi ve Rusya askeri müdahalesi konusunda bazı şartları öne sürerek sürecin başında dâhil olmama tavırları, Cenevre 3 Görüşmeleri’ni başından çözümsüz bırakmıştır. Buna rağmen “geçiş sürecini” başlatmak için, konferansı, “muhatapları” tam hazır olmadan başlatmaları, emperyalistlerin derinleşen çözümsüzlüklerinin sonucudur. Esad, Rusya, İran bloku, Rusya’nın planladığı “muhalifler”, ABD, Türkiye, Suudi Arabistan’ın örgütlediği “muhalifler”, Suriye Demokratik Meclisi, PYDYPG, emperyalistlerin zorlamasına rağmen, aynı eksende konumlandırılabilecek güçler değildir. Ki hemen başında, “muhaliflerin” de katılmama tavrıyla, görüşmeler, BM temsilcileriyle Esad yönetimi arasında “başlama” durumunda kaldı. Bu emperyalist siyasetin ba-

şından tıkanmışlığıdır. Bu tıkanmışlığa karşın, süreci başlatma adına, konferansın toplanması, sadece var olan çözümsüzlüğü deklare etmek olmuştur.

Uzlaşılamayan konu: PYD-YPG Rusya ve ABD kendi çıkarları açısından PYDYPG’nin Cenevre 3 Görüşmeleri’nde bulunmasını gerekli görüyorlardı ve bunu istiyorlardı. Her iki emperyalist blok açısından bunun nedeni; Kürtlerin ulus olma hakkını tanımak değildir. Suriye ve Ortadoğu’da PYD-YPG ve PKK önderliğinde örgütlenen Kürt ulusu gerçekliği, en dinamik toplumsal gerçekliktir. Emperyalistler bölge siyasetinde böylesine dinamik bir gücü karşılarına alma yerine, hegemonya siyasetlerine entegre etmeyi esas almaktadırlar. Ama emperyalistlerin bu stratejik planı, beraberinde iki çatışmayı derinleştirmektedir: Biri; Kürt ulusunun toplumsal ve örgütlü dinamiğindeki anti emperyalist duruştur, bir diğeri; Türk hâkim sınıflarının gericiliği başta olmak üzere, bölgesel gerici devletlerin ve örgütlenmelerin Kürt ulusunu inkâr ve imhaya dayanan askeri-politik duruşudur. Kürt ulusunun ulusal kimliği ekseninde merkezileşmesi yerine, KDP, Kürt İslam Cephesi gibi, aşiretçi-ümmetçi gruplar üzerinden, inisiyatifsiz, yönlendirilmeye amade “güç” olarak konumlandırma, bu gerici askeri-politik duruşun ana yönelimidir. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere, Riyad Konferansı’nda ortaklaşan cihadist gerici örgütlenmelerin PYD-YPG konusundaki bu cepheden itirazı Rusya için çok anlam ifade etmese de, ABD-AB emperyalistleri için önemliydi. Çünkü söz konusu bu itiraz bloku, ABD-AB emperyalist güçlerinin stratejik müttefikleriydi ve stratejik planları dönem itibarıyla bu güçler üzerinden bölgede şekil-


01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

güncel analiz

09

ve Cenevre 3 görüşmeleri de süreci çözmeyeceği açıktır. PYD’nin davet edilmediği bir konferansa, tavır alarak irade beyan eden Demokratik Suriye Meclisi’nin Eş Başkanı Heysem Menna’nın tavrı, “geçiş sürecinin” planlandığı gibi bir çözüm üretemeyeceğinin tavrı olarak okunmalıdır.

Türk hâkim sınıflarının bölge siyaseti, Kürt ulusunu inkâr ve imha siyasetidir

lendirilmektedir. PYD-YPG ısrarı üzerinden bu blokta doğacak olan çatışma, Cenevre 3 Görüşmeleri’nde, ABD-AB emperyalistlerinin ve “muhalif” güçlerin elini zayıflatacaktı. Aynı zamanda Rusya’nın PYD-YPG ısrarı, emperyalist stratejilerin dönemsel siyaseti olan Suriye’de “geçiş dönemini” bitirecek ve daha derin çatışmaları dinamitleyecekti. Ve en önemlisi, PYD-YPG’nin dışarıda tutulduğu bir konferans, bırakın bir “çözüm” üretmeyi, bir deklarasyon dahi yayımlayamayacak bir konferans olacaktır. Bütün bu karmaşıklık ve çözümsüzlük ortamında, Cenevre 3 Görüşmeleri planlanan tarihte başlayamadı ve diplomatik görüşmelerle sürece bir biçim verilerek 29 Ocak tarihine sarkıtıldı. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in iki günlük Türkiye ziyareti ve Erdoğan-Davutoğlu görüşmeleri, PYD-YPG konusunda, ABD ile Rusya arasındaki “uzlaşının” bir sonucu olarak Cenevre 3 Görüşmeleri’nde “muhalefetin” safında yer alması için, ikna ziyaretiydi. Aynı dönem ABD’nin Suudi Arabistan ile yoğunlaştırdığı diplomatik görüşmeler, PYD-YPG konusundaki ikna çalışmalarıydı. Ama iki günlük tartışmalar bir çözüm üretemedi. Sonuçta tıkanan görüşmeler, emperyalistleri dönemsel bir “çözüme” itmiştir. PYD-YPG’nin Cenevre 3 Görüşmeleri’ne çağrılmaması, iradesinin Suriye Demokratik Meclisi üzerinden dolaylı olarak yansıtılması bir ara çözüm olarak hesaplanmıştır. Bu durum Türkiye’nin diplomatik bir başarısından çok, emperyalistlerin dönemsel çıkarlarının yarattığı bir sonuçtur. Daha davetiyeler gönderilmeden, davet edildi diye gündemleştirilen PYD-YPG sorunu, daha derin çatışmaların vesilesi olacağı görüldüğünde geri çekilmiş, ileride sürece dâhil edilmesi kartı açık bırakılarak, süreci örgütlemenin adımları atılmıştır. Bu hamlenin

Suriye ve Ortadoğu üzerinde “Neo Osmanlıcı” hayallerini elde edemeyen faşist Türk gericiliği, Suriye’nin kan gölüne dönüşmesinde birinci derecede pay sahibidir. Çeteci radikal cihadist gruplarla ilişki içinde planlarını hayata geçirmeye çalışan Türk hakim sınıflarının selefi temsili Erdoğan, Rusya’nın açık müdahalesiyle stratejik bir çözümsüzlük yaşamış, planları elinde patlamıştır. AKP-Erdoğan faşist diktatörlüğü, emperyalist politikaları zaafa uğratan aktör olma durumuna düştüğünde, Batı’nın ve ABD’nin tepkilerini azaltmak ve Rojava özgülünde Kürt ulusuna dair planlarını yaşama geçirmek için, IŞİD’le arasına “mesafe” koysa da, Suudi Arabistan, Katar ve Riyad’da kurulan, gerici cihadist örgütlenme olan, Yüksek Müzakere Komitesi üzerinden Suriye’de söz sahibi olmayı planlamaktadır. ABD’nin de dolaylı içinde olduğu bu konseptin merkezi hedefi; PYD’nin önderliğindeki Kürtlerin Suriye’de statüsüz kalmasıdır. Bu sadece Suriye siyaseti değil, Kuzey ve Güney Kürdistan için de geçerli olan gerici siyasettir. Kısa bir kronoloji, gerici Türk hâkim sınıflarının durduğu yeri bir kez daha hatırlamamıza vesile olacaktır. “Neo Osmanlıcı” planlar, önce Müslüman Kardeşler’in ipiyle, Esad’ı idam etme hayaliyle örgütlenmeye çalışıldı. Bu plan tutmayınca, 2012 de El-Kaide’nin Suriye kolu El-Nusra, Türk hâkim gericiliğinin elinde kirli bir silahtı. ElNusra ile Kürtlere yöneldi. Rojava devrimini engellemeye çalıştı. 2013, El-Kaide’ye biat etmeyeceğini açıklayan IŞİD’in ilanıydı ve faşist Türk gericiliği, bölge siyasetinde “yeni” siyasal ortağıyla cephedeydi. IŞİD’le Kürtleri engellemek, Rojava’yı tasfiye etmek ve Suriye’de siyasal ortağı olan gerici cihadist örgütlenmelerle Şam’ı kuşatmak, en büyük hayaliydi. Bu hayal 2013’te başlayan “çözüm planı” ve 2015’te yeniden devreye konulan katliamlarla, Kuzey Kürdistan’da yaratılan gerici faşist kuşatmayla birleştiriliyordu. Kuzey Kürdistan direndi. Rojava ve Kobanê düşmedi. Fırat’ın batı yakasına çizilen kırmızı çizgiler, Kürt ulusunun hamlesiyle iflas etti. Bölge siyasetinde yaşanan bu iflas, esas olarak Kürt duvarına çarparak tuzla buz oldu. Bütün bunlar faşist Türk hâkim sınıflarının Kürt ulusu ve bölge siyaseti konusunda emellerinden vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Rusya’nın askeri müdahalesi ve ABD’nin bölgedeki stratejik siyaseti gereği “revize” ettiği bölge ve Suriye planını, PYD-YPG güçlerine dönük emellerle, “yeni” aktörlerle yaşama geçirmek istiyor. Başika’daki konumlanış bunun ürünüdür. Efrin’e dönük işgal girişimleri

bu planın ayaklarıdır. Ve şimdi “yeni” bir partner yaratma arayışındadır. Bayırbucak Türkmenleri, Sultan Murat Tugayları, Riyad’da yan yana getirilen Yüksek Müzakere Komitesi bileşenleri, bu arayışın “dinamikleridir”. Askeri olarak, YPG ve YPJ’nin ağırlıklı güç olduğu Demokratik Suriye Güçleri’nin Fırat’ın batı yakasına geçerek Cerablus ve Azez’e ilerlemesini, bu gruplarla engellemeye çalışacak Türk faşist gericiliği, uluslararası diplomaside PYDYPG’yi ısrarla IŞİD ve diğer gerici örgütlerle aynı kefeye koymaya çalışması, Kürt ulusuna karşı geliştirdiği topyekûn savaş konseptinin sonucudur. AKP-Erdoğan faşist diktatörlüğü, Kürtlerin en ufak nefes alma olanağını dahi kesmek istiyor. Rojava’ya bu kadar yüklenmesinin nedeni budur. Kürtlerin en meşru örgütlenmeleri olarak, PYD’ye, Kandil’e, Kuzey Kürdistan’a askeri ve diplomatik alanda pervasızca yönelmesinin nedeni budur. IŞİD, El Nusra, Ahrar-ul Şam ve Sultan Murat ya da Hazreti Sultan Murat Tugayları ile beraber planladığı İslami Cephe, topyekûn kuşatma, inkâr ve imha siyasetidir. Cenevre 3 Görüşmeleri’ne Türk hâkim sınıflarının siyasetine bu nitelik yön vermiştir. Rojava’da statü elde etmiş bir Kürt gerçekliği, Güney ve Kuzey’de gerçekleşecek statünün dinamiğidir. Erdoğan-AKP gericiliğinin direnç göstermesinin nedeni budur. Uluslararası emperyalist çıkarlar, Cenevre 3 Görüşmeleri’nde ipleri koparacak düzeyde germek istemediği için, şimdilik bu itiraza sadece kulak verdi. Ama bu çözümsüzlük, tüm ipleri koparacak, bölgede yeni dengeleri oluşturacaktır.

Kürt ulusunun bağımsız özgür iradesi, PYD-YPG’nin bayrağı olmalıdır PYD’nin Cenevre’de kurulan emperyalist dalaş ve paylaşım masasına dâhil edilip edilmemesi, krize dönüşen diplomatik ilişkilerin ardından, davet edilmemesi ile sonuçlandı. Bu her şeyden önce, Kürt ulusunun Rojava iradesi açısından, nasıl bir yol izleneceği konusunda bir zemin olacakken, bu durumun Kürtler açısından bir kayıp olup olmadığı tartışmasını da beraberinde getirecektir. Bu tartışmaya verilecek en etkili cevap, planlananın niteliğini ortaya koymaktır. Cenevre 3 Görüşmeleri ile hedeflenen, Suriye’de “muhalefetin” Esad rejimiyle yan yana getirilerek “geçiş döneminin” örgütlenmesi ve “çatışmasızlık” ortamıyla seçim sürecinin planlanması, emperyalist çıkarların tesis edilmesidir. Yani sorun Suriye demokrasisi, Suriye’de yaşayan halkların ve ezilen ulusların tam hak eşitliğine dayanan demokratik bir sürecin inşa edilmesi meselesi değildir. Böylesine bir emperyalist plana ilk elden PYD’nin dâhil edilmemesi, PYD açısından bir kayıp değildir. Ama PYD-YPG’nin bu süreçte ısrarla yer almak istemesi, EşBaşkan Müslim üzerinden bu talebini kamuoyuna deklare etmesi komünistler açısından şaşırtıcı değildir. Ulusal hareketlerin ufku ve ulusal pazar ekseni üzerindeki “çözüm” hedefi ele alındığında bu doğal bir sonuç ve yaklaşımdır. Komünistler,

esasta ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı ve her türlü ulusal imtiyazları ortadan kaldırma eksenli sosyalist çözümü esas alsalar da, ulusal mücadele veren dinamik güçlerin demokratik içerikli taleplerini de, kayıtsız şartsız desteklerler. Bu anlamıyla, PYD’nin emperyalistler tarafından kurulan bu masada, diplomatik bir aktör olarak yer almak istemesi, kötü değildir. Uluslararası diplomatik ilişkilerde Kürtlerin yer alması ve tanınması açısından, ileri bir adım olmasa da, kötü bir durum değildir. Sorun bu değildir. Emperyalist bölge siyasetine entegre olup olmamak, üzerinde durulması gereken asıl risktir. Gerek Rusya’nın ve gerekse ABD’nin, PYD önderliğindeki Kürt ulusal dinamiği üzerinde belirli planları olduğu açıktır. Rusya’nın Qamişlo’da PYD ile “ortak üs” planı, Haseke’de ABD ile “üs kurma” girişimleri, PYD üzerindeki tehlikeli emperyalist planların verileridir. Emperyalistler somut olarak planladıkları süreci örgütleyebilirlerse, PYD ve Suriye Demokratik Güçleri’ni Rakka operasyonunda, kara askeri güç olarak kullanmak istemektedirler. PYD’nin Rusya ve ABD ile belirli ilişkiler ekseninde kendi duruşunu “güçlendirme” çabası, emperyalist siyasetin uygulayıcısı konumuna düşürebilir. Bu konuda uyanık olmak, dönemsel taktik manevraları öne çıkarıp, Kürt ulusunun stratejik çıkarlarını tasfiye etmemek, PYD’nin siyasal duruşu açısından elzem bir durumdur. Kürtler üzerindeki bu stratejik plandan dolayı, PYD’nin bu sürece dâhil edilmesi her iki emperyalist güç açısından zorunlu görülmekte ve yakın gelecekte dâhil edilmesi vaadi verilmektedir. Cenevre 3 Görüşmeleri’nde PYD-YPG’nin direk engellendiği, Suriye Demokratik Meclisi’nin PYD’ye uygulanan yaptırımdan dolayı katılmadığı (ya da konferansa başından muhalefet ettiği) bir ortamda, “çözüm” beklemek, Suriye’deki mevcut durumu anlamamaktır. Cenevre 3 Görüşmeleri’ndeki tartışma ve mutabakat, süreci emperyalist planlar ekseninde geliştirmeyecektir. Rusya-ABD bloku arasındaki dalaş, selefi cihadçıların gerici ortaklığı üzerinde şekillenen “muhalefet” ile Esad yönetimi arasındaki çatışma ve Suriye’de demokrasinin en ileri dinamikleri olan ilerici güçlerin varlığı, dönemsel durulmalar olsa da, geçiş dönemleri örgütlense de, çatışmasız ve savaşsız bir ortamı yaratmayacaktır. Suriye’deki çözüm, Viyana, Cenevre Görüşmeleri’nde sayılarla kodlanmış konferanslar değildir. Bunlar emperyalist paylaşımın diplomatik ayaklarıdır. Suriye’de ve bölgedeki çözüm, sömürülen sınıf, mazlum ulus ve ezilen inanç gruplarının, emperyalist egemenlik siyasetine ve yerli gerici işbirlikçisi güçlere karşı geliştirilecek olan devrimci savaşın omuzlarındadır. Kürtler açısında da sürecin bayrağı açıktır. Rojava Kürdistan’ından Kuzey Kürdistan’a, ilerici devrimci, sosyalist güçlerle, ulusların tam hak eşitliği üzerinden, her türlü gericiliğe karşı sokak sokak, mahalle mahalle, alan alan örülen direniş, ezilen halkların özgürleşme manifestosudur.


10

güncel analiz

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

ABD’nin bölge siyaseti, “TC”nin Emperyalistlerin bölge siyasetinde ABD’nin jandarmalığını üstlenen faşist Türk hâkim sınıfları, Kürt ulusuna karşı verdiği savaşı tüm parçalarda birleştirerek, Kürt sorununu “terör” sorunu olarak uluslararası gerici güçlere kabul ettirmek istemektedir. Bütün bu gerici emeller, Kürt ulusunun ve ezilen sömürülen halkların tarihten beslenen haklı meşru mücadelesiyle aşılacaktır. Cenevre Görüşmeleri ile emperyalistlerin stratejik bölge planlarına dâhil edilmeye çalışılan güçler, Suriye ve Ortadoğu’da ezilen halkların iradesini belirleyemeyecektir. Suriye ve Ortadoğu’da, ezilen sınıf ve halk gerçekliğini, bağımsızlığı elinden alınmış mazlum uluslar gerçekliğini yadsıyarak, gerici çıkarlarını, gerici bölgesel güçler üzerinden inşa etmeye çalışan her güç, bölgenin ilerici iradesi karşısında tarihin olağan akışı içinde hesap vermekten kurtulamaz. Faşist Türk hâkim sınıflarının da bu bağnaz çığlığı, Rojava, Başika, Bakûre Kürdistan’ında ezilen halkların ve mazlum ulusların mücadelesi karşısında hükümsüz kalacaktır Uluslararası diplomatik ilişkilerde, burjuva gerici medyanın servis ettiği görüntüler, toplumsal algıyı yönlendirme konusunda önemlidir. Ecevit’in, Clinton karşısındaki zavallı duruşu, Erdoğan’ın Obama karşısındaki padişahvari “görkemli” duruşu, Türkiye’nin itibarı ve itibarsızlığı olarak medyaya servis edilen, kısa tarihin hafızasıdır. Ve güncel olarak, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın, özellikle AKP faşist hükümetinin başbakanı ile medyaya servis edilen görüntüleri, ABD-Türkiye’nin dönemsel ilişkileri açısından bir toplumsal algı yaratma amaçlı olduğu tartışmasızdır. Özellikle Suriye politikası özgülünde gerginleşen stratejik “dostların” ilişkilerini “kötü” niyetli unsurlardan temizlenmesi açısından Joe Biden’in ziyareti, bir manüpilasyon aracı olarak kullanıldı. Sam Amcalar, bir parmak işaretiyle, Boğaz manzarası vasıtasıyla tekrar Türkiye aşığına dönüştürülüverdi. İç ve dış siyasette, en gerici barbar uygulamaların borazancılığını yapan Türk hâkim sınıflarının mevcut temsili Erdoğan ve Davutoğlu’nun diplomasideki “görkemli” başarısı böyle servis edildi. Ama faşist devlet egemenliğinin

bunca gerici denetim ve medyadaki tekelleşmesine rağmen, birçok kaynaktan akan bilgiyle beraber yansıtılmak istendiği gibi olmadığı açıktır. Ki ülke bayraklarının altında gerçekleştirilen ortak basın açıklaması, gerginleşen ilişkilerin işaretlerini yeterince veriyordu. Basın açıklamasında az sayıda bulunan gazetecilere soru sorma hakkının verilmemesi, Biden-Davutoğlu ikilisinin çerçevesi önceden belirlenmiş açıklamayı, alelacele basınla paylaşıp, açıklamasını sonlandırması, yalancıktan yapılan tebessümün arkasındaki derin çatışmanın izleriydi. Aynı durum Biden Erdo-

ğan görüşmesinde de yaşandı ve bu görüşmenin ardından ortak basın açıklaması dahi yapılmadı. Bütün bunlar toparlandığında, Biden’in Türkiye ziyaretinde, ortada diplomatik hamlelerle karşılıklı bir yakınlaşmadan çok, özellikle bölge ve Suriye siyasetinde derinleşen çatışmalı durumun sürece hâkim olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.

ABD’nin Biden hamlesi Aslında Türkiye’ye Kerry’nin yerine Biden’ın gelmesi, öylesine sıradan yapılmış bir görev dağılımı meselesi değildir. Hatır-

lanacağı gibi, aynı dönemde Kerry de, Suudi Arabistan ziyaretindeydi ve Suriye’deki muhaliflerin temsili konusunda “müttefiklerinde” var olan itirazları giderme çabasındaydı. Suriye’deki “muhalefetin” ve PYD-YPG’nin masada olduğu bir gündemde, 2014 yılında Türk hâkim sınıflarını Suriye’deki aşırı dinci cihadist örgütlenmeleri desteklemekle suçlayan Biden’ın Türkiye’ye gelmesi, ABD’nin tavrı ve vermek istediği mesaj açısından önemlidir. Biden’ın görüşmelerin başlangıcında, barış için bildiri imzalayan akademisyenlere karşı geliştirilen linç girişimini eleştirmesi,


01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

güncel analiz

11

“itirazları” ve Joe Biden ziyareti Can Dündar gibi bir gazetecinin tutuklanmasını kabul etmeyeceklerini beyan etmesi, Kuzey Kürdistan’da süren kuşatmayı siviller zarar görüyor diye dil ucuyla ifade etmesi, ne ABD’nin somut gündemidir ne de Biden’ın gelirken çantasında taşıdığı dosyalardır. ABD’nin, Biden üzerinden Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen halklarına, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün uyguladığı bu faşist uygulamalarına karşı verdiği “demokrasi ve insan hakları” mesajı, sadece diplomatik alanda Türk hâkim gericiliğinin mevcut faşist iradesini geriletme maksatlıdır. Yoksa gündem, ne katledilen Kuzey Kürdistan coğrafyasındaki ezilen halklardır ne de bu kuralsız faşist uygulamalara karşı ufak bir itiraz gösteren ve hümanist kriterlerle taraflardan “barış” isteyen akademisyenlere karşı geliştirilen linçtir. Sorun ABD’nin bölge siyaseti için, iç politikada ve dış politikada, “TC”nin nasıl konumlanacağı ve hangi görevlerini yerine getireceği meselesidir. Suriye “muhalefeti” özgülünde durulması gereken nokta tartışmanın bir yanı iken, bölgede ve iç siyasette, merkezileşmiş, hızlı karar alabilen bir devlet iradeleşmesi, tartışmanın bir diğer yanıdır. Biden’in “müzakereleri” ardından, “yeni anayasa” ve “başkanlık” sisteminin, selefi başkan Erdoğan tarafından gündemleştirilmesi ve muhtarlar-kaymakamlar görüşmesiyle bu çalışmanın startının verilmesi, planlanan sürecin niteliği gereğidir.

iktidarın tekleştirilmesi, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın, bölgenin Sünni-İslam ekseninde tekleştirilmesi, “bölge gerçekliğinin” siyaseti olarak görülmektedir. Efendileri ABD’ye yakarışları bu çerçevededir. “Dostlarına” yakarışları, Kürt ulusu özgülünde ileri sürdüğü planlarıdır. Cenevre 3 toplantısına PYD üzerine koparılan fırtına, Kürt ulusunun bölgede en geri düzeyde dahi alacağı statü konusudur. Bunun karşısında emperyalistlerin bölge çıkarları Türk hâkim sınıflarının bu duruşuyla çatışmaktadır. ABD ve Rusya’yı PYD ve Kürt ulusu konusunda “ortaklaştıran” ana öge, Kürtlerin bölgede en güçlü ve en örgütlü dinamik olmalarıdır. IŞİD’e karşı en etkili kara gücü budur. Ama bunun karşısında faşist Türk devleti, PYD’nin bu pozisyonda devrede olması durumunda, Cerablus, Azez ve Suriye’nin iç bölgelerine ilişki gücü olarak planladığı birçok askeri ve siyasal hedefin boşa düşeceğini bilmektedir. Aynı şekilde, askeri-politik mecrada hedeflerinin boşa düşmesi Suriye ve Rojava Kürdistan’ı ile sınırlı kalmayacak, Kuzey Kürdistan’da süren faşist kuşatmada temelsiz ve zayıf düşürecektir. ABD’nin PYD üzerindeki planıyla, faşist Türk hâkim gerici-

YPG’nin IŞİD’e karşı bir güç olarak kullanılmasında Türkiye’nin katkısı ve Irak’ın Başika kampında bulunan Türk askerleriyle ilgili tansiyonun düşürülmesi için planlanan formül, bu ana gündeme bağlı olarak ele alınan başlıklardır. Stratejik müttefik olmanın gücüyle sürdürülen bu diplomatik ilişkide, sonuç olarak ortaklaşılmadığı reel bir gerçek. ABD’nin Cenevre Görüşmeleri’nde, Rusya’yı da ikna ederek, PYD’yi bu dönem için çağırmaması, Türkiye ile derinleşecek çelişkilere görece bir çözüm olsa da, ilerleyecek süreç bu eksende çatışmaları derinleştirecektir. IŞİD’e karşı koalisyon güçlerinin ve Rusya blokunun en önemli askeri güç olarak gördüğü PYD-YPG, Türkiye’nin itirazlarıyla sürecin dışında tutulacak bir güç değildir. ABD ve Rusya’nın PYD-YPG’yi “terör” örgütü görmemesinin altında yatan bu stratejik plandır. Bu plan faşist Türk hâkim gericiliğine karşın emperyalistler açısından günceldir. Bunun karşısında, emperyalistlerin bölge siyasetinde ABD’nin jandarmalığını üstlenen faşist Türk hâkim sınıfları, Kürt ulusuna karşı verdiği savaşı tüm parçalarda birleştirerek, Kürt sorununu “terör” sorunu olarak uluslararası gerici güçlere kabul ettirmek istemektedir.

liğinin Kürt ulusal sorununu uluslararası bir “terör” sorunu haline getirme çabası, Cenevre Görüşmeleri öncesinde derin bir çelişkiyi ifade etmekteydi. Türk hâkim gericiliğinin bu planını, Suudi Arabistan ve Riyad’da kurulan cihadist gerici Yüksek Müzakere Komitesi’nin desteklemesi, ABD’yi bu iki merkezli diplomatik girişimlere itmiştir. Rusya’ya kaptırılmış bir PYD ve Kürt dinamiği ile desteklediği “muhalif” güçlerdeki derin çatışmalar ABD’yi masa başında zayıf düşürecekti. Biden’ın Türkiye ziyareti bu zaafı giderme amaçlıdır. Yani ABD ile Türk hâkim gericiliği arasında süren sıkı pazarlığın adı, Suriye’deki “muhalefet” ve PYD-YPG’dir. Görüşmelerde, Suriyeli muhaliflerin yeni bir planla eğitilmesi, Türkiye’nin sınırlarının korunması için teknoloji transferi,

Bütün bu gerici emeller, Kürt ulusunun ve ezilen sömürülen halkların tarihten beslenen haklı meşru mücadelesiyle aşılacaktır. Cenevre Görüşmeleri ile emperyalistlerin stratejik bölge planlarına dâhil edilmeye çalışılan güçler, Suriye ve Ortadoğu’da ezilen halkların iradesini belirleyemeyecektir. Suriye ve Ortadoğu’da, ezilen sınıf ve halk gerçekliğini, bağımsızlığı elinden alınmış mazlum uluslar gerçekliğini yadsıyarak, gerici çıkarlarını, gerici bölgesel güçler üzerinden inşa etmeye çalışan her güç, bölgenin ilerici iradesi karşısında tarihin olağan akışı içinde hesap vermekten kurtulamaz. Faşist Türk hâkim sınıflarının da bu bağnaz çığlığı, Rojava, Başika, Bakûre Kürdistan’ında ezilen halkların ve mazlum ulusların mücadelesi karşısında hükümsüz kalacaktır.

PYD’yi tasfiye etmek, AKPErdoğan diktatörlüğünün hayallerini süslemektedir Biden nazarında ABD’nin Türkiye çıkarması; Türkiye’nin Suriye politikasının çamura battığını ve bu tarzın ısrarı durumunda, masa başlarında ve savaş sahasında yaşanacak gelişmeleri izlemekle kalacağı açıklamasıyla özetlendi. Bunun anlamı dış politikadaki veya diplomasideki beceriksizlik olarak görülmemeli. ABD’nin söylemek istediği açıktır. Suriye ve bölge gerçekleri emperyalistlerin, paylaşım ve dalaş üzerine çizilen planlarıdır ve Türkiye’nin bazı tavırlarıyla bu politikaya uyumsuzluğu sorun olsaydı, bazı karşılıklı adımlarla sorun aşılırdı. Suriye rejiminin niteliği, muhalefetin karakteri, Rusya’nın askeri müdahalesi gibi problemlerden öte, Türk hâkim sınıflarının asıl sorunu, Kürt ulusunu bölgenin her coğrafyasında uluslararası “terör” sorunu haline getirip ezme sorunudur. PYD-YPG’yi terörist görme yaklaşımı üzerinden, Kürt sorununu uluslararası bir terör sorunu derekesine çıkarmak, faşist Türk gericiliğinin, süreçteki köklü siyasetini ifade etmektedir. Yani Kuzey Kürdistan’daki kuşatmayı, Rojava’daki kuşatmayla birleştirerek, iç ve dış politika arasındaki sınırları ortadan kaldırmak, emperyalist ittifak güçleri başta olmak üzere, üzerinde şekillendiği gerici cihadist örgütlenmelerle, Suriye özgülünde PYD’yi tasfiye etmek, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün hayallerini süslemektedir Kuşkusuz her politika tek bir unsurdan oluşmaz. Ana unsurun ekseninde, bu ana unsura bağlı yığınlarca öğe, politikanın bileşenini oluşturur. Faşist Türk devleti ve onun mevcut temsili AKP-Erdoğan selefi sultanlığı açısından,


01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

Demokrasi anlayışı devrimci harekette Devrimci sınıf güçleri, tüm demokratik-ilerici güç ve dinamiklerin özgünlükleriyle içinde yer aldığı, kendilerini engelsiz ve özgürce ifade ettikleri ama en asgari düzeyi demokratik nitelikte olma ortak paydasında buluştukları geniş bir devrimci cephenin yaratılması şart ve ihtiyaçtır. Aleviler kendi talep ve sorunlarıyla, kadın ve cinsiyet temelli örgütlenmeler kendi sorun ve talepleriyle, doğa ve hayvansever örgütlenmeleri kendi sorun ve talepleriyle, ezilen ulus ve azınlıklar kendi sorun ve talepleriyle vb. sınıf orijinli demokratik devrimci cephe içinde yer alıp ortak paydalarda birleşebilirler Örgütlü devrimci hareket düne oranla bugün daha ileri durumdadır. Yaşanan tecrübeler, gelişen yaşam ve değişen şartlar bu ilerlemeyi koşullayan objektif ve sübjektif zemindir. Tecrübeler gibi sosyal ve siyasal yaşam da öğreterek ilerletiyor. Gerçeğe kapalı olunsa da, gerçek, yapay ve zorlama sınırları zorlayarak kapalı kapıları açarak öğretiyor. Ne var ki, kendiliğinden ya da zorunlu öğrenme durumu ile bilimsel zeminde ve iradi olarak öğrenme süreci birbirinden farklıdır. Öğrenmeye açık olmakla öğrenmeye kapalı olmak arasında küçümsenemez bir fark vardır. Dolayısıyla ağır aksak öğrenen veya belli yanlarıyla zorunlu olarak öğrenmek durumunda kalan ülke devrimci hareketinin ilerlemelerine karşın bağrında ciddi sorunlar, eksiklikler, zaaflar taşıdığı açıktır. Öyle ki, bazı durumlarda bu hata ve eksikliklerin egemen olduğu ya da mevcut gelişme durumuna doğrudan etki yaptığı söylenebilir. Kuşkusuz ki, örgütlü devrimci hareketin zayıflıkları anlamında bugününü koşullayan değerde taşıdığı sorunlar bir dizi neden ve zaaf/zayıflıklarla açıklanabilir. Suphi/TKP’si ile 1920’ler döneminde başlayan süreci kapatsak bile, 70’lerden başlayan örgütlü devrimci hareket tarihinin günümüz ölçütü ile ilerleme düzeyi şüphesiz ki yetersiz ve geridir. Daha ileri ve gelişkin düzeyde olması gereken

devrimci hareket, olması gereken düzeyden oldukça geri-zayıf durumdadır. Bu durumda devrimci hareketin olağan ilerleme ve gelişme seyri izlemediği açıkken, neden gerektiği gibi ilerlemediği sorgulanması gereken noktadır. Ki, ancak doğru bir sorgulama yapılarak ilerleme dinamikleri yakalanabilir, gerçek ilerlemeler sağlanabilir. Soru sormadan, sorgulamadan, daha da önemlisi objektif zeminde isabetli biçimde sorgulamadan zaaf/zayıflıkları geride bırakarak gerçek ilerleme yoluna girilemez.

Demokrasi anlayışı Objektif-sübjektif bir dizi neden ilerlemenin önündeki engel olarak tartışılmaya muhtaçken, demokrasi meselesi (demokrasi anlayışı, kavrayışı, kültürü ve uygulaması) bütün bu nedenler içinde sorgulanması gereken en temel problemlerden biridir diyebiliriz. Demokrasinin kavrayış ve uygulamasıyla, ilerleme veya ilerlememe, gelişme veya gelişmeme sorununda belirleyici bir yer tuttuğunu söylemek doğru olur. Çünkü demokrasi salt iktidar koşullarında ya da yönetim biçiminde rol oynayan bir unsur değil, mücadele tasavvuruyla oluşan en küçük birimde, grupta, örgüt ve partide ve hatta bireyde ilk etaptan itibaren mutlak biçimde rol oynayan bir unsur, bir değer ve özgürlük çıtasıdır. Demokrasi bilinci ya da kültürünün taşıdığı sınırlılıklar ve bu sınırlılıklara bağlı uygulamadaki problemler, örgütsel gelişmeden mücadelenin gelişmesine kadar en geniş yelpazede darlık ve daralmalara, hatta zayıflama ve gerilemelere yol açan belirleyici öğe durumundadır. Demokrasi somuttaki kavrayış ve uygulama içeriğiyle örgütsel daralmalara yol açarken, demokrasinin gelecek tasavvuruna uygun ele alınmaması da demokrasiyi baltalayan dar ufuk olarak sorunlara neden oluşturan kavrayış kısırlılığıdır. Ki bu kısırlık demokrasiyi kuşa çeviren muhtevasıyla sınıf katmanları ve bunların siyasi temsilcileriyle sınıf çıkarları ve devrim gibi ortak paydada birleşme, müştereklerde bir arada yürüme, devrimci dinamikleri birleştirme ve aynı sınıf zemininde mümkün olan nüanslarla ortaklaşmayı becerme gibi birçok olumluluğu yadsıyan olumsuzluğa yataklık etmektediretme durumundadır. Sorunun anlaşılması ve demokrasi şahsında doğrunun yanlış kullanılması hastalığının görülerek terk edilmesi için meseleyi biraz daha genişleterek izah

etmenin faydalı olacağına inanıyoruz. Gerici faşist sınıflar ya da devletin vadesi dolmamış temel politikalarından birinin “böl-parçala-yönet” siyaseti olduğu kabul gören objektif doğrudur. Sınıfı ve sınıf güçlerini, en nihayetinde halk kitlelerini bölerek zayıflatma, dolayısıyla bunların iktidarları karşısında tehdit olacak düzeyde güç olmalarını önleyerek küçük ve bölünmüş güçler halinde etkisizleştirmek, böylece sınıfsal-devrimci dinamikleri atomize edip muhalefet ve mücadele güçlerini kırarak toplumsal idaresini kolaylaştırmak için her türlü yolu mubah görür, uygulamaktan geri durmazlar. Bazen milliyetlere göre bölerek, bazen din ve mezheplere göre bölerek sınıf güçlerini ayrıştırırken, kurdukları sarı-sendikalar ve işçi aristokrasisi ile işçileri böler, kontrollerindeki veya kontrollerine aldıkları sivil toplum örgütleriyle demokratik güçleri böler, hatta sınıf ve toplumsal katmanlar arasında düşmanlıklar yaratarak gerici emellerine ulaşırlar. Herkesin bilgisi dahilinde aleni olan bu gerçeği daha fazla deşmeye gerek olmadığı için bu realitenin altını çizerek farklı yansımaları açıklamaya devam etmeyi uygun buluyoruz. Toplumsal realiteye analitik gözle bakıldığında toplumun otomize olma gerçeğine uygun bir bölünmüşlük, dağınıklık, ayrılık, kümelenme ve örgütlenme içinde olduğu, bunların da çoğu kez biçimsel olduğu rahatlıkla gözlemlenebilir. Biraz çaba ve niyet etmeyle bir arada yürüyebilecek, ortak hareket edip ortak örgütlenme ve kurumlarda birlikte ola-

bilecek bir yığın gücün ne yazık ki ayrı örgütlenmelere, kurumsallaşmalara ve ayrık hareketlere meyil ettiği görülmektedir. Kimi Alevi, kimi cinsiyetçi, kimi çevreci, kimi yöreci, hayvancı, yeşilci vs… Daha da ileride ise, örgütlü devrimci hareketin onlarca parçaya bölündüğünü, onlarca demokratik kurumun boy gösterdiği son derece dağınık veya güçlerin dağıtıldığı bir realiteyi zorlanmadan görürüz. Bu durumda toplumun atomize olduğu, bölünmüş-parçalanmış ve yönetilebilir hale gelmiş olduğunu saptamak yanlış olmaz. Bu realitenin faşist devlet ve hâkim sınıfların bilinçli “böl-parçala-yönet” politikasının ötesinde, örgütlü devrimci hareketin bir dizi sığ yaklaşımı ile birlikte esasta da demokrasi anlayışı noktasında taşıdığı geriliklerden ileri geldiği ne yazık ki inkâr edilemez bir gerçektir. Hatalarımızın düşmanımıza hizmet ettiği sözünün burada somut anlam kazandığını söyleyebiliriz. Örgütlü devrimci hareket bu durumu aşabilir, aşmak durumundadır. İnkâra yer yok ki, zayi edilmiş büyük mücadele tarihinden sonra bugün örgütlü devrimci hareket önemli olumluluklar kaydetmiş, esasta doğru mecraya girmiş durumdadır. Bir dizi eylem birliği, ittifak ve hatta kurumsallaşmış eylem birlikleri olumlu gelişmeyi açıkça ortaya koymaktadır. Ne var ki, mevcut durum henüz yetersizdir ve geliştirilmeye muhtaçtır. Dahası devrimci hareketin bazı güçleri açısından önemli geriliklerin devam ettiği de doğrudur. Yukarıda işaret etmeye çalıştığımız da-


perspektif

ki tipik sorunun aşılmasında anahtardır

ğınıklık, bölünmüşlük, kopukluk ve küçük güçler halindeki realite kuşkusuz ki, belli ideolojik, politik, kültürel vb. nüanslar temelinde vuku eden bir realitedir. Bu realite aşılması gereken bir durum olsa da, bu realiteye zemin oluşturan nüanslar yok sayılamaz, reddedilemezler. Elbette Alevilerin örgütlenmesi belli bir temele oturarak haklı, ilerici, demokratik bir örgütlenmedir. Çevrecilerin, hayvanseverlerin, kadın mücadelesine has örgütlenmeler, milli baskıya karşı örgütlenmeler vb. hepsi haklı zemine sahip ilerici örgütlenmelerdir. Bunların reddedilmesi, inkar edilmesi düşünülemez, tersi gerici ve hâkim sınıfların siyasetine hastır. Ancak dağınıklık, bölünmüşlük realitesinin aşılması da ayrı bir sorundur. Sınıf hareketi özgünlükler gösteren farklı örgütlenmelerin ihtiyaçlarına yeterince cevap olamadığı, bu farklılıkların kendilerini tam olarak ifade edebildiği, kendi talepleri ve kendilerini bulabildiği kurumlar yaratamadığı ya da bütün bu kesimler için çekim merkezi olma yeteneği gösteremediği için farklı kurum ve örgütlenmelerin doğması hem kaçınılmaz, hem de olağandır. Bu bakımdan farklı örgütlenmeler fiilen bölünmüşlük ve dağınıklık tablosuyla karşı karşıya kalmanın vesile olup devrimci sınıf hareketinin kendi güçlerini bünyesinde toplayamaması sorunu olarak ortaya çıksa da bunlar gerici değil, haklı ve ilericidir. Sorunun esasta örgütlü sınıf hareketinin yetersizlikleri ve özelde de demokrasi anlayışının sınırlılıklarından kaynaklandığı açıktır. Dolayısıyla farklı özgünlüklere sahip örgütlenmeler, kurumsallaşmalar, ayrı

mücadeleler suçlanıp ötelenemez, inkâr edilemezler. Tam tersine doğru siyaset ve özellikle yetkin demokrasi anlayışı ve uygulaması ekseninde bu kesim ve güçlerle birleşmek temel bir sorundur. Devrimci hareketin gelişmemesinin temel sebeplerinden biri bu birleşmenin sağlanamaması iken, esasta da demokrasi anlayışı ve uygulamasının geri olmasından kaynaklı olarak bu güçlerin dağınık ve bölük-pörçük kalmasının nesnel şartları yaratılmıştır. Yaratılan bu durum devrimci güç ve dinamiklerin bölünüp parçalanmasında anlam bulurken, anlamlı bu durum faşist hâkim sınıfların “böl-parçala-yönet” siyasetine hizmet etmiş, burjuvazinin istediği dağınık zemini sağlamıştır. İşte devrimci hareketin daha köklü ve ivedi olarak aşması gereken durum budur. Bu durum demokrasi anlayışının yerli yerine oturtularak mümkün olduğunca en esnek biçimde uygulanmasıyla aşılabilir bir durumdur. Bir realite olarak tarif ettiğimiz, dolayısıyla inkâr ve reddedemeyeceğimiz, bilakis doğru demokrasi anlayışı ve uygulamasıyla aşabileceğimiz bu dağınıklık, bölünmüşlük ve parçalanmışlık nasıl ve hangi anlayış temelinde aşılabilir? Kesinlikle yetkin bir demokrasi anlayışı ve uygulamasıyla… Reddedemeyeceğimiz bu realiteyi nasıl ele almalıyız? Demokratik ve ilerici olan bu ayrı kurum ve örgütlenmeleri zorla feshettirmeyi benimseyemeyeceğimize göre, bunlara karşı gerici bir mücadele yürütüp ayrı varlıklarını tasfiye etmeyeceğimize-edemeyeceğimize göre, bunları yok sayamayacağımıza göre, en önemlisi de bu durumun nesnel zemine sahip bir realite olup ilerici-demokratik nitelikte olduğuna ikna olduğumuza göre, tek doğru seçenek; geniş demokrasi anlayışı ve uygulaması içinde farklılık ve özgünlüklerin kendisini özgürce ifade edebileceği cephe örgütlenmelerine gitmek gerçekliğidir. Ki örgütlü devrimci hareketin beceremediği, devrimci sınıf bileşenleri ve diri dinamiklerini ayrı örgütlenmelere mecbur bıraktığı ve dahası kendisini küçük parçalara bölerek güçsüzleştirdiği hatası tam da bunu başaramamış olmasındandır, dolayısıyla demokrasi anlayışında gerilikler taşımasındandır. O halde devrimci sınıf güçleri, tüm demokratik-ilerici güç ve dinamiklerin özgünlükleriyle içinde yer aldığı, kendilerini engelsiz ve özgürce ifade ettikleri ama en asgari düzeyi demokratik

nitelikte olma ortak paydasında buluştukları geniş bir devrimci cephenin yaratılması şart ve ihtiyaçtır. Aleviler kendi talep ve sorunlarıyla, kadın ve cinsiyet temelli örgütlenmeler kendi sorun ve talepleriyle, doğa ve hayvansever örgütlenmeleri kendi sorun ve talepleriyle, ezilen ulus ve azınlıklar kendi sorun ve talepleriyle vb. sınıf orijinli demokratik devrimci cephe içinde yer alıp ortak paydalarda birleşebilirler. Ki unutmamak gerekir ki ayrı ayrı örgütlenmelerin kendi sorun ve talepleri olarak ifade ettiğimiz tüm sorunlar esasta sınıf mücadelesinin sorunları ve muhtevası durumundadırlar Devrimci hareket bunu başarmış olsaydı bugün çok daha ileri ve güçlü noktada olurdu. Bugün bunu başarırsa çok daha ileri noktalara vararak ciddi bir güç haline gelir, siyasi iktidar hedefine çok daha yakınlaşmış olur. Dağınık ve dolayısıyla etkisiz kalan veya yeterince etkili olamayan ilgili güçler devrimci sınıf hareketinin güçleri olup, ona müttefik olan ileri dinamiklerdir. Demokrasi kültürü ve buna bağlı pratik uygulama bağlamında doğru anlayış ve yaklaşımı içselleştirerek geliştirmek günün görevidir. Somut tartışmalara takılmadan ve somut tartışmalardan bağımsız olarak bu genel anlayışı hayata geçirmek görevdir. Sorun devrimin geliştirilmesi ve bunun için gerekli olan adımların atılmasıdır. Dolayısıyla somut tartışmalardan ziyade doğru anlayışın kavranması önemlidir. Genel anlayış somut meselelere indirgenerek yadsımaz. Somut meseleler tamamen somut siyaset meselesidir, somut olarak değerlendirilir ve kararlaştırılırlar. Özellikle iktidar-devlet tasavvuru demokratik nitelikteki siyasi partilerin serbest olmasına dönük olan anlayışımızı bugünden hayata geçirmemiz önemlidir. Gelecek devlet ve demokrasi tasavvurumuza uygun olarak bugünden ilerici, demokratik, devrimci güçlerle mümkün olan en ileri ittifak ve cepheleri kurma noktasında tutuk olmamalıyız. Bu, halkın birleştirilmesi, devrimin geliştirilerek zafere taşınması açısından hayati önemdedir. Dar kaygılar stratejik yaklaşım ve değerlerimizin önüne geçemez, geçmemelidir.

Sosyalist demokrasiyi uygulayarak geniş kitleleri ve tüm devrimci güçleri buluşturabiliriz, bu unutulmamalıdır Kuşkusuz ki, demokrasi anlayışı ve uygulanması bağlamında ele aldığımız hal-

kın ve devrimci sınıf güçlerinin muhtelif biçimlerdeki birliği meselesi stratejik bir sorundur. Birliklerin gerçekleştirilmesi, devrim kuvvetlerinin oluşumu ve zorunlu teşekkülü meselesi olarak her devrimci yapı ve devrim iddiasının kaçamayacağı zorunlu görevdir. Nitekim her devrimci-sosyalist yapı, parti ve örgüt devrim iddiasına bağlı olarak halkın birliğini sağlamak ve devrimci güçleri birleştirme hedefine de tabiatıyla sahip demektir. Bu realiteden hareketle, her devrimci ve sosyalist hareket devrimci sınıf güçlerini eylem birlikleri, ittifak ve cephe gibi örgütlenmeler ve daha da ileride örgütsel birlik zemininde devrim perspektifi ya da devrimci müşterekte buluşturma hedefini objektif ve sübjektif olarak taşımaktadır. Stratejik hedef olan bu birlik meselesi dar grup şovenizmiyle ele alınamayacağına göre devrimci anlayışın hâkim kılınması zorunludur. Her devrimci partinin ve hareketin kavraması gerekir ki, toplumda ve/veya insanlar arasındaki eşitsizlikler devam ettikçe, bu zemindeki farklılıklar giderilip gerçek bir eşitlik ve özgürlük sağlanmadıkça, bu dengesizlik ya da eşitsizlik temelindeki farklılıklara bağlı olarak farklı örgütlenmeler de kaçınılmaz olarak var olacaktır. Sınıf farklılıklarının giderilmesi ve sınıfların ortadan kalkması aşamasına kadar, sınıf farklılıkları ve sınıfların varlığı kaçınılmaz olarak farklı siyasi yapıları gündeme getirecektir. Bu zemin komünizm şiarı egemen olmadan ortadan kalkamayacağına göre, bu aşamaya kadar farklı sınıf ve katmanlarının siyasi görüş ve temsilcileri, örgütleri de var olacaktır. Bu gerçeği göz ardı eden her siyasi yapı isterse adı komünist olsun toplumsal dönüşümü komünizme doğru ilerletemez, bu gelişmeyi yöneterek muvaffak olamaz. O halde açık ki, asgari olarak komünizmin “şafağı” veya ilk “günlerine” kadar sürecek olan bu eşitsizlikler ve farklılıklar tabii olarak farklı siyasi eğilimler, ideolojik-politik görüş ve temsiller zemini olarak siyasi partilerin yaşamına tanık olacaktır. Sosyalistlerin dikkatten kaçırmaması gereken husus; demokrasi anlayışı ve uygulamasını bu zeminin koşulladığı siyasi parti ve eğilimleri kapsayacak biçimde geniş içeriğe oturtarak uygulamak, demokrasi temelinde demokratik nitelikteki siyasi parti ve örgütlere sosyalizm perspektifi ve halka bağlı kalma şartıyla özgürlük tanımak, bunların siyasi yaşamlarını garantiye alarak karşılıklı denetim içinde komünizme doğru ilerlemektir.


14

güncel haber

Bugünün Özge Fidanlarına Günün Özge Fidanları dün olduğu gibi bugün de Tai Dağı’ndan aldıkları kızıl meşaleyi Munzur Dağı’nın en tepesine dikmekte kararlılar ve cüretkârlar. Yeni Özge Fidanlar onlara yaşattığınız acılardan ve zulümlerden doğan, sınıf kini ile bezeli tereddütsüz işaret fişekleri olacaklar. Bundandır ki gün itibari ile her birimizin geri çekilmeye niyeti olmadığı gibi, kuma sokacak başı da yoktur. Koşulların ve şartların dayattığı gerçeklik tam da budur “Toprağın bereketli olmasına karşın, Asırların geleneği olan güçlünün güçsüzü yok ettiği bir ortamda, daha güçlü kökler salmak, bütünleşmek gerekiyordu toprak anayla… Güçlü fırtınalarda ancak kendi köklerine sıkı sıkı sarılanlar kalabilirdi hayatta Özünü saldı karıştı toprağa. Ardından kök saldı derinlere, boy attı” Bu dizeler eminiz ki şu an gençliğinin en diri zamanlarını yaşayan birçoğumuzun belleğinin en derinlerinde kendine yer edinmiştir. Çocukluğumuzun en kuytu köşesinde, Özge Fidanların kim olduğunu bilmeden için için hayran olup özümsemiştik onları. Sonralarıysa ‘Güçlü kasırgalardan korkmamayı da, umutsuzluğa, karamsarlığa ve yılgınlığa düşman olmayı’ da onlardan öğrendik. Birçoğumuz ‘Kürdistan Mazlumu’ idik ve zorla terk ettiğimiz köylerimizden bir parçamızı bıraktık kanla bezenmiş topraklarımıza. Anlam veremeden, muhakeme edemeden sırf ev ahalisi gözyaşı döküyor diye biz de yandık Sivas’ta. Gazi’de sokak ortasında vurulanlarla vurulduk. Ölü zannedilen bir bedene atılan her tekme beynimizde bir grizu etkisi yarattı, afalladık. Her birimizin belleğindedir ay sonunu zor denkleştiren, hatta bazen denkleştiremeyen babanın mahcubiyetle yere kilitlenen bakışları. Günden güne ölüme yürüyen ve günbegün eriyen alnı kızıl bantlıların attıkları tokadın yankısıyla ne için olduğunu bilmeden ancak iyilerin kazandığı aşikâr bu destana alkış tutmaktı en güzel oyun bizler için. Teybe konulan kasette, son seste çalınan İsyan Ateşleri yeni yeni öğrenilmiş bir başka dilin yabancılığını bir çırpıda atmıştı üstümüzden. Uzun uzun tembihlerle Alevi ya da Kürt olduğumuzu gizleyerek başladık her birimiz okula. Kimimiz okul çıkışı bir

tamirhaneye çırak olarak verildik, kimimiz fırıncıya kardan pay bırakarak simitçiliğe başladık. Birçoğumuz tamirhanelere çok küçük yaşlarda aşinadır. Tekstil atölyelerinde küçücük yaşta ömür törpüleyenimiz de az değildir. Duvarlara yazılmış uzun kısaltmaları ezberlemeye çalıştık. Bazen de o uzun yazıların tam ortasındaki parantezlerin gizi peşindeydik. Nerden tutulursa tutulsun bir yerden muhakkak ki payımıza bir “ötekilik” düşüyordu. “Ötekiliğimize” panzehir gibi gelecek Özge Fidan’ların destanlar yarattığı zamanlardı ki tekrar açlığa yattı alnı kızıl bantlılar. Dün gibi aklımızdadır hala diri diri yananların çığlığı. Bir kez daha onlarla yandık. Lüks villalar ve pahalı arabalarla atılan cakalara karşın, gecekondu mahallerinde varoşlarda verilen zorlu yaşam mücadelesi politik olmayan ancak boyutuyla hiçbir kalıba asla sığmayacak devasa bir sınıf kini yarattı içimizde. İlk gençliğe adım attığımız zamanlardı ki on yedi parçaya bölündü yüreklerimiz… Şu an birçoğumuz gençliğimizin en diri zamanlarını yaşıyorduk demiştik ya, direk ifade edelim. İşte saydığımız onca şey, bizlerden tüm yaşadıklarımıza-çelişkilerimize rağmen çiçek çocuk olmamızı isteyen hâkim kliklere bu durumun namümkünlüğüne dair ispattır. Çünkü çocukken yaşadığımız ve vuku bulan birçok mesele bugün de aynı somutluğu ile karşımızda. Tarih, neredeyse yarım asır boyunca Özge Fidanlar ve hâkim kliklerin kıyasıya mücadelesine tanık olmuştur. Günün Özge Fidanları dün olduğu gibi bugün de Tai Dağı’ndan aldıkları kızıl meşaleyi Munzur Dağı’nın en tepesine dikmekte kararlılar ve cüretkârlar. Yeni Özge Fidanlar onlara yaşattığınız acılardan ve zulümlerden doğan, sınıf kini ile bezeli tereddütsüz işaret fişekleri olacaklar. Bundandır ki gün itibari ile her birimizin geri çekilmeye niyeti olmadığı gibi, kuma sokacak başı da yoktur. Koşulların ve şartların dayattığı gerçeklik tam da budur. Tarih, bu süreçte ‘90’larda faşizmin, sömürü düzeninin en ağır travmalar yaşattığı sınıfın çocuklarıyla yani sınıfın tam kendisiyle hâkim kliklerin hakemsiz dövüşüne sahne olacaktır. Dövüşün zaferle sonlanması durumunda atacağımız çığlık başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok yerinde yankılanacak beyleri tatlı rüyalarından edecektir. Bir tarafta kandan ve zulümden beslenen azgın bir sömürü mekanizması olmakla beraber haddinden fazla şişmiş pespaye bir baş, bir tarafta ise haklının ve doğrunun temsilcisi, iliklerine kadar meşru bir giyotin. Kaldırın başınızı bakı göğe. Gelmişse zamanı oynayalım rolümüzü. Tepelerden mavi mavi parlayan kızıl yıldız şimdi de bize gülümsüyor. Kaldırıp başımızı öze ulaşalım.

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

Bu direniş Devlet, yükselen özgürlük mücadelesini yok etmek için tüm aygıtlarıyla Kürt halkına, devrimci, demokrat ve ilerici kesimlere karşı savaş ilan etti. Savaş koşullarında bile başvurulmayacak yöntemler devreye koydu. Evler, okullar, hastaneler tank atışlarıyla yerle bir edildi, ediliyor Resmin bütününe bakıldığı zaman soykırım arzusuyla yanıp tutuşan bir zihniyeti karşımızda buluyoruz. En ufak bir itiraza bile tahammülleri yok. Her şeye saldırıyorlar. Genç, yaşlı, çocuk, öğretmen, sağlıkçı, belediye çalışanı, gazeteci, köşe yazarı, milletvekili, ambülans şoförü, üniversite profesörü… Yaşamın her alanında yükselen en ufak tepkinin çok sert bir şekilde devlet terörüyle sindirilmesi hedefleniliyor. Onuruna ve geleceğine sahip çıkmak isteyenlere katliamı, sürgünü ve hapishaneyi hak görmek revaçta. Aydını, sanatçısı, profesörü Kürt illerinde yaşanan katliamı duyurmak ve durdurmak için çaba harcıyor. Silahsız sivil insanların katledilmesine dur demek için yayınladıkları bildiri “hain”lik damgası yedi, imzacılar teşhir edilerek saldırıya açık hale getirildi. İlgili yerlere saldırı mesaj verildi. Tehdit, şantaj ve uyuşturucu ticaretiyle güç elde eden oluşumlar, devletle olan vefa borcuna karşılık ülkenin aydınlarına tehditler savurdu. Türk yargı sistemi aydınlara yapılan saldırıyı görmezden geldi. Sadece tehdit ve saldırıları görmezden gelmiyor yargı sistemi, ölümleri de görmezden geliyor. Daha da ötesinde, Türk yargısı Kürt illerinde yapılan katliamlar karşısında mevcut gerici yasaları dahi işletemeyecek şekilde devre dışı bırakıldı. Cumhurbaşkanı katliamların başkomutanlığına soyundu. Muhtarlardan sonra kaymakamları da topladı. Muhtarlardan birer muhbir gibi çalışmalarını isterken, kaymakamlardan “mevzuatı aşın devlet arkanızda” şeklinde güvence vererek, katliamda aktif rol almalarını istedi. Sivil katliamlar ve bu katliamlarda çocukların dahi hedef alınmasına karşı çıkan bir grup aydın çarçabuk “vatan haini” ilan edildi, soruşturmalar açıldı ve bir kısmının ise işleri elinden alındı. Kürt illerinde tüm belediye başkanları “terör örgütünün” destekçileri ilan edilip ardından görevden alınmaları için ilgili birimlerin harekete geçmesi için işaret verildi. HDP Milletvekillerine karşı baskılar artırılarak dokunmazlıkların kaldırılması için uygun zemin zamanın kollanılmasına karar verildi. Bu katliamlar karşısında AB bilinen sahte


15

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

soykırım hevesini kursaklarında bırakacaktır

demokrasi havariliğine soyunmadı bu kez. Yalan da olsa demokrasiden söz ederek müttefikini yıpratmayı göze alamadı. Ne de olsa “TC” onların mülteci barikatıydı bir nevi. Keza ABD emperyalizmi de çıkarları gereğince ikili oynamayı ama temel meselelerde Türkiye’nin yanında yer almayı tercih etti. Faşist “TC”nin bu kadar kudurgan olmasına olanak sağlayan bu koşullardır zaten. İşte devlet bu ortamdan faydalanarak yükselen özgürlük mücadelesini yok etmek için tüm aygıtlarıyla Kürt halkına, devrimci, demokrat ve ilerici kesimlere karşı savaş ilan etti. Savaş koşullarında bile başvurulmayacak yöntemler devreye koydu. Evler, okullar, hastaneler tank atışlarıyla yerle bir edildi, ediliyor. O yapıların içinde kimin olduğunun önemi yok, önemli olan orada Kürdün olup olmamasıdır. Bu da gösteriyor ki Kürt halkının direnci kırılması durumunda soykırımın devreye konulması da kaçınılmaz olacak. Kürt gençlerinin direnişi olmasaydı şimdiye kadar yaşanan ölümlerden daha fazlasının yaşanacağını söylemek yanıltıcı olmaz. Tüm veriler ve gelişmeler devletin Kürt halkına karşı kapsamlı bir saldırı hedeflediğini gösteriyor. İHD verilerine göre 24 Temmuz ile 9 Aralık tarihleri arasında 157 sivil yaşamını yitirdi ve katledildi. Bu süreçte kaç silahlı milisin veya silahlı gencin öldürüldüğü ise bilinmiyor. Sokağa çıkma yasağı adı altında uygulanan sıkıyönetimden etkilenen Kürt nüfusunun sayısı giderek artıyor. 16 Ağustos 2015’te başlayan ve halen devam eden bu süreçte Amed’de 8 ilçede toplam 32 kez, Mardin’de 3 ilçede toplam 9 kez, Şırnak’ta 2 ilçede toplam 7 kez, Hakkâri’de 1 ilçede 4 kez, Muş/Varto’da, Batman/Sason’da, Elazığ/Arıcak’ta birer kez sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş, bu şekilde doğrudan doğruya yaklaşık 1 milyon 300 bin kişi yasak ve saldırılardan etkilenmiştir. Hala sokağa çıkma yasağının uygulandığı ilçelerde zorla yerinden edilme dayatılıyor. Bu baskılar sonucu yüz binlerce kişi evlerini terk tmek zorunda kaldı.

Cizîr’de o binanın altında kalan devlettir Cizîr’de bir bina 22 insanın üstüne yıkıldı.

Yıkıntıların altında onuruyla direnenler o enkazın altında kalmış olabilir ama asıl enkaza dönen faşist “TC”dir. Orada ölen insanlarla yaralı insanların yan yana yatması faşizmin can çekişmesinden başka bir şey değildir. Yıkılan binanın altında 7 kişi yaşamını yitirdi. 15 kişi ise yaralı. Hastaneye kaldırılmazsa onlar da ölecek. HDP Milletvekilleri sorunun çözümü için Başbakan da dâhil olmak üzere birçok yetkiliyle görüşmeler yaptı. Başbakan “Oradakilere söz geçiremediğini” açıkladı. Böylece emrindeki polise ve askere söz geçiremediklerini söylerken, oradaki halkın direnişi karşısında ne kadar aciz bir duruma düştüklerini ve bu durumu ancak böylesi aciz yalanla ifade etmek zorunda kaldıklarını bir şekliyle itiraf ediyorlardı. Cizîr’in Cudi Mahallesi’nde sığındıkları bodrumda 8 gündür hastaneye kaldırılmayı bekleyen 16 yaralı ve ambulans gelmediği için yaşamını yitiren 7 kişinin cenazesi hala bekletiliyor. 15 yaralı ve yanlarındaki 7 kişiye ait cenaze bulundukları yerden çıkartılarak eve 700 metre uzaklıktaki Emir Tacdin Sokak'ta bekleyen belediye ambulanslarına taşınacağı sırada ise bina ve bulunduğu sokağa dönük saldırılara tekrar başlandı. HDP Milletvekillerinin, İçişleri Bakanlığı’nda yetkililer ile görüştükleri sırada telefonla bağlantı kurulan yaralılara “Binadan çıkın” denilmesine rağmen, saldırılar durmamış ve yaralılarla irtibat kesilmişti. Bakanlık yetkilisinin yanı başında yapılan bu görüşme sonrası yeniden kurulan irtibatta bu kez yaralılardan durumu ağır olan Sultan Irmak’ın yaşamını yitirdiği öğrenildi.

Kaymakam talimat verdi polis engelledi Yaralılar enkaz altında kaldıklarını artık binadan çıkacak yolun da duvarın çökmesi ile birlikte ortadan kalktığını aktardı. Emniyet yetkililerinin ise saldırıyı ve duvarın yıkıldığını inkâr etmesi üzerine İlçe Kaymakamı durumun ne olduğuna bakması için Cizre Belediyesi’nden 2 itfaiye personelinin olay yerine giderek kontrol etmesini istedi. Ancak itfaiye personeli de polisler tarafından engellenerek, eve yaklaştırılmadı.

ÖNCÜ KADIN

≫ aycan solmaz

İKTİDARIN KADINLAŞTIĞI BİR DÜNYA MÜMKÜN ugün kadınların önünde, sistemin dayattığı kadın kişiliğinden koparak mücadele içerisinde gelişmek ve devrimci kadın yönünü canlı-somut bir gerçeklik olarak ortaya çıkarmak; ideolojik gelişim içerisinde kendini geliştirmek, bilincini pratikte sınamayı sürekli hale getirmek görevleri bulunmaktadır. Binlerce yıllık mülkiyet tarihinin eril-erkekleştirdiği iktidar ve devlet olgusunu tarihin çöplüğüne atmak, iktidar ve devlet hırsı olmayan kadınların önderleşmesi çabası ile olacaktır. Kadın, geleneksel “kadın”dan koptukça ve kitleleri örgütleyen bir sınıra ulaştıkça önderleşir. Cins mücadelesinin toplumsal mücadelenin bir parçası olduğu, aynı zamanda kendi özgül mücadelesinin de gerekliliğinin bilinci ile hareket eden kadın önderleşecektir. Kadının erkek ve gerici iktidarlar karşısında bağımsız bir eylem ve duruş gerçekleştirebilmesi; güçlü bir politik duruş ile kendi öz gücüne dayanması, iç dünyasına güvenip onu açığa çıkarabilmesiyle mümkündür. Kadının önderleşmesi, tüm gerici sınıf ideolojisinden ve erkek egemen anlayışlardan kopup, mülksüz proletaryanın ideolojik ve siyasi duruşunu kendi kişiliğinde soyutlayabilmesi ile gerçekleşir. Özgür bir irade, bağımsız bir kişilik, inisiyatif alma ve kadın mücadelesi ile toplumsal mücadeleyi birleştirebilme bilinci ile donanmalıdır önder kadın. Özgür bir irade ile savaşım veren kadının nihai hedefi, özgür yaşamın kendisi ile olur; yani sınıfsız ve sınırsız bir dünya olan komünizm ile. Komünizm; ailenin, devletin ve özel mülkiyet başta olmak üzere tüm mülkiyet biçimlerinin, toplumsal ilerleme süreci içinde ortadan kalkacağını savunuyor. Toplumu özgürleştirme savaşı veren, komünizmin özüne uygun görüşler savunan partilerin yönetim terazisini, özgürleşmeyi her alanda savunacak kadınlar dolduracak. Kobanê direnişinin birinci yıldönümünde, oradaki direnişin kadın ruhunu ve önderliğini iyi kavramalıyız. Ocak 1972’de ölümsüzleşen komünist önder Meral Yakar’ın mücadelesinin ışığından beslenmeliyiz. Kendisi ile toplum ile devlet ile keskin hesaplaşmalara ve çatışmalara giren kadınlar kurtaracaktır insanı ve doğayı. Yaşatılan dünyadan, yaşanılır dünya yaratan önder kadınlar, heteroseksist sisteme karşı öfkelerini ve itirazlarını örgütlülüğe dönüştürüp kendi kurtuluşlarını ellerine almalıdırlar ve bu bilinçle sokakları, barikatları, dağları kendilerine mesken eylemelidirler. Yaşama boyun eğerek, razı olarak bakan bir kadın değil, ufkumuzu bin yıl sonrasına dikip, yaşamı değiştiren ve güzelleştiren birer önder kadın olarak nefes almalıyız. Tüm ezenlere karşı, mücadele edenlerin gülümsemesine ortak olmalıyız.

B


16

emek haber

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

500 bin kağıt işçisi

işçiler patron ve sarı sendikaya karşı direniyor Şişecam’da patron ve sendika ortaklığı ile işten atılan işçiler aylardır direnişlerini sürdürüyorlar. İşçiler Şişecam Holding’in önüne bir yürüyüş düzenleyerek, basın açıklaması düzenledi Şişecam’da patronun fırın kapatma bahanesiyle onlarca işçi, işten atıldı. Patron bir yandan görece yüksek ücretli işçileri işten çıkarırken, Kristal-İş'te patronun işini kolaylaştırdı. İşçilerin direnişleri ise haftalardır durmaksızın devam ediyor. İşten atılan işçiler, Şişecam Holding’in önüne eylem düzenledi. Düzenlenen eylemde Levent'teki Kanyon AVM önünde toplanan işçiler ve işçi yakınları ile çok sayıda devrimci, sosyalist kurum Şişecam Holding Genel Merkezi önüne yürüdü. Çok sayıda farklı şehirden eyleme katılan işçiler, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “Direne direne kazanacağız!” sloganları eşliğinde yürüyüşünü holding önünde sonlandırdı. Holdingin önünde bir de basın açıklaması düzenlendi. Basın açıklamasını direnişteki işçilerden İsmail Yılmaz okudu. Okunan açıklamada, cam işçilerinin çok yüksek sıcaklarda, yanan yağ dumanı ve cam tozu soluyarak çalıştığı, hatta bazen iş günü boyunca oturmayarak çalıştıkları vurgulandı. Bu sebeplerden işçilerin “iş kazalarında” sakat kaldıkları belirtildi. Açıklamada ayrıca işten atılan işçilerin, sendikal bilinçli işçiler oldukları vurgulandı ve Kristal-İş Sendikası'nın da durumdan fırsat yarattığı ve sendika içindeki muhalif işçileri işten attırdığı söylendi. Açıklamanın devamında işçilerin yaklaşık 3 aydır direnişte olduklarının ve direnişi kararlılıkla sürdüreceklerinin altı çizildi. Basın açıklamasından ardından toplanan on binlerce imza Holding yönetimine verilmek üzere teslim edildi.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yıllar önce çıkarılan yasaya dayanarak şirketlere tebligat gönderdi ve atık kâğıt işçilerden atık alınması durumunda yüksek miktarda ceza keseceğini söyledi. Geri Dönüşüm İşçileri Derneği’nin Başkanı Dinçer Mendillioğlu düzenlemenin rant amacıyla yapıldığını vurgulayarak, düzenleme yüzünden 500 bin kağıt işçisinin işsiz kalacağını söyledi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 20 Ocak’ta atık kâğıt işçilerinden kâğıt alan şirketlere tebligat ve denetim memurları göndererek, sokakta kâğıt toplayan atık işçilerden atık almaları durumunda 140.000 TL ceza kesileceğini bildirdi. Bu da binlerce kâğıt işçisinin kış koşullarında işsiz kalması anlamına geliyor. Yaklaşık olan tahmin edilen 500 binden fazla atık kâğıt işçisinin var olduğu tahmin ediliyor. Bu kadar insanın kâğıt dönüşüm sektöründe çalışmasına karşın ise, atık kâğıt ülkemizde bir iş kolu olarak görülmüyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın “şartları iyileştirmek” adına uygulamaya koyduğu düzenleme ise tepki çekmeye devam ediyor. Bu düzenlemeyle belirli şirketlerde çalışabilecek az sayıda işçinin dışında binlerce işçi, işsiz kaldı. Düzenlemenin ise şirketlerin lehine olduğu çok açık. Daha şimdiden kâğıt işçilerinden alınan atık kâğıtlar için şirketlerin daha az ödeme yaptığı biliniyor. 2013 yılında kurulan Geri Dönüşüm İşçileri Derneği’nin Başkanı Dinçer

Mendillioğlu sosyal medyadan yaptığı çağrıda; “20.01.2016 sabah saat 10.30 itibariyle Çevre Şehircilik Bakanlığı sokaklardan kâğıt toplayan binlerce atık kâğıt işçisini işsiz bıraktı. Bakanlık kâğıt işçilerinden, kâğıt alan lisanslı firmalara yolladığı tebligat ve denetleme memurları ile toplayıcıdan kâğıt almaları durumunda yasal çerçevede 140.000 TL ceza uygulayacağını belirterek binlerce ailenin yaşamını berbat hale dönüştürdü. Sözde şartları iyileştirme adı altında binlerce emekçi ve aileleri sırf Ankara menşeli iki firmanın diğer firmaları ihbarı sonucu işsiz kaldı. Çevre Şehircilik Bakanlığına sokaktan kâğıt toplayan işçilerin yaşamlarını iyileştireceğiz sözünü ve bri-

fingini veren iki firmanın ahlaksızca tutumu yüzünden, binlerce Atık Kâğıt İşçisi şu an itibariyle sokaklarda kendi kaderlerine terk edilmiş durumdalar. Kâğıt işçilerinin yaşam şartları iyileştirilmeli deyip Bakanlığa yalan, yanlış ve ahlaksızca bilgiler verip, birkaç işçiyi kendilerine köle edip diğer binlercesinin işsiz kalmasının önünü açan Firmaların isimleri; 1- Ekber Çavuşoğlu ve Haydar Çavuşoğlu isimli ekmek ve emek düşmanı kişilerin işlettiği SİMAT Geri Dönüşüm Sistemi isimli firma 2- Kemal Şahin isimli emek ve ekmek düşmanı isimli kişinin işlettiği ÇINAR Kâğıt Atık Ambalaj isimli firma Bu iki firmanın aylardır Çevre ve

AKP’nin gözü kıdem tazminatında AKP iktidarı, son seçimden aldıkları ‘güçle' kıdem tazminatı gasp etmek için harekete geçti. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, kıdem tazminatını gasp etmek için patronlara söz verdi AKP iktidarı yıllardır gözünü işçilerin kıdem tazminatı hakkına dikti. Bu hakkında gasp edilmesi gerektiğini

ifade eden AKP, yıllardır dönem dönem dile getirdiği kıdem tazminatı hakkının işçilerin alınması noktasında patronlara söz verdi. İstanbul Sanayi Odası’nın Olağan Meclis Toplantısı’na katılan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, kıdem tazminatı gaspına yönelik konuştu. Kıdem tazminatının işçiler için büyük sorun olduğunu iddia eden Bozdağ, “Burada ben Türkiye’deki sendikaların kıdem tazminatı fonuna neden karşı çıktıklarını hâlâ anlamış değilim. İşçinin


01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

işsiz kalacak

emek haber

CP Piliç’te işçi kıyımı CP Piliç’te işçi kıyımı devam ediyor. 300 işçiyi işten çıkaran CP yönetimi bu kez de Bursa İnegöl şubesinde 65 işçiyi işten çıkardı. İşçilerin DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atıldıkları belirtilirken, işçiler işlerine geri dönmek için eylem yaptılar

Şehircilik Bakanlığı’nın kapısını aşındırıp, sözde sokak toplayanları sisteme dâhil etmeliyiz sunumlarının karşılığı, bir anda binlerce kâğıt toplayan işçinin bu kış şartlarında işsiz kalmasına sebebiyet vermiştir. Bu yazıyı elden ele dolaşımını tüm duyarlı dostlardan rica ediyorum.” ifadelerine yer verdi.

‘Amaç rant yaratmak’ Dinçer Mendillioğlu, HDP Milletvekilleri Feleknas Uca, İstanbul Milletvekili Filiz Kerestecioğlu ve CHP grubuyla görüşerek konuyu Meclis’e taşıdı. Mendillioğlu, 11 yıl önce çıkan yasanın bugün uygulamaya geçmesinin nedeninin rant amacı güdüldüğü için olduğunu vurgulayarak, “Özellikle bazı firmalar bu noktada atık kağıt işçisini görmek istemiyor. Çünkü kendi atığının bir yerde ça-

menfaatine yüzde bin, yüzde milyon olan bir düzene niye karşı çıkıyorlar anlamış değilim” dedi. İşçinin kıdem ya da ihbar tazminatı alamadığı zaman mahkemeye gittiğini hatırlatan Bozdağ, sözlerini şöyle sürdürdü: “Aylarca yargılamalar sürüyor. Yargıtay dosyayı onaylıyor. Ondan sonra geliyor. Şirket ortada yok. Parayı tahsil edebiliyor mu Yok. Türkiye'de mahkeme yoluyla kıdem ve ihbar tazminatı tahsil oranı tamamıyla işçilerin aleyhinedir. Hükümet olarak biz diyoruz ki, fon ku-

lındığını iddia ediyor. Kanunen teknik olarak haklılar mı evet, ama diğer taraftan düşündüğümüzde binlerce kişi bu işi yapıyor. Hiçbir firmanın teknik donanımı Türkiye'deki atık rezervi, dönüştürebilir atıkları toplamaya yetmiyor ve böyle bir potansiyeli yok. Yasa var ama bununla ilgili söz konusu firmaların alt yapısı yok, teknolojik yapısı yok” dedi. Düzenlenen yasa ile, atık kağıt işçilerinin taşeronlaştırılmaya çalışılarak rant elde edilmek istendiğini belirten Mendillioğlu, “Atık kağıt toplayan işçiler nedeniyle kağıt atıklarının büyük ölçüde geri dönüşüme girdiği çeşitli araştırmalarla ortaya konulduğu göz önünde tutulduğunda, bu uygulamanın asıl amacının ise bazı firmalara rant yaratmak ve kağıt toplayan işçileri taşeron sistemiyle çalıştırmak olduğunu görülüyor” dedi.

ralım. Fonda parası yatsın. Yarın işyerinden ayrıldı, gitsin hesabından parasını çeksin. Ne mahkemeye gitsin ne avukata gitsin. Ne işveren ‘Ne olacak’ diye kaygı duysun ne de işçi kaygı duysun. Böylesine, herkesin menfaatine olan bir

CP Piliç’te işçi kıyımı devam ediyor. Bilecek ve Turgutlu’da bulunan CP Piliç şubelerinde 300 işçiyi işten çıkaran CP yönetimi, Bursa İnegöl şubesinde de 65 işçiyi işten çıkardı. Patronun dayatmalarını kabul etmeyen işçiler DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atıldılar. İşten atılan işçiler ise fabrika önünde eylem yaptılar. “Atılan işçiler geri alınsın, direne direne kazanacağız” yazılı pankart açan işçiler, “Direne direne kazanacağız”, “Sendika hakkımız söke söke alırız” sloganları attı. Yapılan eylemde bir de basın açıklaması okundu. Basın metnini okuyan Gıda-İş Genel Sekreteri Levent Gökçek, “Uzun bir süredir örgütlenme faaliyeti sürdürdüğümüz CP işletmesinde kitlesel işçi

düzen kurulmak isteniyor ama Türkiye’de sendikalar, ‘Biz yeri göğü yıkarız’ diye konuşabiliyorlar. Ben buradan işçi kardeşlerime diyorum ki, kıdem tazminatına karşı çıkan sendikalarınıza söyleyin, ‘Benim yararıma olan şeye niye

17

kıyımı yapıldı. Asgari ücrete yapılan göstermelik zamla birlikte her iş kolunda hak gaspları ve işçi kıyımları giderek artıyor. CP işletmesinde örgütlenme çalışması yapan üyelerimiz, Turgutlu, Bilecik ve İnegöl olmak üzere yüzlerce işçi arkadaşımızın işine son verildi. Bir dünya devi olan CP tavukçuluğun diğer ülkelerindeki fabrikalarında işçiler sendikalı çalışırken Türkiye’de tam bir sendika düşmanı tutumu sergilenmektedir” diyen Gökçek sözlerine şöyle devam etti; “Gıda-İş olarak işten atılan tüm işçi arkadaşlarımızın yanındayız. Bizim üyemiz olsun olmasın hepsiyle birlikte mücadele edeceğiz. Biz birlikte mücadele edersek işvereni durdurabiliriz. Tıpkı Mayıs ayından beri birliğini koruyarak direnen Renault işçileri gibi” dedi. Üç yıldır CP Piliç bünyesinde çalışan işçi Ercan Fırat ise, “İşveren dört maaş ikramiyelerimizi kaldıracağını söyledikten sonra bizlere bireysel sözleşmeler imzalatmak istedi. Ben bu sözleşmeye imza atmadığım için işten çıkarıldım. Kimse işçinin ekmeğiyle oynamasın. Biz bu fabrikaya yıllarımızı vererek bugünlere getirdik. Emeğimize saygı duyulmasını istiyorum ve işten çıkarılan tüm işçilerin bir an önce işe iade edilmesini istiyorum” dedi.

karşı çıkıyorsun’ Bana sendikalar lütfen anlatsınlar. Hükümetin önerdiği kıdem tazminatı fonunun hangi önerisinin, hangi harfi, hangi virgülü işçinin aleyhinedir İşçinin lehine olan bir şeye sendika karşı çıkabiliyor.” Bozdağ, “Yüzde 100 işçinin lehine olan bir şeyi hayata geçirmeyi maalesef başaramadık. İnşallah yeni dönemde hükümetimiz atması gereken adımı atacak, işçilerimizin de, işverenlerimizin de hukukunu koruyacak, kıdem tazminatı fonunu hayata geçirecektir” dedi.


18

kültür sanat

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

Vicdanım kimliğimden önce oluştu Bese, bu soğuk kışlar uzun ve karanlık sürecek… Amed Zindanları’ndan ser verip sır vermeyen kasketli adamın güleç yüzlü ve güzel yoldaşları kıl çoraplarıyla gelene kadar üstünü kalın ört. Bir gün uzun, soğuk ve karanlık kışlar da bitecek… “… İnsan kışın ya ateşle ısınır ya da anılarıyla. Senin ne ısınacak ateşin ne de sığınacağın sıcak anıların vardı. İlk günü hatırlıyorum. Bakımın için Anık’ın yanına verilmiştin. Yanında bir bohçan bile yoktu. Varın yoğun üzerindeki elbiselerdi. Onların da güneşten rengi değişmiş ve solmuştu. İştar, Bezar ve Tamık’ın ortasında yürüyordun. Elinden tutmuşlardı. Önünüzde dipsiz sular gibi uzanan bir yalnızlık içinde, törensel bir yürüyüş edası içindeydiniz. Rüzgârdan beli kırılan ve suyun üzerine devrilen ağacın yüzü gibi başın önüne eğikti. İştar, Bezar ve Tamık’ın renkli ve güzel şalvarları arasında senin giysilerin çok eskiydi. Üstelik yırtıklardı da. Bakımın için alındığın evde uzun bir ‘misafir’din. Bir gün gelecek olan babanı bekliyordun. Babanın öldürüldüğünü ve bir daha geri gelmeyeceğini sana anlatmışlar mıydı, orasını bilmiyorum. Dokuz kardeştiniz. Evin en küçüğü sendin. Annen size bakamadığı için çevre köylere vermişti. Seni de bizim köydeki Anık’ın yanına vermişti. Annen size kararını açıkladığı zaman ne dedi ve nasıl bir ses tonuyla konuştu? Yolcu ettiği zaman hangi sözcüklerle seni uğurladı? Bunların hiçbirini bilmiyorum. Bir gün tüm bu soruların cevabını bulabilir miyim, onu da bilmiyorum. Utanmayı beceremeyecek kadar saftın. Utangaçlığın da senin gibi çocuktu. Yorgun ve yaralı bir karınca gibi ağır yürüyordun. Dış kapıdan içeriye bir kendi yavrusu sessizliğiyle girerdin. Fark edilmeden önce tırnaklarınla oynardın. Fark edilip çağrıldığın zaman tırnaklarını ağzına koyar ve başını önüne eğerdin. Altın sarısı saçların yüzüne dökülür, gözlerini kapatırdı. Sarı saçların utangaçlığını örten perde olurdu. O perdelerin altından etrafını süzerdin. O bakışlarda yetim bir çocuğun insanı ok gibi delen bakışları vardı. O kadar utanırdın ki, sofraya doğru yanaşınca yürümezdin. Sırtını evin duvarına yaslayarak yanaşırdın sofraya. Yemek saatlerini bilerek mi seçiyordun onu da bilmiyordum. Ama özellikle o saatleri seçiyordun. Yedi çocuklu, iki analı ve bir babalı sofraya ısrarlı davetlerle otururdun. Aç karnına lokmayı indirmeden önce gözlerinle herkesten “izin” alırdın. Yemek yeme hakkını kendinde

bulamazdın. Yutkunarak herkesin yüzünü tek tek süzerdin. Yemek masası diye hazırlanan adına xonça denilen yuvarlak tahtadan bir sehpa vardı. Ekmek kırıntıları dökülmesin diye de altına bez serilirdi. Herkes halka biçiminde sofraya otururdu. Sen çekinerek yanaşırdın ama en geniş yer sana açılırdı. Bir de bir kokun vardı. O kokuyu da getirirdin hep. Nasıl anlatsam? Ha şöyle bir şey: Yaş meşe ağacının ateş üzerine konulurken yaydığı bir koku vardır, onun gibi bir koku… Karnını doyurduğun zaman sana yeni alınan kırmızı potilerin üzerindeki tozlarla oyun oynardın. Potinlere şekil

yapıyordun ama nasıl ve neyi düşünerek yapıyordun onu da bilmiyorum. Elmacık kemiklerinde o potinlerdeki gibi kırmızı rengindeydi. Zaten soyunuzdaki tüm kadınlar çok güzeldir. Sonra babamın kucağına yaslanıp uyuduğun zaman hepimiz susardık. Hâlbuki bu durumu gizlice kıskanırdık da. Çünkü bu hakkın sadece bize ait olduğunu düşünüyorduk. Babamın seni kucaklayıp, saçlarını okşadığı zamanı hatırlıyorum. Göğsüne yasladığın başını okşar ve şefkatle saçlarından öperdi. Peşinden de üşümeyesin diye üstün battaniyeyle örtülürdü. Uyurken yüzündeki belli belirsiz yüz

mimikleri belirirdi. Yanağındaki gamze daha belirgin ortaya çıkıyordu. Gülümser gibi yaparken yüzün yumuşardı. Sonra aniden derin ve kesik kesim iç çekişin eşlik ederdi. Bir de uyuduğun vakit, iki anne sessizlik içinde senin için Kurmance dilinde dua ederlerdi. Herkes kendi dilinde tanrıya yakardığı zaman dileklerin daha erken kabul edileceği inancı vardı. Çok önceleri nerede okumuştum ya duymuştum hatırlamıyorum; zihnim senin yüzün gibi çok yorgun Bese’m. “Vicdanım kimliğimden önce oluştu.” diye.


01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

Bu söz doğru mu yanlış mı bilmiyorum ama çok hoşuma gitmişti. Fakat senin yetimliğin ve açlığın benim vicdanımın orta direği oldu. Nerede yoksul ve yetim bir kız çocuğunu görsem, hep seni hatırlarım. Çünkü yetim ve yoksul bir çocuğun çaresizliğini, ürkekliğini, ıssız mutsuzluğunu, uzun ve boş bakışlarını seninle tanıdım. Bir gün sana benzediği için bir kız çocuğuna senin ismini de verdik. Yetim bir Çingene kız çocuğunu evlatlık alan ailenin evlatlık alma tartışmalarına ve kararlarına biz de tanık olduk. Bizim de düşüncelerimiz alındı. Kızın hareketleri seninkine çok benziyordu. O da elleriyle oynuyordu. Ve ellerini nereye koyacağını bilmiyordu. Herkesi gizlice ve ürkekçe süzerdi. Saçlarını yüzüne dökerdi ve bakışlarını onun altına saklardı. Kızın kaderi, hareketleri ve yüzü sana benzediği için ismini ‘Besime’ koyduk. Sadece gözleri faklıydı. Senin gözlerin badem rengindeydi. Çingene kızın gözleri ise çağla mavisiydi. Aradaki tek fark buydu. Gerisi hep aynıydı. Hatta gözlerindeki ıslaklık da aynıydı; bakışları seninki gibi hep ıslaktı. Güldüğü zaman bile yüzünün bir tarafı ağlıyordu. Pomak milliyetine ait olan aile, ‘Besime’ ismini ilk kez duyuyordu. Anlamını sordular ama ne anlama geldiğini de bilmiyordum. Fakat herkes kısa sürede ‘Besime’ ismine alıştı. Bu eve misafir olduğumuz zaman kendimizden kısıp Çingene kıza mutlaka bir şeyler alırdık. Onun için misafirliğimize en çok yetim Çingene kız sevinirdi. Kız çocuklarının onca renkli ve pembe elbiseleri olmasına rağmen yine de alışverişi beceremiyordum. Neyse ki kız çocuk babası olan Zerdüşt vardı. Zerdüşt’le Delal beceriksizliğimi kapatıyorlardı. Bir gün Mehmet Demirdağ’la Pomak aileye misafir olduk. Kış geldiği için Çingene kızın kışlık ihtiyaçlarını karşılamak için alışveriş yaptık. Gaza geldiğimiz için yemek öğünü olarak ayırdığımız parayı da harcamıştık. Misafirliğimize en çok yine Çingene kız sevinirdi. Sonra ev sahiplerinden öğrendiğimize göre bizim gelişimizle Çingene kızın gülüşü ve ses tonunun da değiştiğini öğrendik. Mehmet de konulan ismi merak etti ve öğrenmek için ısrar etti. Başta anlatmak istemedim. Çünkü senin durumunu daha önce iki arkadaşla konuşmuştum. Herkesin anlaşılmaz bir acelesi vardı. Kimsenin bir yetim kızla uğraşacak mecali de yoktu. Anlattığım arkadaşlar, dinler gibi yapıyorlardı gibi geliyordu bana. Sanki ‘Bırakın unutulmuşluğu içinde dinlensin acılar,’ der gibiydiler. Belki de bana öyle geliyordu. Öyle ya yeryüzünde her gün binlerce çocuk yetim kalıyor. Hozatlı bir yetimle kim ilgilenebilirdi ki? Senin öykün Mehmet’e başka şeyler hatırlatmış olacak ki, ben sustum kendisi konuştu. Bir önceki kış Yel Dağı’nda şehit düşen abisi Doktor Hü’den bahsetti. Anlattı. Hamallık yaparak kendilerini büyüten ve okutan yoksul babasının hikâyesini anlattı. Durmadan su içen Meh-

met’in gözyaşları bıyıklarının içine karıştı. Kıpkırmızı ince dudakları titreyip durdu. Mehmet'in ilk kez o atmosfere girdiğine tanık oluyordum. Suyu Mehmet gibi iştahlı içen başka insana denk gelmedim. O gece, o güzel insanların sularını bitirerek sabahladık. Parti güçlerinin bölünmesinden sonra Mehmet’le görüşmedik. Kendisi diğer tarafta kaldı. Partimizin bu değerli, bilgili ve çalışkan kadrosu Parti’nin diğer kanadının Genel Sekreteri iken bir grup gerilla birliğiyle birlikte Tokat’ta şehit düştü.

kültür sanat

Böyle işte… ‘Acı bulaşıcı bir hastalık gibidir,’ derler. Bu galiba doğru. Senin yetim olma acın, gözlerimden içime girdi ve bir daha da çıkmadı. O acı, titreşip sönecek bir ateş gibi içimi hep yaktı, ama sönmedi. Fırsatını bulunca tekrar tekrar alevlendi. Hem de vakitsiz ve olmadık zamanlarda. Bu kimi zaman işkenceye alınacağım bekleme odasında kimi zaman günlerce kan işediğim vakit hapishanedeki tuvalet duvarına başımı yaslayıp destek aldığım zamanlarımda ve kimi zaman da ölüm orucunda en acıktığım vakitlerde.

19

Kısacası canımın yandığı, acıktığım, üşüdüğüm ve çaresiz kaldığım anlarda senin acını hatırladığım oldu. … Koğuşun penceresi de kendiliğinden gıcırdıyarak açıldı. Kışın sert ve serin soluğu doldu mahkûm koğuşuna. Bir gecenin karanlığına daha şafağın alaca aydınlığı karıştı. Ah bu tutsaklık var ya, ölü bir yılan gibi sevdiklerimle arama girdi. Mevsimlerden yine kış. Yine ayakları çıplak yoksul ve yetim çocuklar üşüyor. … Kireç badanalı evden aşağıya süzülen, sarı ve kirli bir çizgiyi andıran yağmur suyundan korunmak için hala naylon seriliyor mu? Gece çırayı yakmak için gazyağınız kaldı mı? Sahi geceleri üşürken kim üstünü örttü. Kim saçlarını okşadı?” İşte böyle Bese! Herkesin birbirinin kötülüğüyle beslendiği bir ülke burası. Birisini kötülüğü diğerinin haklılığı oluyor. Hâlbuki sadece haklılık tek başına yetmiyor; meşrulukla gerekiyor. Ama bunu kim kime anlatacak ki? Neyse biz burayı da geçelim. Bu kadar gürültü içinde kimsenin bunları tartışmaya vakti de yok. Bugün Kuzey Kürdistanlı çocuklar yetim kalıyor. Sadece bu kadar da değil, daha büyümeden katlediliyorlar da. Uygulanan vahşet tarifsiz. Her birinin masumiyeti, ürkekliği ve çaresizliği aynen sensin. Her şeyleri seni hatırlatıyor. Gözyaşları ve saçlarının kirliliği bile seni hatırlatıyor. Demem o ki, Sorpiyan’ın altındaki derede ölü annesini yemesiyle beslenen Çemişgezekli Miras’ın kızı Artanuş’u, Xıdo Mırso kurtarsaydı, bu lanet toprakların ruhu tecavüze uğramaktan kurtulur muydu acaba? Halbuki Xıdo Mırso’nun bir adım ötesi Ardige, iki adım ötesi Akirek, üç adım ötesi Hazari Köyü’ydü. Süt yerine annesinin memesindeki kanla beslenen Artanuşların ruhu ve laneti çökmüş bu topraklara. Bu kötülüğü yapanlar bu topraklarda kovulmadıkça ölüm kesintisiz devam edecektir. Önce Zooların halkalı ve iri gözlü çocuklar yetim bırakıldı ve katledildi. Şimdi de aynısı Looların siyah gözlü çocuklarına yapılıyor. Zoolarla Loolar aynı kaderi paylaşıyor. Zoolar, İttihat Terakkiciler’in demokrasi ve eşitlik oyunlarına aldandılar ve kendi elleriyle boyunlarına kanlı ve yağlı urganı geçirdiler. Loolar ise yüzyıl sonra çok daha kötüsünü yapıyorlar. Tecavüzcü sürüsü ve katil ordusundan demokrasi ve barış diliyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde ‘barış için savaş’ verilmemiştir. Özgürlük ve bağımsızlık için savaş verilmiştir. Ve bu savaşlar barışı getirmiştir. Bese, bu soğuk kışlar uzun ve karanlık sürecek… Amed Zindanları’ndan ser verip sır vermeyen kasketli adamın güleç yüzlü ve güzel yoldaşları kıl çoraplarıyla gelene kadar üstünü kalın ört. Bir gün uzun, soğuk ve karanlık kışlar da bitecek…

Murat Kahraman


20

kültür sanat

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

Bir kapitalistin ölümü üzerine Ülkemizde sömürü çarkının en önemli dişlilerinden olan Koç’lardan AKP karşıtlığı üzerinden medet umanlar dahi çıkmaktadır. Oysa tarih tarafından binlerce kez ispatlanan bir gerçek söz konusudur. Hâkim sınıflar kendi aralarında ne kadar dalaşırsa dalaşsın, söz konusu işçilere, emekçilere geldiğinde çıkarları birleşir ve ortak bir temelde buluşurlar Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki komprador burjuvazinin en büyük temsilcilerinden olan Koç Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç, 21 Ocak Perşembe günü geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Sosyalist bir yayın organı olan gazetemizde, bir kapitalistin, sömürücünün yaşamını yitirmesine yer verilmesini yadırgayanlar mutlaka olacaktır. Kuşkusuz Mustafa Koç, burjuvazi içerisinde yaşamını yitiren ne ilk kişiydi ne de sonuncusu olacak. Ki bütün yaşamını sömürü mekanizması içerisinde elde ettiği karlarla zevküsefa içerisinde geçiren bir patronun ölümüne üzülecek halimizde yok. Ama Mustafa Koç’un ölümü sonrası yaşananlara baktığımızda patronundan, işçisine, AKP’sinden HDP’sine oldukça geniş bir yelpazede üzülenlerin olduğunu görüyoruz. Koç’un gazete sayfalarımıza bu kez (daha öncesinde yaşanan işçi direnişleri vb. gündemlerle Koç Holding sıkça sosyalist basında yer almıştı) ölümü vesilesiyle girmiş olmasının sebebi işte bu üzüntü manzumesi ve hümanizm soslu gerçekleri gizleme serüvenidir. Mustafa Koç’un ölmeden bir gün önce saray soytarısı Tayyip Erdoğan ile görüştüğü öğrenildi. Bilindiği gibi Gezi eylemleri sırasında Koç Holding’in sahibi olduğu Divan Otel’in kapılarını polis saldırısından kaçan eylemcilere açması, AKP ve özellikle Erdoğan tarafından sert eleştirilere yol açmıştı. Aynı şekilde AKP-Gülen Cemaati arasında yaşanan çıkar dalaşı içerisinde de Koç Holding çeşitli vesilelerle eleştiri konusu edilmişti. Siyaset arenasında yaşanan tüm bu çelişki ve çatışmaların hâkim sınıflar arasındaki çıkar dalaşına tekabül ettiğini vurgulamak lazım. Elbette hâkim sınıflar içerisindeki her klik, her güç yaşanan bu çıkar çatışmasında destek bulmak, meşruiyet sağlamak adına, olayın özünü gizleyerek farklı bazı argümanlarla hareket eder. Tıpkı AKP faşizminin bugün Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirdiği katliamları “terörle mücadele” adı altında lanse edip, meşrulaş-

tırmaya çalışması gibi. Gezi eylemleri döneminde yaşanan Divan Oteli vakası ya da başka bazı sürtüşme dönemlerinde, sınıf gerçekliğinden uzak, idealist tahlillerle öne atılanlar kısa sürede yanıldıklarını anladıklarından kafalarını duvara vurduklarının farkına varıyorlar. Ülkemizde sömürü çarkının en önemli dişlilerinden olan Koç’lardan AKP karşıtlığı üzerinden medet umanlar dahi çıkmaktadır. Oysa tarih tarafından binlerce kez ispatlanan bir gerçek söz konusudur. Hâkim sınıflar kendi aralarında ne kadar dalaşırsa dalaşsın, söz konusu işçilere, emekçilere geldiğinde çıkarları birleşir ve ortak bir temelde buluşurlar. Bir kez daha altını kalın çizgilerle çizerek ifade edelim; doğada ve toplumda yaşanan gelişmeleri bilimsel, diyalektik yöntemle ele almadığınız vakit yanılgıya, yanlışa düşmekten kaçamazsınız. Olay ve olguları doğru okuyamaz, doğru sonuçlar çıkartıp, başarılı olamazsınız. Ülkemizde Sakıp Sabancı gibi bir kapitalist yıllarca “yoksul babası” olarak anıldı. Ecevit gibi sistemin bekası için her dönem var gücüyle çalışmış bir faşist, halkın temsilcisi olarak lanse edildi. Örnekleri çoğaltmak mümkün fakat gerek yok. Mustafa Koç’un ölümünden sonra, AKP, CHP, MHP gibi faşist partilerin, bütün sermaye temsilcilerinin, kapitalistlerin üzüntülerini beyan edip yas tutmalarını anlıyoruz. Sınıf kardeşleri olarak, kendi ölülerine ağlıyorlar. Lakin “işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin temsilcisi” olduğunu iddia eden HDP’nin, varlığı işçi, emekçilerin sömürüsü üzerinden devam eden, bu sömürü çarkı üzerinden zenginleşip palazlanan Mustafa Koç gibi bir kapitalistin ölümü vesilesiyle üzüntülerini bildirmesi ibretliktir. HDP’nin daha öncede TÜSİAD ile gerçekleştirdiği görüşme ve basına verdikleri ortak pozlar sert eleştirilere sebep olmuştu. HDP’nin bu ve benzer örneklerde sergilediği tutum, halkımız tarafından söylenen “Kurt ile avlanıp kuzu ile ağlamak” sözünü akıllara getirmektedir. HDP net bir şekilde kararını vermelidir; ya işçiden yanasındır ya patrondan. Hem sömüren hem sömürülenle hemhal olunmaz. Bir kez daha belirtelim Mustafa Koç ve benzerlerinin ölümü işçiler, emekçiler, ezilenler açısından herhangi bir anlam ifade etmiyor. Bilakis kapitalist sistemin önde gelen bu temsilcileri devrimci güçlerin hedefindedirler. Kapitalizme karşı sürdürülen mücadele uzlaşmaz bir çelişkiye tekabül eder ve ancak devrimci şiddetle bu çelişki çözüme kavuşturulur. Devlet imkânları seferber ediliyor Mustafa Koç, 21 Ocak Perşembe günü sabah saat 07.00 sıralarında evinde spor yaparken kalp krizi geçirdi. Koç’un kalp

krizi geçirdiği andan itibaren ölümüne kadar geçen sürede sergilenen seferberlik adeta insanın gözlerini yaşartacak cinstendi. Devletin bütün imkân ve olanaklarının anında seferber edildiği, ambulansından, helikopterine, hastanesinden, müdahale için hazırlanan ekipmanlarına kadar, Koç için sarf edilen emeği ve çabayı görünce insana verilen değeri daha iyi anlamış oluyoruz. Oysa Cizîr'’de günlerdir yıkık bir apartmanın bodrum katında yaralı halde ölümü bekleyenlere bir ambulansın ulaştırılması için milletvekillerinin açlık grevi yapması, binlerce insanın sokağa dökülmesi gerekiyor. Gerçi Cizîr'de yaralı halde ölümü bekleyenler, Roboski’de katır sırtında ölüleri taşınanlar, Soma’da, Ermenek’te ölümlerin en “yücesine” mazhar olanlar, Suruç’ta, Ankara’da vahşice katledilenler onların gözünde insan değiller ki. Kapitalizmin insana ver(me)diği değeri Mustafa Koç’un ölümü vesilesiyle bir kez daha görmüş olduk. Maalesef mevcut dünya gerçekliğini, sömürü düzenini görmeyen, görmek istemeyen, evine bir ekmek götürmek için gününü gecesine katan, en zorlu şartlarda yaşamını devam ettirmeye çalışan ve Koç gibilerin büyük bir zenginlik içerisinde yaşamalarını sağlayan milyonlarca işçi, emekçi Koç’un ölümüne üzülmekte, yas tutmakta. Hele ki sınıf bilincinin, sınıf mücadelesinin oldukça geri seviyelerde

olduğu bizimki gibi ülkelerde bu durum daha vahim bir hal almaktadır. Bu vahim tabloyu en iyi AKP gerçekliği üzerinden okuyabiliriz. Tayyip Erdoğan isimli saray soytarısının altın koltuklarda oturup, “kimsesizlerin kimi, sessizlerin sesi” yalanlarıyla milyonlarca yoksuldan oy aldığı bir süreçten geçmekteyiz. Devrimci mücadelenin, sosyalizm özleminin olanca yakıcılığıyla kendisini hissettirdiği zamanlardayız. Bu özlemi, gelecek düşünü geniş kitlelere, milyonlara taşımak, örgütlü bir güç olarak harekete geçirmek görevimizdir. Aksi şekilde geçen her gün, zenginlerin daha zenginleştiği, yoksulların daha yoksullaştığı ve sömürünün, sınıf mücadelenin çeşitli manipülasyonlarla gizlendiği, bu sömürü çarkının içerisinde işçilerin, emekçilerin günbegün ölümü yaşadığı anlara tanıklık etmeye devam edeceğiz. Makalemizi Koç Holding’e bağlı Arçelik firmasında çalışan ve gerçekleştirdikleri hak alma mücadelesi sonrası işten atılan işçilerden Yüksel Doğan’ın sözleriyle bitirelim: “Hakkını isteyen işçiyi sevmeyen biriydi. Biz hakkımızı istediğimizde, çevik kuvveti de çağırarak hepsini atın gitsin dediler. Ekmeğimizden ettiler. Bak sen de gittin Mustafa Koç. Sana mı kaldı dünya? Hakkımı helal etmiyorum. Fok balığı vardı. Hayvan severdi ama insan sever değildi.”


kültür sanat

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

21

Dergisi’nde sempozyum hazırlığı Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 1. yılı vesilesiyle 7 Şubat tarihinde İstanbul’da kültür, sanat, edebiyat sempozyumu düzenliyor. Cezayir Toplantı Salonu’nda düzenlenecek olan sempozyum 3 oturumda gerçekleştirilecek. Birçok edebiyatçının konuşmacı olarak yer aldığı sempozyum için Sancı Dergisi’nin çağrı metni ise şöyle;

yıllardır süren bir mücadeledir aynı zamanda. Bizler de aydın-iktidar ilişkisinde; yoksulluğumuza giydirdiğimiz giysi, kırıla kırıla koruduğumuz bir tanıklıkla yola çıkmış olmanın sorumluluğunun farkındayız. Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi olarak mütevazı ama emin bir istek ve var olma heyecanıyla, cephemizi; direnen, teslim olmayan bir tarihsel kültür sanat mirası üzerinden belirliyoruz.

Üretmek bir tutkudur. Edebiyat ve sanat; bu tutkunun insanlık için katıksız sözüdür, çağına ve geleceğine, bir düş kurmanın gerekliliği gibi sorumluluğu vardır. Tıpkı ülkemizde insanca yaşamaya çalışmanın, zül altında üretmenin bir görev olduğu gibi… Uzun yıllardır kültür-sanat alanında verdiğimiz mücadele ve üretim sürecini yeni bir solukla buluşturmak isteyişimizi, 1 yıla yakındır Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi olarak yayıncılık alanında sürdürmeye devam ediyoruz. İlk sayımız büyük bir heyecanla ve yoğun bir katılımla 2015 Şubat’ında okuyucuyla buluştu. İlk sayımızdan bugüne gerek toplumsal gelişmeler ışığında gerek yazın alanında dergimize eserleriyle emek verenlerle; sözler, öyküler, şiirler söyledik, sorular sorduk. Bu coğrafyada yaşamanın, demokrasi mücadelesi yürütmenin oldukça çetrefilli olduğunu bilmekteyiz. Demokrasi mücadelesi yürütenler, şiiri ile sesi ile kalemi ile vicdan olanlar bu ülkede her daim baskı ve zulüm ile susturulmaya çalışılmıştır. Bu gerçeklik; devletin ilerici ve aydınlarla olan ilişkisi ve karakteri noktasında yüz

ANTAGONİZMA

İsmini sayamayacağımız nice değerimizin yolunda karanlığa bir ışık, tarihe bir göz olmak istiyoruz. Gözümüz yeni sözümüz yeni değil belki, ama kararlılığımız ve aklımız bizlerden önce bu yolu açanların ve yürüyenlerin yaktıkları ışıktan doğdu. Coğrafyamızda edebiyat ve sanat bir yaratma ve direnme halidir. Çalışmalarımızı da bu yönlü planlıyor ve hayata geçirmeye çalışıyoruz. Bundan hareketle de 1. yılımızı karşılamaya hazırlanırken 7 Şubat 2016 tarihinde İstanbul’da Cezayir Toplantı Salonu’nda bir sempozyum gerçekleştireceğiz. Sempozyumumuz 3 oturumda tamamlanacak, tartışmalar ise; 1. oturum; Toplumsal Gelişmelerde Edebiyatın Rolü/Tanıklığı, 2. oturum; Kadın ve Edebiyat, 3. oturum ise Hangi Kültür? Hangi Edebiyat? başlıkları altında yürütülecek. Elbette sözümüz eksik çünkü zorbalık karşısında direndikçe; güzel olana, iyi olana sahip çıktıkça yazdıklarımız bir vücut bulacak. Sözümüz ve özlemimiz hiç bitmeyecek çünkü henüz bize layık olan bir yaşama kavuşmuş değiliz. Bizler baş eğmez bir aydın sorumluluğunun mirasçıları olmaya gönül vermişsek, çaba içindeysek her yerde bu zulmü anlatmak zorunda olduğumuz kadar, her yerde güzeli, iyiyi ve haklıyı da anlatmaya devam edeceğiz. Ve bir kez daha iyi ve haklıya olan inancımızla belirtmek isteriz ki; bizler yaşama sahip çıkmazsak, zorbalık karşısında dünyaya karşı ve dünya için bir vicdan olamazsak; bütün derinlikleri sığ görür, sözcüklerin hepsini iğreti bulur, aynı gökyüzü altında kederle yaşar, ölüm hariç hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yazı Kurulu

≫ muzaffer oruçoğlu

BÜYÜK YIKICI NİETZSCHE riedrich Nietzsche’nin, tanrıya, tarihe, devlete, ahlaka ve Hıristiyanlığa karşı çıkışına bir itirazım yoktur. Demokrasiye ve kadına karşı çıkışını anlamaya çalışırım. Demokrasi, sınıflı topluma özgü bir yönetim biçimidir. Bu anlamda, demokrasiye karşıyım. Nietzsche’nin, mülkiyete sahip olma, egemenlik ve cinsel güdü temeline dayanan, pederşahi evliliğe değil; evliliği dağıtacağından korktuğu için aşk evliliğine karşı olması, bir problemdir. Evliliğin bütün biçimleri, bir kurum olarak evlilik, özgürlüğün, özgürleşmenin önünde ciddi bir engeldir. Nietzsche, aykırı, derin, entelektüel cinnetin bilinci olarak görünüyor bana. Yarattığı değerleri ve algıları temel gerçekler gibi gören insana karşı savaş açıyor. Özgürlüğün dışında hiçbir otorite kabul etmiyor. Bu yönüyle diğer filozof-

F

ları aşıyor. Buna rağmen özgür değil, bilim ve sanatın incelttiği otokrat bir ruhtur o. Dionazik, barışçıl bir iklim içinde ilerleyişin ve yükselişin ruhudur. Nietzsche post modernistlerin habercisi miydi? Sanmıyorum Arzunun dizginlenmemesi, bedenin kendi derinliğine inmesi, kendini keşfetmesi. Ahlaki benliksizleşmeye karşı artistik yaratıcılığın kaynağından boşalarak gürül gürül yayılması. Bu ve benzeri arzuların filozofudur O. İngiliz ve Fransız kuvvet ve istencinin tüm dünyada yükselişi ve egemenliği karşısında, gücünü ve potansiyelini kullanamayan, bu güçlerin gölgesinde kalan Almanya’nın, yükselme eğilimi mi etkiledi Nietzsche’yi acaba? Kuvvet ve istenci haddinden fazla ululadı o. Uygarlığın mayasında kuvvet ve istenç felsefesinin olduğu açık. Üst insanın felsefesidir bu. Bunun yerine insanı ve

tüm canlılarla birlikte doğayı özgürleştirmeyi amaçlayan, özgür insanın felsefesini, özgürlük ve düşün felsefesini koymak. Yıkım, derinlemesine yıkım felsefesinden korkmamak. Yunan ve Roma uygarlığının hayranıdır Nietzsche. Adamakıllı modernisttir. Roma’yı yıkan barbarların amansız düşmanıdır. Bunu anlamaya çalışabiliriz belki. Ama bu bir ruhsa, yıkıcılar karşısında ürperme ruhuysa, anlamakta zorlanırız. Pompeius’un demir kıtaları karşısında, Spartaküs’ün, prangalarından yeni boşanmış çıplak kıtalarını destekler mi, belli değil. Onun sosyalizme, dolayısıyla sosyalist yıkıcılara karşı çıkışını göz önünde bulundurursak, bu en büyük yıkıcının Spartaküs’ü destekleyeceğine ihtimal veremiyorum. İstenç, bu noktada tartma ve anlayabilme yeteneğini yitiriyor.


22

kültür sanat

01-15 ŞUBAT 2016 Halkın Günlüğü

ABD’nin hareketliliği Suriye işgaline mi işaret? ABD’nin Suriye rejimini değiştirme politikasını eline yüzüne bulaştırması onu genel olarak uluslararası kamuoyunda özel olacak da kendi iç kamuoyunda ciddi eleştirilerle karşı karşıya getirdi. Dünyanın jandarması olma iddiasında kocaman bir gedik açılmıştı Özgür Suriye Ordusu üzerinden Suriye’de yeni bir rejim inşa etme ve Esad iktidarını tasfiye etme politikalarının artık iflas ettiği aleni bir gerçektir. Neredeyse dört yıl önce ABD merkezli olarak geliştirilen bu siyaset Suudi-Katar ve Türkiye saç ayakları üzerinden örgütlenmeye çalışılmıştı. Fakat Ortadoğu gibi tüm dengelerin bıçak sırtı olduğu bir coğrafyada kâğıt üzerinde yapılan plan ve dizaynlarla gerçek arasında uçurumlar olması her zaman güçlü bir olasılıktır. Nitekim siyasal İslamcıların denetimden çıkıp küresel bir tehdit haline gelmesi ve buna karşı halkın öz örgütlenmesi temelinde ortaya çıkan PYD’nin etkin bir siyasi aktöre dönüşmesi ve Rusya’nın sahneye çıkışı bölgedeki tüm taşların yeniden dizilmesini bir zorunluluk haline getirdi. ABD’nin Suriye rejimini değiştirme politikasını eline yüzüne bulaştırması onu genel olarak uluslararası kamuoyunda özel olacak da kendi iç kamuoyunda ciddi eleştirilerle karşı karşıya getirdi. Dünyanın jandarması olma iddiasında kocaman bir gedik açılmıştı. 2016 yılı itibariyle ABD’nin ve AB’nin bölgedeki güçlerle diplomatik hareketliliklerinde bir artış görülmektedir. AB çok büyük bir göçmen dalgasına karşı kendini garantiye almanın diplomatik arayışlarını arttırırken, ABD ise bölgedeki siyasi aktörlerden savaştaki tavırlarına ilişkin nabız almaktadır. Almanya öncülüğünde yürüyen AB siyasetinin bahardan önce mülteci sorununda “TC”de tampon “güvenli ülke” yaratmak için vize muafiyetleri ve para yardımı gibi rüşvetlerle meseleyi bir çerçeve altına almak istemesi bölgeye ilişkin farklı bir plan mı var kaygılarını arttırmaktadır. Kendi içinde Schengen’i(AB içi serbest dolaşım) tartışan AB’nin bu konuda tam bir mutabakat sağlayamadığı İtalya gibi ülkelerden yükselen farklı seslerle çok açık görülebilmektedir. Almanya Rus doğalgazına bağımlılıktan kurtulmak ve Suriye üzerinden gelecek Katar doğalgazına ka-

vuşmak istiyor. Bu ABD’nin Rusya’yı zayıflatma stratejisiyle de örtüşen bir siyaset, fakat böylesi bir siyasetin kitlesel bir mülteci akını ile karşı karşıya kalınması gibi bir riski de var. Bu görkemli Batı Roma’yı yıkan nüfus hareketliliğine benzer bir modern çağ kavimler göçüne dönüşebilir mi? AB bileşenleri Almanya’nın ekonomik çıkarları üzerinde şekillenen bu siyasetin faturasını ortak bir şekilde üstenmek konusunda oldukça isteksiz ve “AB’yi parçalarız” tehdidi ile ayak diriyorlar. Tam bu noktada son yirmi gün içerisinde Davutoğlu-Merkel görüşmesi Almanya’da gerçekleşiyor. Peşinden ABD Başkan Yardımcısı Biden Türkiye’de siyasi temaslar için ziyarete geliyor ve yine aynı günlerde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Suudi Arabistan’a giderek siyasi temaslara başlıyor ve de son olarak da İran üzerindeki ambargolar ABD tarafından büyük oranda kaldırılıyordu. Bir ay gibi kısa bir zamanda bölge devletleri arasında hiç de normal olmayan bir trafik yaşanmaktadır. Türk devletinin 2015 yazında “Kuzey Suriye’de Kürt Devletine izin vermeyeceğiz” açıklaması bölgedeki olası emperyalist işgal için gönüllü bir öne çıkıştı. Bu çıkış Rusya’nın sahaya fiilen çıkması ve yaşanan uçak krizi ile

birlikte yerle yeksan olmuştu. ABD Başkan yardımcısı Türk devleti ile iki ayrı görüşme yaptı. İlki Başbakan, MİT Müsteşarı, Genelkurmay Harekât Dairesi Başkanı ve Türk Amerikan Dostluk Derneği’nin katıldığı bir toplantıydı. Toplantının bileşenlerine bakmak bile hayırlı bir iş için olmadığını anlamaya yeter. Toplantı sonrası AKP kanadından kamuoyuna geniş kapsamlı bir açıklama yapılmadı. ABD Başkan Yardımcısı Biden ise toplantıda Türk devletinin YPG politikasından duyulan rahatsızlığın konuşulduğu ve bunu değiştirmesi konusunda ısrarcı olunduğunu açıkladı. Ayrıca Irak Hükümeti’nin tüm protestolarına karşın Başika’da konuşlanan ve Türk devletinin “eğitim amaçlı ”dediği kamp konusunda da ABD ile mutabakat sağlanıyordu. Hâlihazırda iki bin askerin konuşlandığı ve otuz bin askerin kalabileceği şekilde düzenlenen bu kampın Kürt devrimci güçlerini tasfiye amaçlı kurulduğu çok açıktır. İkinci görüşme ise Erdoğan’la baş başa yapılıyordu. Bu görüşmeye ilişkin kamuoyuyla paylaşılan herhangi bir bilgi yok. Aynı saatlerde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’in Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ile yaptığı görüşmenin detayları netleşiyordu. İran’a dönük yaptırımların kaldırılması

sonrasında Körfez Ülkeleri ve Suudilerin kaygıları zirve noktaya çıkmıştı. ABD bu konuda garantör ülkenin kendisi olduğu söylüyor ayrıca Hizbullah’ın elinde bulunan 70-80 bin civarı füzenin tüm ülkeler için tehdit olduğunun ve buna ilişkin önlemlerin alınacağını ifade ederek Hizbullah’a gözdağı veriyordu. Suriye Ordusu ile birlikte cihatçılara karşı aktif mücadele eden Hizbullah çatışmalarda bugüne kadar binin üzerinde militanını kaybetti. On bin kadar militanında Suriye toprakları içinde olduğu düşünülüyor. ABD emperyalizminin bölge siyasetinin amacı bazı Afrika ülkelerinde olduğu gibi kontrollü ve daimi bir çatışma ile silah tekellerine pazar sağlamak kesinlikle değildir. ABD, İran enerji kaynakları ve Suriye enerji nakil hatları üzerinde söz sahibi olmak istiyor. Ekonomik gelirinin %60’sını enerji satarak sağlayan Rusya’yı köşeye sıkıştırmanın yegâne yolu buradan geçiyor. Suriye ordusu ve Rusya’nın 2016 Ocak ayı içerisinde birçok bölgeyi cihatçılardan geri alması “TC”nin Suriye üzerinde doğrudan ve dolaylı bir askeri müdahalesini füze sistemi ve açık ültimatom ile( Putin’in “Hadi, kolaysa artık Suriye'de uçun bakalım” Aralık 2015 açıklaması) engellemesi sonrasında dengeler hızla Esad le-


23 hine değişmeye başladı. ABD 25 Ocak’ya yapılması hedeflenen fakat bu yazı yazılırken katılımcı devletlerin dayatmaları ile iki gün ertelenen Cenevre-3 Görüşmeleri’nde esasta yeni Suriye politikasını dikte etmek ve yanındaki güçler arasında tam bir koordinasyon sağlamayı hedeflemektedir. ABD’nin Esad ve Rusya’ya karşı yeni bir strateji geliştirmesi bir zorunluluk halini almıştır.

Kürtler gözden çıkarılamaz Kürtler bölgede yerleşik ve örgütlü dinamik güçlerden biridir. ABD “TC”ye taviz vererek bu gücü görüşmeler dışında bırakması sonrasında Kürtlerin Rusya ile ilişkilerinin derinleşeceğini iyi bilmektedir. Bundan dolayı uluslararası konjonktürde IŞİD barbarlığına karşı kahramanca mücadelesinden dolayı yüksek saygınlığı olan Kürt güçlerin gözden çıkarılması kolay görünmemektedir. Türk devleti taraflara “Siz Kürtleri yok etmeme izin verin ben IŞİD’i de yok ederim” gibi iştah kabartan bir teklif yapmadığı sürece (ki bu kapasitesi yok) ya PYD ile masaya oturacak ya da daha fazla izole olacaktır. Tüm bu senaryolar Kürtler, Rusya ve Esad olmadan olası çözüm ihtimallerinin olanaksızlığını ortaya koyuyor. ABD Dışişleri Bakanı 25 Ocak günü yaptığı “Ciddi olmak zorundalar. Ciddi olmazlarsa, savaş devam edecek. Onlara kalmış. Zorla güzellik olmaz. Biz bir çerçeve oluşturduk, Suriye’nin geleceğine karar verme yetisi de Suriyelilerde mevcut” açıklaması ile tok satıcı gibi dursa da şunu çok iyi bilmektedir ki Rusya dünya piyasalarında varil fiyatı 30 doların altına düşen petrol fiyatlarını değiştirmek için sahada tüm askeri gücünü kullanma eğilimi içerisine girmiştir. Suriye-Rusya koalisyonun cihatçıları yenmesi Kürtlere özerklik vermesi sonrası ABD, Katar, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye’nin bölge politikaları iflas edecektir. ABD askeri gücünü sahaya sürmek istemiyor bunun için diplomasi ile bir uzlaşı yolu bulma eğiliminde bir siyaset izliyor. Ortadoğu’nun bıçak sırtı dengelerinin buna izin vereceğini düşünmek zor. Kaos ve otorite boşlukları bunu okuyabilen güçlerini doğru konumlandırabilen komünistler için tarihte her zaman büyük fırsatlara gebe olmuştur.

TUTSAK PARTİZAN

≫ cafer çakmak

SESSİZLİK VE KOLLEKTİF SORUMLULUK

D

engbejlerin ve dört kibrit çöpünün alazıyla yükselen direnişlerin kadim şehri Amed’de kan, barut ve direniş ikliminde yaşayanlar “Sokağa çıktığımızda işgal altında olduğumuzu, sokak başlarını tutan asker ve polis araçlarını gördüğümüzde derinden hissediyoruz. Çatışma alanlarında yaşlılarımızı çıkartamıyoruz, terk etmiyorlar evlerini, burada doğduk, burada çocuklarımızı büyüttük, burada öleceğiz” diyorlar. Muktedirler, aşina snop ifadeleriyle günaşırı televizyon kanallarına çıkıp “ezeceğiz”, “hendeklere gömeceğiz”, “kökünü kazıyacağız”, “bitirdik” nakaratlarını terennüm ediyorlar. Erkânı bozuk plak misali nakaratı harfi harfine tekrarlıyorlar. Savaş naraları atıp, tamtamları çalarak bayatlamış ama hala iş görebilen hamaset nutukları atıyorlar. Savaş tedariki yapılmış, roller paylaşılmış. “Ne istediler de vermedik?” itirafıyla suçlarını ayan ettikleri cemaati tasfiye edip bekasına teminat ararken döneminde karanlığın cehennem yüzlü çocuklarının iplerini elinde tuttuğu şer kuvvetlerinin subaşını tutan Büyükanıt’la Dolmabahçe’de yapılan mutabakat gereği cemaatle dövüp hizaya getirdiği Kemalist/Ergenekoncu kesimi vurucu kuvvet olarak kullanıyorlar. Birileri büyük resmi göremeyip “iktidar sarhoşluğu”, “kişisel hırslar” manzumesiyle vasat cümleler kurarak durumu izah etmeye çalışıyor. İktidarın alâmetifarikası oyuna dâhil her kesim/ hatta birey egemenlik/ sermaye çıkarlarını güder zaten. Egemenlik/ sermaye çıkarları kişisel ikbal ve hırslarla özdeşleşir. İkisi birbirinden asla kopuk ele alınamaz. Tarihin her döneminde, muktedirlerin bir kliğinin çıkarlarını ve hırslarını cisimleştirecek aktörler çıkar. Kliğin ekonomik ve siyasi gücü, temsil aktörünün liderlik özellikleriyle birleştiğinde belli bir başarı elde ederler. Süreçleri bireylerin ikbal hırslarıyla izah etmeye başlarsak hikâyeci tarihe döneriz. Perdenin önünde M. Kemal de tek adam görünümündeydi. Hatta müstear ismiyle İ. İnönü de. Tarihi, bu aktörlerin kişisel hırslarıyla açıklayabilir miyiz? Bu kadar basit olmuş olsaydı aktörler alaşağı edilir, sorun çözülürdü. Ya da mevcut klikler bu aktörlerin ipini keser ve tepetaklak düşerlerdi. M. Kemal temsil ettiği kliğin selameti uğruna binin üzerinde cephe arkadaşını İstiklal Mahkemeleri’nde darağacına çekti, binlercesine hapis ve sürgün yolunu gösterdi. İstiklal Mahkemeleri’ne giden yolun senaryosunu M. Kemal’in emriyle F. Çakmak’a 6 Ocak 1926’da kurdurtan ve eğitimini, sonrasında Hitler'in istihbarat teşkilatını örgütleyen Alman Genelkurmayı İstihbarat Servisi başkanlığını yapan Polonya asıllı Albay Walther Nicolai’nin yaptığını Milli Emniyet Hizmeti teşkilatı ördü. MEH’in İngiliz casusu Hintli Mustafa Sagir’in M. Kemal’e suikast hazırlığında olduğunu “açığa çıkarma” hikâyesi senaryosunun yapıtaşıydı. Aynı MEH’in elemanları kendilerine “İngiltere Hariciye Nezaret görevlisi Mr. Templeton” süsü vererek Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyid Abdulkadir’in yakın dostu Palulu Kör Said’i düşürerek Kürtleri İngiltere ile işbirliği içinde göstermeye çalışarak Kürt kıyımının senaryosu hazırlanıyordu. O gün savaş sürecinde gayrimüslimlerin varlıklarına/sermayelerine el koyarak, talan ve savaş rantıyla palazlanan yeni komprador burjuvazi kliği Türk-İslam sentezinin önündeki tüm engelleri kaldırmak ve pekiştirmek yönelimiyle taarruza geçip Kürtleri katletmeye giriştiyse, bugüne tekelci komprador burjuvazi İttihatçı Enver’in hülyasını neo-Osmanlıcılık versiyonuyla ümmet şemsiyesi altında kotarmaya çalışıyor. Muktedirin bugün celallenmesi, höykürmesi, savaş naraları atması ol sebeptendir ve riskleri göze alırken Türk halkını ekonomik rüşvetlerle, istikrar güveni ve ümmet birliği nutuklarıyla

uyuşturup egale etmeye çalışıyor. Türk halkının da barış ve demokrasi güvencesi Kürtlerdir bu sebepten. Kürdistan yangın yeri. İnsanlar öldürülüyor, öldürülen insanlar sokakta alınamıyor, alınanlar ise buzdolabında bekletiliyor, kentler ve ilçeler tanklarla, toplarla kuşatılıyor, evler yakılıp yıkılıyor, hastaneler bombalanıp, sağlık hizmeti verenler tehdit ediliyor, sokağa çıkma yasaklarıyla/işgal ablukasıyla insanlar sürgüne zorlanıyor. Olup bitenlerin büyük kısmını öğrenmek güç. Soran, eleştiren, itiraz eden, karşı çıkan “terörist” yaftasıyla diskalifiye ediliyor. Haysiyetli ve halkın haber alma hakkına riayet eden gazeteciler tutuklanıyor, işten çıkartılıyor, tehdit ediliyor. Gazetecilik öldürülürken medya vurucu gücün amiral gemisi rolünü layıkıyla ifa ediyor. Batı sessiz! Kürdistan yangın yeriyken, toprak gencecik bedenlerin kanıyla çıldırırken, Hrant’ın cenazesinde “bebeklerden katiller yaratan” karanlığı sorgulayan ve Gezi’de sokağıma, bedenime, yaşamıma dokunma çığlığıyla meydanları dolduran insan mahşeriyle ümitlenmişken bu bahiste hayatın sıradan konforuna sığınıp ya Kürt Ulusal Hareketi’ni suçlayarak ya da “ne yapabiliriz ki”yle tuzunun ıslanmasından çekinerek seyirci kalıyor. (Nesnellikten kopuk ezbercilikleriyle devrimin objektif şartlarıyla devrimci durumu ayırt etmekten yoksun teorik fukaralıkla, birincisinin her ülkede mevcut olduğunu, ikincisinin yönetenlerin yönetemez, yönetilenlerin yönetilemez durumda olması gerektiğini göz ardı edip -Kürdistan harici- genelleme yapanlar katmanlaşmış ve kanıksanmış bu sessizliği neyle açıklayacaklar?) Hitler Nazizm’i devrimcileri, sosyalistleri, Yahudileri, Romenleri katledip soykırımlar gerçekleştirirken Alman halkının hiç sorumluluğu yok muydu? Sosyalist devrimin ramağından dönen Almanya halkları ne oldu da Nazileri destekledi? Wilhelm Reich’in çığlığı; kitlelerin iktidarı ( kendini onunla özdeşleştirip ve çıkar birliği sağlaması sebebiyle) arzuladığına kulak kabartmak mı gerekiyor? Batı’nın kahredici sessizliğinin arkasında demokrasi ve (başka ulusları ezen özgür olamaz saikıyla) özgürlüğü, güvenlik (hiç kimsenin yaşamının güvence altında olmadığını Paris katliamı gösterdi) ve istikrar martavalına kurban edip neo-Osmanlıcılık’ta ikbal aradığına mı yoracağız? İncelemeye değer sosyolojik bir konu. Kandırılıyorlar ve korkuyorlar benzeri nedenler yetersizdir. Öyle ya da böyle kötülük herkesin bir takım gerekçeler bularak kendini sıyırmasıyla gelişip yayılır. Katliam ve kötülüklerde her daim kolektif sorumluluk vardır. Bugün insanlık sınavının eşiğindeyiz. Batı halkı bu eşikte. Dem vurulan (eşit ve özgür olmadıkça bahsedilemeyecek) kardeşlik sınavı bu. Tekmil analiz ve tespitlerde hükmünü yitirmiş bu bahiste. Bıktıran ve tekrarlandıkça pasifizmin haresini öven “yapılmalı, edilmeli” cümlelerin -meli, -malı kipleri de kifayetsizdir. Gırla kipli cümleler enflasyonu yükseltilirken ve kısır polemiklerle edimden yoksunken ona buna tasfiyecilik eleştirileri yapmak yerine; her demokratik ve meşru yöntemi devreye koymak, her mahallede beş-on kişi bile olsa Kürdistan’daki savaşın herkesi saracağını, Kürtlerin asli ve demokratik haklarının tanınmasını haykırmak esas alınsaydı yol alınırdı. Demir aletlerin devrimci eleştirisinden, grevlere, boykotlara... varıncaya dek, hiçbir şey yapılamıyorsa mahallelerde tencere tavalarla sokakları şenlendirmekle Batı’nın sessizliği yırtılabilinir. Gezi’de olduğu gibi duran adam/kadın eylemleri de anlamlıdır. Rıfat Ilgaz'ın vecizesiyle, “hiçbir şey yapamıyorsan korkuluk ol!”


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Bİ HEY RE BERXWEDANE

Desthilatdariya Erdoğan û AKP’ê ku heta niha şerekî paşverûtiyê û êrişkar didomand, bi jahrê şovenizm û olê ve jî çendîn beşa civakê xapand û li paş xwe kom kir. Desthilatdarî, ev siysastê xwe ya qirêj ve di serî de hilbijêrên MHP, piştgiriya gelek nijadperest û faşîstan jî girt û di hilbijartina 1’ê mijdarê de dîsa tene bi ser xwe bû desthilatdar Endamên Meclîsa Partiyê yên Partiya Demokratîk a Gelan (HDP) ên ku di 2'emîn Kongreya Asayî we hatin hilbijartin, bi hevserokên giştî yên HDP'ê Selahattîn Demîrtaş û Fîgen Yuksekdag re li Enqerê civiyan. Axaftina vekirinê ya civînê ji aliyê Hevseroka Giştî ya HDP'ê Fîgen Yuksekdag ve hate kirin. Yuksekdag di axaftina xwe we balê kişand ser şert û mercên giran ên siyasî û rola HDP'ê. Yuksekdag

diyar kir ku ewê wekî HDP li hemberî hewldanên dîktatoriyê têkoşîna aşitî û azadiyê bimeşînin û dê dîktatorî têk biçe. Yuksekdag di axaftina xwe we balê kişand ser pêdiviya eniyeke hevpar a demokrasiyê û wiha axivî: "Emê bibin riya ku Tirkeye bigihe komara demokratîk. Ji bo vê jî divê siyaseta demokratîk bê sazûmankirin. Em dixwazin ku ev rejîma siyasî bi awayek demokratîk ji nû ve were ava kirin." Yuksekdag diyar kir ku ewê li hemberî hêza dewletê, hêza yekgirtî ya gelan nîşan bidin û wiha pê we çû: "Ji bo me parastina demokrasiya herêmî, rêveberiya cewherî erkê parastina bernameya demokrasiyê ye. Em ê xwe ji nû ve birêxistin bikin û di vê pêvajoyê we bimeşin." Piştî Yuksekdag, Hevserokê Giştî yê HDP'ê Selahattîn Demîrtaş axivî û got bi kongrê re ji bo bo dema nû xwe amade kirine. Demîrtaş, der barê nasnameya HDP we nirxandin kirin û got "Li Tirkiyeyê ji bilî me partiya Tirkiyeyê tune ye." Demîrtaş balê kişand ser êrîşên li ser

HDP'ê jî û wiha axivî: "Ji ber ku me mudaxaleyek radîkal pêş xistiye panîk dikin. Ji ber ku em ji bo civakeke ku dikaribe xwe rêvebibe ava bike derketin rê rastî êrîşan tên."

'ERDOGAN BI GEFAN ÎKNA DIKE' Demîrtaş ji bo siyaseta Serokomar Tayyîp Erdogan dimeşîne jî rexneyên tund pêş xist û got Erdogan ne li ser esasên îknaya demokratîk bi hêz, zext û gefan dixwaze pergala serokatiyê û makezagoneke li gor wê bidestxe. Demîrtaş her wiha gotina Erdogan a "Kê daxwaza xweseriyê xwerêvebirinê bike emê cîhanê bi serê wî we xira bikin" bibîrxist û wiha pê we çû: "Ji bilî modela ku ew pêşniyar dike her tişt qedexe ye. Li Cizîr, Sûr û Nisêbînê cîhanê bi serê însanan we xira dike."

'AKP ŞERÊ NAVXWEYÎ KÛR DIKE' Demîrtaş balê kişand ser rewşa aloz û hişyar kir ku Tirkiye ber bi bobelateke mezin ve diçe û wiha berdewam kir: "Em gav bi gav ber bi bobelatê ve diçin. Tu

dibê qey Serokomar ji bo şerê navxweyî leztir bike çi ji destan tê dike. Her roj zêdetîr pêlî gazê dike." Demîrtaş der barê birîndar û cenazeyên li Cizîrê di qata jêrzemîn a avahiyekê we asê mane we jî axivî û got "Dibêjin qey ev serkeftineke mezin a leşkirî ye. Her êvar di televîzyonan we wiha vedibêjin."

'KURD BÊÇARE Û PERÎŞAN NÎNE' Demîrtaş di dawiya axaftina xwe we der barê bêdengiya rojavayê Tirkiyeyê jî nirxandin kirin û wiha dawî li axaftina xwe anî: "Eger dibêjin bila Kurd li çareya serê xwe binêrin, encamên cûda ji wir dertên. Ne ku Kurd bêçare û perîşan in. Bila biborînin lê yê ku bêçaretiyê û bêhêvitiyê dijî rojavayê Tirkiyeyê ye. Divê em hemû bi hev re hêviya berxwedanê mezin bikin." Piştî axaftinên hevserokan, civîn ji çapemeniyê re girtî berdewam dike. Kani ANF


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.