01-15 MART 2016

Page 1

perspektif 12-13

Çanlar kimin için çalıyor

Kadınlar mücadele ve direnişi büyütüyor Kadınların can bedeli ile kazandığı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü karşılarken mücadele ve direniş tarihimizi daha ileri taşımak bizler için en elzem görevlerden biridir. Yaşadığımız süreç biz kadınları ya daha ileriye atacak ya da tarihin karanlığına yeni katliamların öznesi olarak eklemeye devam edecek sf 10

Halkın Günlüğü

1-15 MART 2016 Yıl: 4 Sayı: 117 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser

ISSN: 2147-0499

Mart’ın direngenliğini, Nisan Güneşi’ni ve Mayıs’ın kızıllığını kuşanarak

Devrimci savaşı yükseltelim Emperyalist-kapitalist gerici dünyanın güdümündeki faşist “TC” kana susamış bir barbarlıkla çeşitli ulus, milliyet, inanç ve cinsiyetlerden halklarımıza vahşice saldırmaktadır. Ordusu, yargısı, polisi ve medyası başta olmak üzere bütün gerici mekanizmalarıyla halklarımız üzerinde faşist diktatörlük kuran Türk hâkim sınıfları ve somuttaki temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı, coğrafyamızı gerçek anlamıyla bir kan deryasına ve halklar hapishanesine dönüştürmüştür. Kuzey-Kürdistan’ı işgal ve talan ederek mazlum Kürt ulusu üzerinde milli zulüm ve barbarlık uygulayan Türk hâkim sınıfları Artvin-Cerattepe’de olduğu gibi

f GÜNCEL 20-21 Kapitalist tekellerin, doğal kaynakları her geçen gün daha fazla erozyona uğratmaları, suların, ormanların, yaşam alanlarının tahribi biçimde gelişmektedir. Barajlar ve HES projeleri, altın madenleri aramaları ve kullanım teknikleri, kentleşme ve kentin ranta açılması, üretim teknikleri ve üretim kaynakları bağlamında var olan durumun karşılığı toplumsal krizle iç içe giden bir doğa ve çevre kriz gerçekliğidir

“TC”nin milli zulmü yerle bir olmaktadır!

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

06

Kadının rengini yansıtacak bir döneme hazırlanıyoruz

halkın en demokratik ve meşru eylemlerine vahşice saldırarak bastırmaya çalışmaktadır. Bahar mevsimine girdiğimiz şu günlerde faşist diktatörlük halklarımıza dönük topyekûn savaşı daha da boyutlandıracaktır ve buna koşut olarak sınıf mücadelesi de gittikçe keskinleşecektir. Bu gerçeklikler ışığında devrimci ve komünistler başta olmak üzere bütün devrimci, ilerici toplumsal güçler keskinleşen sürecin ihtiyaçları ve zorunluluklarına göre hazırlık yaparak konumlanmalıdırlar. Bu bağlamda devrimci savaşı kuşanarak birleşik devrimci direnişi örmek sürecin tayin edici yanını oluşturacaktır.

08

Faşist diktatörlüklerin kanlı geleneği

16


02

güncel haber

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

ABD ile “TC”nin YPG konusundaki farklı çıkışları ve emperyalist bölge siyaseti

Kürt ulusu başta olmak üzere, devrimci ve sosyalist güçlerin, askeri ve diplomatik anlamdaki hamleleri, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin politik yönelimini parçalayan düzlemde olmalıdır. Halkların ve ezilen mazlum ulusların barışı, bölgenin tümüne sosyalist demokrasinin gelmesidir. Ezilen halklar ve mazlum uluslar, hep birlikte bunun mücadelesini vermelidirler. Emperyalist gerici egemenliklerin, bölgesel gerici diktatörlüklerin aralarındaki muhtemel çatışkılara ve sarsıntılara “umut” bağlamak, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşının ana dinamiği değildir Suriye ve Ortadoğu’da, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin stratejik planları, karşılıklı çatışmalar ekseninde, emperyalist hegemonya sürecini örgütlemeye devam ediyor. ABD-AB ve Rusya merkezli emperyalist bloklar, bir yandan tarihsel bağları olan stratejik “müttefiklerini” korumaya çalışırken, bir yandan da sürecin konjonktürel ihtiyaçlarına göre “yeni” müttefik güçler yaratmaya çalış-

maktadırlar. Bu durum hem emperyalist blokların kendi içinde “müttefik” olarak duran gerici güçler arasında, hem de karşılıklı blok güç olarak duran gericilikler arasında var olan çatışma ve dalaşa, güncel olarak farklı boyutlar vermektedir. Rojava Kürdistanı ve mevcut önderliği PYD-YPG konusunda, emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasında başlayan ‘teröristtir’, ‘terörist değildir’ tartışması da, kastettiğimiz sürece, dönemsel olarak nitelik veren emperyalist egemenlik siyasetin arayışlarıdır. Kuşkusuz PYD-YPG’nin, tarihsel ve güncel olarak meşruluğu, Kürt ulusunun haklı davasını iradeleştiren ilerici duruşu, emperyalist ve gerici bölgesel güçlerin tasarrufunda değildir. Zaten, emperyalistler ve bölgesel gerici güçler açısından sorun bu değildir. Ortadoğu ve Suriye’de, stratejik emperyalist çıkarlarını, bölgesel gerici ittifak güçleri üzerinden icra etmeye çalışan her emperyalist blok, mazlum Kürt ulusunun ulusal haklarını kayıtsız şartsız kabul etmekten öte, bölgesel stratejik çıkarlarına göre ele almayı esas almaktadır. Mevcutta, Rojava Kürdistanı’nın önderliği PYDYPG’nin, “terörist” olup olmadığı ikilemindeki tartışmada, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin bu stratejik çıkarlarına “uyumu” ekseninde ele alınan bir tartışmadır. Ve bu konuda, Rusya ile ABD arasında güncel olarak başlayan rekabet, özellikle

Rojava Kürtlerini, doğrudan kendisine müttefik kılmak için başlattıkları bir rekabetidir. “Kürt’lerin hakkını en ileri düzeyde ben tanırım” üzerinde şekillenen bu rekabet, Kürt toplumsal dinamiği üzerinde oynanan gerici oyun açısından “yeni” bir tarihsel perdedir. ABD emperyalist gericiliğinin, Kuzey Kürdistan sahası merkezli Kürt ulusal mücadelesinin önderliği PKK’yi “terörist” olarak nitelerken, PYD’yi “terörist” olarak görmediğini deklare etmesi, yaşanan rekabet kadar, oynanan oyunun komedisini de ortaya koymaktadır. Öte yandan, emperyalist gerici güçlerin karşılıklı hamleleriyle gelişen süreçte, Rusya, PYD konusunda ABD karşısında suskun kalamazdı. PYD’ye Moskova’da siyasal temsilciliğin açılmasına izin verilmesi, ABD ve “TC”ye karşı Rojava Kürtlerini yanına çekme maksatlıdır. ABD’nin, hava bombardımanı ve askeri teknik donanımla “yardım” ettiği Rojava Kürtlerini kendisine çekmeyi planlayan Rusya, bu adımla hem ABD’nin Kürt kozu konusunda elini zayıflatmakta, hem de Türk hâkim gericiliği ve Türk hâkim gericiliğinin üzerinden siyasetini biçimlendirdiği bölgesel cihadist örgütlenmelerin konumlanışını zayıflatmaktadır. Bu durum askeri, politik ve psikolojik düzeyde, özellikle Türk hâkim gericiliği üzerinde köklü bir baskıya dönüşmektedir. Rusya’nın Suriye özgülünde askeri varlığı üzerine şekillenen stratejik hamle üstünlüğü,

gerici cihadist “muhalifler” ve Türk, Suudi Arabistan, Katar gerici egemenliği üzerinde bir baskıya dönüşürken, ABDAB, Rusya ve bölgesel gericilikler arasındaki dalaş ve ittifak arayışları, PYDYPG önderliğindeki Rojava Kürtlerinin hareket sahası genişletmektedir. PYDYPG’nin Rojava Kürdistanı’nın kantonlarını birleştirmeye dönük Azez hamlesi, bu durumun en somut ifadesidir. Tam da bu kesitte, Kuzey, Güney ve Rojava Kürdistanı ulusal-sosyal dinamikleri arasında “değişen” olumlu ilişkilerin ipuçları, Türk hâkim gericiliğinin bölge siyaseti konusundaki kaygılarını büyütmüştür. PYD-YPG mevzilerinin askeri operasyonlarla ve obüs toplarıyla sürekli vurulması, ABD merkezli gerginleşen diplomatik siyasal ilişkiler, tıkanan bölge siyaseti üzerine şekillenen, gerici kaygılardır. ABD’nin Suriye ve özellikle PYDYPG konusunda takındığı tavrın, Türk hâkim sınıfları ve onların kalemşorları tarafından hiddetle karşılanmasının altında yatan, söz konusu bölge siyasetinin başarısızlığıdır. Türk gerici egemenlik sisteminin, “Neo-Osmanlıcı” “akıncıları”, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, gerici bölge siyaseti olarak ilan ettiği “kırmızı çizgiler”, YPG ve Suriye Demokratik Güçleri’nin Azez hamlesiyle bir kez daha hükümsüz kılınınca, Türk hâkim sınıfları emperyalist ve bölgesel gerici güçlerle geliştirdiği diplomatik siyasal hamleler ve sınır boyunda gerçekleştirdiği askeri


01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

müdahaleler ile kendi “kırmızı çizgilerini” korumaya çalıştı. Azez özgülünde “kırmızı çizgiler”, “sınır güvenliği” başlıklarıyla süren çatışmalarda, Türk hâkim sınıfları Suudi Arabistan ile askeri işgal operasyonunu tartışırken, ABD tarafından PYD-YPG’nin “terörist” olarak görülmediği açıklamasının yinelenmesi, ABD ile Türk hâkim gericiliği arasındaki gerginliğin “yeni” fitili oldu. Somut olarak ABD’nin “TC”deki en apoletli diplomatı John Bass, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, Biden, Obama ve Erdoğan, Davutoğlu, Mevlüt Çavuşoğlu arasında süren görüşmeler ve açıklamalar, PYD konusunda ortaklaşılan düzlemde değildir. Mevcut zeminde ortaklaşılması da beklenmemelidir. Çünkü ABD’nin, Suriye ve Ortadoğu üzerindeki stratejik planlarında, bölgenin dinamik ulusal sosyal dinamiklerine verdiği rol, Türk hâkim sınıflarının bölge politikasıyla çelişse de, ABD bu stratejik planını uygulamada, çıkarları gereği ısrarcı durmaktadır. Ama bu ısrar, Türk hâkim sınıflarıyla, köprüleri atma anlamı taşımamaktadır. ABD bir denge siyaseti gütmektedir. PKK’yi “terör” örgütü ilan etmesi ve faşist Türk egemenliğinin Kuzey Kürdistan’daki kuralsız katliamlarını onaylaması, Türk hâkim sınıflarına karşı PKK-PYD denkleminde sunduğu “denge” siyasetidir. Bu tartışmalar içinde Kirby’nin ısrarla “PKK’yi terör örgütü olarak görüyoruz” vurgusu, bu denklem üzerinde sürdürülen gerici siyasettir. Bunun karşısında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun açıklamaları ile en son iradeleşen Türk egemenlik sisteminin siyasal erki AKP-Erdoğan siyaseti, ABD’yi somut bir tercihe zorlamadır. “ABD’nin bir karar vermesi lazım, ortak olarak bizi mi seçiyor, terör örgütlerini mi seçiyor.

Biz Amerikalılara, dostlarımıza Biden’a da çok açık bir şekilde PKK ile PYD’nin nasıl iç içe olduğunu verdik belgeleriyle. Kerry’ye defalarca bunu anlattım. Tepkimizi, McGurk orada Polat Can diye Kandil’den gelen PKK'lı teröristle bir araya geldiği zaman da söyledik. PYD’nin içinde PKK’lıların nasıl yer aldığını, yönetimde nasıl olduğunu resimleriyle, isimleriyle verdik. Şimdi siz bir tane terör örgütünü terör listesine alıyorsunuz, onunla beraber olan ve başka bir yapılanma içinde olan terör örgütünü terör örgütü olarak görmüyorsunuz. Buna en hafif tabirle saflık mı diyelim,

güncel haber menlik sistemi ile ABD arasındaki “kriz”, ABD’nin stratejik planları merkezli olmaktan öte, Kürt ulusal sorunu konusu da yaşanan krizdir. Türk hâkim gericiliği, bölgenin her alanında

başka ne diyelim ama bu kabul edilemez.” Çavuşoğlu’nun bu içerikteki açıklamasını, daha önce faşist diktatör Erdoğan’da yapmıştı. Hedef açık, ABD’yi bir tercihe zorlayarak, NATO şemsiyesi ile bölge siyasetinde aktif rol almaktır. Bu aktif rolün ana kodları, PYD-YPG önderliğinde iradeleşen Rojava Kürdistanı’nın tasfiye etmek, Kuzey Kürdistan sahasındaki katliamı buraya taşımak, Halep’e koridoru açık tutmak ve cihadist gerici örgütlerle, Suriye sürecinde söz sahibi olmaktır.

“TC” müdahale alanı, emperyalist güçlerin belirlediği sınırlardır Bu politik yönelimde, ABD ile çatışan temel sorun YPG-PYD meselesidir. Yoksa Rusya ile ABD arasındaki emperyalist çatışma ve “uzlaşıda”, en son ateşkes sürecinde de ortaya çıktığı gibi, Türk hâkim gericiliği, ABD politikalarıyla uyum halindedir. ABD ile PYD konusunda fırtınalar koparan Türk hâkim gericiliği, ABD ile Rusya arasında varılan “mutabakat” gereği, başlayan “ateşkes” sürecine, tartışmasız dâhil olması, ABD politik yönelimiyle olan “uyumdur”. Yani Türk ege-

03

hil olmuştur. Kuşkusuz bu “ateşkesin” ciddi anlamda zayıflıkları mevcuttur. En önemlisi, Batı Suriye’de El Nusra ile kimi “terörist” görülmeyen ya da Suudi Arabistan ve Türk hâkim sınıflarının desteklediği (Ahraru’ş Şam, Fetih Ordusu, Sultan Murat Tugayları) Rusya tarafından hala belirsiz durumdadırlar. Ve bu örgütler El Nusra ile ittifak halindedirler. “TC” ve Suudi Arabistan’ın, ABD’nin sessiz onayı ile cihadist emelleriyle bu örgütler üzerinden harekete geçirmesi, Rusya’nın “El Nusra’yı” vur-

Kürt ulusunu statüsüz bırakmak istemektedir. Ve bunu katliamlarla yaratmak istemektedir. ABD bölgedeki stratejik siyaseti için Kürtleri bir dinamik olarak görmektedir. Rusya’ya kaptırılmış böyle bir dinamik, ABD’nin stratejik planlarını zayıflatır. ABD Suriye’de, “Konferedal” bir sistem öngörmektedir. Kürlerin bu sistemde dıştalanması, ABD’nin stratejik planlarını bozar. Yine IŞİD’e karşı kara gücü sorunu, ABD’yi Kürt ulusal dinamiğine muhtaç kılmaktadır. Bütün bunlar, ABD ve Türk gericiliğinin, “çatışma” zemini olmaktadır. Ama bu “çatışma”, ABD’nin stratejik planlarını bozan bir düzeye taşınmamaktadır. Her ne kadar

ma operasyonuyla, isteyerek ya da istemeyerek bombalaması, “ateşkes” sürecini riske edebilir. Bir olasılık olarak bu durumun Türk hâkim sınıfları üzerinden olması, Türk hâkim sınıflarının ABD merkezli emperyalist stratejik politikalara “itirazı” olarak ele alınmamalıdır. Emperyalist stratejik politikalar süreci böyle bir çatışma üzerinden, süreci yeniden fiili çatışmalara evirebilir. Yani faşist Türk hakim gericiliği, bölgesel denklemleri ve büyük gerici emperyalist güçler arasındaki rekabeti kullanarak, Kürt ulusunu bölgenin her coğrafyasında boğma ve Suriye politikasında manevra alanı yaratmaya çalışsa da, süreçteki esas konumlanışı, ABD merkezli emperyalist stratejik plana uyumdur. ABD-AB ve Rusya emperyalist gericiliği, bölgesel faşist diktatörlükler ve gerici cihadist örgütlenmeler üzerinden bölgeyi dizayn ederken, esas aldıkları kendi çıkarları-

Türk hâkim sınıfları, ABD ye karşı bölgedeki pazarlık gücünü, Suudi Arabistan, Katar ile kurduğu ikili ilişkiler ve bazı askeri planlarla arttırmaya çalışsa da, sonuçta bu güçlerin ABD ile olan tarihsel stratejik ilişkileri, Türk hâkim sınıfları için planlanan avantajı yaratmamıştır. Suudi Arabistan ile birlikte, Suriye’deki iç savaşa, PYD-YPG güçlerine müdahale etmeyi “angajman” kurallarını kullanarak genişletmeyi planlayan Türk egemenlik sistemi, ABD ve Rusya’nın emperyalist projesi olan “geçiş” döneminin önadımı “ateşkes” konusunda anlaşmasıyla, utangaç “itirazlarla” bu sürece da-

dır. Kürt ulusu başta olmak üzere, devrimci ve sosyalist güçlerin, askeri ve diplomatik anlamdaki hamleleri, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin politik yönelimini parçalayan düzlemde olmalıdır. Halkların ve ezilen mazlum ulusların barışı, bölgenin tümüne sosyalist demokrasinin gelmesidir. Ezilen halklar ve mazlum uluslar, hep birlikte bunun mücadelesini vermelidirler. Emperyalist gerici egemenliklerin, bölgesel gerici diktatörlüklerin aralarındaki muhtemel çatışkılara ve sarsıntılara “umut” bağlamak, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşının ana dinamiği değildir.


04

güncel haber

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

Altın tepsi iktidarından Cizîr, Sûr ve Gazi’deki kan kızıl faşizme giden yol

Kuzey Kürdistan’daki katliamları protesto ve destek amaçlı Gazi, Armutlu gibi devrimcilerin yoğun olduğu semtlerde düzenlenen eylemlere devletin yönelimi 20 yaşındaki Yılmaz Öztürk’ü katletmek oldu. Bu katliam devrimcilere verilen açık bir ihtardı aynı zamanda. Ölümlerin sıradanlaştığı bir atmosferde Erdoğan karşıtı tüm kesimlerin nihai olarak devlet zoru ile karşılaşacağı aşikârdır. Kürt hareketi ile ortak mücadele zeminini genişletmek devrimci ittifakları şimdiden inşa etmek yarın için atılacak en doğru adım olacaktır. Devrimcilerin, Alevilerin, Kürtlerin yoğun yaşadığı Gazi, 1 Mayıs, Nurtepe, Güzeltepe, Sarıgazi gibi semtlerin devlet terörünün hedefi olacağı açıktır. Bu semtlerde yaşayan tüm insanlar Cizîr, Sûr’da olduğu gibi ayrım gözetilmeden sindirilmeye, göçertilmeye zorlanacaktır. Direniş ve öz savunmanın hayati önemi anlamak için saldırıların yaşam bulmasını beklemek anlamsızdır

Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında son üç ay içerisinde yaşananlar önümüzdeki döneme ilişkin devletin konumlanışını anlamak açısından zengin veriler içermektedir. Devrimci ve yurtseverleri bekleyen kıyasıya bir mücadelenin kıyısındayız. Bu kaçınılmaz savaşıma girmeden önce hasmımızın hedef ve buna ulaşma noktasındaki kararlılığı ile müttefikleri ve düşmanları iyi tahlil etmek bizler açısından hayati önemdedir. Parti diktatörlüğünden tek adam diktatörlüğüne doğru tam gaz yol olan Erdoğan, Kürtler ve devrimcilere yönelik olarak 7 Haziran seçimleri sonrasında imha ve tasfiye hedefli bir savaş konseptini adım adım yaşama geçirdi. İmralı tutanaklarında geçen ve Öcalan tarafından ifade edilen ‘Kendime kızıyorum, 20012004’te biz eylemi ‘tak’ diye kestik. Hükümet anlamadı, ‘terör bitti’ dediler. (Altan Tan’a dönerek) Sayın Altan bilirsin İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını gerçekleştirdik. Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk. Bize bir teşekkür etmedikleri gibi 2’nci Atatürk rolüne soyunup daha çok üstümüze geldiler, ezmeye çalıştılar. Benim demokratik kriterlerim var bunu anlattık, bir baktık ki AKP hegemonya kurmak istiyor.’ sözleri ile 19 Aralık sonrası devrimcilere yönelik gerçekleştirilen katliam ve tasfiye saldırısına paralel Kürt hareketini de bir şekilde AKP’nin önünde engel olmaktan çıkaran devlet stratejisi açık bir şekilde görülmektedir. Aynı anda birden fazla düşmanı karşısı-

na almak istemeyen egemenler yeni kurulan AKP ile geniş kesimleri sistem içine çekmenin arifesinde son kullanma tarihini çoktan doldurmuş DSP-ANAPMHP koalisyonuna 19 Aralık katliamını yaptırıyordu. Bu katliamın yarattığı derin tahribat bugün dahi Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin tüm kesimlerinde bütün ağırlığıyla hissedilmektedir. AKP 2000’lerde 90 yıllık devlet geleneğinin klasik söyleminden farklı bir şekilde ‘demokratikleşme, yeni anayasa, AB uyum süreci, çözüm süreci’ vb. ile 2015’e kadar Kürt sorununda krizi oyalamacı ve ötelemeci bir şekilde yönetti. Ne var ki bu oyalamacılık onu tek başına iktidar yaparken HDP politikası ile yeni bir solun çıkışı için manevra alanına da fırsat veriyordu.7 Haziran seçimleri ile AKP zirve noktasından düşüş dönemine giriyordu. Hakkındaki yolsuzluk dosyaları ve suçlardan kurtulmanın yegâne yolu taçsız padişahlık diyebileceğimiz başkanlık sistemindeydi. Fakat çok açıktır ki ülkedeki en örgütlü güç olan Kürtler artık altın tepside bir şeyler sunma konusunda eskisi kadar ‘saf’ değildi. Demokratikleşme ve Kürt sorunu konusunda somut adımlar atmadan AKP’nin çatışmasızlığı devam ettirmesinin zemini ortadan kalkmıştı. Ergenekon-IŞİD-AKP koalisyonu AKP’nin yüzünden Gezi Ayaklanması ile sıyrılan ‘muhafazakâr demokrat’ maskesi 7 Haziran seçimleri sonrası alınan yenilginin çıkış yolu olarak kurulan Ergenekon-IŞİD-AKP koalisyonu ile yeni

bir biçime bürünüyordu. 1 Kasım seçimlerine kadar devrimci yurtsever kesimlere yönelik IŞİD üzerinden yürütülen bombalı saldırılarla yüzlerce muhalif öldürülürken, muhafazakâr kesimler AKP’de likidite edildi. Devrimci yurtseverlerin alanlara inmesi katliamlarla engellenirken, tüm baskı ve engellemelere rağmen devrimciler ve yurtseverler seçim barajını ikinci kez aşarak başkanlık rüyasının önüne derin bir hendek kazdı. Ülke içinde yaşanan bu krizin yanında Suriye savaşında da rüzgâr Erdoğan’ın aleyhine dönmeye başlamıştı. PYD’nin Kobanê direnişi ile yakaladığı prestij ardı ardına ilan edilen kantonlar ve nihai olarak Rusya’nın sahaya inmesi ile Rojava Kürdistanı somut bir realite olarak doğum sancılarını hissettiriyordu. Cizîr, Sûr ve İdil’de ilan edilen sokağa çıkma yasağı sonrasında koalisyonun Ergenekon-JİTEM ayağı devreye girip vahşi katliamlara imza atıyordu. Zırhlı araçların arkasında sürüklenen bedenlerden, bodrumlarda katledilen yüzlerce insana vahşi bir devlet terörü uygulanarak yerleşim alanları ağır silahlarla yaşanamaz hale getiriliyor, PKK ve Kürt halkına adeta bir gözdağı veriliyordu. İnsanlık tarihi sınıflar savaşımın tarihidir. Bu savaşım tarihi içerisinde haklılık önemli bir nokta iken her zaman savaşı kazanmanın yegâne koşulu değildir. “Haklıyız, Kazanacağız” önermesi taktik manevralarla desteklenmezse düşman tüm gericiliğine karşın galip gelebilir. Paris Komünarları da davalarında en az


05

Türkiye-Kuzey Kürdistanlı devrimciler kadar haklıydılar ama bu burjuvaziyi tahlil etmedeki yetersizliklerini kapatmıyordu ne yazık ki… Egemenlik alanlarındaki bankaların parasına el koymaktan dahi imtina eden çizgileri nihai olarak onların sonlarını hazırlıyordu. Bundan dolayıdır ki sınıf savaşımları her zaman iki sınıfın taktiklerinin güncele uygulanmasındaki mahareti ile doğrudan ilintilidir. AKP ve Erdoğan’da cisimleşen egemen sınıflar tüm ilerici kesimleri tasfiye edeceklerini ve bu konuda her türlü barbarlığa başvuracaklarını alenen beyan etmektedir. AKP hükümetinin geçtiğimiz günlerde medyaya yansıyan “Milli Savunma Bakanlığı’nın hazırlayıp Adalet Bakanlığı’na sunduğu taslakta, ersubay ayrımı kaldırılırken, “terörle mücadelede görevli tüm askerlerin izne bağlı olarak yargılanabilmeleri” yönünde düzenleme yapıldı. Buna göre, askerlerin görevleriyle ilgili suçlar konusunda bir iddia ortaya atıldığı zaman doğrudan soruşturma yapılamayacak. Savcılıklar, önce Milli Savunma Bakanlığı’ndan soruşturma izni talep edecek, ardından Başbakan’ın da onayıyla yargılama mümkün olabilecek. Yasal düzenlemesi çok açık göstermektedir ki AKP orduyu kitlesel katliamlara hazırlamaktadır. ‘Bu kadarını yapamazlar’ üzerinden siyaset üreten bir akıl, adını kurbanlar listesine yazdırmayı peşinen kabul etmiştir diyebiliriz. Dersim, Zilan, 6-7 Eylül, Maraş, Sivas, Çorum, Gazi, Roboski, Suruç, Ankara, Cizîr, Sûr... devletin suç siciline bakmak ileride yapabileceklerini anlamak açısından önemli bir referans noktası olacaktır. Önümüzdeki günler için direnişi örgütlemek, halkı aydınlatmak hayati önemdedir. Bu ne bir kehanet ne de kurgusal bir distopyadır. Tarih bilincini Marksist öngörü ile harmanlayan her akıl gelen fırtınanın kara bulutlarını görebilir. Açık ansiklopedi Wikipedia gibi politik tahlil ve öngörü misyonu olmayan bir mecra bile geçtiğimiz günlerde Türkiye-Kuzey Kürdistan’ı iç savaş yaşanan ülkeler listesine eklemişken, devrimci ve muhaliflerin başını kuma gömmesi tarihin ve egemenlerin asla affetmeyeceği yapılabilecek en büyük hata olacaktır. Kuzey Kürdistan’daki katliamları protesto ve destek amaçlı Gazi, Armutlu gibi devrimcilerin yoğun olduğu semtlerde düzenlenen eylemlere devletin yönelimi 20 yaşındaki Yılmaz Öztürk’ü katletmek oldu. Bu katliam devrimcilere verilen açık bir ihtardı aynı zamanda. Ölümlerin sıradanlaştığı bir atmosferde Erdoğan karşıtı tüm kesimlerin nihai olarak devlet zoru ile karşılaşacağı aşikârdır. Kürt hareketi ile ortak mücadele zeminini genişletmek devrimci ittifakları şimdiden inşa etmek yarın için atılacak en doğru adım olacaktır. Devrimcilerin, Alevilerin, Kürtlerin yoğun yaşadığı Gazi, 1 Mayıs, Nurtepe, Güzeltepe, Sarıgazi gibi semtlerin devlet terörünün hedefi olacağı açıktır. Bu semtlerde yaşayan tüm insanlar Cizîr, Sûr’da olduğu gibi ayrım gözetilmeden sindirilmeye, göçertilmeye zorlanacaktır. Direniş ve öz savunmanın hayati önemi anlamak için saldırıların yaşam bulmasını beklemek anlamsızdır.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

ANAYASA MAHKEMESİ’NİN DÜNDAR VE GÜL KARARINA ERDOĞAN’IN TAHAMMÜLSÜZLÜĞÜ evleti tüm kurumlarıyla tahakküm altına alıp kendisine tabi kılmaya alışmış olan ve bugüne kadar doğrudan talimatlar vererek bu kurumları istemleri doğrultusunda harekete geçiren Erdoğan, Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar ve Erdem Gül ile ilgili verdiği tahliye kararı karşısında tahammülsüzlüğünü sergileyerek bir kez daha sıra dışı davranış ve hukuk tanımayan gerçekliğini ortaya koydu. Doğrusu Erdoğan’ın mutlak egemenlik sultasına rağmen AYM’nin bu kararı bizler için de şaşırtıcı oldu… Erdoğan/AKP diktasının kendi hukuk ve yargısını egemen kılmak için Anayasa Mahkemesi’nde yaptığı düzenlemelerden sonra, bu yargı cephesinde bugüne kadar Erdoğan’ın talimatları ve istemleri dışında hiçbir karar çıkmadı denebilir. Erdoğan hemen her sorunda kamuoyu önünde açıktan talimatlar vererek yargıyı yönlendirip kontrol etti. Her istediğinde ilgili mahkemeler harekete geçip Erdoğan’ın istediği doğrultusunda kararlar aldılar. Yargının bu denli siyasileştirilmesi ve tek adama bağlanması daha önce bu kadar açık yaşanmamıştı. Erdoğan çeşitli gerekçelerle gerçekleştirdiği operasyonlarla devletin tüm kurumlarında egemenliğini tesis edip kontrolü sağladı denebilir. Ki yargı Erdoğan elinde adeta bir oyuncağa dönüşerek en güvenilmez kurumlardan biri haline geldi. Anayasa Mahkemesi’nin tahliye kararına konu olan gazeteci Can Dündar ve Erdem Gül’ün, MİT tırlarıyla ilgili yaptığı haberlerden sonra bizzat Erdoğan’ın talimatıyla mahkemeler tarafından sorgulanıp tutuklandıkları ve ulusal sırları deşifre ettikleri gerekçesiyle ajanlık suçuyla itham edilip ağır müebbetle yargılandıkları bilinmektedir. Bu gazetecilerin AYM’ne itirazları üzerine, başvuruyu değerlendiren AYM bu gazetecilerin hak ihlaline maruz kaldıklarına kanaat getirmesiyle tahliye edildiler. Bu tahliyelerin gündeme gelmesiyle birlikte, istemleri ve bilgisi dışında hiçbir merciin karar alıp uygulamasını kabullenemeyen Erdoğan, “AYM’nin kararını tanımıyorum, saygı da duymuyorum” diyerek diktatörce tavrını bir kez daha sergiledi. Evet bir ülkenin cumhurbaşkanı o ülkenin AYM’nin kararlarını tanımadığını, saygı duymadığını alenen kamuoyu önünde basınla paylaşıyor. Yüksek mahkemeye güvenmediğini ve kararlarını tanımadığını söylüyor. Böylece anayasal bir suç işliyor. Erdoğan’a göre kendisinin istediği gibi karar almayan bir mahkeme veya hukuk meşru değildir, tanınmaz. Tıpkı daha önce kaymakamlara verdiği talimattaki gibi… Hatırlanacağı üzere kaymakamlarla yaptığı toplantıda da “Mevzuatı bir kenara bırakın kendi iradenizle yapın ve belediyenin araçlarına el koyun” diye hukukun alenen çiğnenmesi talimatını vermişti. Hukuk ve anayasal suç işlemekten sakınmayan Erdoğan şimdi de AYM’nin kararlarını tanımadığını söyleyerek suç işlemektedir. Cumhurbaşkanının yargıyı, hukuk ve yüksek

D

mahkemeleri tanımadığı veya kendisine biat etmeyerek kendisine bağımlı ve siyasi olmayan bir yargıyı-hukuku tanımadığı şartlarda insanların nasıl bir sistemle, nasıl bir adalet, yargı ve hukukla karşı karşıya oldukları izaha muhtaç olmayacak kadar gayrı meşrudur. Dolayısıyla cumhurbaşkanının tanımadığı bir yargıyı-hukuku insanların da tanımama hakkı vardır. Bu hakkı kendisine tanıyıp da halka tanımamak tam bir Erdoğan “demokrasisidir”. Erdoğan’ın suçları, hukuksuzlukları, diktatörlüğü ve aynı zamanda sistemin çürümüşlüğü ile toplumsal halk kitlelerinin karşı karşıya olduğu gerici sistem ve devlet gerçekliği her vesileyle sırıtan bir gerçektir. Devlet ve hakim sınıflar sınıf karakterlerine uygun bir profil ortaya koymakta, kokuşmuş gerici niteliklerini gizleyemeden sergilemektedirler. Dolayısıyla toplumun belleğine kazınmış olan bu gerçekleri gereğinden fazla ayrıntılandırıp geniş izahatlara tabi tutmaya esasta ihtiyaç yoktur. Ancak meselede dikkat çeken bir yan var ki, buna değinmeden geçmek olmaz. Anayasa Mahkemesi’nin Erdoğan’a rağmen bir karar aldığı anlaşılmaktadır ki, bu belli bir gelişmeye işarettir. Olağanlaştırılmış olağandışı durumda AYM’nin Erdoğan’ın kontrolünde olup onun talimat ve istemleri doğrultusunda kararlar almaya, harekete geçmeye toplum alışmıştı. Ki bilinen operasyonlarla AYM üyelerinin atanması vb. yapılarak yapılan bu düzenlemelerle AYM, Erdoğan/AKP güruhunun denetim ve kontrolüne girdi. Dolayısıyla bu tarihten sonra aldığı kararlar da buna uygun oldu. Ne var ki, Erdoğan’ın talimatlarıyla tutuklatıp ağır müebbet hapis cezasıyla yargılattığı gazeteciler hakkında AYM tarafından verilen bu karar bir şeylerin değiştiğine işaret etmektedir. Erdoğan’a rağmen alınmış bir kararla karşı karşıyayız ki, Erdoğan’ın karara ilişkin suç teşkil eden basına dönük açıklaması da durumu açıkça ortaya koymaktadır. Ne olduysa AYM Erdoğan’ın mutlak kontrol ve denetimi dışına çıktı. Bu durum Erdoğan sultası ve tek adam egemenliğinin sarsıldığına ve otoritesinin zayıfladığına bir işaret olabilir. Ancak Erdoğan’ın başlı başına suç ve hukuk dışı olan açıklamasında, mahkemelere dönük dolaylı bir talimat ve açık bir uyarısı da vardı. Yerel mahkemenin kararında ısrar etmesi ve yaşananın sadece bir tahliye olduğuna vurgu yapması anlamsız ve boş değildir. Kamuoyu önünde bu kadarını konuşan Erdoğan muhtemelen gizli-özel kanalları vasıtasıyla gerekli talimatları vererek durumu yeniden ters yüz edebilir. Ki bu girişimlerde bulunacağı açıklamalarından da alenen anlaşılmaktadır. Erdoğan müdahale edip durumu tersine çevirse de, başka bir durum var ki o da Erdoğan sultasının gevşediği, otoritesinin zayıfladığı gerçeğidir. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı bunun sadece bir göstergesidir. Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Hüseyin Çeliklerin ekibinin boş olmadığı ve boş durmadığı söylenebilir!


06 güncel haber

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

“TC”nin milli zulmü direniş duvarına çarparak yerle bir olmaktadır! Dün olduğu gibi bugün de devrimci şiddet noktasındaki anlayışımız tartışmasız olarak berraklığını korumaktadır. Bugün eleştirilmesi gereken bir nokta varsa o da devrimci şiddetin hükmünü yeterince oynamamasıdır. Bu anlamda bugün esas olarak devreye sokulması gereken devrimci savaş ve devrimci şiddetin hükmünü oynamasıdır Faşist “TC” genlerinde hüküm süren bir barbarlık ve kana susamışlıkla saldırmaya ve vahşice katletmeye devam ediyor. ‘Yurtta Savaş, Cihanda Savaş’ gerici ve istilacı anlayışı ile hareket eden “TC” devleti içerde ülkeyi tam bir kan deryasına ve halklar hapishanesine dönüştürürken dışarıda ise yine aynı gerici emellerle savaş çığırtkanlığını devreye sokarak halklara savaş açmış durumdadır. Osmanlı’dan devraldığı yayılmacı geleneği Neo-Osmanlıcılık siyaseti ile bugüne uyarlamaya çalışan Türk hâkim sınıflarının somuttaki temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı, Ortadoğu ve Balkanlar üzerinde aynı gerici emellerle tahakküm kurmaya çalışmaktadır. Tarihsel gerici niteliğine uygun olarak bunu yaparken de en gerici güçlere dayanıp ve onlarla işbirliği gerçekleştirmektedir. Suriye başta olmak üzere bir dizi ülkede ortaya koyduğu siyaset ve girdiği kirli ilişkiler bunun somut kanıtlarıdır (IŞİD, El-Nusra vb güçler). Yine Erdoğan/AKP iktidarı bu gerici ve yayılmacı politikaları hayata geçirmeye çalışırken mevcuttaki en devrimci, ilerici ve seküler dinamikleri hedef alarak ve bu dinamiklere savaş açarak bunu gerçekleştirmektedir. Çünkü onun gerici emellerinin ve politikalarının karşısındaki engelleyici güçler bunlardır, dolayısı ile Erdoğan/AKP iktidarı ilk önce bu güçlere vahşice saldırmaktadır (Suriye’de PYD vb. demokratik güçlere olduğu gibi). Erdoğan/AKP iktidarının PYD’yi hedef alması, tüm gerici ilişkiler ve kirli politikaları devreye sokarak PYD’ye saldırması sadece stratejik Kürdistan korkusu ve kaygısından meydana gelmemektedir. Bu kaygı tayin edici bir yerde olmakla birlikte saldırmalarının önemli nedenlerinden biri de PYD vb. dinamiklerin taşıdıkları demokratik ve ilerici niteliklerinden dolayı bölge halklarına model olması gerçekliği yatmaktadır.

Eskisiyle, yenisiyle “TC” gerici ve faşist bir karakter taşımaktadır

Türk hâkim sınıfları ve temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze dek köhnemiş gerici niteliğine uygun olarak içerde ve dışarıda en gerici olana sarılmış ve yine bu gerici niteliğine uygun olarak içerde ve dışarıda ne kadar ilerici ve demokratik dinamik varsa onları hedef alarak barbarca saldırmış ve bastırmıştır. Dolayısı ile bugünde hâkim sınıfların devamlı kullandıkları M. Kemal’in “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” söylemi bir safsatadan öteye hiçbir anlam ifade etmemektedir. Dolayısı ile Türk hâkim sınıflarından ve onların temsilcileri olan AKP başta olmak üzere CHP vb. burjuva faşist ve gerici kliklerden hala zorlama bir şekilde demokratik nüveler arayanlar, “Eski Türkiye, Yeni Türkiye” tartışmaları ile emperyalist/kapitalist gerici dünyanın bir parçası olmaktan öteye gidemeyen Erdoğan/AKP iktidarına farklı anlamlar yükleyenler ve aklamaya çalışanlar bilumum sınıf işbirlikçileri ve ondan beslenen burjuva liberalleridir. Gerici faşist niteliği ve yaşanmış/yaşanmakta olan tarihsel gerçeklikler bizlere binlerce kez kanıtlamıştır ki eskisiyle, yenisiyle, AKP’siyle, CHP’siyle, MHP’siyle, İslamcılığıyla ve Kemalizm’iyle bir bütün “TC” gerici ve faşist bir karakter taşımaktadır ve hiçbir beyhude çaba bu gerçekliği değiştiremez. Dolayısı ile hiçbir gelişme ve süreç bizleri burjuva gerici klikler arasında bir tercih yapmaya götüremez. Bizlerin temel görevi bütün gerici klikleri, partileri ve mekanizmalarıyla mevcut faşist sistemi devrimci savaşla parçalamaktır.

Milli zulme karşı Kürt ulusu direnmeye devam ediyor! Türk hâkim sınıflarının Kuzey-Kürdistan’da mazlum Kürt ulusuna yönelik milli zulmü barbarca devam etmektedir. Öyle ki Kuzey-Kürdistan’da yaşananlar hiçbir savaşta olmayacak kadar kirli ve kuralsız yaşanmaktadır. Tüm gerici mekanizmaları ve katil sürüleriyle Kuzey-Kürdistan’ı işgal eden faşist “TC” devleti tüm katliam ve vahşetine rağmen Kürt ulusunun tarihi devrimci direnişi karşısında adeta şok yaşamaktadır. Tankı, topu, özel harekâtçısı, polisi, valisi, kaymakamı, muhtarı ve bin bir türlü psikolojik savaş aygıtıyla “milli seferberlik” ruhunu kuşanarak mazlum Kürt ulusu üzerinde milli zulüm uygulayan “TC”, tüm vahşeti ve barbarlığına rağmen

Kürt ulusunu teslim alamamaktadır. Faşist devletin borazanlığını yapan, kana susamış bir barbarlıkla devletin Kuzey-Kürdistan’da uyguladığı milli zulmü alkışlayan, türlü türlü gerici manipülasyonlarla her defasında devletin “zaferini” ilan eden burjuva basın ve kalemşorlarının tüm beyhude çırpınışları da her defasında deşifre olarak yerle bir olmaktadır. Bilgi ve iletişimin o muazzam yaratıcılığı faşist devletin

yorum. Cizîr halkı 60 gündür soğuğa rağmen, açlığa rağmen, susuzluğa rağmen diz çökmedi. Onun için kalan insanların bizimle gurur duyması lazım. Biz diz çökmeyeceğiz. Nasıl ki ilk günkü gibi Hayrilere, Kemallere, Mazlumlara söz vermişsek, onlar nasıl ki Esat Oktay gibi kişiliklere diz çökmediyse bizde AKP faşizmine Cizîr halkı olarak diz çökmeyeceğiz.” Şimdi görev bu tarihi direnişi ve feda ruhunu kuşanarak milli zulme ve faşist diktatörlüğe karşı yaşamın tüm alanlarında devrimci direnişi ve mücadeleyi geliştirmek olmalıdır.

TAK’ın Ankara eylemi ve şaşkına dönenler!

tüm psikolojik zafer naralarını ve yalanlarını her defasında boşa çıkartarak rezil rüsva etmektedir. Yaşananlar göstermektedir ki Kuzey-Kürdistan’da tarihin hükmünü oynayan ve geleceğe ışık tutacak olan mazlum Kürt ulusunun tarihi devrimci direnişi olmaktadır. Tarihsel direniş geleneğinin birikimleri üzerinden mücadelesini daha da ileri boyutlara taşıyan ve önemli politik kazanımlar elde eden mazlum Kürt ulusunun direniş geleneğinin tarihsel bilinci Cizîr’de vahşice katledilen Cizîr Halk Meclisi Eş Başkanı Mehmet Tunç’un son sözlerinde anlam kazanmaktadır. Kuşatıldıkları bodrum katında teslim olmayı reddederek günlerce direnen onlarca Kürdistanlı vahşice katledildiler. Katledilenlerden biri de Cizre Halk Meclisi Eş Başkanı Mehmet Tunç’tur. Direnişi büyütme çağrısı yapan Mehmet Tunç’un sözlerini öneminden dolayı tekrardan buraya aktarmayı devrimci bir görev olarak ele almaktayız: “Teslim olmayacağız bundan herkesin haberi olsun. Beyaz bayraklarla dışarı çıkmayacağız. Şu an ölümü bekliyoruz. Mücadeledir, Kürt halkına sesleniyorum, bu bir mücadeledir. Doğrudur uzun soluklu bir yürüyüştür. 100 kişinin katledilmesiyle bu hareketin bitmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Herkesin moralini iyi tutması lazım. Hiç kimsenin şüphesi olmasın, mücadeleye devam eden arkadaşlara selamlarımı ileti-

Faşist “TC”nin özelde Cizîr genelde ise Kuzey-Kürdistan’da mazlum Kürt ulusuna karşı gerçekleştirmiş olduğu milli zulme ve vahşi katliamlara karşı TAK’ın Ankara’da gerçekleştirdiği eylem, devleti ve onun gerici ideolojisinden kopamayan bilumum burjuva ve küçük burjuva kesimleri gerçek anlamıyla şok ederek sarsmıştır. Ki yapılan eylem sonrasındaki açıklamalar ve tartışmalar yaşadıkları bu şoku açıkça ortaya koymaktadır. Eylemin Ankara’da ve devletin kalbi sayılan bir noktada gerçekleştirilmiş olması burjuva faşist devletin bütün karizmasını adeta çizmiştir. Yapılan eylemi hemen psikolojik savaş manevraları ve manipülasyonlarla altını boşaltmaya çalışmış ve milliyetçilik-şovenizm zehrini toplumsal bir basınç olarak devreye koyarak kendi lehine dönüştürmeye çalışmıştır. Ki bunda da kısmen de olsa başarılı olduğu söylenebilir. Eylem sonrası maalesef ilerici ve hatta devrimci olarak değerlendirdiğimiz toplumsal güçlerin önemli bir kısmı da dâhil bir bütün olarak eylemi kınayan ve “terör” saldırısı olarak değerlendiren açıklamaların yapılması bu minvalde okunmalıdır. Buradan bir kez daha vurgulamak isteriz ki; faşist devlete ve onun bütün gerici kurum ve mekanizmalarına karşı gerçekleştirilen her devrimci eylem bizler açısından tartışmasız olarak meşrudur. Ankara’da gerçekleştirilen eylemi de bu minvalde tartışmasız olarak meşru görerek selamlamaktayız. Ankara’da gerçekleştirilen eylem faşist devletin Kürdistan’da gerçekleştirdiği milli zulme ve barbarlığa yönelmiş olan tarihsel önemde bir hesap sorma ve meydan okuyuştur. Devrimci ve komünistlerin görevi bu meşru eylemleri amalarla eleştirmek olamaz. Dün olduğu gibi bugün de devrimci şiddet noktasındaki anlayışımız tartışmasız olarak berraklığını korumaktadır. Bugün eleştirilmesi gereken bir nokta varsa o da devrimci şiddetin hükmünü yeterince oynamamasıdır. Bu anlamda bugün esas olarak devreye sokulması gereken devrimci savaş ve devrimci şiddetin hükmünü oynamasıdır.


01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

güncel haber 07

Ankara eylemi ve Erdoğan/AKP güruhunun yalanlarına gömülen PYD hazımsızlığı Ankara eylemi karşısında acze düşen faşist Erdoğan/AKP güruhu eylemden dolayı YPG ve PKK’yi suçlarken arkasına dönüp gerçekleştirdiği vahşi katliamlara bakmamaktadır Erdoğan/AKP iktidarının Kuzey Kürdistan topraklarında kentleri harabeye çeviren soykırım pratiğiyle gerçekleştirdiği vahşi katliamlar ve Kürt ulusu başta olmak üzere ülke genelinde geniş emekçi kitlelere karşı barbarca sürdürdüğü topyekûn savaş saldırganlığı ve amansız baskılar artarak devam ediyor. Baskı ve zulme maruz kalan yığınlarda bu katliam politikalarının bir karşı reaksiyon yaratması doğanın diyalektiği gereğidir. “Rüzgâr eken fırtına biçer” sözü toplumların devasa yaşam tecrübesinden süzülerek çıkan ve her şeyin karşıtını var ettiği bilimsel gerçeğine uygun, etki-tepki diyalektiğini anlatan söz olarak anlamlıdır. Baskının olduğu yerde isyanın olması kaçınılmaz olmakla birlikte meşru haktır da. Zulme karşı direniş insan onurunun kopmaz parçası olup, en ulvi insani değerdir de. Baskı ve zulme boyun eğmek ise insan doğasına aykırıdır. İnsanın tüm yaşam deneyiminde elde ettiği tüm birikimlerin en önemlilerinden biri her türden baskıya karşın özgürlük tutkusu ve bu uğurda bedeller ödemeyi göze alma erdemidir. Sınıflı toplumlar yaşamı tamamıyla buna tanıklık yaptı, bugün de aynı şeye tanıklık yapmaktadır. Evet, Kuzey Kürdistan’da savaş kurallarına göre suç sayılarak askeri hedefler dışında tutulan siviller kapsamında bebeklerin, hamile kadınların, yaşlıların acımasızca ve barbarca katledildiğine tanık olduk. Bu Kuzey Kürdistan’da çocuk cesetlerinin buzdolabında muhafaza edildiğine, cenazelerin tanklarınaraçların arkasından sürüklendiğine, katledilen kadınların “teşhir” edildiğine, cesetlerin alınıp gömülmesinin engellenerek bu cesetlerin sokaklarda çürümeye bırakılmasına, cesetlere ait uzuvların sokaklara dağılmış olmasına, yaralıların binalar çökertilerek topluca katledilmesine ve en cani ölçülerde ilkel kin ve düşmanlıkla uygulanan devasa katliam ve soykırıma tanık olduk, oluyoruz. Sözle anlatılamayacak tarzda büyük acılara, zulme ve insani drama tanık olduk bu coğrafyada… Hal böyleyken ne beklenebilirdi? Kıyımdan geçirilen, seçilmişinden siyasetçisine, çocuğundan yaşlısına kadar her

ferdi ve siyasi partisi büyük baskı ve katliamlar altında terbiye edilmeye, yok edilmeye çalışılırken, ulusal iradesi çiğnenip onuru ayaklar altına alınmaya çalışılırken Kürt ulusunun ne yapması öneriliyor ya da ne yapması gerekirdi? Kürt ulusunun kendisini savunması hakkı değil midir? Bu kıyıma uğrayan Kürtlerin kurbanlık koyun gibi kaderine razı olup katliamlara sevgi gösterisinde bulunması mı beklenmekte, istenmektedir. Kuşkusuz ki, bu zulme maruz kalan Kürtler haklı olarak yaşamlarını savunacak, kendisine uygulanan zulmün karşılığını vermeye çalışacak, meşru direniş ve eylem hakkını kullanacaklardı. Irkçı Türk milliyetçiliğinin zehriyle beyni sulanmamış ve faşist karaktere sahip iflah olmaz gericiler dışında(elbette Erdoğan/AKP güruhu dışında) hiçbir insan Kürtlerin neden silahlı eyleme başvurduğunu sorgulamaz, silahlı eylem ve direnişe başvurdukları için onları suçlayamaz, eleştiremez. Kürt ulusunun kendisini müdafaa etme tavrı ve haklı zeminde gelişen devrimci eylemini yadırgamak veya eleştirmek Kürt ulusuna uygulanan tüm katliam ve soykırımı haklı görmek, dolayısıyla desteklemek demektir. Özcesi, Ankara’da askeri servis aracına dönük askeri hedef gözetilerek gerçekleştirilen eylem bu zeminde ve bu sebepler üzerinde gündeme gelmiş bir eylemdir. Eylemde sivil insanların ölmesi ise irade dışında gerçekleşen ve objektif durum nedeniyle gerçekleşmiştir. Ki, bu sivillerin askeri servis araçlarında bulunan askeriyedeki sivil çalışanlar olduğu da bilinmektedir. Buna rağmen sivil ölümleri istenmeyen sonuçlardır ama silahlı eylemlerde irade

dışında gelişebilecek olumsuzluklardır. Eylemde ölenlerin ezici çoğunluğunun asker ve rütbeli olması da bu eylemin seçici bir eylem olduğunu gösterir ki, PKK uzun yıllardan beridir silahlı eylem çizgisinde seçici davranıp eski olumsuz pratiklerinden uzaklaşmıştır. Yani “kurşun adres sormaz” anlayışını terk ederek, daha bilinçli ve isabetli eylemler gerçekleştirmektedir. PKK’nin devletin vahşi katliamlarına karşın duygusallığa kapılmadan seçici eylem çizgisinde ısrar etmesi son derece sevindirici-olumlu bir gelişmedir. Ankara eylemi karşısında acze düşen faşist Erdoğan/AKP güruhu eylemden dolayı YPG ve PKK’yi suçlarken arkasına dönüp gerçekleştirdiği vahşi katliamlara bakmamaktadır.

Erdoğan’nın PYD hazımsızlığı Suriye-Batı Kürdistan sınırı ile TürkiyeKuzey Kürdistan sınırında inisiyatifini büyüterek yönetim alanını sınır boyundaki topraklarına yayan PYD-YPG Kürt yönetiminin bu statüsünü hazmedemeyen Erdoğan/AKP güruhu, bura Kürt yönetimi ve güçlerine saldırılarını meşrulaştırmak için Ankara eylemini bahane etmeye çalıştı. Eylemin PYG ile PKK’nin ortak eylemi olduğunu, canlı bomba eylemini gerçekleştiren kişinin Suriye’den giriş yaptığını, YPG üyesi olduğunu ismiyle birlikte ilk dakikalarda hemen açıkladı. Bundaki ama Batı Kürdistan’daki Kürt yönetimi ve güçlerine saldırılarına gerekçe yaratmak ve saldırılarını büyüterek devam ettirmekti. Zira daha ölenlerin kimlikleri belirlenmeden canlı bomba eylemini gerçekleştiren kişinin kimliğinden Suriye’den girişine ve YPG’li olduğuna kadar ayrıntılı bilgiler

açıkladılar ki, söz konusu süre içinde bu bilgilere ulaşmaları olası değildi. Bilindiği gibi henüz eylemde ölenlerin kimlikleri vb. tespit edilmemişti. TAK’ın açıklamasıyla birlikte, bu güruhun eylemci olarak açıkladığı kişinin ifade edildiği adres ve kütükte bulunmadığı tespit edildi. Buna rağmen uydurdukları bahaneyle Batı Kürdistan PYG güçlerini top ve füze atışlarıyla vurdular ve saldırılarını sürdürdüler… Fakat ‘yalancının mumu bir kez daha yatsıya kadar yandı.’ YPD-PYG derhal açıklama yaparak eylemle bir ilgisinin olmadığını duyurdu. Daha da önemlisi kısa bir süre sonra TAK eylemi üstlenerek eylemi gerçekleştiren militanının kimliğini ve resmini yayınladı. Oysa Erdoğan/AKP güruhu da eylemcinin kimlik ve resmini yayınlamıştı. Ancak açıkladığı bilgilerin tamamen yalanyanlış olduğu TAK’ın açıkladığı bilgi ve resimlerle ortaya çıkmış oldu. Dolayısıyla Erdoğan/AKP güruhunun kendi sınırları dışında PYD yönetimindeki Batı Kürdistan bölgesel Kürt yönetimine saldırı gerekçeleri yaratmak için söylediği yalanlar da esasta kursağında kaldı. Zira bu bahaneyle Suriye-Batı Kürdistan topraklarına girme, PYD’ye dönük saldırılarına emperyalist güçlerden onay alma ve PYD’yi terör yapılanması olarak kabul ettirme hayalleri vardı ki, hiçbirine nail olamadı… Ki, Erdoğan/AKP güruhunun PYD’yi itham eden ilk açıklamalarına emperyalist güçler temkinli yaklaşarak bu açıklamaları dikkate almadılar. Bu anlamda bu güruhun kolayca yalan söyleyip ciddiyetsiz davranarak bahane yaratmak için yalana başvurduğu, ilgili emperyalist güçlerce açık biçimde görülmüş oldu.


08

kadın haber

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

“Kadının rengini yansıtacak bir döneme hazırlanıyoruz” Kadının sadece annelik üzerinden tanımlandığı, katillerinin ‘ağır tahrik’ ve ‘iyi hal’ indirimleri ile ödüllendirildiği, örgütlü ve militan kadınların direk hedef alınarak katledildiği böylesi bir süreçte kurultayın “Kadın yönetime, Kadın iktidara” şiarı ile somutlaştırılması önemli bir yerde duruyordu. Kadını erkeğe bağımlı ve sadece ev içinde tanımlayan bir toplumsal düzenin karşısında Demokratik Kadın Hareketi olarak iddiamız yaşamın her alanında öncüleşmek, önderleşmek ve özgürleşmektir. Fikir öncümüz olan komünist kadın Berna Saygılı şahsında ölümsüzleşen kadınlarımızın bıraktığı mücadele mirasını daha ileriye taşımak öncüleşen, önderleşen ve özgürleşen kadını var edebilecek bir örgütlenme ile olacaktır. Bu perspektiften baktığımızda bu şiar hem nihai hedefimizi özetliyor hem de bulunduğumuz alanlarda ön açıcı olacak politikaların temelini hazırlıyor Halkın Günlüğü Gazetesi olarak Demokratik Kadın Hareketi ile 13-14 Şubat tarihlerinde gerçekleştirmiş oldukları 3. Kurultayı hakkında röportaj gerçekleştirdik. Röportajda aynı zamanda devlet ve erkek şiddeti, kadın mücadelesi ve ileriki dönem politikaları üzerine konuştuk.

Halkın Günlüğü Gazetesi: DKH olarak 13-14 Şubat'ta 3. Kurultayınızı gerçekleştirdiniz. Kurultay örgütleme sürecini anlatır mısınız? Demokratik Kadın Hareketi: Kurultay örgütleme süreci bizim için yoğun bir süreçti. Uzun bir aradan sonra gerçekleştirdiğimiz kurultayımızda yeni gündemlerin tartışılması, süreç tahlili ve kadın hareketi olarak yeni politik yönelimimizi tartıştığımız bir alt kurultaylar süreci geçirdik. Bu kapsamda Kürdistan, Ege, İç Anadolu, Marmara alt kurultaylarını örgütledik. Alt kurultaylarda madde

madde tartışılan programın yanı sıra; öz savunma, meclis örgütlenmeleri, seks işçiliği gibi konularda tartışılarak programlaştırıldı. Alt kurultay tartışmalarının bitmesinin ardından 13-14 Şubat tarihinde “Kadın yönetime, kadın iktidara” şiarı ile gerçekleştirdiğimiz kurultay, fikir öncümüz olan komünist kadın Berna Saygılı başta olmak üzere, özelde Kürdistan coğrafyasında çıplak bedenleriyle mücadeleyi büyütenlere ve mücadele içinde sonsuzluğa uğurladığımız tüm kadınlara atfedildi. İki gün süren kurultayın ilk günü program tartışmalarına ayrılırken ikinci gün ise “Güncel-Siyasal Gelişmeler”, “Medya ve Eril Dil” ve “ Seks İşçiliği” üzerine yapılan sunumların ardından son buldu.

H.G: Kurultayınızın ana şiarı “Kadın Yönetime, Kadın İktidara” idi. Bu şiar ile hedeflerinizi açıklar mısınız? DKH: AKP iktidarı ile birlikte Türk, Sünni ve erkek iktidarın dışında kalan herkes oluşturulan saldırı konseptinin hedefi haline getirildi. Bu saldırılardan en fazla nasiplenen kesimlerin başında ise kadınlar geliyor. AKP iktidarı şahsında hayat bulan ırkçı, faşist, tekçi, erkek zihniyet kadın katliamlarının önüne geçmek bir yana katliamları meşrulaştıran ve artmasını sağlayan bir noktadan politika üretmeye devam ettiler. Kadını üretim içerisinde sadece ucuz iş gücü olarak gören bu zihniyet annelik dışında bir misyonu ise kadına layık görmedi. Kadının sadece annelik üzerinden ta-

nımlandığı, katillerinin ‘ağır tahrik’ ve ‘iyi hal’ indirimleri ile ödüllendirildiği, örgütlü ve militan kadınların direk hedef alınarak katledildiği böylesi bir süreçte kurultayın “Kadın Yönetime, Kadın İktidara” şiarı ile somutlaştırılması önemli bir yerde duruyordu. Kadını erkeğe bağımlı ve sadece ev içinde tanımlayan bir toplumsal düzenin karşısında Demokratik Kadın Hareketi olarak iddiamız yaşamın her alanında öncüleşmek, önderleşmek ve özgürleşmektir. Fikir öncümüz olan komünist kadın Berna Saygılı şahsında ölümsüzleşen kadınlarımızın bıraktığı mücadele mirasını daha ileriye taşımak öncüleşen, önderleşen ve özgürleşen kadını var edebilecek bir örgütlenme ile olacaktır. Bu perspektiften baktığımızda bu şiar hem nihai hedefimizi özetliyor hem de bulunduğumuz alanlarda ön açıcı olacak politikaların temelini hazırlıyor. Az evvel de bahsettiğimiz gibi şiarın 3 Kurultay’ın önemli hedefi; öncüleşmek, önderleşmek ve özgürleşmek

H.G: Bundan sonraki dönem planlamalarınız nelerdir? DKH: Demokratik Kadın Hareketi olarak yeni dönemi büyük bir kampanya ile karşılamayı planlıyoruz. Bu kampanyanın esas amacı; kadın meclislerini oluşturmak ve daha geniş kadın kitlesine ulaşmak olacak. İşte tam da bu zorunluluktan yola çıkarak kadın meclislerini oluşturmak için kampanyalar örgütlemeyi önümüze koyduk. Kadın bültenini uzun zamandır çıkartamadık, yeni sürecimizin heyecanıyla bülten çalışmaları-

mız başlayacak. Kadının rengini yansıtacak bir döneme hazırlanıyoruz; kısacası yoğun bir dönem bizleri bekliyor.

H.G: Son olarak başta Kürdistan olmak üzere birçok alanda kadınlar sistematik saldırılara maruz kalıyor ve hedef haline getiriliyor buna dair ne söylemek istersiniz? DKH: Devletin uyguladığı savaş konseptiyle birlikte Ağustos ayından bu yana toplam 81 kadın devlet tarafından katledildi. Ekin Wan ile başlayan süreç 57 yaşında 7 gün boyunca cenazesi sokakta bırakılan Taybet İnan ile devam etti. Kürt kadının verdiği görkemli direniş ile kadınlara yönelen saldırılar arttı. Ve bu süreçte sorgulayan, örgütlenen, öncüleşen tüm kadınlar hedef alınarak katledildi. Kürdistan’da hendek direnişinde katledilen kadınların yanı sıra Batı’da devrimci, militan kadınlar ev baskınlarında katledildi ve görüntüleri basına “sızdırıldı.” TC’nin tarihi kanlıdır. Biz nasıl ki kendi tarihimizden öğrenerek ilerliyorsak, TC’de kendi tarihinden biliyor örgütlenen kadınların neler yapabileceğini… Merallerden, Barbaralardan, Sakinelerden, Sabahatlardan, Sefagüllerden, Yelizlerden, Bernalardan biliyor kadının örgütlü gücünü. Ve bunu bildiğinden dolayı saldırılarını aynı sertlikle devam ettiriyor. Bu saldırılara verilecek en yerinde cevap ise; örgütlenmeyi geliştirmek ve yüzyıllardır süren kavgamızı büyütmek olacaktır.


01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

güncel haber

09

Suriye’de ateşkese karar verenlerin savaşa da karar verenler olduğu unutulamaz Savaşı doğrudan başlatan savaş suçlusu emperyalist barbarlar ateşkes sağlayan “iyilik melekleri” pozisyonuna girmektedirler. Oysa tüm dünyada olduğu gibi Suriye’deki savaşın kaynağı ve gerçek yürütücüleri de emperyalist barbarlık ve onun gerici emelleridir 11 Eylül saldırısı sonrası ABD emperyalizmi uzun vadeli ve kapsamlı yeni stratejiler devreye koydu. Bu stratejiler bugün de yürürlükte olup uygulanmaktadır. Ne var ki her şey ABD emperyalizminin derin stratejilerle belirlediği gibi düz bir çizgide gitmedi, gidemezdi de. Zira dünya salt ABD emperyalizmiyle sınırlı değildi ve ABD emperyalizmi dışında diğer emperyalist güçler de aynı emperyalist dünya sisteminin unsurları olarak rol oynuyordu… ABD emperyalizmi stratejilerinin önemli bir ayağı olarak “Arap Baharı” safsatasını piyasaya sürmüştü. Putin, “Tek kutuplu dünyadan” söz etmenin yanılgı olduğunu açıklayarak emperyalist dalaşın keskinleşeceğinin işaretini veriyordu. Nitekim “Arap Baharı” olarak adlandırılan, yoksul ve emperyalist güçlerce yedeklenip gerici çıkarları ve stratejileri temelinde kullanılan dünya halklarının demokrasi ve özgürlük istemlerinin de öne çıktığı devasa yığın hareketleri süreci birçok ülkede kanlı/kansız iktidar değişimlerine yol açtı. ABD emperyalizmi iktidar değişimlerini eski tarzda darbeler örgütleyerek gerçekleştirme yerine yeni stratejilerine uygun olarak kitlelerin hoşnutsuzluğundan yararlanarak iç muhalefeti destekleyip geliştirme ve bu hareketler üzerinden iktidar değişimlerini uygulamaya başladı. Zira artık işgal ve darbelerini “demokrasi götürme” yalanıyla kılıflayamaz duruma gelmişti... Ne ki, “Arap Baharı” ünüyle cilalanan emperyalist gerici strateji Suriye’de Putin başkanlığında Rusya engeline takıldı. Ve beş-altı yıldır Suriye’de çakılıp kaldı. Ki, “Arap Baharı” Suriye serüveninde bugün itibarıyla raydan çıkarak ters yöne ilerlemektedir. Rusya’nın sınırlanmasını vb. amaçlayan bu sürecin Suriye ayağı, kaçınılmaz olarak Rusya’nın etkin olarak sahneye çıkmasına vesile oldu. ABD Suriye’de muhalefet örgütleyerek burada da iktidar değişimini hedefledi. Fakat Rusya, ABD emperyalizmine karşı pozisyon alarak devrilmek istenen Esad diktatörlüğünü destekleyerek ayakta tutmayı başardı. Putin “Tek kutuplu dünya hayali görmeyin” derken tam da bu duruma atıfta bulunuyordu… Suriye’de ABD-Rusya eksenli emperyalist bir çatışma başlamıştı, bugün hala sürmektedir. Bu çatışma aktüel olmakla birlikte, altıncı yılında yenişememiş olan söz konusu emperyalist güçler arasında ciddi bir güç dengesinin oluştuğu açığa çıkmış, bu gerçeklik muhataplarca da kabul edilmiş durumdadır. Bugün Suriye‘de yapılan geçici “ateşkes” anlaşması da bu güç dengesinin bir ürünü ve göstergesidir. Suriye’de gerici savaşı kışkırtan ve bu savaşın perde arkasındaki yürütücüleri olan emperyalist güçler beş-altı yıldır döktükleri kana rağmen birbirine üstünlük

sağlayamadıklarını görerek “ateşkes” anlaşması yaptılar. Bu “ateşkesin” geçici olduğu, dolayısıyla emperyalist strateji, çıkar ve hedeflerin uzlaşmazlık realitesinin devam ettiği aşikârdır. Ne ABD emperyalizmi ne de Rusya emperyalizmi küresel otorite olma iddialarından vazgeçmediği gibi, Suriye’deki strateji, çıkar ve nüfuzundan da vazgeçmiş değildir. Dolayısıyla derin stratejilerle oynatılan taşlar yerine oturmuş değildir. Kaçınılmaz olan emperyalist nüfuz çatışması, somuttaki keskin çatışma gerçekliğiyle devam etmekte, edecektir. Ne var ki, çatışmada gelinen eşik bir dünya savaşının alenen dillendirilmesine dayandığından ve ilgili emperyalist taraflar karşılıklı olarak bu savaşı göze alamadıklarından, geçici ateşkes anlaşmasını yeni manevra olanakları yakalamak ve karşı ataklar geliştirmek için devreye sokmuşlardır. Bunun için de ateşkesin geçici olduğu açıktır. Öte taraftan yenişemeyen bu emperyalist haydutların Suriye’de geçici de olsa belli bir anlaşmaya vardıkları bir gerçektir. Bu anlaşma kuşkusuz ki söz konusu emperyalist güçlerin karşılıklı çıkarlarını belli bir dengede koruyan ve tanıyan bir zemine oturmaktadır. Yani “ateşkes” anlaşması; Suriye’de ABD’nin gerici çıkarları ile Rusya’nın gerici çıkarlarını güç dengesine uygun olarak gözeten bir anlaşmadır. Bu anlaşma veya “ateşkesin” geçici olması Suriye’deki emperyalist strateji ve hedeflerin gerçekleştirilememiş olması, dolayısıyla bu gerici çıkar ve hedeflerin ortadan kalkmaması ile birlikte, Suriye’deki karmaşa ve belirsizliğin egemen olmasından ileri gelmektedir. Yapılan ateşkes anlaşması, mevcut savaşın üçüncü dünya savaşı şantajının kullanılması gibi ciddi bir eşiğe gelmiş olmasının dayatmasıdır bir anlamda. Suriye’deki karmaşık ya da çapraşık ilişkiler gerçekliğinde ABD ve Rusya gibi emperyalist aktörlerin hedefleri ile müttefikleri değişken olup andaki politik gün-

dem gerici çıkarlara bağlı olarak belirlendiğinden, yani bu gerici çıkarlar çatıştığından, kalıcı bir ateşkesten söz edilemez. Ateşkes anlaşması yapan taraflardan birinin ittifakı olan kesim-güç ötekinin hedefi, ötekinin müttefiki olan kesim diğerinin hedefi durumundadır. Bu koşullarda sağlanan ateşkesin ömrü uzun olamaz. Ne ki andaki durumu kotarmak için geçici bir ateşkes gerekiyordu ve yapılan bu geçici ateşkestir… Suriye’de yaşanan emperyalist çatışma, emperyalist güçlerin gerçek yüzünü deşifre etmekte büyük bir ayna oldu. Savaşı başlatanlar olmasına karşın bunu çeşitli biçimlerde örtebiliyor, perde arkasında durarak yerel güçler üzerinden savaşı yürütüyorlardı. Fakat gelinen aşamada Suriye iç savaşında yapılan “ateşkes” anlaşmasının ABD ile Rusya arasında yapılmasıyla savaşın tarafları alenen gözler önüne serilmiştir. Savaşın başlatılmasından, yürütülmesine kadar her aşamada bizzat bu güçlerin tayin edici rolü ve varlıkları tartışmasızken, yapılan “ateşkes” anlaşması bu durumu inkâr edilemez biçimde kanıtlamaktadır. Evet, savaşın insan öznesi ya da yürütücü insan unsuru olarak Suriye’de Esad iktidarıyla muhalifler çatışmaktadır. Ancak savaşan bunlar olmasına karşın “ateşkes” anlaşması ABD ile Rusya arasında gerçekleştirilmektedir. İşte emperyalist haydutluk tüm çıplaklığıyla burada ortaya çıkıyor. Yani savaşı başlatıp yürütenlerin ateşkes anlaşması yapan emperyalist güçler olduğu katıksız biçimde gözler önüne serilmiş oluyor. Aynı zamanda “Arap Baharı” ve onun bir ayağı olan Suriye çatışmasının emperyalist stratejiler temelinde yürürlüğe girdiği de kanıtlanmış olmaktadır. Dikkat çeken şu ki, resmi savaş sözüm ona Suriye iktidarı ile muhalefeti arasında yaşanırken, ateşkes anlaşması ise ABD-Rusya emperyalist barbarları tarafından yapılmaktadır. Oysa Suriye toplumu kendi kaderini kendi belirme hakkına sahiptir. Suriye’nin iç işlerine, bağımsızlığına müdahale etme uluslararası hukukta suç olduğu gibi, hiçbir gücün müdahale etme hakkı da yoktur. Emperyalist haydutların Suriye’de ve Suriye savaşına dönük ateşkes anlaşması yapmakta ne gibi bir yetkisi ve işi vardır? Dünya bu kadar açık biçimde emperyalist haydutlara teslim olmuş, edilmiş durumdadır. Zira olup biten tüm dünya tarafından normalmiş gibi karşılanıyor, izleniyor. Ve “ateşkes” sağladılar gerekçesiyle bu gerici savaş kışkırtıcısı, başlatıcısı ve yürütücüsü olan emperyalist haydutlar hak etmedikleri halde ateşkes yapmış olmakla puan toplayıp kitlelerin takdirini almaya çalışıyorlar… Savaşı doğrudan başlatan savaş suçlusu emperyalist barbarlar ateşkes sağlayan “iyilik melekleri” pozisyonuna girmektedirler. Oysa tüm dünyada olduğu gibi Suriye’deki savaşın kaynağı ve gerçek yürütücüleri de; emperyalist barbarlık ve onun gerici emelleridir. Tüm kokuşmuşluğuna rağmen emperyalist barbarlar halklar adına karar vermekten geri durmamakta, gerici savaşların kaynağı olmalarına karşın savaşlara karşı olma rolünü üstlenme riyakârlığından geri durmamaktadırlar. İşte emperyalist dünya gericiliğinin manipülasyonu bu kadar uçuk ve derindir. Bunu teşhir etmek ise bizlerin görevidir.


10 kadın haber Kadınlar mücadele ve direnişi büyütüyor 01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

Kadının bedenine, emeğine ve varoluşuna yönelen bu saldırılara karşı koyabilmenin tek yolu ise örgütlenmekten geçiyor. Her gün bir kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, bedeni, emeği ve varoluşu üzerine söz söyleyen, politika üreten kadınların devlet tarafından katledildiği bir sistemde var olabilmek örgütlenmekle eşdeğerdir. Kadınların can bedeli ile kazandığı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü karşılarken mücadele ve direniş tarihimizi daha ileri taşımak bizler için en elzem görevlerden biridir. Yaşadığımız süreç biz kadınları ya daha ileriye atacak ya da tarihin karanlığına yeni katliamların öznesi olarak eklemeye devam edecek Günümüzde hem dünyada hem de Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında güncelliğini sürekli koruyan, kadına yönelik şiddet konusu iktidar sahiplerinden muhalefete, sosyalistlerden feministlere kadar birçok düzen içi ve alternatif örgütlenmeler tarafından konuşulmakta ve tartışılmaktadır. Doğru yönde, öz örgütlenmeler aracılığıyla üretilen kadın eksenli politikalar kadını her alanda ileriye taşırken; kendi bedeni ve yaşamı üzerine söz söyleyen, kaderini tayin etmede öncüleşen ve önderleşen birçok kadının buzu kırdığından söz edebiliyoruz, ediyoruz. Ve kadınların evrensel sorunlarından söz ettiğimizde şüphesiz ki karşımıza ilk çıkan olgu şiddet oluyor. Kadına yönelik şiddetle mücadele söz konusu olduğunda devlet(ler)in tutumu ve politikaları kadının içinde bulunduğu durumu koruyan, eril anlayışı besleyen ve şiddetin devamlılığını sağlayan bir hal alıyor. Kadına yönelik şiddet tüm dünya kadınlarının ortak sorunuyken bizler yaşadığımız coğrafya üzerinden şiddeti algılamalı ve anlamlandırmalıyız. Ortadoğu coğrafyasının acılı ve karmaşık tarihi göz önüne alındığında kadınların yaşadığı şiddet daha katmerli bir hal alıyor ve şiddet dediğimiz olgu birçok yan anlamını yitirirken zihnimizde sadece kaba dayak ve ölüm olarak kalıyor. Şiddetin günlük birer pratik olduğu coğrafyamızda şiddet ile gerçek bir mücadeleyi ise alternatif kadın örgütlenmeleri vermeye çalışıyor. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da kadına yönelik şiddeti iki ayrı başlıkta ele almak gerekiyor. Bu başlıkların birini erkek

şiddeti oluştururken, diğerini ise erkek/devlet şiddeti oluşturuyor. Fakat bu değerlendirmeyi yaparken ikisini ayrı ayrı ele almamak gerekiyor. En nihayetinde ikisi de birbirini besleyen, destekleyen ve önünü açan yerde duruyor. İki başlıkta ele alacak olmamızın sebebi ise eril zihniyeti temel bir prensip olarak ele alan devletin birini toplum aracılığı ile uygulaması ve erkek şiddetinin önünü kesecek her türlü düzenlemeden kaçması. Aksine şiddeti ödüllendirmesi, beslemesi ve yaymasıdır. Diğerini ise erkek/devlet şiddeti olarak değerlendirebiliriz. Bu başlıkta ise tüm bu adaletsizliklere karşı çıkan, öz savunmasını çeşitli biçimleri ile gerçekleştiren, sorgulayan ve başkaldıran kadınlara yönelen erkek/devlet şiddeti olarak ele alabiliriz. 2015 yılı cinsiyet çetelesine baktığımızda karşımıza kadınlar açısından karanlık bir katliam yılı ortaya çıkıyor. 20102015 arasında1134 kadın, sadece 2015 yılı içerisinde ise 204 kadın erkekler tarafından çeşitli bahanelerle katledildi. ‘Saçını kızıla boyatmak’, ‘yeni elbise almak’, ‘patates köfte yapmamak’, ‘tuzluğu uzatmamak’ veya sadece ‘gıcık olmak’ gibi “sebepler” bile bir kadın cinayetinin bahanesi olabildi. Failler ise koca, sevgili, baba, oğul, erkek kardeş, kısaca kadınların en yakınındaki erkeklerden oluşuyor. Son 5 yıl içerisinde katledilen kadınların 608’inin faili kocası veya eski kocası, 161’inin faili erkek arkadaşı veya eski erkek arkadaşı, 213’ünün faili ailedeki erkekler (babası, oğlu, erkek kardeşi, damadı, kayınpederi) veya akrabası oldu.

Devletin kadın katliamlarına yaklaşımı Kadına yönelik şiddetin bu kadar meşrulaştırıldığı bir alanda devletin katliamlara yaklaşımı ise erkeği koruyan bir noktada kurumsal olarak işletiliyor. Ge-

rek soruşturma evresinde gerekse yargılama sürecinde erkek açık olarak korunuyor ve yasal birçok indirime gidiliyor. ‘Ağır tahrik’, ‘iyi hal’, ‘saygın tutum’ adı altında cezalar indiriliyor, erkeğin beyanı esas alınarak katliamlar aklanıyor. Devlet bu desteği sadece yargı aracılığıyla değil, aynı zamanda basına verdikleri beyanatlarla da destekliyor, cinsiyet eşitliği uçurumunu derinleştirerek erkek egemenliğini pekiştiriyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir” ifadeleri devletin ve ordunun en üst ağzından katliamların önünün alınmayacağının beyanı olarak görülebilir. Tabi sadece tek bir alıntılama ile bu belirlemeyi yapmadan aynı muktedirin farklı ağızlarına da kısa bir göz atalım. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam’ın, kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddetle ilgili konuşurken, “Almanya’daki durumu hiç duymuyoruz ama Türkiye’dekini sağır sultan bile duyuyor” sözleri katliamların ne kadar dikkate alındığını gösterirken, Bülent Arınç’ın kadının herkesin içinde kahkaha atmaması gerektiğini söylemesi kadını toplum içerisinde nerede gördüklerini gösteriyor. Kadını toplum içerisinde sadece anne olarak konumlandıran, yemek ve temizlik yapmayı, doğurmayı vatani görev olarak tanımlayan bu anlayış katliamları destekleyip, meşrulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda tecavüzlerin önünü açarak teşvikte ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetva hattından yaptığı “babanın öz kızına şehvet duymasının nikâha bir etkisi yoktur” açıklaması gelen yoğun tepkiler üzerine siteden kaldırılmış, Google’ın önbelleğinde görülen yanıta rağmen Diyanet, böyle bir açıklama yapmadığını iddia etmişti. Pedofiliyi din aracılığıyla meşrulaştıran devlet, aile içi

tecavüzü bile erkeğe hak görmüştür. Tacizi, tecavüzü ve şiddeti erkeğe hak gören bu eril anlayış kendini tekrardan üretirken yaşamı, bedeni, kimliği ve inancı üzerinde örgütlü kadını ise direk kendi eliyle katlediyor. Savaş konsepti çerçevesinde 16 Ağustos 2015 tarihinde Varto’da başlayan sokağa çıkma yasaklarıyla beraber Cizîr, Silopi, Sûr, Suruç, Ankara ve İstanbul’da toplam 81 kadın devlet tarafından katledilmiştir. Çırılçıplak soyularak yol ortasına atılan Ekin Wan ile başlayan süreç 57 yaşında 7 gün sokak ortasında bekletilen Taybet İnan ile devam etmiştir. Kürt kadının örgütlü gücünün farkında olan ve bunu kırmak için hiçbir kirli yöntemi kullanmaktan geri durmayan devlet, örgütlü kadınların mücadelesini kırmak için devrimci kadınları da katlediyor. Günay Özarslan, Yeliz Erbay ve Şirin Öter gibi devrimci militanlar ev baskınlarında katledilirken, Dilek Doğan gibi örgütlü kadınlar da hedef alınarak görüntüler basına sızdırılıyor. Kadınlar üzerinde oluşturulan bu ablukanın tek sebebi ise kadının örgütlü mücadelesinin nerelere varabileceğinin egemenler tarafından bilinmesi. Kadının bedenine, emeğine ve varoluşuna yönelen bu saldırılara karşı koyabilmenin tek yolu ise örgütlenmekten geçiyor. Her gün bir kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, bedeni, emeği ve varoluşu üzerine söz söyleyen, politika üreten kadınların devlet tarafından katledildiği bir sistemde var olabilmek örgütlenmekle eşdeğerdir. Kadınların can bedeli ile kazandığı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü karşılarken mücadele ve direniş tarihimizi daha ileri taşımak bizler için en elzem görevlerden biridir. Yaşadığımız süreç biz kadınları ya daha ileriye atacak ya da tarihin karanlığına yeni katliamların öznesi olarak eklemeye devam edecek.


01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

11

“Cansel için Susma!” Bizler erkek egemen sistemin bedenimize, kimliğimize ve emeğimize karşı geliştirmiş olduğu tüm saldırı biçimlerine karşı erkek şiddetine baş eğmeyen, ruhuna direnişi giydiren Çilem’in, Nevin’in cüretini kuşanarak geleceğimizi ilmik ilmik örüyoruz! Yaşamda kadının cüreti ve mücadele ısrarı ile ilerliyor; her türlü tahakküme karşı “Özgürleşmek İçin Örgütlü Mücadeleye!” şiarı ile kadının öncüleşme-önderleşme mücadelesini büyütüyoruz! Düşlerimizi filizlendirmek adına; “Kadınsın, Direnensin, Ses Ver! Bu Kavga Senin!” Kayseri’de matematik öğretmeninin cinsel şiddetine uğrayan durumu okul yönetimi ile paylaşmasına rağmen duyarsız-umarsız kalınan lise öğrencisi Cansel Buse Kınalı, intihar ederek yaşamına son verdi. Cansel bu bozuk çarkın içerisinde erkek egemen sistem tarafından katledilirken kadınlar haykırdı: “Cansel İçin Susma!” Yaşadığı-yaşatılan sistematik cinsel şiddete dayanamayarak polis olan babasının silahı ile intihar eden Cansel Buse Kınalı’nın cansız bedeni 17 Şubat Cumartesi günü bulundu. Cansel’in intiharının ardından bir kadın arkadaşının paylaşımları sistematik cinsel saldırının boyutunu ve kadının psikolojisi üzerindeki tahakkümünü anlatır şekildeydi. “Kayseri’de henüz 18 yaşındaki arkadaşım Cansel Buse Kınalı’ya matematik öğretmenimiz Bayram Özcan’ın tecavüz etmesi ve okul yönetiminin Cansel’in şikâyetlerinin üzerinde durmaması üzerine Cansel 4 gün önce çarşamba gecesi polis babasının silahıyla kafasına sıkarak intihar etti. İntiharından 2 gün önce kucağıma bayılıp ‘Ben kendimi öldürücem, kaldıramıyorum.’ diyerek ağlamasını bende kaldıramıyorum. Bu zamana kadar saklamış olması, bu vicdan kaldırmayan olayı yeni öğrenmemizi hiç birimiz kaldıramıyoruz. Okul yönetimimiz işin üzerini kapatmaya çalışıyor. Sizlerden tek ricam duyurabildiğiniz kadar duyurmanız, destek çıkmanız.” Kadın bedenini kendi himayesinde gören, kadın bedeni üzerinden geliştirilen her türlü saldırıyı meşru kılan sistemin saldırılarının bir örneği de Cansel Buse Kınalı oldu ve Cansel erkek egemen sistem tarafından alenen katledildi. Cansel bir ilk değil. Önce cinsel şiddete direnen ve ardından vahşice katledilen Özgecan, ağa-

beyi tarafından katledilen Güldünya, boşanmak istediği kocası tarafından 11 yerinden bıçaklanarak katledilen Ayşe Paşalı, 13 yaşında 26 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç, geçtiğimiz yıl ayrılmak istediği sevgilisi tarafından İstanbul’da belediye otobüsünde vurularak öldürülen Özge; ve cinsel şiddetin boyutları ile karşı karşıya kalan, belki de bir kapı ardımızda olan daha binlercesi… Kadın bedenini kendi himayesinde, kadının bedeni üzerindeki her türlü davranış biçimini meşru ve kendisine tanınan bir hak olarak gören, cinsel şiddeti çeşitli argümanları ile meşrulaştıran ve kadının bedenine yönelen alenen saldırıları bu yolla resmeden erkek egemen devleterkekler katletmeye devam ediyor! Esasta cinsel şiddet burjuva medya ve sistemin diğer organları ile lanse edildiği gibi münferiden, ağır tahrikten değil; kadın bedenine yönelik her türlü saldırıyı körükleyen ve meşrulaştıran erkek egemen sistemden kaynaklanmaktadır. Ve erkek egemen sistem, sistemin zihniyetini heybesinde taşıyan-yaşamsallaştıran yapı ve organları her gün geliştirmiş olduğu söylemleri ile kadının yaşam alanına şiddet cenderesini yerleştirmekte ve cinsel şiddete; bu yolla katliamlara pencere aralamaktadır. Kadının bedeni devletin politikaların bir ürünü olmak ile beraber kadının bedenine, emeğine, kimliğine yönelen şiddetin her türlü saldırı-şiddet biçimi erkek devlet tarafından durmaksızın üretilmekte ve kadının yaşam alanında hançerleşmektedir. Cinsel şiddet özünde 5000 yıllık süreç içerisinde kadın-erkek arasında başlayan ve giderek toplumun geneline hâkim olan köle-efendi, ezen-ezilen ilişkisi veya çelişkisi sonucu açığa çıkan bir şekilleniş ve anlayıştır. Bugün ise erkek yargı, havuz medya, sinema, dizi, müzik vb sektörler üzerinden kadına, topluma dayatılan cinsel şiddet çeşitli argümanları-yöntemleri ile beyinlere, kişiliklere, yaşamın her alanına hâkim kılınmakta, toplumsal bir şekillenişe dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Ve bu şekilleniş günümüzde cinsel şiddeti meşrulaştırmak ile beraber kadın katliamlarını da doğurmaktadır. Bizler erkek egemen sistemin bedenimize, kimliğimize ve emeğimize karşı geliştirmiş olduğu tüm saldırı biçimlerine karşı erkek şiddetine baş eğmeyen, ruhuna direnişi giydiren Çilem’in, Nevin’in cüretini kuşanarak geleceğimizi ilmek ilmek örüyoruz! Yaşamda kadının cüreti ve mücadele ısrarı ile ilerliyor; her türlü tahakküme karşı “Özgürleşmek İçin Örgütlü Mücadeleye!” şiarı ile kadının öncüleşme-önderleşme mücadelesini büyütüyoruz! Düşlerimizi filizlendirmek adına “Kadınsın, Direnensin, Ses Ver! Bu Kavga Senin!”

ÖNCÜ KADIN

≫ aycan solmaz

8 MART’IN CÜRETİNİ KUŞANALIM

T

oplumsal bir sorun olarak kadına yönelik şiddet önümüzde çözülemeyen köklü bir sorun olarak durmakta. Erkek egemen anlayış toplumsal baskı aracı olarak gördüğü gerici anlayıştan beslenerek, din ve ahlak üzerinden kadının toplumdaki yerini belirlemeye ve normalleştirmeye çalışıyor. Kadın katliamları, şiddet ve cinsel şiddet kadınların kaderi olarak dayatılıyor. Evde, sokakta, okulda, işyerinde, kadınların yaşam alanlarında tahakküm kurmaya çalışan er-kek zihniyet bunu kendinde hak görmekte. Zira erkek egemen sistemde kadın kimliğini yok sayan anlayış, iyileştirilmiş yasalarla kadına yönelik katliamlarının önünü daha fazla açmaktadır. Uzaktan çalışma sistemiyle esnek, güvencesiz, ucuz iş gücü olarak kadını, anne-eşmutfak üçgenine sıkıştırılmış bir yaşama mahkûm ediyorlar. Bugün kadın ve LGBTİ’ye yönelik şiddet ve cinsel şiddeti uygulayan, katleden erkek zihniyetin yabancısı değiliz. Bu zihniyet Kuzey Kürdistan’da savaş çığırtkanlığıyla imha ve inkâr politikaları yapan “TC” devletinin er-kek katliamcı yüzüdür. Sokağa çıkma yasaklarıyla kadın, genç, yaşlı, çocuk demeden sivil halka uygulanan imha ve inkâr politikaları bodrum katlarında göz göre göre soykırım gerçekleştiriliyor. Muş’ta başlayan Cizîr’de, Silopiyê’de ve Sûr’da devam eden katliamlar kadın bedeni üzerinden uygulanıyor. Katledilen kadıların çıplak bedenleri sosyal medya üzerinden “teşhir” ediliyor. Cinsiyetçi söylemleriyle kadınları hedef alan erkek egemen sistemin, nerede olursa olsun anlayışı değişmiyor. Boşanmak istediği için sokak ortasında katledilen kadınlara, IŞİD çetelerinin köle pazarlarında satan kadınlara, Kuzey Kürdistan’da çıplak bedenleri “teşhir” edilen kadınlara uygulanan şiddet ve katliam, her yerde kandan ve zulümden besleniyor. Bugün kadına yönelik zor, baskı, sindirme ve katliamlara karşı, kadının kurtuluş mücadelesinin ertelenmez bir görev olarak önümüzde durduğunu söylemeliyiz. Kadınların kurtuluşu sınıfsız, sınırsız bir toplum yaratana kadar devam edecek. Erkek egemen sistemin, şiddeti, cinsel şiddeti ve katliamları kadın üzerinden meşrulaştıran gerici anlayışına karşı kadının özgürlük mücadelesi daha da güçlenerek ivme kazanacaktır. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü yaklaşırken kadınlar kendi tarihlerinden öğrenerek ilerlemeye ve güçlenmeye devam ediyorlar. Bu tarihe öncülük eden Claralardan, Rozalardan, Merallerden, Bernalardan, Sakinelerden ve Kuzey Kürdistan’da savaşan kadınlarımızdan öğreniyoruz. Zaman, kadınların özgürlük mücadelesini barikatlarda, hendeklerde, sokaklarda, 8 Mart’ın iradesi ve kadının bilinciyle devrimci kadının cüretini kuşanarak her yeri kavga alanına çevirmenin zamanıdır. Kadınlar kendi tarihini yazıyor ve yazmaya devam edecektir.


01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

Katliam politikalarının uygulandığı bu süreçte devrimci ve sosyalist hareketin daha büyük sorumluluklar alarak rol oynaması önemli bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Bu güçlerin ortak zeminlerde ortak eylemlerde bulunması, ittifak, cephe gibi değişik biçimlerde birlikler gerçekleştirmesi sürecin görevlerini göğüslemek için yaşamsal bir ihtiyaçtır. Ve elbette devrimci eylemin sınıf cephesinden daha etkili olarak ortaya konulup devrimci savaşın geliştirilmesi değişmez bir görev olarak bu güçlerin önünde durmaktadır. Unutulmamalıdır ki, devrimci ve sosyalist hareket bir sınavla karşı karşıyadır. Bu sınavda sergilenen faaliyet niteliği, gelecekte söz sahibi olup olmamakla doğrudan ilintili olacaktır! Yaşanan siyasi gelişmeler Erdoğan/AKP güruhunun yükselme döneminden hızlı bir iniş ve hatta düşüş dönemine geçtiğine işaret etmektedir. Bu güruh için “çanların çaldığını” söylemek çok yanlış olmaz. Yanlış olamaz çünkü geniş yelpazede yaşanan gelişmelerin mevcut ip uçları takip edildiğinde veya bu gelişme halkaları bir araya getirildiğinde kısa vadede olmasa da orta-uzun vadede bu güruhun baş aşağı gittiği görülecektir. Erdoğan/AKP güruhunun içinde bulunduğu ve karşı karşıya kalacağı muhtemel durumu anlamak için hem genel konjonktüre, hem de “içerdeki” şartlara, gelişmelere bakmayı gerektirir. Gerici savaş batağı bu güruhun çırpındıkça battığı zemindir. Elbette bir dizi etken bu güruhun çöküş yolunu döşerken, gerici savaş realitesi çöküşü hızlandıran ve burjuva manipülasyonlarla önlenemeyecek bir yıkılışın kuvvetli zeminidir. Gerici savaş batağı, Kürt ulusuna karşı yürütülen işgalci, katliamcı ve soykırım saldırganlıkla belli bir karşılık bulurken, esasta da Suriye eksenli savaş zemininde sürüklendiği örtülü savaş batağıdır ki, bu savaşın açık savaş biçimine geçmesi bu güruhun ipinin çekilmesi anlamına gelecektir. Ancak mevcut durumda da bu güruh

için çan iplerinin çekildiği söylenebilir. Kısaca bakarsak; Suriye‘de ABD emperyalizmi ile Rusya emperyalizmi geçici de olsa öngördükleri çerçevede bir ateşkesin sağlanması konusunda anlaşmaya vardılar. Bu anlaşma kalıcı ve köklü bir uyumu ifade etmese de belli konulardaki uzlaşmanın ifadesidir. Rusya ile ABD’li emperyalistlerin sınırlı çerçevede karşılıklı çıkarlar ekseninde göreli anlaşmaya vardılar. Genel bir uzlaşma-anlaşma olmamakla birlikte, Suriye’de iktidar sorununun nasıl biçimleneceği, bu bağlamda IŞİD’e karşı savaş ve Kürtlerin statüsü-Kürt politikası gibi konularda belli bir anlaşmanın sağlandığı söylenebilir. Sağlanan ateşkesin sorunsuz ve uzun vadeli olmayacağı aşikâr. Zira Suriye’deki kaos ve karmaşa orada herhangi bir politikanın kolayca sürdürülemeyeceğinin uygun zeminidir. Ateşkesin ise bu karmaşa ve kaos şartlarına uygun olarak değişik güçlerin provokasyon ve kışkırtmalarına da uygundur. Misal “TC”nin belli işbirlikçisi güçler üzerinden ateşkesi sabote etmesi son derece mümkündür. Elbette salt “TC” açısından değil, birçok aktör veya odak tarafından da aynı koşullar aynı amaçlarla değerlendirilebilir, ateşkes sabote edilebilir… Bir yığın gerici hesap, strateji, çıkar ve gerici gücün mevcut olduğu bu karmaşık ve kaotik şartlarda siyasi istikrarın korunması çok kolay değildir. Ki bunun gerçek sorumlusu doğrudan bu şartları yaşatan emperyalist güçlerdir… Burada anlatmak istediğimiz şu: Bir; Suriye’de yaşanan bu gelişme esasta Erdoğan/AKP güruhunun Suriye’de oynamak istediği rol açısından boşa düşmesi anlamına gelmektedir. İki; bu gelişmeler bu güruhun gerici politikaları, çıkar ve hesaplarının tersine olan gelişmelerdir. Üç; bu gelişmeler bu güruhun Kürt politikasında emperyalist dünya ile karşı karşıya geldiğini ifade etmektedir. Dört; aynı gelişmeler bu güruhun IŞİD politikası ve bu eksendeki gerici çıkar ilişkilerini baltalayan gelişmeler durumuyla bu güruhu boşa düşürmektedir. Beş ve belki hepsinden de önemlisi; yaşanan gelişmeler bu güruhun gerici hesaplarının suya düşmesinin yanı sıra, büyük bir tecrit yaşayarak emperyalist politikalar karşısında acze düşmesi demektir. Avrupa’ya karşı kullandığı mülteci kartından başka bir kart ve kozu kalmamıştır -ki bu koz da ABD ve özellikle Rusya, İran vb. açısından para etmemektedir zaten. Altı; Suriye ile sınırlarının en azından orta vadede Kürt yönetiminin denetimine geçeceği (esasta geçmiştir) belli olmuştur ve bu güruh bunu önleyemeyeceğini far etmiştir. Kendisi için tehdit

“Çanlar kimin için gördüğü Kürt yönetimi bu güruhun iradesine rağmen sınırlarında yükselen bir yönetim olacaktır, gelişmelerin gösterdiği budur. Yedi; bütün bunlar toplamında (ve özellikle bu güruhun IŞİD ile ilişkileri nedeniyle) emperyalist dünyanın esasta bu güruhla mesafeli olup yeni partnerlerle iş tutmaya yöneldiği ve daha açık yöneleceği anlaşılmaktadır… Bu anlamda bu güruhu zorlu günlerin beklediğini söylemek abartı olmaz. Suriye eksenli IŞİD politikası, Kürt politikası ve önemli oranda Esad iktidarına dönük politikalarda tüm dünyayla ve emperyalist aktörlerle karşı karşıya gelerek tecrit yaşadığını, dolayısıyla da akıbetinin iyi olmadığını gören Erdoğan/AKP güruhu bu durumu kotarmak için yeniden IŞİD kartını devreye soktu. Mülteci kartını sınırlı güçlere karşı koz olarak kullanabilen bu güruhun, ABD’den Rusya’ya ve daha geniş dünyaya karşı kullanabileceği kart olmadığından IŞİD kartını devreye soktu. Ki, IŞİD‘in başından itibaren örgütlenip geliştirilmesinde Erdoğan’ın doğrudan rol üstlendiği, gizli ilişkilerinin her alanda sürdüğü bilinmektedir. Bugün de bu zemin üzerinde yeniden IŞİD kartını daha açık biçimde kullanmaktadır. Bütün bu gelişmeler yaşanırken, gerile-

yerek zayıflayan IŞİD’in devreye girip Tel Abyad’a saldırması bir rastlantı değildir. Erdoğan/AKP güruhunun Suriye’de karşı karşıya kaldığı tecrit ve etkisizlik durumu ile aleyhine yaşanan gelişmeleri bir nebze de olsa önlemek ve emperyalistlere karşı pazarlık gücü elde etmek için IŞİD’i yeniden devreye soktuğu söylenebilir. İşte IŞİD’in Tel Abyad’a yaptığı son saldırının bu zeminde geliştiğini söylemek yanlış olmaz. Bilakis belli bir gerçeği ifade eder. Elbette IŞİD’in saldırısında farklı hesap ve etmenler de vardır fakat Erdoğan’ın önemli bir rol oynadığından söz etmek doğrudur. Ne var ki, Erdoğan’ın bu hesabı ters tepecektir. ABD, IŞİD saldırısına karşı derhal bombalamalara başlayarak sessiz kalmayacağını ve PYD’i “TC”ye rağmen destekleyeceğini açıklamış oldu. Dahası, IŞİD‘in arkasında Erdoğan ve güruhunun olduğunu çok iyi bilen ABD emperyalizmi, bu saldırılarının arkasında da aynı güruhun olduğunu bilmektedir. Bu anlamda Erdoğan’ın bu komploları elbette hanesine yazılarak onun karanlık tünellerde gireceği yolculuğun nedenlerinden olacaktır. Rusya ise uçağının düşürülmesinden sonra zaten Erdoğan/AKP iktidarına karşı tavrını açıklamış, bu iktidarı he-


perspektif

n çalıyor” deflediğini yansıtmıştır. Nitekim geliştirdiği yaptırımlar ve aldığı sınırlı önlemlerle Erdoğan/AKP güruhunu ciddi derecede sıkıştırmış, zora sokmuştur da. Ki, Rusya’nın Erdoğan/AKP güruhuna daha ağır fatura ödeteceği de beklenmelidir. Rusya’ya paralel olarak İran’ın da bu güruhun IŞİDci damarı nedeniyle karşıt pozisyonda olmak kaydıyla ciddi bir rol oynadığı söylenebilir. Kısacası Rusya ile yaşanan “uçak krizi” Erdoğan/AKP güruhuna pahalıya patlayan ve bu güruhu tuzağa düşüren bir stratejinin parçasıydı. Erdoğan/AKP güruhunun etrafındaki çemberin giderek daraldığını söylemek tamamen mümkündür. “Komşularla sıfır sorun” politikasından sıfır komşu realitesine gelme başarısı bu güruhun geldiği durumu resmetmektedir. Bu yalnızlık-tecrit durumu, ekonomik krizden siyasi krize kadar ciddi sorunların temeli durumundadır. Kuşkusuz ki, ABD emperyalizmi “TC” gibi bir pazarı gözden çıkarmayı tercih etmez. Dolayısıyla stratejik işbirlikçisi durumundaki “TC”ye karşı açıktan bir tavır geliştirmeyi çıkarları gereği benimsemez. Ancak mevcuttaki herhangi bir iktidarı gözden çıkararak yerine başka bir iktidarı tercih edebilir, eder. Özellikle Rusya ile yapacağı anlaşmalar

söz konusu olduğunda, bu anlaşmayla Erdoğan/AKP iktidarını geri planda tutarak bu iktidar aleyhine politikalar benimseyeceği açıktır. Ki Suriye eksenli gelişmeler düzleminde IŞİD ve Kürt politikalarında Erdoğan/AKP güruhuna ters politikalar izlediği de bilinmektedir… Dünya hegemonyası uğruna çatışan emperyalist gericiliğin bu kapsamdaki stratejilerinde Erdoğan/AKP iktidarını gözden çıkarması tamamen olanaklıdır. Erdoğan/AKP güruhunun Suriye’de sürüklendiği bu gerici örtülü savaş batağından daha da tayin edici yerde duran ikinci gerçeklik ise, Kürt ulusuna karşı amansızca yürüttüğü gerici savaş ve soykırım saldırganlığıdır. Ki, bu saldırganlık bu güruhun çöküşünü hızlandıran en gerçek zemin durumundadır. Kürt ulusunun özyönetim alanlarında lokal direnişlerle ortaya koyduğu büyük direniş bu güruhu acze sokmuş, çaresiz bırakmıştır. Tankı, topu ve katliam mangalarıyla gerçekleştirdiği soykırım katliamlarına, kentleri yerle bir eden vahşete rağmen özyönetim direniş alanlarına esasta giremediği, bu direnişlerin hala sürüyor olması bu güruhun korkularındaki haklılığını gösteriyor. Bu güruhun daha pervasız saldırı ve katliamlara başvurmasının gerçek nedeni de bu korkudur. Daha da önemlisi, bu güruhun açıkladığı gibi direnişin baharda yaygınlaşacağı gerçeğidir ki, bu olasılık bu güruh için tam bir kâbus durumundaki gelişmedir. Baharda özyönetim direniş alanlarının yaygınlaşarak daha büyük boyutlara varacak olan Kürt ulusal direnişi, siyasi istikrarsızlığı derinleştirerek bu güruhun gerçek manada yönetemez duruma gelmesine yol açacaktır. Kürt direnişinin Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci ve sosyalist hareketi tarafından daha etkili olarak desteklenmesi veya bu direnişin öznesi olarak içinde yer almaları önemli bir rol oynayacaktır. Direnişin Kürdistan coğrafyası dışındaki illere de şu veya bu biçimde yansıması, işçi sınıfı hareketinin gelişmesi, köylülerin maden arama ve HES’lere karşı direnişlerinin yükselmesi bu güruhun yönetsel felcine yol açacaktır. Özyönetim direnişinin yaygınlaşmasının yanı sıra, bu şartlarda büyüyen siyasi istikrarsızlıkla birlikte kaçınılmaz olarak derinleşecek olan ekonomik kriz toplumsal muhalefetin gelişmesine yol açarak Erdoğan/AKP sultasına yaşamı adeta dar edecektir. Devrimci koşulların önümüzdeki bu dönem daha da uygun hale gelerek devrimci hareket ve dalgayı geliştireceğinin tüm koşulları mevcuttur. Dolayısıyla büyük kitlesel direnişlerin gündeme gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Özellikle Maoist Hare-

ket’in baharla birlikte gerilla savaşı ve silahlı-silahsız mücadele kapsamında direniş içinde daha etkili yer alması anlamlı olacaktır. Kuşkusuz bir dizi devrimci-sosyalist yapı da etkin olarak direniş içinde yer alacaktır. Bu zemin demokratik, devrimci ve sosyalist güçlerin ortak direniş ve mücadelelerde birleşmesi bakımından son derece değerli bir gelişmedir ki, bu gelişmenin siyasi süreçte önemli bir rol oynayacağı muhtemeldir. Her demokratik ve devrimci gelişmenin mevcut gerici iktidarlar aleyhine olduğu düşünüldüğünde ve özellikle de bu gelişmelerin somut siyasi hedefinin Erdoğan/AKP iktidarını alması düşünüldüğünde önümüzdeki sürecin bu güruh için ağır olacağı rahatlıkla söylenebilir. Haksız savaş koşullarının yarattığı sonuçlara paralel olarak burjuva klik çatışmaları da derinleşmekte, keskinleşme eğilimi taşımaktadır. İktidar pastası üzerine yürütülen dalaş Erdoğan sultasının mevcut otoritesi altında tamamen bu güruh lehine işleyip diğer burjuva klikleri daraltarak imtiyazlarını kısıtlamakta ve bir nevi tasfiyelerini derinleştirmektedir. Kuşkusuz ki, bu durum iktidar güruhu dışındaki sermaye ve bu sermayenin siyasi temsilcileri-partilerinin muhalefetini keskinleştirmektedir. Yeni anayasa ve esasta da başkanlık sistemi burjuva klikler arasındaki çatışmanın aktüel konusu olacaktır ki, daha şimdiden uzlaşmazlık yeni anayasa ve başkanlık tartışmalarına damgasını vurmuş durumdadır. Siyasi iktidarda olmayan burjuva kliklerin hem uluslararası alanda ve hem de Kürt ulusuna dönük katliamlarında teşhir olan faşist Erdoğan/AKP güruhuna karşı muhalefetlerine ara vermeden, bilakis daha etkili olarak muhalefet edecekleri anlaşılmaktadır. Ki bu kliklerin bağlı oldukları emperyalist güçler düşünüldüğünde ve bu güruhun emperyalist güçler tarafından benimsenemez duruma gelip tecrit yaşaması gerçekliği de muhalefetin etkili olup Erdoğan/AKP güruhunun zor günler yaşayacağına işaret etmektedir. Öte taraftan Erdoğan/AKP güruhunun azgın faşist baskıları toplumsal hoşnutsuzluğu derinleştirmekte, kitlesel patlamalara uygun koşullar yaratmaktadır. Tüm demokratik şartları ortadan kaldıracak düzeyde koyu faşizm ve baskı diktatörlüğünü tırmandıran ve tam manasıyla tek adam sultasını uygulayan bu iktidarın içte geniş muhalefetle tanışması kaçınılmazdır. Nitekim Kuzey Kürdistan’da en barbar katliamların gerçekleştirilmesi, bununla yetinmeyerek milletvekillerinden belediye başkanlarına kadar her düzeyde

seçilmişlerin terörist olarak damgalanması, tutuklanması, tehdit edilmesi, gazete ve televizyon kanallarının kapatılması, baskıya maruz bırakılması, gazetecilerin tutuklanıp hapsedilmesi, doğasını koruyan köylülere azgınca saldırılması gibi her alanda uygulanan ağır baskı, diktatörlüğü giderek derinleşmektedir. Bu durumun karşıtını geliştirmesi kaçınılmazken, çığırından çıkan bu baskıların aynı zamanda son çırpınışlar olarak en zayıf duruma da işaret olduğu söylenebilir. Bu gidişatı fark eden ve belli düzeyde rahatsız da olan eski AKP’li kadroların bilinen hareketi de bir tesadüf değil, aksine görülen çöküşe alternatif olarak yeni bir yapının adımıdır. AKP kadrolarının başlatmış olduğu bu hareket de “çanların kimler için çaldığını” anlatmaya yeterli bir veridir. Çanlar mevcut Erdoğan/AKP iktidarı için çalmaktadır. Bilal Erdoğan’a açılan kara para aklama davası, Anayasa Mahkemesi’nin Erdoğan’a rağmen Erdem Gül ve Can Dündar hakkındaki kararı ve hatta Avrupa Parlamentosu ve BM gibi uluslararası kurumların bu iktidara dönük tavır ve uyarıları aynı çanın çaldığına kanıttır. Bunca katliam ve vahşete karşın bu iktidarın daha fazla ayakta kalması veya bu kadar teşhir olmuş bir iktidara daha fazla referans tanınması düşünülemez. Eğer bu iktidar savaş ve insanlık suçlarından ötürü çeşitli düzeylerde yargılanarak ya da zayıflayarak veya bir seçim veya erken seçim ile düşmez ise, kitlesel ayaklanma hareketleriyle düşürülmesi büyük bir olasılıktır. Zaten dinamik olan Kürt Ulusal Hareketi’nin daha güçlü çıkışlarla iktidarı zorlaması mümkünken, buna paralel olarak bir kitlesel ayaklanma hareketinin gelişmesi iktidarını düşmesi için yeterli olacaktır. Bu kez Gezi gibi olmayacak ama Gezi’den daha büyük kazanımlar elde edilecektir. Ne ki, bunun arkasında yine emperyalist stratejiler ve yerli burjuvazi olacaktır. İşte bu gelişmeler veya süreçte devrimci ve sosyalist hareketin daha büyük sorumluluklar alarak rol oynaması önemli bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Bu güçlerin ortak zeminlerde ortak eylemlerde bulunması, ittifak, cephe gibi değişik biçimlerde birlikler gerçekleştirmesi sürecin görevlerini göğüslemek için yaşamsal bir ihtiyaçtır. Ve elbette devrimci eylemin sınıf cephesinden daha etkili olarak ortaya konulup devrimci savaşın geliştirilmesi değişmez bir görev olarak bu güçlerin önünde durmaktadır. Unutulmamalıdır ki, devrimci ve sosyalist hareket bir sınavla karşı karşıyadır. Bu sınavda sergilenen faaliyet niteliği, gelecekte söz sahibi olup olmamakla doğrudan ilintili olacaktır!


14

güncel haber

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

Erdoğan/AKP sultasının baskı ve sindirme adımları Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının düşürülmesi hamlesi ile Kürt ulusu üzerindeki milli baskı ve zulmün son halkası olarak Kürt ulusunun teslim alınıp köleleştirilmesi hedeflenmektedir. Ne var ki, Kürt ulusunun direniş dinamiği bu hayallerin gerçekleşmesini engelleyecek güçtedir. Kürt ulusunun onurlu direniş ve haklı mücadelesiyle birleşen sosyalist ve devrimci hareket, faşist güruhun Kürt ulusuna dönük saldırganlıklarını boşa çıkarmakta kesin bir role sahiptir. Bu bilinçle faşist saldırganlık her alanda kararlı bir direnişle karşılanmalı, Kürt ulusunun demokratik mücadelesi sahiplenilmeli, bu mücadele kendi mücadele ve görevimiz olarak omuzlanmalıdır. Faşist diktatörlüğün Kürt ulusunun direnişini kırması daha büyük bir baskı ve terör diktasının tüm toplumu kuşatması ve tek adam sultasının daha da sağlamlaşarak oturması anlamına gelecektir Kürt Ulusal Hareketi’nin özyönetim alanlarında ortaya koyduğu kararlı direniş faşist güruhu mağlup ederek siyasi zaferini ispatladı. Kürt ulusal direnişi edindiği deneyimlerle daha büyük kazanımlara doğru ilerlerken, faşist Erdoğan/AKP iktidarı direniş karşısındaki aczini ve başarısızlığını görerek büyük bir panik yaşamaktadır. Direnişin ilerleyişi karşısında çaresizlik yaşayan faşist güruh katliamlara koşut olarak başvurduğu hile ve manevralarda da umar bulamayınca, elindeki her türlü koz ve baskı aracını pervasızca kullanıp hukuk tanımaz sonsuz keyfiyetçilikte karar kıldı. Kısacası denemediği insanlık dışı katliam ve zulüm kalmadığı halde şuursuzca çırpınışlar içinde belediye başkanlarını görevden almakta, televizyonları kapatmakta, milletvekillerini yargılayıp hapse atmaya adım atmaktadır. Bu adımlarının sonucunun parti kapatmaya kadar gitmesi ise şaşırtıcı olmayacaktır. Tek adam sultası olarak hüküm süren faşist diktatörlük tamamen Erdoğan’ın istem ve talimatları doğrultusunda hareket etmekte, parlamentodan yargıya kadar tüm kurumlar Erdoğan’ın direktiflerine biat ederek harekete geçmektedir. Bu durum son olarak milletvekillerinin dokunulmazlıkları konusunda da aynılıkla yaşandı. Erdoğan’ın kamuoyuna dönük verdiği talimatlarla milletvekillerinin dokunulmazlıkları raflardan indirilerek meclise sevk edildi. Yine Erdoğan’ın istemlerine uygun olarak, meclise getirilen dokunulmazlıkların esası HDP milletvekilleriyle ilgili olan dokunulmazlık dosyalarıydı. Araya istisna olarak CHP’den bazı dokunulmazlık dosyalarının da meclise sevk edilmesi durumun özünü değiştirmez. Ki meclise gelen dokunulmazlık dosyaları tamamen Erdoğan’ın istediği dosyalardır. Bütün dokunulmazlık dosyalarının meclise sevk edilmediği halde esasta HDP milletvekillerinin dokunulmazlık dosyalarının sevk edilmesi Erdoğan’ın açık talimatlarına uygun hareket edildiğinin başka bir kanıtıdır ki, Erdoğan’ın bunun talimatını kamuoyuna dönük alenen verdiği de bilinmektedir. Öz-

cesi, Kürt ulusal direnişi karşısında çaresizliğe düşen Erdoğan sultası Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırarak Kürtlerin sesini tamamen susturmak istemektedir. Son günlerde IMC TV’nin uydudan çıkarılması suretiyle kapatılması da muhalif sesin susturulmasına dönük çabanın parçasıdır.

Baskılar artarak devam edecek Burada dikkat çekmek gerekir ki, Erdoğan sultasının, eleştiren ve muhalif durumdaki sesleri, özellikle de Kürtlerin sesini susturmaya dönük bu faşist baskıları çok daha pervasız katliamlara başvuracağının hazırlıkları olarak okunabilirler. Dolayısıyla atılan bu adım ve baskıların hiçbirini küçümsemeden karşı mücadelenin yükseltilmesi önemsenmelidir. Faşizmin tırmanarak en korkunç boyutlarda eseceği hesaplanarak direniş pozisyonunun geliştirilmesine dönük hazırlıklar ertelenmemelidir. Kuşkusuz ki, uygulanan boyutlarını geride bırakıp kabararak geliyorum diyen bu faşist dalga muhtemel tüm barbarlığına karşın göğüslenmek durumundadır. Bu dalganın göğüslenmesi sadece Kürt ulusu ve hareketinin görevi değil, bilakis tüm sosyalist, devrimci ve ilerici güçlerin sınav değerindeki tarihsel bir görevidir. Bilinmek durumundadır ki, yürürlükte olan ve kabarması muhtemel olan bu faşist dalga Erdoğan sultasının güçlülüğünü değil, aksini zayıflığının ürünüdür. Giderek şuursuzlaşan saldırıların bir çaresizlik ve aczin ürünü olduğu unutulmamalıdır. Saldırganlığın altındaki sebep bu güruhun yaşadığı gerileme ve zayıflama gerçekliğidir. Bu anlamda adeta son çırpınışlar veya çırpınışın birer göstergesi ve ürünüdür yeni saldırılar. Ne var ki, çırpınış saldırılarının en keskin saldırılar olacağı da unutulmamalıdır. Zira son kozlar oynanmakta, son şanslar denenmekte ve kaybetmenin eşiğine gelindiğinden kaybedilecek çok şeyin olmadığı koşullardaki saldırılardır. Dolayısıyla çok daha pervasız, çok daha vahşi ve amansız bir saldırganlığın devrede olduğu ve olacağı bilinmek durumundadır. Bu faşist güruh, Kürt ulusal direnişi karşısında başarısız kalıp yaşadığı acze paralel olarak, dış ilişki ve sorunlarda

da aynı derecede sıkışmış ve zayıflayan bir seyir izlemektedir. Dahası ülkedeki demokratik, devrimci halk muhalefetinin patlamalara gebe olması ile birlikte parti içi sayılacak muhalefetin yükselişi de bu güruhu tamamen zayıflatıp adeta “uçurumun” eşiğine geldiğini göstermektedir. İşte bu zeminde kudurganca saldırganlık devreye sokulup yaşanan sıkışmışlık giderilmeye çalışılmakta, ama aynı zamanda bu zemin büyük bir gerilemenin-zayıflamanın da ifadesi durumundadır. Saldırganlığı tırmandırmaktan başka çaresi olmayan bu güruh, baskı ve terörle tüm muhalefet ve mücadeleyi bastırıp sindirmeyi hayal etmektedir. Ama bu hayal tersten de gelişme koşullarını barındırmaktadır. Güçlü bir direniş ve karşı koyuşla bu güruhun tepetaklak edilip tasfiye edilmesi ya da siyasi intihara sürüklenmesi mümkündür. Ki, gelişmelerin ana yönü bu olasılığa işaret etmektedir. Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının düşürülmesi hamlesi ile Kürt ulusu üzerindeki milli baskı ve zulmün son halkası olarak Kürt ulusunun teslim alınıp köleleştirilmesi hedeflenmektedir. Ne var ki, Kürt ulusunun direniş dinamiği bu hayallerin gerçekleşmesini engelleyecek güçtedir. Kürt ulusunun onurlu direniş ve haklı mücadelesiyle birleşen sosyalist ve devrimci hareket, faşist güruhun Kürt ulusuna dönük saldırganlıklarını boşa çıkarmakta kesin bir role sahiptir. Bu bilinçle faşist saldırganlık her alanda kararlı bir direnişle karşılanmalı, Kürt ulusunun demokratik mücadelesi sahiplenilmeli, bu mücadele kendi mücadele ve görevimiz olarak omuzlanmalıdır. Faşist diktatörlüğün Kürt ulusunun direnişini kırması daha büyük bir baskı ve terör diktasının tüm toplumu kuşatması ve tek adam sultasının daha da sağlamlaşarak oturması anlamına gelecektir. Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının düşürülmesi Kürt ulusunun iradesine saldırıdır. Milletvekilleri Kürt ulusu ve halkların oylarıyla seçilmiş olup onların iradesini temsil etmektedirler. Onların susturulması Kürt ulusu ve halkların susturulması demektir.


güncel haber

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

15

AKP’nin yeni gasp planı: ‘Kiralık işçilik’ AKP iktidarının emeğe yönelik gasp planları bu kez “kiralık işçi” tasarısıyla devam ediyor. Asgari ücretin 1300 TL olmasının ardından sermayenin taleplerini yerine getirmek isteyen AKP, “kiralık işçilik” ile milyonlarca işçiyi güvencesiz, örgütsüz ve geleceksiz çalıştırmak istiyor AKP iktidarının emeğe yönelik saldırıları durmaksızın devam ediyor. Son olarak kıdem tazminatını hakkını gasp etmeye çalışan AKP bu kez “kiralık işçi” tasarısıyla, güvencesiz, sendikasız, izinsiz bir işçi ülkesi yaratmaya çalışıyor. Vahşi kapitalizm dönemine geri dönmek isteyen AKP karşısında işçileri, emekçileri zor günler bekliyor. İşçi ve emekçiler ya bu 'işçi simsarlığına' karşı mücadele edecek, ya da teslim olup her şeyin daha da kötüye gitmesini bekleyecek. Peki nedir bu kiralık işçilik? Kiralık işçilik, bilinen anlamdaki istihdamın sonu demek. Tasarıyla birlikte Özel İstihdam Büroları (ÖİB) aracılığıyla işçi komisyonculuğu yasal hale getirilecek. Böylece işçiyi çalıştığı işverene kiralayan ÖİB işveren haline getirilecek. İş yerlerinde ki işverenler iş sözleşmesinin tarafı olmaktan çıkarılacak. Böylece ÖİB'ler yasal, modern işçi simsarları olacaklar. Mevcut durumda ÖİB'lerin işçi kiralaması yasalara göre yasak. Ancak uygulamada pek çok ÖİB'nin varlığını ve yasa dışı bir şekilde işçi kiralaması yaptığı biliniyor. 2009 yılında yine ÖİB'lerin yasallaşması için çıkarılmak istenen kanuna üç işçi konfederasyonu da karşı

çıkmış, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yasayı “işçinin emeğinin istismarı, insan onuruna yakışmayan durumların doğmasına yol açabilir” gerekçesiyle veto etmişti. Ancak asgari ücretin 1300 TL yapılmasının ardından sermayenin bu yönlü taleplerine karşı çıkamayan AKP, tasarıyı yeniden hazırlayarak, kiralık işçiliği yasal ve yaygın hale getirmek istiyor.

'Kiralık işçiliğin' dayanılmaz cazibesi Esasen mevcut iş yasasında geçici işçilik olarak belli düzenlemeler var. Ancak zaten yeterince esnek olan bu yasa sermayeye, patronlara yetmiyor. Çünkü mevcut yasada, belirli süreli işlerde, bir işin tamamlanması için geçici işçi çalıştırılabiliyor. Ancak belirli sürede de olsa işveren, işçiyle iş sözleşmesi yapmak zorunda. Ancak kiralık işçi tasarısı yasalaşırsa, işveren ve işçi arasında böyle bir sözleşme yapmaya gerek kalmayacak. İşçiyi kiralayan işverenin işe alma, işten çıkartma, iş sözleşmesi yapma, sendika, toplu iş sözleşmesi, tazminat vb. konularla hiçbir ilişkisi kalmıyor. Yani patronlar açısından 'kiralık işçiliğin' dayanılmaz bir cazibesi var. Artık istedikleri sayıda işçiyi, istedikleri esneklikte çalıştırabilecekler. Geçici işçinin alacaklarını işveren değil ÖİB ödeyecek. Ancak bu durumun pek çok sorunu da beraberinde getirmesi kaçınılmaz. Sadece bir büro olan ÖİB, işçilerin ücretlerini ödemezse ne olacak? Sorunun cevabı bilinmiyor.

Emeklilik neredeyse imkânsız Sadece bunlarda kalmıyor elbette. Kiralık işçilere sadece çalıştıkları süreler için prim ödenecek. Bu da kiralık işçiler için emekliliği neredeyse imkânsız ve çok düşük prim günü sayısı ile emekli aylığı alabileceğini

gösteriyor. Yine kiralık işçi tasarısıyla bu işçiler, işsizlik sigortasından yararlanamayacak. Düzenli çalışmayacakları için işsizlik sigortasının koşullarını yerine getirmekte zorlanacaklar. Bir başka sorun ise kıdem tazminatı. Bu konuda tasarıda hiçbir açıklık yok. Kiralık iş ilişkisi belirli süreli iş ilişkisine benzediği için kıdem tazminatından yararlanmaları mümkün gözükmüyor.

Örgütsüz milyonlarca işçi yaratılacak Ülkenin mevcut durumunda sendikalı işçi sayısı zaten çok az. Bu tasarıyla birlikte sendikalı işçi olmakta mümkün olmuyor. Tasarıyla birlikte işçilerin, sendika, toplu pazarlık ve grev haklarını kullanması yasak olacak. Kâğıt üzerinde bakıldığında işçinin sendika hakkı var ancak fiiliyatta kullanmak imkânsız hal alacak. Kiralık işçilerin hangi işkolunda örgütleneceği belirsiz. ÖİB’nin tabi olduğu işkolu mu, fiilen çalıştıkları işkolu mu? ÖİB’nin tabi olduğu işkolu ise sendikalar burada nasıl örgütlenecek? İşyeri ve işletme yetkisinde hangi işçi sayısı esas alınacak? Toplu iş sözleşmesi kiminle imzalanacak? Toplu iş sözleşmelerinin süresi bir yıldan az olamayacağı için dört ay süreyle kiralanacak işçi nasıl toplu sözleşmeden yararlanacak? Grev hakkı nasıl kullanılacak? Bu sorulara onlarca soru eklemek mümkün.


16 Faşist diktatörlüklerin kanlı geleneği güncel analiz

Dersim, Çorum, Maraş, Gazi, Suruç, Reyhanlı… Ve bugün de Silvan, Kulp, Sûr, İdil... Kısacası, Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki saldırılara, katliamlara karşı birleşmeli ve örgütlenmeliyiz. Dersim’de bebeklerin süngü uçlarındaki çığlıkları, bugün Cizîr’de, Sûr’da, Silvan’da ortak çığlığa dönüşmüştür. 1 Kasım seçimlerinden sonra, somut olarak geliştirilen savaş konsepti ve kitlesel katliamlarla oluşturulan korku cenderesi, sindirilmiş, teslim alınmış bir toplum yaratma gayesidir. 20. yy başlarında, Batı’ya iktisadi olarak ulaşamayan Osmanlı, askeri olarak yeni düzenlemelerle iç pazarını koruma uğraşındaydı. Çünkü 1812 Sırp Ayaklanması, 1821 Yunan Ayaklanması, 1828 yılı Balkan halkları ve uluslarının (Sırbistan Karadağ, Makedonya vb.) Berlin Anlaşması ile bağımsızlıklarını ilan etmeleri, Osmanlı’nın ilhak ettiği Balkanlardan sürülmesi anlamına geliyordu. Bu ulusal başkaldırılar karşısında Osmanlı, iç pazarda hâkimiyetini sürdüren Ermeni ve Kürt uluslarına, iç pazarındaki hâkimiyetini korumak ve Türk milliyetçiliği ekseninde merkezileştirmek için; otoriter, baskıcı ve talancı bir siyasetle yönelir. Çünkü 1912 yıllarına gelindiğinde özerklik adı altında tutulan Makedonya, Arnavutluk, Bosna Hersek de Osmanlı’dan ayrılmıştır. Sömürgelerini kaybeden Osmanlı, “içte” ise tarihin en kanlı katliamlarına ve soykırımlarına imza atarak, elindeki son pazarlarını korumak isteyecektir. Bu soykırımcılığın ilk kurbanı ise, Ermeni ulusu olacaktır. Tarihin unutamayacağı, belleklerimizde tazeliğini hep koruyacak olan Ermeni soykırımı, bu coğrafyada Ermenilerin kazınıp atılmasında, İttihat ve Terakki ile Alman ortaklarının yanı sıra, Teşkilât-ı Mahsusa’nın örgütlediği aşiretler, din ulemaları ve cezaevlerinden çıkartılan çeteler, Ermeni ulusunun katliamında, soykırıma uğratılmasında rol oynadılar. Geçmişte Ermenilerin katliamında rol oynayan ve oluşumunda bazı Kürt aşiretlerinin de olduğu Hamidiye Alayları, bugünde koruculuk adı altında, kendi ulusuna karşı katliamlara imza atmanın soysuzluğunu devam ettirmekteler… Dönemin İttihatçı ve Kürt egemenlerinin Ermeni zenginliklerine göz dikmeleri, mülklerine el koymaları, yağmalamaları da yüzyıllık Osmanlı

geleneğinin, devlet uygulamasından farklı bir mantık değildi… Çünkü Osmanlı’nın kuruluş felsefesi, ekonomik olarak fetihçilik ve ağır vergiler üzerine inşa edilmişti. İdeolojik olarak dokusu; ümmetçilik ve Pantürkizm idi… Bu süreçte Osmanlı sınırları içinde kalan Ermeni ulusuna karşı her türlü uygulamalara karşın Ermeniler de örgütlenmelerini hızlandırıp, soykırımcı ulusa karşı mücadele halkasını başlatmışlardı… Bu Ortaçağ devletinin azgın saldırılarına karşı, direnişle karşı koyan ermeni halkı, Hınçaklar, Taşnaklar, Ramgavarlar adlı Ermeni örgütleriyle mücadelede yer almaktaydılar. Ama çeteleşen Ortaçağ devlet mantığı, milyonca Ermeni’yi katlederek, kitlesel olarak topraklarından sürmüş, kalanlarını da kendi içinde asimilasyona tabi tutup kimliğine yabancılaştırmıştır. Bu soykırımcı, ümmetçi, tekçi, ideoloji üzerine inşa edilen ulus devlet “TC” de, geçmişinden edindiği soykırımcı, asimilasyoncu, şovenist, tekçi devlet anlayışı üzerine kendini inşa etmiştir. Kuruluş felsefesi tek ulus, tek devlet, tek dil mantığına dayanan “TC”, kendisine karşı her ulus ve azınlıkların haklı taleplerini, aynı soykırımcı, katliamcı yöntemlerini hayata geçirerek devamlılığını sağlaya gelmiştir. 1915 Ermeni soykırımının üzerinden uzun yıllar geçmeden, Kürt ulusunun, ulusal varlığını yok sayan Türkleştirme politikaları ile Kürt ulusunun her meşru talebi, kanla bastırdı. Osmanlı’dan devralınan siyasal ve ideolojik gerici zihniyet, çeteci, yağmalayıcı ve kitlesel katliamcı bir askeri projeyle, “Cumhuriyet” dedikleri, faşist diktatörlüğün günümüze kadar rutin hal alan uygulamaları olmuştur. Nasıl ki, Karadeniz’de katledilen Suphi’lerde, Koçgirilerde Topal Osman çetesi rol almışsa geleneksel katliamcılık, uygulama ve yöntemleriyle hiç değişmeden, Mardin Nasturi Ayaklanması, Said-i Kürdi Ayaklanması, Zilan, Ağrı, Dersim katliamlarına kadar, yakın tarihimize değin, irili ufaklı Kürt ulusal başkaldırılarında, tarihin katliamcı yöntemleri, aynılık içermiştir. Katliam, sürgün, soykırım, asimilasyon, tek ulus, tek dil, tek din, tek devlet, Sünni İslamcılığa dayanan gerici egemenlik ideolojisi, 20’ye yakın Kürt halkının, meşru demokratik taleplerini içeren ayaklanmalarını, kanla bastırmıştır. Tarihi ve üzerinde şekillendiği devlet geleneği, emekçi sınıflara, mazlum uluslara ve ötekileştirilen inanç gruplarına karşı sömürü, baskı, katliam ve soykırım olan faşist diktatörlük, tarihi ve güncel yönelimleriyle kanlıdır ve kirlidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, ezilenler, emekçi halklar ve bunların haklı davasını yürüten devrimci ve komünistler, dejavu misali süreklileşmiş soykırım

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

ve katliamlara maruz kalmışlardır. Ermeni Soykırımı, Ağrı, Zilan, Koçgiri, Dersim vb. gibi katliamlar, 1 Mayıs, Maraş, Çorum, Bahçelievler, 16 Mart, Sivas, Gazi,19 Aralık, Roboski, Suruç, Ankara, Reyhanlı katliamları, gerici bir devlet geleneğinin, bağnaz bir egemenlik çizgisinin üretimi olarak, üniformalı ya da üniformasız askeri kontra yöntemlerle gerçekleştirdiği katliamlardır. Yeri gelmişken, kapitalist egemenlik çizgisinin başka coğrafyalardaki barbarlığının bir sonucu olarak, 8 Mart 1857’de, ABD-New York’ta katledilen 129 emekçi kadının anısını, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında Mart ayında yaşanan katliamları anarken, devrimci savaşımızın mevzilerinde bir bayrak haline getirdiğimizi ve Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü bu bilinçle selamladığımızı belirtmek isteriz.

Beyazıt, Halepçe, Gazi katliamları… Tarihin farklı kesitlerinde, ulusal ve sosyal toplumsal muhalefeti sindirmek ve ulusal, sosyal toplumsal uyanışı bastırmak için gerçekleştirilen bu katliamların, kendi koşullarında öne çıkan nedenleri farklı olsa da, gerici faşist egemenlik çizgisinin uygulanışı ve hedefleri bağlamında, barbarlığın kendi egemenliğini, katliamlar üzerinden sürdürme çabasıdır. 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü girişinde öğrenci gençliğe yönelik gerçekleştirilen bombalı saldırı ve katledilen 7 örgenci, ‘70 yıllarda yükselen devrimci mücadele ve toplumsal sosyal muhalefete bir gözdağıdır. Sınıf hareketi, emekçi halk yığınlarının gelişen toplumsal muhalefeti ve bu devrimci kabarışın öğrenci gençlikle birleşen devrimci mücadelesi, faşist diktatörlük için ciddi tehlike idi ve en barbar yöntemlerle bu toplumsal muhalefet bastırılmalıydı. Faşist çete ve kontra güçlerin, devletin faşist resmi militarize güçleriyle harekete geçirilerek, kitlesel katliamlarla toplumsal muhalefetin sindirilmesi ve devrimci hareketle buluşmasının engellenmesi, gerici savaş stratejilerinin ana ayaklarını oluşturmaktaydı. Beyazıt Katliamı bu gerici devlet egemenlik siyasetinin, kontra yönelimidir. Katliamda kullanılan bombanın, Yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker’in temin etmesi, katliamdan sonra devletin kolluk güçlerine alandan çekilme talimatı veren Reşat Altay’ın (devletin kontra örgütlenmesinin önemli elemanı olan bu faşist, Hrant Dink’in katledilmesinde de rol almıştır) devlet apoletleriyle ödüllendirilmesi, tetikçi Zülküf İsot’un Alparslan Türkeş tarafından direk örgütlenmesi, bu katliamın faşist devletin, faşist kontra çeteler eliyle gerçekleştirildiğine dair somut verilerdir. Devrimci mücadelenin ivme kazandığı ve

toplumsal dinamiklerin devrimci-komünist hareketlerle buluşma eğiliminin güçlendiği sosyal koşullarda, devrimci toplumsal dinamikleri ezmek ve dağıtmak, faşist gerici egemenlik çizgisinin bir başka stratejik planıdır. Yani, devrimci-komünist hareketin, toplumsal sosyal dayanağını, kitle tabanını tasfiye etmek, katliamlarla sindirip pasifize etmek, gerici savaşın stratejik yönelimidir. Mart 1995’te, Gazi Mahallesi’nde gerçekleştirilen, devletin Alevilere yönelik kanlı planı bu stratejik ayak üzerine oturmaktadır. 1993 yılında Sivas’ta 33 aydın ve sanatçının yakılarak katledilmesi, devletin Alevi toplumsal devrimci dinamiğine yönelik, dönemine uygun gerici politikasının “yeni” başlangıcıdır. Özellikle 1990-1994 konseptinde gelişen sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı, Türk hâkim sınıflarının devreye koyduğu,


güncel analiz

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

“Düşük Yoğunluklu Savaş Stratejisi”, Kuzey Kürdistan başta olmak üzere, gerilla alanlarını insansızlaştırma, alan tutma, ağır ekonomik ambargo olarak, devletin askeri, kontra ve bürokratik mekanizmalarının gücüyle uygulanmıştı. Bunun pratik sonucu, kitlesel göç, “faili meçhul” cinayetler ve yaşam sahalarının yakılıp yağmalanması olmuştur. Son tahlilde, faşist Türk egemenlik sisteminin geliştirdiği kirli ve kuralsız savaş, büyük şehirlere göç yığını olarak yansımıştır ve Gazi bu göçleri en çok alan bölgelerdendi. Kürt, Alevi, emekçi sınıfına mensup potansiyelin yoğun olduğu bu bölge, somut olarak devrimci dinamikti ve toplumsal muhalefette, bulunduğu alan itibarıyla özne olmaya aday durumdaydı. Etnik bir çatışma üzerinden bu toplumsal dinamiğin dağıtılması ve bura üzerinden topluma bir mesaj verilmesi, Türk hâkim gericiliğinin, Gazi katliamındaki planıydı. Dönemin gerici savaş kurmayı olarak, kontra, özel hareket, JİTEM gibi militarize kurumların başındaki, Çiller, M. Ağar, Necdet Menzir, Hayri Kozakçıoğlu gibi eli kanlı faşistlerin olması, Gazi’deki devlet planlı katliamın niteliğini ve amacını ortaya koymaktadır. Kuşkusuz plan sadece var olan toplumsal sosyal dinamiklerin dağıtılması ile sınırlı değildir. Buradan yaratılan saldırı süreciyle “faili meçhul”, kontra yöntemlerle, devrimci

ve komünistlerin katledilmesi, bu planın öne çıkan başka özel yanıdır. Bu dönemlerde gece evlerinden, işyerlerinden, okullardan, sokaklardan alınarak infaz edilen devrimci ve komünistler, hala gericiliğin karanlık sayfalarında durmaktadırlar. Emperyalist-kapitalist egemenlik sisteminin, paylaşım süreçlerinde tarihsel bir haksızlıkla dört parçaya bölünen Kürt ulusu, Ortadoğu’da en büyük acıları yaşayan bir ulustur. Tarihsel haksızlık, dört parçaya bölünerek bölge ülkelerinin egemenliklerine girmesiyle sınırlı değildir. “TC”, İran, Irak, Suriye devlet egemenliklerinin, Kürt ulusuna uyguladığı milli zulüm ve katliamlar, bu tarihsel acıları daha da derinleştirmektedir. Yıllarca Kürt ulusuna kan kusturan bölge gericilikleri, diktatör Saddam Hüseyin’in imzasıyla, 16 Mart 1998’de, vahşi bir katliam daha gerçekleştirmişlerdir. Halepçe Katliamı, dönemin gerici barbar bölge egemenliği olan Saddam diktatörlüğünün yarattığı, tarihin kanlı bir yüzü ve utancıdır. Net sayı bilinmemekle birlikte, 5000 üzerinde insanın katledildiği biliniyor. Katliamda kullanılan kimyasal gazlar, bu katliamın bir soykırım hedeflediği açıktır. Bölgede canlıdan yana her şeyin imha edilmesi hedefi, o çarpıcı fotoğrafın sahibi, Ramazan Öztürk’ün kaleminde en sade ifade edilmiştir. “Bütün sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz bir koku hâkimdi. Körpecik bebelerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazılarının vücudu mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Bazı bebekler annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yakalanmıştı zehirli ölümün pençesine… Şehrin dışındaki boş tarlalarda ise, toplu halde ölmüş yüzlerce insan vardı. Uzaktan bakıldığında, sanki tarlalarda ot yerine insan bedenleri biçilmişti. Bu açık hava mezarlığında, yine kadın ve çocuklar çoğunluktaydı. Hepsi birbirlerine sokulmuş, korkunç ölüme teslim olmuşlardı.” Binlerce Kürt insanının katledildiği bu vahşet, sadece Saddam diktatörlüğüyle açıklanacak bir vahşet değildir. ABD’nin başını çektiği, emperyalist bölge siyaseti, bu vahşetin yaratıcısı ve uygulayıcısıdır. Tetiği kimin çektiği meselesi sonuçtur. Sorun bu sonucu yaratan nedenlerdir. İran-Irak savaşı başta olmak üzere, bölge gericilikleri arasında var olan çatışmalar ve ittifaklar, emperyalist politikaların bir sonucuydu ve tarihsel hesaplaşma bu egemenlik sistemi üzerinden yapılmalıdır. Emperyalist egemenliğin dönemsel konjonktürü, Saddam diktatörlüğüne bu katliamı yapmasında olanak sunmuştur ve ABD-AB emperyalist ülkeleri bu katliamda pay sahibidir.

Kitlesel katliamlarla egemenlik kurma siyaseti, faşist diktatörlüğün niteliğidir Faşist diktatörlüğün, dünün katliamcı yüzü, bugün de dünden farksız bir şekilde ezilen halklara ve mazlum uluslara yönelmiş bulunmaktadır. Bizlere düşen, tarihin direnişçi

ruhunu kuşanıp, karşı koymaktır. Yani, 75 yaşında düşmanının bile cesaretinden utandığı Seyit Rızaların, haklı bir davayı, idama gidişinde bayraklaştıran Deniz’lerin, 17 yaşındaki Erdal Eren’lerin, 31 Martta Kızıldere’de ölümsüzlüğün manifestosunu yazan Mahir’lerin, tarihsel devrimci tecrübesini kuşanmak, tarihimizden beslenen öğreticiliğimizdir. Bugün yaşadığımız coğrafyanın mazlum halkları, tarihin kanlı saldırılarından beslenen, her gün yeni yöntemlerle kitlesel katliamlara devam eden, faşist diktatörlüğün vahşi uygulamalarına tanıklık etmektedir. Dönemsel olarak yaşanan ekonomik, siyasi krizlerin faturasını toplumsal sosyal dinamiklere fatura ederek, toplu katliamlarla, infazlarla yanıt vermekte, iktidar ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Bugün, tarihsel iktidar dönemlerinde, askeri faşist diktatörlüklere başvurarak toplumun, toplumda muhalif olan bütün kesimlerin üzerinde estirdiği devlet terörünü, “kamu güvenliği”, “iç güvenlik” zırhıyla “yasallaştırılarak” uygulanmaktadır. Devrimci tarihimizde özel yerde duran Bahçelievler Katliamı, Beyazıt, Gazi Katliamı, güncel olarak Suruç’tur, Ankara’dır, Cizîr’dir, Sûr’dur. İnfazlar vb. uygulamalarla toplumsal dinamikler sindirilmeye çalışılmaktadır. Bu katliamcı geleneksel devlet pratiğinin, yakın tarihimizde de yaşanırlığını gördük. 12 Eylül AFC’si dönemi, infazlar, katliamlar, sürgünlerle, insanlık dışı uygulamalarıyla, bugünkü gerici uygulamalara seleflik rolü oynamaktadır. 1992-94 yıllarındaki devletin sokak ve ev baskınları infazları, gözaltı kayıpları, tarihin güncel tekrarıdır. Çetelerin, kontrgerillanın, katil sürülerinin hepsinin iş başında olduğu bir dönem yaşanmaktadır. BAAS rejimi tarafından, Halepçe’de yüz binlerce Kürdün kimyasal silahlarla katledilmesi, belleğimizde tazeliğini korurken, bugün bu kirli silahlar, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, Rojava Kürdistanı’nda, Şengal’de, Suriye ve Irak’ta, emperyalist ve bölgesel gericiliklerin ellerindedir. Dönemsel anlamda bölgesel çıkarlara cevap olan BAAS tarzı Sünni İslamcılığa dayanan devlet modeli, emperyalist çıkarlar açısından bir yer tutmaktaydı. Bugün ise bölgesel savaşların hız kazandığı coğrafyamızdaki durumun kısa özeti ise, bölgedeki emperyalist rollerin değişimi üzerine oturmaktadır. Emperyalist ve bölgesel gericiliklerin bu güç vuruşmasında, ezilen halkların ve mazlum ulusların boğazlanması, milyonlara varan halk kitlelerinin topraklarından sürülmesi, on binlerce insanın bu gerici-kirli savaşlarda katledilmesi, tarihte olduğu gibi, kapitalistemperyalist egemenlik savaşlarının faturasının halklarımıza çıkarılması gerçekliğidir. Ülkemiz tarihselliği de etnik-etnisite farklılıkları üzerinden yaşanmış yığınla katliamlara tanıktır. Örnek olarak, Gazi direnişinde öne çıkarılan temel mantık, devletin Sünniİslam dini örgütlenmesine dayalı ideolojiksiyasal dokusunda, yok sayılan Alevi kitlesinin, devrimci hareketin etrafında bütünleşmesinden kaynaklı, katliamla verilen bir gözdağıdır. Buna paralel olarak Kuzey Kürdistan’da köy yakmalar, ambargolar, devrimci ulusal ve sosyal kurtuluş mücade-

17

lesine karşı faşist diktatörlüğün uygulamaları, bugün yaşanan devlet terörüyle örtüşen tarihsel verilerdir. Kuzey Kürdistan’da, panzerlere bağlanıp sürüklenen gerilla naaşları, çıplak “teşhir” edilen kadınlarımızın cesetleri, faşist barbarlığın tarihsel aklıdır. Gerici ideolojik-siyasal yönelimleri ve bugün daha da kurumsallaşmış, “hukuksal”, “yasal”, “güvenlik” manüpilasyonu ile askeri kontra güçlerle uygulanan kitlesel katliamlar, barbar gericiliğin Kürt ulusu başta olmak üzere, devrimci ve komünist güçleri ve toplumsal sosyal dayanakları da hedef alan saldırılarıdır. Amacı ve kullanılan araçlarıyla, kirlidir, kuralsızdır, vahşidir. Kuzey Kürdistan başta olmak üzere bölgedeki faşist kuşatma, gerici egemenliklerin ve gerici örgütlenmelerin, savaş alanlarındaki barbarlığı olarak yaşanmaktadır. Gerici faşist egemenliğin bu topyekûn kuşatmasına karşı, devrimcilerin, sosyalistlerin, demokratların ve insanım diyen her kesimin, tarihten gelen direniş ruhuyla mücadelede yer tutması, zorunlu bir görevdir. Kürt Ulusal Hareketi’ne ve Kürt halkına karşı yürütülen toplu imha ve semt semt kuşatıp katliamlar gerçekleştirme, bugün faşist egemenliğin topyekûn savaş stratejisinin politikası olarak uygulanmaktadır. Devrimci muhalefetin ve kitle hareketlerinin katledilmesine izin vermeyelim. Cizîr’de, Nısebin’de, Silvan’da kuşatılan Kürt halkının toplu katliamlarına, Reyhanlı, Suruç, Ankara, Gazi vb. kitlesel katliam politikalarına karşı, tarihimizden aldığımız devrimci kararlılıkla mücadeleyi yaygınlaştırmak temel görevimizdir. Halkımızın kutsallıklarını imhaya (sosyal ve ulusal kurtuluş davasında yitirdiklerimizin mezarlarının yağmalanması), işçilerin iş cinayetleri niteliğindeki “kazalarda” toplu katledilmelerine (Soma maden ocağı, inşaat ve tersaneler başta olmak üzere çeşitli işkollarında yaşanan iş cinayetleri), devrimci alanlarımızın daraltılmasına, derelerimizin, nehirlerimizin, çevremizin rantsal alanlara dönüştürülmesine izin vermemek mücadele etmekten geçer. Bizler bu ırkçı faşist devlet uygulamalarına yabancı değiliz. Dersim, Çorum, Maraş, Gazi, Suruç, Reyhanlı… Ve bugün de Silvan, Kulp, Sûr, İdil... Kısacası, Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki saldırılara, katliamlara karşı birleşmeli ve örgütlenmeliyiz. Dersim’de bebeklerin süngü uçlarındaki çığlıkları, bugün Cizîr’de, Sûr’da, Silvan’da ortak çığlığa dönüşmüştür. 1 Kasım seçimlerinden sonra, somut olarak geliştirilen savaş konsepti ve kitlesel katliamlarla oluşturulan korku cenderesi, sindirilmiş, teslim alınmış bir toplum yaratma gayesidir. Devrimci savaşla bunu boşa çıkartmak, tarihsel direniş damarlarımıza sıkı sıkıya sarılarak, devrimci mücadelede ısrar etmek, devrimci kararlılığı, sömürülen sınıflar, mazlum uluslar ve ezilen inanç gruplarının haklı davasında mevzilendirmek, tarihsel ilerici değerlerimizin güncel toplumsal-sosyal karşılığıdır. Bu bilinç devrimci savaş perspektifindeki amaç-araç ilişkisindeki bilimsel metot olarak, Kaypakkaya’cı çizginin tarihten bugüne taşınan gerçekliğindedir. Bu bilinci doğru kavramak, devrimci savaşımızın komutasıdır.


18

röportaj

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

“Bir ekonominin krizde olup olmadığının Özellikle iktisadi yapı ile ilgili kapsamlı çalışmalarıyla tanıdığımız devrimci araştırmacı-yazar İbrahim Okçuoğlu ile dünya ve bir parçası olan Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki ekonomik durum başta olmak üzere Ortadoğu’daki güncelsiyasal gelişmeleri ele alan kapsamlı bir röportaj gerçekleştirdik. Son olarak “Kuzey-Kürdistan’da Kapitalizmin Gelişmesi” adlı kitabı çıkan İbrahim Okçuoğlu ile gerçekleştirdiğimiz röportajı iki bölüm halinde okurlarımıza sunuyoruz Halkın Günlüğü: Türk devletinin gerek Suriye gerekse Kuzey Kürdistan’da süregelen savaşa ilişkin sadece siyasi değil, oldukça önemli ekonomik bir ilişki içerisinde olduğu biliniyor. Hem El-Nusra vb. çetelerin eğitilip silahlandırılması, finanse edilmesi hem de Kuzey Kürdistan’da sürdürülen savaşa aktarılan ekonomik kaynak itibariyle… Bunun ülke ekonomisi içindeki payı ve önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? İbrahim Okçuoğlu: Bu meseleye dair burjuva ya da sol basında herhangi bir rakam açıklandı mı şimdiye kadar? Şimdi, yapılan bu savaş harcamaları sadece Milli Savunma Bakanlığı’na MSB bünyesinde yapılan harcamalar değil. Bunu hiç açıklamaz bile bakanlığın bütçesi. Resmiyette harcamaları neyse onla sınırlıyorlar, dolayısıyla bu harcamalar bilinmeyen kaynaklardan veyahut da örtülü ödenek meselelerinden karşılanıyor. Şimdiye kadar konuyla ilgili bir açıklama görmedim; yani bu harcamalardan dolayı devlet bu yükün altında kalkamayacak duruma gelmiştir, bu harcamalarda biraz daha dikkatli olmalıyız veyahut da kaynak bulmalıyız türünden açıklama yapacak durumuna geldiğini bir yerde okumadım. Bunun anlamı şudur: Türk burjuva devleti yani bildiğimiz faşist diktatörlük bu kaynakları bir biçimde bulmakta, temin etmektedir. Bana göre çok rahat bulmaktadır. Çünkü hiç sorun olmaması hatta bir biçimde burjuva gazetelerde dahi bunun tartışılıyor olmaması bu kaynaklara ne derece çabuk, kolay ulaştıklarını veyahut da ellerinde imkânları olduğunu göstermektedir. Sadece borç olarak mı veriyorlar veyahut da hibe olarak mı veriyorlar, bu olsa olsa en fazla körfez ülkelerinden bazılarından olabilir. Ama eğer bir devlet Ortadoğu’da sürekli savaş istiyorsa, orda kendi çıkarlarını savunabilmek ve ifade edebilmek için kendine en yakın örgütleri -çeteleri kas-

tediyorum- bunları destekliyorsa bunun için yapacağı harcamaları şu devletin bu devletin vereceği destekle falan uzun vadeli sürdüremez. Demek ki bu konuda kendi imkânları vardır, bu imkânları kullanıyordur. Bu imkânlarında büyük bir kısmı Türkiye'den temin edilmektedir. Yani şunu da söyleyebilirsiniz; -eskiden söylüyorduk/söyleniyordu daha doğrusu- işte eroin ticareti yapıyor, şu ticareti yapıyor bu ticareti yapıyor, buralardan bayağı paralar geliyordu vs. yani tamam bu bir hattır, Türkiye üzerinden Afganistan’dan, İran’dan gelen, Türkiye’den Avrupa’ya geçen bir hattır. Bu doğrudur da bunu devlet mi örgütlüyor, devlet buradan para mı alıyor? Veyahut da işi kontrol eden, jandarmasına polisine varana kadar teşkilatın içerisinde bu özel mi harcanıyor, toplanıyordur, o ayrı bir sorun ama Türkiye çapında bir devletin, harcamaları çok yüksek olan veyahut da ulusal geliri belli bir seviyede olan bir ülkede birtakım harcamaların eroinden şundan bundan gelen gelirlerle temin edildiği, sağlandığı pek inandırıcı olmaz. Buradan benim çıkardığım sonuç şudur; bu ülkenin birtakım zenginlikleri örtülü ödenek adı altında, şu ad altında bu ad altında o taraflara aktarılmaktadır, bunun hesabını da tutamıyoruz. Yani devletin kendisi tutmuyor, bu hesabı bildiğini açıklamıyor adı üzerinde örtülü ödenek. Bu meseleye ben böyle bakıyorum.

H.G: Peki, Türk devleti ile AB arasında, Suriyeli göçmenler üzerinden dönen kirli bir ekonomik trafik söz konusu. AB ile içerisine girilen bu süreci nasıl görüyorsunuz? İ.O: Bu devletin göçmenlere yaptığı harcamalar, sosyal yardım vs. adı altında var. Ki gidip dünyanın birçok bölgesinde kamplar kuruyor, yardımlarda bulunuyor. Bu meselede eskiden Türk devletinin esamisi okunmazken, şimdi bu meselede ilk sıralara yerleşmiş durumda. Bütçesine göre dünyada en çok yardım eden ülke konumunda. Bu parayı buluyor. Şimdiye kadar Suriyeli göçmenler için yapmış oldukları harcama yaklaşık 8 milyar dolar. Bu oldukça yüksek bir miktar. Bu miktarın yanında bir de AB’nin ‘Siz göçmenleri orada tutunda biz parasını verelim’ şeklinde teklif ettikleri 3 milyar avro oldukça düşük bir miktar. Ki Türk devletinin bu konuda paradan öte siyasal bir şantaj amacıyla hareket ettiğini düşünüyorum. AB göçmenler gelmesin diyor, Türk devleti de elindeki göçmen kozuyla AB’ye birçok şeyi yaptırabileceğini düşünüyor. Merkel ile Türk devleti arasındaki ilişki bunun tipik göstergesidir. Merkel Türk devletine karşı, Erdoğan başbakan olduğundan beri mesafeli duran, ülke siyaseti lehine söz söylemeyen bir pozisyondayken, son dönemlerde ise sıkı bir görüşme trafiği ve Türk devletine destek durumu var ki, AKP-Erdoğan’ı ayakta tutan önemli etkenlerden birisi de AB’dir. Dolayısıyla Türkiye’deki bu diktatörlüğü ayakta tutan unsurlardan biri olarak AB’yi sayabiliriz. Bunu el-

bet AKP ya da Erdoğan’ı sevdiklerinden değil; göçmen politikasından dolayı yapıyorlar. İstedikleri, sınıra yığılmış olan Suriyeli göçmenlerin Avrupa kapılarına dayanmamasıdır. Bunu engelleyecek tek ülke ise Türkiye’dir. Çünkü geçişler buradan yapılıyor. Kaldı ki 3 milyarı halen vermediler, bir proje sunacağız ondan sonra vereceğiz dediler. 3 milyarda kalmayacaktır bu, Türk devleti bu durumu sürekli şantaj haline getirip miktarı artıracaktır.

H.G: AB’den bahsetmişken, dünya ekonomisinin şimdiki durumuna dair neler söyleyeceksiniz? 2008 kriz süreci aşıldı mı? İ.O: Eskiden Marksist-Leninistlerin bir düşünce birliği vardı; ekonomik krizlerin devresel olması, 8-10 senede bir patlak vermesi… Bunun nedenleri, bundan nasıl çıkılacağı meselesi çok klasik bir şekilde açıklanırdı ama şimdi sorun oldu bu durum. Nasıl oldu? Sermayenin uluslararasılaşması, üretimin büyük boyutlara varması, dünya çapında ekonomilerin iç içe geçmiş olması Lenin bunların hepsini yazar ama bizler bazen yüz sene sonra anlarız. Her halükarda şöyle bir durum var; bir ekonominin krizde olup olmadığının kıstası maddi değerlerin üretimidir. Yani sanayi, tarım üretimidir. Buralarda üretimin yapılıp yapılmadığı ölçü alınır. Para hareketi hiçbir zaman ölçüt alınmaz. Para hareketi sadece maddi değerlerin üretiminin türevleri, başkalaşmasıdır. Eğer sanayi üretimindeki gidişat iyiyse kriz yoktur. Negatif ise kriz vardır. Bu açıdan bakınca 2008 krizi, hem dünya ekonomisi olarak hem de tek tek ülkeler bazında 2009 bahar aylarında dibe vuruyor. Çeşitli ülkelerde çok farklı gelişiyor tabi. 2010 sonu itibariyle dünya geneli sanayi üretimine baktığınızda üretimin seviyesi 2008’in en yüksek seviyesini aşıyor. Krizin başlangıcında üretimin seviyesi diyelim ki yüzde 3 ama kriz bittiğinde diyelim seviye

yüzde 3’ün üzerine çıkıp bir devamlılık sağlıyorsa denilebilir ki kriz aşılmıştır. Bu aşma durumu hızlı mı yavaş mı bu ayrı bir konu. 2010 sonu itibariyle dünya sanayi üretimi bazında dünya ekonomisi krizden çıkmıştır. Ama tek tek ülkeler bazında baktığımızda farklı eğilimler var. Misal AB’nin krizden tam olarak çıktığını söylemek zor. Ama Almanya misal kriz içerisinde değildir. Benzer durumda olan ülkeler var. Türkiye, Güney Kore, Meksika, Malezya vb. ülkeler bu durumdadır. Bugün gördüğümüz iki tane eğilim var; bu eğilimlerden birisi artık ekonomileri krizde olmayan ülkeler, birisi de ekonomileri krizden çıkmak üzere olan ülkeler. Bütün ülkeler bunların içerisinde, yalnız şöyle bir şey var; ekonomilerin krizden çıkması çok büyümeleri anlamına gelmiyor. Eğilim, ekonomisi krizde olmayan ülkelerdeki büyümenin giderek durgunluk aşamasına gelmesi yönünde. Yani büyüme yavaşlıyor; yüzde bir oluyor, yüzde iki oluyor, yüzde yarım oluyor ama krizden çıkmaya çalışan ülkelerde sıfır noktasına yaklaşıyor, yani eksiyi aşmış oluyor; eksi bir oluyor, eksi sıfır nokta beş oluyor böyle bir hat izliyorlar, dolayısı ile her iki grup ekonomileri giderek bir yerde birleşiyor. Yani krizde olmayanlarla olanlar belli bir bantta birleşiyorlar, bu bandın adına da inişli çıkışlı durgunluk diyoruz. Ekonomi bakıyorsunuz bir sene yüzde bir büyüyor, ertesi sene yüzde bir buçuk büyüyor, sonraki sene yüzde iki büyüyor, ondan sonra bakıyorsunuz yüzde bir buçuk küçülüyor. Bu şekilde inişli çıkışlı bir durgunluk durumudur. 2012’nin sonundan itibaren dünya ekonomisi böylesi bir hatta girdi. Bugün çok belirgin bir şekilde bu hatta ilerliyor. Yani ne onduruyor ne öldürüyor. Bunun istisnasını oluşturan ülkeler de var. Bu ülkelerden birisi Amerika’dır, birisi de Türkiye’dir. Buna Güney Kore’yi de dâhil edebilirsiniz, Malezya’yı da dâhil edebilirsiniz, Çin’i de dâhil edebilirsiniz, bunlar için istisnai ülkeler demeyelim de kendi dinamiklerinden


01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

röportaj

kıstası maddi değerlerin üretimidir” dolayı farklı büyüme eğilimleri gösterebilen ülkelerdir. Yani krizden bahsetmek artık yanlış olur. Dünya ekonomisinin krizde olduğunu söylemek çok yanlış olur.

HG: AKP, 2008 kriz sürecini başarılı bir şekilde yönettiğini ve krizin kendilerini teğet geçtiğini propaganda etti sürekli. Siz ne düşünüyorsunuz? İ.O: Bu Erdoğan bazen doğru söylüyor, diyor ya kriz bizi teğet geçti vs... Biz güldük tabi o zaman, biz de yani devrimcilerde bir düşünce tembelliği var. Burjuvazi ne söylerse söylesin yanlıştır anlayışı. Adam bunu bilinçli mi söyledi onu bilmiyorum fakat kriz bizi teğet geçti söylemi doğrudur. Niye doğrudur, kriz Türkiye’ye geldi vurdu çıktı gitti, kuyruklu yıldız gibi… Bir sene sonra Türkiye’ye geldi, 2008’de diğer ülkelerle beraber, 2009’un Mart-Nisan ayında en ağır biçimde dibe vurdu, ondan sonra da 2010’un sonuna doğru Türkiye’de ekonominin krizde olduğunu söylemek için elli bin şahit lazım onu da bulamasınız, yani yok sanayi üretimine bakıyorsunuz tamam gelmiş kriz girmiş çekmiş gitmiş, bu sadece Türkiye’ye özgü de değil başka ülkelerde de böyle oldu. Bunu nasıl yönetti Erdoğan, paketler var ya bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de vardır bu paketler, fakat Türkiye ekonomisinin bir özelliği de bu krizde hemen bütün ülkelerde kriz bankaları, mali sektörü vurdu. Türkiye’de ise vuramadı, Türkiye’de bir tane bankanın battığını bırakın, sarsıldığını bile gösteremezsiniz. Bu çok istisnai bir durumdur. Bir ülkede kriz patlak verecek onun mali sektörü tahrip olmadan sanayide kendisini gösterecek ondan sonra krizden çıkılmış olacak. Genellikle kriz işaretlerini, göstergelerini mali sektörde falan verir ama Türkiye’de olmadı, böyle bir şey yaşanmadı o süreçte krizle ilgili bir sürü yazı yazmama rağmen bunu göremedim. Diyorlar biz çok güçlü yasalar falan hazırladık tamam bunun da etkisi olabilir, genellikle Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerin bu krizi erken atlatmalarının nedenlerinden birisi de o dönem ABD’nin neredeyse bedava dolar dağıtmasıydı. Piyasaya pompaladığı dolar oradan çıktı Türkiye gibi ülkelere aktı, yatırım olanakları vs. Türkiye bundan epey yararlandı. Bu ekonominin canlılığını devam ettirmesinde önemli rol oynamıştır. Diğer taraftan şuna da dikkat etmek lazım; mesela Türkiye gibi ülkelerde eğer bir ülkenin ekonomisi, ulusal geliri son kertede üretime dayanıyorsa tamam ama üretim yönlendirmekle veyahut da orda yok olması gereken sabit sermaye neyse -makineler şunlar bunlar- bunların hepsi yok olduktan, hurdaya çıkarıldıktan sonra yeniden üretim aşamasına gelebilmek için modern teknoloji vs. alırsın, kapitalistler hep böyle yaparlar. Üretim varsa devam edersin yoksa makine vs. almana da gerek kalmaz. Ama Türkiye gibi ülkelerde Çin en başta, Güney Kore, Almanya’da buralarda ulusal gelire baktığımızda sanayi üretiminin payının yük-

dini onu yeniden dolara vs. çevirmesi geresek olduğunu görürsünüz. Türkiye’de yüzde kecek, bir sürü zarar edecek ondan dolayı yirmi beşe kadar düşmüştür ama bu payda kalayım der. Ve kalır. Sıcak para bundan doçok yüksektir. Mesela ABD’de bu pay yüzde on bir-on iki, İngiltere’de yüzde on bir-on iki- layı tamamen çıkmamıştır Türkiye’den, gidiyor geliyor. Ona dayanan bir ekonomi değil dir sanayinin payı bu kadar geri. Dolayısı ile fakat ondan çok yararlanan bir ekonomi. O bu şu anlama geliyor; ya dışarıdan satın alyanlışlığa düşmemek lazım, sıcak parayla dıklarınla ihtiyaçlarını karşılıyorsun ya da ekonomi açıklanmaz. Hiçbir kuralı yoktur mali sektördeki elde ettiğin karla ülke ekobunun. Bu olsa olsa nasıl bir şey diyelim, tanomisini ayakta tutmaya çalışıyorsun. Mali şıma suyuyla değirmen döndürmeye benzer. sektöre dayandığın zaman krizin üstesinde Turizm meselesi tabi ki zarar verir. Özellikle gelmen kolay olmaz. Ama üretim olursa turistik alanlarda milyonlarla ifade edibunu satabiliyorsan satarsın, tülebilecek bir istihdam sorunu yaketebiliyorsan tüketirsin, Bir şanmaktadır. Fakat bugün yine çünkü üretim artı değer ülkede kriz patlak Başbakan’ın açıkladığı 9 demektir, kar demektir. verecek onun mali sekmaddelik turizm paketi koBu bakımdan mesela törü tahrip olmadan sanayi- laylık sağlıyor, böyle çözbu ülkelerin ekonomilerine dinamiklik de kendisini gösterecek ondan meye çalışıyorlar. Turizm meselesi de ekonomiye veren sanayi üretisonra krizden çıkılmış olacak. zarar verir ama belini minin ulusal gelirdeki payının nispe- Genellikle kriz işaretlerini, göster- kırmaz emin olmak lagelerini mali sektörde falan verir zım bundan, en fazla sıten diğerlerine göre fazla olmasıdır. ama Türkiye’de olmadı, böyle bir kıntıya sokar, işsizlik Bundan yararlanşey yaşanmadı o süreçte krizle meselesinin turistik bölgelerde artmasına neden mıştır Türkiye. Dinailgili bir sürü yazı yazmama olur. Uzun vadede bunlar mikliği budur mesela, rağmen bunu göremehani tur operatörleri ile tusanayi üretiminin olduristleri getiriyorlar ya işte belli ğu her yerde yani böylesi dim ülkeleri pazar olarak kaybedebiülkelerde, ulusal gelirin nislirler, bunlara neden olabilir, fakat ekopeten yüksek olduğu yerlerde ekonomiler dinamiktir. Bu Türkiye ekonomi- nominin gidiş hattını değiştirmez. si içinde geçerlidir. Ve ilk krizden çıkan ülkeH.G: Tüm bu sorunlara rağmen Türlerden birisidir.

H.G: Turizm sektöründe de son yıllarda yaşanan siyasal gelişmelerden dolayı büyük bir düşüş var. Bu durum nasıl etki yaratır? İ.O: AKP ekonomisi sıcak paraya mı dayanıyor, bu burjuvazinin ekonomik gücünü ya tanımıyoruz demektir ya da yanlış biliyoruzdur. Sıcak parayla bu savaşı sürdüremezsiniz, sıcak parayla askeriyede kullandıkları, kendi ürettikleri teknolojiyi üretemezsiniz, sıcak parayla o hızlı tren vs. yapamazsınız. Bunlar sıcak parayla olacak işler değildir. Sıcak para gelir, senin cari olarak birtakım şeylerini dövize ihtiyacın var ya onları karşılamanı sağlar bu ne kadar çok olursa senin işlerinde o kadar tıkırında olur. Ama bakıyorsunuz sıcak paranın öyle kolay korkup kaçtığı da yok. Rusya ile savaşa girme tehlikesi dediler, uçak düşürme meselesi vs. PYD mevzilerini akşam olduğu zaman her gün bombalamaları, bunların dövüldüğü yerde, o kadar göçmenin kapıya dayanmış olduğu, bombaların sağda solda patladığı bir yerde sıcak para öyle kaçması gereken boyutta kaçmadı, sanki bir kürke sarmışlar bunları sıcak sıcak duruyorlar, demek ki kolay kolay korkmuyorlar bu işlerden. Veyahut da onun korkabileceği derecede bir gelişme yok Türkiye’de. Doğrudur, sıcak para kaçar özellikle kriz dönemlerinde kaçar gider, nihayetinde amacı kar elde etmektir. Ama diğer taraftan sıcak paranın bir kısmı kaçar da bir kısmı kolay kolay kaçamaz. TL’ye çevirdiyse ken-

kiye’de mevcut üretimden özellikle sanayi üretiminde bir ekonomik krizden bahsedemeyiz dediniz, Suriye, Rusya’yla yaşanan sorunlar, Kürdistan’daki savaş, turizm meselesi vs. ama tüm bunlara rağmen ayakta duran bir ekonomi var, bu nasıl oluyor? İ.O: Diğer ülkelerde sanki çok mu farklı bu durum, Türkiye’nin Suriye politikası iflas etti de, işte her tarafımızı düşman sardı bir tane dostumuz yok, hepimiz yazıyoruz, biz de yazıyoruz, siz de yazıyorsunuzdur. Bakıyorum şimdi Türkiye’nin eskiden etrafında dost mu vardı? Daha önce daha kötüydü, Yunanistan’la aran iyi değildi, Doğu Bloku dedikleri revizyonist blok etrafını çevirmişti. Keza İran’la aran yoktu, Saddam’la nerdeyse kafa kafaya geldin. Suriye zaten 900 km tamamen kapatılmıştı, o günle bugün arasında çok mu fark var? Sanki etrafımız düşmanla çevrilmişti. Burjuvaziyi böyle eleştirirsen adamların hoşuna gidiyor. Diğeri de dünya ülkelerinin ekonomilerine bakın çok mu farklı Türkiye’den, gerçekten çok büyük farkları yoktur. Ama şuna dikkat etmemiz lazım. Eğer bir ülkede burjuvazi hükümetleri aracılığı ile bunu dile getirir ‘Arkadaş üretiyoruz fakat satamıyoruz, yapamıyoruz, bu alana sıkıştırdılar bizi, tıkanmaya doğru gidiyoruz, olmadı borç alalım’ demeye başlarsa o zaman işlerin yolunda gitmediğini ifade etmiş olurlar. Şimdi bakalım her şeye rağmen hükümetin maliye

19

bakanının, şu bakanının, bakanlar kurulunun herhangi bir kararını, eğilimini, borç meselesini tartıştığını duydunuz mu hiç. Demek ki bu çarkı ellerindeki imkânlarla hala çevirebilecek durumları var. Bu ne zaman biter orasını bilemeyiz. Ama böyle giderse bir gün bitecektir, ama o gün ne zaman olur onu bilemeyiz.

H.G: Peki, o günü yaklaştırma misyonuyla hareket eden devrimci, sosyalist güçlerin bu süreç içinde perspektifleri ve politikaları ne olmalıdır? Olası bir kriz halinde ne yapılmalı? İ.O: Bu gerçekten çok temelli ve köklü bir sorun, şu açıdan köklü bir sorun, mesela bir partinin, örgütün devrim yapma iddiasında olan bir partinin o ülkenin, nerde devrim yapmak istiyorsa esasen o ülkenin ekonomisini en az yılda birkaç defa analiz etmesi gerekir. Mesela Lenin’e bakın Lenin’de bunu görürsünüz. Her birkaç ayda bir üşenmez Rusya’nın, bir sürü tablo, rakam, sürekli ülkenin ekonomik analizini yapar. Bunun anlamı şudur: Coğrafyada şöyle bir ekonomik durumla karşı karşıyayız, buradan siyasi sonuçlar çıkartalım... Bizim de onu yapmamız lazım. Bu coğrafyada devrim iddiası ile hareket eden bütün örgütlerin önünde böyle bir görev vardır. Biz bunu yapıyor muyuz yapmıyoruz bunu da kabul etmek durumundayız. Yaptığın ekonomik analizlerden siyasal sonuçlar çıkaracaksın, nasıl siyasal sonuçlar çıkartacaksın, bir ülkenin ekonomisinin üç ay sonra, beş ay sonra gidişatına bakarak ne olacağını çıkartabilirsin. Tutmayabilir, ayrı bir sorun, yazı tura atmıyorsundur, analiz etmişsindir nihayetinde yanılmışsındır bu da olabilir. Ama bununla siyasal olarak hitap ettiğin sınıfı, kitleyi hazırlayabilirsin. Önümüzdeki dönemde şöyle sorunlarla karşılaşabiliriz, bunlar bizim önümüze şöylesi siyasal görevler koyabilir, biz buna şimdiden hazırlanmalıyız demek zorundayız. Ne yazık ki bu yapılmıyor. Yumurta bilmem nereye geldi meselesi var ya, kriz olmuş ondan sonra oturuyoruz, bunu yapmak lazım, yeni slogan bulmak lazım, geç kalmış oluyorsun, böyle yapınca kitleyi de hazırlayamıyorsun. Neye karşı mücadele ediyorsun da sadece Erdoğan’ı öne sürmekle, kahrolsun faşist diktatörlük demekle olmuyor ki, yetmiyor bu, tamam yanlış değildir bu tabi ki atacağız ama yani onun altını beslemek zorundayız. İşçi sınıfını örgütlerken bunu beslemek zorundayız. Emekçilere hitap ederken bunu beslemek zorundayız. Politikanın ekonominin yoğunlaşmış hali olduğu gerçekliğiyle bir parti kendi programını uygulamak için bununla hareket etmiş olmalı. Bunun yapılması gerekir diye düşünüyorum. Bu da maalesef yapılmıyor şimdi. Not: Röportaj dizimizin ilk bölümünün tamamına www.halkingunlugu.org adresine girerek ulaşabilirsiniz.


20

güncel haber

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

Kapitalist tekellerin, doğal kaynakları her geçen gün daha fazla erozyona uğratmaları, suların, ormanların, yaşam alanlarının tahribi biçimde gelişmektedir. Barajlar ve HES projeleri, altın madenleri aramaları ve kullanım teknikleri, kentleşme ve kentin ranta açılması, üretim teknikleri ve üretim kaynakları bağlamında var olan durumun karşılığı toplumsal krizle iç içe giden bir doğa ve çevre kriz gerçekliğidir Uluslararası komünist hareketin kurucu önderi Karl Marks tarafından söylenen ve hafızalara kazınan “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” sözü, emperyalistkapitalist sistemi ve bu sistemin niteliğini en iyi anlatan ifadelerdendir. Evet, doğada ve toplumda istisnasız her şeye kar hırsıyla yaklaşan ve tam bir yıkıma yol açan emperyalist-kapitalist sistem, günümüzde herşeyi alınıp-satılabilen birer metaya dönüştürmek istiyor. Bugün dünyanın içerisinde bulunduğu genel durumun, sadece insan türünün değil diğer bütün canlıların ve doğanın bir bütün yok oluşa doğru gidiyor olmasının yegane sorumlusu bu sistemin kendisidir. Gözü dönmüş bir sömürü çarkının başına çöreklenen bir avuç kapitalist, dünyanın bütün zenginliklerini, insanlığın bütün tarihsel, kültürel, sosyal değerlerini pazar için kullanışlı birer meta haline getirmeye çalışıyor. Hele ki Türkiye-Kuzey Kürdistan gibi emperyalizme bağımlılık temelinde gelişen kapitalist ülkelerde bu sömürü ve kar hırsı, akıl almaz boyutlara ulaşıyor. Burjuva sınırlar içerisinde dahi herhangi bir kuralın tanınmadığı, büyük bir gösteriş ve şatafat içerisinde yaşayıp, ülkenin bütün zenginliklerini pazar için peşkeş çeken bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu zihniyet tıpkı efendileri gibi sömürü çarkına sadece insanlığı değil aynı zamanda doğanın bütün zenginliklerini de katmaya çalışıyor. Uçsuz bucaksız ormanların, etrafında binbir türlü canlının bulunduğu nehirlerin, eşine az rastlanır doğal güzelliklerin hepsi onlar açısından daha fazla kar elde etmek için kullanışlı alanlardan başka bir anlam ifade etmiyor. AKP iktidarının toplum üzerinde yaratmaya çalıştığı faşist tahakküm ve buna paralel gelişen politikaların, özellikle Gezi İsyanı sürecinde İstanbul’da artık görme şansımızın az olduğu bir yeşil alanın yok edilmesine karşın alevlenmesi manidardır. Gezi İsyanı döneminin kapandığı düşünen AKP, özellikle son bir yıl içerisinde hayata geçirdiği açık faşist diktatörlük yönetimiyle herşeyi kontrol edebileceğini düşünmüş olmalı ki bu kez Artvin-Cerattepe’yi, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın en güzel doğal alanlarından birisini kapitalist sömürüye açmaya çalıştı. Kuzey Kürdistan’da aylardır her türlü vahşet ve katlima imza atıp, yüzlerce sivilin ölümüne neden olan, Suruç, Amed, Ankara gibi toplu katliamlarla ülke halkını bir bütün sindirip, kontrol etmeye çalışan

Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser AKP-Erdoğan iktidarı, tüm bu süreç boyunca hak ettiği değerde bir tepki ve karşılık görmediği için, büyük bir rahatlıkla doğa üzerindeki katliamlarını da hızlandırmış durumda. Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın dört bir yanında; maden, HES, RES vb. isimler adı altında doğa katliamları gerçekleştiren AKP iktidarı, büyük bir gözü dönmüşlükle gördüğü her boş alana bir inşaat dikme mantığıyla hareket ediyor. Sadece AKP iktidarı döneminde doğaya verilen zararı hesap etmeye çalışsak günlerce uğraşmamız gerekir. Ülkenin hemen her bölgesinde hayata geçirilen bu kapitalist projeler, uzun süredir çeşitli platform ve araçlarla protesto ediliyor, yargı süreçleri işletiliyor. Fakat baştan aşağı tam bir faşist örgütlenmenin olduğu ülkemizde, siyasi iktidarın hayata geçirdiği projelerin durdurulması için aynı zihniyetle hareket eden yargıya başvurmak pek bir anlam ifade etmiyor. Elbette her türlü araç ve yöntemle mücadeleyi zengileştirmek lazım, fakat bazı istinai durumlar ya da fevri çıkışların dahi üst mahkemeler aracılığıyla tırpanlandığı şartlar altında, örgütlü bir şekilde devrimci mücadele etrafında birleşmekten başka çare bulunmuyor. Ki faşist “TC” doğayı yok eden projelerini sadece kapitalist kar hırsıyla değil, özellikle Kuzey Kürdistan’da, buraları insansızlaştırıp, devrimci, yurtsever güçleri ve bu güçlerin toplumsal tabanınıda ortadan kaldırmayı

amaçlıyor. Dersim’de hayata geçirilen baraj ve maden projeleri dahi tek başına bu durumun en iyi örneğidir.

Artvin halkı kapitalist yağmaya dur dedi Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasının en güzel yerleşim alanlarından olan Artvin’in, kapitalist kar hırsıyla yağmaya açılması, doğal alanların yok edilerek çeşitli maden ve baraj projeleriyle yok edilmesine karşı, Cerattepe halkının başlattığı ve kısa sürede bütün ülkeye yayılan direniş neticesinde faşist AKP iktidarı geri adım atmak zorunda kaldı. AKP iktidarı döneminde palazlanıp, güçlenen şirketlerin başında gelen Cengiz Holding tarafından yapılmak istenen maden arama çalışmalarına karşı yediden yetmişe bütün Artvin halkının katıldığı ve günlerce devam eden bir direniş örgütlendi. Daha önce yargı sürecini yoğun bir şekilde işleten Artvin halkının, bütün çaba ve girişimlerinin boşa düşürülmesi sonrası, fiili bir direnişe geçerek, sokağa dökülmesi ve hep bir ağızdan bu kapitalist yağmaya dur demesi, her zaman olduğu gibi faşist “TC”nin asker-polis saldırısıyla karşılandı. Kendi yaşam alanlarını savunmak için, en meşru ve demokratik haklarını kullanıp sokağa, eyleme çıkan halka karşı binlerce asker-polis eşliğinde gerçekleştirilen saldırılar bırakın halkın geri adım

atmasını, öfkelerini bileyerek daha güçlü bir şekilde sokağa çıkmasına vesile oldu. Artvin halkının başlattığı bu direnişin ülke geneline yayılıp yeni bir Gezi sürecine yol açma riskine karşılık AKP iktidarı göstermelik bazı adımlar atarak şimdilik eylemsellik sürecini durdurmuş oldu. Asker-polis tarafından günlerce süren saldırılar karşısında direnişten geri adım atmayan Artvin halkının bu baş eğmez tavrı karşısında AKP geri adım atarak mahkeme süreci tamamlanana kadar maden arama çalışmalarının durdurulduğunu açıklamak zorunda kaldı. Başbakan Ahmet Davutoğlu Çankaya Köşkü’nde Cerattepe halkı adına oluşturulan heyet ile görüştükten sonra mahkeme süreci tamamlanana kadar maden arama çalışmalarının durdurulduğunu açıklamak durumunda kaldı. Yapılan görüşme sonrası açıklama yapan Davutoğlu şu ifadeleri kullandı: “Cerattepe'deki çalışmalar, mahkeme kararı sonuçlanana kadar durdurulacak. Herkes, hukuka saygı gösterecek.Bu konunun istismar edilmesine asla izin vermeyiz. Maden işletmesinde kesinlikle kapalı galeri uygulaması olacak, çıkarılacak maden yerinde işletilmeyecek, teleferikle taşınacak. Cerattepe'nin rengarenk ağaçlarının zarar görmemesine özen gösterilecek. Hukuk devleti kuralları içinde kamu düzenini sağlar, yanlış bir uygulama olursa gereğini yaparız.”


güncel haber

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

projesinde kurduğu ortaklık, Yeşil Yol Projesi ve bu proje çerçevesinde Cerattepe’de hayata geçirilmek istenen maden arama çalışmalarınında mimarı. Cengiz Holding’in aldığı ihalelerde ortaklık kurduğu diğer holdinglerde tanıdık isimler; Kolin ve Limak. AKP-Erdoğan tarafından bizzat denetlenip, elde edilen karlardan büyük vurgunların yapıldığı birçok ihalede bu üçlü karşımıza çıkıyor. Özellikle son yıllarda inşşat, elektrik, enerji ve madencilik alanında yapılan birçok ihale bu üçlüden birine ya da ortaklalıklarına veriliyor. 17-25 Aralık sürecinde ortaya çıkan ses kayıtlarında net bir şekilde ortaya dökülen kirli işlerinin yanında, Cengiz Holding’in sahini Mehmet Cengiz’in “Milletin a… koyacağız” sözleri büyük tepki çekmişti. Her üç holdingin de daha önce çeşitli yolsuzluk soruşturmalarına muhatap olduğu, fakat AKP döneminde bu soruşturmaların düşürüldüğü biliniyor. Benzer şekilde 2010 yılında aralarında Cengiz Holding’in de bulunduğu beş farklı grubun vergi borçları silinerek önlerindeki ekonomik pürüzler giderildi. Elbette AKP eliyle kapitalist sistem tarafından hayata geçirilen doğa düşmanı projeler sadece bu üç şirket tarafından hayata geçirilmiyor. İrili ufaklı yüzlerce şirket sömürü çarkından pay alıp, palazlanıyor.

Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası sermayeye peşkeş çekilerek yok edilmek isteniyor

Yeşil Artvin Derneği Başkanı Nur Neşe Karahan ise yapılan görüşme sonrası şu açıklamalarda bulundu: “Başbakanımız mahkeme süreci sonuna kadar Cerattepe'deki madencilik faaliyetlerinin durdurulması yönünde talimat verdi. Başbakanımız mahkeme sürecinde çalışma yapılmayacağına ilişkin bize de söz verdi. Bu olumlu bir gelişmedir. Bu talimat sonrası polis ve jandarma güçleri ile maden şirketinin iş makinelerinin geri çekilmesini talep ettik. Bu taleplerimizi aldılar ancak bununla ilgili henüz bir net cevap alamadık. Umarız bu talebimiz de yerine gelir.” Söz konusu görüşme sonrası karşılıklı yapılan açıklamaların ise Artvin halkı tarafından güvenle karşılanmadığı biliniyor. Atılan adımların bölge halkını oyalayıp, maden çalışmalarını sürece yayıp oluşacak tepkinin azaltılmak istendiği ifade ediliyor. Daha önce Rize İdare Mahkemesi tarafından, Artvin ve yöresinde madencilik faaliyetinin gerçekleştirilemeyeceğine dair bir kararın alındığı ve bu kararın halen yürürlükte olmasına rağmen fiili olarak maden arama çalışmalarının yapıldığı göz önüne alınınca, Artvin halkının kaygılarında ne kadar haklı oldukları daha anlaşılır olacaktır. Rize İdare Mahkesi tarafından 2014 yılında alınan kararda “Maden faaliyetinin hayata geçirilmesinin Artvin ilini yöre sakinleri açısından yaşam alanı olmaktan çıkaracağı, bu bölgede maden arama projesi ile bu projenin etkisi altında bulunan yaşam alanları ve koruma altındaki alanların bir arada olamayacağı kanaatine varılmıştır” denilerek maden arama çalışmalarının durdurulması

istenmişti. Bu karara rağmen Cengiz Holding tarafından bölgede yapılan çalışmalar devam ettirildi.

AKP faşizminin kaplanları Hakim sınıf güçleri arasında yaşanan çelişki ve çatışmalar vesilesiyle bir kez daha gün yüzüne çıkan ve bütün kirli, karanlık yüzlerinin bariz bir şekilde kamuoyuna yansıdığı üzere, AKP iktidarı ve özellikle Erdoğan’ın basından, iş yaşamına, spordan sanata bütün yaşam alanlarına dair özel örgütlenmeler geliştirdiği biliniyor. AKP iktidarı döneminde özellikle MÜSİAD içerisinde örgütlenen ve iktidar olanaklarını sınırsızca kullanan birçok şirket palazlanarak sömürü çarkından büyük paylar almaya başladı. Bu şirketlerin başında gelenlerden birisi ise kuşkusuz Cengiz Holding. 1980’lerin sonunda kurulan Cengiz Holding, Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığı döneminde aldığı Karadeniz Sahil Yolu Projesi ile büyük bir yükselişe geçti. İnşaat, enerji, madencilik ve turizm sektörülerinde faaliyet gösteren Cengiz Holding, AKP’nin hükümete geldiği 2002 yılından bugüne ise altın çağını yaşıyor adeta. Toplam 35 şirketi bünyesinde barındıran Cengiz Holding’in yıllık cirosu 4 milyar dolara yakın. Erdoğan ile geliştirilen samimi(!) ilişkiler neticesinde birçok ihaleyi sorunsuzca alan Cengiz Holding, özellikle 2004 yılında Eti Bakır A.Ş., 2005 yılında ETİ Alüminyum ile elektrik dağıtım ihalelerindede boy göstermeye başladı. Ayrıca Boğaziçi Elektrik, Akdeniz Elektirk, Uludağ Elektrik, EDAŞ ve Çamlıbel Elektrik dağıtım bölgelerini ortaklarıyla beraber kazanan Cengiz Holding son olarak ise 3. Havalimanı

Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası bağrında taşıdığı çeşitlilik ve zenginlikle dünyanın önde gelen ülkerinden biri olmasına rağmen, emperyalist-kapitalist sistem tarafından tam bir yıkımın eşiğine gelmiş durumda. Aşağıda vereceğimiz rakamlar dahi tek başına durumun vahametini açıklamaya yetiyor. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 2002-2013 yılları arasında 389 bin 741 maden ve mermer ocağı için arama ve işletme ruhsatı verilmiş durumda. ÇED raporlarının işleyiş süreci ve niteliğinin değişmesi, siyasi iktidarın kapitalist işletmelerle kurduğu karlı(!) ortaklık ve gelişen kitle hareketlerinin faşist kolluk güçleri tarafından bastırılması, ülkenin hemen her yerinde doğayı talan eden projelerin hayata geçirilmesine neden oluyor. Bütünlüklü bir mücadelen öte parçalı ve sistemi hedeflemekten uzak gelişen çeşitli tepki ve kalkışmalar ise oldukça yetersiz ve sönümlenen pratikler olarak kalıyor. Çevre mücadelesinin sınıf mücadelesiyle olan direkt bağını görmeyen, görmek istemeyen anlayışlar ile çevre mücadelesine gerekli önemi verip, olması gerektiği şekilde mücadele etmeyen anlayışların at başı yürümesi söz konusu saldırıların pervasızca yapılmasında kolaylaştırıcı bir rol oynuyor. Kapitalizmin tamamen kar hırsı ile doğayı ve bütün canlıları yok olam tehdidiyle karşı karşıya bırakan politikalarına ve bir bütün emperyalist-kapitalist sisteme karşı verilecek mücadele içerisinde çevre mücadelesi oldukça önemli bir yer teşkil ediyor. Komünist-devrimci güçlerin, sınıf mücadelesini öteleyen, Post-Marksist zırvaların karşısında diyalektik bir bakış açısıyla bütün mücadele alan ve araçlarını, sınıf mücadelesinin birer bileşkesi olarak başarılı bir şekilde birleştirip, iktidar müca-

21

delesini büyütmeleri gerekiyor. Makalemizi Maoist komünistlerin gerçekleştirdikleri 3. Kongre belgelerinden bir alıntı ile sonlandıralım: “Doğanın ve insanın her düzeyde zapturapt altına alınma yönelimi, toplumsal ve biyolojik yaşamı yıkım yörüngesine oturmuş durumdadır. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında da dünyanın başka yerlerinde sürmekte olan bu gerçeğin parçası olarak bir yıkım ve kriz süreci devam etmektedir. Kapitalist tekellerin, doğal kaynakları her geçen gün daha fazla erozyona uğratmaları, suların, ormanların, yaşam alanlarının tahribi biçimde gelişmektedir. Barajlar ve HES projeleri, altın madenleri aramaları ve kullanım teknikleri, kentleşme ve kentin ranta açılması, üretim teknikleri ve üretim kaynakları bağlamında var olan durumun karşılığı toplumsal krizle iç içe giden bir doğa ve çevre kriz gerçekliğidir. Son yıllarda Karadeniz ve Kuzey Kürdistan’a peşi sıra inşa edilmekte olan HESler, Ege’de altın maden aramaları vb. tekellerin, doğayı azami kar ilkesi çerçevesinde büyük yıkıma sürüklediği gerçekliğini, daha açık anlaşılmasına yol açmış durumdadır. Şehirleşmenin yeniden kentsel dönüşüm adı altında kar nesnesi olarak ele alınması yoksulların yaşam alanları ve evlerinden koparılması, sermayenin kendini yeni biçimler altında dinamik kılarak, kentlerin gelişimi ve sermayenin kenti yeni karlılık olarak dizayn etme anlayışı içerisinde, mekân dizaynı biçiminde uygulamaya koyduğu politikalarher ne ad takılmaya çalışılırsa çalışılsın ve ne gerekçeler ile manipüle edilmeye çalışılırsa çalışılsın gerçek çıplaktır. Bunun adı sermayenin yeniden bir sömürü ve kar yönelimidir. Kapitalist tekellerin temeli olan özel mülkiyetçi servet biriktirme anlayışı, yaşam alanlarının yok edilmesine yol açarken, kent ve kırlarda halk kitlelerinin de direnişlerinin gelişmesini de beraberinde yaratmaktadır. Köylülerin HES ve barajlar karşıtı demokratik hareketi yaşam alanının yok edilmesine karşın ileri bir direniş kimliğini yansıtmaktadır. Bu anlamda yaşam alanı olarak doğa ve doğal kaynaklar ile daha uyumlu köy toplumunun doğanın işgal edilmesine duyduğu tepkinin kaynağı olarak yaşamlarının da işgal edildiği gerçekliğini görmeleridir. Sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşmesi yaşamın ele geçirilişinin her düzey ve bağlaşıklarda derinleşmesi, genel anlamda emekçi sınıfların kapitalist vahşeti daha açık biçimde görmelerine yol açmaktadır. Bu bağlamda köylülerin direnişi, içerik olarak, anti kapitalist anti emperyalist bir mücadeledir… Parti 3. Kongremiz; emperyalist tekellerin azami kar elde etme yönelimi sonucu, yarattığı büyük yıkım süreci ve toplumsal ekolojik kriz durumuna karşı, devrimci mücadelenin toplumsal alanın bütün dinamiklerinde geliştirilmesi anlayışına bağlı kalınarak, perspektifin yaşam bulması için çevre örgütlenmesinin güçlendirilerek ilerletilmesi, çevre örgütleri ile daha güçlü bağların kurulması ve geliştirilmesi, yine politik- pratik yönelimin güçlendirilmesi yayın ve propagandanın etkinleştirilmesinin önemini belirtmiştir.”


22

güncel analiz

01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

Çözüm; mağduriyetimizi pekiştiren 1800’lerden günümüze kadar uzanan kadının toplumsal mücadelesi tarihi deneyimlerle doludur. Paris Komünü’nde, Sovyetler Birliği inşasında, ülkemizde verilen ulusal ve sınıfsal hareketin mücadelesinde, Gezi halk hareketinde, Kobanê ve Rojava’nın destansı mücadelesinde kadınlar özne olmuşlardır. Erkek egemen sisteme boyun eğmeyi değil, ona karşı kendi mücadelesinin savaşçısı olmayı seçmişlerdir. Bundandır ki ‘yeni’den ‘yeni’den kadının ezilmişliğine ve çözümüne ilişkin salt teorik tespitlerde bulunmaya ihtiyaç yoktur Bir cinsin başka cins üzerindeki tasarruf “hakkı”, birinin diğeri üzerinde tahakküm oluşturması; eksikliğin temelini oluşturur. Ezen ve ezilen ilişki ve çelişkisi özel mülkiyetin varoluş biçimiyle birlikte ortaya çıkmış ve günümüze kadar ‘modernleşerek’(!) süre gelmiştir. ‘Güçsüzün güçlü’, ‘yoksulun zengin’, ‘işsizin patron’, ‘azınlığın çoğunluk’, tarafından sömürüldüğü, ezildiği, hor görüldüğü ve ötekiler diye kategoriye ayrıldığı gerçekliği, sınıflar arası eşitsizlik ve özel mülkiyet olgusunun zorunlu bir sonucudur. Bu gelişme kadın ve erkek arasındaki doğal iş bölümünü, yaşamı birlikte üretmenin temelini ortadan kaldırarak; yerine erkeğin kadın üzerinde baskı kuracağı, kendisini üstün göreceği toplumsal soruna bürünecek tarihsel bir sorun yaratmıştır. Üretici güçlerin gelişmesi, artı ürünün ortaya çıkması ve mülk edinmenin sonucunda tarihte kendini gösteren ilk sınıf varlığına karşı kadın, ilk toplumsal yenilgisini alarak ikincil konuma düştü. Birbirini takip eden sınıflı toplumlar tarihi boyunca en barbarından en ‘uygar’ına kadar kadına yönelik özel mülkiyet bakış açısında zihniyet değişmemiş ve giderek daha da katmerleşmiştir. Ortaçağ’ın karanlık zihniyeti ‘modern’lik görüntüsü altında korunmakla kalınmıyor daha da pervasızlaşarak cinsel, sınıfsal, ulusal sömürü üzerinden kadına yönelik artan bir baskı ve şiddet olarak kurumsallaştırılıyor. Günümüzde emperyalist-kapitalist sistem kadın sorununa çözüm üretemediği gibi, kadına yönelik saldırıları daha çok derinleştiren politikalar izlemektedir.

Emperyalist-kapitalist sistemin değişmeyen yüzü! Emperyalizm denilince aklımıza sömürü,

yıkım, işgal, talan, kirli savaş, doğa katliamları gelir. Emperyalizm, dünya haklarının kanından beslenerek sistemini korumaya başarmaktadır. Irak, Filistin, Afganistan, Lübnan, Mısır, Suriye başta olmak üzere, zengin yer altı kaynaklarına, petrol yataklarına sahip olmak amacı ile yoksul ülkelerin toprakları bir bir işgal edilip oluk oluk kan akıtılmaktadır. Açlığın, yoksulluğun, ölümün, zulmün ve acının kol gezdiği topraklarda halklar kıyımdan geçirilip yerinden yurdundan edilmektedir. Vahşetin ve barbarlığın hüküm sürdüğü yoksul ülkelerde, her zaman olduğu gibi emperyalizmin kirli savaş politikası en çok kadın ve çocukları vuruyor. Çocukların küçük bedenleri oyun sahalarında paramparça edilerek, yaşamlar kâbusa çevriliyor. Emperyalizmin çürümüş, yoz, gerici politikaları sadece toprakları işgal etme üzerine kurgulanmamaktadır. Aynı zamanda o topraklara hayat veren, yaşamın döngüsünü sağlayan kadınları da özellikle hedef almaktadır. Emperyalist işgaller sonucu elde edilen deneyimler bizlere, emperyalizmin nasıl bir bataklık olduğunu ispatlamıştır. Kirli savaşlarda binlerce kadın (Irak, Filistin, Afganistan, Libya, Suriye, Rojava, Şengal gibi) işgalci militarist güçler tarafından tecavüze uğramış, zindanlara kapatılmış ve katledilmiştir! Ortadoğu ülkelerini işgal edip ‘yeni’den dizayn etmeyi tarih boyu amaç edinen emperyalizm; toplumu kadın üzerinden vurmakta ve gerici, yobaz, gelenekseldinsel araçları kullanarak kadınları tam bir kuşatmaya almaktadır. Kirli savaş süreci ve sonrasında yaratılan açlık, yoksulluk, yıkım ve enkazı kaldırma yükü ise yine kadınların omuzlarına binmektedir. Bununla birlikte kadının ötekileştirilmesi, aşağılanması, hor görülmesi kadını yaşamın öznesi olmaktan çıkarmaktadır. Gerici hâkim sınıfların ortak silahı olan din olgusu, kadını adeta prangalamakta ve ‘erk’eğin gölgesinde yaşamaya mahkûm etmektedir. Günümüzde dünya gericiliğini temsil eden radikal, gerici dinci çetelerin (El-Nusra, Boko Haram, El-Kaide, IŞİD vb.) kadına yönelik vahşi, barbar saldırıları, düşmanlıkta sınır tanımayan uygulamaları, emperyalist-kapitalist sistemin gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir. Kadınları haremlerine kapatmakta, kız çocukların okula gitmesini yasaklamakta, kadınlara kara çarşaf ve burka giydirmekte, araç kullanan kadınların ise arabalarını yakılmaktadır. Kadınların nasıl yapması gerektiği konusunda ‘yeni’ fetvalar yazılmaktadır. Kadınlar din gericiliğine dayalı ‘yasalar’ tarafından kuşatmaya alınarak en ağır şekilde cezalandırılmaktadır. Yakın tarihte barbar IŞİD çetesi tarafından binlerce Êzidî, Süryani, Arap, Kürt kadın kaçırılıp tecavüz edildikten sonra öldürülmüş, ellerinde esir tuttukları kadınlar ise köle pazarları oluşturularak,

şeyhlere, zenginlere satılmışlardır. Gerici egemen sistemin tarihinde sıkça görülen ve giderek pervasızlaşan Ortaçağ barbarlığı, Allah, din ve İslamiyet adına yapılmaktadır. Egemenler yüz yıllardır din ve İslamiyet olgusunu kullanarak ezilenlere her türlü zulmü reva görmüştür. Din kadının ötekileştirilmesinin en temel araçlarındandır. Kadını bir bütün kuşatan, metalaştıran erkek egemen zihniyet kuşkusuz ki şiddeti körükleyecektir. Bugün Ortadoğu devletleri tarafından kadın aleyhine oluşturulan yasalar, kadınların yaşamına müdahale eden, özgürlüğünü kısıtlayan, daha çok pasif ve edilgen kılan yöndedir. Ekonomik temelde bağımsız olmayan kadınlar ‘erk’eğe bağımlı kılınmıştır. Erkeğin iradesi dışında tanımlanmayan, görevi ‘anne’, ‘eş’ vb. rollerle kutsanan bir kadın profili yaratılmıştır. Zira ülkemizde de durum farklı değildir. Ülkemiz hâkim sınıflarının ve AKP hükümetinin kadına biçtiği; ‘iyi bir anne’, erkeğini memnun eden, çocuklarına güzel bakan, tüm kadınlık görevlerine uysal bir şekilde yerine getiren ‘iyi kadınlar’ algısı, aynı zamanda bir devlet politikasıdır. AKP hükümeti ile birlikte kadına yönelik şiddet yüzde bin dört yüz artmıştır. Cinsiyetçi, nefret söylemini derinleştiren politikalar her gün onlarca kadının yaşamını elinden almaktadır.

“Yeni Türkiye”de kutsal aile(!) Ülkemizde kadına yönelik şiddet son yıllarda korkunç boyutlara ulaştı! Cinsel, sınıfsal, ulusal odaklı baskının yanı sıra fiziksel şiddet ve diğer tüm (cinsel, ekonomik, psikolojik) şiddet biçimleri kadar kat be kat artarak derinleşmektedir. Her gün

onlarca kadın erkekler tarafından tecavüze uğramakta, öldürülmektedir. Kadın karşısında adeta devletleşen erkek, kadına uyguladığı cinsel, psikolojik şiddetle sınırlı kalmayıp, hiç tereddüt etmeksizin hunharca kadınları katletmektedir. Resmi istatistiklere (ki bu gerçeklik devlet tarafından büyük oranda gizleniyor) göre son altı yılda 1500 kadın, son bir yılda 259 kadın erkekler tarafından öldürüldü. Keza Bianet’in yerel ve ulusal haber kanallarından derlemiş olduğu haberlere göre Kasım 2015’te erkekler tarafından 23 kadın öldürüldü. 10 kadın ve kız çocuğuna tecavüz edildi. 24 kadın yaralandı. 16 kız çocuğu ve kadına ise cinsel tacizde bulunuldu. Yukarıda sunmaya çalıştığımız bu kara tablo kadına uygulanan şiddetin sadece bir yönünü oluşturmaktadır. Bunun ayrıca görünmeyeni fakat daha korkunç olanı içselleştirilerek karşılanıyor olmasıdır. Ve kadına yönelik fiziksel şiddetin bu derece artış göstermesinin diğer bir nedeni ise; toplumca olağan karşılanmasıdır. Her ne kadar görünen ve görünmeyen temelinde bir değerlendirmemiz olsa da, kadına uygulanan şiddet açık ve aleni yapılmaktadır. Kadını bir bütün kuşatan bu cendere içinde; ‘kaderine’ razı bırakan yalnızlık ve çaresizlik duygusudur! Kadınlar çaresizlikle yine, çözümü devlet kurumlarında (karakollarda, mahkeme salonlarında) aramaktadır. Gitmiş olduğu devlet kurumlarında eril, cinsiyetçi, gerici zihniyette karşılıyor, aşağılanıp ‘devlet baba’(!) nasihatleri ile tekrardan şiddet gördüğü kutsal aileye, şiddet uygulanan eşin yanına geri gönderilerek ölümün kucağına itiliyor. Yüzlerce kadın ‘ kocam beni öldürecek, yardım edin’ diye imdat! çığlıkları! atarken


01-15 MART 2016 Halkın Günlüğü

güncel analiz

23

sistemde değil, proleter sınıf savaşında

ve hemen akabinde öldürülen kadınları devlet korumazken ne yazık ki en yakınındaki bile bu çığlığı duymamaktadır. ‘Severek’ evlendikleri erkekler tarafından öldürülen, bıçaklanan, dövülen, taciz ve tecavüze uğrayan sayısız kadının haberi, hikâyesi burjuva medya tarafından dramatize edilerek servis edilmektedir. Erkek egemen bir zihniyetin sonucu olduğu gerçekliği ikiyüzlüce korunmaktadır. AKP’nin kadına yaklaşımındaki gerici zihniyet kadın katliamlarının artmasına neden olurken, burjuva medyanın sorunu ele alış biçimi şüphesiz ki bu cinsiyetçi uygulamaları meşrulaştırmak olacaktır. Toplum kadın söz konusu olduğunda tepeden tırnağa ‘eril’ bir tutkuyla canavarlaşan ‘tehlikeli’ ‘erk’ler ülkesine dönüştürüldü! Kadına şiddeti uygulayan ‘erk’eğin kafasında, yıkılmayan özel mülkiyet ve gerici devlet şiddeti yatmaktadır. Erkeği egemen kılan, egolarını güçlendiren, kadına karşı ‘düşmanlaştıran’ ve şiddet uygulamasına teşvik eden egemenlerin cinsiyetçi, ayrımcı tekçi politikalarıdır. Erkek egemen sistemi daimi kılmayı amaçlayan eril zihniyet, kuşkusuz ki kadın-erkek eşitliğinden korkmaktadır. Eşitsizliğin kadının ‘fıtratından’ geldiğini ileri süren anlayış ideolojik ve politiktir. Toplumu tekçi bir zihniyetle yönetme amacı güden bir devlet politikası, erkeklerin kadın üzerindeki tahakkümünü pekiştirmiştir. Kadın cinayetlerinin çoğunun kadının istemediği, reddettiği şeye zorlanması sonucu gerçekleştiği bilindiği halde ‘zorla güzellik olur’(!) diye açıklama yapan aile bakanı ‘anneliğin kadın için iyi bir kariyer olduğunun’ müjdesini veren sağlık bakanı, kadınların ne zaman evleneceğini,

kaç çocuk doğurması gerektiğini ‘ kutsal ailenin’ koruyucusu Erdoğan ve şürekâsı belirlemektedir. Toplumu cinsiyetlere ve rollere bölen, cinsiyetçi açıklamalar ve politikalar güden AKP, hemen hemen her gün kadını hedef alan söylem ve pratiklere girişmiştir. Okullarda kısa etek giyilmesini önlemek için taciz timi oluşturan okul yöneticileri, on sekiz yaşındaki gençlerin birliktelikleri ile yedi aylık bebeğe tecavüzü eşitleyen müftüler; her konuşmasında kadını hedefleyen erkek egemen zihniyeti kutsayan Erdoğan ve kadrolarının sapkın açıklamaları kuşkusuz kadınları daha fazla hedef haline getirmiştir. 13 yıllık AKP hükümeti ‘muhafazakârlık’ adı altında ‘makbul’ kadın politikası kapsamında ülkede binlerce kadının öldürülmesine, şiddete uğramasına, cinsel saldırılarla karşılaşmasına yol açmıştır. “Yeni Türkiye”nin ‘kutsal çatısı’ altındaki ‘kutsal aile’(!) içinde AKP odaklı politikalar sonucu nefret tohumları ekilmekte. Ve erkeğin kadına şiddeti, kadının erkeğe ise güvensizliği ve korkusu çığ gibi büyümektedir. Kadındaki korkuyu büyüten, derin bir güvensizlik sarmalına sokan sadece fiili şiddet biçimi değildir. ‘TC’ devletinin erkek egemenliğini ve kadına karşı şiddeti yasalarca da koruması ve meşrulaştırmasıdır. Erkek egemen zihniyeti koruyan devlet kurumlarının diğer bir ayağı ise yargıdır. Yargının kadın cinayetlerinde ve cinsel saldırı suçlarında eril, cinsiyetçi kararları, şiddet kullanmaya eğilimli erkekleri cesaretlendirmektedir.

Adalet ‘erk’ek egemen zihniyetin temeli mi? Bütün mahkeme salonlarında ‘adalet mül-

kün temelidir’ yazısı ile karşılaşmak mümkün. ‘TC’ devletinin hukuku kendisini adil, eşit ve yasal hakları koruma zemininde tanımlamaktadır.(!) Zira ülkemizde genelde ezilenler cephesinde ve özelde kadın sorunu kapsamındaki davalarda mahkemelerin ve yargının ayrımcı, cinsiyetçi, eril zihniyetle karar verdiğine çokça tanık olmaktayız. Adil yargılamaktan ziyade, tam da yazıldığı gibi eril erkek egemen gücün, özel mülkiyetin kimin elinde olduğunun esasına dayanarak yasalar işletilmektedir. Ezilenler karşısında ‘adalet mülkün temeli’nde yatarken, kadınlar nezdinde ise adalet erkek egemen zihniyetin temeli olmaktadır ve yargının ikiyüzlü yaklaşımı kadına yönelik şiddeti kat be kat arttırmaktadır. Ayrıca kimi durumlarda, cinsel saldırı ve şiddet uygulayan erkeklere en ‘ağır cezanın’ verildiğine de tanık olduk. Örnek vermek gerekirse; Münevver Karabulut, Ayşe Paşalı, Özgecan Aslan vb. cinayet davalarında toplumsal duyarlılık ve sokaklara sığmayan öfke karşısında yargı ve mahkemeler sanıklara TCK’nın 62. Maddesi’ni uygulamıştır. Zira aynı yargı Nevin Yıldırım ve Çilem Doğan’a ise müebbet cezasını uygun görmüştür(!) Oysaki Nevin Yıldırım ve Çilem Doğan kendilerine tecavüz eden, şiddet uygulayan erkekleri öldürmemiş olsalardı, yaşayacakları son, öldürülen kadınlarla aynı olacaktı. Nevin Yıldırım ve Çilem Doğan davalarında indirim uygulamayan yargı ve ‘T.C’nin mahkemeleri, 14 yaşındaki bir kız çocuğunun kafasına taş vurup, bayılttıktan sonra cinsel istismarda bulunan sanığa; ‘saygın tutum takındı’ gerekçesiyle cezada indirime gitmiştir. Sosyal paylaşım sitesinde ilişki durumunu evli yapmadığı için, kadını öldüren kişiye ‘adamı tahrik etmiş’ sayarak ‘tahrik indirimi’ uyguladı. Kaçırmış olduğu bir kadına cinsel istismarda bulunan polis, “kırmızı mont giymişti, tahrik oldum” diyerekten ‘tahrik indirimi’nden faydalanmıştır. Kadına yönelik saldırılar üzerinden örnekleri çoğaltmak mümkündür. Zira amacımız sadece kadına yönelik saldırılar üzerinden analiz yapmak değil, aynı zamanda analizle birlikte çözüm üretmeye dönük somut adımlar atmak esas amaç olmalıdır. Ki tüm bu örnekler bize ikili bir durumun varlığını ortaya koymaktadır; öncelikle devlet kurumlarının ve AKP’nin kadın politikasının kadınları korumadığı, ölüme terk ettiği ve kadına yönelik şiddetin yolunu daha fazla açtığı gerçekliğidir. Başta parlamento olmak üzere, hiçbir devlet kurumunun ve sisteme odaklı bir düşünüşün kadını birey olarak özgürleştirme niteliği yoktur! Daha dün faşizmden demokrasi çıkacağını söyleyenler, bu ülkenin bir aylık panoramasına bir bakmalılar, o zaman faşizm gerçekliği bir kez daha görülecektir. Zira demokratik meşru mücadele asla reddedemeyeceğimiz bir durumdur. Bir yö-

nüyle tekçi, faşist, eril zihniyeti teşhir ederken, diğer yönüyle toplumsal duyarlılığı arttıracak çalışmalar yapılmalıdır. Topluma mal olan bir Özgecan Aslan cinayetine gösterilen duyarlılık, aynı hafta içinde, aynı yöntemle öldürülen bir başka kadına gösterilmemektedir. Başta Demokratik Kadın Hareketi olmak üzere, tüm kadın kurumları kadın katliamlarına dönük yeterince ses çıkarmamaktadırlar. Ve şiddete maruz kalan kadınların sayısı her geçen gün artmaktadır.

Devlet erk’eği değil, özel mülkiyeti koruyor ‘Erkek vuruyor, devlet koruyor’ sloganının karşılığında yatan gerçeklik özünde erkeğin kendisi değil, özel mülkiyetin kendisidir. Görünürde kadınlara cinsel saldırıda bulunan, öldüren, çeşitli şekilde baskı altına alan erkekler olsa da, erkeğin erk zihniyetini pekiştiren, besleyen ve kadını ezmesini sağlayan erkek egemen zihniyettir. Kadına yönelik şiddeti yeniden yeniden üreten özel mülkiyet olgusu değişmediği sürece kadına yönelik baskı ve şiddet de ortadan kalkmayacaktır. Bundandır ki kadın sorununun çözümü ve alternatifi sistem içi kurumlar değillerdir/olmayacaktır.

Kadının mücadele tarihi öğreticidir Toplumsal alt üst oluşlarda, toplumsal gelişmelerin her boyutunda kadının dinamik rolünü görmek mümkün. 1800’lerden günümüze kadar uzanan kadının toplumsal mücadelesi tarihi deneyimlerle doludur. Paris Komünü’nde, Sovyetler Birliği inşasında, ülkemizde verilen ulusal ve sınıfsal hareketin mücadelesinde, Gezi halk hareketinde, Kobanê ve Rojava’nın destansı mücadelesinde kadınlar özne olmuşlardır. Erkek egemen sisteme boyun eğmeyi değil, ona karşı kendi mücadelesinin savaşçısı olmayı seçmişlerdir. Bundandır ki ‘yeni’den ‘yeni’den kadının ezilmişliğine ve çözümüne ilişkin salt teorik tespitlerde bulunmaya ihtiyaç yoktur. Günümüzün özgün sorunu; işçi, köylü, ev kadını, öğrenci kadın kitlesi ile yaşanan kopukluktur. Sisteme öfke kusan kadınları proleter sınıf mücadelesinin içinde örgütleyememektedir. Demokratik meşru mücadele alanlarını yeterince kullanmamaktadır. Yasal ve hukuksal zeminde koparılacak ve kazanılacak her alan proleter sınıf savaşına hizmet edecektir. Doğru bir perspektif ve sürecin ruhuna uygun politik kampanyalar günün acil görevlerinden biridir. Sonuç; hiçbir mücadele alanını ve araçlarını reddetmeksizin, kadının özgün örgütlenme zeminini güçlendirip, proleter sınıf savaşımı perspektifi ile örgütleme, özneleşme ve özgürleşme… MKP dava tutsağı Evrim Konak


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası ANK. Mithat Paşa ŞB. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL 'Em ê bi bedenên xwe yên şewitî ji nû ve bên dinê'

Endama KJA'yê Berjîn Demîrkaya ya li jêrzemîna hovîtiyê ya li Cizîrê nemir bû, bedena wê bi rojan li morgan geriyan. Bedena wê ya şewitî li "Kiz Tepesî" ya gelek jê hez dikir hate definkirin Endama KJA'yê Berjîn Demîrkaya ya li jêrzemîna hovîtiyê ya li Cizîrê nemir bû, bedena wê bi rojan li morgan geriyan. Bedena wê ya şewitî li "Kiz Tepesî" ya gelek jê hez dikir hate definkirin. Xwîşka wê Mehtap Demîrkaya ku gote "Em ê ala Berjînê dewr bigirin" wiha axivî: "Berjîn li axê hate definkirin lê dê bi hezaran Berjîn bên dinê. Ev ji bo hemû bedenên ku li Cizîrê hatin şewitandin wisa ye. Em ê wê de bi bedenên xwe yê şewitî vî careke

din bên dinê." Yek ji kesên ku li navçeya Cizîrê ya Şirnexê hate qetilkirin jî xwîşka wê Mehtap demîrkaya ku wê weke "Gelek ji Kiz Tepesî hez dikir. min bedena wê ya şewitî bir Kiz Tepesî û li wir defin kir" vedibêje endama KJA'yê Berjîn Demîrkaya bû. Xwîşka Demîrkaya, Mehtap Demîrkaya ku dema dorpêçê li ber serê Cizîrê bû şahida qatlîaman wiha got: "Em li Cizîrê şewitîn û cenazeyên xwe yên şewitî jî spart axê. AKP evqas ji me tirsiya, em bi saxî şewitand. Ji me tu deng derneket, tenê em rûniştin û me hovîtî temaşe kir."

'Dê bi hezaran Berjîn bên dinê' Demîrkaya êş û hêrsa xwe bi gotina "Li Cizîrê dema ku dûyên reş bilin dibû li ser xwîşka min, min dît ku aliyeke min li Botanê li Cizîrê bû xalî" anî ziman piştî qatlîamê tiş-

tên ku jiyan jî bi gotina "Ez li morgê li bedena şewatî geriyam" vegot û destnîşan kir ku xweşîka wê Berjîn gelek hez ji Kiz Tepesî ya li gundê Madrak a navçeya Tatosa Erziromê dikir û tiştên ku hîs dike vî wiha anî ziman: "Memek bû ez li Berjînê digeriyam. Dema ku ez diçûm her morgê min her Berjîn didît. Min Berjîn bi bedena wê ya şewitî ve anî û li Kiz Tepesî ya ku gelek jê hez dikir defin kir. Berjînê gelek hez ji wê girê dikir. Berjîn hate definkirin lê dê bi hezaran Berjîn bên dinê. Ez ê ala Berjînê hilgirim. Heke ez biçin dê yên din jî hebin, ev ji bo hemû kesan derbasdar e. Ji bo Sakîne jî derbasdar e. Ji bo Mehmet jî derbasdar e. Ji bo hemû bedenên li Cizîrê hatin şewitandin derbasdar e. Em ê wê demê bi bedenên xwe yên şewitî ji nû ve

ji bên dinê. Em ê bi inyadê AKP'ê, DAIŞ'ê û faşîzmê em ê ji nû ve Cizîrê bînin asta ku heq dike. Ez soza vî didim Berjînê, Cizîrê û hemû şehîdên Kurdistanê."

'Riya wan riya me ye' Xwîşka Demîrkaya ya din Munteha Demîrkaya jî wiha axivî: "Divê bila hemû cihan bizanibe ku Cizîra Botanê li ber wan nehat çogan, teslîm nebû her tim bi îradeya xwe ya serkeftinê ve canê xwe û bedena xwe ji bo Kurdistanê feda kirin." Demîrkaya bilêv kir ku yên ku li Cİzîrê hatin qetilkirin heta bêhna xwe ya dawî teslîm nebûne û wiha got: "Bijî berxwedana Cizîrê, bijî Kurdistan, şehîdên şoreşê nemir in, riya wan riya me ye." Kani DİHA


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.