16-31 ARALIK 2015

Page 1

Meşru demokratik siyaset mi burjuva yasalcı siyaset mi?

sf 12-13

Hapishaneler tarihi ve 19 Aralık Sınıf mücadelesinin zorunlu duraklarından biri olan hapishaneler; devrim ve karşı devrimin çatışmasının en eşitsiz koşullarda ve en keskin şartlarda sürdüğü alanlardan birisi olup, devrimci sınıf bilinçli tavır ile iradenin sınandığı bir mücadele siperidir. Bu siperdeki kararlılığın kırılması aynı zamanda toplumun da teslim alınmasında bir dönüm noktasıdır. sf 22-23

Halkın Günlüğü

16-31 ARALIK 2015 Yıl: 4 Sayı: 113 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

“Uçak krizi” ABD ve Rusya çatışması f GÜNCEL 08-09 “TC” devletini temsil eden Erdoğan/AKP iktidarının izlediği politikaların, özellikle de dış politikanın tamamen ABD emperyalizmi tarafından belirlendiği, son gelişmelerle birlikte saklanamayacak kadar açığa çıkmış durumdadır. Erdoğan/AKP iktidarı iradesi dışında doğrudan ABD emperyalizmi tarafından sorunlu ilişkilere itilmekte, çatışmalara sürülüp “düşmanlıklar” batağıyla tanıştırılmaktadır

Ölüm çığlıkları kulakları sağır ediyor...

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Emperyalist-kapitalist hegemonyaya karşı

Sosyalist Halk Savaşı’nı büyütelim 2015 yılı, halklarımız açısından önceki yılları aratmayacak saldırganlıklarla, katbekat artan zulüm, katliam ve sömürü cenderesinde geçti. Emperyalist/kapitalist dünya gericiliği ve onun her bir parçadaki gerici ve barbar türevleri, yoksul dünyaya kan kusturmaya devam ediyor. Dünya gericiliğinin sebep olduğu işgal ve savaşların yarattığı zulüm ve yıkım sonucunda, on binlerce insan yaşamını yitirirken bir o kadarı da açlık, yoksulluk ve zulümle boğuşmaya devam ediyor. Yine bu barbarlık sonucunda çocuklar başta olmak üzere, yüz binlerce insan göç yollarında ölümle ve türlü türlü insanlık dışı uygulamalarla karşı karşıya kalmaktadır. Emperyalist/kapitalist dün-

04

T.C. ordusunun Musul çıkarması

06

ya gericiliğinin bir parçası olan faşist TC devleti de ezilen Kürt ulusu başta olmak üzere halklarımıza barbarca saldırarak; zulüm yaşatmaya devam etmektedir. Fakat nafile! Dünya gericiliğine karşı devrimci dünyanın başkaldırısı ve direnişi de büyüyerek devam ediyor. Yaşanan barbarlık, zulüm ve sömürü gerçekliği bir kez daha göstermektedir ki, insanlığın tek kurtuluş seçeneği; devrim, sosyalizm ve komünizmdir. Bu bilinçle bulunduğumuz tüm alanlarda, var gücümüzle insanlığın özgürlük ve kurtuluş mücadelesine daha sıkı sarılarak Sosyalist Halk Savaşı’nı büyütelim

İşçiler hükümet programlarında yer almıyor

10


02

güncel haber

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

Devlet, sermaye ve sendikaların

Üretimden gelen esas gücün dünyayı nasıl değiştireceğini, neler var edebileceğini, alanlarda, fabrikalarda üretim havzalarındaki gücüne tanıklıklarla doludur tarih. Çünkü tarihimizde, 15- 16 Haziran Direnişi, 1990 Bahar Eylemlilikleri, “Çankaya’nın Şişmanı İşçi Düşmanı” sloganıyla Ankara çıkarmasında bulunan maden işçilerini vardır. Tütün işçilerinin Ankara kuşatmasını da vardır. Ondan ki sınıfın içindeki bu ırkçı faşist cephenin dağıtılması kaçınılmaz bir görev olarak sınıf sendikacılığının kadrolarının yanı sıra bilinçli proletaryanın esas görevlerindendir Sınıflar mücadelesinin hiçbir kesitinde ezilen ve sömürülen sınıflar, kendileri-

ni baskı altında tutan hâkim sınıflara karşı dişe diş mücadele sürdürmeden iktidar olamayacakları gibi, hak ve özgürlüklerini de elde edemedikleri de bilinendir. İnsanlık tarihi geçmişte olduğu gibi bugün de baskıya, sömürüye ve zulme karşı mücadelelerle devam etmektedir. Geçmişte yaşanan büyük, bir o kadar da değerli ve zengin mücadeleler mirası bulunmaktadır. Bunlardan gerekli dersleri çıkararak sürdürdüğümüz mücadelenin kazanımları avantajımızdır. Bu nesnel durumdan gerekli sonuçları çıkarmak ve değerlendirmek yetmiyor. Bugünkü duruma boyun eğmeden, sorunlarımızın kendiliğinden çözülebileceği hayaline kapılmadan; başta tekelci sermayeye ve onun faşist diktatörlüğüne, her türlü sınıf düşmanlarına karşı bulunduğumuz haklı zemin üzerinde mücadelemizi yükselterek sorunlarımızı alt edebilmeliyiz. Bugünkü tarihsel süreçteki sendikal mücadelemiz ekonomik-demokratik sınırlarla çevrili olan bir konumda ol-

masına rağmen bunu aşmaya çalışmalıyız. Dolayısıyla devrimci-demokratik tüm değerlere sahip çıkarak sınıf düşmanlarımıza karşı mücadele etmek ertelenemezdir. Tarihten kazanılmış hakların gasp edilmesine izin vermeyerek sendikal hak ve özgürlüklerimizin elde edilmesine tek çarebütün sınıf kardeşlerimizle birleşerek mevcut sendikal hareket içerisindeki devrimci- demokratik sendikal birikimi toparlamak ve bu cephede tüm demokrasi güçleriyle birlikte mücadeleyi yükseltmektir. Tüm işçi sınıfı kadro ve temsilcilerinin öncelikle bu sorunlara kafa yorarak mevcut durumu aşma noktasında gerekli çözüm yollarını bulmaya çalışmasının aciliyet kazandığını sanırız vurgulamak gerekmez. Çünkü çürüyene omuz vermek ortak olmaktır. Bugünkü egemen sendikal hareket çürümüş ve miadını doldurmuştur. Bunların faşist diktatörlükten hoşnut oldukları açıkken diktatörlük de bunlardan hoşnuttur. Zaten sermaye ve

temsilcileri olan yürütme erki ile sendikalar kol kola saf tutmuş durumdalar. Sınıf adına ortaya çıkan, sınıftan yana sendikal öncü görünen ve her defasında sınıfa ihanet eden bu iç düşman cephesi, bugünde sınıf mücadelesinin keskinleşerek güçlenmesi önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir. Onun içindir ki faşizme karşı mücadele, bu sendikal ihanet güçlerini de içermektedir. Bunlara karşı ideolojik-politik mücadelenin aksatılması faşizme karşı mücadeleyi de zayıflatır. Bunlar sınıf mücadelesinin dalgakıranlarıdır ve kıvılcımlanan sınıf ateşini söndürmeye gayret eden itfaiye erlerini andırmaktadırlar. Bu görevlerindeki sadakatli tutumlarını Türk-İş’in 22. Kongresi’nde görmekteyiz. Sendika kongresinde grev kararları hükümetçe ertelenen Şişe-Cam ( Kristal-İş) işçilerine söz dahi verilmemesi, TOBB ve yürütme erkenin işçi sınıfı adına konuşması, tasfiye edilen sendikalar, Tez-Koop Sendikası’na üye işçilerin toptan işten çıkarılmasını


03 birliği gibi birçok gerici saldırının onaylayanı Türk-İş yöneticileri, Erdoğan’ın teorileştirdiği “Yerlimilli duruşa uygun sendika istiyorum” ırkçı söylemiyle sendikal bürokrasinin örtüşmektedir. Oysa sınıfın sendikal örgütlülüğünün temel sloganı “Birlik-Mücadele-Zafer” olan enternasyonalistliktir. Diğer yandan sendika, sınıfın demokratik-ekonomik taleplerini sermaye üzerinde oluşturacağı haklı mücadele sonucu kazanımlar elde eden sendikacılıktır. Üretimden gelen esas gücün dünyayı nasıl değiştireceğini, neler var edebileceğini, alanlarda, fabrikalarda üretim havzalarındaki gücüne ta-

nıklıklarla doludur tarih. Çünkü tarihimizde, 15- 16 Haziran Direnişi, 1990 Bahar Eylemlilikleri, “Çankaya’nın Şişmanı İşçi Düşmanı” sloganıyla Ankara çıkarmasında bulunan maden işçilerini vardır. Tütün işçilerinin Ankara kuşatmasını da vardır. Ondan ki sınıfın içindeki bu ırkçı faşist cephenin dağıtılması kaçınılmaz bir görev olarak sınıf sendikacılığının kadrolarının yanı sıra bilinçli proletaryanın esas görevlerindendir. Sınıfın sendikal örgütlenmesinin önündeki yürütmece oluşturulan bürokratik engellerin kaldırılması, örgütlenme özgürlüğü, SSK primleri, çalışma saatleri, sendikalara ödenen işçi aidatları, son çıkarılan yasayla sendika fonu adı altında toplanan paralar, sendika üyelikleri için noterlere ödenen aidatlar, çalışma güvenliği, grev hakkı, iş cinayetleri, son metal işçilerinin eylemselliklerinde de görüleceği gibi sınıfın haklı mücadeledeki direngenliğinin neleri var edeceği açık olarak ortada. Sınıfın örgütlenmesinin zorunluluğu öncünün esas sorumluluklarının başında gelmektedir. Örgütlenmedeki zayıflıklarımızın aşılmasında ısrarcı olmak, devrimde ısrarcılıktır. (Türk-İş Başkanı olarak yeniden seçilen ırkçı, satılmış Ergün Atalay ve arkadaşları sermaye uşaklığına devam ediyor )

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

BÜYÜK ÖZGÜRLÜK ÜTOPYASI UĞRUNA...

H

er örgüt bir ihtiyacın ürünüdür veya istisnasız olarak her örgüt bir ihtiyaçtan doğar-doğmuştur. Sınıf örgütü, sınıf ihtiyaçlarının ürünüdür. Daha somut olarak ifade edersek, örgüt, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarından doğmuştur. O halde bahis konusu ihtiyaçların karşılanması, örgüt aracıyla mümkündür. Ezilen ve yönetilen devrimci sınıfların temel ihtiyacı; iktidar veya devlettir. Proletarya ve emekçi halkın devlet ve iktidar ihtiyacı nihai değil, tarihsel zorunluluk olarak geçerli olduğu kesitte geçerlidir. Proletaryanın büyük özgürlüğe ilerleyişi devleti de iktidarı da hedefleyen, kendisi de dâhil tüm sınıfları ortadan kaldıran bir yönelimdir. Devlet ve iktidar ihtiyacı tamamen tarihsel bir zorunluluktur. Stratejik olarak veya nihai amaç anlamında proletarya kesin biçimde devlete karşıdır-düşmandır. Devlet veya iktidarın işçi sınıfı ve emekçiler için bir ihtiyaç olması tamamen sınıflı toplum gerçeğinin ürünü olup, bu toplumlar aşamasında geçerlidir. Sınıflar ortadan kalktıktan, dolayısıyla ezilip sömürülen, baskı altında olup yönetilen sınıflar gerçekliği olmadığında ise, devlet ve iktidar da muhtemeldir ki gereksizleşip ortadan kalkmış olacaktır. Ancak örgüt ve örgütü koşullayan ihtiyaçlar gündemden kalkmadıkça ya da bu realite geçerliyken, proletarya sınıf düşmanlarına karşı mücadelesinde örgüt aracına başvurmak zorundadır. Dahası sınıf düşmanları zor ve baskı aracı olan devlet aygıtına sahip olduğu için, proletarya da burjuvaziyi yenmek ve zaferini stratejik yönelimine uygun olarak sürdürebilmek için devlet aygıtı biçiminde örgütlenmek zorundadır. Proletaryanın bu devleti de açık bir zor ve baskı örgütü olacaktır. Proleter devlet, Gerici-burjuva sınıf üzerinde bir baskı aracı olup, proletarya ve geniş emekçi kitleler için demokrasi anlamında olacaktır. Proletarya burjuvaziye karşı mücadelesinde derhal bir devlete sahip olamayacağı için ya da devleti henüz ele geçiremediği için, bu savaş boyunca bir örgüte gereksinim duyar ve bu örgüt açıktan zora dayalı bir örgüt olmak durumundadır. Devlet gibi örgüt de bir araçtır. Ve özleri zora dayanır, zor biçiminde karakterize olurlar. Örgüt bir araçtır. Bu araç olmaksızın proletarya ve emekçi halkın siyasi iktidar mücadelesini yürütmesi düşünülemez. Örgüt olmaksızın mücadele yürütülse bile, bu mücadelenin zafere taşınması mümkün ya da olanaklı olmaz-olamaz. Örgüt denen aracın işçi sınıfının iktidar mücadelesinde mutlak bir ihtiyaç olduğu tartışmasız doğrudur. Örgüt belli ihtiyaçlardan doğan bir araç olmakla birlikte, bir araç olarak kendisi de ihtiyaçtır. Yani örgütü ihtiyaç kılan şey onun araç olma gerçeğidir. Kısacası örgüt, devrim ihtiyacından doğan bir araç, aynı zamanda devrimde kullanılacak araç olarak bir ihtiyaçtır. Ya da örgüt, ihtiyaçtan doğan bir araç ve araç olarak bir ihtiyaçtır. Aracın amaçlaştırılmaması temel bir ayrım sorunudur. Aracı amaçlaştıran ya da araç ile amacı aynılaştıran görüş, felsefi ve ideolojik açıdan komünist toplum hedefinden-amaçtan kopan, siyasi olarak isse reformist olup devrim hedefinden yoksundur. Amaç tayin edici temel öğe, araç ise amaca ulaşmak için izlenen yol-yöntem ve kullanılan silahtır. Bu denli büyük ayrım özelliği gösteren araç ile amacın karıştırılmaması ve aynılaştırılmaması şartla gereklidir. Tersi, köklü bir sapma olarak amaçla aracı karıştıran menzilsiz dar bakış açısı olarak burjuva kulvarı aşmayandır. Araçların tümü, devlet, iktidar, demokrasi, örgüt, parti, önderlik ve hatta başkan gibi kurum ya da olgular, aslen burjuvaziden kalma değerlerdir. Burjuva huku-

kunu, bürokrasiyi, amaç karşısında geriyi ifade ederler. Bu, sosyalizmin “herkesten emeğine göre, herkese emeği kadar” şiarında da böyledir. Hala bir hukuk vardır ve hukuk burjuvadır. Komünizmde “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” şiarının geçerli olması, sosyalizm şiarının son tahlilde burjuva hukuka dayandığını kanıtlar. Kuşkusuz ki, sosyalizm şiarının gelişkin bir demokrasiyi temsil ettiği doğrudur. Fakat demokrasi ne kadar gelişkin olursa olsun, komünizme göre geridir. Dolayısıyla sosyalizmde tarihsel şartlar ve zorunluluklar bağlamında bu şiar doğru, fakat komünist topluma-buradaki şiara göre geridir. Demokrasinin mevcut sınıflı toplum şartlarında ileri olduğu doğru ama komünizm şartlarına göre geri olduğu da doğrudur. Göreli şartlarda demokrasi için mücadele ilerici-devrimcidir. Bunda şüpheye yer yoktur. Fakat bu toplumsal şartlarda ilerici olan demokrasi savunusu, mücadelesi ve şartları, sınıflı toplum realitesini geride bırakan komünist toplum koşullarında geri ve geçersizdir. Komünizmde demokrasi, hak, hukuk, adalet, paylaşım, eşitlik gibi kavramların tartışılması aktüel değildir, bunların aşılarak ilerisinde bir toplumsal sistem kurulmuştur. Bura sistemi demokrasi ve hukukla belirlenen değil, bir yasa koyucu tarafından düzenlenen bir sistem değil, tamamen kendi kendine işleyen ve toplum ya da birey tarafından içselleştirilmiş, birey veya topluma bilinçli olarak yerleşmiş kültür tarafından kendiliğinden düzenlenmiş bir sistemin hüküm sürmesi-süreceği öngörülmektedir. Bu sisteme geçmenin maddi temeli, insan ihtiyaçlarının karşılandığı bir gelişmişlik düzeyinin tüm insanlık toplumu açısından yakalanmış olmasıdır. İnsanın özgürlükleri önünde, gelişimi ve verimliliği önünde, ihtiyaçlarını karşılamasının önünde insana özgü bir engel, bir baskı, bir imtiyaz yoktur. İnsanın insana baskısı olmadığı gibi, insanın insanla mücadelesi de en azından siyasi anlamda yoktur, sadece insanın doğaya karşı ve çözülememiş bilinmeyenlere ulaşma mücadelesi vardır-esastır. Ne var ki, bu, gerçek manada bir komünist dünya toplumu aşamasında böyledir, böyle tasavvur edilebilir. Muazzam bir ilerleme ve gelişme düzeyinde bu kendiliğinden işleyen toplumsal sistemden veya insanlar arası ilişkinin sınırsız bir özgürlük zemininde oluşundan bahsedebiliriz. Bu aşamanın kaç yüz yıl sonra yakalanabileceğini kestirmek ise şimdiden zordur. Ne var ki, şimdiden yapmamız gereken şey bu sisteme ulaşmak için gerekli olan savaşımları vermektir. Kesinlikle bu toplumsal sistemin mümkün olduğuna inanarak bu mücadeleyi yürütmek mümkündür. Bu uzun yolculukta büyük savaşlar, mücadeleler ve bunlar zemininde devasa acılar, ağır bedeller ve zorluklar kaçınılmazdır. Büyük özgürlük için bireysel yaşamın feda edilmesi kadar net ve açık bir mücadele bilinci şarttır. Komünist önderler, kahraman devrim savaşçıları, mazlum halk kitleleri bu bedeli ödedi, ödemeye devam ediyor. Bundan sonrası verilen mücadele de ağır bedeller üzerinde yürüyüp yükselecektir. Bu bedelleri asgariye indirmek için devrime sarılmak ve komünist toplum perspektifiyle devrime sarılmak şarttır. Sınıf mücadelesinden başka nitel toplumsal ilerlemeler sağlamak mümkün değildir. Sınıf savaşlarıyla gerici savaşları bitirmek ve sınıflı toplumları geride bırakarak sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya toplumu yaratmak için proletarya partisi önderliğinde Sosyalist Halk Savaşı saflarında yer almaz elzemdir.


04

güncel haber

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

ölüm çığlıkları kulakları sağır ediyor

Duyuyor musunuz? İç Güvenlik Yasası yürürlüğe girdikten sonra ortaya çıkan bilanço devlet baskılarının ulaştığı boyutu gözler önüne seriyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) hazırladığı 2015 Yılı Hak İhlalleri Raporu’na göre, 2014 İnsan Hakları İhlalleri Raporu’nda polisin dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle veya rastgele ateş açması sonucu 39 kişi yaşamını yitirirken, 2015’te bu sayı 173 kişiye yükselerek, neredeyse 4 katına çıktı. Bu ölümlerden 135'i ise İç Güvenlik Yasası'nın onaylandığı 3 Nisan 2015 tarihinden sonra yaşandı. Yasanın ardından 191 kişi de kolluk güçlerinin kurşunuyla yaralandı. Artık bu ve benzeri raporlar bile realitenin gerisinde kalıyorlar. Zira her gün sayısız ölümler gerçekleşiyor. Kısacası BUHAL’in OHAL’den kötü olduğu bir sürecin içine girdik. Devrimci şiddetin tüm yöntemleri o kadar meşru bir duruma gelmiş ki, süreç, bu mücadele hattının örülmesinin ne kadar önemli olduğunu çok yakıcı olarak hissettiriyor. Kendine aydınım, halkın sanatçısıyım, kalemimi yaşanan gerçekler içindir diyen herkese bu süreçte büyük görevler düşüyor Geliyorum, sizi en sıcak yatağınızda ve en körpenizi vurarak canınızı alacağım diyen cellât bu kez İç Güvenlik Yasası'nı kuşanarak geldi. Ölüm kusan zebanilerini gece yarıları emekçilerin evlerine saldılar. Âleme ibret olsun, görenler-duyanlar kork-

sun diye ölüm emriyle daldılar gecenin bir yarısı kapıdan pencereden yoksulların evlerine. Küçük Armutlu’da, Sarıgazi’de, Cizîr’de, Sur’da, Lice’de, Varto’da, Farqîn’de, Hani’de ve birçok Kürt ilinde ölüm mangaları topları, tüfekleri ve tanklarıyla sokakları işgal ettiler. Ço-

cuk, yaşlı demeden ölümler kustular. AKP artık çözüm süreci aldatmacasının sonuna geldiğini, bu metotla ancak bu kadar yol alınacağını bildiğinden bu yasayı hazırladı. Fakat daha “Çözüm süreci” tüm hızıyla yoluna devam ederken bu yasanın Bakanlar Kurulu’nda tartışılması, belki de bazı kesimler tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Ama devrimci ve komünistler bu duruma hiç şaşırmadı. Yasa daha Meclis’e gelmeden yasaya karşı oluşturulan kamuoyu ise ne yazık ki zayıf kaldı. İç Güvenlik Yasası daha Bakanlar Kurulu’nda taslak halindeyken bu yasa-

nın yaratacağı sonuçlar hakkında kamuoyunun dikkati çekilmeye çalışıldı. Zira yasa, polise sınırsız yetkiler tanıyordu. Keyfi baskılar adeta devletin tüm kolluk güçleri arasında pay edildi. Polis ve asker sınırsız yetkilerle donatılırken, mahkemelere keyfi tutuklamaların önü açıldı. Kamuoyunda bu yasaya karşı istenilen düzeyde tepkiler oluşamadı. Dolayısıyla AKP düzenlediği yasadan ödün vermemiş ve yasa 3 Nisan 2015 yılında yürürlüğe girmişti. 90’lı yıllarda uygulanan kontrgerilla yöntemleri, resmi olarak kabul edilmeyen ama tüm kirli işlerin yaptırıl-


05 dığı JİTEM ve MİT'in başvurduğu tüm yöntemler İç Güvenlik Yasası’yla yasal hale getirildi. Geçmişte JİTEM, MİT ve polisin yasadışına çıkarak başvurduklar yöntemler bu yasayla yasal zemine kavuşturuldu. Bunun böyle olduğunu her gün Kürt illerinde yapılan kıyımlarla çok yakıcı bir şekilde görüyoruz. Polis ve asker her gün yeni bir Kürt ilinde veya kazasında kuşatmalar gerçekleştiriyor. Buralarda her türlü kıyım ve baskıyı devre konuluyor. Neresi için bir sokağa çıkma yasağı ilan edilmişse orada ölümlerin olacağı bir realite haline geldi. Evler taranıyor, içinde çocuk ve yaşlı ayrımı yapılmadan, insanlar kurşunların ve bombaların hedefi haline geliyor. Bu insanların devlete karşı olup olmamalarının da artık pek önemi kalmadı. Katledilmeleri için Kürt olmaları yeterli bir sebep. Kürt illerinde devlet İç Güvenlik Yasası’yla katliamlarına her gün yenilerini eklerken, Batı’da adeta bir sessizlik hâkim. Fakat benzer infazlar Batı’da da devreye konuldu. Küçük Armutlu’da Dilek Doğan’ın, Sarıgazi’de Dilan Kortak’ın ve Bağcılar’da Günay Özarslan’ın katledilmesi, yeni yasanın polise sağladığı dokunmazlık zırhının bir sonucudur. İç Güvenlik Yasası yürürlüğe girdikten sonra ortaya çıkan bilanço devlet baskılarının ulaştığı boyutu gözler önüne seriyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) hazırladığı 2015 Yılı Hak İhlalleri Raporu’na göre, 2014 İnsan Hakları İhlalleri Raporu’nda polisin dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle veya rastgele ateş açması sonucu 39 kişi yaşamını yitirirken, 2015’te bu sayı 173 kişiye yükselerek, neredeyse 4 katına çıktı. Bu ölümlerden 135'i ise İç Güvenlik Yasası'nın onaylandığı 3 Nisan 2015 tarihinden sonra yaşandı. Yasanın ardından 191 kişi de kolluk güçlerinin kurşunuyla yaralandı. Artık bu ve benzeri raporlar bile realitenin gerisinde kalıyorlar. Zira her gün sayısız ölümler gerçekleşiyor. Kısacası BUHAL’in OHAL’den kötü olduğu bir sürecin içine girdik. Devrimci şiddetin tüm yöntemleri o kadar meşru bir duruma gelmiş ki, süreç, bu mücadele hattının örülmesinin ne kadar önemli olduğunu çok yakıcı olarak hissettiriyor. Kendine aydınım, halkın sanatçısıyım, kalemimi yaşanan gerçekler içindir diyen herkese bu süreçte büyük görevler düşüyor.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

İŞGALCİ “TC” DEVLETİ IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN TOPRAKLARINDAN GERİ ÇEKİLMELİDİR

A

yrıntısına girmeden kabaca belirtelim ki, uluslararası anlaşmalar, hukuk veya devletlerin bağımsızlık-hükümranlık hakkı çerçevesine göre, “TC” askerinin Irak devlet sınırları içinde Kürdistan topraklarında (Musul’da) bulunması fiilen bir işgal durumudur. Gerekçe nasıl türetilirse türetilsin, hangi gerekçe bahane gösterilirse gösterilsin, Irak merkezi devletinin izin-çağrı ve rızası olmaksızın “TC” ordusu veya askerinin merkezi Irak devlet sınırlarını ihlal etmesi ya da işgal etmesi biçimindeki hiçbir davranış, hiçbir eylem, hareket ve oradaki varlık kabul edilemez olup, uluslararası hukuk ve hükümranlık hakkından doğan kurallara göre suçtur. Bu suç uluslararası hukuk açısından da kabul edilemez bir suçtur. Özellikle merkezi Irak devletinin “Derhal topraklarımızı terk edin” diyerek çekilme işi için verdiği sürenin dolmasıyla(geçmesiyle) kısmi çekilmenin gerçekleşmesi nedeniyle BM’ye “TC” devletini şikâyet ederek yaptırım talep etmesi gelişmeleriyle,“TC” askerinin hangi uyduruk sebeple açıklanmaya çalışılırsa çalışılsın Irak devlet sınırlarına girmesi, orada bulunması alenen bir işgal durumudur, bu düzeyde bir suçtur. Bu sebeple “TC” devleti veya onu temsil eden Erdoğan/AKP iktidar güruhu tüm işgalci askerini derhal merkezi Irak devleti sınırlarına dâhil olan Güney Kürdistan’ın Musul topraklarından geri çekmeli, özür dilemelidir. Aynı sebeple Türkiye-Kuzey Kürdistan halkları Erdoğan/AKP iktidar güruhundan hesap sormalı, asker çocuklarının IrakGüney Kürdistan topraklarında ne işinin olduğunu sormalıdır. Burada askerin başına gelecek herhangi ölümcül bir olayın tek sorumlusunun Erdoğan/AKP iktidarı olduğu şimdiden ilan edilerek hesabı sorulmalıdır. Bu zeminde ülke proletaryası ve emekçi halkları “TC”nin Irak devlet sınırlarını ihlal eden işgalciliğine karşı mücadele etmeli, kitlesel tepkilerle protestolarını yükseltmelidir. Gerici haksız savaşa karşı mücadele şimdiden veya bu haksız işgal hareketine karşı mücadeleyle başlatılıp geliştirilmelidir. Irak topraklarına zorla asker sokmanın veya bulundurmanın, dahası Irak’ın uyarılarına karşın savaş ve saldırganlık iktidarı olan Erdoğan/AKP iktidar güruhunun askerini geri çekmemesinin işgalden başka bir anlam taşımadığı açıkken, bunun aynı zamanda Irak’ın iç işlerine müdahale etme, bağımsızlık hakkını çiğneme ve aleni bir savaş kışkırtıcısı saldırgan bir pratik-politika olduğu alenidir. Erdoğan/AKP iktidar güruhu adeta bir bölgesel savaş ve saldırganlık merkezi ve bir nifak odağı durumunda olup, tam da buna uygun hareket etmektedir. Bu iktidarın Rusya’nın uçağını düşürme eylemi ve bundan hemen sonra Irak merkezi devlet sınırlarına asker sevkiyatı yaparak buradaki askeri varlığını tehdit boyutuna çıkarma hareketleri, deyim yerindeyse ‘eceli gelen tekkenin boynuzunu kasabın bıçağına sürmesine’ benzemektedir. Ki bu hareketleri bir çatışma ve savaşı zorlayan hareketlerdir aslında. Elbette ki, bu hareketlerinin arkasında ABD emperyalizminin diktesi ve çıkarları yatmaktadır, Erdoğan/AKP güruhunun güvendiği kendi bağımsız gücü değil… Erdoğan/AKP iktidarının ABD emperyalizminin bir maşası olarak ve onun çıkarları uğruna bölgede işgale varan gerici-faşist saldırganlık ve savaş kışkırtıcısı bir nifak rolü üstlenip yürüttüğü açıktır. ABD stratejik planları uğruna “TC” devletini gerici bir savaşa sokma çabasındadır ve Erdoğan/AKP güruhu bu çabayı gönüllü olarak hayata geçirme zabıtası olarak davranmaktadır. Bu gidişatla “TC”nin Rusya, Irak veya herhangi bir ülkeyle savaşa girmesi son derece güçlü bir zemin taşımaktadır ve hatta bir savaşın patlak vermesi an meselesidir. O

halde, açık bir savaş kışkırtıcısı ve saldırgan nifak olan Erdoğan/AKP iktidarına karşı ve özellikle de savaş saldırganlığı ve işgalci hareketine karşı kararlı bir mücadele yürütmek elzemdir. Bu mücadele emperyalist ve bilumum gerici savaş karşıtı kesimleri kavramalı, geniş halk kitleleri harekete geçmeli ve sokaklara çıkmalıdır. Aksi halde geç kalınmış olabilir ve ülke kendisini bir savaşın içinde bulabilir. Bu savaş proletarya ve emekçi halkların savaşı olmadığı gibi, bunların çıkarları için değildir. Bilakis ABD emperyalizmi ve iktidar pastasından nemalanan iktidar güruhunun gerici-bencil çıkarlarını temsil etmektedir. Ancak savaşın bu niteliği ve muhtevasına karşın bu gerici savaşlarda birbirine kırdırılanın emekçi halk kitleleri olduğu, aynı biçimde yoksul emekçi halkın zorla askere alınmış çocuklarının olduğu bilinmez değildir. Dolayısıyla gerici haksız savaşlara karşı çıkmanın ve mücadele etmenin son derece güçlü ve haklı sebepleri vardır. Savaşların yoksul emekçi halk kitlelerine felaket olmakla birlikte, özellikle kadın ve çocukların gerici savaşların en büyük mağdurları olduğu unutulmamalıdır. Emperyalist ve gerici haksız savaşlar, proletarya ve emekçi halklara ve ezilen mazlum uluslara karşı bir suçken, kendisi suç olan bu savaşların son derece büyük tahribat ve yıkımlarla birlikte, kadın ve çocuklar şahsında özellikle insanlık suçlarına yol açtığı bilinmektedir. Bu savaşların kıyım ve felaketten başka bir şey olmadığı, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmediği, karşılığında ise emperyalist gericilerin çıkarlarını ve hegemonyalarını pekiştirdiği de bilinmektedir. Erdoğan/AKP iktidar güruhunun ne gerici faşist iktidarının korunması pahasına ve ne de ABD emperyalizminin stratejileri ve gerici çıkarları uğruna ülkeyi savaşa sokmasına izin verilmemelidir. Bunun için kitleler sokağa taşınarak mücadelesini yükseltmelidir. Erdoğan/AKP iktidarı tam bir iki yüzlülükle işgaline gerekçe uydurup ileri giderek küstahlaşmaktadır. Irak’ın kendi topraklarındaki sorunların muhatabı Irak devleti veya ilgili iradeleridir. Orada merkezi otoritenin sağlanamaması, oradan ülkemize terör tehdidinin olması gerekçeleriyle işgal hareketi haklı gösterilip gerekçelendirilemez. Irak devletinin “Askerinizi derhal çekin” diyerek zaman tanımasına karşın pişkince gerekçeler uydurup ABD emperyalizminin çıkarlarına bağlı olarak oradaki askeri geri çekmemek, işgal ve saldırganlıktaki ısrardan başka bir şey değildir. Açık ki, Erdoğan ve şürekâsının uyduruk sebeplerle oradaki askeri varlığını açıklaması hiçbir hukuka uygun değildir, açıktan işgal ve suçtur. Erdoğan/AKP güruhunun buradaki askeri varlığını ısrarla sürdürmesi veya askerini geri çekmemesi alenen bilinçli bir işgal hareketi yürüttüğü gerçeğinden hareketle her an bir silahlı çatışma ve savaşa neden olabilir ya da savaşa neden olacak gelişmelere tanıklık yapabilir. Olası bir silahlı çatışma ve savaş durumunda tek sorumlunun Erdoğan/AKP iktidar güruhu olacağı şimdiden bilinmek durumundadır. Erdoğan/AKP gericiliğinin başta Kürt ulusuna karşı yürüttüğü soykırımcı savaş saldırganlığı olmak üzere, emperyalizme angaje tüm savaş kışkırtıcısı saldırganlık siyasetine karşı mücadele günün aktüel görevidir. Suriye’ye olduğu gibi, tüm dünyaya özgürlük ve barışı getirecek olan emperyalist gerici savaşlar değil, haklı devrimci sınıf savaşlarıdır. Bu temelde tüm gerici haksız savaş ve saldırganlıklara karşı geniş halk kitlelerinin mücadelesini geliştirerek devrimci sınıf savaşlarını yükseltmek, proleter devrimcilerin ertelenemez görevidir. Kahrolsun her türden gerici-haksız savaş saldırganlığı ve emperyalist dünya gericiliği! Yaşasın ulusların bağımsızlığı, ulusların tam hak eşitliği, tüm uluslardan halkların kardeşliği ve birliği.


06 güncel haber

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

T.C ordusunun Musul çıkarması Ortadoğu’da geliştirilen haksız, halkların çıkarına olmayan savaşlara karşı çıkmak eşit özgür yaşamın bu haksız savaşlardan geçmeyeceğini bilmek hayati derecede önemlidir. Bunu kazanmak için de halkların ortak mücadeleyi acilen yükseltmesi zorunludur

B

ugün Ortadoğu’da yeniden emperyalist paylaşılırlık için, güçler ve bölge güçleri, hem varlığını korumak hem de bölgenin avantajlı zenginliklerinden yararlanmak savaşını hızlandırmış durumdalar. Türkiye’nin de savaş meydanına dönen bölge üzerindeki yayılmacılığı, Osmanlıcılık hayalleriyle sahip olmak istediği kar ve pazar gayretindeki çabası, daha eskilere dayanmaktadır. Zaten Misak-i Milli sınırları içinde ilan ettiği Kerkük ve Musul’u Lozan’da kaybettiğinin mağduru olduğunu sürekli vurgulaya geldi. Gücü yeterse geri alacağının propagandasıyla da bu siyaset devam ettirildi. Kerkük ve Musul dediğimiz yer ise Güney Kürdistan ve Rojava’dır. Bundandır ki her ağızlarını açtıklarında “Rojava düştü düşecek” duaları dillerinde. Bu nedenle de Musul’un bölgelerine asker gönderip işgal etmesi şaşırtıcı değil. Türk ordusu ‘güvenli’ arındırılmış bölge adlandırmasıyla kendisine işgal alanı yaratmaya çalıştı. Türkiye adına Suriye’de vekâlet savaşı yürüten kuvvetleri, Rus savaş uçaklarının imhasıyla geriletildi. Bu durum, kuvvetlerin başında gelen güçlerden El-Nusra, Ahrar-uş Şam, Türkmen Kuvvetleri vb. çetelerin yeniden örgütlendirilip Barzani güçleriyle birleşerek Rojava’yı kuşatması şeklinde de düşünülebilinir. Çünkü Rojava direnişi Türk güçlerinin bölge planlarını dağıtmış durumdadır. Diğer yandan Rojava, faşist çetelerin yenilmezlik sandığı kuvvetlerini de efsane direnişlerle paramparça ediverdi. Böylece Rojava direnişi, Türk faşist güçlerinin Rojava işgali hayallerinin yanı sıra Kürt güçlerini boğma planını da boşa çıkardı. Türkiye esas olarak bölge savaşını mezhep savaşı üzerine oturtarak güçleneceğinin hayallerinde olup, ittifak gücü olarak da Suudi Arabistan ve Katar’la hareket etmektedir. Bunların karşısında konumlanan İran, Irak, Suriye’den oluşan Şii Bloku ve bu blok içinde yeniden yer tutan KDP’ye ise biçilen rol önemli olacağa benziyor. Başhika işgalinin birkaç nedeni olarak; 1-Şengal’in IŞİD çetelerinden temizlenerek arındırılmasında ki güç KCK olunca, Barzani inisiyatifi yok oldu. KCK’nin Gü-

ney Kürdistan’daki güçlenmesi, Barzani ve Türk devletinin rolünü zayıflattı. Bu nedenle Barzani’yle sağlanan birleşik Türk ordu güçlerinin Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı imha savaşına hazırlanması gerçeği ortadadır. Zira 1994 yıllarında Barzani’nin Türk ordusuyla beraber PKK’ye karşı ortak yürüttüğü savaş daha gün gibi ortada durmaktadır. 2- Yine Başhika bölgesinde eğitime tabii tuttuğu Sünni çetelere ekleyeceği ordusuyla Musul üzerinde egemenlik kurma hayali... Çünkü bu devletin100 yıllık bir Musul rüyası vardı. Bugünkü bölge istikrarsızlığı ve Irak’taki Sünni Şii çatışması da bu işgalci egemenliği için avantaj olarak sayılabilir. Çünkü Irak merkezi hükümeti ABD işgalinden sonra krizlere sürüklenmiş durumdadır. 3-Rojava direnişi Batı Kürdistan’daki Barzani güçlerinin zayıflamasına ve etkisizleşmesine yol açtı. Tekrardan güce dönüşmesi ve birleşik Kürdistan oluşumunda Barzani’nin etkinliğinin sağlanması, bunun sağlanması için de Rojava devrimin boğulması gereklidir. Ondandır ki Başhika’da eğittikleri çetelerle Barzani kuvvetlerinin birleşmesini sağlamak için Türk ordusu işgalci gücünü göstermekte. 4- Türk devleti Ocak ayında yeniden görüşülmesi planlanan Suriye meselesinde elini güçlendirerek masaya oturmak için askeri gücünü sahaya sürmeyi avantaj saymakta. Bunun ne kadar etkili

olacağı ise ortada. Çünkü Suriye üzerinde artık hiçbir rolü bulunmamaktadır. 5-Musul Lozan’dan beri Türk sermayesinin bölge üzerindeki yayılmacı politikalarının hayalinin gerçeğe dönüşümüdür. Çünkü bölgenin yeraltı zenginlikleri Türkiye’nin içine düştüğü krizin aşılmasında imkân var edecektir. Rusya ile yaşanan krizin mali boyutu düşünüldüğünde Musul’u bir çıkış noktası saymaktadır. Tabi bu işgalciliğin karşısında emperyalist güçler de konumlanmış halde. 6- Bugünkü Sünni-İslamcı yayılmacılık politikası her dönem olduğu gibi içe yönelik askeri ve ekonomik saldırıların artmasına da neden sayılacaktır. 7-Türkiye, Sünni yayılmacılığın dışında kendine bir işbirlikçi Kürt sermaye ya da iktidar erki de yaratma gayreti ve uğraşında başarılı görünmekte. KDP üzerinden, Barzani ziyaretinde bile Kuzey Kürdistan’ın her karesi Tanklarla kuşatılan kentler, imha edilen canlarla çıplak işgalciliğe tanıklık ediyordu. Oysa o anlarda Barzani, MİT ve diğer katillerle Başhika planında Bağdat’ın tutumunu; KCK’nin tasfiyesini, Rojava’da kendi gücünün nasıl sağlanırlığını ya da Riyad’da Suriye’nin geleceğine karar vermek için toplanan çetelere biçecekleri ortak rolü anlatıyordu. 8-Barzani’nin “Türkiye” ziyaretinde görüldüğü gibi esası oluşturanlardan biri de Kürt Ulusal Hareketi’ni boğmak, gü-

cünü zayıflatmak, ordu ve Barzani kuvvetlerine eklenen çetelerle bölgede güç olmanın siyasetidir. Rusya’nın Türkiye’ye karşı hamleleri Şii Bloku’nu güçlendirdikçe, Suriye ve Irak’ta yoğunlaşan askeri gerginliğin şimdilik bir çatışmaya yol açıp açmayacağı kestirilememektedir. Ama bölgeye yapılan silah sevkiyatı ve askeri yığınaklarla hazırlıklar tamamlanmış durumdadır. Bu durum bölge halkları açısından yeni bir tehlikenin de derinleştiğinin işaretidir. Bu haksız, halkların çıkarına olmayan bu savaşa karşı çıkmak eşit özgür yaşamın bu haksız savaşlardan geçmeyeceğini bilmek hayati derecede önemlidir. Bunu kazanmak için de halkların ortak mücadeleyi acilen yükseltmesi zorunludur. Ondandır ki KDP ve Kürtlerin diğer bölge halklarının bu ayrışmacı ve mezhepçi çatışmalara karşı olması, her yerde demokratik birlikteliği sağlayarak antiemperyalist mücadelede saf tutması acil görevdir. Yoksa bölge üzerindeki yaşanan, bugünün savaşındaki mezhepsel dayanaklar, yüzyıllara yayılacak savaşın da işaretidir. Bu gerçeklik, tarihteki Haçlı Seferleri ile örneklenebilinir. Bugünümüz sert mücadelelere açık. Coğrafyamız ve Kürdistan’da yaşananlar, Barzani gibi teslim olanların ihanete gideceği, pasif kalanların adlarının okunamayacağı, direnenlerin ise tarih yazacağı bir dönemin gerçekliğiyle yüz yüze.


07

19–22 Aralık şehitlerini anıyoruz Yeni Demokrasi Aileleri Birliği 19-22 Aralık direnişinin 15. yıl dönümü dolayısıyla bir açıklama yayınlayarak, 19–22 Aralık Kahramanlık Haftası Şehitlerini andı Yeni Demokrasi Aileleri Birliği (YDAB), 19-22 Aralık Kahramanlık Haftası ile ilgili yazılı bir açıklama yaptı. "15. Yılında Bedenleriyle Ölümleri Küçülterek Yenenleri 19–22 Aralık Kahramanlık Haftası Şehitlerini Anıyoruz" başlıklı açıklamada, "Yaratmak istedikleri sorgulamayan düşünmeyen üretmeyen ve itiraz etmeyen kültür ile kendi varlıklarının ürünü olan tekçi anlayışın ömrünü uzatmaktır" ifadelerine yer verildi. Açıklamanın tamamı ise şu şekilde; Sistemin hapishaneler politikası uzun yıllardan bu güne dek halk üzerinde uygulanmak istenen tahakkümün bir halkasıdır. Halkı sindirmenin pasifize etmenin tek yolu zindanlarda direnişi yükselten halka önderlik eden devrimci tutsakları esir almaktan geçmekteydi. Yükselen devrimci dinamizmin halk üzerindeki etkisini yok etmenin yolu hapishanelerden başlayarak buralardan sokakları hâkimiyeti altına almaktır. 80'li yıllarda daha da azgınlaşarak devam eden devlet baskısı zindanlarda dayatılmak istenilen tek tip elbise dayatması ile karşımıza çıkmıştır. Dayatılmak istenen tek tip elbise uygulamasına karsın tutsaklar bedenleriyle cevap vererek saldırıyı geri püskürtmeyi başarmıştır. 90'lı yıllara gelindiğinde ise hapishanelerde yaşanan hak gaspları ve sistemli saldırılara karşı tutsaklar bedenlerini açlığa yatırarak saldırıları püskürtmüş ve direniş zaferle taçlanmıştır. Hapishanelerdeki mevcut durum tutsakların zindanları devletsizleştirmesi hâkim sınıfları acizleştirerek harekete geçirip daha kapsamlı saldırıları gündemine almıştır Faşist ‘t.c’ devletinin halkın üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküm ve teslim alma politi-

kalarını hayata geçirmek için seçtiği yollardan biride hapishaneleri etkisizleştirmektir. Amacına ulaşmak için başvurduğu yöntemler (tecrit, tredman, izolasyon) ile halkın en ileri kesimini ifade eden devrimci tutsak üzerinden halk kitlelerine gözdağı vermek ve itiraz etmeyen sorgulamayan bir toplum yaratmaktır. Yaratmak istedikleri sorgulamayan düşünmeyen üretmeyen ve itiraz etmeyen kültür ile kendi varlıklarının ürünü olan tekçi anlayışın ömrünü uzatmaktır. 2000’li yıllara gelindiğinde ise devlet hapishanelerde denetimi yeniden ele geçirmek için daha kapsamlı saldırılarla 20 hapishanede eş zamanlı operasyonlarla katliam gerçekleştirmiştir. Bu katliamda 28, Ölüm oruçlarında ise 122 devrimci tutsak şehit düşmüştür. Bugünlere gelindiğinde ise bu politikalarla F tipi zindanlarında bulunan 500’ü aşkın hasta tutsak ise devlet eliyle ölüme terk edilmiş bir durumdadır. Dün F Tipi zindanlarını bir kurtuluş olarak gören egemenler direniş karşısında daha da acizleşerek bu gün ise saldırılarını daha kapsamlı bir hale dönüştürmüş ve zorunlu sevk adını verdiği uygulamayı bu gün ise sürgün sevkler ile uygulamaya geçirmiştir. Devrimci tutsakların yaşanan hak gaspları karşısında direniş göstermesini ise çeşitli cezalarla mektup, telefon; görüş ve yayın vermeme ile tecrit içinde tecrit yaşatmayı amaçlamaktadır. Her türlü baskı ve yaptırım karşısında devrimci tutsaklar zindanlarda direnişi seçmiş 19–22 Aralık kahramanlık haftası şehitlerinin izinde mücadelelerinin devamcısı olmuştur olmaya devam etmektedir. Tecrit karşısında direnişi yükselten devrimci tutsakların sesini yükseltmenin tek yolu kavgayı omuzlamak mücadele mevzilerinde saflarımızı almaktan geçmektedir. Bedenlerinden başka sunabilecek bir şeyi olmayan devrimci tutsakların mücadelesine omuz vererek yaratılmak istenen zindan karanlığını parçalayalım."

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ refik demir

2016’YA HALKLARIN DEVRİMCİ DİRENİŞ VE BAŞKALDIRISINI KUŞANARAK GİRELİM

K

endi gerici çıkarları ve tahakkümü doğrultusunda gerici savaşlar, işgaller, katliamlar ve azgın sömürü politikalarıyla dünya gericiliği halklara yaşamı zindan etmeye ve kan kusturmaya devam etmektedir. Yarattığı barbar gerici güçleri (IŞİD vb.) halklara karşı kullanan emperyalist gericilik, insanlığın bütün ileri ve tarihi birikimlerini yağmalamakta ve yok etmektedir. Zihinleri din ve bilumum gericilikle köreltilen barbar zebaniler, ilerici insanlığı hedef alarak tam bir zulüm ve soykırım uygulamaktadır. Öyle ki emperyalist gericiliğin halklara karşı örgütlediği ve beslediği bu barbar zebaniler, Paris Katliamı’nda olduğu gibi, artık kendileri için de tehlike olan bir boyuta gelmiş durumdadır. Yani kendi yarattıkları zulüm ve barbarlık kendilerini tehdit etmekte ve vurmaktadır. Bunun kaçınılmaz olarak bu duruma gelmesi gayet anlaşılır bir durumdur bizler açısından. Çünkü dünyada ve coğrafyamızda tüm kötülükleri, sorunları ve çelişkileri yaratanlar bizzat emperyalist gericilik ve güdümündeki türevleridir. Bu gerçeklik kaçınılmaz olarak baskı, zulüm, savaş, kan ve yıkım yaratmaktan kurtulamaz. Bu gerçeklik aynı zamanda ve doğallığında isyanı ve başkaldırıyı beraberinde doğurmaktadır. Kısacası emperyalist gerici dünyanın barbarlığı ve zulmü devrimci dünyanın tarihsel isyanını ve çıkışını koşullamaktadır. Emperyalist/kapitalist barbarlığın bir parçası olan faşist TC devleti de genlerinde olan zulüm, katliam, soykırım ve sömürü politikalarıyla halklarımıza kan kusturmaya ve coğrafyamızı bir kan deryasına çevirmeye devam etmektedir. Öyle ki her gün halklarımızın oluk oluk kanı akıtılmaktadır. Varlığını insanlığın bütün ilerici, devrimci kazanımları, birikimlerinin reddi ve yok edilmesi üzerine biçimlendiren faşist devlet, kitlesel katliamlar, türlü türlü zulüm ve saldırganlıklarla halklarımıza savaş açmıştır. Kürdistan ve ezilen Kürt ulusu üzerinde milli zulüm ve barbarlık uygulanmaktadır. Bu barbarlık ve zulüm ancak ve ancak devrimci savaşla geriletilebilinir. Gelişmeler bir kez daha bizlere devrimci savaşı kuşanmamızı ve birleşik militan devrimci bir mücadele hattı örmemizi koşullamaktadır. Önceki yıllarda olduğu gibi 2015 yılı da sadece emperyalist dünya ve yerli türevlerinin zulüm ve barbarlığı ile geçmedi. Mazlumları, baldırı çıplaklarının mücadelesi ve direnişlerine sahne oldu. Ortadoğu coğrafyası başta olmak üzere dünyanın hemen hemen bütün parçala-

rında zulme ve sömürüye karşı halkların meşru direnişi boy vermektedir. Başka bir dünyanın mümkün olduğu bugün daha güçlü bir şekilde haykırılmaktadır. Bu bilinç ve cüretle… Emperyalist dünya gericiliği ve bilumum türevlerine karşı savaşan, mücadele eden dünya halklarına binlerce kez selam olsun. Emperyalist gerici dünyaya karşı devrimci dünyanın özgürlük ve kurtuluş kavgasına binlerce kez selam olsun. Rojava’da, Kobanê’de, Şengal’de ve Ortadoğu’nun birçok alanında dünya gericiliği ve barbarlığa karşı kahramanca bir direniş sergileyen ve dünya halklarına ilham kaynağı olan ezilen Kürt ulusuna binlerce kez selam olsun. Barbarlığa ve gericiliğe karşı Rojava, Kobanê ve Şengal’de ezilen Kürt ulusu ile birlikte enternasyonal devrimci bir bilinçle mücadele eden ilerici, devrimci ve komünist güçlere binlerce kez selam olsun. Kuzey Kürdistan da devletin milli zulmü ve barbarlığına karşı tarihsel devrimci bir direnişle cevap olan ezilen Kürt ulusunun fedakâr gençliği ve kadınlarına binlerce kez selam olsun. Erkek egemen gerici zihniyet ve barbarlığına karşı mücadele eden ve bedel ödeyen kadınlara binlerce kez selam olsun. “Gençlik gelecek gelecek sosyalizm” bilinci ile mücadele eden gençliğe binlerce kez selam olsun. Hapishanelerde direnerek ve mücadele ederek devrim, sosyalizm ve komünizm bayrağını yükselten devrim ve komünizm savaşçılarına binlerce kez selam olsun. Halkların özgürlüğü ve kurtuluşu uğruna dağları mesken eyleyenlere binlerce kez selam olsun. Tarihsel devrimci hesap sorma bilinci ile halkların devrimci öfkesini ve hesap sorma cüretini ve silahını kuşananlara binlerce kez selam olsun. Ve enternasyonal proletaryanın bir taburu olarak Türkiye-Kuzey Kürdistan’da komünizmin şanlı bayrağını dalgalandıran Maoist öncüye binlerce kez selam olsun.


08

güncel haber

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

” i ABD ve Rusya z i r k k arasındaki çatışmanın a ç “U yansımasıdır

Erdoğan/AKP iktidarının savaş saldırganlığı ve kışkırtıcılığı politikalarına karşı mücadelenin yükseltilmesi şartla görevdir. Komprador tekelci burjuva siyasi parti ve kliklerin “milli mesele” algısı ve milliyetçiliğiyle Erdoğan/AKP güruhunun saldırgan politikalarına destek vermesi, onların ırkçı milliyetçi nitelikleri ve sınıf karakterinin göstergesidir. Bu anlamda Erdoğan/AKP iktidar güruhuna karşı yürütülen teşhir faaliyeti, bu düzen partilerini de hedeflemelidir. Mesele “milli bir sorun’” değil, Erdoğan/AKP güruhunun ABD emperyalizmine angaje olarak yürüttüğü gerici savaş kışkırtıcısı politikalardır, sorun bundan ileri gelmektedir. Ne Rusya’nın uçağının düşürülmesi ne de Irak devleti topraklarında asker bulundurma siyaseti “milli çıkar ve mesele” adına savunulamaz. Bunlar gerici emperyalist politikaların ürünü gerici adımlardır. Kesinlikle karşı çıkılarak teşhir edilmelidir. Özellikle halk kitlelerinin “milli çıkarlar” safsatasıyla manipüle edilmesine izin verilmemeli, bu anlamda devrimci politika adına gerekli teşhir propagandası yürütülmelidir. Haksız gerici savaşlara ve tüm gerici politikalara karşı geniş kitlelerin mücadeleye sevk edilerek protestolara taşınması günün devrimci görevidir. Emperyalist politika ve gerici haksız savaşlara karşı devrimci-haklı savaşların yükseltilmesi tarihi görevdir!

Rusya ile “TC” arasında patlak veren “uçak krizi” özünde, ABD emperyalizmi ile Rusya emperyalizmi arasındaki kriz ya da dalaşın dışavurumudur. “TC” devletinin Rusya uçağını düşürmesi bu zeminde okunmalı ve esasta bu zeminde anlamlıdır. Dünya jandarmalığı yarışında ABD ile Rusya (ve bunların temsilindeki bloklar) arasında değişmeye yüz tutarak belli bir zemine oturan emperyalist aktörler arası denge durumunun yol açtığı çatışmalar zemini, bölge ülkelerini muaf tutmamaktadır. Emperyalist haydutlar, aralarındaki dalaş ve çatışmayı kukla iktidarlar üzerinden sürdürerek perde arkasından süreci yönetmektedir. Suriye’deki çatışmayı sürdüren taraflar perde arkasındaki ilgili emperyalist güçlerken, Rusya uçağının “TC” devleti tarafından düşürülmesinin arkasında da

doğrudan bu emperyalist güçler (ABD emperyalizmi) bulunmaktadır. Kısacası emperyalist güçler, aralarındaki çatışma veya savaşı kendilerine bağımlı devlet veya güçler eliyle, bunlar üzerinden sürdürmektedir. “TC” devletinin Suriye sorununda oynadığı rol, Rusya uçağını düşürmesi ve merkezi Irak devleti sınırlarında asker bulundurma biçimindeki işgalci eylemi de bu zeminde vuku bulmaktadır. “TC” devletinin mevcut pozisyonu esasta ABD emperyalizmi ve onun çıkarları adına sergilenen saldırganlık ve savaş kışkırtıcılığı tutumudur. “TC” devletini temsil eden Erdoğan/AKP iktidarının izlediği politikaların, özellikle de dış politikanın tamamen ABD emperyalizmi tarafından belirlendiği son gelişmelerle birlikte saklanamayacak kadar

açığa çıkmış durumdadır. Erdoğan/AKP iktidarı iradesi dışında doğrudan ABD emperyalizmi tarafından sorunlu ilişkilere itilmekte, çatışmalara sürülüp “düşmanlıklar” batağıyla tanıştırılmaktadır. ABD emperyalizminin Ortadoğu’da karakolu olarak kullandığı ülkelerin başında gelen “TC” devleti, bu bölgedeki stratejilerini hayata geçirmek için bir maşa gibi kullanılmaktadır. “TC” devleti veya onu temsilen Erdoğan/AKP iktidarının bölgedeki dış politikası esasta ABD emperyalizminin çıkarlarına endeksli biçimlenmekte ve yürütülmektedir. Bölgede izlenen dış politikanın başat unsurlarına bakıldığında ülkenin menfaatlerine uygun tek politika söz konusu değilken, bu politikaların tamamı ABD’nin çıkarlarını koruyup kollamaktadır.


16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

Erdoğan/AKP iktidarının iradesi dışında bir dış politika güttüğü, objektif olarak gütmek zorunda kaldığı ya da bu politikaların kendi iradeleri dışında kendilerine dayatıldığı birçok emareyle açıktır. Eğer böyle olmasaydı, Erdoğan bir gün önce kardeşim deyip ailece birlikte tatil yaptığı Esad’ı ikinci gün düşmen ilan etmezdi. Açık ki, Erdoğan’ın Esad ve Suriye’ye dönük herhangi bir düşmanlık politikasıstratejisi yoktu. Yoktu ki, “kardeş” ilan edip aileleriyle birlikte tatil yapıyordu, bu denli bir yakın ilişki sürdürüyordu. Böyle olmasına karşın, ABD emperyalizminin stratejileri Suriye’de tutmayınca, bölgedeki ileri karakolu olan “TC” ve bunu temsilen Erdoğan/AKP iktidarına gerekli balans ayarı verilerek Suriye ile düşmanlık politikası devreye sokuldu. “Arap Baharı” safsatasının Suriye’de elinde patlayıp tökezlemesiyle birlikte, ABD emperyalizmi, geniş bölge stratejisini başarabilmek için piyonlarını devreye sokarak Suriye’de başarı sağlamak istedi. Ne ki, Rusya faktörünü iyi hesaplayamadı… Evet, ABD emperyalizmi Erdoğan/AKP iktidarının Esad-Suriye’ye düşmanlık ilan ederek Esad iktidarını yıkmak üzere iç muhalefeti besleyerek yönetmesini sağlasa da, işin içinde Rusya (ve İran) olduğu için burada başarı sağlaması olası olmadı. Hatta durum tersine dönerek, Esad-Rusya lehine gelişti… Tam da bu sırada Erdoğan/AKP iktidarı bu kez de Rusya uçağını Suriye sınırında düşürdü. Kuşkusuz ki, bu da Erdoğan/AKP güruhunun bağımsız politikası değildi ya da ifade edildiği gibi sınır ihlali yaptığı için angajman kuralları uygulanarak vurulmuş değildi. Bilakis, ABD emperyalizminin bölge politikasının Suriye’de patinaja düşmesi ve bunda da esas faktörün Rusya emperyalizmi olması gerçeğinden hareketle, Rusya’ya karşı alınmış-aldırılmış bir tavırdı, bunun sonucu veya bu nedenle Rusya uçağı düşürüldü. Kısacası, Rusya uçağının düşürülmesi de Erdoğan/AKP iktidarının kendi iradesiyle tayin ettiği dış politikasının tezahürü değildi, ABD emperyalizminin oynadığı oyunun bir parçasıydı ve ABD bu uçağın düşürülmesini sağlamıştı. Olağan koşullarda “TC” devletinin Rusya’nın uçağını düşürmeye cesaret edemeyeceği açıktır. Dahası Erdoğan/AKP iktidarının Rusya emperyalizmiyle yaptığı ve yürüttüğü anlaşmalara bakıldığında, Rusya’ya karşı böyle bir politika izleme düşüncesinde olmadıkları da açıktır. Nükleer enerji santrallerinden, Mavi Akım Projelerine, diğer askeri ve ticari anlaşma ve ilişkilerine bakıldığında Rusya’ya karşı en azından bu kadar yakın zamanda bir düşmanlık veya ilişkilerinin gerilmesi politikasına sahip olmadıkları anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Rusya’ya karşı bu politikanın da ABD emperyalizmi tarafından koşullanan ve doğrudan onun çıkarları uğruna güdülen bir politika olduğu görülmektedir. Esad’a bir gün önce kardeşim diyip ikinci gün düşman ilan etme şeklindeki dış politika “U dönüşü”, Rusya ile nükleerden Mavi Akım’a kadar çok ciddi proje ve ortaklıklarla birlikte, askeri-silah anlaşmaları ve diğer ticari ilişkilere kadar derin

ilişki içinde bulunan Erdoğan/AKP iktidarının kalkıp Rusya’nın uçağını düşürecek kadar ileri gitmesi kuşkusuz ki, ne rastlantıdır ne de AKP iktidarının bağımsız politikasıdır. Tüm gelişmelerden anlaşıldığı gibi, bunlar ABD emperyalizminin çıkarları ve diktesi sonucunda gerçekleştirilmiş maceraperest politikalardır. ABD emperyalizmine göbek bağıyla bağlı olan “TC” devleti ve onun Erdoğan iktidarı, bu bağımlılığın gereği olarak ABD emperyalizminin çıkarlarını esas alan bir politika gütmek zorundadır. Ancak bu bağımlılık ve bağımlılığın getirdiği ağır yükümlülüklerin bedelini de ödemektedir. Sonuç olarak uçağının düşürülmesi sonrasında Rusya ile ciddi bir kriz süreci yaşandı, yaşanıyor ve devam da edeceğe benziyor. “TC” devleti, Rusya gibi bir emperyalist aktörün uçağını düşürmenin kof övüncünü yaşayabilir. Elbette Rusya’nın prestiji açısından bakıldığında, ilk elden Rusya ‘’hırpalanmış’’ gibi görülebilir. Ancak bu süreçte (uçak düşürülmesinde) esasen Erdoğan/AKP iktidarı temsilindeki “TC” devletinin “hırpalanacağı” yaşanan gelişmelerle aşikardır. “TC” devletinin bağımlılığı kuşkusuz ki sadece ABD emperyalizmiyle sınırlı değildir. Birçok emperyalist sermaye ve devlete bağımlı olduğu bilinmektedir. Ki, AB’li emperyalistler bunların başını çekerken, Rusya emperyalizmine de ekonomik-askeri anlaşmalar ve ticari ilişkilerde de bir bağımlılığı söz konusudur. Özellikle günümüz dünyasında ekonomik zeminde yaşanan iç içelik ilişkisi emperyalist ülkeleri dahi karşılıklı olarak birbirine bağımlı hale getirmişken, emperyalist ülkelerle diğer kapitalist ülkeleri de aynı zeminde bağımlılık ilişkisine sürmektedir. “TC” devletinin Rusya ile stratejik anlaşma ve ortaklıkları, askeri, ticari ilişkileri düşünüldüğünde bir bağımlılık ilişkisinden söz etmek mümkün. Siyasi bakımdan bir bağımlılık olmasa da ekonomik-ticari bakımdan bu bağımlılık mevcuttur. Bu bağımlılığı muhtaçlık olarak tanımlamak belki daha isabetli olacaktır. Dolayısıyla “TC” devleti ya da

güncel haber mevcut Erdoğan/AKP iktidarının Rusya’ya muhtaç olduğu, bu muhtaçlık düzeyinde ve niteliğinde bağımlı olduğu söylenebilir. Mavi Akım, Nükleer enerji üretim santralleri, doğalgaz ve askeri anlaşmaları saymasak bile, “TC”nin Rusya’ya ithal ettiği yaş sebze-meyve alınımının durdurulması, Rusyalı turistlerin gelmemesi bile “TC” devletini ciddi oranda etkiler, mevcut durumda etkilemektedir. Erdoğan/AKP iktidarının sıcak parayla gemiyi yürüttüğü bilinmektedir. Rusya’dan gelen turistlerin bıraktığı para küçümsenemez. Yapılan ithalatın geliri de küçümsenemez. Ve Rusya’nın aldığı tedbirler (kontrollü-sınırlı ambargo tavrı) “TC”ye akan sıcak paranın kesilmesine yol açmaktadır. Bu durumda AKP iktidarının ciddi sıkıntılarla karşılaşacağı açıkken, yaşadıkları karın ağrılarını anlamak mümkün. Erdoğan/AKP güruhu Rusya ile uçak krizini diplomatik yollarla yumuşatıp aşmaya çalışsa da, Rusya’nın kararlı olduğu ve şakasının olmadığı görülmektedir. Ki, görüldüğü kadarıyla Rusya, Erdoğan/AKP iktidarını her alanda ve ciddi biçimde zorlamaya devam edecektir, en önemlisi de bunda başarılı olma olasılığının tamamen güçlü olmasıdır. Önemlidir çünkü Erdoğan güruhunun zayıflaması, kan ve katliamlarla sağladığı iktidarının sarsılması söz konusudur. Kısacası bu sürecin Erdoğan/AKP güruhu açısından zorlu geçeceği gibi, siyasi geleceğiyle alakalı bir faturaya yol açması da mümkündür. Erdoğan/AKP iktidarının ABD’nin güdümünde gerçekleştirdiği eylemlerle yaşadığı kof böbürlenme ve basit ego parlamasına karşın, Rusya daha kararlı ve ciddi tutumla gerekli yanıtı vermeye devam edecek ve kuşkusuz ki, uşaklığın faturası sanıldığından da ağır olacaktır Erdoğan ve şürekâsına… Emperyalist dalaş ve çatışma “uçak krizini” aşmadan yeni krizler üreterek emperyalist savaş veya lokal-bölgesel savaşların zeminini büyütmektedir. Akdeniz’e yığılan savaş gemileri ve deniz altıları gerçeği, dü-

09

şürülen Rusya uçağının yarattığı kriz zemini, “TC” askerinin Irak merkezi devlet sınırlarındaki konuşlanışının yarattığı kriz ve bunların yansımaları yeni bir savaşın patlak vermesinin zeminini güçlendirmektedir. Emperyalist bloklar veya güçler Suriye’de odaklanan çatışmayı diplomatik-siyasi yollarla giderme eğilimi taşısa da, dolayısıyla kendilerinin de dahil olduğu büyük bir paylaşım savaşından yana olmasalar da, lokal savaş ve çatışmalarla sürdürdükleri paylaşım çatışmasının yarattığı siyasi krizler zemini, büyük bir savaşın patlamasına elverişli koşul oluşturmaktadır. Bu bir dünya savaşının olacağı tespiti değildir fakat olasılık olarak bu nitelikte bir çatışmanın yaşanmasının potansiyeli mevcuttur. Bunda tayin edici olan Suriye’de sürecin nasıl yönetileceği, nasıl bir çözüme gidileceği ya da gidilip gidilemeyeceğidir. Suriye’de siyasi geçiş sürecinde yapılan anlaşmalar sorunun savaşa yol açmadan çözülmesi-ertelenmesine işaret etmektedir. Ne ki, peş peşe patlak veren mevcut krizler ve dalaş zemini, bir savaşın patlak vermesine de müsaittir. “TC” devletinin emperyalist güçler arası bu çatışmada ABD emperyalizmi adına rol üstlendiği açıkken, olası bir savaşın patlak vermesinde “TC” bu savaşın içinde olacaktır. ABD emperyalizmine bağımlılığı “TC”yi bu gerici dalaş ve çatışmanın bir parçası haline getirirken, ekonomik bağımlılığı ve bundan ileri gelen zayıflığı “TC”nin her halükarda hırpalanacağını koşullamaktadır. Emperyalist strateji ve çıkarlar temelinde Rusya ile karşı karşıya getirilen “TC”nin Suriye politikasında da Rusya ile çatışmasında da bedeller ödemesi kaçınılmazdır. Erdoğan/AKP iktidarının savaş saldırganlığı ve kışkırtıcılığı politikalarına karşı mücadelenin yükseltilmesi şartla görevdir. Komprador tekelci burjuva siyasi parti ve kliklerin “milli mesele” algısı ve milliyetçiliğiyle Erdoğan/AKP güruhunun saldırgan politikalarına destek vermesi, onların ırkçı milliyetçi nitelikleri ve sınıf karakterinin göstergesidir. Bu anlamda Erdoğan/AKP iktidar güruhuna karşı yürütülen teşhir faaliyeti, bu düzen partilerini de hedeflemelidir. Mesele “milli bir sorun’” değil, Erdoğan/AKP güruhunun ABD emperyalizmine angaje olarak yürüttüğü gerici savaş kışkırtıcısı politikalardır, sorun bundan ileri gelmektedir. Ne Rusya’nın uçağının düşürülmesi ne de Irak devleti topraklarında asker bulundurma siyaseti “milli çıkar ve mesele” adına savunulamaz. Bunlar gerici emperyalist politikaların ürünü gerici adımlardır. Kesinlikle karşı çıkılarak teşhir edilmelidir. Özellikle halk kitlelerinin “milli çıkarlar” safsatasıyla manipüle edilmesine izin verilmemeli, bu anlamda devrimci politika adına gerekli teşhir propagandası yürütülmelidir. Haksız gerici savaşlara ve tüm gerici politikalara karşı geniş kitlelerin mücadeleye sevk edilerek protestolara taşınması günün devrimci görevidir. Emperyalist politika ve gerici haksız savaşlara karşı devrimci-haklı savaşların yükseltilmesi tarihi görevdir!


10 emek haber İşçiler hükümet programlarında yer almıyor 16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

2015 yılının ilk on bir ayında en az 1593 işçi katledildi. AKP’nin açıkladığı 64. Hükümet programında ise, işçilerin emekçilerin güvenliğine ve sağlığına yönelik hiçbir madde yer almadı. Meslek hastalıkları yüzünden hayatını kaybedenlerin ise adı yok. SGK geçen yıl 7 bin 756 işçinin meslek hastalıkları yüzünden hayatını kaybettiğini açıkladı ancak İSİG’e göre bu rakam en az 10 bin! 2015 yılını geride bırakıyoruz ve bu yılda işçiler açısından sömürü, zulüm ve katliamdı. Açlık sınırının altında yaşayan milyonlarca işçi ve emekçi, sömürü dişlilerinin arasında ezildikleri yetmiyormuş gibi, bu yılda güvenlik önlemleri yetersiz olduğu için yüzlercesi hayatını kaybetti. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi her ay yayınladığı işçi katliamları raporunu Kasım ayı içinde yayınladı. Rapora göre Kasım ayında en az 131 işçi katledildi. Bu rakam yalnızca yazılı ve görsel basından takip edilerek hazırlanan rakamlara dayanıyor. Adını, yaşını, ölüm nedenini bilmediğimiz yüzlerce işçi ve emekçi, patronun kar hırsı uğruna katlediliyor. Birçoğu yazılı ve görsel basına yansımıyor. Yeniden tek başına hükümeti kuran AKP iktidarı ise, önümüzde ki yıllarda reformlar yapacağını söyledi ve 64. Hükümet programını açıkladı. Programda işçi ve emekçilerin güvenliği, sağlıklı iş koşulları vb. hiçbir madde yer almadı. Ülkemizde yüzlerce işçi, emekçi her yıl katlediliyor. Neredeyse hiçbir sorumlu cezalandırılmıyor, hatta bir ülkenin Cumhurbaşkanı yüzlerce işçinin katledilmesini "fıtrat" olarak açıklayabiliyor. Bir bütün olarak egemenler, işçilere ve emekçilere bakış açılarını her zaman göstermiştir. Daha çok işçi, emekçi ordusu yaratmak yedek güç oluşturmak isteyen yöneticilerin 3 çocuk ısrarı ise, hayatını kaybedenlerin yerine yenisi almak, sömürü çarklarını büyütmek, kapitalizmin yedek gücü işsizler ordusunu büyütmek içindir.

On bir ayda 1593 işçi katledildi Yayınlanan rapora göre, 2015 yılının ilk 11 ayında en az 1593 işçi katledildi. Tekrar vurgulamak gerekiyor ki bu rakam sadece yazılı ve görsel basından takip edilebilen sayıdır. Gerçek rakam bunun çok daha fazla üzerinde olduğuna eminiz. Katliamların en çok gerçekleştiği iş kolu ise, neredeyse her ay olduğu gibi inşaat, yol iş kolu oldu. Özellikle inşa-

atlarda yüz binlerce işçi bir kask dahi olmadan çalışıyor. Yapılmayan denetimler ise bunun başlıca sebepleri arasında yer alıyor. İşçi katliamların en başta gelen sebepleri ise, trafik-servis kazaları yer alıyor. Kasım ayında 37 işçi trafik-servis kazasında hayatını kaybetti. Ezilme ve göçük nedeniyle ise 28 işçi katledildi.

Meslekten ölenin adı yok! Meslek hastalıklarıyla ilgili ise elimizde detaylı ya da güvenilir hiçbir veri yok. Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK)’nun verilerine göre TürkiyeKuzey Kürdistan'da geçen yıl en az 7 bin 756 kişi meslek hastalıklarından hayatını kaybetti. Bu verilerinde çok güvenilir olmadığı, meslek hastalıkları yüzünden katledilen işçilerin sayısının çok daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İstanbul İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi ise yaptığı hesaplamalara göre bu rakamın en az 10 bin kişi olduğunu

iddia ediyor. 15’inci Nöroloji Kongresi’nde ‘Meslek Hastalıkları’ başlıklı konuşma yapan iş, meslek ve göğüs hastalıkları uzmanı Prof. Dr. İbrahim Akkurt da çalışma koşullarına bağlı ölümlerin yüzde 86’sı, yani 2 milyon 20 bininin, meslek hastalıkları sebebiyle olduğuna dikkat çekti. Ülkemiz dahil pek çok ülkenin kayıt sistemlerine bu ölümlerin girmediğini belirten Prof. Dr. Akkurt, “Kayıt sistemi olmaması nedeniyle bunlar değişik isimlerle ölüm kayıtlarına giriyor.

SGK’ya göre geçen yıl kimse ölmedi Ülkemizdeki iş kazalarıyla ilişkili iki somut veri var. Biri SGK, diğeri İstanbul İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi (İSİG) verileri. SGK’ya göre geçen yıl iş kazalarından 1626 kişi (sigortalı) öldü. İSİG verilerinde bu sayı 1800’den fazla. Yine SGK kayıtlarına göre geçen yıl meslek hastalıklarından hiç kimse öl-

medi. ILO verileri referans alındığında SGK verilerine göre en az 7 bin 756, İSİG verilerine göre 10 bin meslek hastalığı ölümü kayda girmedi.

Gerçek: yılda 100 bin, resmi kayıt: 500 Prof. Dr. İbrahim Akkurt, ülkemizdeki meslek hastalıklarıyla ilgili yeterli veri bulunmadığını vurguluyor ve şöyle konuşuyor: “Tüm hastalıklarda olduğu gibi meslek hastalıkları-işle ilgili hastalıklarda da verinin elde edilmesi gereken kurum ülkedeki en büyük sağlık otoritesi yani Sağlık Bakanlığı olmalı. SGK istatistikleri, gerçek meslek hastalıkları verisi değil, maluliyettazminat amaçlı incelemeye alınan, işlemi bitmiş dosyalar. Başka bir ifade ile beklenen yıllık meslek hastası 100 binden az olmaması gerekirken (100 bin-400 bin arasında), bu verilerde yılda 500 civarında meslek hastalığı çıkıyor. Türkiye bunları kayıt altına alabilecek altyapıyı kurmalı.”


emek haber

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

11

İşçiler insanca yaşam istiyor! AKP iktidarı halklara karşı topyekûn savaşa devam ederken, işçilerde bu savaşın içinde sömürülen, ezilen taraf olmaya devam ediyor. Ancak işçiler, sömürü çarkına karşı baş kaldırıyor ve işçilerin direnişleri ülkenin dört bir tarafına yayılıyor. Munzur Su işçilerinden, Bayteks işçilerine, ODTÜ işçilerinden Şişecam işçilerine kadar işçiler insanca yaşam için direniyorlar Açlık sınırının altında olan 1300 TL asgari ücret vaadi hala hayata geçmiş değil. İşçiler, emekçiler ise insanca bir yaşam istiyorlar. İnsanca bir yaşam için Türkiye / Kuzey Kürdistan'da işçi direnişleri her zaman olduğu gibi devam ediyor. 2015 yılını geride bırakıyoruz ve bu yılda pek çok işçi direnişi gördük. Bunların başında ise elbette metal işçilerinin direnişi geliyor. Devletin tüm engelleme çabalarına karşın bu direniş bir kez daha gösterdi ki, işçiler insanca bir yaşam için, eşit işe eşit ücret için, sosyal hakları için gerek toplu gerekse bir bir direnişe geçiyorlar.

Munzur Su işçileri direnişe devam ediyor! Dersim'de bulunan Munzur Su fabrikasında çalışan işçiler, patronların örgütlü oldukları Gıda-İş'i tanımaması üzerine greve gitmişti. Patronlarsa grev karşısında fabrikada üretime süresiz ara verdiler. Bununla da yetinmeyen patronların grev kararından hemen önce 7 işçiyi işten çıkarma kararı aldığı ortaya çıktı. Munzur Su fabrikasında çalışan toplamda 33 işçi işten çıkarıldı. DİSK'e bağlı Gıda-İş Sendikasına üye olan işçiler, mücadelelerine devam kararı aldı. Dersim'de eylem yapan işçiler, “Taleplerimiz yerine getirilene kadar mücadelemizi sürdüreceğiz” dedi. Seyit Rıza Meydanı'nda toplanan işçiler bir de açıklama yaptı. Açıklamayı okuyan işçi temsilcisi Deniz Erdoğan, “Grevimiz bugün 46. gününde bulunuyor. Grev süresi boyunca, ‘Sizin yüzünüzden fabrika kapanıyor’

diyenler oldu. Hangi işçi çalıştığı fabrikanın kapanmasını ister? Biz grev başladığında da, bugün de görüşmeye hazır olduğumuzu defalarca söyledik. Ama onlar buna yanaşmadılar” dedi. Meselenin zam veya ikramiye olmadığı açıktır. Asıl mesele işçilerin sendikalı olması, örgütlü olmasıdır. Dersim halkının bir değeri olan Munzur Su İşletmesinde işçileri asgari ücretle çalıştırıp, onların emeği üzerinden marka olan su işletmesinde, işçilerin haklarının verilmemesi neyle açıklanabilir? Bu meseleyi çıkmaza sokmak kimlerin işine geliyor” dedi. Munzur Su yönetimine bir kez daha çağrı yapan Erdoğan, “Gelin birlikte anlaştığımız talepleri sendikamızla Toplu İş Sözleşmesi yaparak grevi sonlandıralım. Aksi durumda biz işçiler olarak işyerinde sendika kabul edilmeden grevimizi asla sonlandırmayacağımızı belirtiyoruz” dedi.

Bayteks işçilerinin direnişi bir ayı geride bıraktı Küçükçekmece'de bulunan Bayteks tekstil atölyesinde çalışan 21 işçinin direnişi de bir ayı geride bıraktı. Hiçbir sendikaya üye olmayan işçiler, direniş çadırı kurarak eşit işe eşit ücret, güvenlikli çalışma koşulları ve insanca yaşabilecekleri ücret istiyorlar. Atölyede patronun, işçiler arası rekabet oluşturduğunu ve karı daha da yükseltmek istediğini aktaran işçiler, rekabetin sonucunda vaat edilen primleri de aylardır alamadıklarını dile getiriyorlar. Ayrıca eski çalışanların daha fazla maaş aldığını aktaran işçiler, sınıflandırmanın kaldırılmasını ve eşit işe eşit ücret istiyorlar. Patronun sigorta primlerini asgari ücret üzerinden yatırdığını aktaran işçiler, primlerin aldıkları ücret üzerinden yatmasını istiyor. Ayrıca hiçbir güvenlik önleminin bulunmadığını aktaran işçiler, güvenlik için kullanılması gereken kulaklık ve maskenin ikisinin de kullanılmadığını aktarıyorlar.

İşçiler Adliye'de adalet arıyor İstanbul Kartal'da bulunan Adalet Sarayı'nda işçiler adalet arıyorlar. Yemekhane, kafeterya ve çay ocaklarında çalışan 135 işçi, iki aydan fazla süredir ücret-

lerini alamadıkları için eylem yapıyorlar. 1300 liralık vaadin dahi yaşam koşullarını değiştirmeyeceğini aktaran işçilerin çoğu hali hazırda 1000 lira maaşla çalışıyor. Taşeron sisteminin ağır koşullarından bıkan işçiler, taşeronun kaldırılmasını istiyor. İşçiler, yıllardır zam yapılmadığını, işe girdi-çıktı yapıldığı için sigorta ve izin haklarının yandığı aktarıyorlar. Kimi zaman fazla mesai yaptıkları ancak maaşlarına yansımadığını aktaran işçiler, taşeron oldukları için bir muhatap bile bulamadıklarını belirttiler.

ODTÜ'de grev sürüyor Ankara'da bulunan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)'nde de işçilerin başlattıkları grev devam ediyor. On günü geçen grevde 277 işçi haklarını almak için direnişteler. Tez-Koop-İş Sendikası üyesi işçiler, Türk-İş ve Hükümet arasında imzalanan 2015 yılı Kamu Toplu İş Sözleşmeleri Çerçeve Anlaşma Protokolü gereği yapılan iyileştirmeler ve ilk altı ay için yüzde 6 zamma ek olarak, günde 3 TL zam istiyorlar. Buda brüt olarak ayda 150 TL zam demek. ODTÜ Rektörlüğü önünde direniş devam ediyor.

Mersin'de ve İzmir'de de işçi direnişleri devam ediyor İşçi direnişlerinin devam ettiği diğer iller ise Mersin ve İzmir. mersinde Şişecam işçileri, İzmir'de Kent Emek işçileri direnişlerini sürdürüyor. Mersin'de işten atılan 20 Paşabahçe, 14 ACS işçisinin direnişi, 36 gündür devam ediyor. Sarı sendikanın ve patronun işbirliğini tanımayan işçiler, direnişlerini sonuna kadar götüreceklerini ifade ediyor. Fabrikada çalışan işçilerde, direnişe destek veriyor. İzmir'de 65 işçinin çalıştığı Kent Ekmek Fabrikası çalışanları 42 gündür direniyor. Ekonomik koşulların iyileştirilmesini isteyen işçiler, soğuk havaya karşın direnişlerini sürdürüyor. İşçiler yüzde 24 zam isterken, işveren yüzde 8 zam vereceğini söylüyor. İşçiler talepleri kabul edilene kadar direnişin de devam edeceğini vurguluyor.


16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

Meşru demokratik siyaset m Kürt Ulusal Hareketi’nin kazanımlarını somutlayarak daha ileri noktaya taşıması bugün çok daha mümkündür. Gelinen noktadan geri adım atmak kazanımları kaybetmek demek olacaktır. Özellikle vurgulanmalıdır ki, Kürt ulusu ve hareketi büyük bedeller öderken, büyük direnişler ve mücadeleler sergilemektedir. Bu direniş ve mücadelenin birikimi veya sonucu, somut kazanımların elde edilmesi veya kazanımların daha ileri bir noktaya taşınmasıdır. Bu zeminde bilince çıkarılması gereken şey, Kürt Ulusal Hareketi’nin verdiği büyük direnişte desteklenmesidir. Demokratik güçlerin kendi alanında yürüttüğü demokratik siyaset de bu direnişi zayıflatan ve aleyhine şartlar oluşturan değil, tersine onun meşruluğunu savunarak geliştiren yerde durmalıdır. Bundan da önemlisi, sosyalist ve devrimci sınıf hareketinin Kürt Ulusal Hareketi’yle dayanışmalara, ittifaklara, direnişlere ve ortak mücadelelere girme noktasında pratik varlık göstermesidir En özlü ifadeyle demokratik siyaset; gerici faşist iktidarın demokrasiye düşman anti-demokratik tüm politika ve uygulamalarına karşı mücadeleyi öngören ve bu mücadelenin teori-pratiğini benimseyerek salık veren siyaseti ifade eder. Hiç kuşkusuz ki demokratik siyasetin üzerinde yükseldiği belli değer ve ilkeler vardır. Gerici faşist iktidarların her dil, din, renk, cinsin geniş halk kitlelerine ve ezilen ulus ya da azınlıklara uyguladığı sınıfsal, milli ya da cins baskılarına, yaşamı yozlaştırıp karanlığa çeken, eleştiri ve farklı fikirleri “tehdit” algısıyla bastırıp yasaklayan ve cezalandıran, söz ve

irade özgürlüğünü rafa kaldırıp suç olarak yargılayan ve cezalandıran, toplumsal kitlelerin inançlarına, dillerine, cinsiyetlerine ve yaşam tarzlarına yasaklar koyarak zulme tabi tutan tüm anti-demokratik faşist uygulamalara karşı çıkmak ya da söz ve eylemle tavır almak, bu demokratik değer ya da ilkelerdendir. Demokratik siyaset mutlak biçimde gerici egemenlerin baskıcı, yasakçı, ırkçı-milliyetçi, cinsiyetçi ve bütün gerici faşist politikalarında olduğu gibi, sınıf iktidarlarına da karşı olan siyasettir. Gerici iktidarlarla birleşen, bu iktidarları destekleyerek yanında yer alıp uyum sergileyen bir siyaset asla demokratik siyaset olamaz, bu niteliği hak edemez. Esas niteliğini, içeriğini, meşruiyetini ve tutarlılığını bu kısa özette vurguladığımız tavır ve zeminden alır demokratik siyaset. Demokratik siyaset gerici iktidar veya egemen sınıflardan icazet alan, bu iktidarlarla barışık olan, bu iktidarların politika ve uygulamalarını benimseyip övgülerle yücelten ve hatta bu politika ve uygulamaları topluma benimsetmek için çaba harcayıp manipülasyon görevi üstlenen, gerici egemenlerin veya iktidarın sözcülüğünü yapan ve bunlara ait doğruları tekrarlayarak gerçekleri toplumsal kitlelerden saklayan, gerici sınıf ve iktidarlarını teşhir etmeyen, bilakis yedek lastiği görevi gören siyaset değildir. Gerici sınıf iktidarları ve bu iktidarların baskı, sömürü ve bütün gerici politikalarına karşı duruş almak demokratik siyasetin en belirgin ayrım çizgisidir. Kararlı demokratik siyaset; anti-demokratik siyaset ve bu siyasetin ideolojik, siyasi, askeri, ekonomik, kültürel sonuçlarına karşı bedel ödeme pahasına, demokratik değer ve ilkelerden ödün vermeyen siyaset karakteri olarak tarif edilebilir. Demokratik siyaset ve mücadelenin meşruiyeti, demokrasiye aykırı olan politika ve pratiklere, demokrasi düşmanı/anti-demokratik olan politik, ekonomik, kültürel uygulamalara, demokratik yaşamı ortadan kaldırmayı hedefleyen ya da sınırlayarak gerileten uygulamalara ve gerici iktidarların anti-demokratik, gerici faşist baskılarına karşı çıkarak özgür ve demokratik yaşamı savunma ve bunun mücadelesini verme tavrından ileri gelir.

Demokratik siyaset adına veya meşru demokratik siyaset adına burjuva yasalcı siyaset tarzını benimsemek asla demokratik siyasetle bağdaşmaz. Meşru demokratik siyaset adına burjuvazinin öngördüğü kadar demokratik siyaset tavrı almak ya da burjuvazinin kendi yasallığı ve meşruluğu çerçevesinde dayattığı gerici politika ve uygulamalara destek olmak veya bunlara nötr ve kayıtsız kalmak benimsenemez. Bilakis gerici sınıf iktidarlarının baskı, sömürü ve zulme dayalı bütün gerici politika ve uygulamalarına kararlı biçimde tavır alarak demokratik değerlerden yana duruş göstermek, demokratlığın da demokratik siyasetin de doğal davranışı ve şartıdır.

Gerici savaşa karşı meşru savaşı büyütelim Meşru demokratik siyaset, gerici faşist baskı ve katliamlara karşı tamamen meşru olan mücadelenin yanında yer alır, tavır ve söylemini haklı mücadelenin savunusuyla biçimlendirir. Bu bağlamda demokratik siyaset meşruluk gerekçesiyle burjuva yasalcılıkla ken-

disini sınırlamaz, buna hapsetmez. Hele hele burjuvazinin dayattığı siyaset ve söylemi dillendirme durumuna hiç düşmez. Meşruluk kavrayışını burjuva yasalcılığa hapsedemeyeceği gibi, burjuvazinin dayatmalarına rıza noktasına indiremez. Burjuvazinin anti-demokratik politika ve uygulamalarına karşı demokratik değer ve ölçülerden yana net duruş ve tavır almakla demokratik meşruiyet kazanır-edinir. Aksi halde bu siyasetin demokratik olması veya bu siyasetin demokratik niteliği zedelenerek burjuva yasalcılığa oturur. Burjuvazinin tanıdığı ve tanınmasını istediği yasal sınırları zorlayarak demokratik kazanım ve ölçüleri ilerletmek, demokratik siyaset ya da mücadelenin varlık gerekçesi ve meşruiyetidir. Sınıfsal, ulusal, inançsal ve cinsiyetçi tüm baskı ve sömürüye karşı mücadele etmek, demokratik tavır ve siyasetin en yalın davranışı, katıksız niteliğidir. Meşruluk, gerici baskıya karşı haklı mücadele tavrıyla ölçülüdür. Gerici sınıf iktidarlarının egemenliklerini koruyup sürdürmek için tanıdığı yasal haklarla değil. O


perspektif

mi burjuva yasalcı siyaset mi?

halde bütün demokratik dinamiklerin benimsemesi gereken siyaset, haklı zemine oturan meşru demokratik siyasettir, gerici iktidarların tanıdığı-tanımak zorunda kaldığı burjuva yasal haklar zeminiyle sınırlı burjuva yasalcı siyaset değil… Demokratik siyaset, verilen veya verilmek zorunda kalınan ama son tahlilde burjuvazinin sınırlaması şartına tabi olma anlamında verilen sadaka zeminle yetinen değil, doğası ve varlık gerekçesi olarak demokratik kazanım ve hakları mümkün olan en ileri düzeye taşıma hedefiyle hareket eden ve burjuvaziye rağmen kazanmayı öngören bir yönelim ufkuna sahiptir.

“Sokağa çıkma yasağı” uygulayanlar bir gün mutlaka o sokaklara çıkamayacak Türkiye-Kuzey Kürdistan proletaryası ve emekçi halklarının tüm mücadelesi, örgütlü sınıf hareketinin silahlı ve silahsız bütün mücadeleleri ve mücadele tarihleri meşrudur, meşru mücadeledir. Aynı biçimde Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesi tamamen meşrudur, si-

lahlı-silahsız tüm biçim ve unsurlarıyla meşru bir mücadeledir. Bunun için gerekli olan tek kanıtı Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun şu sözüyle göstermek yeterlidir. Davutoğlu yeni anayasanın yapılması için muhalefete dönük Meclis konuşmasında: “Hepimiz için yüz kızartıcı olan (veya utandırıcı olan) 80 darbesinin anayasasıyla…” diyerek, ülkenin faşist darbe anayasasına uygun veya bununla yönetildiğini ve bunun da utanç verici olduğunu itiraf etti. Faşist askeri darbenin anayasası demokratik olmayıp sahipleri gibi faşist olduğuna göre ve faşizmle yönetilen bir yerde faşizme karşı mücadeleden daha meşru bir şey olamaz. Dolayısıyla coğrafyamızda faşist devlete karşı verilen tüm mücadelelerin haklı ve meşru olduğu burjuvazi tarafından da itiraf edilmiş durumdadır. Aynı biçimde Kürt sorunu vardır diyerek Kuzey Kürdistan’da devletin uyguladığı milli baskı ve zulmü kabulle itiraf eden Erdoğan ve şürekâsının bu itirafları Kuzey Kürdistan’daki Kürt Ulusal Hareketi’nin haklı ve meşru olduğunun da teyidi-itirafıdır. Özellikle bugün Erdoğan/AKP güruhu tarafından topyekûn savaş saldırganlığıyla kitlesel katliamlar, suikast ve cinayetler, sokağa çıkma yasakları ve soykırımcı katliam vahşeti uygulanan Kuzey Kürdistan’da; silahlı savaştan, silahlı eylemin her türüne ve kitleselulusal başkaldırı ve katliam saldırıları ile faşist kuşatmalara karşı kanallar kazarak yapılan savunma, sergilenen direniş ve elbette ki öz yönetim ilanlarına kadar tüm mücadele ve direnişler son derece haklı ve meşru mücadelelerdir. Haklılık ve meşruluğu tartışmasız olan bu mücadele ve direniş; sokağa çıkma yasağı uygulayarak milli zulüm ve soykırımcı katliamlar yapan faşist iktidar sahiplerine o sokakları eninde sonunda yasaklayacaktır. Nitekim daha şimdiden tankı-topuna, katliam mangaları ve her türden katliamcı saldırganlığa rağmen Kuzey Kürdistan’ın o sokaklarına girememektedirler. Ulusal hareketten bağımsız olmayan Kuzey Kürdistan’ın militan gençleri ağır bedeller pahasına kahramanca direnişler sergilemekte, işgalcileri topraklarına sokmamaktadırlar. (Bu vesileyle Sur, Farqîn, Nusaybin ve diğer direniş mevzilerini ve direnişçilerini selamlıyoruz!) Meşru demokratik siyaset adına, faşist iktidarın bu soykırımcı politika ve

savaş saldırganlığıyla uyguladığı barbar katliamlara karşı tavır-tutum alırken, “Silahlı mücadeleye, savaşa, silahlı eyleme karşıyız” söylemleriyle başlayan inceltilmiş burjuva yasalcı-burjuva meşruiyetçi siyaset, bugün de faşist iktidarın baskılanması altında kalarak, “Kanallara biz de karşıyız” demeye başladılar. Kanallara karşıyız denilirken, Kürt ulusunun işgalcilere, katliamcılara, faşist saldırılara, milli zulüm ve soykırımcı politikalara karşı direnişine karşı çıkmış olunduğu unutulmamalıdır. Bunca katliam ve zulme rağmen Kürt ulusunun tamamen meşru zeminde kullandığı mücadele biçimleri şahsında mücadelesine karşı çıkılamaz. Bunca zulme karşın Kürtlere kendinizi savunmayın, topraklarınızı işgalcilere karşı korumayın demek inceltilmiş Türk şovenizmidir. Kanallar bahane edilerek, bitirilmek ve ortadan kaldırılmak istenen; Kürt ulusunun haklı mücadelesi ve direnişidir. Bu direniş ve mücadeleyi haklı görenler kanalları da haklı görmek durumundadır. Silahlara karşı çıkış bu kez de kanallara karşı çıkış olarak karşımıza çıkmaktadır. Yarın neye karşı çıkılacağı ise meçhuldür. Ve bu yaklaşım-anlayışla yarın da, direnişe, mücadeleye karşıyız denilmeyeceğinin garantisi yoktur, bilakis eğilim bunu kanıtlamaktadır. Kanallara karşıysanız demek, kanallar bahanesiyle gerçekleştirilen katliamları ve saldırıları haklı görmek, bunlara karşı direnişi de yanlış görmek demektir. Mücadele, direniş doğru ama kanal kazmak yanlış! Peki neden? Çünkü Türk hâkim sınıflarının orada egemenlik sağlamasını, oradaki direnişi kırmasını ve oraya girmesini engelliyor! Evet, burjuvazinin bütün çabası ve kanalları gündemleştirmesinin arkasında yatan sebep budur. Yazık ki, bu mücadelenin parçası olması gerekenler de demokratik siyaset adına veya yasalcılı meşruiyet algısının zemin sunduğu burjuva baskılanma altında “Kanallara biz de karşıyız” demekten geri durmamaktadırlar. Kuşkusuz ki, yasal demokratik zemin veya buraya has siyaset, buraya uygunluk prensibini unutamaz. Ne ki, demokratik niteliğini, meşru demokratik siyaset ve tavrını da unutup bu rol ve kimliğini de silikleştiremez. Demokratik siyaset, meşruluk adına veya başka bir şey adına burjuvazinin baskılan-

ması altında kalarak onların gerici politikalarını dillendirmek ve tamamen meşru olan demokratik mücadele ve direnişi objektif olarak yerme pozisyonuna düşemez. Kanallara karşı çıkmak değil, kanalların daha da çoğaltılmasını savunmaktır demokratik siyasetin görevi. Vahşi katliamlara karşı, kanallarla örülen direniş sonsuz kere meşrudur. Kürt Ulusal Hareketi’nin kazanımlarını somutlayarak daha ileri noktaya taşıması bugün çok daha mümkündür. Gelinen noktadan geri adım atmak kazanımları kaybetmek demek olacaktır. Özellikle vurgulanmalıdır ki, Kürt ulusu ve hareketi büyük bedeller öderken, büyük direnişler ve mücadeleler sergilemektedir. Bu direniş ve mücadelenin birikimi veya sonucu, somut kazanımların elde edilmesi veya kazanımların daha ileri bir noktaya taşınmasıdır. Bu zeminde bilince çıkarılması gereken şey, Kürt Ulusal Hareketi’nin verdiği büyük direnişte desteklenmesidir. Demokratik güçlerin kendi alanında yürüttüğü demokratik siyaset de bu direnişi zayıflatan ve aleyhine şartlar oluşturan değil, tersine onun meşruluğunu savunarak geliştiren yerde durmalıdır. Bundan da önemlisi, sosyalist ve devrimci sınıf hareketinin Kürt Ulusal Hareketi’yle dayanışmalara, ittifaklara, direnişlere ve ortak mücadelelere girme noktasında pratik varlık göstermesidir. Bu destekleme ve dayanışma tavrı tüm mücadele biçimlerinde ve her mücadele alanında hayata geçirilmek durumundadır. Kürt ulusu Sur’da ve diğer yerlerde büyük bir direniş vermekte, ağır bedeller ödemektedir. Kuzey Kürdistan yıkımdan, kıyım ve katliamdan geçirilmektedir. Komünistler ve devrimciler buna seyirci kalamaz. Aynı bilinç ve görev çerçevesinde sınıf mücadelesinin geliştirilmesi; Kürt ulusunun direniş ve mücadelesine destek ve dayanışmadır. Devrimci mücadele ve direniş cephelerinin çoğaltılması, burjuvaziye karşı mücadelelerin büyütülmesi objektif olarak Kürt ulusal mücadelesine de destektir. Sınıf perspektifiyle Kürt ulusunun direnişinde yer almak, mücadelesine özne olarak katılmak; komünist tavır, görev ve sorumluluktur.


14

güncel analiz

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

Doğmadan çöküş dönemine giren “Yeni Osmancılık” “TC” devleti gerek Rusya uçağını düşürmeyle gerek Akdeniz’deki gemileriyle ve gerekse de Irak’a asker sokmakla çatışmanın asli unsuru ve hedefi haline gelmiş, getirilmiş durumdadır. Bu pozisyondaki “TC”nin her an bir savaşa girmesi mümkündür. “TC” ve onun AKP iktidarı, olası bir savaşın eşiğindedir ve olası bir savaşta savaşın ilk başlatanı veya saldırıya uğrayanı olarak işin merkezinde-hedefinde bulunmaktadır. İşte bu zeminde gelişebilecek bir savaş-çatışma Erdoğan’ın imparatorluğununsultanlığının çöküşünden başka bir anlama gelmez. Ki, şimdiden bu çöküş süreci işlemektedir. Rusya’nın uyguladığı ve uygulayacağı yaptırımlar, AKP iktidarının ekonomik ve dolayısıyla siyasi olarak batağa saplanıp patinaj yapmasına, istop etmesine gidecek kadar ciddi bir eğilim taşımaktadır. Ne reform zırvalıkları ne de ırkçı faşist katliamcılık bu süreci kotaramaz. Ki Rusya emperyalizmini takip eden aynı bloktan tavır ve yaptırımlar, Erdoğan/AKP güruhunu o “hasta adama” dönüştürecektir. Dahası Rusya’nın uluslararası hukuk ve diplomasi sahasında atacağı veya atması mümkün olan kimi adımlar da, bu güruhu iyice mecalsiz bırakacak tehditlerdir “Türk tipi başkanlık sistemi” söyleminin Sultanlık özlemine dayandığı ve Erdoğan/AKP iktidarının ortaya koyduğu tüm irade ve uygulamaların bu doğrultuda olduğu görülmekte, anlaşılmaktadır. Saraydan, sarayın ihtişamından, rengârenk elbiseleriyle saray merdivenlerine dizilen soy ağacı askerlerinden, Yavuz ismiyle projelendirilen boğaz köprüsünden, “Külliye” isimlendirmelerinden, nam-ı belli tarihlerle açıklanan hedeflerden, asker-polisin “tekbir” çek-

işlerinden, tem adam sultasının alenen uygulanmasından, tek adamın yasalara-hukuka rağmen belirleyici olmasından, öğretim sistemi ve derslerdeki düzenlemelerden, Türk ve Müslüman dünyasıyla salt bu kimlikler ve “genişleme” hayali nedeniyle sürdürülen ilişkilerden, “Osmanlı Ocakları” derneklerinden, “Osmanlı Spor”dan ve hatta çocuk çizgi filmlerinden “Yeni Osmanlıcılık” iradesi ve özleminin toplumsal yapıya yerleştirilip geliştirildiği rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. “İkinci Cumhuriyetçilik” tezlerine karşı “Yeni Osmanlıcılık” tezinin güdüldüğü söylenebilir. AKP/Erdoğan sultasının, özünde Erdoğan sultanlığı olarak hüküm sürdüğü söylenebilir. Ne var ki, bu sulta ve sultanlık daha ilkbaharına girmeden pati-

naj ederek çökme dönemini yaşamaktadır. 1 Kasım Erken Genel Seçimleri’nde alınan oy oranı formel olarak bu sultanın güçlü olduğu ya da güçlenme döneminde olduğu izlenimini verse de gerçeğin tam tersi olduğu açıktır. Bu formel başarının nasıl elde edildiği ise sır değildir. Dolayısıyla ilgili başarının gerçeği yansıtmadığı, gerçeğin tersi olduğu 7 Haziran Genel Seçimleri’nin ortaya koyduğu sonuçlarla da ispatlanmıştır. 1 Kasım’da elde edilen biçimsel başarının ırkçı faşist baskı, katliam ve savaş saldıranlığının özel etkisi veya korku nüfuzuyla elde edildiği düşünüldüğünde, bu başarının gerçeği yansıtmadığını söylemek yanlış olmaz. Erdoğan/AKP güruhu, baskı, savaş saldırganlığı ve siyasi cinayetlerle, etkisi derinleştirilen devasa katliamlar vasıtasıyla biçimsel ola-

rak güç olmayı başarıp diktasını sürdürse de, bu diktasını Sultanlık saltanatına -“Yeni Osmanlıcılık” biçimindeki bir toplumsal biçime- taşıma hayali boş bir hayaldir. Tarihin geri götürülmesi mümkün olmayan bir hayaldir. Tarih olmuş imparatorluk veya sultanlık sisteminin toplumsal sistem olarak geri getirilmesi veya kurulması tüm diyalektiğe terstir. Toplumsal gelişim düzeyi, üretim ilişkileri ve üretim tarzı tarafından belirlenir. Günümüz toplumunun üretim ilişkileri, tarih olmuş sultanlığın-imparatorluğun (isterse “Yeni” eki önüne koyulmuş olsun) bir toplumsal sistem ve buna uygun üretim ilişkilerinin kurulmasına olanak tanımaz. Hiçbir toplumsal sistem alt yapıdan-ekonomik alt yapıdan bağımsız olarak gelişmez, inşa olmaz ve edilemez. Dolayısıyla “Yeni Osmanlıcılık”


güncel analiz

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

ve sultanlık hayalinin egemen kılınması mümkün değildir. Adına “Türk tipi başkanlık sistemi” de dense sultanlık düşünden başka bir şey olmayan bu sistem, mevcut toplumsal bilinç ve bu bilinci belirleyen üretim biçimi ve ilişkilerine uyum sağlayamayarak kabul göremez. “Her türden milliyetçiliği ayaklar altına aldık” diyerek böbürlenen Erdoğan bu söylemiyle bir taraftan Kürt Ulusal Hareketi’ni tasfiye etme planını uygulamaya çalışırken, diğer taraftan da Osmanlı’nın Türk egemen bir imparatorluk olmasına karşın diğer ulusları da kapsayan özelliği itibarıyla Osmanlı imparatorluğuna öykünüp “Yeni Osmanlıcılık” rüyasını gerçekleştirme peşindedir. Ne var ki, “her türden milliyetçiliği” denilerek etnik milliyetçilik ve “dinsel-mezhepsel milliyetçiliği” kast ederken, bugün bu söylemlerinin tam aksine özellikle Kürt ulusuna karşı ırkçı Türk milliyetçiği ve Alevi mezhebine karşı da Sünni-İslam şovenizmini benimseyip uygulamaktadır. “Milli irade” lafzına sarılırken de “her türden milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık” sözünü açıktan yalanlayarak tükürdüğünü yalamaktadır. Kısacası “Yeni Osmanlıcılık” zırvasıyla düşlediği sultanlık hayali, Erdoğan’ın yaşamın gerçeği karşısında falsolar çizip kendisini yalanlamasına neden olmakta, açmaza sürüklemektedir. Yaşam veya toplumsal gerçekler Erdoğan’ın “sessiz devrim”inin gerçekleşmesi-gerçekleştirilmesine izin vermiyor, vermeyecek. Çünkü tarih ve toplumların akışı ileriye dönüktür, tarih çarkının geri döndürülmesi imkânsızdır. Tersini tasavvur etme, yalnızca ve yalnızca dinci gericilik ve onun beslendiği idealizmin, burjuva idealizminin işidir. Özellikle emperyalist dünya sistemi şartlarında iç içe geçen ekonomik bağımlılık ve bağlaşıklık durumu “Yeni Osmanlıcılık” hayali olan imparatorluğun toplumsal siyasi sistem haline getirilmesine olanak tanımaz. Ne yayılmacılık yapısıyla ne üretim tarzı ve ilişkileri yapısıyla ne de toplumsal yapı açısından imparatorluk sistemine geri dönüşgeçiş uluslararası sermayenin nüfuzu ve çıkarları bakımından olanaklı olmaz. Emperyalist güçlere rağmen “Yeni Osmanlıcılık”ın Suriye, Irak, İran ya da başka bir ülke topraklarını işgal ederek veya başka türlü kendisine katması, dolayısıyla yayılmacılık politikası gütmesi düşünülemez. Kapitalist üretim ve sömürünün geri-ilkel biçimlere çekilmesi de hiçbir açıdan mümkün olamaz. Çünkü Erdoğan’ın imparatorluk ve sultanlık düzeni, gelişen dünya şartlarıyla bağdaşmadığı gibi dünyaya hükmeden emperyalist haydutların çıkarlarıyla da örtüşmez. Her ne kadar Erdoğan’ın tasavvur ettiği sultanlık (Yeni Osmanlıcılık ya da imparatorluk) emperyalist gericiliğin nüfuzundan kurtulma ya da ondan bağımsız olma zemininde olmasa da, emperyalizmin, devleti yapılandırma eyleminden de anlaşılacağı üzere bir im-

paratorluk veya sultanlık sistemini benimsemeyeceği kesindir. Kuşkusuz ki, Erdoğan eski klasik imparatorluk dönemi üretimine, ekonomisine, üretim ilişkilerine vb. geçerek böyle bir toplumsal sistemi düşünmemektedir. Ancak siyasi bakımdan ve belli başlı değerler bakımından, özellikle de tek adamcı kişisel sultasının tartışmasız egemenliği ve buna uygun yasal düzenlemeler bakımından yeni tipte bir Sultanlık-İmparatorluk tasavvur etmektedir. “Türk tipi başkanlık sistemi” modeli bunun biçimidir. Öyle ya da böyle bu sultanlık düşü gerçekleşemez olup, “Yeni Osmanlıcılık” doğmadan çökmüş bir düştür, ölü doğmuştur. İktidarda en güçlü oy desteğiyle bulunduğu halde çöküşe hızla ilerleyen “hasta adamdır” o. Suriye batağında aldığı rol ve oynadığı “Rus ruleti” bu imparatorluğun çöküş macerasıdır.

AKP- ABD ve ikinci bir İsrail Devleti kurgusu Erdoğan/AKP güruhunun temsilindeki

“TC” devleti, ABD tarafından bölgede “ikinci bir İsrail” olarak kurgulanıp hazırlanmaktadır. Ki, Erdoğan/AKP güruhunun İsrail Siyonizm’i ile ilişkileri de koşullanmış durumdadır esasta. “İsrailleştirme” esprisi, “TC” devletinin bölgede saldırgan bir odak veya bölgenin saldırgan bir gücü haline getirilmesini anlatmaktadır. ABD emperyalizmi kendi güdümünde bölgenin saldırgan gücü olarak AKP iktidarı eliyle “TC” devletini hazırlarken, bir taraftan İsrail’i hedeften düşürmekte, öte taraftan “TC”yi savaşa sokarak bölge planlarını hayata geçirmektedir. Emperyalist haydutlar adına savaşan uşak iktidar-bağımlı devletler olduğu sürece, emperyalistlerin savaşa girmeden savaşmaları mümkün olmakta ve bir dünya savaşına girmeleri gereksizleşmektedir. Rusya emperyalizmi esasta kendi adına piyonlar kullanırken, ABD emperyalizmi de aynı biçimde maşalarını kullanmaktadır. Ne var ki, bu defa çatışmanın kapsamı biraz daha ciddi ve büyük olacağa benzemektedir. Çünkü bölgedeki güç dengesi veya

15

bölgede uygulanan politik süreç, emperyalist blok ve güçler arası durumu genel anlamda belirleme değerindedir. Bu çapta yaşanan çatışma elbette daha ciddi bir çatışma olacaktır. Şimdinin emareleri de bunu teyit etmektedir.

“Erdoğan/AKP güruhunu o ‘hasta adama’ dönüştürecektir” “TC” devleti gerek Rusya uçağını düşürmeyle gerek Akdeniz’deki gemileriyle ve gerekse de Irak’a asker sokmakla çatışmanın asli unsuru ve hedefi haline gelmiş, getirilmiş durumdadır. Bu pozisyondaki “TC”nin her an bir savaşa girmesi mümkündür. “TC” ve onun AKP iktidarı, olası bir savaşın eşiğindedir ve olası bir savaşta savaşın ilk başlatanı veya saldırıya uğrayanı olarak işin merkezinde-hedefinde bulunmaktadır. İşte bu zeminde gelişebilecek bir savaş-çatışma Erdoğan’ın imparatorluğununsultanlığının çöküşünden başka bir anlama gelmez. Ki, şimdiden bu çöküş süreci işlemektedir. Rusya’nın uyguladığı ve uygulayacağı yaptırımlar, AKP iktidarının ekonomik ve dolayısıyla siyasi olarak batağa saplanıp patinaj yapmasına, istop etmesine gidecek kadar ciddi bir eğilim taşımaktadır. Ne reform zırvalıkları ne de ırkçı faşist katliamcılık bu süreci kotaramaz. Ki Rusya emperyalizmini takip eden aynı bloktan tavır ve yaptırımlar, Erdoğan/AKP güruhunu o “hasta adama” dönüştürecektir. Dahası Rusya’nın uluslararası hukuk ve diplomasi sahasında atacağı veya atması mümkün olan kimi adımlar da, bu güruhu iyice mecalsiz bırakacak tehditlerdir. Yukarıdaki duruma paralel olarak Kürt Ulusal Hareketi’nin mevcut direniş ve mücadele çizgisinin sürdürülmesi de Erdoğan/AKP güruhunun soluğunu kesecek dinamiklerdendir. Bu güruhun ebediyetle katliamlar yapma durumu söz konusu olamaz, bu mümkün değildir. Devam eden direniş ve savaşın faturasını da hesapladığımız da, durumun sultanlık hevesine kapılan zat ve şürekâsı açısından feci olduğu açıktır. Halk kitlelerinin bunca baskı ve saldırganlığa sonuna kadar sessiz kalması da düşünülemez. Halk kitlelerinin demokratik muhalefet ve mücadeleleri de dinamik zemine sahiptir. Devrimci durum, koyu gerici faşist baskılara, savaş saldırganlığı ve katliamlara rağmen hazır zemin olarak beklemektedir. Devrimci mücadele ve kitle hareketlerinin gündeme gelmesi de tamamen mümkündür. Baskı ve korkuyla bir yere kadar bastırılan devrimci öfke mutlaka patlak verecek, halk kitleleri yeni Gezi-Haziran Ayaklanması gibi pratiklerle tarihsel gücünü ortaya koyacaktır. Kısacası bu iktidar bu kadar suyu çekmez… Başkanlık, yarı-başkanlık biçiminde tasavvur ettikleri sultanlık hevesi bir yana, Erdoğan’ın evdeki bulgurdan da olacağı açıktır.


16

analiz haber

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

Faşizmin özel savaş konseptiyle;

2015 yılı ve devrimci savaş 40 yıllık bir tarihsel sürecin unutturamadığı, devrimci görevini kuşaktan kuşağa devrettiği, komünist önder Kaypakkaya’nın ve Kızıldere şehitlerinin katili, Özel Harp Dairesi’nin baş mimarı, faşist Fehmi Altınbilek’e gerçekleştirilen devrimci yönelim, hesap sorma bilincinin yanında, stratejik planlarımızın şehir ayağındaki, konumlanma ve hareket tarzının ifadesidir. Yaşı Berkin olan çocuklarımızın katillerinin üzerine, Şafak Yayla ve Bahtiyar Doğruyol ile yürüme cesareti, bu sürecin başka önemli devrimci dinamiğidir. Gerilla alanlarında, Kuzey Kürdistan’da, savaş mevzilerinde kahramanlaşmış, yüzlerce halk evladının ismi, 2015 yılının hafızasındadır. Maoist Parti, bu devrimci mirası, tarihinden aldığı birikimle, sürecin devrimci stratejisinde merkezileştirmektedir Tarihsel öneme haiz, hareketli siyasal gelişmelerin yaşandığı 2015 yılı, Ortadoğu ve Arap Yarımadası başta olmak üzere, dünyada, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, devrim ve karşı devrim açısından önemli gündemlerin yaşandığı bir yıl oldu. Yani takvimsel olarak, tarihin bir sayfasını daha, yaşanan tarihsel olaylar ve gelişmelerle, çevirmenin arifesinde bulunmaktayız. Geçmiş yıllarda olduğu gibi, Türk hâkim sınıflarının kana buladıkları bu yıl, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri açısından, önemli kazanımların yaşandığı ve daha büyük devrimci atılımlara vesile olan toplumsal zeminlerin güçlendiği, bir yıl olduğu tartışmasızdır. Uluslararası emperyalist hegemonyanın egemenlik çizgisinden beslenen ve bu egemenlik çizgisini, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da hayata geçiren Türk hâkim sınıfları, şiddet ve katliamda, sömürü ve zulümde sınır tanımayan bir çılgınlıkla davranması, sadece 2015 yılına has bir uygulama olmasa da, topyekûn özel savaş konseptini stratejik bir plan dâhilinde uygulanması bağlamında, özgünlükler barındıran bir yıl olmasıyla, tarihin hafızasında yer almıştır. Türkiye ve

Kuzey Kürdistan’da,12 Eylül AFC’sini güncelleyerek, faşist otoriteyi devlet kurumları üzerinden merkezileştiren AKP, ulusal ve sosyal meşru toplumsal dinamikleri ezmeyi, iç siyasetinin vazgeçilmez öğesi olarak ele almıştır. Yürütme, Yasama ve Yargı başta olmak üzere, devletin tüm kurumlarını militarize-faşist bir güç olarak konumlandıran Türk hâkim sınıfları, AKP/Erdoğan nazarındaki merkezileşme üzerinden, saldırgan, yayılmacı bölgesel dış siyasetle, faşist saldırgan iç siyaseti, kendi varlık zemini için vazgeçilmez gerici bir öğe olarak kurumsallaştırmıştır.

2015 yılı, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devletin faşist niteliği ve topyekûn savaş konsepti AKP/Erdoğan figüranlığı üzerinden, ideolojik, siyasal ve askeri olarak gerici çıkarlarını merkezileştiren Türk hâkim sınıflarının, emperyalist laboratuarlarda iradeleşen reçetelerle, ezilen halklara, inanç gruplarına ve mazlum uluslara karşı geliştirdikleri devlet terörü, tarihin bir tekerrürü olarak, 2015 yılında da, devrimcileri, sosyalistleri ve komünistleri ilk hedefi haline getirmiştir. Topyekûn özel savaş konseptinin yanında, yaşanan iki genel seçimle de, özgün bir yıl olma özelliği taşıyan 2015 yılı, hâkim sınıfların burjuva gerici partileri tarafından yaratılan, özgürlük ve demokrasi söylemi enflasyonuyla, devrimci toplumsal dinamiklere karşı kitlesel bir devlet terörünün uygulandığı bir yıl olmuştur. Kuşkusuz bu devlet terörünün karargâhı, yargı, yasama, yürütme kurumları başta olmak üzere, MİT, özel savaş birimleri ve kontra örgütlenmelerle gerici hedeflerini donatan AKP/Erdoğan diktatörlüğü olmuştur. Klasik Kemalizm, cemaat, cihat, milli muhafa-

zakâr, Sünni İslam, Turancı, şovenist ya da liberal gibi, komprador tekelci egemenlik sistemi içinde, varlığını sürdüren tüm gerici klikler, Kürt ulusal mücadelesini boğma, devrimci ve komünistleri ezme ve toplumsal dinamikleri katletme seferlerinde, kendi içindeki derin çatışmaları bir kenara bırakarak birleşmişlerdir. Devletin “derinliğindeki”, kirli ilişkilerini, yolsuzluk ve hızsızlıklarını, dönem dönem açık çatışma araçları haline getirmeleri, aralarındaki dalaşın doğal sonucu olsa da, çıkarları noktasında aralarında uzlaşmaz it dalaşı olsa da, ezilen halklara ve mazlum uluslara karşı geliştirilen özel savaş konseptinde, bu güçler yan yana olmuşlardır. Çünkü bir vampir gibi beslendikleri ortak damar, ezilen mazlum halkların kanı ve canıdır. Devlet terörü olarak, devrimcilere yönelik saldırıları ve geliştirilen bu kirli savaşı, hamisi olan emperyalistlere dahi gıpta ettirecek düzeyde, kirli ve iğrenç yöntemlerle, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında uygulamak, bunların ortak varlık zeminidir. 2015 yılında kirli ve barbar yöntemlerle uygulanan devlet terörü, kurumsal ve planlı olma özelliğiyle, ayrı bir yerde durmaktadır. Hemen 2015 yılının başında gündemleşip, Mart ayında gerici parlamentoda yasallaşan “İç Güvenlik Yasası”, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da yaşanacak devlet zulmünün deklarasyonudur. Bu yasayla birlikte polis ve özel hareket timlerinin, TürkiyeKuzey Kürdistan’da gerçekleştirdiği, yargısız sokak ve ev infazları, valilerin, polislerin, askeri militarize güçlerin keyfiyete bağlı uygulamaları, devletin, daha da kurumsallaşan faşist niteliğidir. 7 Haziran seçimleriyle, güçlü bir irade ortaya koyan ve bunu seçim sonuçlarına yansıtan, sosyalist-devrimci güçlerin Kürt Ulusal Hareketi

ile oluşturduğu, ortak devrimci bloku dağıtmak için geliştirilen savaş konsepti, devletin bu faşist niteliği üzerinden hayata geçirilmiştir. 16 ilde eşzamanlı başlatılan saldırı ve faşist kuşatma,12 Eylül AFC'sini aratan türden gözaltı furyasına dönüşmüş, yargısız infazlarla, toplumsal dinamikleri dağıtma ve sindirme seferleri, toplumun tüm ezilen kesimlerini kapsayacak şekilde genişletilmiştir. MİT-Erdoğan-IŞİD üçgeni merkezinde örgütlenen kontra konseptinin, 7 Haziran Genel Seçimleri’nden önce Amed’de, 20 Temmuz'da Suruç’ta, 10 Ekim'de Ankara’da somut rol alması, devletin sürecine uygun siyasal hedeflerini gerçekleştirme yöntemleri konusunda, merkezi, kontra bir yönelimidir. Karşı devrim, bu tür kontra yöntemlerle, sadece hedef kişi ya da kitleyi imha etmekle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda toplumsal dinamiklerin hareket ve tercihlerinde, komprador kapitalist tekelci gericiliğin istediği politik sonuçları yaratmayı hedefliyordu. Ağrı, İstanbul, Amed başta olmak üzere, çocuklar ve kadınlar dahil, kontra yöntemlerle, hazırlanan senaryolar eşliğinde gerçekleştirilen katliamlar, bu mantık içinde bir devlet siyaseti olarak anlam bulmaktadır. Günay Özarslan, Dilek Doğan, Tahir Elçi ve Ağrı’da çocuk yaşta olan Orhan Aslan, Emrah Aydemir sadece devletin bu yönelimine verebileceğimiz birkaç örnektir. Özcesi, 2015 yılı, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da,1994 konsepti gibi yargısız infazlar ve kontra katliamlar yılı olmuştur. Kontra ve diktatöryal merkezli yapı devletin temel faşist niteliği olduğu için, seçim dönemleri ve seçim beyannamelerinde, demokrasi ve ekonomik refah adına verilen söylevler, gerici ajitasyon enflasyonundan öte anlam taşımamaktadır.7 Haziran se-


16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

çimlerinden sonra, Türk hakim sınıflarının ihtiyacı olan parlamento bileşeni oluşmadığı için, Erdoğan üzerinden harekete geçirilen darbeci zihniyet, stratejik çıkarları gündeme geldiğinde, burjuvazinin kendi yasalarına dahi riayet etmemesi konusunda açık örneklerdir. Görüntüsel anlamda da olsa, kuvvetler ayrılığı ilkesi, gerçek niteliklerinin bir ürünü olarak ortadan kaldırılarak, Anayasa Mahkemesi, Yüksel Seçim Kurulu, Yargı, Yasama, Yürütme, faşist uygulamalar konusunda tek kıta, tek komut olmuşlardır. Parlamentonun, faşizmi maskeleme, burjuva seçimlerinde birer toplumsal manüpilasyon olduğu konusunda, devlet pratiğinin açık oynadığı bir başka tarihsel kesit, Türk devletinin tarihinde nadirdir. Devletin ulvi çıkarları için, burjuva gerici partilerin “gizli” ortaklığı, geliştirilen ırkçı ve şovenist dalgayla estirilen devlet terörü, devletin merkezi siyasetine yedeklenen yığınlar, devrimci, sosyalist, ilerici toplumsal dinamiklere karşı geliştirilen kapsamlı saldırı ve burjuva minderde gerçekleştirilen entrikalarla, tarihe ayrı bir not olarak düşen 1 Kasım seçimleri ve sonuçları, devletin ve onun dönemsel figüranı AKP/Erdoğan faşizmi konusunda birer tarihsel belgedir. Yani 7 Haziran ve 1 Kasım tarihlerinde iki genel seçimi bir yıla sığdıran faşist Türk hâkim sınıfları, her iki seçimde de, tekçi-ırkçı zihniyetten beslenen antidemokratik uygulamaların sayısız örneklerini uygulamışlardır. Seçimler, burjuva anlamda bir “demokrasinin” dahi gerisinde kalmış, faşist devlet zihniyetinin, parlamentoda AKP özgülünde “çoğunluğu” sağlama amacı için, toplumu terörize etme seferlerine dönüşmüştür. 7 Haziran seçimlerinde parlamentoya giren HDP ve bileşenlerinin milletvekillerine karşı geliştirilen linç kampanyası, sokakları kuşatan linç kampanyasıyla birleştirilerek, ırkçı, şovenist siyasetin toplumsal zemini körüklenmiş, sivil faşist terör, toplumun refleksiymiş gibi gösterilmiştir.1 Kasım seçimlerinin sonucu, faşist devletin yarattığı bu baskılanmadır.

Kuzey Kürdistan’daki güçlü direniş, devletin faşist ablukasını hükümsüz kılmıştır Tekçi, inkârcı, imhacı ve katliamcı, Türk Sünni İslam paradigmalı faşist Türk devleti, Kürt ulusunun, ulusal eksenli, meşru de-

mokratik haklarını kan ve katliamlarla bastırmaktadır. “Son adam kalana kadar” katliamlar devam edecek söylemiyle, Kuzey Kürdistan üzerinden planlanan bu saldırı, sadece Kuzey Kürdistan ile sınırlı kalmamakta, Ortadoğu üzerinden “Yeni Osmanlıcı” hayallerle rol almak isteyen Türk devletinin, Rojava ve güneydeki ilerici Kürt dinamiğine yönelme amacı taşımaktadır. IŞİD ile sürdürülen siyasal ortaklık, ÖSO, Bayırbucak Türkmenleri ve KDP ile yaratılan gerici ittifakın temelinde, bölgesel saldırganlık ve PKK, PYD önderliğindeki Kürt ulusal dinamiğini imha etme amacı vardır. Milli zulüm ve soykırım üzerine planlanan bu topyekûn savaş konsepti, Kuzey Kürdistan’da, Kürt ulusunun görkemli direnişi karşısında çözümsüz kalmıştır. Türk devletinin Kuzey Kürdistan’daki direniş karşısındaki çözümsüzlüğü, devlet terörü uygulamalarında, ne sınır ne savaş kuralı ne de başka bir değeri dikkate alma imkanı tanıyor. Ama bunun karşısında Kürt ulusunun PKK önderliğinde, gerilla alanlarında ve Kuzey Kürdistan sokaklarında örgütlediği direniş, sürece damgasını vuran asıl dinamik öğedir. Türk devletinin, şiddetini arttırarak uyguladığı, kirli topyekun özel savaş, Cizîr, Sur, Nusaybin, Derik, Farqîn, Varto, Lice gibi Kürt kentlerinde, Türk devletini vuran birer silaha dönüşmüştür. Sokağa çıkma yasaklarıyla “esir kentler” haline gelen Kürt kentlerinde, evlerinde günlerce mahsur kalan, cenazelerini kaldıramadığı için günlerce çocuklarının cenazelerini buzdolaplarında “muhafaza” eden, sokakta çocukları katledilen, evleri, işyerleri yağmalanan Kürt halkı, tüm bu uygulamalar karşısında daha da devrimcileşmekte, her türlü olanaksızlığı direniş mevzisine dönüştürmektedir. Sokaklardaki bu direniş, gerillanın Oramar, Muş, Amed gibi Kürdistan coğrafyasında, hedefi belli nitelikli eylemleriyle birleşmiş ve Kürt halkının, Türk devletinin hiçbir iradesini tanımama duruşuna dönüşmüştür. Kürt ulusunun, ulusal kaderi açısından bu önemli bir sonuçtur. Baskı ve zorun sindiremediği, tersine devrimcileştirdiği, Kuzey Kürdistan’daki devrimci halk yığınlarının duruşu, önderliğinde yeni bir moral ve devrimci ulusal savaşta ivme olması, Kürt ulusu ve demokrasi güçleri açısından devrimci sonuçlar yaratacaktır. 2015 yılı, Kürt Ulusal Hareketi açısından, kır ve şehir merkezli kitlesel savaş gücü olarak konumlanması bağlamında önemli dinamikler yaratmıştır. 28 Şubat Öcalan’ın silah bırakma çağrısı ve güncel olarak “buzdolabına” konulan “çözüm” planı, bu dinamiği zayıflatma konusunda, stratejik-ideolojik bir zaaf olsa da, sürecin ihtiyacı olan devrimci savaşta ortaya konulan irade, ortaklaşan mevzilerimizdir. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme sosyalist çözümü karşısında, burjuva bir çözüm olan, Özyönetim ilanları, hem devletin iradesini parçalayan bir savaş hamlesi olma bağlamında hem de yerelden yönetimi örgütlemesi bağlamında, ileri adımlardır. Özyönetim, demokratik özerklik ile sınırlandırılmış bir ulusal mücadele ufku, Kürt ulusunu burjuva “çözümlerde” köleleştirir. Böyle bir stratejik yönelim, hatalıdır. Bu stratejik durumu gözeterek, sürecin siyaseti olarak örgütlenen özyöne-

analiz haber tim siyaseti, Kürt Ulusal Hareketi’nin önemli bir hamlesidir. Dağları ve kentleriyle, işgalci faşist güçlere karşı, geliştirdiği siyasetle direnen Kürt ulusu, mevcut pratik hareket tarzıyla, "çözüm”, "milli birlik-kardeşlik” tasfiye projesini boşa çıkarmıştır. Gelişen sürecin tehlikesi olarak “buzdolabında” bekletilen ve yeni hükümetin programında “milli birlik” projesi olarak duran, devletin tasfiye planına karşı ne duruş, Kürt ulusunun stratejik hedeflerine ulaşmasında avantaj yaratacaktır. Aksisi bir risktir, 2015 yılında daha somut olarak ortaya çıkan devrimci duruşu zaafa uğratacaktır.

Devrimci önderlikten yoksun işçi sınıfı, toplumsal devinimde ilerici rol oynayamaz Düşük ücret, ağır çalışma koşulları, iş güvenliği, örgütsüzlük, ekonomik kemer sıkma politikası, Türk devletinin sermaye güçlerinin çıkarları ekseninde üretim alanlarındaki temel uygulaması olmasına rağmen, 2015 yılı işçi sınıfının mücadelesi açısından, istenilen düzeyde olmamıştır. Mayıs ayında Metal iş kolunda görkemli bir direnişe dönüşen ve on binlerce işçinin katılımıyla başlayan grev, önemli bir eylem olsa da, sonuçları ve sürekliliği bağlamında, işçi sınıfının devrimci tutumunun gerisinde kalmıştır. İş cinayetine dönüşen “iş kazaları”, kölece çalışma ve yaşam koşulları, kendiliğinden ekonomik mücadeleyi yaratması konusunda toplumsal-tarihsel bir veri iken, ülkemiz işçi sınıfının bunun gerisinde kalmasının ana nedeni, örgütsüz ve önderliksiz olmasıdır. İşçi sınıfının başına çöreklenen sendikal bürokrasi, en az devletin uygulamaları kadar, işçi sınıfının hareketi önünde engeldir, hedef haline getirilmelidir. Ülkenin kan gölüne çevrildiği bir ortamda, hem toplumsal olaylara karşı hem de kendi sınıfsal çıkarlarına karşı, ideolojik önder ve temel güç olma rolünü oynayamayan işçi sınıfının reel durumu, sürecin muhasebeye tabi esas halkasıdır. Burada muhasebe konusu örgütsüz işçi sınıfı yığınları değildir. Metal iş kolu direnişinde görüldüğü gibi, hem sermayeye hem de sendikal bürokrasiye yönelen işçilerin duruşunu, daha ileri mevzilere taşıyamayan Maoist hareket başta olmak üzere, sosyalist ve devrimci güçler, bu sürecin esas muhasebe edilmesi gereken güçleridir. Toplumsal dinamik olarak işçi sınıfı, kendiliğinden tarihsel rolünü oynayamaz, bilincine göre konumlanamaz. Uygun araçlarla sınıfı örgütlemesi, ekonomik demokratik taleplerini, ezilen halk yığınlarının devrimci savaşımında sisteme yöneltmesi, proletarya partisinin oynayacağı roldür. Bunca derinleşen sınıf çelişkilerine rağmen, bu rolün yerine getirilmemesi, 2015 yılının 2016 yılına devrettiği devrimci görevdir.

Silahlı devrimci zor, bu kara bulutları dağıtmaya muktedir halkın tek örgütlü gücüdür Kürt ulusuna uygulanan milli zulüm, Aleviler başta olmak üzere, farklı inanç guruplarına uygulanan inançsal baskılar, işçi sınıfı ve köylülük başta olmak üzere, küçük üreticiler üzerindeki baskı ve sömürü, geleceksiz bırakılan çalışan gençlik, dinci bir nesil yetiştirme projesiyle, akademik-bi-

17

limsel eğitimden mahrum bırakılmış öğrenci gençlik, erkek egemen sistemin gerici çarklarında cinsel saldırı ve katliamlara maruz kalan kadınlar, gerici sistem kültürünün ürünü olarak toplum içinde ötelenen, horlanan LGBTİ’ler, faşist devlet iktidarının yarattığı gerici kuşatmanın baskısı altındadırlar. Emperyalist-kapitalist gerici egemenlik dünyasının bu kuşatması, başka bir dünya yaratma savaşıyla aşılacak bir kuşatmadır. Bu savaşın ana dinamiği silahlı devrimci zor merkezli devrimci savaştır. Basitten karmaşığa, devrimci savaşla, karşı devrimin savaş birikimini parçalamak, yönelimimizin stratejik planıyken, hesap sorma bilinciyle kitlelerin devrimci adaletini örgütlemek, savaşın başka stratejik hamlesidir. Bu bağlamda, 40 yıllık bir tarihsel sürecin unutturamadığı, devrimci görevini kuşaktan kuşağa devrettiği, komünist önder Kaypakkaya’nın ve Kızıldere şehitlerinin katili, Özel Harp Dairesi’nin baş mimarı, faşist Fehmi Altınbilek’e gerçekleştirilen devrimci yönelim, hesap sorma bilincinin yanında, stratejik planlarımızın şehir ayağındaki, konumlanma ve hareket tarzının ifadesidir. Yaşı Berkin olan çocuklarımızın katillerinin üzerine, Şafak Yayla ve Bahtiyar Doğruyol ile yürüme cesareti, bu sürecin başka önemli devrimci dinamiğidir. Gerilla alanlarında, Kuzey Kürdistan’da, savaş mevzilerinde kahramanlaşmış, yüzlerce halk evladının ismi, 2015 yılının hafızasındadır. Maoist Parti, bu devrimci mirası, tarihinden aldığı birikimle, sürecin devrimci stratejisinde merkezileştirmektedir. Her mücadele yılı, devrimci savaştaki yetmezliklerimizi anlama ve yeni planlamalar yapma vesilesidir. Yılın sonunda kurulan 64. Hükümet, planı ve programıyla, 2016'da daha da derinleşecek savaş hükümetidir. Kurulan kabinenin niteliği, tekçi faşist devlet egemenliğinin niteliğine uygundur. Hâkim sınıflar kapsamlı bir savaş konseptine göre hazırlanmaktadır. Barış ve demokrasi nameleri, ekonomik toplumsal refah söylemleriyle perdelenen, katliam planları ve savaş çığırtkanlıklarıdır. Bu savaş ilanları karşılıksız kalmayacaktır. Silahlı savaş cephelerini genişletme ve yüksek kapasiteli savaş düzeyine göre konumlanma perspektifiyle, 2016 yılını karşılamak, devrimci sonuçlar yaratmanın temelidir.


18

analiz haber

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

Emperyalist-kapitalist hegemonyanın Emperyalist dalaş ve bölgesel gerici güçlerin çatışmasının yarattığı avantajları, doğru bir siyasette birleştirerek, özgürlük tutkusunda silahların namlularına döken Kürt ulusu ve devrimci sosyalist güçler, bölgede yeni Rojavaların, Kobanêlerin yaratıcıları olacaktır. 2015 yılındaki gelişmeler, bölgede bu gelişmelerin dinamiklerini yeterince ortaya çıkarmıştır. Derinleşen bu toplumsal çelişkiler üzerinden, IŞİD gibi gerici bağnaz cihadist örgütlenmelerin var olması, taktiksel olarak devrimci-komünist güçlerin zayıflığı olsa da, süreç IŞİD gibi bağnazlıkları aşarak, ezilen halkları kendi önderliklerinde buluşturacaktır. Ezilen halkların gerçekliği; bu emperyalist ablukayı, sömürü ve talan düzenin, emperyalist gericiliğin bölgesel işbirlikçileri ile yıkmaya muktedirdir. Yine gelişen emperyalist-kapitalist ülkeler başta olmak üzere, emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası olan devletlerde derinleşen toplumsal çelişkiler, emperyalist kapitalist sistem sahiplerinin uykularını kaçırmaktadır. Stratejik olarak onları bekleyen tehlike, dönemsel olarak taktiksel güçlülükleriyle aşılacak bir mesele değildir. Sömürü ve zulüm altında, huzursuz olan ve “artık yeter” deme sınırında patlamaya hazır yığınların, mevcut “ölü sessizliği”, devrim çığlığında güçlü bir özgürlük çığlığı olacaktır. Bunu egemenler biliyor. En zayıf halkalarında, barbarca saldırmalarının nedeni budur 2015 yılı, kapitalist sistemin derinleşen krizlerinin, emperyalist hegemonyanın yıkıcı yöntemleriyle, yerkürenin dört bir yanında uygulanması konusunda, “özel” öneme sahip bir yıl oldu. Merkezileşen sermaye hareketi dünyanın dört bir yanında egemenlik kurmak isterken, gerici hâkimiyet kurumları üzerin-

den, şekillendirdiği her politika ve belirlenen her emperyalist stratejinin; işçi sınıfı, ezilen halklar, mazlum uluslar ve ezilen inanç gurupları üzerinde uygulanan tiranlığa dönüşmesi, kapitalist-emperyalist sistemin var oluşunun tarihsel-temel özü olsa da, 2015 yılında uygulama bazında yaşanan kapsamlı barbarlık, tarihteki örneklerini aratır “niteliktedir”. Bugün yerkürenin her coğrafyasında, yaşanan ulusal ve sosyal sorunların temeli olan kapitalist “modernist” sistem, ürettiği her politikada, kendi içsel sorunları dâhil, yarattığı hiçbir toplumsal soruna çözüm üretmemektedir. Zaten çözüm üretmesini beklemek, kapitalist sistemin doğasını anlamamaktır. Özel mülkiyet dünyasının son gerici “kalesi” olan kapitalist-emperyalist sistem, yarattığı derin toplumsal çelişkilerle, derin ulusal ve sosyal çatışmaların ana sebebidir. Ulusal ve sosyal çatışmaların sebebi ve kaynağı olan bir toplumsal sistemin, kendi varlık zeminini ve çıkarlarını koruyarak, bu toplumsal çelişkilere “çözüm” olması, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu nesnel durumdan kaynaklı, emperyalist kapitalist sistem; hüküm sürdüğü tüm coğrafyalarda, hem kendi içsel çelişkileri hem yarattığı toplumsal çelişkiler üzerinden, derin toplumsal çatışmalar ve gerici savaşlarla hâkimiyet kurmaktadır. Bu gerici emperyalist egemenlik savaşları, uluslararası alanda, bölgesel düzeyde, ezilen ulus, sınıf ve halk katmanlarında güçlü bir öfke yaratmakta, ilerici devrimci mücadeleye muazzam bir dinamik yaratmaktadır. Bu öfke ve dinamiğin stratejik güçlülüğü emperyalist hegemonyanın esas çözümsüzlüğü iken, bu öfke ve dinamiğin, yine farklı gerici odaklar tarafından istismar edilerek örgütlenmesi ve emperyalist güçler arasındaki çelişkilere göre konumlanarak rol oynaması, emperyalist siyasetin baş başa kaldığı bir başka çatışmalı durumu ifade etmektedir. Yani emperyalist kapitalist sistem, yapısal ekonomik krizleriyle birlikte, ürettiği hegemonya siyasetinin derin çatışmaları içinde, kendi sürecini örgütlemede zorlanmakta, askeri, ekonomik olarak işgal ettiği coğrafyalarda, istikrar sağlayamamaktadır. Bu genel çelişkiler ve çatışmalar ekseninde, emperyalist-kapitalist sistem, 2015 yılında, sömürü ve uluslararası hegemonya savaşında, adını tarihin hafızasına en kapsamlı barbarlık ve vahşet olarak yazdırmıştır. Ortadoğu, Kafkaslar, Arap Yarımadası, Pasifik, Afrika kıtası, Uzak Asya başta olmak üzere, emperyalist egemenliğin nişangâhında bulunan her coğrafya, emperyalist politikalar ve stratejilerin yarattığı, katliamlar ve barbarlıklar alanına dönüşmüştür.

Kitlesel katliamlar, emperyalist hegemonyanın egemenlik kurma çizgisidir Emperyalist egemenlik ve dalaşın en keskin şekilde sürdüğü bölgelerde, sömürü, baskı, şiddet ve katliamlar, özel yetkili gerici savaş kurumları aracılığıyla gerçekleştirilen açık ya da gizli operasyonlarla kitlesel katliamlara dönüşmüştür. Bu katliamların özü; emperyalist güçler ve yerli işbirlikçisi faşist rejimlerin, ezilen uluslara, sömürülen sınıflara karşı geliştirdiği gerici savaştır. Emperyalist-kapitalist sistem, siyasal hedeflerine ulaşmak ve stratejik planlarını uygulamak için; girdiği tüm coğrafyalarda, canlıdan ve yaşamdan yana, doğaya ve varoluşa dair her türlü dinamiği yağmalamakta, katletmekte, hegemonyasına entegre etmektedir. Bu bağlamda, Bağdat’tan Kobanê’ye, Suriye’den Pakistan’a, Suruç’tan Ankara’ya, gerici kontra yöntemlerle patlatılan bombalar ve yaşanan kitlesel katliamlar, emperyalistlerin egemenlik kurma çizgisinin, farklı işbirlikçi gericilikler üzerinden uygulanmasıdır. Hedeflenen kitlesel dinamikler ve kullanılan kirli yöntemler bağlamında emperyalist hegemonya savaşı topyekûndur. Ulusal ve sosyal kurtuluş davasının tüm sosyal, nesnel dinamiklerine yönelmektedir. Emperyalist bloklar arasında-

ki dalaş ve çatışma, mevcut toplumsal dinamiklerin tüm yaşam haklarının yağmalanması biçiminde, gerici bir savaş konsepti olarak uygulanmaktadır. Emperyalizme karşı direnç gösteren tüm toplumsal dinamikler, haklı, meşru örgütlenmeleri ve ilerici savaş güçleriyle beraber topyekûn imha edilmek istenmektedir. Ortadoğu ve Suriye bunun en açık örneğidir. Esad rejimine dayanarak bölgesel çıkarlarını korumaya çalışan Rusya emperyalizmi ile bölgedeki “muhalif” görüntülü gericiliklere dayanarak çıkarlarını korumaya, geliştirmeye çalışan ABD emperyalizmi arasındaki dalaşta, savaşın ağır faturalarını, bölgedeki halklar ve mazlum uluslar ödemektedir. Rusya merkezli emperyalist blokla, ABD-AB merkezli emperyalist blok arasındaki çatışma, bölge halklarının çıkarına değildir. Bu çatışma ve savaş, gerici emperyalist çıkarların çatışması ve savaşıdır. Yöntemleri ve araçları kirlidir, ezilen halklara ve mazlum uluslara, ötekileştirilmiş inanç gruplarına karşı zulüm ve katliamdır.

Emperyalist bloklar arasındaki dalaş ve çatışma, süreçte öne çıkan çelişkilerden biri olmuştur 2015’te, egemenlik mücadelesi yürüten emperyalist güçlerin, esas çatışma alanı


16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

analiz haber

19

2015 yılı panoraması üzerine... sistemin yarattığı toplumsal zemin üzerinden varlık zemini bulan, bu varlık zeminini kendi gerici ideolojik dokusunda vahşete çeviren (IŞİD gibi) gerici bölgesel örgütlenmeler ve gerici bölgesel faşist diktatörlükler, saldırı ve katliam seferleriyle, bölgede tüm yaşam alanlarını yerle bir etmiştir. Yağmalanan yurtlarından ve yaşam alanlarından, katliamlardan kurtulabilen insanlar, kitlesel göçlerle sığınabilecek alanlar aramakta, göç yollarında, kitlesel olarak ölmektedirler. Kadın ve çocukların kitlesel ölümü, yurtsuz, evsiz bırakılmış insanların sokaklardaki yaşam düzeyleri, emperyalist kapitalist barbarlığın insanlığa yaşattığı bir başka trajedidir. Yaşadığı sosyal alanlarda, yaşam ve barınma hakkı elinden alınarak, kitlesel göçlerle bir başka umutsuzluğa sürüklenen bu insan “sürüleri”, yüzyılımızda, 2015 yılına damgasını vurmuş, emperyalistlerin ve bölgesel gerici ittifak gericiliklerinin utancıdır.

Emperyalist kapitalist sistemin tüm egemenlik kurumları, şiddetlenen terör merkezleridir

Ortadoğu olmuştur. Ukrayna, Pasifik, Kafkaslar, emperyalist dalaşta öne çıkan alanlar olsa da, esas fırtına Suriye ve Ortadoğu üzerinde kopmuştur. Kelimenin yalın haliyle, Akdeniz, emperyalistlerin askeri yığınak alanına dönüşmüştür. Bu tarihsel kesitte, Rusya’nın başını çektiği, İran, Esad, Bağdat, Çin ittifakının, Suriye özgülündeki askeri hamlesi, emperyalist dalaşın derinleşmesi bağlamında en önemli hamle olmuştur. Rusya’nın bu açık stratejik hamlesiyle, ÖSO, Bayırbucak Türkmenleri, IŞİD mevzileri ve Suriye “muhalifleri” mevzilerinin bombalanması, Suriye’de askeri, teknik donanımın güçlendirilmesi, girilecek çatışmalı ortama dair yapılan stratejik-taktik planlardır. Bunun karşısında, bölgenin işgal ve talan edilmesinde başından beri rol alan ABD, blok gücü olan AB ve bölgesel gerici ittifak gücü olan Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, KDP merkezli stratejik plan, sürecin olası derin çatışmalı ortamına gerçekleştirdiği hamlelerle hazırlanmaktadır. Türk hava sahası ve İncirlik Üssü’nün kullanılması, Başika’daki Türk askeri gücünün donatılması, Lazkiye’nin dağlık bölgelerindeki “Fetih Ordusunun” Rojava-Efrin bölgesine yönlendirilmesi, Suudi Arabistan’da Rojava kantonlarını dıştalayarak Suriye “muhaliflerinin” toplanması, Musul’un Şii

güçlerin ağırlıkta olduğu Haşd el Şabi tarafından kurtarılmasını engellemek için Sünni egemenlik merkezi Nuceyfı’nin desteklenmesi, Barzani-Türkiye görüşmeleri, birbirinden bağımsız gelişmeler değil, bölgenin geleceğini şekillendirme ve emperyalist paylaşım için karşılıklı yapılan stratejik planların yılın son kesitindeki hamleleridir. Bu gelişmeler ve emperyalist blokların karşılıklı hegemonya stratejileri ele alındığında, Ortadoğu ve Pasifik merkezli askeri-siyasal konumlanışın, bu emperyalist çatışma ve dalaşı daha derinleştireceği açıktır. Bu çatışma, bölge devletleri üzerinden gündemde olan çatışmalar üzerinden esasta şekillense de, Rus uçağının Türk devleti tarafından düşürülmesi olayında ortaya çıktığı gibi, emperyalist bloklar arasında derinleşecek kriz ve çatışmalar üzerinde de cereyan edecektir. Her türlü ihtimale açık bu çatışmalı süreç, önümüzdeki süreçte bölgedeki gelişmeleri belirleyecektir.

Emperyalist-kapitalist hegemonya savaşının bir başka travması: Kitlesel göç-kitlesel ölümler Emperyalizm sömürü sistemi ve askeri gücüyle, girdiği tüm coğrafyaları kan gölüne çevirmiş durumdadır. Gerici emperyalist savaş ve emperyalist kapitalist

Ortadoğu ve Suriye merkezli, dünyanın enerji kaynakları başta olmak üzere, pazarlarının ve zenginlik kaynaklarının paylaşımı için, çeşitli isimlerle gerçekleştirilen “zirveler”, diplomatik-politik görüşmeler, bir çözüm üretememiştir. Cenevre 1-2 Görüşmeleri, Viyana Görüşmeleri, G-8, G-20 “Zirveleri”, İklim “Zirveleri” gibi çoğaltabileceğimiz tüm gerici politik diplomasi ağı, bu süreçte sadece emperyalist stratejilerin bir başka alandaki çözümsüzlükleri olmuştur. Emperyalist kapitalist sistemin ekonomik kriziyle birleşen bu çözümsüzlük, şiddetlenen devlet terörü olarak merkezileşecektir. IŞİD gericiliğinin gerçekleştirdiği Paris katliamıyla, Avrupa’da ilan edilen olağanüstü hal, katliam üzerinden başvurulan bir yönelim olmasından öte, “demokrasi havarisi” Avrupa devletlerinin, konjoktürel yönelimidir. Göçmenlere karşı, bugüne kadar sinsice uygulanan siyaset, düşman fobisi üzerinden açıkça uygulanan bir siyasete evirilmiştir. ABD’nin Siyahilere karşı uyguladığı devlet terörü de aynı zeminden beslenmektedir. Gelişmelerin yönü, bu uygulamaların yaygınlaşacağı eksenindedir. Emperyalist gerici işgallerin sürdüğü bölge halklarının öfkesi, IŞİD gibi gerici cihadist örgütlerin yönelimleriyle aynı zeminde değildir. Bölge halklarının öfkesi, stratejik olarak emperyalistlerin korkusudur. Küresel kriz derinleştikçe, “demokrasinin beşiği” yanılsamasıyla, işgal altındaki uluslara ve halklara kan kusturan emperyalist ülkelerin hüküm sürdüğü coğrafyalarında, göçmen, ırk, din, sınıf farkı üzerinden, çıplak faşist

uygulamalara geçmesi, güncel bir meseledir.

Derinleşen toplumsal çelişkiler, her coğrafyada devrimci savaşın zeminini güçlendiriyor Emperyalist gericiliğin, işgal ve sömürü ile yerli işbirlikçisi faşist diktatörlükler üzerinden sürdürdüğü baskı ve zulüm ile toplumsal çelişkileri daha da keskinleştirmektedir. Bu onun niyetinden bağımsız nesnel toplumsal bir gerçekliktir. Gericiliğin, sistemsel bunalımı olarak, siyasal-ekonomik krizler, sistemsel varlığını sürdürmek için benimsediği ekonomik ve siyasal politikalar, işgal ve sömürüler, askeri ve bürokratik müdahaleler, mazlum uluslara ve ezilen halklara en ağır biçimde fatura edilmektedir. Bunun toplumsal karşılığı, derinleşen sınıf çelişkileridir. Ulusların boğazlanması üzerinden, mazlum ulusların öfkesi ve özgürlük arayışlarıdır. Ortadoğu’daki emperyalist kuşatma altında, Kürt ulusunun, KDP işbirlikçi güçlerinin çizgisini kırarak, ulusal özgürlük çizgisinde dinamik bir güç olarak durması, tarihsel öneme sahiptir. Emperyalist dalaş ve bölgesel gerici güçlerin çatışmasının yarattığı avantajları, doğru bir siyasette birleştirerek, özgürlük tutkusunda silahların namlularına döken Kürt ulusu ve devrimci sosyalist güçler, bölgede yeni Rojavaların, Kobanêlerin yaratıcıları olacaktır. 2015 yılındaki gelişmeler, bölgede bu gelişmelerin dinamiklerini yeterince ortaya çıkarmıştır. Derinleşen bu toplumsal çelişkiler üzerinden, IŞİD gibi gerici bağnaz cihadist örgütlenmelerin var olması, taktiksel olarak devrimcikomünist güçlerin zayıflığı olsa da, süreç IŞİD gibi bağnazlıkları aşarak, ezilen halkları kendi önderliklerinde buluşturacaktır. Ezilen halkların gerçekliği; bu emperyalist ablukayı, sömürü ve talan düzenin, emperyalist gericiliğin bölgesel işbirlikçileri ile yıkmaya muktedirdir. Yine gelişen emperyalist-kapitalist ülkeler başta olmak üzere, emperyalistkapitalist sistemin bir parçası olan devletlerde derinleşen toplumsal çelişkiler, emperyalist kapitalist sistem sahiplerinin uykularını kaçırmaktadır. Stratejik olarak onları bekleyen tehlike, dönemsel olarak taktiksel güçlülükleriyle aşılacak bir mesele değildir. Sömürü ve zulüm altında, huzursuz olan ve “artık yeter” deme sınırında patlamaya hazır yığınların, mevcut “ölü sessizliği”, devrim çığlığında güçlü bir özgürlük çığlığı olacaktır. Bunu egemenler biliyor. En zayıf halkalarında, barbarca saldırmalarının nedeni budur.


20

güncel haber

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

Emperyalist savaş ve saldırganlığın mazlum ulus ve halklara getirdiği acılar, yaşattığı katliamlar ve geliştirdiği IŞİD gibi barbar çeteler bu savaşların ürünü olarak geniş toplumsal kitlelerde karşılık bulacak etkili propaganda zeminleridir. Her şeyden de önemlisi salt teşhirle yetinmeden gerici savaş ve saldırganlığa karşı kitlelerin militan mücadelelerinden örgütlü sınıf hareketinin silahlı eylemine kadar etkili mücadelenin geliştirilmesinin gerekliliğidir Emperyalist bloklar arası dalaş keskinleşmenin ötesine geçerek ciddi çatışmalar düzeyine varmış, lokal savaşları zorlayarak büyük savaşların eşiğine ulaşmıştır. Yaşanan durum yeni bir paylaşım sürecidir esasta. Bilinen emperyalist paylaşım savaşları ve süreçlerinin aynısı olmamakla birlikte, yeni bir paylaşım ve dengelerin oluşturulması sürecinin yaşandığı söylenebilir. Mevcut durum bu olmakla birlikte, bu mevcudiyetin bölgesel odaklı emperyalist yeni paylaşım sürecinin özgün biçimde devrede olup, emperyalist bloklar arası dengelerin belirlenmesi süreci ekseninde keskin çatışma realitesiyle büyük emperyalist savaş tehdidi taşıdığını söylemek isabet olur. Ortadoğu stratejileri bağlamında Suriye özelinde yaşanan gelişmeler, emperyalist bloklar arası çatışmanın geldiği aşamayı ve bu aşamanın bağrında taşıdığı büyük savaş tehdidini açıkça ortaya koymaktadır. Rusya ile ABD-AB arasında Suriye savaşında yaşanan emperyalist bilek güreşi, ABD emperyalizminin maşası olan Erdoğan/AKP iktidarının adı geçen çatışma dâhilinde Rusya emperyalizminin uçağını düşürmesiyle, bu emperyalist bloklar arası taraflaşma ve karşıtlaşmayı farklı boyutlarda ortaya koyarak dönen oyunların göstergesi oldu. Rusya, Türk devleti uçakları tarafından düşürülen uçağının Suriye hava sahasında düşürüldüğünü iddia ederken, ABD ve AB’li emperyalistler istisnasız olarak ve AKP iktidarından çok daha tez canlı olarak AKP iktidarının açıklamalarının doğru olduğunu, Türk devletinin haklı olduğunu söylemiş ve alenen Rusya karşıtı açık bir tutum alarak sıkı bir taraflılık veya bloklaşma tavrı sergilemiştir. Bu tablo, çatışmanın kimler arasında cereyan ettiğini, kimlerin kimlere karşı ve kimlerle ittifak ya da işbirliği içinde olduğunu gösterdi. Daha da önemlisi, bu tablo, Suriye’deki savaşın kimler arasında seyrettiğini, bu savaş veya çatışmanın emperyalist bloklar arasında hangi boyutlara geldiğini gözler önüne sermekle beraber Erdoğan/AKP iktidar güruhunun ABD ve AB’li emperyalistlerin bir maşası olarak nasıl kullanıldığını gösterdi. Rusya ile karşı karşıya getirilen Erdoğan/AKP iktidarı (“TC” devleti) Rusya tarafından ciddi ekonomik yaptırım ve

Suriye’deki emperyalist paylaşım süreci baskılara muhatap bırakılınca, AKP iktidarını maşa olarak kullanan ve elbette Suriye’de hem Suriye-Esad yönetimiyle hem de Rusya ile savaş yürüten ABD ve AB emperyalistleri devreye girerek Rusya karşıtı ortak bir tutum aldılar. Bu tutumdan emperyalist bloklar arası çatışmanın taraflarını ve bu çatışmanın geldiği noktayı okumak son derece mümkün. Rusya uçağının düşürülmesi, emperyalist bloklar arası çatışmanın bir parçasıydı. Bu zeminde emperyalist güçlerin özellikle Rusya karşıtlığı biçiminde net taraflar olarak ortaya çıkması da bunun göstergesidir. “TC” devleti Erdoğan/AKP iktidarının Rusya’nın sert açıklamaları karşısında kabadayılanma gösterileri de esasında NATO veya ABD’den AB’li birçok emperyalist ülkenin olmasındandır. Sırtını ilgili emperyalistlere yaslayarak ve elbette tam manasında maşalık yaparak Rusya’nın uçağını düşürmüş, aynı destekten aldığı güçle Rusya’ya rest çekme veya kabadayılanma tavırlarına girmiştir. Bu arka olmasa Erdoğan/AKP iktidarının Rusya’nı uçağını düşürmeyi göze alamayacağı, Rusya’ya rest okuyamayacağı açıktır. Eğer Erdoğan/AKP iktidarı bağımsız tavrıyla veya açıkladığı gerekçelerle Rusya’nın uçağını düşürmüş olsaydı, bundan öne Yunanistan’ın uçaklarını birçok defa düşürmüş olurdu. Zira hava sahası ihlali Yunanistan sınırında da defalarca yaşandı… Ama Yunanistan sınırında

bunu yapmayan “TC”, Suriye hava sahasında veya saniyelik sürelerle Türk hava sahası ihlali yapan Rusya uçağını düşürmektedir. Açık ki, uçağın düşürülmesi ABD ve AB’li emperyalistlerin Erdoğan/AKP iktidarı maşasıyla Rusya’ya verilen bir mesaj, bir uyarı veya dalaşın kaçınılmaz bir sonucudur. Erdoğan/AKP güruhunun Rusya uçağını düşürdükten sonra, yani yaptırılmak/yapılmak isteneni yaptıktan sonra diplomatik pozlara girerek Rusya/Putin’in sert açıklamaları karşısında diyalogdan bahsetmesi ikiyüzlü burjuva politikadan öteye değildir. Rusya ise yapılanın ne anlama geldiğini bildiği için bunun karşılıksız kalmayacağı biçimindeki sert açıklamalarla birlikte derhal belli yaptırımlar devreye sokarak Erdoğan/AKP güruhunu tezden “pişman” etmiş durumdadır. Ki, Rusya’nın adımları muhtemelen devam edecek ve hatta Erdoğan/AKP iktidarına pahalıya mal olacak sonuçlara ulaşacaktır… Rusya uçağının düşürülmüş olması prestij açısından Rusya aleyhine bir gelişme olup Rusya tarafından da hoş karşılanmasa da, bu durum Rusya’nın Suriye’de avantajlı konuma geçip elinde sağlam kartlar bulundurması anlamına da geldi. Dolayısıyla Rusya bu kartlar sayesinde Suriye’de çok daha ciddi saldırılar gerçekleştirmekte, daha etkili pozisyona geçmektedir. Özcesi uçağın düşürülmesi Rusya’nın Suriye’de

etkin olup avantajlı konuma geçmesine yol açtı. Bu faydadan dolayı bazı aklı evveller ‘Uçağı Rusya bilerek ve planlı vurdurdu” noktasında çıksa da, bizim buradaki değerlendirmemiz Rusya’nın bilerek uçağının düşürülmesini planladığı kastı taşımamaktadır. Uçak düşürme meselesinin esas önemi, emperyalist bloklar arası Suriye odaklı paylaşım çatışmasının, askeri alana sıçrama ve büyük savaşa dönüşme tehlikesini ihtimal düzeyinde de olsa gündeme getirmesi açısından büyüktür. ABD ve AB’li emperyalistlerin esasının Rusya’ya karşı tutum biçiminde “TC”yi destekleyen ve yanında yer alan tavırları ve tabi ki bu gelişmenin kaynağı olan Rusya uçağının düşürülmesi, bu dalaşın belli bir boyuta taşınmasının işaretiydi. Ancak meselenin ciddiyeti bununla sınırlı emarelerden ibaret değildir. Uçak düşürme eyleminden veya emperyalist adımdan sonra, karşılıklı olarak tarafların Akdeniz’e yığılan savaş gemileri savaş tehdidini en iyi resmeden tablodur. Kuşkusuz ki, Rusya’nın Suriye’de askeriyle bulunup savaş yürütmesi ve buna karşın ABD’nin de askerini Suriye’de konumlandırması da aynı tehdidin sıcak halkalarındandır. İŞID ile savaş bahanesiyle bu hazırlıklar yapılmış olsa da, işin önemli diğer yanı da aralarındaki çatışmaya bağlı olarak bu adımları atmış olmalarıdır. Kısacası Suriye’de odaklanan yeni emperyalist payla-


16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

şım ve dengelerin tesis edilmesi sürecinin, büyük emperyalist savaşa sıçrama tehlikesi günceldir. İkinci bir olasılık olarak (ki esas olasılığın bu olduğu söylenebilir), paylaşım dalaşı, genel bir savaştan ziyade “TC”nin savaşa sokulması biçiminde sonuçlanabilir. Yani ABD emperyalizmi adına “TC” devleti savaşa girmiş olacaktır. Esas olasılığın bu olmasının esprisi ise, emperyalist blok ve güçlerin aralarındaki çatışmaya kuklalarını savaşa sokarak bunlar üzerinden ve bunlar vasıtasıyla savaşlarını sürdürme gerçekliğine dayanmaktadır. Ki, Suriye’de devam eden savaşın da özünde bu emperyalist blok veya güçler arasındaki bir savaş olduğu açıktır. Bu durum daha da gelişerek “TC”nin de savaşa sokulması halini alabilir. Gelişmeler bu olasılığın daha rasyonel olduğunu göstermektedir. Emperyalist bloklar henüz bir dünya savaşı başlatmayı uygun görmemekte, tercih etmemektedirler. Kukla devlet ve iktidarları savaştırarak veya lokal savaşlar yürüterek çelişki ve güç dengesi sorununu çözmeyi tercih etmektedirler. Daha büyük kapsamlı bir savaşın kendileri için de bir felaket olacağını bildikleri ve bu süreçlerin sınıf devrimlerine yol açacağı gerçeğini bildikleri için kapsamlı bir dünya savaşına girmeyi istememektedirler. Ne ki, bu mutlak bir durum değildir. Çelişkilerin boyutu, güç dengelerinin ciddi düzeyde bir taraf veya blokun aleyhine sonuçlanması durumu, kapsamlı bir savaşa girmelerini de olanaklı kılmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, emperyalist blok veya güçlerin iç içe geçmişlik durumu ve karşılıklı olarak taşıdıkları bağımlılık gerçeği bir dünya savaşını göze alamamalarında büyük bir etkendir. Dediğimiz gibi, böylesi bir savaşın kendilerinin de felaketi anlamına geleceklerini, en azından kendilerinin de büyük sorunlarla ve bu sorunlar ekseninde iç sosyal gelişmelerle karşı karşıya kalıp egemenlik ya da hegemonyalarını yitireceklerini bildikleri için, eski klasik biçimdeki bir dünya savaşını istememektedirler. Suriye ve Ortadoğu’da küçük devletlerin oluşum sürecine gidilerek, her blok veya güç belli düzeyde çıkarlarını muhafaza ederek, belli bir anlaşma zeminine doğru ilerleme stratejisi gütmektedirler, güdeceklerdir. Suriye’de ayrı yönetim bölgeleri biçiminde oluşacak veya oluşturacakları federatif yapı ile Suriye’de ilgili emperyalist güçler çıkarlarını koruyacak, Suriye pazarını bölüşmüş olacaklardır. Bütün mesele bu paylaşımda pastanın büyük parçasını kimin kapacağı meselesidir ki, sürdürülen durum ve tarihe bağlanarak üzerinde anlaşılan siyasi çözüm planı bunu tayin eden süreç olacaktır. Askeri güçler bakımından yenişemeyen taraflar zorunlu olarak ve göstermelik biçimde de olsa referandum-seçim biçimlerinde, Suriye halkının belirleyeceği tercihle sorun belli bir “çö-

21

züme” oturmuş olacaktır. Ne ki, bölgede çelişkiler köklü olup devam etme dinamiği taşımaktadır. Bu anlamda Suriye’deki çözüm de esasta geçici olacaktır. Yani, süreç, emperyalist blok veya başat aktör güçlerin uzun vadeli yeni stratejiler oluşturarak hasmına üstünlük sağlayacağına inandığı bir döneme ertelenecektir. Mevcut durumda belli çıkarlar karşılıklı olarak korunarak göreli bir çözüme gidilecek ve bu süreç yeni stratejilerin oluşturularak yeni adımların atılmasının hazırlığı süreci olarak işleyecek, günü geldiğinde emperyalist dalaş-çatışma yeniden devreye girecektir. Emperyalist aktörler gerici talan çıkarları esasında dünya hegemonyası ve nüfuzları uğruna bu dalaşı sürdürürken, “TC” gibi kukla-maşa ülkeler göbek bağıyla bağımlı oldukları emperyalist efendilerinin çıkarları adına bu savaş ve çatışmalarda rol oynamaktadırlar. Erdoğan/AKP iktidarının üstlendiği pozisyon bundan daha ileri değildir. “Türkmenler” türküsü bahaneden ibarettir. Bahane bulmadan Suriye iç sorunlarına müdahil olmasını açıklaması mümkün değildir. Bahane olmadan orada Kürtler lehine yaşanan gelişmelere müdahale etmesini açıklayamaz… Kısacası, Erdoğan/AKP iktidarının bütün rolü ABD’nin jandarmalığını yapmaktır ve elbette Kürt düşmanlığından ileri gelen hassasiyetleri gereği Suriye’ye müdahale edip IŞİD’i desteklemektedir… Dediğimiz gibi Türkmenler türküsü sadece bir bahane ve kılıf… Son bir söz daha söyleyelim ki, can alıcı mesele; komünist, devrimci ve demokratik hareketin emperyalist savaş ve saldırganlık karşısında oynayacağı roldür. Emperyalistler bencil çıkarları ekseninde geliştirdikleri işgalci gerici savaşlarla mazlum ulus ve halkları kana boğarken, bu gerici savaş ve saldırganlığa karşı anti-emperyalist mücadelelerin geliştirilmesinden her parçada sınıf hareketinin geliştirilmesine kadar son derece hayati görevler önümüzde durmaktadır. Ne yazık ki, komünistler de dâhil bütün bir sınıf hareketi bu görevler karşısında ciddi yetersizlikler yaşamaktadır. Ancak emperyalist gerici savaşlara karşı mücadele genel olarak geniş taban bulma zemindedir. Dolayısıyla emperyalist savaşlara karşı mücadele, bu savaşların özellikle mültecilik dramı ve denizlerde boğulan bebekler gerçeği ile teşhir edilerek geliştirilebilir. Emperyalist savaş ve saldırganlığın mazlum ulus ve halklara getirdiği acılar, yaşattığı katliamlar ve geliştirdiği IŞİD gibi barbar çeteler bu savaşların ürünü olarak geniş toplumsal kitlelerde karşılık bulacak etkili propaganda zeminleridir. Her şeyden de önemlisi salt teşhirle yetinmeden gerici savaş ve saldırganlığa karşı kitlelerin militan mücadelelerinden örgütlü sınıf hareketinin silahlı eylemine kadar etkili mücadelenin geliştirilmesinin gerekliliğidir.

ANTAGONİZMA

≫ muzaffer oruçoğlu

BENİ ANARŞİSTLERDEN VE YİRMİNCİ YÜZ YIL DEVRİMLERİNDEN AYIRAN BAZI NOKTALAR

K

apitalist egemenlik aygıtlarının Paris Komünü’nde ve onu izleyen 20. yüzyıl işçi devrimlerinde olduğu gibi dipten tepeye doğru, devrimci kitle hareketiyle parçalanması ve komününün, sadece Paris Komünü’nde olduğu gibi dipten tepeye doğru inşası. Eski komünist görüş, aygıtı, tepeden tabana doğru, merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti olarak kuruyordu. Beni bundan ayıran, tabanda, taban tarafından kurulan, tüm devlet görevlerinin tabana, komünlere devredildiği, halkın genel silahlanmasına ve doğrudan seferberliğine dayanan bir komün cumhuriyeti, devlet ile devletsizlik arasının bir geçiş devleti, devletsiz bir devlettir. Yeni bir şey savunmadığımı söylemeliyim. Benim yaptığım, Marks, Engels ve Lenin'in, Paris Komünü tecrübesinden doğan, ama teorilerinde hâkim hale gelmeyen bir görüşün, hâkim hale getirilmesinden ibarettir. Birçok insan benim anarşizme kaydığımı sanıyor. Anarşizmle aramda temel farklılıklar var. En başta, lağvedilen devletin yerine neyin konulacağı konusunda Anarşizmle aynı görüşte değilim. Ben bir komün cumhuriyetinden söz ediyorum. Merkezi ordusu ve güçlü bürokrasisi olmayan, komünlerin ortak sorunlarını tartışan ve komünler arasında koordineyi sağlayan, dengesizliği kaldırmaya hizmet eden komün cumhuriyeti parlamentosundan, devletsiz bir geçiş devletinden söz ediyorum. Anarşistler ise daha bugünden, örgütün, hiyerarşinin ve biçimi ne olursa olsun devletin olmadığı bir sistemden söz ediyorlar. Sözünü ettikleri ve savundukları komünün bir örgüt olmadığını iddia ediyorlar. Anarşistlerin kafalarının, devrimden sonra nasıl bir sistem kurulacağı konusunda çok açık olduğunu sanmıyorum. Komün cumhuriyetine gidiş biçiminin şiddetsiz olmayacağı noktasında anarşistlerle hemfikirim. Bununla birlikte, devrim sürecinde, şartlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek örgüt, mücadele ve özellikle şiddet biçimlerini (gerilla şiddeti, kitle veya komün şiddeti

vb.) reddetmiyorum. Ve komün cumhuriyetinin kuruluşuyla birlikte, komünler hariç, tüm örgütlerin kayıtsız şartsız lağvedilmesini savunuyorum. Anarşistler ise örgüte karşı oldukları için örgütsüz yürüyüşü, örgütsüz kitle şiddetini savunuyorlar. Savunduğum Komün devrimi, kırsal bölgelerde, tüm mülkiyetin, belli bir süreç içinde, komün mülkiyeti haline getirilmesini amaçlıyor. Eski anarşistler, özellikle de Bakunin, kırlarda geniş köylü yığınlarının ayaklanmasına dayanan bir devrim düşüncesinden hareketle, büyük toprakların 'koşulsuz olarak küçük köylülere devredilmesini savunuyor. ( Bkz, Bugünkü Krizde bir Fransız’a Mektuplar- Bakunin). Ben, küçük köylü mülkiyet sisteminin, komün sistemiyle çeliştiğini, komün dışında kalan küçük mülkün, süreç içinde, ikna ve teşvik yöntemiyle komün mülkiyeti haline getirilmesini savunuyorum. Bakunin’le ortak noktam, "zorunlu askerlik, vergi, kira, ipotek gibi uygulamaların kaldırılması" ve eski "Devletin tasfiyesi"dir. Bakunin, söz konusu bu toprak dağıtımıyla, bireyi, "kendi mülkünün yegâne garantörü durumuna" getirmekten söz ediyor. Ben ise onu tamamen mülksüzleştirmeyi savunuyorum. Bu bakımdan büyük toprakların dağıtımını değil, komüne katımını savunuyorum. Öte yandan, Anarşizmin envaiçeşit biçimleri, türleri var. Günümüzün Anarşist- komünistleriyle mülksüzleştirme noktasında hemen hemen aynı şeyleri düşünüyorum. Diğer bir nokta, tarih, ahlak, hiyerarşi, dil, kültür, gelenek, yaşam değerleri ve tarzı gibi bin bir bağla, halkın bilincine, ruhuna, inancına ve yaşamına köklenen ve tüm haşmetiyle yaşayan görünmez sivil devlet konusunda, yani en güçlü devlet konusunda da Anarşistlerden ayrılıyorum. Onlar için en büyük sorun, görünen, militerbürokratik resmi devlettir. Bana göre ise, devrimin cebelleşmesi gereken, uzun vadeli en büyük sorunu, devletlerin ana rahmi olan, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, inançsal vb yönleriyle, görünmeyen bu sivil devlettir.


22

analiz haber

16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

Hapishaneler tarihi ve 19 Aralık Sınıf mücadelesinin zorunlu duraklarından biri olan hapishaneler; devrim ve karşı devrimin çatışmasının en eşitsiz koşullarda ve en keskin şartlarda sürdüğü alanlardan birisi olup, devrimci sınıf bilinçli tavır ile iradenin sınandığı bir mücadele siperidir. Bu siperdeki kararlılığın kırılması aynı zamanda toplumun da teslim alınmasında bir dönüm noktasıdır. Kuşkusuz bu tarihi direniş kendisine ilişkin çok çeşitli yorum ve eleştirileri de beraberinde getirdi Toplumsal yaşama uyumlu insan, tarihsel süreç içerisinde ve buna paralel olarak uygarlıkların yanı sıra devletler de kurmuştur. Devlet gerçekliği, ezenlerin varlıklarının devamlılığı için ve aynı zamanda çoğunluk kesimleri kontrol altında tutabilmek amacıyla yaşamın her alanında kurumsallaşmıştır. Eğitim, sağlık, ekonomi gibi kurumların yanı sıra bir de hukuk eklenmesi kaçınılmaz kılınmıştır. Tüm bu kurumlar, insanın toplumsal bir yapıda huzur ve güven içinde, insani bir çerçevede yaşaması için adlandırılmışlardır. Ancak insanlık tarihinin evrelerinde devlet ve onu oluşturan kurumlar, insana hizmet ve gelecek var etme yerine, insanı kendine hizmetçi kılarak sömürgeci bir organa dönüşerek devam ede gelmiştir. İnsanın hak ve özgürlüklerini gasp edip, hukuksal haklarını yok sayan, insani olan bütün yaşamsallıkları manipüle eden kurumsallaşmış devletler insanlığa her yönüyle zararlı oldu. Kendi ilkel ve baskıcı yöntemlerini devam ettirebilmek için her türlü anlayışı ve uygulamayı kendi tebaasına reva görüp toplumsallığı ve sosyalleşmeyi felç eden, dolayısıyla toplumun temel taşı olan insanı etkisizleştirerek yaşam dışına atan mantaliteye ait sistemler, insanlık tarihinin yüz karasıdırlar. Bu kurulu düzenler, bireyin ve toplumun yaşamını sürekli tehdit eden gelişmelerdir. İnsani olan her şey; düşünce, kişilik, sevgi, inanç vb. istemler yok olmayla yüz yüze kalmıştır. Tüm bu tehdit ve tehlikeleri sezen insan doğal bir refleks olarak düşünsel ret ve toplumsal başkaldırıyı devreye sokmuştur. Aksiyonel boyutta bu düşünsel ret, kendini toplumsal başkaldırıya dönüştürüp başka dünya yaratma arayışına iter. İşte bu süreçte sömürgeci ve zalim devlet aygıtı, kendini yaşatabilmek için tüm

kurumlarını siyasi, askeri ve hukuk kurallarını -bunların başında da hukuk denilen yargı gelir” seferber eder. Bu kurumlar daha çok bozuk sistemleri suni olarak yaşatmaya yarayan araçlardır. Hukuk! Adından da anlaşılacağı gibi insan haklarını güvence altına almak için oluşturulan kurallar ve kanunlar bütünüdür. Fakat zalim sistemlerinde, hukuk; zalimane baskıları egemen kılan, meşrulaştıran, var olan sistemi yaşatmaya hizmet eden araçtır. Buna binaen hukuk kuralının temel taşlarından olan suç ve ceza olgusu da bu amaca hizmet temelinde oluşur. Ceza, toplumsal yaşamı düzenlemek için her türlü aykırılıkları düşünsellikte dâhil her türlü aykırılıkları susturmak için vardır. İşte bu cezanın indirilmiş hallerinden biri de cezaevi diğer adıyla hapishanelerdir. Cezaevlerinin ceza çektirmek maksadıyla ne zaman ve ne suretle kullanılmaya başladığı tam olarak tespit edilmese de, suçluyu alıkoymak amacıyla olduğu kadar, onun iyileştirici bir araç safsatasıyla ilk olarak 1556 Hollanda tarafından Amsterdam’da inşa edilen cezaeviyle başlamış olduğu bilinmektedir. Tutuklular burada çalıştırılarak ıslah edilmeye çalışılmış. Hollanda’nın bu konuda açtığı hayırsız çığır Avrupa ülkelerine yayıla gelmiştir. 1667 yılında Filipo

Franci adlı İtalyan rahip Floransa’da çocuklar için cezaevi inşa ederek tarihe geçmiştir. 1703 Papa II. Element bir kadın cezaevinin zorunluluğu ihtiyaç diyerek cezaevi inşa etmiştir. Birbirini izleyen bu cezaevleri inşasının ayrı bir rolü olarak 1772 yıllarında GANO cezaevi inşa edilmiş. Bu cezaevinin rolü, gece ayrılma, gündüz bir arada çalışma sisteminin ilk uygulanan yeri sayılır. Kuralları ise; çalışmayana yiyecek verilmez, tutuklular ahlaki kurallarına göre ayrıştırılır, mahkûmların birbirleriyle konuşmaları yasaktır. 1700-1800 yıllarında Avrupa ve o zamanlar kolonileşme döneminde olan Amerika’da tutuklulara insani muamele istemiyle reform hareketleri kendini göstermektedir. Dönemin reformistlerinden Johan Howar Avrupa’da ise William Penn hareketlerini görmek mümkün. Dönemin reformistlerinin tamamen kişisel etkinlikleri sayesinde ilk cezaevleri modelleri de çıkmaya başlar. ABD’de Walnut Street diye bilinen cezaevi, dünyanın sayılı cezaevlerinden olan Pensilvanya modelleri tarihte ilk cezaevleri olarak adlandırılabilinir. Günümüzün yüksek güvenlikli cezaevleri diye tabir ettikleri ise ilk olarak 1778’de ABD yapılmıştır. 1800 yıllarında Almanya, Fransa, İngiltere’de kullanılmıştır. Os-

manlı’da ise cezaevlerinin adlandırılmasını zindan olarak biliriz. Zindan; karanlık, havasız ve önemli kale kuleleri olarak kullanılır. Burada tutulan insanların gereksinimlerini ise iyilikseverler karşılar. Yani Osmanlı tutuklulara yiyecek vermez. İlk olarak Osmanlı’da 1831 yılında İstanbul Hapishanesi (Hapishane-i Umumi) adlandırmasıyla ilk cezaevi kurulmuş olur. 1858 yılında ise yürürlüğe giren yeni yasayla suçlar ve cezalar sınıflandırılır. Özgürlüğü bağlayıcı ceza olarak iki yöntem vardır: Bunlar kürek cezası ve kale bentliği adıyla verilen cezanın kale içinde çektiği cezadır. 1926’da çıkan( “TC”nin kurulmasıyla) TCK ile cezaevlerinin Adalet Bakanlığı’na bağlandığını görürüz. Günümüzün hücre tipi olarak adlandırdığımız cezaevlerinin kuruluş amacının rastgele olmadığını bilmekteyiz. Bu öncelikleri olan, düşünülmüş, bilinçli, sistematik bir politikanın sonuç alma uğraşıdır. Mazlumların baş belası emperyalist ABD tarafından II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası gladio politikasının cezaevlerine yansımasıdır. ABD ve CIA gözetiminde, tanınmış psikologlar ve beyin cerrahlarının katıldığı davranış değişikliği yöntemleri üzerinde yürütülen deneylerden varılan sonuçtur. Bu programı en katı yöntemlerle tutsaklar üzerinde uygulayan Al-


16-31 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü

manya, programın her bir maddesinin uygulayıcısı olmuştur. Mahkûmun kimliğini, kişiliğini yok edebilmenin idari ve psikolojik uygulamadan geçtiğini gösteren, insan düşmanlığı kokan bu maddelerden bazıları. 1- Tüm doğal ve gerçek önderler ayrı tutulmalı, 2-Beyin yıkama amacıyla uyum içinde de olmayan tüm grup ve etkinlikleri ayrı tutulmalı, 3-Zayıflıkları olanlar ve ihbarcılar ayrı tutulmalı, 4-Tutsakların kimseye güvenmemesi sağlanmalı, 5-Her türlü duygusal destek yok edilmeli, 6-Bulundukları ortam arkadaşlarına ve ailesine yazılması engellenmeli, 7-Karakter zayıflaması için teknikler uygulanmalı, aşağılama gibi yöntemlerle haysiyetiyle oynama, 8-Hakaret etme, suçluluk duygusu yaratma, 9-Uykusuz bırakma etkilenebilirliği sağlanmalı, 10-Sert cezaevi yöntemleriyle işkence yapma, 11-Görüşte sınırlandırmaya gitme, 12-Yazması ve okuması sınırlandırılmalı, Bu uygulamanın sonuçları ve tecridin kişilik üzerindeki etkileri: 1-İşitsel ve görsel bozukluklar halüsinasyonlar görme, 2-Viral enfeksiyon artısı, 3-Kulak çınlaması, 4-Sinirsel tipte ağırlık, 5-Görme ve işitme bozuklukları, 6-Tümce büyümelerinin artması, 7-Uyku ve konsantrasyon bozukluğu, 8-Ruhsal çöküntü ve ilişki kurma korkusu, 9-Düşünme yeteneğinin zayıflaması, 10-Yönelim olanağının yitimi, 11-Depresyon, 12-Kilo kaybı, 13-Organ dengelerinde bozulma, 14-Duyarlılık ve uyarı açlığı, Peki, bu kadar sonuçları var eden uygulamalara karşı geliştirilen açlık grevleri ve ölüm oruçlarının tarihselliğine ya da nasıl ortaya çıktığına kısaca bakacak olursak; Dünyada ilk açlık grev, tarihçilere göre Hıristiyanlık öncesi İrlanda’da bir günlük olarak gerçekleştirilmişti. Bu pratikte, haksızlığa uğrayan bir kişi sabaha kadar haksızlığı yapan kişinin kapısının önünde aç beklermiş, bu tutum ev sahibi açısından onur kırıcı olarak kabul görürmüş. Diğer yandan Hindistan’da açlık grevlerinin geçmişi çok eskilere dayanır. Burada da açlık grevi; kişinin aç kalarak adaletin yerine gelmesi için yaptığı bir eylem olarak görülür ve Hindistan kültüründe önemli yer tutar. İngiliz sömürge idaresi tarafında 1922-1930-1942 yıllarında dört kez tutuklanan Gandi her defasında açlık grevi eyleminde bulunmuştur. Gandi’nin yanı sıra birçok Hindistanlı da açlık grevinde bulundu. Açlık grevi sonucu ölen Jatin Das ve 116 gün açlık grevi yapan Bhagat Singh bunlar

arasında bulunur. 1952 yılında Hindistan’ın Andre eyaletinin ayrı bir idareye kavuşmasını isteyerek açlık grevine giren Potti Sreeramulu, eyleminin 58 gününde yaşamını yitirdi. Bu eylem idari olarak düzenlemeyi sağladı ve Sreeramulu bu eyleminden ötürü Andre eyaletinin kutsal kişisi olarak kabul görülmektedir. İngiliz cezaevlerinde ise 20 yy başlarında sıklıkla açlık grevi eylemleri görülür. Marion Dunlop, 1909 yılında kayıtlara geçen ilk eylemci olarak bilinir. İngiliz başbakanlık binasına taş attığı için cezaevine konulan Dunlop, açlık grevi sonrası serbest bırakılır. Aynı dönemlerde açlık grevi eylemcileri arasında cezaevleri idaresince zorla beslenilerek hayatlarını kaybeden tutsaklara rastlamamız mümkün. Mary Clarke, Jean Heavart, Katherina Fry bu tutsaklardandır. Bu eylem tarzının politik bir tutuma dönüşülürlüğü İrlandalı devrimcilerde ifadesini bulur. İrlanda tarihinde yer bulan açlık grevi, 1917 yılında ilk eylemci olan (IRA) bağımsızlıkçısı Thomas Ashe İngilizler tarafından zorla beslenerek öldürülür. Cork Belediye Başkanı Terence MacSeven Brixton açlık grevi eyleminde hayatını kaybeder. Açlık grevi eyleminde IRA üyesi olarak hayatını kaybeden ilk direnişçiler; Joe Murphy ve Michael Fitzgerald’dır. 1970 yıllarında çok sayıda IRA eylemcisi açlık grevleri eylemleri gerçekleştirdi. 1974 yılında Michael Gaughan adlı IRA eylemcisi de yine gardiyanlarca zorla beslenerek öldürülmüştür. 1976 yılında ise Frank Stagg adlı IRA eylemcisi de 62. gününde yaşamını yitirir. İrlanda tarihinde en büyük etkiye sahip eylem ise 1981 yılında gerçekleştirilen açlık grevi eylemi idi. İngiliz hükümetinin IRA üyelerine savaş esiri uygulamalarda bulunması üzerine açlık grevi eylemine giren on IRA üyesi hayatını kaybetti. IRA militanlarının verdiği mücadeleler sonucu, o yıl gerçekleştirilen seçimlerde Bobby Sands de milletvekili seçilmişti. Etki gücü de genişleyerek büyüyen açlık grevi eylemleri, ülkemiz hapishanelerinde de karşılık bulacaktı. Böylece ilk Ölüm Orucu eylemi olan Amed eylemine de ilham kaynağı olacaktı. Bu dönemlere denk olarak 1970 yılında iki RAF üyesi de Alman hapishanelerinde açlık grevi eylemiyle hayatını kaybedecekti. Yine Filistinli tutsakların da uzun süreli açlık grevi eylemleri İsrail hapishanelerinde iz bırakacak, tarihi direnişler halkasında önemli yer bulacaktı. Amed zindan direnişiyle, açlık grevi eylemleri, 80’ler sonrası ülke cezaevlerinin her alanında yayıla gelen eylem tarzı olarak devrimci tutsakların başvurduğu direniş biçimlerinin esası olur. Metris, Kabakoz, Alemdağ, Davutpaşa, Erzurum, Adana ile hapishanelere çevrilen ülkenin her alanından cezaevleri direnişleri yükselir. Amed Hapishanesi’nden sonra Sağmalcılar 1984 Ölüm Orucu direnişi ve 4 devrimci şehitle teslim alınamayan devrimci irade kazanır. Ama hapishaneler devlet tarafından teslim alın-

analiz haber ması gereken ilk devrimci mevziler olarak görülmüştür. Her kriz anında ilk saldırı odağı olarak görülmüş ama her defasında da devrimci iradenin kararlı direnişiyle karşılaşmıştır. Dönemsel yenilgiler alınmış olunsa da tarihsellikler içerisinde önemli yer tutan şehitlerimizle kazandığımız 1996 Ölüm Orucu direnişi de; 12 şehit, onlarca gazi vermiştir. Direniş ise her bakımdan kamuoyu tarafından ileri düzeyde kitlesel sahiplenmeyle, ideolojik, politik duruş açısından tarihimizde özel bir yerde durmaktadır. 1996 Direnişi katil Mehmet Ağar genelgesini geri püskürtmüştür. Ama aynı yıl Amed’de katillerce gerçekleştirilen saldırıda 10 devrimci katledilmişti. Yine aynı yıl Buca, Ümraniye saldırılarıyla 7 devrimci tutsak katledilmiştir. 1997 Ağustos genelgesiyle ile de F Tipi tabutluklarının inşası başlatılıp saldırı süreci hızlandırılmıştır. Faşist diktatörlük direnişler karşısında alınan yenilgilerle geri adım atsa da, stratejik hedeflerinden vazgeçmedi. Örneğin; 2000 Ölüm Orucu öncesi 1999 Ulucanlar Hapishanesi’nde 10 devrimci, komünist tutsak işkenceler eşliğinde otomatik silahlarla katledildi. Onlarcası da yaralandı. Bu dönemde bir yıl içinde iki üç hükümetin yıkılıp kurulduğu şartlar altında, hâkim sınıflar, siyasal iktidarsızlıkla çalkantılar içinde idi. Hükümetin sömürgeci politikaları uygulamada zorlandığı, savaş ekonomisine dayanamayıp, yolsuzluk ve soysuzluğun kuralsız sınırlarda pervasızca sürdürüldüğü; işsizlik, yoksulluk ve enflasyonun başını alıp gittiği koşullarda hapishanelere saldırmayacağı düşünülemezdi. Yine bu süreçte, infazlar, kayıplar, yığınla çalışma yasasının çıkarılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, Kürt ulusuna bugünü aratmayacak düzeyde katliamların uygulanması, JİTEM ve kontrgerillanın cirit atması, gazetelerin bombalanması, örtülü ödeneklerin kişisel hesaplara aktarılmasının deşifre olması, Susurluk’ta açığa çıkan mafya-polis-siyasetçi birlikteliği ile toplumsal sorunlara eklenen ekonomik programın hayata geçirilmesi gerçekliğinde kurulan ANAP-DSP-MHP koalisyon hükümetinin ilk icraatı faşist saldırı politikalarının hayata geçirilmesi idi. Bu alanlardan biri de hapishanelerdi. Sınıf mücadelesinin zorunlu duraklarından biri olan hapishaneler; devrim ve karşı devrimin çatışmasının en eşitsiz koşullarda ve en kes-

23

kin şartlarda sürdüğü alanlardan birisi olup, devrimci sınıf bilinçli tavır ile iradenin sınandığı bir mücadele siperidir. Bu siperdeki kararlılığın kırılması aynı zamanda toplumun da teslim alınmasında bir dönüm noktasıdır. Kuşkusuz bu tarihi direniş kendisine ilişkin çok çeşitli yorum ve eleştirileri de beraberinde getirdi. Ama direniş ülke sınırlarını aşarak dünyaya taşınan bir direniş örneği de oluverdi. Özellikle ideolojik, politik duruş ve özellikleri bakımından oldukça büyük tarihi zaferlere de imza atıldı. 19-22 Aralık direnişi ve hapishaneler saldırısı 28 tutsağın katledilmesiyle tamamlanmış olmadı. Etin kemiğe yapıştığı, günün haftalara, haftaların aylara, ayların mevsime, mevsimlerin yıllara evirilmesiyle, direniş; kararlıkla sürerek devrimci iradenin ideolojik-politik kazanımına eviriliyordu. Saldırı sonucu F Tiplerinde devrimcileri teslim alacağını sanan düşman yanıldı. F Tiplerinde politik teslimiyetin yaşanmaması düşmanı şaşırtıyordu. 19-22 Aralık’ı Kahramanlık Haftası adıyla anmamız bile direnişe yüklediğimiz anlamı göstermekte. Düşmanın planlı, organize gücüne, donanımına, kuvvetlerine ve araçlarına karşı çıplak bedenle direnen iradeyi güçlü kılan; sınıf mücadelesine bağlılık, yaşamsal ortaklık, yoldaşlık ve siper yoldaşlığına yüklediğimiz ideolojik donanımdır. “Öleceğiz ama asla teslim olmayacağız” sloganının pratikteki yaşanan karşılığı; 19-22 Aralık gecesi yakılan bedenler, kurşunlanan tenler ama teslim olmayan kararlı iradedir. Şehitlerin verildiği ve onlarca gazinin olduğu Ölüm Orucu Direnişi tarihsel değerdedir. Bu tarihi direnişi, Türkiye-Kuzey Kürdistan ve dünya devrimci mücadelesinde ideolojik olarak edindiği siyasi zaferi silmeye hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Evet, taktik açıdan yenilgiye uğramıştır. Direniş; zamanlama gerekse de talepler açısından haklı ve doğru yerdedir. Taktik yenilgimizi var eden nedenleri geçmişte kamuoyuna yaptığımız açıklamalarla ilan etmiştik. 19-22 Aralık Kahramanlık Haftası’nın tarihteki yerini, kararlı iradenin baş eğmezliğini, tarihten öğrenerek doğrularımızı büyütmeyi, yanılgı ve yenilgilerimizdeki zayıflıklarımıza karşı acımasız yaklaşarak ilerletiyoruz. 19-22 Aralık ve 2000 Ölüm Orucu şehitlerini saygıyla anıyoruz. Biz kazanacağız!


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Nejat Agirnasli hat oxirkirin: We mirovatî rizgar kir

Sûphî Nejat Agirnasli (Paramaz Kizilbaş) yê li Kobanê jiyana xwe ji dest da, ber bi rêwîtiya dawî hat oxirkirin. Di merasîmê de Bav Agirnasli ji şervanan re got: “We mirovatî rizgar kir.” Sûphî Nejat Agirnasli (Paramaz Kizilbaş) yê li Kobanê jiyana xwe ji dest da, ber bi rêwîtiya dawî hat oxirkirin. Di merasîmê de Bav Agirnasli ji şervanan re got: “We mirovatî rizgar kir.” Cenazeyê şoreşgerê enternasyonalîst û şervanê YPG'ê Suphî Nejat Agirnasli (Paramaz Kizilbaş) ku par di pêngava rizgarkirina Girê Miştenûr de jiyana xwe ji dest dabû û hefteyek berê malbata wî hatibû Kobanê û ew teşhîs kiribû, bi meşek û merasîmeke girseyî hate oxirkirin. Cenaze li Saziya Malbatên Şehîdan a Kobanê dihat sekinandin û di seatên nîvro de gelek kes hatin saziyê.

DAYIK Û BAVÊ PARAMAZ JÎ TEVLÎ BÛN

'PARAMAZ SEMBOLA BIRATIYA GELAN E'

Di nava wan de gelek nûnerên rêxistinên sivîl, Serokê Desteya Parastinê ya Kantona Kobanê Îsmet Şêx Hesen û hezaran kes, darbesta Agirnasli ya bi ala YPG’ê hatibû pêçan li wesayîta cenazeyê siwar kir û ber bi Goristana Şehîd Dîcle ve meşiyan. Şervanên Tabûra TÎKKO, MLKP’ê, Biryargeha Şoreşger, Tabura Enternasyonalîst a Kobanê û gelek kes beşdarî meşê bûn. Her wiha di meşê de alên MLKP’ê, YPG, YPJ’ê, wêneyên Rêberê Gelê Kurd Abdullah Ocalan û Agirnasli hatin rakirin. Di meşê de dayik Nûran Agirnasli û bav Hîkmet Acûn jî bi wêneyê kurê xwe meşiyan. Di rêya meşê de, esnafan dikanên xwe girt û tevlî meşê bûn, her wiha kesên derdor jî bi nîşaneya serketinê diketin rêzgirtinê. Di meşê de bê navber dirûşmeyên “Şehîd namirin”, “Namir e namir e şehîd Paramaz namir e” hatin berzkirin.

Piştî meşa bi seatan, li Goristana Şehîd Dîcle merasîma cenazeyê ya leşkerî hate lidarxistin. Di merasîmê de destpêkê Fermandara YPJ’ê Rengîn Rênas axivî û got: “Rêheval Paramaz sembola biratiya gelan e, sembola daxwaza pêkanîna şervantiya enternasyonalîstiyê ye.” Piştre li ser navê Biryargeha Şoreşger, Tabura Enternasyonalîst, TÎKKO, MLKP’ê her yekî axaftinek kirin û soza ji bo hêvî, armanc û xeyala Paramaz bi cih bînin wê têkoşîn û şoreşgeriya enternosyalîstî bilindtir bikin, dan.

BAV ACÛN: EZ DILÊ NEJAT DATÎNIM SER DILÊN WE Piştre ji hêla Saziya Malbatên Şehîdan a Kobanê ve wesîqeya malbata şehîdan dane dayik û bavê Paramaz. Di merasîmê de bav Hîkmet Acûn, berê xwe dan şervanan û wiha axivî: “Hey şervanên bi rûmet, Kobanê deriyê avakirina rûmeta

dîrokê ye, baş e ku hûn ketin deriyê dîroka rûmetê, baş e we Kobanê, vê axa pîroz azad kir. Ez dilê Nejat datînim ser dilên we. Nejat ji bo bibe qîrînek, ji bo bibe hêviyek hat Kobanê. We deriyê Rojava ji me re vekir, we me qebûl kir, Rojava mala me ye, em êdî yên Rojava ne, em in paşeroj, em in mirovahî, we mirovahiyê rizgar kir.”

‘EZ PARAMAZ EMANETÎ WE DIKIM’ Piştre dayik Nûran Agirnasli jî ku pir histiyar bû, wiha got: “Paramaz, her tim rêyek wiha dixwest. Ew gihişt xwesteka xwe. Ez Paramaz emanetî we dikim. Hûn her hebin.” Piştre dayik Nûran Agirnasli, sirûda “Rabe êdî ji xewê êdî rab e” got. Pişti axaftinan cenazeya Agirnasli, bi stranên şoreşgerî û bi dirûşmeya “Şehîd namirin” hate defnkirin. Dema merasîm bi dawî bû, dayik û bavê Agirnasli, ji axa li ser gora kurê xwe hildan û bi xwe re birin. Xweder: ANF


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.