16-31 Aralık 2014

Page 1

Partinin yönelimini kavramak ertelenemez görevdir!

sf 12-13

Zorunlu din dersleri kabul edilemez! Alevi, Hıristiyan, Yahudi vd tüm ezilen inanç gruplarına yönelik baskılara tam hak eşitliğiyle meydan okuyan, hiçbir dile, millete, inanca, mezhebe özel imtiyazı kabul etmeyen Maoist Komünistler, özgül programlarla ezilen inanç kesimlerinin Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı meşru demokratik taleplerini destekler, dine inanan ve inanmayanların özgürlüğünü savunur. sf 18

Halkın Günlüğü

16-31 Aralık 2014 Yıl: 4 Sayı: 93 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.com

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Dalaşta sıra basın etabında f GÜNCEL

14-15

Katliamın adı: Faşist T.C.

AKP ile Gülen Cemaati arasında yaşanan dalaş ve kapışma basit bir anlaşmazlık değil, köklü bir çıkar çatışmasıdır. Genel seçimlere yönelik Cemaatin etkisini kırmaya yönelik bir adım olarak algılanabilecek 14 Aralık operasyonu, Cemaatin basındaki ayağı olan Zaman Gazetesi ile Samanyolu TV’ye yapılan baskınlar ve gözaltılarla gündeme geldi. Cemaat tarafından yapılan açıklamalarla iyice gündeme oturan bu çatışmada, AKP ya da Cemaatin yanında yer almak gibi bir tercihte bulunmamız doğru olmaz.

Yayın yasağı durduruldu

Maraş’ta yüzlerce Alevi’yi katleden, Roboskî’de 34 Kürt köylüsünü bombalayıp, 19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı’nda 28 komünist ve devrimciyi katleden faşist Türk devleti, kuruluşundan bugüne katliamcı geleneğini devam ettirmektedir. Meclise gönderilen “İç Güvenlik Yasa Paketi”yle halkın sokaklarda faşizme karşı

02

Hedefimiz; örgütlü bir sanat cephesi

20

büyüyen öfkesini çeşitli baskı yöntemleriyle etkisiz hale getirmeye çalışan devlet, yeni katliamlara hazırlanmaktadır. Faşist Türk devletinin gerçekleştirdiği katliamlarla, yeni çıkarmaya çalıştığı “İç Güvenlik Yasası”na karşı sokakları direniş alanına çevirerek yanıt olmak bugünkü en önemli devrimci görevdir.

Bazı parametreler üzerinden 2014 yılı

22


02 Yayın yasağı durduruldu güncel haber

Hapishanelerde uygulanan yayın yasağına karşı çeşitli eylemler örgütleyen aralarında gazetemiz emekçilerinin de olduğu devrimci, yurtsever ve sosyalist basın emekçileri, hapishanelerde yayın yasağının geri çekildiğinin belirtilmesine karşın 10 Kasım 2014 tarihli emrin geri çekilmesini talep etti Devletin hapishanelere yönelik geliştirdiği baskılara her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Bu saldırılara bir de yayın yasağı eklenmişti. Devrimci, yurtsever ve sosyalist basının hapishanelere alımının engellenmesine yönelik yeni bir genelge uygulamaya konulmuştu. Uygulamanın ilk adresi Sincan F Tipi Kadın Kapalı Hapishanesi oldu. Kendilerine gelen gaze-

telerin verilmemesi üzerine tutsakların ısrarlı soruları karşısında hapishane idaresi, yürürlüğe konulan Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü 10 Kasım 2014 tarihli 172740 sayılı emri hakkında açıklama yapmak zorunda kaldı. Açıklama 10 Kasım 2014 tarihli 172740 sayılı genelge uyarınca, dağıtım şirketleri aracılığıyla dağıtılan süreli yayınların dışındaki gazetelerin hapishanelere alınmaması yönündeydi. Bu uygulamaya karşı devrimci, yurtsever ve sosyalist basın emekçileri bir araya gelerek çeşitli tepkiler örgütledi. Ortaya çıkan tepkiler sadece sosyalist basın emekçilerinin tepkisiyle sınırlı kalmadı. Başta İnsan Hakları Derneği ve birçok devrimci demokrat kitle örgütü, bu anti demokratik uygulamaya karşı sesini yükseltti. Gerek hapishanelerde tutulan devrimci tutsaklar tarafından gerekse dışardaki duyarlı kamuoyunun

16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

ortaya koyduğu tepkiler ve HDP'nin mecliste yayın yasağına ilişkin soru önergesi vermesinin ardından, yayın yasağının kaldırıldığına dair tutsaklar bilgilendirildi.

Tutsaklardan yayın yasağının kaldırılması kararına ilişkin başvuru Fakat genelgenin uygulamadan kaldırıldığına dair şu anda verilmiş karar yok. Devrimci tutsakların yayın yasağının kaldırılması için ilgili makamlara yaptığı başvurular mevcuttur. Konuya ilişkin olarak ETHA’ya konuşan Ezilenlerin Hukuk Bürosu avukatlarından Gülhan Kaya, “Tutsak müvekkillerimiz aracılığıyla bize ulaşan bu bilgiye göre bu hafta yollanan postalarla, götürülen yayınların ulaşıp ulaşmayacağına bakacağız. Yayınların yeniden verilmemesi halinde tutsak müvekkillerimizle birlikte hapishane idarelerinin yasa dışı keyfi işlemleri karşısında suç duyurusunda bulunacağız” dedi. Demokratik kamuoyunun verdiği tepkiyle yayın yasağı uygulamasının geri çekildiğinin altını çizen Avukat Kaya, “Bu emir şimdilik uygulamadan çekilmektedir. Oysaki yasa dışı bu emrin tamamen kaldırılması gerekmektedir. Bunun için de hukuki sürecin takipçisi olmaya devam edeceğiz” diye konuştu.

Eylem anında yayın yasağının kaldırıldığı duyuruldu Aralarında gazetemiz emekçilerinin de olduğu Atılım, Barikat, Demokratik Modernite, Halkın Sesi, Kaldıraç, Kızıl Bayrak, Meydan, Mücadele Birliği, Özgür Gelecek, Özgür Halk, Proleter Devrimci Duruş, Siyaset, Türkiye Gerçeği, Yarın, İşçi

Meclisi emekçileri yayın yasağına karşı 12 Aralık günü üçüncü defa Bakırköy Kadın Hapishanesi önünde eylem yaptı. Yasağın geri çekildiği bilgisi verilen eylemde, bunda yasağa tepki gösterilmesinin etkili olduğu, yeni yasak ve engellemelere karşı takipte olunacağı ifade edildi.

‘19 Aralık direnişi ruhuyla direneceğiz’ “Basına Sansür Tutsaklara Tecrit Yayın Yasağına Son” pankartının açılarak tutsaklara uygulanan yasak protesto edildi. Yapılan basın açıklamasında, 19-22 Aralık Direnişinin yıl dönümünün arifesinde olunduğu, bu direnişin hakim sınıflara neyi hatırlatıyorsa bugün de imha politikalarına karşı aynı şekilde direnişle karşılık verileceğine vurgu yapılarak şu ifadelere yer verildi: “Bakırköy, Kırıkkale, Tekirdağ, Kandıra ve Sincan Kadın Kapalı Hapishanesi olmak üzere birçok hapishane yönetimiyle yapılan görüşmeler sonucunda, yayınların içeriye tekrar alınabileceği söylendi. Tüm bu gelişmeler hem tutsakların hem de bizlerin verdiği mücadeleyle mümkün olmuştur. Ancak şunu da biliyoruz ki, söz konusu zihniyet ve bunun somutlandığı 10 Kasım 2014 tarihli emir geri çekilmemiştir. O yüzden bir gözümüz hala burada, Adalet Bakanlığı ve hapishanelerdeki uygulamalar üzerindedir. Devrimcileri bedenen tutsak eden devlet bu yasayla düşünceleri kuşatmaya çalışsa da bugün içeride ve dışarıdaki direnişlerle devletin bu kuşatma saldırısı parçalanmaktadır.”


güncel haber

16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

SINIF TAVRI

03

≫ ismail uçar

KOLEKTİF CANLI BİR ORGANİZMA OLARAK NİTELİKLİ PARTİ VE ÖNDERLİK İLİŞKİSİ

K

omünist partisi ile önderlik ilişkisi üzerine Uluslararası Komünist Hareket(UKH) ve onun bir parçası olarak Türkiye- Kuzey Kürdistan komünist hareketi bugüne kadar oldukça kapsamlı çizgi tartışmaları gerçekleştirmiştir. Bu nokta komünizme kadar da tartışılacaktır. Zira sınıf farklılıkları- çelişkileri ve tabii ki kavrayışta eşitsizlikler sürgit devam etmektedir. Bu düzlemde içerisinden geçtiğimiz nesnel ve somut gerçeklik koşullarında ulaştığımız seviye olarak kolektif önderliği savunmakta ve bunun da ancak stratejik temelde ele alınmasıyla komünist hareket saflarında önderlik görevinin yerine getirilebileceğine inanmaktayız. Ancak her ne kadar kolektif önderlikleri teoride savunuyor görünse de ne yazık ki bireysel önderlik ve bu eksende çalışma tarzında ısrar edenler de az değildir. Bu durumun kuşkusuz ki bir ayağını ideolojik ve siyasi gerilikler oluştururken, diğer ayağını ise benmerkezci anlayış ve bir türlü bireycilikten kopamamama durumları oluşturmaktadır. Maoist Partinin 3. Kongresi stratejik bir araç olarak kolektif önderlik anlayışını daha da ileri götürerek sekreterlik sistemini kaldırarak ve sürekli aynı bireylerden oluşan önderlik kurumu yerine uygun örgütsel düzeyleri de gözetip, dönüşümlü koordinatörlük sistemini kabul ederek kavrayışındaki ilerleyişi sürdürmüştür. Nitekim kolektif klasik önderlik kurumlarının da günden güne mücadeleyi ileriye taşıyacak görev ve sorumlukları yeterince yerine getirmekten uzaklaşarak zamanla gelişmenin önünde engel teşkil ettiği de UKH ve Türkiye- Kuzey Kürdistan komünist hareketi tarihinde görülmektedir. Çünkü sürekli olarak önderlik kurumunu geliştireceği yerde onu daraltarak özel imtiyazlı statülere dönüştürme durumunu öne çıkarma eğilimleri geliştirilmektedir. Yine kolektif örgütsel önderlik mekanizmasını kendileriyle aynı hukuka yani bir partili olarak farklı statüye sahip olmayanlara doğru daha fazla genişletileceği yerde aksine daha da daraltmanın pratik politikaları gerçekleştirilmektedir. Ve tabii ki merkezi olarak seçilen kolektif önderlik kurumu içerisinde kolektif işleyiş ve disiplini oturtmak yerine benmerkezci ve keyfiyetçi çalışma tarzıyla doğru düzgün işlemeyen bir önderlik kurumuna dönüştürülmektedir. Oysa bütün bunlar sadece ve sadece bireyleri öne çıkaran ancak kolektifi geliştirmeyen, ben ne dersem o olur- olacak anlayış ve çizgisiyle hiç de canlı bir organizma olan kolektif mekanizmayı işletmeyerek kıymeti kendinden menkul somut- nesnel gerçekliği gösteren durumlardır ki bu nesnel gerçeklik hiç de benimsenecek ve kabul edilecek bir gelişme

değildir. Bütün bu ve buna benzer olumsuzlukların gelişmesi sözüm ona bir de kolektif önderlik adına yapılmaktadır ki bu yönelim vehamete körükle giderek yangını daha da alevlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Bir de “kurtarıcılar’’ şeklinde ortaya düşüp canlı kolektif önderlik işleyişini bir kenara atarak bireysel olarak dağınık, parçacı, kendi bildiğini okuyan, keyfiyetçi ve kendiliğindenci çalışma tarzını kolektife dayatarak görev ve sorumlulukları doğru bir disiplin ve işleyiş temelinde zamanında yapılmasına engel teşkil edenler söz konusudur ki ideolojik mücadelede en fazla bu tür anlayış ve pratik geliştirenlere yönelmesi gerekmektedir. Böylesi gerçekliğe sahip olanlar kendi bildiğini okumaktan geri durmamaktadır. Kendi subjektif niyetine göre kolektif mekanizmayı tasavvur ederek istediği gibi hareket ederken yazık ki kolektifin bileşenlerine yönelik görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyerek ne kadar da bencil olduklarını ortaya sermektedirler. Hatta o kadar ileri gidilmektedir ki görev ve sorumluluk alanına girmeyen meselelerde de sanki görevliymiş gibi hareket ederken sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi yaklaşım sergileyerek “bakın ben istediğimi, istediğim şekilde yaparım’’ dercesine süreci geçiştirmekten de geri durmamaktadırlar. Böylelerinin komünist hareket içerisinde ciddi eğitime ihtiyaçları olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Zira hareketin kolektif gelişmesine önemli zararlar verdiği ve görevlerin zamanında yerine getirilmeyerek kolektifi ve faaliyetleri sürekli erteleyerek adeta işleri gereksizleştirdiği de bir o kadar gerçektir. Evet her aktivist kendi çalışma alanında bir önder olmalıdır derken kendi başına buyruk ve her istediğini kolektifin dışında gerçekleştirme olarak anlaşılmamalıdır. Kendisiyle aynı örgütsel düzeydeki yoldaşlarıyla kolektif düşünen- kararlar alangörevler yüklenen ve yerine getiren- değerlendiren olarak tasavvur etmelidir. Yoksa bireysel düşün- kararlar al- görevler yüklen- yerine getirmeye çalış- bireysel değerlendir vs. Böyle bir şey olabilir mi? Tabii ki hayır, olamaz. Bu noktada özellikle Maoist Partinin 2. Kongresi’nde başkanlık sistemi ve daimi komitenin reddedilmesinin yerindeliği ve bilimsel gerekçeleri doğru anlaşılmalı ve kavranmalıdır. Fakat onlarca- yüzlerce pratik tecrübeler karşısında hala bu yanlış hususlarda ısrar etmelerin olduğunu da ne yazık ki kabul etmek durumundayız. Çünkü hala sınıflar var, kavrayışta eşitsizlikler var, bencil- benmerkezci ve bireyci çalışmada ısrar edenler var... O halde buna karşı ideolojik mücadeleye de durmaksızın devam etmek zorunda olduğumuzu, ideolojik temelde oportünist uzlaşmalara girmeden yeterince bilince

çıkarmalıyız. Doğru yanlış mücadelesi elbette canlı ve kolektif önderlik kurumları içerisinde de sürekli olmalıdır fakat onu işlevsizleştiren ve gereksizleştirerek kendi başına buyruk anlayış ve çizgilere karşı da oportünist eğilimler göstererek uzlaşma yoluna gidilmemelidir. Komünist parti bilinci ve nitelikli partileşmenin önemini yeterince kavrayamayanlar, bütün bunlara karşı da yüzeysel yaklaşır ve eğrelti yaşarlar. Bunun için örgütlenme, içi boş, keyfiyetçi ve kendiliğindenci olmamalıdır. Evet yeterli sorumluluk ve ciddiyetle yaklaşmalıyız. Türkiye- Kuzey Kürdistan’da 42 yıllık Maoist Hareketin doğru ve yanlışları, başarı ve başarısızlıklarıyla önemli ve yeterince tecrübe ve birikime sahip olduğunu vurgulayalım. Yaşam ve çalışma tarzımızı, yöntem(metod)lerimizi sürekli geliştiremezsek objektif dünya ve ülke koşullarına cevap olacak başarıyı da yakalayamayız. Asla unutulmamalıdır ki devrimci ve komünistliğin yürüttüğümüz mücadelede objektif koşullar ve somut nesnel gerçeklikler karşısında yeterince cevap olacak çizgi ve pratik politkalarımızla yakalanacaktır. Bu bağlamda nitelikli partileşme her şeyden önce gelmektedir. Nitelikli parti ve örgütlenme ise sadece beyan düzeyinde ortaya koyduklarımızla hayat bulmamakta aksine bizzat yaşamın her alanına yönelik somut pratik politikalar gerçekleştirerek ete kemiğe bürünmektedir, bürünecektir. Bu bilinçle her aktivist kendi çalışma alanında birer önder olurken, aynı zamanda iyi bir örgüt savaşçısı da olmak zorundadır. Bir kere parçacı ve benmerkezci yaklaşım ve pratiklerden kurtulmalıyız. Partinin demokratik merkeziyetçilik temelindeki örgütsel işleyiş ve disiplinine göre bir görev ve sorumluluk icra etmek durumundayız. Parti genelini ve yukarıdan aşağıya merkezi örgütlenmelerini hiç dikkate almadan bireyci, parçacı, dar kısımcı ve bölgeci yaklaşımlarla esasta bir sonuç alamayacağımızı anlamak zorundayız. Aynı şekilde geneli- bütünü ele alıp parçayı dikkate almadan da esas olarak yeterli bir sonuç alamayacağımız da doğrudur. O halde merkezileşmiş irade ve eylem birlikleri karşısında görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Zira bu durum asla her bir parça ve yereldeki özgülü inkar etmemekte aksine dikkate alarak merkezileşmiş bir iradeyi de temsil etmektedir. Bir düşünelim MKP’siz bir HKO ve PHG düşünülebilir ya da tasavvur edilebilir mi? Eskiden olsa parçayı esas alır ve böyle düşünür, hatta partinin de önüne geçirirdik. Örgütsel işleyiş ve disiplin gırla gitmekte ve her bir parça kendini merkez yerine koyarak hareket etmekte hiçbir sakınca görmeyen dönemlerde yaşadık. Doğru yanlış temelinde ideolojik mücadele yerine

basit ve kısır didişmelerin esiri ve basit savaşçıları olarak nitelikli parti ve örgütlenme ölçütlerini günden güne aşağılara çektik ya da seviyeyi düşürdük. Bırakalım o anlardaki ölçütleri günden güne sürekli olarak nitelikli parti ve örgütlenme ölçütlerini geliştiremediğimiz için başarısızlıklar atbaşı gelişme gösterdi. Bu düzlemde bir komünist partilinin bencil ve bireyci temelde basit yaşayamayacağı, küçük başarılarla yetinemeyeceği, yanlışlarla yanyana yaşayıp geçinip gidemeyeceği ya da bu şekilde onu geçim kaynağı haline getiremeyeceği, basit yaşama göz dikemeyeceği, evcilleşemeyeceği artık anlaşılmalıdır. Profesyonelleşme de bunun için gerekli ve zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır. Yoksa herkes ekonomik, demokratik, mesleki ve akademik yanlarıyla evcilleşmiş yerleşik bireyler olmaktan kendini kurtaramaz. Bu eksende başta parti öncülüğünün doğru yere oturtulması zorunludur. Doğru ve nitelikli bir parti öncülüğü ve parti olmadan hedeflere ulaşamayacağımız kesindir. Bundan dolayı nitelikli parti ve örgüt, partililik, parti önderliği ve kadrosu, parti bilinci önemsiz ve gereksizleştirilerek başarıya ulaşamazsınız. Zaten bugüne kadar sınıf mücadelesinde yeterince ya da esasta başarılı olamamışsak bu durumun temelden payının olduğunu görebiliriz. O halde meselelere sorumlu ve ciddiyetle yaklaşılması gerekmektedir. Bir kere altını çizerek vurgulamak isteriz ki nitelikli parti ve örgütlenme, parti bilinci ve sorumluluk düzeyi yüksek parti önderliği ve kadrolarıyla ancak mümkündür. Demek ki bir parti önderliği ve kadrosu, değerlerin üzerine konan değil, değerler yaratan ve geliştiren bir niteliğe sahip olmalıdır. Parti ve önderlik ilişkisi babında nitelikli bir parti ve örgüt haline gelmek için önce nitelikli bir önder ve kadro ölçülerini yüksek tutmalıyız. Nitelikli bir parti, partili ve örgüt bilinci, önder, kadro ve bu temelde kendinde bir temsiliyet olmazsa geçmiş süreçlerde olduğu gibi daha fazla tarumar olmaktan kendimizi kurtaramayacağımız kesindir. Çünkü bütün bunların olmadığı ya da yaratılamadığı yerde yozlaşma, bozulma, evcilleşme, kendiliğindencilik ve keyfiyetçilik, oportünist uzlaşma ve ittifaklar, eleştiri karşısında misillemecilik, başarısızlıklar ve en nihayetinde kaybetme- yenilgi(ler) olmaktadır. Nitelikli bir komünist parti ve önderlik ilişkisi doğru kurulmalı ve yaşamsallaştırılmalıdır. Bunun için düşünce yöntemi ve çalışma tarzımızı sürekli düzelterek Sosyalist Halk Savaşı’na hizmet etmeliyiz.


04

güncel haber

16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

DHF-ADHK-ADKH-ADGH ve Sosyalist Belediyeler Amed’de ADHK-ADKH-ADGH-DHF ve DHF’li Sosyalist Belediyelerden oluşan heyet 5 Aralık’ta Amed’e ulaşarak önce Amed Belediye Başkanı Gültan Kışanak’la görüştü. Ardından Êzidi kamplarını ziyaret eden heyet, dayanışma için yürütmüş olduğu maddi kampanyanın sonuçlarını bölgeye ulaştırdı IŞİD’in Şengal ve Kobanê’ye yönelik saldırılarından kaçarak Kuzey Kürdistan’a geçen halkların kamplardaki durumlarını ve ihtiyaçlarını yerinde gözlemlemek ve yürütmüş olduğu maddi kampanyanın sonuçlarını ulaştırmak üzere ADHK-ADKH-ADGHDHF temsilcileri ve Ovacık ve Mazgirt Belediyelerinden oluşan heyet, 5 Aralık’ta Elazığ’da bir araya gelerek Amed’e hareket etti. İlk olarak Eğitim-Sen Diyarbakır Şubesi’ni ziyaret eden heyet, burada şube yönetim kuruluyla genel gelişmelere dair bir görüşme yaptı. Ardından Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak’la görüşen ADHK ve DHF temsilcileri ve Ovacık Belediye Başkanı Fatih Maçoğlu, emperyalistlerin özellikle Ortadoğu üzerindeki paylaşım planlamaları doğrultusunda yürüttüğü sürecin andaki bir sonucu olarak, özelde Kürt halkına ve onların Rojava’daki kazanımlarına karşı ortaya sürülen IŞİD gerçekliğinin ve Kürt halkının Kobanê’deki muazzam direnişinin kendileri açısından anlamına vurgu yaptı. Tarafını ezilenlerden yana koyan bütün dinamiklerin olması gerektiği gibi kendilerini de bu sürecin dışında ya da destekçisi pozisyonunda değil, bilfiil parçası olarak gördüklerini ifade eden Maçoğlu, bir süredir bunu yapabildikleri ölçüde çeşitli şekillerde yerine getirmeye çabaladıklarını, bundan sonraki süreçte de yereldeki örgütsel güçleriyle birlikte sürecin uzun vadeli öznesi olarak bunun devamını sağlamaya çalışacaklarını belirtti. Kobanê ve Şengal konusu üzerine Avrupa ve Türkiye- Kuzey Kürdistan’daki kurumlarla ortak yürütülen bu kampanyanın sadece mütevazi bir maddi destek çerçevesinde ele alınmadığını, bu ziyaretle birlikte esas olarak yapılmak istenenin kendi görev ve sorumlulukları bağlamında hukuksal, sosyal, politik vb. anlamda yapılan planlamanın diğer kurumlarla ortaklaştırılmasının ayrıntılarına dair fikir alışverişinde bulunuldu. Gültan Kışanak ise devrimci hareketin bu süreçte gösterdiği dayanışma reflekslerinin Kürt halkı ve kendileri açısından olumlu olduğunu ifade ederek, DHF ve ADHK’nın bu süreçteki anlayış ve konumlanışlarının anlamlı olduğuna belirterek bundan sonraki süreçte göstere-

cekleri pratiklerin önemine değindi. Görüşme sonrasında, daha önce yerel örgütlenmeler üzerinden yapılan çalışmalarla geliştirilen ilişkiler ve belirlenen ihtiyaçlar doğrultusunda, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin de desteğiyle Amed’de geniş bir alana kurulan 3.800 kişinin kaldığı Êzidi kampını ziyaret eden heyet, Êzidilerin barınma, gıda, sağlık, psikolojik, güvenlik, eğitim gibi konularda ihtiyaç ve sorunlarına dair gözlemlerde bulundu. Amed'de bulunan Êzidi kampına yönelik planlanan programın 2. günündeki pratik çalışmalar, DHF Amed örgütlülüğüyle birlikte kolektif olarak sürdürüldü. Daha önce belirlenen ihtiyaçları gün içinde kamp komitesine ulaştıran heyet, IŞİD katliamından sağ kurtulmayı başaran Şengalli Êzidilerin yaşadıklarına ve kamptaki durumlarına dair, kampta bulunanlarla yaptığı görüşmelere röportajlarla devam etti. Kuzey Kürdistan'a kaçarak bu tür kamplara yerleşen Êzidiler, katliam sırasında ve kaçış esnasında neler yaşadıklarını, IŞİD'in elinden nasıl kurtulduklarını anlattı. Êzidiler, esir alınan kadın ve çocuklara dair bilgileri aktarırken, şu anda hala Şengal Dağı'nda bulunan Êzidilere dair tanıklıklarını anlatarak kendilerinin, yaşadıkları bu vahşet ve katliamın üzerlerinde yarattığı travmadan ve korkudan dolayı bir daha Şengal'e dönmek istemediklerini ifade etti.

Devlet yardım malzemelerini Êzidilere vermiyor Yerel Yönetimler Komisyonu bünyesinde Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve BDP ilçe belediyelerinin organize ettiği Kamp Komitesi Gönüllüleri, Amed'deki Êzidi kampında kalan 3.800 Êzidinin barınmadan gıdaya, sağlıktan güvenliğe ve psikolojik des-

teğe kadar ihtiyaçlarının çok çeşitli ve zorlu olduğunu, buna karşın maddi ve insan kaynağı bakımından kısıtlı olanaklarıyla bu ihtiyaçların devrimci, demokratik kurum ve duyarlı kişiler tarafından gelen desteklerle mümkün olduğunca karşılanmaya çalışıldığını ancak bu haksız savaş ortamına bağlı olarak sürecin belirsizliğinden ötürü endişeli olduklarını belirtti. Yaklaşan zorlu kış koşullarında bu sürecin daha zorlayıcı olduğunu söyleyen gönüllüler, AB'nin Türkiye'ye bunun için 50 milyon Euro'yu ayırdığını, devlete şu ana kadar 20 milyonunun teslim edildiğini ancak devletin ve AFAD'ın bu anlamda, yalnızca günlük olarak kampta kaç kişinin kaldığını sormalarının dışında hiçbir destekte bulunmadığını, Amed'deki AFAD depolarında bulunan yaklaşık 1000 barınma konteynırının dahi bütün girişimlerine karşın kendilerine verilmediğini söyledi. Kampta kalanların sağlık sorunları daha çok gönüllü doktorlar ve öğretmenlerin desteğiyle kamp alanındaki kurulan hastane üzerinden giderilmeye çalışılıyor. PDR (Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) öğrencilerinden oluşan gruplar dönüşümlü olarak pazar günleri hariç haftanın 6 günü çocuklara yönelik hazırladığı grup çalışmaları ve çeşitli programlarla halkın yaşadığı travmayı atlatmasına yardımcı oluyor.

Kampta gönüllü doktorlar çalışıyor Bir sonraki gün, Suruç ve diğer yerlerdeki kamplara nazaran yardım ve desteklerin kısıtlı olduğu yerlerden biri olan Amed'in Silvan ilçesindeki evlere yerleştirilen Kobanêlileri ziyaret eden heyet, ilk olarak komite içinde bulunan DHF örgütlülüğüyle birlikte Silvan Komitesi’yle ilçede bulunanların durumlarına dair ayrıntılar üzerine görüşme-

ler yaparak, görüş alışverişinde bulundu. Kobanêlilere evlerini açarak önemli bir destekte bulunan Silvan ilçesine 2,5 aydan itibaren gelen Kobanêlilerin sayısı şu an itibarıyla 700-720 kişi. İhtiyaç ve sorunların uzun süreli olması nedeniyle çözüm yöntemlerinin de uzun vadeli ve kalıcı olmasına dikkat ederek planlamalarına başlayan belediye, Eğitim-Sen, SES ve DİVİS gibi kurumlardan ve gönüllülerden oluşan Silvan Komitesi, evlerde kalanların çadır kampında kalanlara nazaran barınma bakımından durumlarının iyi olduğunu ancak yaşanan diğer sıkıntıların aynı olduğunu belirtti. Gıda ihtiyacı, gelen desteklerin toplandığı gıda bankası üzerinde çözülüyor, sağlık sorunları ise gönüllü doktor, hemşire ve sağlıkçıların belli periyodlarla yaptığı genel sağlık taraması şeklinde çözülmeye çalışılıyor. Silvan'da meslek alanlarıyla ilgili Kobanê'de yaptıkları çalışmaya devam eden yaklaşık 100 kişi bulunuyor. Burada da yapılan görüşmeler ve röportajlarda eşi, çocuğu ve kardeşi DAİŞ'in elinde rehin tutulduğu sırada katledilen ve halen rehin durumda olan kişilerin yakınlarıyla görüşüldü. Yine rehin tutuldukları halde kaçmayı başaranlar da, kimlik bilgileri ve görüntülerinin gizli tutulması kaydıyla yaşadıklarını anlattı.

Heyet Amed’den ayrıldı Daha önce Suruç merkez ve köylerine giderek halkla görüşen kurumlar, bu kampanya çalışmasıyla birlikte Avrupa ve Türkiye-Kuzey Kürdistan'daki kurumlarla ortaklaştırarak devam ettirdi. ADHK-ADKHADGH-DHF-Sosyalist Belediyeler heyeti Amed'den ayrılırken, kampanyanın bundan sonra da devam edeceğini ve önümüzdeki süreçlerde Avrupa'daki, ülkedeki ve Kuzey Kürdistan'daki yerel kurumları üzerinden çalışmalarına devam edeceği ifade edildi. Kobanê ve Şengal’deki katliamların gerisinde bulunan emperyalist devletlerle T.C devletinin gerçek yüzünün teşhir edilerek meşru mücadele zemininde çalışmaların yürütüleceği kaydedildi. Uzun vadeli çözümler üzerine çalışmaların, politik, sosyal, hukuksal ve ekonomik anlamda sürdürüleceği açıklandı. Kuzey Kürdistan'a yerleşen Şengal ve Kobanêlilerin durumlarına genel olarak bakıldığında, DAİŞ üyelerinin katliamlarının emperyalist devletlerle birlikte ortağı olan faşist Türk devleti, katliamdan kurtularak ülke sınırlarına yerleşen halkı 'misafir' olarak gördüğünü söyleyerek yaşanan katliamı ve kurtulanların durumlarını yok sayıp sorumluluğu üzerinden atıyor. Bu kişilerin faşist Türk devleti tarafından hukuksal anlamda mülteci olarak görülmemesinden dolayı hiçbir statüsü bulunmuyor ve bu durum halkın yaşadığı sorunların zaman geçtikçe artmasına neden oluyor.


16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

05

MLKP savaşçısı Sibel Bulut Kobanê’de şehit düştü MLKP savaşçısı Eylem Deniz/ Sarya Özgür kod isimli Sibel Bulut, 12 Aralık’ta Kobanê’nin Güney cephesinde bir eylem sırasında şehit düştü

Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP) üyesi Sarya Özgür/Eylem Deniz kod isimli Sibel Bulut, IŞİD’e karşı verilen Kobanê savunması sırasında 12 Aralık’ta Güney cephesinde şehit düştü. MLKP konuyla ilgili yaptığı açıklamada 16 Ekim 2014’ten beri Kobanê cephesinde bulunan Bulut’un bir eylem sırasında ölümsüzleştiğini belirterek şu ifadelere yer verdi: “Sarya yoldaşa ve tüm şehitlerimize layık olarak devrim yangınını bölgemizin ve dünyanın dört bir yanına taşımak onur görevimiz ve sözümüzdür. Ne pahasına olursa olsun bu sözü tutacağız. Başta komünist kadınlar olmak üzere, özgürlükten ve onurdan yana olan tüm kadınları Sarya yoldaşın çağrısına yanıt vererek, Kobanê’nin zafer yürüyüşüne katılmaya çağırıyoruz. Halklarımızın ve ailesinin başı sağ olsun. Kobanê direnişinin zaferi ve Rojava devrimi için direnenlere selam olsun. Paramaz Kızılbaşlara, Arin Mirxanlara, Sarya Özgürlere şan olsun!”

‘Sonuna kadar mücadele edeceğiz’ 1986 Dersim doğumlu olduğu belirtilen Bulut, geçtiğimiz aylarda ETHA’ya verdiği röportajda iki yıl boyunca cephede edindiği deneyimleri aktarmış ve "Rojava'dayız gitmiyoruz. Sonuna kadar mücadele edeceğiz. Gerekirse şehit de düşeriz" demişti. Bulut aynı zamanda Kobanê’nin düşmesini bekleyen Erdoğan’ın "Kobanê ha düştü ha düşecek" sözlerine karşı şu ifadeleri kullanmıştı: “Kobane düştü diyenlerin burada hayalleri suya düştü. Bunu beklemesinler. Onların emperyalist politikaları bizim irademize çarpmış durumda ve

ilerleyemiyorlar. Bunu istedikleri kadar kabul etmesinler, IŞİD çetesini istedikleri kadar desteklesinler ama geçiş yok. Buna izin vermeyeceğiz. Bu konuda kararlıyız." Bölgedeki kadınların konumlarını ve mücadeleye katılmalarıyla birlikte geldikleri noktayı değerlendiren Bulut, “Kadının insan bile sayılmadığı bir yerde bu devrim gerçekleşiyor. Rojava sokaklarında bugün eli silahlı bir kadın görmek ne demek! Dün insan olarak bile görmeyerek ezdiğin ve mülkiyetin kabul ettiğin bir kadın elinde silahla kendine güvenerek rahat rahat emin adımlarla yürüyor. Cephede savaşıyor, şehit düşüyor. Bu, algıları yıkmak bakımından önemli oldu. Burada kadın sembolleşiyor. Dün güvenmiyordun ancak bugün eli silahlı kadın yoldaşının arkasından rahatlıkla gidebiliyorsun” demişti.

Bulut için taziye çadırları açıldı Öte yandan Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Bulut için İstanbul'da Kadıköy Halitağa Caddesi üzerinde bulunan HDP binası önünde, Ankara’da ise Yüksel Caddesi'nde taziye çadırı açtı. Kadıköy Kilise Meydanı’nda basın açıklaması yapan ESP’liler, "Sibel Bulut yoldaş ölümsüzdür" , "Şehit namırin" , "Jin jiyan azadi" , "Biji berxwedana Kobanê" sloganlarıyla taziye çadırının kurulduğu alana yürüdü. Atılım Gazetesi'nin editörü Semiha Şahin taziye çadırında yaptığı konuşmada Sibel Bulut’un 2006-2009 yıllarında Atılım Gazetesi’nde çalıştığını, Bulut’un iki yıl süren yazı işleri müdürlüğü döneminde AKP-Cemaat ortaklığındaki yargı organları tarafından onlarca yıl hapis ‘cezasına’ çarptırıldığını kaydetti. Bulut’un hakkında verilen hapis ‘cezaları’ nedeniyle yüzünü özgür alanlara çevirdiğini belirterek "Sibel yoldaş disiplini, kararlılığıyla hepimize yol göstermiştir" dedi.

YPG’den Bulut için açıklama Bulut’un şehit düşmesinin ardından bir açıklama yapan YPG Basın Merkezi ise Bulut'un Rojava'nın Cizire Kantonu'nda yaşanan çatışmalarda savaştığını belirterek Bulut için şu ifadelere yer verdi: "Direnişçi kültür, mücadelecilik ve halkların ortak düşmanlarına duyduğu öfkeyle bilenen kişiliğiyle savaş sahasında üstün bir performans sergiledi". YPG açıklamasında Bulut’un, Kobanê'nin güney cephesinde düzenlenen ve stratejik önemdeki Termik yolunun denetime alındığı operasyon esnasında YPG/YPJ savaşçılarıyla omuz omuza mücadele yürütürken şehit düştüğünü belirtildi.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

DEVRİMCİ PRATİKLE DİRİLMEK!

D

irilmek ölümden sonra ifade edilen sözdür. Devrimci hareket ve militan devrimcilik ölmüş değil ama hastalıklı yıllar yaşıyor. Nedense ölmemiş olan devrimci hareket veya devrimci militan duruşa dirilmesi gerekir demek insanın diline bir ihtiyaç olarak geliyor. Evet, ölmeden de dirilmek gerekiyor. Bu dirilmek, öz dinamiklerine, “ruhuna’’ ve törpülenmiş keskin devrimci duruşa dönmek ya da o zeminde yeniden gürbüzleşmek anlamına geliyor. İşte bu manada ve yeniden pratik sahada net devrimci pratik bilince kavuşmak için dirilmek gerekiyor. Çünkü militan devrimci çizgi ve duruşun önemli özellikleri itibarıyla erozyona uğradığı bir gerçektir. Devrimci eylemin irtifa kaybından ziyade karaborsayı oynadığı doğrudur. Tasfiyecilik türevlerinin sinsice devrimci çizgi ve devrimci eylemi güdükleştirdiği tüm pratik seyir ve yasalcı reformist gelişmeler tarafından teyit edilmektedir. Bir taraftan devrimci durumun gelişip devrimci dalgalara dönüşmesinin koşulları varken (ki, bu Gezi-Haziran süreciyle de ispatlanmış bir durumdur), diğer taraftan tasfiyecilik saldırısının devrimci harekette yarattığı erozyon durumu bir gerçek olarak vardır. Birbirine karşıt iki koşul aynı anda mevcut bulunmaktadır. Durumun hangisi lehine gelişip ilerleyeceği sübjektif güçlerin çabası ya da devrimci hareketin ortaya koyacağı devrimci pratikle belirlenecektir. Hem objektif olarak uygun olan şartlar, hem de karşı karşıya olunan ikilem proleter devrimcilerin önüne tarihsel bir görev ve sorumluluk koymaktadır. Bundan kaçanın iflah olmayacağını söylemeye gerek yok. Buna yanıt olmaya çalışanın da geleceğe yürüyeceği bir o kadar kesindir. Mevcut iktidar veya hakim sınıflar devletinin, “çivisi çıkmış’’ deyimine uygun benzerlikte teşhir olup bir dalgayla alabora olabilecek bir gerçeklikte olduğu aslında bir gerçektir. Sadece bu “harabeyi’’ yerle bir edecek bir rüzgara ihtiyaç vardır. Cumhurbaşkanından iktidar ve hükümetine kadar en ciddi devlet kurumlarının Anayasa Mahkemesi’ne güvenmeyip orayı ve onun kararlarını bazen de olsa tanımadıklarını ifade etmeleri, devlet makinesinin temel kurumlarının alenen çatışma içinde olduğu, bu kurumların birbirlerine operasyonlar yapar durumda olması yani parçalanmışlık durumları, aralarındaki çatışmalardan da ileri gelse devletin geçmiş katliam ve kıyımlarının dillendirilmesi vb vs şartlar, devrimci propaganda ve devletin siyasi teşhirinin büyütülüp kitlelerin örgüt-

lenmesi için az buz şartlar değildir. Yapılan komplolar, gerçekleştirilen “faili meçhuller’’ ve hatta devletin kendi askerine yönelik eylem yaparak askerlerini katledip PKK’nin üzerine attığının deşifre olması, aynı zeminde mütalaa edilmesi mümkün olan şartlardır. Ki bu şartlar işçi katliamları, HES-termiknükleer enerji santralleri, rant-talan projeleri, doğa veya çevre tahribatı, savaş kışkırtıcılığı, iktidarın yaşama müdahale olarak ifade edilen toplumsal yaşamı dini değerlere uygun olarak biçimlendirip, bu dönüşümün aleni adımlarının köklü olarak hayata geçirilmesi şeklinde de takviye bulabilir. Çıkarılan ağır faşist yasalar işin daha da sağlam zeminini oluşturmaktadır… Buradan açığa çıkan mesele, devrimci şart ve durumun uygun veya gelişkin olması gerçeğidir. Açığa çıkan ikinci şey, hazır bu şartları değerlendirebilecek bir iradenin örgütsel varlığının hastalıklı-sakat olması gerçeğidir. Zira bundan daha uygun zemin beklemek ve istemek hazırlopçuluktan başka bir şey değildir. Müdahale edilmesi gereken şartlar bu kadar uygunken nüfuz gösterememek basit bir yeteneksizlik meselesi değildir. Militan devrimci duruş ve aynı zeminde devrimci eylemin hayata geçirilmesi, kafa açıklığı kadar devrimci cüret ve feda “ruhu”na, yani bahsini ettiğimiz militanlığa ihtiyacı vardır. Öyle ki, köylü kitleleri, işçiler ve ötekileştirilmiş çeşitli toplumsal kesimlerin bir isyanından-mücadelesinden bahsetmek yanlış olmayacaktır. Bu neden önemlidir; devrimci durumun uygunluğu ve kitlelerin öncü-önderlerinden daha ileri bir pratikte oldukları… Kısacası, kitleler kendiliğinden ayağa kalkıp mücadeleler verirken, komünist ve devrimciler bu cüreti ve bilinçliliği gösterememektedir. O halde bu devrimcilerin ve hatta komünistlerin dirilmeye-bilenip keskinleşmeye ihtiyaçlarının olduğunu söylemek hiç de haksızlık değildir. Proleter devrimciler sürecin sorumluluğunu doğrudan üstlenerek fedakar ve cüretkar militan mücadelelere, devrimci eylemlere, bilinçli ve kitleleri kucaklayan eylemliliklere geçmek durumundadır. Devrimci güçlerin birlik ve ittifaklarını gözeten yönelimlerle mücadelenin yükseltilmesi mümkünken, somut sorunları konu alan devrimci çalışmalarla kitlelerin aydınlatılması ve devrimci alternatifin ortaya koyulması ertelenemez görevdir. Uyuşukluk ve kendiliğindenci tarzda ifade bulan durum aşılarak militan duruşa geçmenin tüm şartları mevcuttur. Kabukları kırmak için keskin pratikle dirilmek şarttır.


06 güncel haber

16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

Soykırım ve katliamın adı: T.C. “barış-demokrasi” bekleyen her kimse ya akıl tutulması yaşamakta ya da faşist Türk devletinin gerici politikalarıyla ortaklık yaşamaktadır. Türkiye-Kuzey Kürdistan halkı açısından bir yılın her ayı, aynı zamanda her günü farklı bir acının, zulmün ve katliamın tarihidir. Aralık ayı da özellikle 1978 yılında gerçekleştirilen Maraş Katliamı’yla, 19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı’nın gerçekleştirildiği tarih olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu makalemizde 19-26 Aralık 1978 tarihinde Maraş’ta gerçekleştirilen faşist katliamı bir kez daha ele alıp, söz konusu katliamda yaşamını yitirenleri anacağız.

Türk-İslam gerici-tekçi-faşist anlayışı üzerine inşa edilen Türk devlet gerçekliği Osmanlı’dan devraldığı soykırım-katliam geleneğini, daha sinsi bir şekilde ve aynen koruyup devam ettirmiştir. Komünist-devrimcilere, işçi sınıfına, yoksul köylülüğe, emekçilere, Ermenilere, Kürtlere, Alevilere, Hıristiyanlara…vs. diğer bütün farklı ulus, milliyet ve inançlara karşı gerçekleştirilen baskılar, uygulanan zulüm ve yapılan katliamlar sayılamayacak kadar fazladır Faşist Türk devletinin şimdiki temsilciliğini üstlenen AKP, göreve getirildiği günden bu yana sergilediği sinsi ve riyakâr politikalarıyla ün yapmış durumdadır. Halkımızın on yıllardır özlemini duyduğu demokrasi, özgürlük ve refah içinde yaşama taleplerini sinsice manipüle edip, yıllardır yarattığı hegemonyayla faşist özünü gizleme çabalarına karşın, özellikle son birkaç yıllık süreçte gerçekler halkımız tarafından daha iyi idrak edilmeye başlanmıştır. Açılımlarıyla nam salan AKP iktidarı, özellikle Kürtler ve Aleviler üzerinden geliştirdiği sinsi politikaları sonucunda kısmi bir başarı sağlamasına karşın, gelinen aşamada hem ezilen Kürt halkı ve hem de Aleviler açısından pozitif yönde herhangi bir anlam ifade etmemektedir. TC Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun Dersim’e giderek burada siyasi şov sergileme çabaları komünist-devrimciler tarafından engellenmiş, Davutoğlu da devlet kurumları ve Cemevi’ni ziyaret ettikten sonra kentten ayrılmak zorunda kalmıştı. Dersim Soykırımı üzerinden siyasi rant sağlama yarışına giren AKP, CHP ve MHP gibi burjuva düzen partileri, 2015 genel seçimlerine az bir zaman kala temcit pilavı misali yeniden Alevileri hatırlamaya, Alevilerin haklarından bahsetmeye başladı. Daha önce faşist AKP tarafından piyasaya sürülen ama büyük bir fiyaskoyla sonuçlanan “Alevi Açılımları”ndan biriyle daha karşı karşıyayız. Ezilen-emekçi halk kitlelerinin en meşru, demokratik haklarını gasp eden faşist Türk devleti, şimdi de bu haklar kendi tekelinden sunulacak bir lütufmuş gibi hareket edip, adeta sadaka kültürü yaratmaya çalışmaktadır. Aleviler noktasında yaşanan realitede bundan başkası değildir. 91 yıllık faşist Türk devleti tarihi, yine 12 yıllık faşist AKP iktidarı dönemi ezilen-emekçi halk kitlelerine, farklı ulus, milliyet ve inançtan kesimlere yönelik nasıl bir soykırım, katliam, baskı ve zulüm uygulandığının en çıplak resmidir. Bugün Alevilerin haklarından dem vuran faşizmin tarihi boyunca Alevilere yönelik gerçekleştirdiği baskı ve zulüm politikası, katliamlar oldukça canlı bir şekilde hafızalardadır. Türk-İslam gerici-tekçi-faşist an-

Maraş’tan bir haber geldi

layışı üzerine inşa edilen Türk devlet gerçekliği Osmanlıdan devraldığı soykırımkatliam geleneğini, daha sinsi bir şekilde, aynen koruyup devam ettirmiştir. Komünistlere, devrimcilere, Ermenilere, Kürtlere, Alevilere, Hristiyanlara…vs. diğer bütün farklı ulus, milliyet ve inançlara karşı gerçekleştirilen baskılar, uygulanan zulüm ve yapılan katliamlar sayılamayacak kadar fazladır. Ki bu katliam ve zulüm gerçekliği

bugün en sinsi politikalarla olduğu gibi devam ettirilmektedir. Kobanê, Gezi, Roboskî, Hrant Dink Katliamı… Yaşanan katliamların her biri bahsini ettiğimiz mazlum kesimleri, komünist, devrimci ve ilericileri hedef almaktadır. Faşizm gerçekliği bu kadar yalın bir şekilde her gün yaşamlarımızı tehdit ederken, AKP tarafından geliştirilen sahte politik oyunların peşine takılan, AKP’den ezilen-emekçiler için

Maraş, ülkemiz tarihinde oldukça önemli bir bölgedir. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası ülkemizde yaşanan emperyalist işgale karşı gelişen halk direnişinin en önemli merkezlerinden biri de Maraş’tır. Oldukça kozmopolit bir yapıya sahip olan Maraş’ta yoğun bir Alevi nüfusu da bulunmaktadır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devrimci mücadelenin boy verip geliştiği her dönemde Maraş, bu mücadelenin merkezlerinden biri olmuştur. Özellikle ’71 silahlı devrimci çıkışı sürecinde THKO ve partimiz TKP(ML) Maraş bölgesinde etkin çalışmalar yürütmüş, gerilla mücadelesine hazırlık olarak bu bölgede ön plana çıkmıştır. THKO kurucu kadrolarından Sinan Cemgil ve yoldaşlarının Nurhaklarda şehit düşmesi bu bölgedeki devrimci çalışmaları büyük oranda etkilemiş ve 1970’li yıllar boyunca Maraş devrimci mücadeleye kucak açan bölgelerden olmuştur. 1970’li yıllar ülke genelinde devrimci mücadele ve halk muhalefetinin büyük gelişme gösterdiği bir dönem olarak tarihe geçmiştir. Bu dönem boyunca özellikle Aleviler içerisinde devrimci düşünce ve mücadele büyük bir etkide bulunmuş ve Dersim, Maraş, Çorum, Antep, Malatya…gibi Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde devrimci mücadelede büyük ivme kazanmıştır. Yaşadıkları tarihi ve güncel haksızlık, baskı ve katliamlar sonucunda devrimci düşünce ve mücadeleyle daha çabuk buluşan Alevilere karşı, faşist Türk devletinin saldırıları da aynı paralelde daha da pervasızlaşarak artmıştır. Osmanlı dönemi boyunca birçok kez katliama maruz kalan Alevilere yönelik, kuruluşundan itibaren faşist Türk devleti de aynı geleneğin mirasçısı olarak birçok kez katliamlar uygulamıştır, uygulamaktadır. Koçgiri, Dersim, Çorum, Maraş, Sivas, Gazi…büyük kıyımların yaşandığı, devlet eliyle yürütülen soysuz katliamlardan yalnızca birkaçıdır. Faşist Türk devletinin 1970’ler boyunca gelişen devrimci mücadele ve halk muhalefeti karşısında Alevi-Sünni, Türk-Kürt çatışması yaratmaya çalışarak, bizzat istihbarat örgütleri ve hizmetindeki sağcı-faşist örgütlenmeleri kullanarak birçok katliama imza attığı bilinmektedir. 1980 Askeri Faşist Cuntası (AFC)’na giden yolda en önemli kilometre taşlarından biri kuşkusuz 1978 yılında ya-


16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

şanan Maraş Katliamı’dır. Bizzat faşist Türk devleti tarafından planlanıp, uygulanan Maraş Katliamı sonrası, sözde “ülkede huzur ve güvenliği sağlama’’ adı altında ardından birçok ilde sıkıyönetim ilan edilerek, faşist baskı politikaları yasal güvenceye kavuşturuluyordu. Maraş gibi Alevilerin yoğunlukta olduğu, devrimci düşüncelerin halk içinde etkin bir şekilde yaşam bulduğu ve özellikle partimiz TKP(ML) başta olmak üzere komünist-devrimci örgütlerin güçlü olduğu bir bölge faşist Türk devleti açısından sinsi-soysuz oyunlarını yaşama geçirmek için bulunmaz bir alandı. 19 Aralık tarihinde kentteki Çiçek Sineması’na bomba atılmasıyla başlayan katliam 26 Aralık tarihine kadar sürerken, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı mahalleler, dükkanlar yağmalanıp, net olmayan rakamlara göre 500’e yakın kişi öldürülürken, yüzlercesi yaralanmış ve binlerce Alevi kenti terk etmek zorunda kalmıştı. Kentteki Sünni inanca mensup halkın dini duygularını kullanarak gerici-faşist emellerine alet eden faşist Türk devleti, olayların baştan sona organize edilip, uygulanmasından bizzat sorumludur. Katliam sırasında ve sonraki yıllarda açığa çıkan gerçekler söz konusu katliamın bizzat Türk istihbaratı tarafından organize edildiğini belgelemiştir. Katliamda yer alan yüzlerce sağcı-faşist unsur ise göstermelik yargılamalar sonrası birer birer tahliye edilerek ödüllendirilmiştir. Maraş Katliamı’nın kilit isimlerinden olan ve bizzat katliamda yer alan Ökkeş Kenger (Şendiller) adlı faşist köpek ise 1991 yılında Refah Partisi listesinden seçimlere girerek Maraş milletvekili seçilmiştir. Yine katliamda rol oynayan birçok faşist unsur, devlet kademelerinden görevlendirilerek ödüllendirilmiştir. Katliam sonrası ortaya çıkan birçok belgede, katliamın bizzat MİT tarafından organize edildiğini kanıtlamaktadır. Katliam gerçekliği böyleyken faşist Türk devleti, burjuva kalemşorları aracılığıyla özellikle bölgede etkili olan partimiz TKP(ML)’yi karalamak ve halk nezdinde itibarını zedelemek için büyük bir kampanya yürütmüş ve katliamı partimizin üzerine yıkmaya çalışmıştır. Bu kirli politikayla bir yandan gerçekleştirdiği katliamın hesabını vermekten sıyrılmaya çalışan diğer yandan ise partimizin özellikle Aleviler nezdindeki itibarını zedeleyip gözden düşürmeye çalışan faşist Türk devletinin bu kirli oyunları bugün de devam etmektedir. Sözde “Alevi Çalıştayları”yla Alevileri kendine yedeklemeye çalışan AKP, CHP, MHP gibi faşist düzen partileri,

güncel haber

komünist-devrimci güçlere yönelik ise sürekli Alevileri “uyarmakta’’, bu “provokatif-marjinal’’ örgütlere karşı Alevilere “akıl’’ vermektedir. Alevilerin hakim sınıflara karşı tarihi boyunca süren direniş çizgisini kırıp, teslim almaya çalışan faşist Türk devletinin bu sinsi oyunlarının boşa çıkarılması, Alevi halkımızın devrimcilere ve devrimci mücadeleye olan sempatisinin örgütlü bir güce dönüştürülmesi elzem görevlerimiz arasındadır. Bugün AKP’den medet uman, bu faşist partiden Alevilerin sorunların çözmesini bekleyen yaklaşım, on yıllar boyunca aynı şekilde faşist CHP’den umar beklemekteydi.

Ortak paydamız ezilmişliğimiz ve yok sayılmamızdır Bugün AKP tarafından Aleviler yönelik gerçekleştirilen faşist politikaların aynısı yıllarca CHP tarafından gerçekleştirilmiştir. Alevilere yönelik geliştirilen bu faşist politikaların hepsi resmi devlet gerçekliğidir ve bu gerçeklik her dönem bir başka burjuva partisi tarafından yapılmaktadır. Dersim’in, Koçgiri’nin, Maraş’ın, Çorum’un, Sivas’ın, Gazi’nin…sorumlularından tek biri bile gerçek anlamıyla yargılanıp, cezalandırılmamıştır. Dikkat edilirse bu katliamların birçoğunda faşist CHP ve türevleri hep hükümet görevini yürüten partiler olmuştur. Aradan 36 yıl geçmesine karşın Maraş’ta yaşanan kanlı katliama dair tek bir faşist unsurdan hesap sorulmamış, bilakis katliamın sorumluları ödüllendirilmiştir. Maraş katliamından 23 yıl sonra yine 19 Aralık tarihinde başlayan ve onlarca komünist-devrimcinin katliyle sonuçlanan hapishaneler katliamı da göstermektedir ki faşist Türk devleti varlığını ezilenemekçi halkın kanı üzerinden sürdürmektedir. Bu faşist düzen temellerinden yıkılıp yerine halkımızın gerçek anlamıyla özgür ve kardeşçe yaşayacağı bir düzen yani sosyalizm kurulmadığı sürece kanlı-faşist katliamlar da devam edecektir. Alevilerin kendi inançlarını, kültürlerini özgürce yaşayabilmesi için bizzat devrimci iktidar mücadelesi içerisinde yer almaları gerekmektedir. Tıpkı işçi sınıfı, yoksul köylülük…bütün emekçi kesimler, Kürtler, Suryaniler, Çerkezler gibi Aleviler de gerçek özgürlüğü ancak ve ancak sosyalizm bayrağı altında yaşayabilir. Bundandır ki partimiz önderliğinde yürütülen Sosyalist Halk Savaşı’na Aleviler de katılıp bizzat bu savaşın öznesi olmalıdır.

07

Rojhat katledildi yeni katliamlar yolda Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde M. Reşit İşbilir, Veysel İşbilir ve Bemal Topçu’nun infaz edilişlerinin yıl dönümünde protesto eylemini gerçekleştiren kitleye saldıran polis, Rojhat Özdel’i hedef gözeterek açtığı ateş sonucu katletti Son aylarda devlet tarafından baskılara karşı alanlara çıktıkları için onlarca insan katledildi. Sadece Kobanê için yapılan eylemlerde yaklaşık 50 kişi öldürüldü. Tüm bu olanlar “yeni” bir süreçte hayata geçirildi. “Çözüm Süreci” kapsamında devlet katliamlarının rakamı yüzlerle ifade ediliyor. Adına “Çözüm Süreci” dedikleri bir süreç işliyor. Zaman zaman gündemin arka sıralarına doğru gitse de AKP iktidarı sıkıştığı anlarda ve gündemi saptırmak için sürece ilişkin “yeni gelişmelerin” olduğuna dikkat çekerek icraatlarını perdeliyor. Süreci yürüten muhataplarının verdiği mesajlara bakıldığında “önemli” bazı eşikler aşılmış, iş bu sürecin desteklenmesine kalmış. Fakat durum hiç de bunu göstermiyor. Türk devleti Güney Kürdistan'da yaşayan Kürt halkına karşı IŞİD işbirliğiyle katliamlara girişti. Bu katliamların devamı için destek kesintisiz olarak devam ederken, içerde de gerekli düzenlemeler yapılıyor. Bu düzenlemeler içinde son günlerde gündeme gelen “İç Güvenlik Yasası” topluma karşı kapsamlı bir saldırı anlamına geliyor. “Çözüm Sürecinden” yaratılan beklentilerin aksine gelişmeler söz konusudur. Değişimin ne yönde olduğunu anlatmak için derin analizler yapmaya ihtiyaç yok. Mutlaka değişen çok şey var. Fakat halka yönelik baskılarda değişen bir şey yok. Sadece baskı aktörleri değişiyor. Askerin halka karşı ateş gücü zayıflatıldı ama polisin ateş gücü arttırıldı. Bakanlar Kurulu'nda son şekli kabul

edilen “İç Güvenlik Yasası” polise terör estirme hakkını veriyor. Artık polisin hiç bir infazı yasalar önünde suç sayılmayacak. Toplumsal tepkilerin önünün kesilmesi hedeflenen bu yasayla sadece yoksul emekçi kesimlerin susturulması hedeflenmiyor. Yoksul emekçi kesime uygulanan baskılar kadar olmasa da AKP karşıtlığı bile baskıların gerekçesi olacak.

Katil polis Rojhat'ı da katletti Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde 6-7 Aralık 2013 tarihinde HPG gerillalarına ait mezarlığın tahrip edilmesi nedeniyle yapılan eylemlerde polis tarafından katledilen M. Reşit İşbilir, Veysel İşbilir ve Bemal Topçu’nun infaz edilişlerinin yıl dönümünde ilçede yapılan protesto eylemlerine polis sert bir biçimde saldırdı. Sabancı Kavşağı’ndaki polis saldırısı sırasında zırhlı araçlardan atılan gaz bombası kapsülü yoldan geçen VEDAŞ Arıza Servisi'ne ait aracın arka camına isabet etti. Aracın arka bölümünde oturan VEDAŞ işçisi İlker Aslan çenesinden yaralandı. Aslan, mesai arkadaşları tarafından Yüksekova Devlet Hastanesi’ne kaldırılarak tedavi altına alındı. Görgü tanıklarının beyanlarına göre, İpek Yolu üzerindeki çatışmalarda ise Han Petrol ile Yüksekova Dershanesi'nin karşısında bulunan alanda özel harekat polisleri, uzun namlulu silahlarla Rojhat Özdel'in üzerine ateş açtı. Koltuk altından tek kurşunla vurulan Özdel yere düşerek hastaneye kaldırıldı. Özdel, evine yaklaşık 100 metre uzaklıkta bulunan tepede katledilirken, kurşun koltuk altından girip boyun kısmından çıktı. Yüksekova Devlet Hastanesi'ne kaldırılan Özdel, yapılan tüm müdahalelere karşın kurtarılamazken, hastaneye giriş çıkışlar polis tarafından engellendi. “İç Güvenlik Yasası”yla polis devleti olma yolunda atılan adımların önü kesilmeli, çok etkili protesto eylemleriyle bu yasanın Meclisten geçmesi engellenmelidir. Zira AKP iktidarı halka karşı başlatacağı kapsamlı saldırılara bu yasayla zemin hazırlayacaktır.


08 19-22 Aralık Hapishaneler güncel haber

16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

Katliamı’nın hesabını soracağız

Dersim Soykırımı üzerinden siyasi rant sağlamak amacıyla polemikler gerçekleştiren AKP, MHP ve CHP gibi faşist burjuva partilerin, 19-22 Aralık hapishaneler ve diğer katliamlara dair tek bir söz söyleyememesi neyle açıklanabilir? Öncesiyle beraber başlayan katliam-soykırım geleneğini devralarak 1923’de kuruluşunu ilan eden faşist Türk devletinin tarihi katliam ve direnişler tarihidir. Türk-İslam tekçi faşist anlayışı üzerine kurulu Türk devleti, başta komünist-devrimciler olmak üzere, Kürt ulusu, Ermeniler, Aleviler ve birçok farklı ulus, milliyet ve inançtan binlerce kişiyi katletmiş, zulme uğratmış, çeşitli baskı ve sindirme politikalarıyla yok etmeye çalışmıştır. En özlü ifadeyle denebilir ki; 91 yıllık TC tarihi amansız ve koyu bir faşizm tarihidir. Bu tarihi soykırım, katliam, baskı ve sömürü üzerine kurulu gerici bir sistemin en karanlık halidir. Ve bu gerici-faşist devlete karşı tarihi boyunca defalarca baş kaldırılmış, isyan edilmiş, hesap sorulmuştur. Zulmün karşısında isyan etme geleneği bu coğrafyanın en önemli özelliklerinden biri olmuştur. Faşist Türk devleti bu katliamcı geleneğini en barbarca, zorba şekliyle hapishaneler üzerinde tesis etmiştir. Sınıf mücadelesinin en zorlu alanlarından olan hapishaneler, Tür-

kiye-Kuzey Kürdistan’da yüzlerce şehidin verildiği, nice katliam ve direnişlere sahne olmuş bir alandır. Faşizmin komünistdevrimci-yurtsever güçleri fiziki olarak teslim alıp, ‘ıslah’ etmeye çalıştığı ama karşısında sürekli muazzam direniş ve kahramanlıklarla karşılaştığı hapishaneler tarihinin en aktüel ve en büyük katliam ve direniş süreçlerinden birisi de kuşkusuz 19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı ve direnişidir. Komünist-devrimcilerin uzun yıllar boyunca direne direne kazandığı birçok hakkı gasp edip, bizzat emperyalist efendileri tarafından tasarlanıp uygulanan F Tipi hapishaneler projesini hayata geçirmek için faşist Türk devleti tarafından 1922 Aralık 2000 tarihlerinde yapılan ve adına “Hayata Dönüş’’ denilen büyük katliam yaşandı. Binlerce askerin katılımıyla her türlü kimyasal ve ağır silahın kullanıldığı ve aynı anda 20 hapishanede başlatılan katliam saldırısında 28 komünist-devrimci yaşamını yitirdi. Katliam öncesi F Tipi hapishanelere geçişi kabul etmeyen ve bu faşist politikaya karşı direnen komünistdevrimci tutsaklar tarafından başlatılan Ölüm Orucu eylemleriyle beraber toplamda 122 komünist-devrimci yaşamını yitirdi.

F Tipi politikalara karşı büyük direniş Tarihi boyunca hapishaneleri komünistdevrimciler ve geniş halk kesimlerini “ıslah’’ etmek için en etkin şekilde kullanmaya çalışan faşist Türk devleti, bu gerici politikasının karşısında her dönem komü-

nist-devrimcileri ve onların direnişini bulmuştur. 1996 yılında F Tipi gerici-faşist politikayı hayata geçirmek için çalışma başlayan faşist Türk devleti karşısında komünist-devrimcilerin ölüm orucu direnişini bulmuş ve dışarıda da büyük bir yankı uyandıran, 12 komünist-devrimcinin şehit düştüğü direniş sonrası geri adım atmak zorunda kalmıştı. Bu görkemli direniş karşısında geri adım atmak zorunda kalan faşist Türk devletinin ilk fırsatta bu gerici emelini gerçekleştirmek için daha kapsamlı saldırılara imza atacağı bilinen bir gerçeklikti. Ki aradan çok zaman geçmeden 1999 yılında Ulucanlar Hapishanesi’ne yönelik kapsamlı bir saldırı düzenlenmiş ve 10 komünist-devrimci hunharca katledilmişti. 1990’lı yıllar boyunca büyük bir kriz hali yaşayan, sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin büyük ivme kazanması karşısında her türlü gerici-faşist politikayı hayata geçiren faşist Türk devleti için hapishaneler, komünist-devrimcilerin teslim alınıp, komünist-devrimci hareketin psikolojik olarak darbelenmesi ve kadrolarının büyük çoğunluğu hapishanelerde olan komünist-devrimci güçlerin “başsız’’ bırakılarak, dağıtılması hedefini içeren bir yerde duruyordu. 1999 yılında CIA tarafından düzenlenen bir operasyonla Türk devletine teslim edilen ve ülkeye getirildiği andan itibaren büyük bir teslimiyet sürecine giren PKK lideri Abdullah Öcalan, kısa süre içerisinde PKK’ye gönderdiği talimatlarla ateşkes ilan ettirmiş ve PKK gerillalarının

ülke sınırları dışına çıkışını istemişti. Türk devleti için PKK gibi bir gücün bizzat Abdullah Öcalan’la böylesine bir teslimiyet süreci içerisine girmesi bulunmaz bir fırsattı. Geriye sadece komünist-devrimci güçleri büyük bir katliamdan geçirip, etkisiz hale getirmek kalıyordu. Türk devleti onlarca yıllık tecrübesiyle biliyordu ki komünist-devrimcilerin teslim almak imkansızdı. Komünist-devrimcilerin karşısında ya büyük bir katliama imza atıp yok edecekti ya da karşısında diz çöküp teslim olacaktı. Çünkü komünist-devrimci hareket bizzat zulme karşı direniş ve düşmana karşı sınıf kiniyle mücadele tarihine başlamıştı. Darağacında, Kızıldere’de, Amed zindanlarında baş eğmeyen, ölümüne direnen ve stratejik olarak kazanan bir tarihin mirasçılarıydı onlar çünkü. İşte böylesi bir gerçeklik içerisinde faşist Türk devleti 1996 yılında denediği ve başarısız olduğu F Tipi politikasını yeniden gündeme almış ve büyük bir saldırı hazırlığına başlamıştı. Faşist Türk devleti tarafından başlatılan F Tipi saldırılarına karşı 20 Ekim 2000 tarihinde TKP(ML) (Maoist Komünist Partisi’nin o dönemki ismi), DHKP-C ve TİK(B) tarafından Süresiz Açlık Grevi(SAG) eylemi başlatıldı. 19 Kasım 2000 tarihinde SAG, Ölüm Orucu eylemine dönüştürüldü. F Tipi politikasına karşı başlatılan Ölüm Orucu eylemine yönelik her geçen gün büyüyen desteğe karşı faşist Türk devleti özellikle basın-yayın kanalları üzerinden büyük bir psikolojik harekete başladı. Her türlü kirli


16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

politikayı kullanarak ÖO eylemini manipüle etmeye çalışan faşist Türk devleti, bu süre içerisinde bir yandan F Tipi hapishanelerin yapımlarını tamamlayıp, kullanıma hazır hale getirirken, diğer yandan ise ÖO direnişindeki tutsaklarla sözde “görüşmeler’’ gerçekleştirip F Tipi hapishanelere geçişlerin yapılmayacağı yalanlarını yayıyordu. Kriz ve iç çatışmalarla çalkalanan faşist Türk devleti ve dönemin hükümet ortakları ANAP-DSP-MHP koalisyonu, IMF tarafından emredilen yeni ekonomik politikaları hayata geçirmek için karşısında susturulmuş ve sindirilmiş bir halk gerçekliği istiyordu. Bunu yapabilmenin en iyi yolu ise kuşkusuz komünist-devrimci güçleri katledip, etkisizleştirmekti. İşte böylesi bir atmosfer içinde, hapishanelerde binlerce tutsağı bulunan PKK’nin yaşanan bu sürece kayıtsız kalmasıyla da beraber faşist Türk devleti tarafından 19 Aralık tarihinde 20 hapishanede eş zamanlı olarak büyük bir katliam saldırısı başlatıldı. Komünist-devrimcilerin “teslim ol’’ çağrılarına büyük bir direniş ve kahramanlıkla cevap vermesi sonucunda, 22 Aralık tarihine kadar devam eden katliam saldırısı sonucunda 28 komünist-devrimci hunharca katledilirken, binlerce tutsak büyük bir saldırı altında kademe kademe F Tipi hapishanelere konuldu. Helikopterler eşliğinde 12 jandarma taburu, 42 ayrı bölük ve 10 bin askerin katıldığı 19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı sonrası komünist-devrimci tutsaklar içeride ve dışarıda ÖO eylemlerine devam etti. Küçük Armutlu ve Alibeyköy’de devam ettirilen ÖO eylemlerine karşı 2001 yılında yapılan saldırılarda da Küçük Armutlu direniş evinde bulunan 4 kişi katledildi. Sonraki yıllarda DHKP-C tarafından sürdürülen ÖO eylemlerinde şehit düşenlerle beraber toplamda 122 komünist-devrimci şehit düştü, yüzlercesi sakat kaldı.

Katliamcılar aklanarak ödüllendirildi TC tarihinin en kanlı katliamlarından biri olarak tarihe geçen 19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı sorumlularına karşı şimdiye kadar göstermelik olarak açılan birkaç dava dışında herhangi bir gelişme yaşanmamıştır. Bu katliamda bizzat yer alan birçok faşist asker ise özellikle AKP döneminde ödüllendirilmiştir. Katliamın hedefinde olan yüzlerce tutsak hakkında ise davalar açılarak haklarında onlarca yıla varan hapis ‘cezaları’ istenmiştir. Emperyalist efendilerinin emriyle devlet politikası olarak hayata geçirilen 19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı’nın sorumlusu bir bütün olarak faşist Türk devleti ve dönemin görevli kadrosudur. Bizzat MGK tarafından kararlaştırılan ve Adalet, Sağlık ve İçişleri Bakanlıkları tarafından koordineli olarak yürütülen

09

19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı’nda bizzat görev alıp yöneten ve uygulamasında yer alanlar ise şunlardır: Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman, MGK üyeleri, ANAP, DSP ve MHP hükümeti üyeleri ve milletvekilleriyle Başbakan Bülent Ecevit, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve İçişleri Bakanı Sadettin Tantan. Katliam saldırısında bizzat yer alan rütbeli, rütbesiz askerler, gardiyanlar, ÖO direnişçilerine zorla müdahalede bulunan doktorlar, katliama yasal kılıf uyduran savcı ve hakimler… Özcesi tarihin en kanlı saldırılarından olan 19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı’ndan bizzat Türk devleti ve gerici kurumları sorumludur. Diğer bütün katliamlarda olduğu gibi bu katliamın hesabının da bizzat komünist-devrimciler ve halkımız tarafından sorulacağı bilinmelidir. Dersim Soykırımı üzerinden siyasi rant sağlamat amacıyla siyasi polemikler gerçekleştiren AKP, MHP, CHP gibi faşist burjuva partilerin 19-22 Aralık hapishaneler ve diğer katliamlara dair tek bir söz söyleyememesi neyle açıklanabilir? Katliam gerçekliği faşist Türk devletinin karakteristik özelliğidir, devlet geleneğidir. Siyasi rant amaçlı dile getirilen “özür’’ vs. söylemler riyakarlıktan öteye bir anlam ifade etmemektedir. Dersim Katliamı için sözde “özür’’ dileyen AKP’nin sadece kendi iktidar döneminde yaptığı katliamların haddi hesabı yoktur. Bu katliam gerçekliği öncelleriyle beraber faşist AKP’nin de gerçek niteliği ve samimiyetini ortaya koymaktadır. Bu gerçekliği atlayıp, yapılan rant hesaplarına tav olan sözde “devrimci-ilerici’’ bazı aklı evvellere Kobanê’de, Gezi’de, Roboskî’de katledilenleri hatırlatmak yeterli olacaktır. Faşist Türk devletinden gerçek anlamda hesap sormanın tek yolu devrimci iktidar mücadelesini büyüterek faşizmi yerle bir edip, sosyalist bir sistem kurmaktır. Devrimci iktidar mücadelemizde faşist Türk devlet kurum ve temsilcilerini hedef almak ve gerçekleştirdikleri katliamların hesabını sormak da ertelenemez görevlerimizdendir. Maoist öncünün 42 yıllık tarihinde halk düşmanlarına ve faşist kurumlarına karşı gerçekleştirdiği hesap sorma eylemleri bugün de aynı şekilde devam etmektedir. “Faşistlerden hesap lafla sorulmaz bizde hesapları namlular sorar’’ şiarıyla 19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı’nda sorumluluğu bulunan bütün halk düşmanı unsurlar hedefimizdir. Buradan bir kez daha 19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı’nda ve sonrasında yitirdiğimiz bütün şehitlerimizi saygıyla anıp, kanlarının yerde kalmayacağını beyan ediyoruz.

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ refik demir

KİTLELERE DAYANALIM DİSİPLİNİ YAŞANIR KILALIM

D

evrim ile karşı devrim arasındaki çatışma her geçen gün şiddetlenmektedir. Bu gerçekliğe göre hazırlık yapmak ve konumlanmak komünistlerin var oluş gerekçelerindendir. Bizleri sınıf mücadelesinde takatsiz bırakan ve bizlere engeller çıkaran bütün geleneksel alışkanlıklarımız, çalışma ve düşünüş tarzımıza savaş açarak bugün yakaladığımız ileri politik düzeyi kuşanarak sınıf mücadelesinin tüm alanlarında yaşamsallaştırmalıyız. Sınıf mücadelesinin bütün sorun ve çelişkilerini öncünün yakalamış olduğu yeni ileri düzey ve perspektifle köşemiz aracılığıyla örgütsel anlamda cevap olmaya ve aydınlatmaya çalışacağız. İlk makalemizde sınıf çalışmasındaki zayıflıklarımıza değinerek tüm okurlarımıza merhaba demek istiyoruz. Proletarya ile burjuvazi arasında süren savaşımda komünist partisinin ciddi bir düzeye ulaşması için işçi sınıfına ve yığınlara dayanması kaçınılmaz bir görevdir. Parti çalışması kitle çalışmasının bizzat kendisidir. Komünistlerin sırtını dayadığı tek güç işçi ve emekçi yığınlarıdır. Partinin sınıfla birliği, yığınlarla bütünleşmesi, bir başka ifadeyle onlarla bir vücut gibi kaynaşmasında anlaşılır olan partinin her şeyiyle yığınlara dayanmasıdır. Ama bu olanağı yaratan partinin yığın çalışması içinde bulunan kadrolarıdır. Kuşkusuz bizim sorunumuz sonuna kadar devrimci olan sınıfın politik partisi olarak örgüttür. Onun içindir ki daha kitlesel hale getirmek ve iktidar mücadelesinde kazanımlar sağlamak için geliştirdiğimiz örgüt, en devrimci sınıfın öncü partisi, mücadele ve savaş örgütüdür. Sınıf mücadelesinin durumdan duruma değişen, iç içe geçen ya da birbirini izleyen bütün biçim ve görüngülerini benimseyen, her duruma uygun düşen mücadele biçimlerini anlama ve örgütleme/kullanma yeteneğine sahip olmayı vurgular. Gelecek bu teori ile pratiğin buluştuğu randevu yeridir. Asıl olanda zorluklar karşısında günü kurtarmak faydacılığına sapmak değil, tam bir kararlılık ve berrak görüş açısıyla ısrarla geleceği kurmaktır. İşte bunun içindir ki çalışmanın biçimi ve içeriğine dair sorunların açık kavranmasında devrimci bir eleştiriye ihtiyaç duymalıyız. Buradan sınıf çalışmasındaki dar yaklaşımlar aşılmalı ve aşmalıyız. Komünistlerin sınıfa yönelik çalışmalarının, sınıfı devrimci bir orduya dönüştürme gücünün zayıf olduğunu belirleyen her komünistin, bunun üzerinde önemle ve özenle durması kaçınılmaz bir görevdir. Kuşkusuz bu durumun nesnel bir boyutu olası ama bu gerçek

örgütlenmenin zayıf olmasının bizden kaynaklanan nedenler boyutu yok mudur? Böyle bir boyutun varlığı kuşku götürmez bir gerçekliktir. Komünistlerin sınıf içindeki günlük eyleminin ya da çalışmalarının içeriği dikkate değer bir darlık göstermektedir. Komünistlerin sınıf içerisindeki çalışmaları, işyerleri ve fabrikalar bazında incelendiği zaman, bu tip çalışmalarda toplu sözleşme dönemlerinde ekonomik mücadelenin örgütlenmesi, bu dönemler dışında işyeri sorunları, işçi katliamları, sendika bürokrasisine karşı muhalefet örgütlenmesi ve politik kitle ajitasyonumuz zayıftır. Bu zayıflıkları aşmamız kaçınılmaz olarak mümkün fakat geleneksel denilebilecek sekter ve dar yaklaşımın güçlü izleri ve alışkanlıkları atılabilmiş değildir. Oysa işçi sınıfı içerisindeki çalışmalarımızda geleneksel tarzdan farklı olarak, hepsini damgalayıp karşımıza almaktan ziyade, işçi sınıfının ve ezilen yığınların yüksek çıkarları temelinde, bizim gibi düşünmeyen önü işçiler ve değişik siyasal eğilimlerden işçilerle, sendika şube yöneticileriyle ortak iş ve eylem yapma, birlikte çalışma olanakları yaratmak ve onları bu ortak çalışma içerisinde komünist harekete yakınlaştırma, devrimci bir dönüşüme uğratarak kazanma yaklaşımına sahip olmamız doğru ve gerekli olandır. Bu ilkelerimizden, program ve teorimizden uzaklaşmamız anlamına gelmez. Esasen böyle bir yöntem ve çalışma tarzı kabul edilebilir olandır. Ancak günlük pratik çalışma ve örgütlenme söz konusu olduğunda taktik yeteneğimizin geliştirilmesi zorunludur. Temel hareket noktamız işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınlarla aramıza setler ve duvar örmekten özenle kaçınmak olmalıdır. Doğrularımızı anlatıp onların kendi deneyimleriyle bizi anlamalarına, doğrularımızı kendi deneyimleriyle sınamalarına imkan sağlayacak yöntem ve araçlar geliştirmeliyiz. Mevcut durumda iş güvenliği, işten atmalar, örgütsüz sendikaların anlamsız hal aldığı, yığınla işçinin özelleştirmelerden kaynaklı mevcut durumu, Yatağan işçilerinin özelleştirmeye karşı direnişinin pratik olarak işgal eylemine dönüşü gibi, emek-sermaye çatışmasının derinlikli boyutundaki örgütsel zayıflığımızın gerçekliğiyle yüz yüzeyiz. Bundandır ki sırtımızı dayadığımız tek güç işçi-emekçi yığınlarıyla birliği sağlamak olmalıdır. Bu anlamda tüm siyasal çalışmalarımızı işçi-emekçi yığınlarla buluşturacak ve onlarda madi bir güce dönüştürecek siyaset ve araçları geliştirmek, önümüzde duran kaçınılmaz görevlerden biridir.


10 emek haber Beyazz Tekstil işçileri yaşadıklarını anlattı 16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

19 Kasım'da Antalya Organize Sanayi Bölgesinde bulunan Beyzz Endüstriyel Tekstil Yıkama Fabrikası’nda meydana gelen patlama sonucu hayatını kaybeden kadınların ailelerine ve yaralılara Halkın Günlüğü Gazetesi olarak ziyaret gerçekleştirdik 19 Kasım'da Antalya Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Beyazz Endüstriyel Tekstil Fabrikası’nda meydana gelen patlamadan dolayı 5 kadın 1 erkek işçi hayatını kaybetti. Yaşanan patlamanın üzerinden 1 ay geçmiş olmasına karşın henüz bir soruşturma yapılmadı. İmza yetkilisi ve fabrikanın sahibi Haluk Arıkan'ın yurt dışına kaçtığı belirtildi. 19 Kasım'da Antalya Organize Sanayi Bölgesinde bulunan Beyazz Endüstriyel Tekstil Yıkama Fabrikası’nda buhar makinesi patlamıştı. Patlamanın üzerinden bir ay geçmesine karşın yetkililer tarafından bir adım dahi atılmazken hayatını kaybeden işçi sayısı da günden güne artmaya devam ediyor. Patlama gerçekleştiği sırada 2 kadın işçi Nurten Uyar ve Mediha Ünsal hayatını kaybetti. Ağır yaralıların hastaneye kaldırılmasının ardından Ali Cin, Ayşe Güneş, Yaşar Kapar ve Döndü Atik de hayatını kaybetti.

Patlama sonucu yaralanan Ayşe yaşadıklarını anlattı Beyazz Endüstriyel Tekstil Yıkama Fabrikası’nda çalışan ve patlama sonucu yaralanan Ayşe, patlamanın olduğu gün silindirde restorant bölümünde silindiri hazırlarken, patlamanın yaşandığını ifade etti. Ayşe şu ifadelerle yaşadıklarını aktardı: “Buhar kazanı dışarıda duvara bitişik. Çok büyük bir gürültüyle sarsıldık. Önce anlayamadım, deprem olduğunu düşündüm. Sonradan öğrendik ki buhar makinesi patlamış. Yüzümde, kolumda ve dirseğimde hafif yaralar meydana geldi. Hastaneye gittiğimde bizimle çalışan iki kadın arkadaşımızın yaşamını yitirdiğini öğrendim. Patlamanın etkisini üzerimden atamadım. Kapıyı kapatıp uyuyamıyorum. 20 yıl önce eşimden ayrıldım. Yıllardır farklı çamaşırhanelerde çalışıyorum. Bazı çamaşırha-

neler bizi sigortasız da çalıştırıyor.

‘Sigortada işçilere sürekli giriş çıkış verildiğini öğrendik’ Patlama sonucu hayatını kaybeden Nurten Uyar'ın kardeşi İlyas uyar ise, Beyazz Endüstriyel Tekstil Yıkama Fabrikası’na Mart ayında denetleme kurulunun geldiğini, fabrikayı denetlediğini ve patronun denetleme sonucu istenen şeylerin hiçbirini yerine getirmediğini belirtti. İlyas şu ifadelerle tepkisini dile getirdi: ''Normal şartlarda ilk işe girildiği zaman işçilere kaç kişiye bakmakla yükümlü oldukları ve bu işi niye istedikleri gibi soruların olduğu bir kağıt verilir. Ama bu kağıt ablama 6 ayda bir verilirdi. Sonra araştırdık ve fabrikanın sigortada işçilere sürekli giriş çıkış verdiğini öğrendik. Sigortasız çalıştırıldığı da olmuş yani. Ayrıca fabrika el değiştiriyor bir dönem ve bundan işçilerin haberi yok.'' İlyas, patlama yaşandıktan sonra fabrika sahibi Yakup Arıkan'ın hala dışarıda olduğunu imza sahibi oğlu Haluk Arıkan'ın ise göstermelik olarak gözaltında tutulduğunu ardından yurt dışına kaçtığını aktardı. İlyas yaşananlarla ilgili şunları söyledi: “Burada o kadar insan öldü kimse cezasını çekmiyor. Bunun neresinde adalet var? Biri rahat rahat gezerken oğlu da

Sendikalı olmak işten atılma sebebi

yurt dışında. Olan geride kalan ailelere ve işçilere oluyor. Kimisi gözünü kaybetmiş, kiminin bacakları işlevini yerine getiremez halde. Şimdi bu insanlar nasıl çalışıp eve ekmek götürecek?”

‘İşçiler makinede bir sorun olduğunu söylemelerine karşın önlem alınmadı’ Fabrikada hayatını kaybeden 2 çocuk annesi Nurten Uyar'ın oğlu Deniz Uyar ise işçilerin makinede bir sorun olduğunu fark edip patrona söylemelerine karşın dikkate alınmadığını belirtti. Deniz şu ifadelerle yaşananları aktardı: “3-4 gün önce teknik servis işten çıkarılıyor. Makineleri kontrol eden kişinin belgesi olması gerekiyor daha sonra alınan teknik servis belgesiz olduğu gibi makine o sırada alarm vermeye başladığında da orada bulunmuyor başkasına işini emanet edip gitmiş.” Devlet tarafından denetlenen ve denetlemeden geçemeyen fabrikada buhar kazanıyla işçilerin çay molası verdiği çadırın yan yana olduğunu ve çadırın orada olmaması gerektiğini belirten Yaşanan patlamanın patronun ihmalinden kaynaklandığını belirten Deniz, şunları söyledi: ''Kazan kolay kolay patlamaz, kazanın altına beton atılır, demirden yatak yapılır ve etrafı

İstanbul Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi yönetimi, Dev Sağlık-Sen’e üye olan 94 işçiyi işten attı İşçilerin birden fazla sendikaya üye olma hakkı, anayasal bir haktır. Ancak işçilere sunulan bu hak, uygulamada bir işlerliği olmayan ve patronların çıkarları olduğu zaman sendikal faaliyetlerin engellenmesi ve yasaklanması biçiminde kendini gösteren ve sendikaya üye olan işçilerin örgütlenmesini engellemek için işten atılmalarıyla sonuçlanan bir işlev görmektedir.

İstanbul Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 2 aya yakın zamandır Dev Sağlık-Sen bünyesinde sendikal çalışma yürüten işçilerin örgütlenmesini engellemek için, onur kırıcı yaklaşımı ve rüşvet teklifleriyle işçilerin mücadelesini engellemeye çalıştı. Her türlü baskıya karşı örgütlenme mücadelesinden geri adım atmayan 4 sendika üyesi işçi, 4 Aralık’ta hastane yönetimi tarafından işten atıldı. 4 işçinin işten atılması üzerine işçiler vardiya değişiminde toplu giriş ve toplu çıkış yaparak hastane yönetimini uyaran eylemi gerçekleştirdi.

çevrili olur ama burada öyle değil, kazanın yatağı bahçe demirlerinden. Çardakta hemen yanında, o sırada iş başında değiller, çardaktayken bir anda patlama oluyor ve çardak işçilerin üzerine yıkılıyor. Sizce burada işçi ihmali olabilir mi?”Bölgeye ilk gelenin itfaiye olduğunu ve fabrikayı kusurlu bulduklarını da ekledi.

‘Kızıma bunu yapanlardan hesap soracağız’ Nurten'in babası Hasan Hüseyin Uyar, kızının bu ihmale kurban gitmesine göz yummayacaklarını belirterek onlara bu acıları yaşatanların cezasız kalmamaları için dava açtıklarını söyledi. Hasan Hüseyin, şu ifadelerle tepkisini dile getirdi: “Evimize geldiler bize başsağlığı dilediler, göstermelik gözyaşı döken de oldu. Kızım 15 sene önce eşinden ayrıldı, benim evimde 2 çocuğuyla bir odada yaşıyorlardı. Evin tüm sorumluluğu onun omuzlarındaydı. Neyimiz var neyimiz yok her şeyi paylaştık. Kızıma bunu yapanlardan hesap soracağız. Avukatımızı tuttuk, cezalarını çeksinler.” Nurten Uyar'ın annesi Havva Uyar ise “Kızım sağ olsaydı başka bir şey istemiyorum. Herkes unutur gider ama biz nasıl unutacağız” diyerek tepkisini dile getirdi.

‘İşe alınana kadar mücadele edeceğiz’ İşten atılan işçiler 8 Aralık’ta işe alınma talebiyle hastane önünde direnişe başlayarak çadır kurdu. Dev Sağlık-İş Sendikası Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ve yönetim kurulu üyeleri de işten atılan işçilere destek verdi. İşçiler adına yapılan açıklamada, çoğu işçinin 10 ila 20 yıl hastanede çalıştığı belirtilerek daha iyi koşullarda çalışabilmek için sendikaya üye olan işçilerin işten atılmasının hiç bir yasal dayanağı olmadığı ifade edildi. İşçiler işe geri alınıncaya kadar mücadeleyi sürdüreceklerini belirttiler


16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

güncel haber

11

İHD: Hasta tutsaklar serbest bırakılsın İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi, her hafta düzenlediği F oturmalarının 143.Haftasında hasta tutsak Aziz Bayın’a özgürlük isterken, İnsan Hakları Derneği (İHD) İzmir Şubesi de hasta tutsaklara özgürlük talep eden bir eylem gerçekleştirdi İnsan Hakları Derneği (İHD) hasta tutsakların serbest bırakılması talebiyle düzenlediği eylemlerine 6 Aralık’ta İstanbul ve Ankara’da düzenlediği eylemlerle devam etti. İHD Cezaevi Komisyonu’nun verilerine göre hapishanelerde şu anda 228’i ağır olmak üzere 553 hasta tutsak bulunuyor. Hasta tutsakların serbest bırakılması talebiyle gerçekleştirilen eylemlere karşın Adli Tıp Kurumları hasta tutsakların tahliye taleplerini reddederek ölümlere davetiye çıkarıyor.

‘Devlet tahliye etmek yerine Edirne F Tipi’ne sürgün etti’ İHD İstanbul Şubesi, hapishanelerde tutulan hasta tutsakların serbest bırakılması talebiyle başlattığı oturma eylemlerinin 143. Haftasında hasta tutsak Aziz Bayın’a özgürlük istedi. Galatasaray Lisesi önünde bir araya gelen kitle, “Tecrit Öldürüyor F Tipi Hapishaneler Kapatılsın Hapishanelerde Ölüm İstemiyoruz Hasta Tutuklular Serbest Bırakılsın” pankartını açarak oturma eylemine başladı. Aziz Bayın’ın

sağlık durumuna ilişkin bilgi veren Neriman Çelik şunları söyledi: “Bayın, mental bozukluk nedeniyle kullandığı 'Diazem Alginaton' adlı iğneler ve kullandığı birçok ilaç nedeniyle ayakta durmakta dahi güçlük çekiyor. Kendi öz bakımını yapamıyor Bayın, yalnız başına yaşayacak durumda değil. İlaçlarını almazsa kendisine ve çevresindekilere zarar verebilir. Devlet, Aziz Bayın'ı tahliye etmek yerine, ailesinin de yakın olduğu Diyarbakır'dan, Edirne F Tipi'ne sürgün etti. İktidarın ileri demokrasi anlayışı budur. Hasta mahpuslar serbest bırakılsın.” Oturma eylemine Kobanê’de şehit düşen MLKP savaşçısı Suphi Nejat Ağırnaslı’nın annesi Nuran Ağırnaslı da katıldı. Eylem sırasında kitle, “Aziz Bayın derhal serbest bırakılsın” , “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganlarını atarak hasta tutsaklara özgürlük istedi.

İzmir’de hasta tutsaklara özgürlük istendi İHD İzmir şubesi üyeleri Eski Sümerbank önünde bir araya gelerek “553 Hasta Mahpus 553 Tabut Olmasın Hasta Tutsakları Derhal Serbest Bırakın Hasta Tutsaklara Özgürlük” imzalı pankart arkasında bir araya geldi. Avukat Ali Aydın hasta tutsaklara ilişkin yaptığı açıklamada, İHD Genel Merkezi Cezaevi Komisyonu'nun verilerine göre 228'i ağır olmak üzere 553 hasta tutsağın bulunduğu ifade etti. Aydın konuşmasına şu ifadelerle devam etti: “Uluslararası sözleşmeleri, yasaları, raporları, istihbarat değerlendirmelerini, kalemleri, kağıtları, dilekçeleri bırakın bir

kenara, cezaevlerinde yalnızlıklarına terk edilmiş, işkenceli idam cezalarına çarptırılmış gibi koşaradım acılı ölümlere yollanan 228 insanımızı istiyoruz. İnandığımız ve kabul ettiğimiz evrensel değerleri paylaşmıyor olabilirsiniz ama inandığınız değerler her ne ise o değerlere atfen, insanlarımızı 228 mum gibi eritmeyin diyoruz." Urfa Akçakale Açık Hapishanesi’nde tutulan astım hastası Ali Çakıcı'nın ardından İzzettin Suluağaç'ın da hayatını kaybettiğini belirten Aydın, "Bir daha cezaevlerinden tabutların çıkmaması için haykırmamız gerekiyorsa haykıracağız. 228 ağır hasta mahpusu, çığlıklarının yankısıyla baş başa bırakmayacağız. Onlar içeride yaşama tutundukça bizler onları cezaevlerinden tabutlarla değil umutlarla alalım diye susmayacağız. Bir tek mahpus daha ölmeden 228 ağır hasta, 228 can serbest bırakılmalıdır” dedi.

Özgürlük mücadelesi sürecek

Ankara’da aralarında DHF’nin de olduğu Hasta Mahpuslara Özgürlük İnisiyatifi tarafından 13 Aralık’ta gerçekleştirilen eylemde, hapishanelerde tutulan hasta tutsaklar üzerindeki baskıların giderek arttırıldığına dikkat çekildi. Sakarya Caddesi’nde bir araya gelen kitle, devletin hasta tutsaklara yönelik saldırıları yapılan basın açıklamasıyla protesto etti. Basın açıklamasında, hasta tutsakların tedavisinin engellenip ölüme terk edilerek çıkarılan yeni yasalarla tutsakların teslim alınmaya çalışıldığı ifade edildi. 2013 yılında 267 tutuklunun hayatını kaybettiğinin belirtildiği açıklamada, ülkemizde toplam 377 hapishanenin bulunduğunu belirtilerek, 41 yeni hapishanenin de yapımına devam edildiği vurgulandı. Basın açıklaması bütün saldırılara karşın hasta tutsakların sesi olmaktan geri durulmayarak devletin hasta tutsaklara yönelik bütün baskılarına karşı mücadelenin sürdürüleceği ifadeleriyle sona erdi.

Madenlerde işçi katliamları bitmiyor Maden sahibi 42 yaşındaki Murat Kandemir ise polis tarafından gözaltına alındı. Kandemir daha sonra mahkemede tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Zonguldak ve Osmaniye’de yaşanan maden göçüklerinde Volkan Kurtoğlu ve Cumali Kodaş adlı işçiler katledildi İşçi katliamlarının en çok yaşandığı iş sahalarından biri de madenler. Gerekli önlemlerin alınmadığı maden sektöründe geçtiğimiz mayıs ayında yaşanan Soma Katliamı’nın ardından madenci katliamları devam ediyor. 6 Aralık’ta Zonguldak’ın Kilimli İlçesi'ne bağlı Gelik Beldesi Dağbaca mevkisinde bulunan madende göçük yaşandı. O esnada madende bulunan Volkan Kurtoğlu ve Tolga B. adlı işçilerden Volkan Kurtoğlu hayatını kaybetti, Tolga B. ise son anda kaçarak göçük altında kalmaktan kurtuldu. Kurtoğlu'nun cenazesinin otopsi yapılmak üzere Zonguldak Atatürk Devlet Hastanesi morguna kaldırılmasının ardından ertesi gün Kilimli İlçesi'nde defnedildi.

Osmaniye’de işçi kaliamı

Manisa’da Kürt işçilere ırkçı saldırı

Osmaniye’de ise Akyar Köyü yakınlarında 17 gün önce açılan Göktürk Krom Madeni’nde meydana gelen göçük sonucu gece vardiyasında çalışan 41 yaşındaki işçi Cumali Kondaç adlı işçi hayatını kaybetti, 25 yaşındaki maden işçisi Ahmet Bilgin ise yaralandı. Göçük meydana geldiği sırada yemek molasında olan diğer 4 işçi ise yara almadan kurtuldu. Yıllardır madencilik yapan 5 çocuk babası

Kondaç ‘ın bir süre işsiz kaldıktan sonra emekli olabilmek için 15 gün önce kaçak olan Göktürk Krom Madeni'nde işe başladığı ve bu ayki maaşını aldıktan sonra işten çıkmayı düşündüğü belirtildi. Öte yandan her zamanki gibi ‘iş işten geçtikten sonra bir şeyler yapıyormuş gibi görünen sistem katliamın üzerini kılıfınca örtmek için ‘soruşturma’ başlattı ve maden savcılık kararıyla mühürlendi.

Manisa’nın Demirci İlçesi’nde ise ülkücü oldukları belirtilen ırkçı bir grubun Kürt işçilere saldırısı sonucu, iki işçi ağır yaralandı. İşçiler Demirci Devlet Hastanesi'ne kaldırılırken saldırılar burada da devam etti. Hastane önünde toplanan yaklaşık iki bin kişilik faşist grup işçileri linç etmeye çalışırken, polis ise her zamanki gibi bir süre saldırıları izlemekle yetindi. Faşistler “Bu Kürtleri bize teslim edin öldürelim” derken Manisa Hükümet Konağı inşaatında çalışan işçilerin, saldırıya maruz kalmaları yetmezmiş gibi içiler bir de il dışına çıkarıldı. Saldırıyı gerçekleştirenlere hiç bir cezai işlem uygulanmadı. HDP Kars Milletvekili Mülkiye Birdane yaşanan saldırıyla ilgili mecliste soru önergesi verdi.


16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

Partinin yeni yönelimini kavr 3. Kongre’nin yeni bir süreç olarak ifade edilmesi yanlış değildir. Yeni süreç tanımlamamızdan öz olarak yeni bir yönelim anlaşılmalıdır. Bütün kastımız budur. Yeni süreç ya da yeni dönem, yeni ya da yenilenmiş bir çizgi ve bütün bu zeminde yeni bir yönelim… Bu içeriğin dışında tarihi kapatıp 3. Kongre başlatma gibi bir çarpık bilincimiz olamaz, böyle bir iddiamız da yoktur Yeni çizgi ve yeni yönelim zemininde anlam bulan yeni süreç vurgumuzun maksadı, parti başta olmak üzere tüm yoldaşların bu süreç veya yeni yönelime uygun donanıp konumlanması gereksinimine dikkat çekmektir. Yönelimin yeni bir niteliğe sahip olması, yoldaşların bu yeni yönelimi kavrayıp özümsemesini gerektirir. Aksi halde ne yeni süreç ne de yeni yönelim hedeflerine ulaşamaz. Bir anlamda yeni yönelimin yeni kadro ve aktivistleri olmak durumundayız. Yeni yönelim kavranmadan uyum sağlanmasının ve dolayısıyla sürecin örülmesinde etkili aktivistler ya da kadrolar olmamız düşünülemez. Bu da yeni sürecin başarısızlığını koşullamaktan başka bir yola çıkmaz.

Teorik seviyeyi yükselterek yeni yönelimi kavrayalım 3. Kongre ve dolayısıyla da partinin yeni yöneliminin kavranması öncelikle devrim iddiasına bağlı olmanın bir zorunluluğudur. Devrim iddiası tabi olarak devrimi gerçekleştirmek üzere yapılan plan-programın ya da belirlenen teorik-politikörgütsel yönelimin kavranarak pratikleştirilmesini gerektirir. Bu temel konuyla birlikte, partinin yeni yöneliminin kavranmasının diğer bazı önemleri yeni yönelimin savunulabilmesi veya karşıt görüş ve eleştirilere karşı savunulabilmesi ihtiyacından ileri gelir. Aksi halde yeni yönelime temelli-temelsiz getirilen eleştiri ve yapılan saldırılar karşısında savunmasız kalmaktan kurtulamayız. Ki son derece hatalı ve çürük zeminde gündeme gelen kimi karşı çıkış ve eleştiriler hepimizce bilinmektedir. İşte bu sakat yaklaşım ve hatalı anlayışların mahkum edilerek etkisizleştirilmesi de 3. Kongre parti yönelimini iyi özümsememizi ve bilince çıkarmamızı gerektirir. Ancak öncelikle dikkat çektiğimiz esas mesele tabii ki daha önemli ve temeldir. Yani 3. Kongre yöneliminin kavranmasının temel nedeni kuşkusuz ki devrimin örgütlenmesine dönük görevimizdir. Diğer konuları bu esasa bağlı olarak ele alıp göğüslemek doğru olandır. Yeni yönelim doğru kavranıp bilince çıkarılmadan ne Halk Kurtuluş Ordusu (HKO)’nu ve onun komutasındaki mücadeleyi geliştirip ilerletebiliriz ne de Partizan Halk Güçleri (PHG) ve onun mücadele alanını geliştirip ilerletebiliriz. Aynı biçimde bu alanlar

dışında kalan kapalı-açık diğer bir dizi örgüt ve mücadeleyi de geliştirip mantıki sonuçlarına ulaştıramayız. Bütün bunlar gerçekleştirilmeden ya da başarılmadan da partinin geliştirilmesi sağlanamaz. Parti yönelimi kavranmadan ne parti geliştirilebilir ne de yeni yönelimi kapsamındaki devrimci görev ve mücadeleler ilerletilebilir… Kuşkusuz ki partinin geliştirilmesinde zorunlu olan bir ayak da ideolojik mücadele sahasıdır. Bu somutta ve aynı zamanda hatalı yaklaşım ve anlayışlara karşı yeni yönelimin temsil edilerek etkin biçimde savunulması anlamına gelir. 3. Kongre sonuçlarının kafadan reddedilmesine ön yargılı tutum olması itibarıyla anlayış gösterilemeyeceği gibi, kongre sonuçlarının, mantığı ve ayrıntılarının kavranmasından kopuk durmak da anlayışla karşılanamaz. Mesele nasıl karşılanacağı değildir elbet. Mesele kongre mantığı ve kararlarının, yani özetle, yöneliminin bilince çıkarılarak etkin biçimde uygulanıp hayata geçirilmesi meselesidir. Bu ihtiyacın bilince çıkarılarak gerekli çabanın gösterilmesi şarttır. Elbette bu kavrayış süreci sonuçların mutlak doğru kabul edilmesi, hatasız görülmesi ve eleştiriden muaf tutulması

anlamına asla gelmez. Bilakis eleştiri zemininde kavramak en sağlıklı kavrama biçimidir. Ancak öncelikler meselesi göz ardı edilemez. Öncelikli olan mesele 3. Kongre yöneliminin esas itibarıyla kavranıp pratikleştirilmesi tutumudur. Bu esasa bağlı kalınarak ve bu zeminde eleştiriler de tabi olarak devrede olacaktır. Burada doğru eleştiri ile hatalı eleştiri yöntemleri arasındaki ayrım çizgisi önem kazanmaktadır. Ve bu eleştiri yöntemindeki nüans aynı zamanda örgüt bilinci ve örgütsel sorunla örgütsel işleyiş, bilinç ve kavrayış sorunları biçiminde de yankı bulabilmektedir.

Parti işleyişini çiğneyip hak-hukuk yanılgısına sapanlar! Örneğin, 3. Kongre sonuçlarının okunmadan ayrılıkçı tutuma dökülen karşı çıkış pratiği hiç bir açıdan masum ve makul değildir. Örgütsel disiplin, işleyiş ve hukuk açısından zerre kadar sağlam zemine sahip olmayan bu yaklaşım-tutum, gerekçe edindiği nedenler açısından da hiçbir haklılığa sahip değildir. Bu zeminde eleştiri ve gerçekleştirdiği saldırılar ise çok daha çürük ve sorumsuzcadır. Somut ya da doğrulanmış bilgiye dayanmadan ve muhatapların görüşleri alınmadan, dedikodu ve


perspektif

ramak ertelenemez görevdir! maları vardır. Bunları kullanmayıp meşru olmayan zeminlerde tartışma yürütmek, dışarıdan muhalefet etme tercihidir. Bunun lafazanlığa boğulması mümkün değildir. Gün kadar açık olan örgütsel disiplin, işleyiş ve tüzük unsurları art niyetle bile çarpıtılamayacak kadar nettir. Dolayısıyla kendine alan açmaya çalışan küçük hesap erbabının sağasola çekiştiren çabaları faydasızdır. Hele hele partiye hakaret etmeyi hüner sayan ucuz poz kahramanlarının bu saygısızlığı onların durumunu tanıtlayandır. Somut anda bir tek devrimci çalışma pratiğinde bulunmayanların devrim iddiası altına sığınarak laf etmeleri kadar uygunsuz bir tutum olamaz. Partiye karşı açık tanımama çağrıları yapacaksın ama partici olmaktan geri durmayacaksın?! Partinin iç sorunlarını-içte tartışılması gereken sorunlarını kamuoyuna yansıtacaksın ama bunu da demokrasi adına-hak-hukuk adına yapacaksın?! Bütün bunlar siyasi ciddiyetten uzak ve sorunlu tipleri eğlendirmeye yönelik yapılan cambazlıklardır. Özellikle devrimcilikte samimi olmayıp yaşam ve yolunu düzen içinde çizenlerin bu türden parti karşıtı faaliyetlerde bulunması, hiçbir dürüstlükte yer edinmedikleri-edinmeyecekleri açıktır. Dürüst olmadıkları gibi, objektif olarak gerici rol-pozisyon almaktadırlar. Zira devrim derdi olmayan ve devrimcilik yapmadıkları-yapmayacakları su kadar berrak olan birçok lafazanın salt partinin burnunu sürtme güdüsüyle hareket edip siyasi laflar etmesi açıklanabilecek olağan bir durum değildir. Uzatmayalım ki, bu nitelikler muhatap alınmayı hak edecek kadar ciddi değildir. ön yargılar üzerine ileri sürülen iddialar veya geliştirilen tutum elbette ki ciddi olamaz. Dahası, örgütsel düzlemde mütalaa edilebilecek ve tartışılması için olanakların bulunmasının ötesinde sorunların tartışılmasına yönelik önerilerin-çağrıların yapıldığı zeminde disiplin ve işleyiş dışına çıkarak partiyi tanımamak parti bilincinden yoksunluktan başka bir şey değildir. Partinin niteliğine uygun olarak biçimlenen örgütsel ilkesi tarafından tayin edilen işleyiş ve disiplini, örgütsel iç sorunların örgüt dışına taşırılmadan örgüt içinde tartışılmasını şart koşar. Bunu çiğneyen tüzük, disiplin ve işleyişi çiğneyerek hukuk dışına çıkmış demektir ki, bunun örgüt tüzüğünde karşılığı bilinmektedir. Kendisine liberalizmi isteyenler istedikleri gibi ve her yerde örgütsel-iç sorunları tartışıp istedikleri gibi konuşma hakkı kendilerine tanımaktadırlar. Ancak onların kendilerine tanıdığı bu burjuva hakkı, parti tüzüğü, disiplin ve işleyişi, hatta kültürü ve bilinci de asla tanımaz. Bu sorumsuzluk parti disiplini karşısında hiçbir savunma kalkanına sahip değildir. Dolayısıyla kendilerini zorlama ve yapay-üretme gerekçelerle izah etmeye çalışmaları nafile çabadır. O halde söylenecek tek söz bunların aldıkları bozucu

ve ayrılıkçı tutumdan dolayı öz-eleştiri yaparak gelip parti içinde sorunları tartışmalarıdır. Bunun ötesinde hayal görmek de düş aleminden çıkmamak anlamına gelecektir. Yine partinin açık muhalefet gruplarını benimseyen anlayışından hareketle, ’’açık muhalefet’’ , “eleştiri hakkı’’ veya “ideolojik mücadele-çizgi mücadelesi’’ adı altında örgütsel disiplin denen olgunun kökten rafa kaldırılması, proleter parti işleyişinin kişi keyfiyetine uyarlanarak sıfırlanması ve böylece ilgili partiyi adeta kaos ve keşmekeşe sürmekle birlikte, partiyi bir fikir kulübüne ve hatta gerçek niteliğinin tam tersi nitelikte bir parti haline getirmeye yönelik parti dışı burjuva liberal anlayışlar da mevcuttur. “Açık Muhalefet’’ adına bağlayıcılık taşınan hukukun, disiplin, işleyiş ve tüzüğün yok sayılması pratiklerine girilmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, parti tüzüğünün sınırlayarak tayin ettiği hak ve özgürlükler dışında hak ve özgürlükler kullanmak pek tabii ki parti tüzüğüyle vb bağdaşmaz. Ama hem bu bağlayıcılığı ve bağlayıcılık bağlamında tüzüğü ortadan kaldırıp, hem de bunu paralel olarak hak-hukuk iddia etmek gülünçtür. Partinin meşru demokratik platform ve mekaniz-

Gönüllü ve bilinçli iradeyle sorumluluklarımıza sarılalım Evet, kısaca değindiğimiz bu bulanık su avcılarının çabalarını boşa çıkarmak için de partinin yeni yönelimini sıkı sıkıya kavramak şarttır. Bu kavrama süreci aynı zamanda pratik süreçle de paralel olduğu için yoldaşların sıkı çalışıp, disiplinli yaşama prensibine uymaları zorunludur. Unutulmaması gerekir ki, düşmanla mücadele dışında diğer tüm mücadele biçimlerinde bizlerin benimseyeceği tek tutum doğru-yanlış mücadelesinde özetlenir. Asla karşıtlarımızın benimsediği hatalı yöntemleri kullanamayız. İkna ve değiştirip dönüştürme hedefi bizlerin tek yöntemidir. Bizlere karşı mücadele edenlere bu hakkı tanımamız demokrasi anlayışımız gereğidir. Tek sorun bunları doğru yöntemlere davet etmektir. Bizlere karşı mücadele etmelerini kabul ederiz ama hatalı yöntemlere başvurmalarını onaylayamayız. Partiyle çatışan her kişi-grup vb, parti disiplinini tanımak kaydıyla partinin meşru platformlarında bu mücadeleyi sürdürmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Tek çağrımız şudur; parti disiplinini tanıyarak parti içine gelip, mücadelenizi parti güvencesi altında sürdürün!


14

güncel haber

16-31ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

Seçimlere doğru AKP-Gülen Cemaati dalaşında basın etabı!

Operasyonun düşünülen en önemli fonksiyonlarından birinin, Erdoğan ve oğluyla birlikte bakanlarının dahil olduğu yolsuzluk gerçeği ve soruşturmasının derinlere itilerek saklanması olduğu söylenebilir Cumhurbaşkanından başbakana, bakanlardan vekillere ve parti örgütlerine kadar bütün AKP camiasının Cemaate karşı keskin bıçak gibi bilendiğine tüm kamuoyu tanık oldu. Bugüne kadarki açıklamalarından, yaptığı tutuklama ve yürüttüğü tasfiye hareketlerine kadar bir dizi pratikle bu çatışmayı yürüttüğü gibi, sözlü değerlendirme ve saldırılar da aynı paralelde eksilmiyordu. Bu eski çatışma sürecinde alenen ifade edilenler Cemaatten ağır hesap sorulacağına işaret ediyordu. Dahası adeta koalisyon durumundaki bu iki eski ortak-müttefik arasındaki kapışmanın sıradan bir çelişki olmadığını herkes biliyordu. Zira paylaşılan ortaklaşılan şey iktidar ve onun olanaklarıydı. Çatışmaya düşülen noktada iktidar imtiyazları veya olanakları, belki de inisiyatif ve otoritesiydi. Dolayısıyla bu kapışma veya dalaş basit bir anlaşmazlık değil, açıkça köklü bir menfaat kapışmasıydı. Dalaşın keskin biçimde dışa vurup köprülerin yakıldığı o günler

her ne kadar bazı yüzeysel zatlar arabuluculuğa soyunsa da sonuç alamadı, alamazlardı da. İktidarın paylaşılması, iktidar olanakları ve gerici çıkarların paylaşılması ve elbette bu ekonomik zemin üzerinde siyasi inisiyatif ve tayin edici güç olma meselesinde patlak veren bir çatışmanın elbette kolay değil, bilakis gerici klikler arasında da kanlı süreçlere neden olan cinstendir. Bu çatışmanın bütünlüklü arka planı ve dayandığı çıkar-nüfuz olma gerekçeleri çatışmayı hırçın çehreye oturmaya aday gösterip esasta o mecrada seyretmesine yol açarken, “dostun dostu’’ arkadan hançerlemesinin acısıyla duyulan kinin yankısı olarak gündeme gelen intikam yeminleri de bugünkü gelişmeleri ve bağrında mevcut halini aşma çelişkileri barındıran saldırı-tasfiye-bastırmaezme sürecinin yaşanacağını açıkladığı için, elbette basına yapılan operasyon ve gözaltılar şaşırtıcı ve sürpriz değildir. Ancak, operasyonun basın ayağına çekilmesi tahammülün ne kadar tükendiğini, intikam arzusunun ne kadar güçlü olduğunu, ihanet ve arkadan hançerleme duygusuyla ne derecede büyük acının duyulduğunu gösterir. Öte taraftan bu uğurda teşhir olmanın, önemli tepkilerle karşılaşmanın, iktidarın zor durumda kalmasının ve daha birçok şeyin göze alındığını da göstermektedir. Zira basına operasyon çekmek sıradan bir operas-

yon değildir. TV ve gazetelere baskınlar yapıp nispeten geniş tutuklamalara girilmesi, kolay yapılacak bir operasyon türü değildir. Ama bütün bunların göze alındığı açıktır. Bu kadar kritik bir operasyon, süreç açısından da anlamlı ve kritiktir. Önümüzde genel seçimler varken, basına yönelik operasyon yapıp, geniş gözaltı veya tutuklamalara girişmek olağan koşullarda akıl karı değildir. Ancak anlaşılmaktadır ki, genel seçim süreci AKP camiasını harekete geçiren esas nedendir. Yolsuzluk soruşturmasının yıl dönümüne getirilmesi basit bir intikamcılıktan başka anlam taşımaz. Operasyonun bu döneme denk getirilmesi seçimlerle bağlantılı bir kurgudur.

Seçimlerde basının oynayacağı rol etkilidir Cemaatin seçim öncesi belli yönelimleri sezildiği için bu yönelimin boşa çıkarılması adına bu süreçte böylesi bir saldırı gerçekleştirilmiş olabilir. İkinci olarak (ki bu daha da akla yatkındır), cemaatin seçimlerde etkin rol oynayamaması ve aynı zamanda yolsuzluklarla ilgili meselelerde seçim öncesi rol oynamaması için cemaate operasyon bu dönemde çekilmiş olabilir. Cemaatin basın koluna yönelik operasyon yapılması, bu alanın seçimler öncesi teşhir yapma ve propaganda yürütme araçları olarak rol oynayan alan olmasından ileri geliyor. Seçimlerde basının oynayacağı rol elbette etki-

lidir. İşte bu etkinin kırılması operasyon tarihi açısından bir neden olabilir. Ancak operasyonun düşünülen en önemli fonksiyonlarından birinin, Erdoğan ve oğluyla birlikte bakanlarının dahil olduğu yolsuzluk gerçeği ve soruşturmasının derinlere itilerek saklanması olduğu söylenebilir. Gündem değiştirme politikası ise klasik burjuva siyasettir. “Bir taşla iki kuş vurma’’ esprisi tam da bu özgül için geçerlidir. AKP iktidarının diğer amaç ve kaygılar temelinde geliştirdiği saldırı aynı zamanda gündemi değiştirmeye de özellikle hizmet etmektedir ki, bu bir taşla birçok kuş vurulduğu veya vurulmaya çalışıldığını gösterir. Bilindiği gibi CHP, AKP iktidarı ve bakanları vb tarafından “torpille işe’’ alma vukuatlarını isim isim ve belgelerle deşifre ediyordu. Bu, AKP iktidarını son derece rahatsız eden gelişmeydi. AKP’nin gizli bir yüzünün daha alenen deşifre edilmesi, bunun özellikle seçimler öncesine denk gelmesi ve yolsuzlukların değirmen taşı gibi AKP’nin boynunda asılı duruyor olması realitesi düşünüldüğünde, AKP’nin rahatsızlığı anlaşılmış olacaktır. AKP açısından hiç de atlanabilecek bir durum olmayan bu konunun gündemden düşürülüp unutturulması da operasyonun isabetli bir zamana sığdırıldığını gösterir. Gelişen bu sürecin dikkate değer bir unsuru da Fuat Avni’nin performansıdır. Operasyonları bir biçimde deşifre ederek


güncel haber

16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

engelleyici rol oynama, mesaj verme ve AKP’yi paniğe sürüp daha da kışkırtma gibi amaçlarından söz edilebilir bu performanstan. Fuat Avni’nin operasyonu önceden deşifre etmesi, AKP’nin çok gizli planlarının açığa çıkarılabildiği, dolayısıyla da dinleme veya kontrol mekanizmasının devrede olduğu açık bir mesaj ve gerçeklik olarak ortaya çıkıyor Fuat Avni nasıl okunmalı sorusuna gelince, bu dinleme ve kontrol etme gücünün salt cemaat çerçevesinde olmadığı, tersinden daha çok emperyalist güçlerin, bu anlamda istihbarat örgütlerinin devrede olup bu ‘’meziyetleri’’ sergilediği açıktır. Fuat Avni bu misyonu temsil eden bir rumuzdur o kadar. Bütün bunların yanında altı çizilmelidir ki, Fuat Avni performansı bu çatışmanın karşılıklı bir zeminde ilerleyeceğidir. AKP’nin operasyonları bir çırpınış ve karşı atak geliştirme gerçeğini de ifade ediyor denebilir. Yine gelişmelerden yola çıkarak söylenmeli ki, AKP iktidarı baskı ve terör estiren faşist bir diktatörlük portresi-gerçeğini gösteriyor. Burjuva da olsa basına yönelik operasyon ve tutuklamalar yapması baskı ve korku yayan bir saldırıdır. Çıkarmak istediği iç güvenlik vb diğer yasalarla bu faşist baskı diktatörlüğünü pekiştirirken, Cemaate yönelik yapılan bu basın operasyonları da aynı zeminde cereyan eden gelişmelerdir. Cemaatle düşülen çelişki ve çatışmada özel bir dava güdülse de baskı ve terör saldırılarıyla toplumu korku iklimine sokma, seçimlerde belli avantajlar sağlama gibi arzular AKP’nin planlı saldırılarının belli gerekçeleridir.

Burjuvazinin çıkar dalaşına taraf olamayız Evet AKP faşist diktatörlüğünü katı despotik yönetimle perçinlemeye çalışıyor ve bu operasyonlar da dahil genel uygulamaları bunu açıkça gözler önüne seriyor. Her ne kadar Yavuz Bingöl gibileri milletvekilliği vb çıkarlar karşılığında satın alınıp AKP yardakçılığı ilgili belli kesimler geliştirilse de AKP’nin faşist saldırılarını yoğunlaştırarak mutlak otorite ve diktatörlük peşinde olduğu gün gibi ortadadır. Fakat AKP’nin bu faşist saldırıları

bizleri AKP karşıtlığı adına başka burjuva klik, odak ve partilerin peşine takılmamızı ya da onlarla bu vesilelerle birleşmemizi gerektirmez. Samanyolu TV, Zaman Gazetesi’ne yönelik operasyon ve gözaltılarla yaşanan mevcut süreç, AKP’nin faşist karakteri ve uygulamalarına karşın, gerici-faşist odaklar ya da güçler arasındaki bir dalaş ve bir çatışmadır. AKP’nin çatıştığı ve operasyon yaptığı kesim AKP’den daha olumlu, daha iyi değil, bilakis aynı kökene sahip gerici-faşist bir odaktır. Dolayısıyla burjuvazinin kendi arasındaki dalaşta-çatışmada taraf olamayacağımız gibi, somutta da cemaatin yedeğine düşemeyiz. Basına saldırı adı altında gerici güçlerin dalaşında taraf olamaz ve onların çıkar davasında herhangi birileri lehine taraf olamayız. Sosyalist basına yönelik saldırı, yasak ve faşist saldırılar gerçekleştirilirken bu güç ve kesimler faşist saldırıları basına saldırı olarak değerlendirip sahip çıkmadı. Bilakis bu güç ve odaklar faşist saldırıların, baskıların başını çeken erkler olarak görev alıp rol oynadı. Şimdi aralarındaki çatışmadan dolayı mağdurları oynayıp basına saldırı altında geniş kesimleri yedekleme oyununa-taktiklerine düşülmemelidir. CHP ve benzeri çevrelerin sahiplenilmesi klikler arası iktidar dalaşından başka bir şey değildir. Elbette basına yönelik tüm saldırı ve baskıların karşısındayız. Ne var ki, gelişmelerin arka planını iyi tahlil edip, açık gerçeği görerek tavır takınmak en doğrusudur. Basına yönelik faşist saldırılara karşı çıkmak cemaatle ortaklaşmaya eşittir demek değildir. Ya da AKP’nin faşist saldırılarını teşhir etmek ve onlara karşı mücadele etmek AKP’nin gerici çıkarlar üzerine çatıştığı başka bir gericilikle birleşmek vb olarak yorumlanamaz. Tavrımız sınıf tutumunun dışında olamaz. Burjuvazinin kılıf ve peçeler kullanarak oynadığı senaryolara değil, asıl gerçeğe göre tavır almalıyız. Gerici ve bilumum burjuva güçlerin dalaşında taraf olmamız düşünülemez. “Basın sorunu, demokrasi sorunu, hukukadalet sorunu’’ olarak burjuvazinin çeşitli kesimlerince piyasaya sürülen manipülasyonlara kanarak burjuva çıkar dalaşında taraf olamayız.

15

'Üniversite ve cami birbirinden ayrılamaz' Liseleri ve üniversiteleri her geçen gün bilimsel eğitimden uzaklaştırmaya çalışan AKP ve onun gerici kadroları 'her üniversiteye bir cami' projesi kapsamında Bingöl Üniversitesi'nde cami açılışı gerçekleştirdi. Açılışa katılan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez üniversite ile caminin birbirini tamamlayan iki kurum olduğunu söyledi Üniversitelerdeki anti-bilimsel, anti-demokratik uygulamaların ardı arkası kesilmiyor. Üniversiteleri tarikat ve cemaatlerin pençesine bırakan faşist AKP iktidarı, bugün de üniversiteleri bilimsellikten uzaklaştırarak düşünmeyen, sorgulamayan, eleştirmeyen bir gençlik yaratmaya çalışıyor. Zorunlu Osmanlıca dersleriyle, üniversitelere inşa ettiği camileriyle ve okullarda beslediği gerici kadro ve çeteleriyle üniversiteleri medreselere çevirmeye çalışan faşist devlet, yürüttüğü bu politikalarını üniversitelerde emin adımlarla ilerleyerek uyguluyor. Bu politikalar kapsamında Diyanet’in her üniversiteye cami projesi adı altında açılışını gerçekleştirdiği Bingöl Üniversitesi’nde konuşan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, üniversite ile caminin birbirini tamamlayan iki kurum olduğunu söyledi. Görmez konuşmasında şunları söyledi: “Üniversitelerde mabet, cami ve üniversite tarih boyunca bütün medeniyetlerde birbirinden ayrılmaz iki önemli müessesedir. Biri toplumların, milletlerin aklını besler, aklının önünü açar, diğeri de kalbin önünü açar. Üniversite ile mabedi ayırdığınız zaman akılla kalbi, vahiy ile aklı, kitabın ayetleri ile kainatın ayetlerini birbirinden ayırmış olursunuz. Tabiatta, kainatta ve insanda bütünlük ve birlik için üniversite ile mabetin birlikte olması gerekir. Ülkemizde, tarihimizde üniversitelerimizin içinde bugüne kadar mabetlerin olmayışı bir eksiklik olmuştur.”


16

güncel haber

Yunanistan’da Ramonos kazandı

Üniversitede öğrenim hakkı için açlık grevine başlayan Yunan anarşist Nikos Romanos, direnişinin 31. Gününde devrimci dayanışmanın etkisiyle kazandı Yunanistan’da polis kurşunuyla katledilen 15 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos’un yakın arkadaşı ve katliamın tanığı olan 20 yaşındaki Nikos Romanos, 2013 yılında banka soygunu nedeniyle tutuklanarak 15 yıl hapse mahkum edildi.

Para ödülünü reddederek öğrenim izni için açlık grevine başladı Eylül ayında, hapishanede üniversite sınavlarını kazanan Nikos Romanos, Adalet Bakanı tarafından kendisine verilen 500 avroluk ödülü reddetti. Yunan devletinin hapishanelerdeki öğrencilere dersleri takip etmeleri için eğitim izni vermediğini ve yaptığı bütün başvuruların cevapsız kaldığını belirten Romanos, 9 Kasım’da açlık grevine başladığını açıkladı. Sağlık durumunun kötüleşmesi üzerine hastaneye kaldırılan Nikos Romanos’a mahkemece Türk devletinin de ölüm orucuna devam edenlere uyguladığı zorla besleme kararı alındı. Zorla besleme kararını etik bulmayan hastane doktorları, mahkeme kararına direnerek kararı uygulamadı. Romanos' un açlık grevi direnişini desteklemek için Yunanistan'da birçok devlet kurumu işgal edilirken, ülkenin birçok şehrinde binlerce kişinin katılımıyla destek ve dayanışma yürüyüşleri düzenlendi.

Alexis ve Berkin Atina'da yan yana Aleksis Grigoropoulos' un polis tarafından katledilişinin ölüm yıldönümü olan 6 Aralık'ta Romanos' a destek ve dayanışma yürüyüşleri on binlerce kişinin katılımıyla doruğa ulaştı. Aynı gün Atina'da düzenlenen eylemlerde şehir merkezindeki Stadiu Caddesi’nde Berkin Elvan ile Aleksis Grigoropoulos' un fotoğraflarının yer aldığı bir pankart da asıldı. Ortasında “ Katil devlettir” yazılı pankartta Berkin’in fotoğrafı altında “Kardeşimsin Aleksis”, Aleksis’in fotoğrafı altında da “Kardeşimsin Berkin” denildi. Açlık grevinin 30. gününe kadar 20. 5 kilo kaybeden Nikos Romanos'un 31. günde su içmeyi de kesip, ölüm orucuna başlamasının ve giderek artan destek ve dayanışma eylemlerinin ardından o güne kadar Romanos'un taleplerini göz ardı eden Yunan hükümeti, yeni bir halk ayaklanmasından korkup geri adım atmak zorunda kaldı.

Elektronik kelepçeyle eğitim 10 Aralık'ta açlık grevinin 31. gününde mecliste oylamaya sunulan, hapishanede bulunan öğrencilerin elektronik kelepçeyle dersleri takip etmesiyle ilgili kararnamenin kabul edilmesinin ardından Nikos Romanos açlık grevine son verdi. Kazanan bir kez daha devrimci irade ve devrimci dayanışma oldu.

16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

Türkiye Cumhuriyeti ve Halkların bir tarihi ve dili aranacaksa Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim topluluklarının; Êzidi, Süryani, Keldani, Rum, Ermeni, Pontus, Kürt, Çerkes, Laz, Romen, Arap vb vd lerinde aranmalıdır. Baba İshaklar, Şeyh Bedreddinler, Celaliler, zulüm ve sömürü sistemleriyle boğuşan ve onlara karşı savaşan yoksul köylülerin içerisinde aranmalıdır Osmanlının bir devamı- ardılı olarak ortaya çıkan TC tarihinde yukarıdan aşağıya devletin erkanında sürekli Osmanlı hayaleti dolaşmıştır. Bu durum özellikle AKP iktidarıyla adeta 3. Meşrutiyet ilanı gibi daha da güncellenmiştir. Türk İslam bayrağı altında Türk devleti şimdi daha da köklerine sahip çıkmakta ve “Yeni Türkiyelileşme”ktedir. Oysa dün de aynı şekilde köklerine sahip çıkarak tüm alanlarda tekleştirmeye girişilmemiş miydi? Şimdiki olan da bu ideolojik politik çizgi ve yönelimden temelde asla farklı değildir.

Emperyalistler ve değişmeyen statüko: Faşizm Bir kere baştan şunu ifade etmek isteriz. AKP iktidarının ekonomik alt yapıdan üst yapının tüm kurumlarına kadar bütün politikaları, uluslararası emperyalist sermayenin şimdiki dünya koşullarındaki derinleşmesi ve merkezileşmesi temelinde doğrudan bununla ilgili olarak gerçekleştirilmektedir. Anlaşılması açısından uluslararası emperyalist sermaye mesela o günkü verili koşullarda nasıl Atatürk ve Kemalizm’i yarattıysa, 12 Eylül askeri faşist cuntasıyla Evren’i yarattıysa bugünkü objektif verili koşullarda da AKP ve Erdoğan’ı yaratmıştır. Yarın da başkasını ya-

politikaları ekseninde gelişmektedir. Tabii ki “Yeni Türkiyelileşme’’ argümanıyla kendi ta16 rihsel köklerine daha fazla dayanmanın yönelimi içerisinde olacaklardır. Her şeyden önce Erdoğan, üslup- tarz meselesinden başlamak üzere görev ve yetkilerinden tutalım da daha birçok hususta eleştirilere neden olmuştur. Ancak önemli bir noktanın belirtilmesi gerekmektedir ki tekçi faşist devletin tepesindeki zatın tabii ki kendi egemen sömürücü sınıfsal karakterine göre bir tarih tasavvuru ve buna yedirecek bir içerikle savunu yapması gayet doğal ve anlaşılır bir durumdur. Aynı şekilde buna yedeklenmiş kahyaların ya da saray yavuklularının olması da bir o kadar gerçektir.

Bugünün saraylısından inciler Tekçi faşist devletin yeni Cumhurbaşkanı Ankara’da gerçekleştirilen 5. Din Şurası’nda “isteseler de istemeseler de bu ülkede Osmanlıca öğrenilecek ve öğretilecek’’ diyerek yeni bir tartışmanın yaratılmasına yol açtı. Bu yönelimin hiç kuşkusuz tarihsel kökleri ve temelleri söz konusudur. Kapitalist batı dünyasının oyuncağı ve adeta yaşayan ölü haline gelen Osmanlı’yı “kurtarma’’ adına aynı emperyalist kapitalist devletlerin kumandasında hareket eden JönTürkler ve İttihat Terakkici ve onun tamı tamına nitel bir devamı olarak Kemalizm, CHP ve bugünlere kadar uzanan tekçi faşizmin durumunu AKP iktidarıyla şimdi daha da anlamaktayız. Osmanlı ve onun devamı TC’nin günümüze kadar uzanarak devam eden egemen sömürücü sistemlerindeki bütün yaşananlar, çeşitli siyasi kamplaşmalarla aslında emperyalist efendileri tarafından ağızlarına verilen sakız ve önlerine konan oyuncaklardan ibarettir. Zira emperyalist kapitalizm, bağımlılaştırdığı tüm ülke rejimlerini de kendine göre dizayn etmektedir.

ratacaktır. Dolayısıyla uluslararası emperyalist sermayenin derinleşmesi ve merkezileşmesine uygun olarak tamamen kendi ihtiyaçları temelinde Türk devleti dizayn edilmekte, ediliyor, edilecektir de. Bu temelde tekçiliğinde Türk İslam bayrağı altında yeniden inşa edilmesi babında kullanılan argümanlar ve gerçekleştirilen politikalar söz konusudur. AKP iktidarının Osmanlı’ya öykünmesi de bundan ibarettir. Ne ki Topçu Kışlası da şimdiki Osmanlıca mevzusu da tamamen bununla ilgili olarak gelişmekte, yan, uluslararası emperyalist sermayenin ekonomik

Mesela Akif Beki, Ethem Mahçupyan, A. Kadir Selvi, Yavuz Bingöl vb gibi. Anlaşılmayan ve yadırganması gereken ise ezilen ve sömürülenlerin sanki Osmanlı saray egemenleri ve eşrafının kullandığı Osmanlıcayı kendi dilleri ve tarihi olarak tasavvur etmeleridir. Bu anlamda Osmanlının ölen dili zorunlu bir ders olurken bizzat somut ve güncel olarak yaşayanların dili ise tam bir keşmekeşlikle kültürel soykırımcı devlet tarafından kökten ve temelli olarak yasaklı halleri devam etmektedir. Kürtçe, Süryanice, Zazaca, Lazca vb kadim dillere tekçi faşist devletin yaklaşımı orta yerde durmaktadır.


16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

17

Osmanlıcılık Bu kadim dillere ve topluluklara en büyük zulüm kültürel soykırımdır ve bu soykırım dozajından hiçbir şey kaybetmeden bugün de devam etmektedir. İktidarından muhalefetine Türk egemenleri her açıklamasında “tek dil, tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan’’ şeklinde sürekli tekelci ve imtiyazlı statükosunu tek tek vurgulamakta hiçbir sakınca görmemektedir. Hem de tüm kökleriyle daha stratejik ve kapsamlı olarak. Hem de Türk İslam sentezli tekçiliğin yeniden üretimi konseptiyle.

Kadim halkların dilleri kültürleri yasaklanmakta ve inkar edilmektedir Zira bu noktada bizzat Osmanlı toplumsal sistemi- boyunduruğu altında yaşayan ezilen ve sömürülen toplumların kendi dili de tarihi de bambaşka bir yerde durmaktadır. Bu durum itibariyle eğer halkların bir tarihi ve dili aranacaksa Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim topluluklarının; Êzidi, Süryani, Keldani, Rum, Ermeni, Pontus, Kürt, Çerkes, Laz, Romen, Arap vb vd.lerinde aranmalıdır. Baba İshaklar, Şeyh Bedreddinler, Celaliler, zulüm ve sömürü sistemleriyle boğuşan ve onlara karşı savaşan yoksul köylülerin içerisinde aranmalıdır. Yoksa sınıfların ortaya çıkışı ve bu sınıf farklılıkları ve sömürü- zulümlerle birlikte bugünlere kadar uzanarak gelişen tarihsel süreçlerde ezen ve sömüren sınıfların kendilerinin yarattığı çirkin ve vahşi tarihleri ve dillerinde aranmamalıdır. Dolayısıyla her şey elitlerin çıkarı ve ihtiyaçları üzerinden gündemleştirilmektedir. Algı yönetimi- denetimi üzerinden manipülasyonlar yaratılarak elitlerin çıkarlarına hizmet etmesi için kullanılmaktadır. Şimdiki durumda ise Osmanlıca’nın öğretilmesi ve öğrenilmesi adı altında millete özgüven aşılanamadığı için bütün saldırıların ulusal ve uluslararası ölçekte de devam ettiği vurgusu yapılmaktadır. Traji komik olanı ise uluslararası emperyalist devletlerin oyuncağı haline gelen bir devletin tepegözünün ulus- devletine özgüven aşılanamamasından bütün bunların ileri geldiğini dillendirmesidir. Emperyalist kapitalizm öyle bir vahşi kapitalizmdir ki bizzat kendisinin yarattıklarını kendisine karşı kullanıyor görüngüsü altında egemenlik sistemini sürdürme ve ikame etme becerisine sahip olmasıdır. Bunun için papalığı da aynı şekilde kullanmıyorlar mı? Zira göreve getirilen şimdiki durumdaki papa, bütün kötülüklerin temelinde kapitalizmin olduğunu ifade etmekte hiçbir sakınca görmemektedir. Dolayısıyla uluslararası emperyalist sermayenin statik değil gayet dinamik bir olgu olarak adeta lastik gibi oldukça esnek bir niteliğe sahip olduğunu

da belirtmek isteriz. Emperyalist kapitalizm, kendine bağımlılaştırdığı devleti yukarıdan aşağıya şekillendirmektedir. Bu öyle bir şekillendirme ki her bir parçasını sürekli değiştirerek kendine göre yeniden ve yeniden dizayn etmektedir. Bu bütünsellik içerisinde uşak rejimlerin her bir dönemdeki stratejik uşak klik temsilcileri bağıra dursunlar işleyiş bu şekilde sürgit devam etmektedir. Dönemsel uşak klikler, onların partileri, temsilcilikleri ve sözcüleri kendi derdine düşseler de uluslararası emperyalist sermayenin dinamik bir olgu olarak işleyişi devam etmektedir. Uşaklar Osmanlıca ve zorunlu din dersi üzerinden kendi şahdamarlarının koparılmasına karşı gelme çabası içerisinde oladursunlar emperyalist efendilerinin çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre çarklar işleyecektir. Hangi dönemsel ekonomik politikalar ön görülüyorsa onlar hayata geçirilecektir, geçiriliyor da. Burjuva medeniyetçi paradigmanın düşünce, felsefe, tarih, kültür, çizgi, din, ideoloji, siyaset vd alanlardaki yeniden üretimi bilinmeli ki kıymeti kendinden menkulden öte bir anlam ifade etmemektedir. Zira ezilen ve sömürülenlere kattıkları ya da onların hizmetine sundukları hiç ama hiçbir şey söz konusu değildir. Olması da düşünülemez ya da tasavvur edilemez.

Tekçi asimilasyon ve inkar politikalarına inat mücadele Hakim sömürücü sınıflar sadece acı kuvvetle de yönetmemektedirler, aynı zamanda yaşayanların ölü gelenekleri ve ağırlığıyla da yönetmektedirler. Bu bağlamda kendi tarihsel köklerine sahip çıkarak sömürü çarkını döndürmede oldukça ustalaşmış bir avuç- elit sömürü sınıflar hükmettikleri toplumları da bu tecrübeler üzerinden zamanın ve dönemin ruhuna uygun olarak yönetmek için alabildiğince manevra kabiliyetine sahip olduklarını göstermektedir. Türk İslam sentezli tekçi faşizmlerini de bu eksende yeniden üretim sürecine göre dizayn ettikleri anlaşılmaktadır. Bütün bunlara karşın konumuz özgülünde Maoist Komünistlerin 3. Kongresi’yle ulaşılan seviyeyi ifade ederek son söz yerine şunu ifade etmek isteriz: Resmi her bir millet, dil, inanç, tarih, düşünce imtiyazına ve tekeline karşı sınıfsız ve sömürüsüz bir yaşama yürüyen tam hak eşitliği ve komünizme kadar devrimleri sürdürelim. Bu bilinçle; tüm sınıf farklılıklarına, bunların dayandığı bütün üretim ilişkilerine, bu temelde yükselen tüm gerici değer ve geleneksel fikirlere karşı devrimleri sürdürmek için sosyalizme, Sosyalist Halk Savaşı’yla yürüyelim.

YÖNELİM

≫ kazım cihan

SÜNNİ ‘ŞUR’ALI MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETİ

K

emalist Türk ulus egemenleri devletinin, İslam merkezli Müslüman Türk Cumhuriyeti şeklindeki (öz aynı) restorasyonu stratejik hamlelerle derinleşerek sürüyor. Artık çözülemeyen şifreler yok, her şey aleni... Müslüman Osmanlı milleti bayrağı altında, ezilen ulus-milliyet ve inançları kaynaştırma konseptinin stratejisi, Panislamist içim olan “yeni” Osmanlı stratejisidir. Sünni hegemonyanın merkez üssü olarak, İslam’ın kılıcı Osmanlı yayılmacılığının karargahı Türkiye Cumhuriyeti, IŞİD-El Nursa- Müslüman Kardeşler gibi cihatçıların kurmayı rolüyle şimdiden stratejik derinlikli iflaslarıyla, çaresiz hamleler içindedir. İcraat edilen Tayyip-El-Rezilistan Sultasıdır. Sünni fundamentalist bu enternasyonal seferberlik, Yeşil İslam ekonomi, yargı-yürütme-ordupolis bürokrasisinin de, sermayelerinin yeniden üretimi için genişleme ihtiyacından ötürü elzem olan ve kendisi de bir üretim aracı olan bilgide tekeli elinde bulundurmakta, ideolojik-politik kültürel hegemonyada Osmanlıcılığı elzem görmektedir. Davutoğlu’nun AK-Parti Eskişehir Kongresi, bunların stratejilerinin özlü bir sentezidir. Kongre logosu, “Abdülhamit’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” aforizmasıyla, ecdatlarını-miraslarınıyaptıklarını ve yapmak istediklerini “Yeni Türkiye” devletlülerinin ne olduğunu anlatmaktadır. Sünni egemenlikli Türk totaliter-kapitalist -faşist devleti tahkim etme operasyonu, her cephede sürdürülmektedir. RTE sultanlığı, hırsızlar cumhuriyetinin meşruiyeti için cahillik vazgeçilmez etkin bir silahtır. Şuralar dedikleri bir danışma-tartışma-tavsiye platformları değil, padişah fermanlarının planlama kürsüleridir. Biatçı İslam Türk toplumlarının terbiye mühendisliğidir. Tekçiliğin “yeni” üretim atölyeleridir bahsi geçen şuralar.19. Milli Eğitim Şurası da bunlardan biriydi. Din şurası, Anadolu kaplanları, “Açılım” şuraları aynı zincirin halkalarıdır. Gerici-dinci-ırkçı-faşist asimilasyoncu eğitim, yandaş eğitim ve “sendika”larının desteği vizyonlarıyla pazara çıktı. Akılbilim-yaratıcı-sorgulayıcı-eleşti-

rel bilgi ve eğitime karşı, öncekilerinin devamı olarak 19.Şura, genel çizgiyi somutlaştırdı. Politik-İslam stratejisinin eğitim alanında ulema eğitip-terbiye etme talimi... Eğitim, T.C.’de her zaman ya Türkçü ya da İslam ve de Türkİslamcı askeri bir talim-terbiye olageldi... Zaten yönlendiren-izleyen talim-terbiye kurulları her zaman resmen mevcut olmuştur. 19. Eğitim Şurası, İslam Türk devlet kararlılığını teyit etti. Burjuva karma eğitime, burjuva laisizme bile yer verilmeyeceği kararlılığı, kızlı-erkekli öğrenime çekilen İslam kılıcıyla gösterilmişti.. Devam denildi.. Zorunlu din derslerini ana okullara kadar yayma planlarıyla yaşamı dinsel tekleştirme azmi yenilendi. Diyanet, eğitimde yüz bini aşan gönüllü imamlar ordusuyla tahkim edildi. Aynı faaliyetler, SelçukluOsmanlı hasreti Ak-Saray’lı mimariyi genelleştiren, odaları devreden çıkararak rant-talan düzenini meşrulaştıran, doğa katliamcı ataklarla sürmektedir. Dinsel vahşi kapitalizm bu atılımlarıyla, HESleri MİT-IŞİD koordinatörlüğündeki Sünni yayılma savaşlarını, çözüm ve açılım dedikleri Ak Saraylardaki haram sofralarını, müzakere oyunlarıyla, Kürtleri-Alevileri-Ezidileri-Romanları, devletçi manipülasyonlarla oyalamakla birlikte götürme taktiğini de ihmal etmemektedir. Zihinsel-bedenleri tutsak eden YÖK’le sömürgeleştirilmiş üniversiteler, “terörle mücadele” yasalarıyla, yasalaştırılmış sıkıyönetimlerle, kadın-erkek fıtratta eşit değil fetvalarıyla bir ganimet-köle-karı haline getirilmiş kadına dayatılan eril erkek düzen ve iktidarlara rıza göstermeleri ideolojik hegemonyalarıyla Müslüman Yeni Türk Devleti iş başındadır.. İslamcı ve Türkçü egemen bloklaşmanın her ikisi de tekçidir. Hitler-Mussolini-Kemal “laik”liği, ulus devlet medeniyetçiliğiyle birlik kulvarı tuzaktır. Kitleler fundamentalist ve bu tarih kıskacının dışına komünist çizgiyle çıkabilir, çıkmalıdır.


18

güncel analiz

16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

Sünnİ Türk İslam konseptlİ zorunlu

dİn derslerİ kabul edİlemez! Alevi, Hıristiyan, Yahudi vd tüm ezilen inanç gruplarına yönelik baskılara tam hak eşitliğiyle meydan okuyan, hiçbir dile, millete, inanca, mezhebe özel imtiyazı kabul etmeyen Maoist Komünistler, özgül programlarla ezilen inanç kesimlerinin Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı meşru demokratik taleplerini destekler, dine inanan ve inanmayanların özgürlüğünü savunur Kısa bir süre önce 19. Milli Eğitim Şurası’nda zorunlu din derslerinin ilkokul 1. sınıfa kadar indirilmesi kararı, Türkiye- Kuzey Kürdistan’da her kesimin tartışmasına yeni bir boyut kazandırmıştır. Zira malumun ilanı bu şurada da bir kez daha kendini gösterdi. Yüzyıllar ve on yıllarca direnen ve mücadele eden ilerici ve devrimcilerin tüm inançlara saygı ve demokratik eşitlik bilinci ve ufkunun ne kadar da haklı olduğu yine kendini bu somut gelişmede de göstermiş oldu. Bu şura öncesi ve sonrası zorunlu din derslerinin kaldırılması istemiyle mücadele daha da ilerletilmelidir. Öteden beri “muassır medeniyet’’ argümanıyla tutturulmuş giderken aslında hep tek kimlik yaratmanın politikaları uygulanagelmiştir. “Muassır medeniyetlerine’’ de eğitimle ulaşacaklardı. Oysa T.C.’nin bugüne kadarki tüm eğitimi “tek kimlik’’ yaratma dışında bir işlev görmemiştir. Eğitim sistemi ve içerisinde önemli bir yer tutan zorunlu din dersi meselesi, asimilasyon ve kültürel soykırımın çok özel bir parçası olarak ele alınıp uygulanmaktadır. Tıpkı diğer ana dillerin ve inançların yasaklanması gibi. Komünistler, milliyetler, Türkler, Kürtler, Ermeniler ve ezen-ezilen inanç grupları sorununda asla Türkçü, Kürtçü, Sünnici, Alevici vb şekilde ulus- devletçi ve herhangi bir inanç merkezli bir anlayışa sahip olamaz. Bu anlamda ulus- devlet cumhuriyetçisi kapitalist paradigmayı reddeder ve ona karşı mücadele etmekten geri durmazlar. Bu bilinçle komünistler, ezilen ulus, inançlar, azınlıklar ve her bir konudaki problemleri tam hak eşitliğiyle göğüsleyen Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bayrağını yükseltir. Komünistler, resmi her bir millet, dil, inanç, tarih, düşünce imtiyazı ve tekeline karşıdır. Komünist devrimci çizgi, çelişkilerin her bir özgülde aldığı biçim ve özgün niteliğinin ortaya çıkardığı özgün görevleri de özel görevler olduğu sorumluluğunu kavrayarak hareket eder.

AKP iktidarını pekiştirmek için çeşitli hamleler yapmaktadır Selçuklusundan Bizansına, oradan Osmanlı

ve devamcısı T.C.‘sinden bugünlere kadar zorla kimlik inşa etme süreci durmaksızın devam etmiştir. İstenmemesine karşın Alevi köylerine zorla cami yapımlarından tutalım da kültürel soykırım politikalarının nasıl da kapsamlı ve stratejik olarak yürütüldüğü bugünün de gerçekliğidir. Kuvvetli ve imtiyazlı tekçi inanç merkezli politikalarla nice kıyımlar gerçekleştirilmiştir. Bu yönelimini kültürel soykırımlarla devam ettirmiş ve aynı çizgi de bugün de devam etmektedir. Bilindiği gibi 12 Eylül askeri faşist cuntasıyla K. Evrenlerin bizzat ön ayak olmasıyla tarikatlar özel olarak desteklenmiş ve finanse edilmiştir. Ne ki o çokça dillendirilen ’’kökten dinci, anti- laik örgütlere karşı mücadele’’ aslında kimin daha fazla ekonomik temelde mülk edineceği ve palazlanarak devlet içerisinde güçleneceği politikalarıydı. Bu kapsamda yeşil sermaye denilen kesimlerin sistemle uyumlu bir şekilde özel olarak desteklendiği ve güçlendirildiği anlaşılır durumdur. Zira uluslararası emperyalist sermayenin çıkarları temelinde yeşil sermayenin belirli bir kesimi de bu dizayna uyum göstermiştir. Ve Türkiye- Kuzey Kürdistan toplumundaki İslam eksenli inanç ve geleneksel fikirlerin ağırlığıyla emperyalistler tarafından AKP yaratılarak ve işbaşına getirilerek süreç işletilmiştir. AKP iktidarı kendi içerisinde önce koalisyon tarzı yönü barındırsa da günden güne daha monolitik bir hal alarak özellikle Gülen tarikatını tasfiyeye yönelmiştir. Şimdiki durumda da bu durumunu açık bir şekilde yürütmektedir ki sahte hocalar vb argümanıyla da iktidarını pekiştirme politikalarında yoğunlaşmış durumdadır. İşte böylesi bir süreçte günden güne tekçiliğini daha da kendinde merkezileştiren AKP iktidarı, her alanda olduğu gibi

okullar ve eğitim sisteminde de ’’Yeni Türkiye-lileşme’’ argümanıyla geçmiş hakim sınıfların iki büyük siyasi kampından muhalif kanadın yaşadığı süreçleri de mağdur edebiyatıyla Osmanlıya öykünme halini daha açık beyan etmiş durumdadır. Aynı şekilde de toplum içerisinde daha kapsamlı örgütlenerek ilk okuldan başlamak üzere zorunlu din dersi uygulamasını hayata geçirmek istemektedir. Bu temelde 19. Milli Eğitim Şurası’nda her ne kadar tavsiye kararlar çıksa da daha fazla fırsatı ve koşulunu bulduğu an zorunlu din dersini hayata geçireceği görülmelidir. Tekçi faşist Türk devletinin her ne kadar ’’demokratik açılım, çözüm projesi, çağdaşlaşma, Alevi çalıştayları, Alevi vd açılım argümanları, tüm inançlara saygı’’ safsataları Sünni Türk İslam bayrağı temelinde tekçiliğin yeniden üretimi konsepti çerçevesinde ele alınıp dile getirilmektedir. Nitekim ’’cemevleri cümbüş evleridir, tek ibadet yeri vardır o da camilerdir’’ diyen de yine AKP iktidarıdır. Tasfiyeci sürecin oyalayıcı ve aldatıcı gerçeklikleri doğru anlaşılmalı ve buna göre tavır geliştirilmelidir. Aynı şekilde minaresiz camiler kapsamında Türk İslam bayrağı altındaki tekçiliğe karşı da uyanık olunmalıdır. Görünen o ki tekçi devlet, kendi Alevi ve diğer inanç sahiplerine karşı kendi Alevisini… yaratmaktan geri durmamakta ve durmayacaktır da. Bu bilinçle değişik ulus ve inançlara sahip kendisine vicdanlıyım ve tutarlı insanım diyenler olmak üzere tüm ilerici, demokrat, yurtsever, devrimci ve komünistler, 8 Şubat 2015’de gerçekleştirilecek Türk devletini protesto eylemlerine katılmalıdır.

Sosyalist eğitim sistemi mücadelesini sürdürmeliyiz Tekçi faşist Türk devletinin ilk kurulduğun-

dan bugüne eğitim sistemi, ırkçı- asimilasyoncudur. Bu yönüyle Türk egemenlik sistemi eğitim sistemi üzerinden insanlığa ve ezilen- sömürülenlere karşı suç işlemektedir. Bütün diller için eşit, anadilde eğitim, inanç olarak eşit ve özgür eğitim, kişinin kendi özgüven ve özgücü temelinde yetenek ve becerilerini geliştiren ve sekülerkomünal toplumsal ihtiyaçlar için üretici güçleri yaratmayı hedefleyen sosyalist bir eğitim sistemi oluşturmalıyız. Maoist Komünist Partisi’nin Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Programı din ve inançlar, inançsızlar meselesinde de temel referansımızdır. Bu temelde Sosyalist Cumhuriyetler Birliği programının 89. Maddesi‘ni ifade ederek noktalıyoruz: ’’Türk hakim sınıflarının Türkiye- Kuzey Kürdistan’daki Türk- İslam (Sünni) sentezli faşist niteliği diğer inanç gruplarına baskı uygulamaktadır. Ezilen inanç kesimlerine baskı, şiddet ve katliam, devletin egemen niteliği durumundadır. Alevi, Hıristiyan, Yahudi vd tüm ezilen inanç gruplarına yönelik baskılara tam hak eşitliğiyle meydan okuyan, hiç bir dile, millete, inanca, mezhebe özel imtiyazı reddeden Maoist Komünistler, özgül programlarla ezilen inanç kesimlerinin Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı meşru demokratik taleplerini destekler, dine inanan ve inanmayanların özgürlüğünü savunur. Sosyalist Cumhuriyetler devletinde, din ile devlet işleri kesinlikle birbirinden ayrılacak, kişinin inanç özgürlüklerine herhangi bir kısıtlama getirilmeyecektir. Diyanet İşleri Teşkilatı tasfiye edilecek, bütün mezhepler üzerindeki dini baskılara ve bazı mezheplere tanınan imtiyazlara son verilecektir.’’


16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

güncel haber

takipsizlik kararlarıyla rafa kaldırıldı. Mısır’da, Filistin’de yaşanan katliamlar karşısında aslan kesilen faşist Erdoğan, kendi ülkesinde yaşanan ve Roboskî’yle tarihe geçen katliamlar karşısında ‘’kahraman asker-polisini’’ koruyup, kollamanın derdine düştü. Toplumlar tarihi ve sınıflar mücadelesi defalarca göstermiştir ki zalimden mazluma fayda gelmez. Emperyalist-kapitalist sistemden, onun yerli uşak-işbirlikçi iktidarlarından herhangi bir çözüm beklemek büyük saflık ya da bilinçli bir piyonluk olur. Katliamcılardan yaptıkları katliamların hesabını sormasını beklemek akıl kar işi değildir. Ülkemizde de sadece son 12 yılda yaptığı katliamlarla şimdiden gerici dünya yanında ilk sıralarda yerini alan AKP’den Kürt ulusal sorunu ya da başka birtakım sorunların çözümlerini beklemek, bunun için pazarlık yapmak katliamcıların ağzına yağ sürmekten başka işe yaramaz. 92 yıllık faşist Türk devlet tarihinde yaşananları bir kenara bıraksak dahi, sadece son birkaç yılda yaşanan katliamları neyle açıklayacağız. Kürt Ulusal Hareketi ve kuyrukçuluk yarışına giren bazı aklı evvel ‘’komünistlerimizin’’, Roboskî’ye, Paris Katliamına, Kobanê kalkışmasındaki katliamlara dair bu sessizlikleri neye yorulmalı acaba? Bu katliamların hesabı sorulmadan, bunlara dair vicdanları rahatlatacak bazı adımlar atılmadan AKP’yle nasıl bir barış sağlanacaktır?

Kürt Ulusal Hareketi ve kuyrukçuluk yarışına giren bazı aklı evvel ‘komünistlerimizin’, Roboskî’ye, Paris Katliamı’na, Kobanê direnişinde yaşanan katliamlara dair bu sessizliği neye yorulmalı acaba? Bu katliamların hesabı sorulmadan, bunlara dair vicdanları rahatlatacak bazı adımlar atılmadan AKP’yle nasıl bir barış sağlanacaktır? İ2011 yılı aralık ayı sonunda Roboskî’de gerçekleştirilen katliam, faşist Türk devletinin son yıllarda gerçekleştirdiği en vahşi-barbar-kalleş katliamlardan biri olarak tarihe not düştü. Bir yandan küçük bazı kırıntılarla Kürt ulusunun en demokratik-meşru haklarını faşist politikalarla bastırmaya çalışan ve bunun adına da ‘çözüm süreci’ deyip, diğer taraftan ise katliamlarına devam eden Türk devlet zihniyeti, bütün barbarlığıyla aktüel bir tehdit olarak karşımızda durmaktadır. 28 Aralık 2011 tarihinde, yaşamlarını sürdürmek için oldukça zorlu şartlarda kaçakçılık yapmak zorunda kalan yoksul Kürt köylülerinden 34’ü bizzat Türk genelkurmayı ve istihbarat örgütünün koordineli çalışması sonucu savaş uçakları tarafından bombalanarak katledildi. Katliam gerçekleştirme ve üstünü örtmekte ustalaşan faşist Türk devleti, öncelleri gibi Roboskî Katliamı’nı da meşrulaştırmak ve unutturmak için elinden gelen çabayı gösterdi, göstermektedir. Meşru ve demokratik hak alma mücadelesinde polis infazlarının sıradanlaştığı, kitle gösterilerinin her türlü faşist yöntemle bastırılmaya çalışıldığı, bütün toplumun düşünmeyen-sorgulamayan-itaat eder hale getirilmeye çalışıldığı ve mevcut faşist yasaların yetersiz kaldığının düşünülüp, yeni birtakım yasal düzenlemelerle faşizmin koyulaştırıldığı bir atmosferde ‘’barış-çözüm’’ kelimeleri dahi ayakları havada birer boş hayalin ötesine geçmemektedir. Roboskî Katliamı, faşist Türk devletinin 91 yıllık özünün en berrak yansımalarından biridir. Osmanlıdan devralınan katliam mirasının “Cumhuriyet’’ tarihi boyunca, ezilen-emekçilere yönelik sistematik bir şekilde uygulandığını yaşadığımız onlarca örnekten bizzat bilmekteyiz. 12 yıllık iktidarı boyunca, göreve geldiği andan itibaren salyalı ağızlarından “demokrasi, barış, özgürlük’’ kelimelerini eksik etmeyen faşist AKP’nin gerçekleştirdiği katliamlarla, kurmaya çalıştığı baskı ve zulüm cenderesiyle nasıl bir barış, özgürlük ve demokrasi getireceği de bellidir. Bizzat en üst devlet kurumları tarafından sinsice planlanıp, uygulanan Roboskî Katliamı’na dair aradan geçen üç yıla karşın bırakalım adil bir yargılamayı göstermelik bazı adımların dahi atılmasından imtina edilmektedir. AKP’nin bu yaklaşımı nedensiz değildir. Geçmişte yaşanan diğer bazı katliamlara dair aralarındaki klik dalaşı vesilesiyle boş keseden bol bol sallayan Erdoğan ve partisi AKP’nin, Roboskî ve aktüel diğer birçok katliamı ağzına dahi almaması gayet normaldir. Çünkü tüm bu katliamlar üzerinden siyasi hesaplar yapılamayacak kadar faşist Türk devle-

19

Roboskî katliamı faşizmin özüdür

Unutmak ihanettir tinin özüne dokunmaktadır. Klik dalaşının üstünde bir anlam ifade etmektedir. Bu katliamların ucu bizzat faşist Türk devletinin en yüksek kurumlarına, Genelkurmay, MİT, AKP ve Erdoğan’a kadar uzanmaktadır. Bundandır ki Dersim Soykırımı üzerinden siyasi rant amaçlı bol bol konuşan AKP ve Erdoğan, Roboski’ye dair tek söz edememektedir. Dersim Soykırımı’nı Kemalist klik üzerinden ifşa edip, Türk devletini aklamaya çalışan bu zihniyetin bundan dolayı bugüne dair bir cevapları yoktur. Bu gerçekliği görmeyip mevcut klik dalaşı üzerinden faşist Türk devletini es geçen, ıskalayan her yaklaşım aynı zamanda o ya da bu gerici kliğin peşine takılmaya mahkumdur. Hrant Dink, Sakine, Fidan, Leyla, Ceylan Önkol, Gezi şehitleri, Kobanê eylemlerinden katledilenler ve Roboskî…saymakta zorlandığımız tüm bu katliamlar “demokrasi’’ havariliğine soyunan AKP döneminde yaşanıp, bizzat bu gerici-faşist parti yönetimin-

de gerçekleştirilmiştir. Yaşanan gerçeklik böylesine berrakken hala hangi barış ve hangi demokrasiden bahsedilmektedir.

‘Unutursak kalbimiz kurusun’ Roboski Katliamı sonrası sokağa çıkıp faşist Türk devletinden hesap soran on binlerce insanın hep bir ağızdan haykırdığı en önemli sloganlardan birisi, “Unutursak kalbimiz kurusun’’ sloganıydı. Bu slogan vesilesiyle yaşanan katliamın unutturulmayacağı, er geç hesabının sorulacağı ima ediliyordu. O gün başta Roboskîli aileler olmak üzere, mazlum Kürt halkı, komünist-devrimci-ilerici on binlerce insan 21. Yüzyılın en vahşi-barbar katliamlarından birinin hesabını sormak adına sokaklara çıkmış ve faşist Türk devletine öfkesini kusmuştu. Aradan geçen üç yılda Roboskî Katliamı’na dair herhangi bir gelişme yaşanmadı. Açılan davalar mahkemeler arası paslaşma trafiğiyle adeta komedi haline getirilerek

Tekçi-faşist anlayış üzerine bina edilen Türk devletinin özünü, gerçekliğini bulmak isteyenlerin geçmişe ya da uzaklara gitmesine gerek yoktur. Bunun için Roboskî’ye bakmak yeterlidir. Roboskî Katliamı, faşist Türk devletinin diğer meselelerde olduğu gibi, Kürt ulusal sorununda da gerçek yüzünü temsil etmektedir. Bunun dışındaki bütün söylem ve yaklaşımlar, kendi gerici çıkarlarını ve iktidarlarını korumak amacıyla ortaya atılan koca yalanlar ve riyakar siyasi hamlelerdir. Faşist Türk devleti ve AKP iktidarı, kan ve zulümden beslenmektedir. Binlerce odalı saraylarında, zırhlı kalkanlar, koruma orduları, üstün teknolojik önlemler…bu davranışların hepsi faşizmin halk kitlelerinden korkusunu gösteren en iyi fotoğraflardır. Elleri, yüzleri, yürekleri, bütün yaşamları kana bulanmış, kanla beslenen ve büyüyen gerici-faşist bir iktidarın korkuları yersiz değildir. Bizlere düşen görev faşist iktidarın bu korkularının büyütmek ve korkuları içinde sonlarını hazırlamaktır. Ayağında yırtık lastiğiyle madende ölen oğlunun cenazesi üzerinde gözyaşı döken babanın, bu dünyanın en namuslu, en masum, en gerçekçi öfke ve hüznüyle birleşip, halkımızdan çala çala yaptırdığınız o saraylarınız bir gün başınıza yıkacağız. Katır sırtında battaniyelere sarılı halde cansız bedenleriyle 21. Yüzyıl tarihine not düşen yoksul Kürt köylülerinin “bizi unutmayın’’ diyen sözlerini kendimize rehber edinip, bütün faşist kurumlarınızla beraber o zorba devletinizi yerle bir edeceğiz ve yerine halkımızın, dünya halklarının özlemini duyduğu gerçek özgürlükle bezeli bir dünya kuracağız. Katledilişlerinin 3. Yıldönümü’nde Roboskî’de ölümsüzleşen 34 yoksul Kürt köylüsünü bir kez daha anıp, sözümüzü yineliyoruz; Unutursak kalbimiz kurusun, hesabınızı bir gün mutlaka soracağız.


20

kültür sanat

16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

Hedefimiz; örgütlü bir sanat cephesi

Geçtiğimiz aylarda kuruluşunun 20. Yılını geride bırakan Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM)’yle 20 yıllık sanat faaliyetlerine, yeni dönem plan ve projelerine dair bir söyleşi gerçekleştirdik YÇKM’nin kuruluşunun 20. Yılını geride bıraktınız. 20. Yıl için bir etkinlik düşünüyor musunuz? Geçtiğimiz 20 yıla baktığınızda kültür merkezini nerede görüyorsunuz? Aslında YÇKM olarak 20 yılımızı Temmuz 2014 tarihinde geride bıraktık. YÇKM içindeki tartışmalarda olgunlaştırdığımız fikirle, tek bir salon etkinliği değil de birçok etkinlikle 20. Yılımızı geride bırakalım istedik. Bu etkinliklerimiz arasında salon etkinliğinin yanında yazınsal alanda da bir şeyler yapmak istedik. 20. Yıl kapsamında ele aldığımız etkinlikler bu çerçevede şekillendi. Bunlardan bir tanesi; hepimizin de bildiği gibi geçtiğimiz aylarda Soma’da, Ermenek’te maden katliamı yaşandı. Bu katliam ne ilk ve ne de son olacak. Ülkemiz toprağında Soma, Ermenek gibi yaşanan katliamlar dışında yitirdiğimiz madencilerle ilgili pek bir şey söylenmiyor. Her gün birçok madencinin hayatını kaybettiği ülkemiz topraklarında madenleri anlatmak istedik. Madenlerin halka anlatılması, bir madencinin gözünden veya ailesinin gözünden hayata bakmak ve bu hayatları öykü kitabıyla buluşturup halka taşımak istedik. Birçok öykü yazarından öyküler istedik ve Maden konulu öykü -

seçki kitabımız yakında raflardaki yerini alacak. Çevremizdeki sanatçı dostlarımızla tartışmaya açtığımız Dersim’de bir YÇKM açma fikri mevcut. Bu orta ve uzun vadede planladığımız bir proje ve tartışmalarımız olgunlaştıktan sonra buna dair de somut adımlar atmaya başlayacağız. Yine 20 yıllık köklü bir kültür merkezi olarak savunduğumuz devrimci kültürü üretmeye çalıştığımız kadar, ürettiğimiz kültürü yaymak gerektiği düşüncesiyle bir kültür sanat dergisine ihtiyaç olduğu fikri bizlere itici güç oldu. Bu kültür sanat dergisinin 20 yıllık süre içerisinde çıkarılmamasını bir eksiklik olarak değerlendirdik. Tartışmalarımızda bu anlamda bir adım atılması gerektiği sonucuna vardık. Dergimizin internet ortamında duyurusunu yaptık. Bir daha tekrarlamak gerekirse Mao’nun, “Yüz çiçek yan yana açsın, yüz fikir akımı birbiriyle yarışsın” sözü, kültür sanat ve edebiyat dergisi çalışmamızın yol gösterici ışığıdır. Dergimizin ilk sayısı şubat ayının başında raflardaki yerini alacak. Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi Sinema Kolektifi oluşturduk. “ Yüz çiçek açsın yüz fikir akımı birbiriyle yarışsın’’ perspektifiyle çalışmalarımıza başladık. Bugüne kadar yapılmış en büyük eksiklik bu ilkenin sloganlaştırılmasıdır. Bu eksiklik aşılıp bu ilkenin özü uygulanmalıdır. Yaratacağı üretimler de dar-kalıpçılığı değil, yeniyi temsil edecek. Üretimlerin de sloganlaşmadan uzaklaştırarak sanatın estetik yönünü halkla buluşturması gerektiği kanısındayız. Kendini sinema alanında aramızda var etmek isteyen yönetmen, senarist, oyuncu ve set emekçilerini bir araya getirerek dinamik yapısı kuv-

vetli, özgün üretimleri besleyip destekleyen, halk için sanat anlayışını ilke edinmiş devrimci sanat alanında ciddi bir güç olmak istiyoruz. Bu kapsamda sinema kolektifimiz bir kısa film çalışmasının çekimlerini gerçekleştirdi. Kolektifimiz başka bir senaryonun da çekimlerine başlamak üzeredir. Uluslararası film festivallerine de gönderilecektir. Salon etkinliği olarak da 21 Şubat 2015 Bağcılar Olimpik Spor Salonu’nda düşündüğümüz 20. Yılımıza atfen gerçekleştireceğimiz 7. Demokratik Haklar Gecesi’ni düzenlemeyi düşünüyoruz. Atölyelerimizle Şubat gecesinde YÇKM dostlarıyla buluşmak istiyoruz. Gecenin içeriği ve hangi sanatçıların olacağı ileriki günlerde netleşecek ve bunun duyurusunu da yakın zamanda yapacağız. YÇKM olarak erken de olsa yaz aylarında da geniş katılımlı bir piknik organizasyonu yapmayı hedefliyoruz. Planlamaya çalıştığımız bu etkinliklerimizi 20. Yıl etkinlikleri kapsamında ele alıyoruz.

Biraz da hazırlıklarını yaptığınız kültür, sanat ve edebiyat dergisine dair konuşalım istiyoruz. Sancı nasıl bir dergi olacak? Sancı, kültür sanatın ve edebiyatın ‘sancı’sıdır. Hem halkın, hem de edebiyat çevrelerinin okuyabileceği bir edebiyat dergisi çıkarmayı hedefliyoruz. Dergiyi deneme, öykü, şiir, biyografi ve konusu edebiyat olan sanat yazılarıyla çıkarmayı hedefliyoruz. Tanınmış yazarlara yer verirken tanınmamış, genç ve kaliteli edebiyatçılara da yer vereceğiz. Geniş yığınları unutarak dar bir kesime dönük ürünlerle yetinen bir kısırlığa düşmeden gerillanın

resmini de işleyeceğiz, amele pazarında iş bekleyen, köprü altlarında soğuktan titreyen insanlarımızın da, sepeti sırtında köylünün, mavi tulumuyla işçinin yaşamını ve aşkı da işleyeceğiz. Dergimizin ilk sayısında dosya konumuz ‘Edebiyatın Gözüyle 1915 Ermeniler’ olacak. Bu dosya konumuza ilişkin söyleşiler, öyküler, şiirler ve makaleler olacak. Bu dosyaya katkı sunmak isteyen veya dosya dışında da dergimizin sayfalarını bizimle paylaşmak isteyen tüm dostlarımızı Sancı sayfalarında görmek isteriz.

YÇKM bünyesinde önümüzdeki dönem ne gibi çalışmalar yapmayı planlıyorsunuz? YÇKM olarak iç etkinliklerimize çeşitli müzik dinletileri, tiyatro gösterimleri ve panellerle devam edeceğiz. Bu dönem atölye çalışmalarına ağırlık verdik. Tiyatro, müzik, sinema, halk oyunları ve atölye çalışmalarımız devam ediyor. Amacımız bu atölye çalışmalarımızı dostlarımızla buluşturmak. Aynı zamanda Grup Munzur ‘un yeni albüm çalışması, şubat etkinliğinden sonra başlayacak.

Geçtiğimiz 20 yıla baktığınızda YÇKM’yi nerede görüyorsunuz, nereye götürmek ve neler yapmak istiyorsunuz? Yıllardır YÇKM çevresinde bulunmuş, bir şekilde kurumla ilişkilenmiş, ancak genel anlamda örgütlü bir güce dönüşememiş, sanatın herhangi bir dalıyla ilgilenen, etkin ya da etkinleşmeye çalışan, sanatsal üretimlerinde sınıf tavrını ezilenlerden yana olan bütün dostlarla bir araya gelerek örgütlü bir sanat cephesi oluşturmak ve sanatı toplumsallaştırmak amacındayız.


16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

21

DHF üyelerine hapis ‘cezası’ verildi 13 Kasım 2012’de ülke genelinde Demokratik Haklar Federasyonu (DHF)’na yönelik yapılan polis baskınlarında Kayseri’de gözaltına alınarak tutuklanan DHF üyelerine, Maoist Komünist Partisi (MKP)’ne üye oldukları iddiasıyla 6’şar yıl 3’er ay hapis ‘cezası’ verildi 13 Kasım 2012’de DHF’ye yönelik ülke genelinde yapılan baskınlar sırasında Kayseri’de gözaltına alınıp tutuklanan Tevfik Türkoğlu ve Bektaş Gündüz ile mahkemede serbest bırakılan Engin Çakmak’a, MKP üyesi oldukları iddiasıyla 6 yıl 3 ay hapis ‘cezası’ verildi. Kayseri’de görülen davada mahkeme heyeti ayrıca DHF üyesi Tevfik Türkoğlu, Bektaş Gündüz, Engin Çakmak, Ersin Yeşil ve Baran Şam’a örgüt propagandası yaptıkları iddiasıyla1 yıl hapis ‘cezası’ verdi.

1 Mayıs’a katılmak ve piknik düzenlemek ‘suç’muş (!) Mahkemeye sunulan iddiana-

MKP-HKO dava tutsağı Ferhat Yalçın’ın babası değerli büyüğümüz yoldaşımız Hasan Yalçın yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle vefat etmiştir. Tutsak yoldaşımıza ve ailemize başsağlığı diliyoruz.

Yeni Demokrasi Aile Birliği (YDAB)

mede MKP’nin “faaliyetlerine yeni boyut kazandırmak amacıyla” DHF üzerinden faaliyetlerini sürdürdüğü öne sürüldü. DHF ve bileşenlerinin meşru olmadığını ve MKP’yle bağlantısı olduğunun ifade edildiği iddianamede ayrıca, örgütün legal alanda piknik organizasyonu düzenleyerek ve 1 Mayıs’a katılmak gibi faaliyetlerle örgütün propagandasını yaptığı iddia edildi. 1 Mayıs’a katılmanın ve piknik organizasyonu düzenlemenin örgüt üyeliği ve propagandasına delil olarak sunulduğu mahkemede, gazete dağıtımı yapmanın ve aidat toplamanın da örgüte finansman sağladığı öne sürüldü. DHF üyelerinin Kayseri’deki “eylem ve faaliyetlerindeki çeşitlilik ve yoğunluk dikkate alınarak” MKP üyesi oldukları ifadeleri de iddianamede yer aldı. Demokratik haklarını kullanarak 1 Mayıs eylemlerine katılan, gazete dağıtımı yapan, çeşitli eylem ve etkinlikler düzenleyen DHF üyelerine düzmece iddialarla hapis ‘cezaları’ verilirken, ülkemizde hukuk devleti söylemlerinin sadece bir aldatmacadan ibaret olduğu gerçekliği bir kez daha açığa çıktı.

ANTAGONİZMA

≫ muzaffer oruçoğlu

KANGURULAR

M

eyveler tomurdu. Kuşlar, maddi dünyayı aştı, soluklandığım asıl yaşam ile sanal yaşamım arasında gerilen iplere kondu. Kafam, delinmiş mekân kırıntılarının, küçük kaygıların tasallutundan kurtuldu bir anda. Kalktım, ormana vurdum kendimi tek başıma. Siyah, kırmızı ve yeşil erik ağaçları. Dallarda iri iri, salkım salkım yeni dünyalar. Dar bir patikayı izleyerek okaliptüs ormanını geçtim. Çiçek savranları, böğürtlen kümeleri. Ve rüzgarı mülayim, dar bir çimenlik. Çimenlikte kanguru sürüsü. Fare kangurulardan, orta büyüklükteki Vallabilere ve büyük boz Kopolara kadar elliye yakın türü çağrıştıran, koca bir sürü. Başlarını kaldırıp, kocaman kulaklarıyla dik dik bakıyorlar bana. Tam karşımda arka bacaklarının ve çelik kaslı kuyruğunun üzerinde iki metre dikelip, ‘Niyetin ne?” dercesine beni dik dik kesen boz bir kopo. Kıpırdamadan izliyorum. Kızıl çöl toprağında, saatte 55 km hızla koşan türleri canlanıyor gözlerimin önünde. Gözlerim sürünün içinde dolaşıyor, duruyor, dokunuyor, soruyor: En yaşlı kanguru, şef hangisi? Geldiğim toplumda olduğu gibi bunlarda da şeflik sistemi güçlü. Çıkarmak mümkün değil. Hava oldukça sıcak, terliyorum. Küresel ısınmayı onlar da fark ediyorlar sanırım. Isı ayarlamasında, ön bacaklarını kullanıyorlar. Ben terimi siliyorum. Onlar, ellerine tükürüyor, tükürüğü ısınan yerlere sürüp serinliyorlar. Otluyor ve bir komplo, bir saldırı hazırlığı içinde olup olmadığımı anlamak için, ikide bir başlarını çevirip bana bakıyorlar. Her bakışta, kendimi bir suikastçı ve bir komplocu gibi hissediyorum. Koponun yanına dişi bir Kopo geliyor. Kesesinden kafasını dışarı çıkaran yavrusuyla birlikte bana bakıyor. Süzme bal gibi saf mı saf, tatlı tatlı ışıldıyor yavrunun bakışları. Tam gelişmeden doğdukları için midir, nedir, çözemiyorum bu çekiciliklerinin sırrını. Doğuşunu hayal ediyorum hemen. Tüysüz, gözsüz, arka bacaksız ve kuyruksuz bir embriyonik cüsse olarak geliyor yeryüzüne. Boyu 5 ila 15 mm arasında değişiyor. Rahimden çıkar çıkmaz, mini minnacık ön ayaklarıyla anasının tüylerine tutuna tutuna, içinde dört memenin bulunduğu, sıcacık ve nemli keseye giriyor. Ben de onunla birlikte giriyorum keseye. Memeler. Memelerden ikisi emilmeye hazır. Biri benim, diğeri yavrunun. Yavruyla birlikte, tabi, kangurunun büyüklüğüne ve türüne göre, kese içinde 150 ila 320 gün arasında kalıyorum. Ve keseden önce ben çıkıyorum, sonra yavru. Biz çıktıktan sonra ana, kese şartlarını (nem, sıcaklık, süt) yeni doğacak kanguru için hazırlıyor. Artık kesede yeni bir yavru var. Keseye girme hakkına sahip değiliz. Ama acıktığımız zaman başımızı keseye sokup, bize ait memeden emebiliriz. Yeni doğan kardeşimizin memesiyle, bize ait meme, sütün cinsi ve kalitesi itibarıyla da farklıdır. Dışarıdaki yaşama uyum göstermede zorlanıyoruz. Anamız, bizden daha çok zorlanıyor. Aynı anda, hem bize, hem kesedekine hem de rahimdekine bakma, yani üçlü bir metabolik düzenleme inceliği gösterme durumunda kalıyor. Hayalimden sıyrılıyor, sürünün kıyısında, oturduğum yerde buluyorum kendimi. Sürünün

tam ortasında, kolonların boomer dedikleri iki erkek kanguru birden kavgaya tutuşuyor. Kuyruklarından destek alarak, haşin sıçrayışlarla, arka ayaklarını acımasızca kullanıyorlar. Sıçrayışlar, vuruşlar ve canhıraş sesler. Sürüyle birlikte seyrediyorum vahşeti. Bunların aniden ortaya çıkan karşıtlığı, şu sesiz, güzelim sürü içindeki ilişkileri ile birliği içinde demlenmiş. Birlik ve karşıtlık aynı anda, hem birbirlerinin içinde, hem dışında gezinip durmuş ve patlamış. Bir Kopo kangurunun, insana arka ayaklarıyla vurması ölüm demektir. Vuruşlar korkunç. Erkeklerin belini kuşak gibi saran ve zırh görevini üstlenen çok güçlü kas ve kürk sisteminden dolayı karınları patlamıyor. Sürü, tıpkı sokakta kavga edenleri seyreden beyaz Avustralyalılar gibi, kavgacıları, sessiz ve ilgiyle, sonucunu merak edercesine, gevişlerini durdurarak seyrediyor. “Hoop, yapmayın arkadaşlar, size yakışmıyor,” diye bağıracağım bir anda bir kaval sesi duyuyorum. Ses sürüyü etkiliyor, kavgacılar duruyor, yatanlar kalkıyor, otlayanlar dikeliyor. Sesin geldiği yere bakıyorum. Ağacın dibinde bir adam. Kalkıp, yanına gidiyorum hemen. Tanışıyoruz. Çorumlu. Yetmiş üç yaşında, potuk yüzlü, yufka bir adam. Koyun çobanlığını bırakıp, Avustralya’ya gelmiş. Otuz yıl duvarcılık yapmış Melbourne’de. Her hafta sonu geliyor, sürüye yakın bir yerde oturup, kaval çalıyor. Niye geliyor, niye çalıyorsun diye soruyorum. “Köyümü hatırlatıyor bunlar, sakin, dölek davar sürülerini... Rahatlıyorum. Bir keçim, bir de oğlağım vardı. Oğlağın ağzına, anasını emmesin diye kızılcık ağacından esnek bir ağızlık takmıştım. Vay be, neydi o günler.” Bakışları sağda otlayan ana kanguruya ve yavrusuna kayıyor. “Kanguru sürüsünü ilk ziyaretimde, eğer kaval çalarsam bunları da koyunlar gibi deredeki suya indirebilirim diye düşünmüştüm. İnmediler. Ama her çalışımda kavalımı dikkatle dinlediler. Nerden biliyorsun diyeceksin. Şuradan. Bir defa kavalı çaldığım zaman, yavrular keselerden kafalarını çıkarıyorlar. Sanki istiklal marşını çalıyormuşum gibi yatanlar da ayağa kalkıyor. Paşanın kapısında bekleyen mülazım gibi dimdik kesiliyor sürü. Kavga edenler duruyor.” “Her sese böyle mi yapıyorlar acaba?” “Hayır. Çok ıslık çaldım, çok türkü söyledim, radyomu sonuna kadar açtım, Avustralya müziğini dinlettim. Hiç tınmadılar.” “İlginç,” diye mırıldandım. “Kavalda bunları etkileyen ne acaba?” “Haaa... Mesele işte o. Hani insan der ya, ‘hayvan bir şey anlamaz,’ diye. Yalan. Külliyen yalan. Hayvanda dil yok ama hayvan dilsizlerin dilini anlar. İnsan anlamaz, hayvan anlar. Kavalda dil var mı? Yok. Kavalda dil yok ama bir başka şey var.” “Ne var?” “Toprağından kopan mahlûkun acısı var. Bak bu sürünün asıl toprağı karşıdaki çimenli tepelerdi. Orası şehirleşti, evlerle doldu. Bu taraf da şehirleşti. Bu taraf zaten freeway (otoban). Bu sürü ne oldu? Toprağından koptu, bu dar çimenlikte sıkıştı kaldı. Geceleri bu çitleri atlayıp, çocuk parklarındaki çimenlere geliyorlar. Niye? Açlar. Bu sürü bu duruma düşmeseydi, kavalı can kulağıyla dinler miydi?” “Dinlemezdi,” diye onaylamak zorunda kalıyorum. “Haaa... Mesele işte budur.


22

güncel analiz

16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

Bazı parametreler üzerİnden 2014 yılı rayışı gelişmiştir. Her ne kadar emperyalistlerden birine karşı diğerine daha fazla yakınlaşma ve sempatiyle bakarak uzlaşma eğilimleri belli yönleriyle gelişse de sistemsel açıdan emperyalist dünya sistemine karşı proleter devrimlerin objektif koşulları daha da önemli avantajlar sunmuştur. Bu anlamda kitleler artık daha rahat ve kolay sömürülmek istememekte, ezen ve sömüren sistemlere ve bir avuç egemen sınıf düşmanlarına karşı hoşnutsuzlukları daha fazla artarak tepkileri belli yönleriyle bilenmiş farklı arayışlara yönelmiştir.

2014 yılında dünya halkları ve ezilen ulusların, önceki yıllara göre başka bir dünyanın daha fazla zorunlu ve mümkün olduğuna yönelik algısı ve kavrayışı ilerlemiştir. Bu temelde emperyalist kapitalizme karşı da kavrayışı gelişmiştir Karşı- devrim düzleminde çok kutuplu emperyalist blok güçler şeklindeki örgütlenmeleriyle emperyalist dünya ile devrim saflarındaki dünya halkları ve ezilen uluslar dünyası arasındaki çelişkide makas daha da açılmıştır. Çok kutuplu emperyalist güçler arası rekabet savaşı bölgesel savaşlar şeklinde başta Ortadoğu olmak üzere devam ederken, tabii ki emperyalist çıkarlar uğruna fatura, ezilen ve sömürülen halklara çıkarılmaktadır.

Devrimci hareket rolünü oynayamamıştır

Sermayenin akışı Uluslararası emperyalist sermayenin derinleşmesi ve merkezileşmesine uygun olarak sermaye bir yandan kendini yeniden dizayn (yapılandırma) ederken aynı zamanda ulaşabildiği, etkileyebildiği ve nüfuz altına alabildiği tüm sistem, bölge ve alanları da buna göre yeniden yapılandırmanın hummalı faaliyetlerine 2014 yılı içerisinde devam etmiştir. Uluslararası sermayenin statik değil dinamik olduğunu gösteren bu durum aynı zamanda 2014 yılı içerisinde kendini gösteren ekonomik ve siyasi krizlerinde de çeşitli ekonomik politikalar geliştirerek süreci- krizi atlatma becerisinde olduğunu da göstermektedir. Nitekim uluslararası emperyalist dünya ve sermaye sisteminin yapısal krizinden de kaynaklı olarak baş gösteren dönemsel ve geçici krizler her ne kadar atlatılma gerçekliğiyle karşılansa da yeni artçı krizler eşliğinde önümüzdeki sürece taşınarak daha kapsamlı krizlerin de yolları döşenmektedir. 2014 yılı içerisindeki krizleri de bu anlamda çok daha merkezi ve genel bir durum haline gelme babında kapsamlı ve geniş bir yanı barındırmıştır. Zira bu durum uluslararası emperyalist sermayenin geçmişe ya da öncekilere göre hali hazırdaki durumunun daha fazla derinleşmesi ve merkezileşmesiyle doğrudan ilgili olduğunu da gözler önüne sermektedir. Bütün bunlar elbette sermayenin monolitik ve statik olduğunu değil aksine oldukça heterojen ve dinamik bir olgu olarak çelişkili bir durum gösterdiğini anlamamız açısından da ifade edilebilir.

Dönemsel rüzgârların geçici uzlaşı halleri Çok kutuplu emperyalist blok güçlere esas olarak bağımlı statükolarını sürdüren bölge ve ülke rejimleri arasındaki bazı bölge ve alanlarda sert; diğer bazı bölge ve alanlarda ise taktiksel ve geçici yumuşak politikalar, özellikle bu yılın son aylarında daha belirgin olarak kendini göstermiştir. Bir yandan Ukrayna ve doğusundaki Kırım, Donetsk, Luhanks’daki yaşanan gelişmeler sertliğini korurken, diğer yandan Ortadoğu’da özellikle

İran ile ABD arasındaki taktiksel geçici yumuşama durumu ise buna bir diğer örnektir. Buna bağlı olarak İran, Suudi Arabistan yakınlaşması ve birbirlerine çeşitli jestlerde bulunması da aynı kulvardadır. Yine İran, Irak, Suriye yakınlaşmaları ve çeşitli ittifaklar içerisinde oldukları yönlü ortak açıklamaları da bu durumu göstermektedir. Yine Türk devleti ile Güney Kürdistan özerk yönetimi arasındaki yakınlaşma ve ekonomik politik ittifak ve anlaşmaları da bu gelişmeleri somutlamaktadır. Çok kutuplu emperyalist bloklar içerisinde başını ABD emperyalizminin çektiği blok dünya halkları ve ezilen uluslarının baş düşmanı olma özelliğini, 2014 yılında da devam ettirerek 2015’e evrilmektedir.

Farklı düzey ve yoğunluklarda olsa da geçmişten bugüne devam eden sömürü ve zulüm politikaları kendi mecrasında sürerken, bütün bunlara karşı direnen, mücadele eden ve önemli zaferler kazananlar da olmuştur. Özellikle Kürt ulusal direnişi bağlamında ele alabileceğimiz bu yıl içerisindeki hala canlılığını koruyan somut ve güncel gelişmeler artık her şeyin eskisi gibi aynı biçimlerde devam ettirilemeyeceğini de herkesin gözlerinin içine baka baka öğretici dersler içererek göstermiştir. 2014 yılında dünya halkları ve ezilen ulusların, önceki yıllara göre başka bir dünyanın daha fazla zorunlu ve mümkün olduğuna yönelik algı ve kavrayışları ilerlemiştir. Bu temelde emperyalist kapitalizme karşı da kav-

Ancak ne yazık ki dünya geneli ve TürkiyeKuzey Kürdistan’da devrimci ve komünist hareketlerin öncülükten bir türlü kurtulamaması ya da onu aşamamasıyla doğru orantılı olarak da kitleler sistem içinde çeşitli arayışlara ve manipülasyonlar eşliğinde eğilimler geliştirme pratiği göstermiştir. Görev ve sorumluluklarını yeterince yerine getiremeyen devrimci ve komünist hareketlerden beklediği rolü göremeyen halk kitleleri dönüp dolaşıp yine sistem içerisine yedeklenmekten kendini kurtaramaz hale gelmiştir, gelmektedir. Tıpkı Arap Baharı denilende olduğu gibi hala ezilen ve sömürülen yığınlar, devrimci ve komünist hareketin önderlik göreviyle karşı karşıyadır. Bu temelde devrimci ve komünist hareketin parçalı, kısır, didişmeci ve rekabetçi, kıymeti kendinden menkul ve dar grupçu hali de devam etmektedir. Dünya genelinde devrimin objektif koşulları itibarıyla oldukça güçlü olanaklar ve avantajlar sunarken devrimci ve komünist hareketin devrimin subjektif gücü olarak rolünü oynayamaması ters orantılı bir durum göstermektedir. Kuşkusuz ki bütün bu somut ve nesnel gerçeklikler, oldukça ciddi ve kapsamlı çizgi sorunlarının olduğunu ve son derece önemli ideolojik kırılmalar ekseninde siyasal, örgütsel ve askeri hata ve zaafları da paralelinde geliştirmiş ve geliştirmektedir de. Tüm bunların masum olmadığını özellikle vurgulamalıyız. Bu genel duruma karşın komünist bilim ve ideolojimizin bir doğma değil tam aksine bir eylem kılavuzu olarak onun yaşayan canlı ruhu olma itibarıyla somut koşulların somut tahlili ilkesinden hareketle dünya genelindeki durum olmak üzere ona bağlı ve ilişkili olarak Türkiye- Kuzey Kürdistan’ın somut ve güncel durum tahliliyle Maoist Komünist Partisi 3. Kongresi’nin kısa bir süre öncesinde başarıyla gerçekleştirilmesi son derece önemli ve temel bir yönelimi göstermiştir. Aynı perspektifle bundan yaklaşık yüz yıl önce dört parçaya bölünerek tarihi haksızlığa uğratılan Kürt ulusu ve Kürdistan’ın içinden geçtiğimiz objektif koşullar itibarıyla geçmiş süreçlere göre birleşme ihtimali daha fazla öne çıkmış ve güncel bir konu haline gelmiştir. Bu somut güncel aktüel duruma bağlı olarak Kürdistan’ın birleşme ihtimaline yönelik olarak da Maoist Komünist Partisi 3. Kongresi, Birleşik Sosyalist Kürdistan bayrağını kaldırmaktadır. Şimdi bu bayrağı yükseklere pratik politikalarımızla ete kemiğe büründürme zamanıdır.


16-31 ARALIK 2014 Halkın Günlüğü

Dünya geneli Türkiye- Kuzey Kürdistan özgülünde uzlaşmacı tasfiyeci reformizm, devrimci ve komünist hareketin okun sivri ucunu yöneltmesi gereken ideolojik ve politik yönelim özelliğini korumaktadır. Bu bağlamda düzeniçi tasfiyeciliğe karşı radikal devrimci militan çizgi ve pratik politikalar içerisindeki hareketlere düşman daha kapsamlı ve stratejik saldırılar gerçekleştirmektedir. Özellikle düzeniçi reformist tasfiyeciliğin yaşamın bütün alanlarında kendini farklı biçim ve dizeylerde somut ve güncel olarak gösterdiğini ifade etmek isteriz. 2014 yılı içerisinde Türkiye- Kuzey Kürdistan’da Mart ayında gerçekleştirilen yerel seçimler ve akabinde devletin bekası ve tepesi için temel bir kurumsal mekanizma olarak işlev gören Cumhurbaşkanlığı seçimleri de bu bağlamda ele alınmıştır. Zira Cumhurbaşkanlığı seçim gününün aynı akşamı seçilen tekçi faşist Erdoğan, Türk İslam sentezli tekçi faşizmin yeniden üretiminin bir parçası olarak tasfiyeci sürecin devamı yönünde balkon konuşmasıyla gerçek sınıfsal karakterini ortaya koymuştur. Aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı seçimi sonucuyla artık üst akıl ve tepeden değil bizzat milletin iradesinin doğrudan temsiliyle tabandan tercihin gerçekleştirildiği ve yeni bir dönemin başladığını ifade etmesiyle yine kendi benmerkezci temelde hareket edeceklerini beyan etmiştir. Zaten cumhurbaşkanlığı seçimlerinden kısa bir süre önce gerçekleştirilen AKP’ nin 1. Olağanüstü Kongresi’yle ortaya konulan “Yeni Türkiyelileşme’’ argümanıyla da tekçi faşizmin yeniden üretimi sürecinde daha fazla yoğunlaşılarak uluslararası emperyalist sermayenin hali hazırdaki derinleşmesi ve merkezileşmesine uygun olarak her şeyin dizayn edilmesi politikalarındaki ısrarlılığı dile getirmiştir. Aynı yönelim içerisinde “Alevi Çalıştayları ve Ali’siz Alevilik üzerinden Alevileri parçalama, tasfiye ve düzene entegre etme çalışmaları, çözüm-barış süreci girişimleri, her fırsatta Kürt Ulusal Hareketi’ne yönelik silahı ve silahlı mücadeleyi bıraktırmanın ana hedefleri olduğu beyanı, Dersim Katliamı argümanıyla klik çelişkileri üzerinden iktidarı pekiştirme tartışmaları, iç güvenlik yasa tasarısının kabulüyle kamu düzeni ve güvenliği aldatmacaları ve yanılsamaları eşliğinde faşizmin artarak devamı yönelimi, tekçi faşist devletin her alanda kendi uşak bileşenlerini yaratma politikalarıyla tasfiyeci rüzgarın daha da derinleştirilmesi gerçekliği,

ilkokula kadar indirilecek zorunlu din dersi tartışmaları ve hazırlıklar, Atatürk öğretisinin yeniden düzenlenmesi yönelimi, Osmanlıcanın istense de istenmese de öğrenileceği ve öğretileceği’’ vb vd teorik pratikler çok açık ki tekçi faşist Türk egemen devlet iktidarı ve sisteminin objektif ve güncel somut nesnel birer gerçekliği olsa gerek. 2015’e de bu ve buna benzer örneklerle aynı perspektifle hareket edeceği tartışma götürmez gerçek durumdur. Kürt Ulusal Hareketi inisiyatifli ve etkili, HDP-BDP’nin belli ölçülerde başarılı seçim süreçleri dışında esas olarak etkili ve başarılı yerel yönetim ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini göğüsleyecek pratik politikalar geliştirilememiştir. Maoist komünist hareket, Dersim özgülünde belli ölçülerde başarı gösterse de genel durum itibarıyla ilerici, devrimci ve komünist hareketin istenilen düzeyde olduğunu ne yazık ki söyeleyemeyiz. Kuşkusuz ki bu durum son derece ileri, doğru ve bilimsel olan görüşlerin yeterince temsil edilmediğini ve temsiliyette oldukça önemli sorunlar yaşandığını göstermektedir. Bu anlamda bu yılın da devrimci ve komünist harekete oldukça avantajlı koşullar ve olanaklar sunmasına karşın, bu durumların yeterince değerlendirilemediği de bir o kadar gerçektir. Devrimin objektif koşulları yeterince söz konusuyken subjektif koşullar ve durum itibarıyla devrimci ve komünist parti ve hareketlerin zayıflığı ve yetersizlikleri yeterince ortadadır ve bu durumlarını bir an önce aşılarak, somut ve güncel görevlerini yerine getirme gerçekliği de ivedilikle orta yerde durmaktadır.

Katliamların tekçi faşist özü ve kimliği Yıllardan bu yana gün geçmiyor ki işçi katliamları, çocuk, kadın ve LGBTİ’lere yönelik katliamlar olmasın. 2014 yılı faili belli olarak yüzlerce katliam, yaklaşık 200’e yaklaşan çocuk olmak üzere 3000’e ulaşan gözaltısıyla, işkence ve kötü uygulamalar, hapishanelerdeki tecrit ve tretmanın ağır koşulları ve katletmeler, düşünce- ifade ve inanç özgürlüklerinin alabildiğince baskı ve zulümle engellenmesi, örgütlenme özgürlüğüne yönelik operasyon ve baskılar eşliğinde vurulan darbeler, toplantı- protesto ve gösteri özgürlüğüne karşı aleni olarak hiç çekinmeden katletmeler vb ile faşist devletin kamu düzeninin ne olduğu yeterince anlaşılmıştır. Bu durum yakın zamandaki KCK operasyonlarıyla

güncel analiz toplu gözaltı, tutuklama ve katliamları aratmamaktadır. Bu eksende 2014 yılı da emperyalistler ve stratejik uşaklarının yeni saldırı konseptleriyle sicilli hali yoğunluğundan hiçbir şey kaybetmeden ağır hak gasplarıyla artarak devam etmektedir. Görünen o ki 2014 Aralık’ın son günlerine kadar işçi, kadın, LGBTİ ve çocuk katliamı haberleri gündemden düşmeyecektir. Tekçi faşist Türk devleti, emperyalist efendilerine yer altı ve yer üstü zenginliklerini peşkeş çekerken, iş güvencesinden yoksun ve ağır şartlar altındaki çalışma koşullarıyla katliamlara, bu yılda oldukça yoğun bir artış göstermiştir. Zonguldak, Soma ve Ermenek bunlardan sadece ama sadece birkaçıdır. Ermenek’te madende devletin katliamıyla ölen bir işçinin, babasının delik lastik ayakkabısı bir yandan ezilen ve sömürülenlerin objektif durumunu gösterirken, diğer yandan egemen sömürücü sınıf iktidarlarının şatafatlı ve magazin olan hayatları ise öte tarafta durmaktadır. Aynı şekilde kadın, çocuk ve LGBTİ katliamlarında da Türk devletinin özel mülkiyet dünyası bileşenli vahşi kapitalist çarkı, feodal ve gerici değer yargılarını da arkasına alarak katletmekten geri durmamaktadır. Hırant Dink Katliamı ve Roboskî Katliamı’nın kanı 2014 yılında da kurumamıştır zira orta yerde katliamlar artarak devam etmektedir. Elitlerin çıkarları ve tamamen onlara hizmet temelinde yasama, yargı ve yürütme işletilmektedir. Tekçi faşist Türk devleti, emperyalist efendilerinden de aldığı icazet gereği, iç güvenlik yasalarıyla katletmeyi de meşrulaştırmaktadır. Kamu güvenliği aldatmacalarıyla bir avuç azınlık diktatörlüğüyle devletin güvenliği amaçlanmaktadır ve buna da iç güvenlik denilerek kitleler aldatılmak istenmektedir. Türk devleti, aynı zamanda bir polis devleti olma yolunda hızla ilerlerken, bu durum ve yönelim önceki süreçlerdeki faşist devletten öz ve içerikte hiçbir şey kaybetmeden sadece belli biçimsel değişiklerle sürgit devam etmektedir. Bu anlamda “demokratikleşiyoruz’’ vb argümanlar koca birer kandırmaca ve safsatadan ibaretir. Aynı şekilde AKP iktidarı öncülüğünde Türk İslam sentezli tekçiliğin yeniden üretiminin bir parçası olarak “yetmez ama evet” denilerek koltuk değneği olunmasıyla estirilen rüzgâr ve şişirilen balon, çok geçmeden tarumar olup patlamasına neden olmuştur. Bu aklı evveller öyle bir şaşkınlık içerisine girmişlerdir ki ideolojik ve siyasi savruluşları tasfiye aşamasına gelmiş-

23

tir. Zira uzlaşmacı tasfiyeci reformizm, işte böyle tarumar edip bir kenara atmaktadır.

Örgütlü mücadeleyi büyütmek bugün acil önemdedir Emperyalist dünya sisteminin stratejik uşağı Sudi Arabistan, Katar ve “TC’’ devletlerinin taşeronu IŞİD’in Irak, Güney Kürdistan, Suriye ve Batı Kürdistan’daki tüm vahşilikleriyle saldırıları karşısında Şengal ve Kobane direnişiyle dünya halkları ve ezilen uluslarını daha yakın ilgisine muhatap olan Kürt ulusu ve Kürdistan gerçekliği, özellikle ilerici Rojava özerk yönetimiyle de daha fazla uluslararası somut güncel bir duruma evrildiğinin de altını çizmek isteriz. Bu temelde özellikle Türkiye- Kuzey Kürdistan başta gelmek üzere 6-7-8 Ekim serhildanının son derece meşru ve demokratik ilerici karakteriyle ezilen ve sömürülenlerin yaşayan canlı ruhu ve direncini ifade etmesi açısından oldukça öğretici yanları olmuştur. Faşist Türk devletinin oyalama ve aldatmacaları, IŞİD üzerinden Kobanê ve Rojava özerk bölgesine karşı inkarcı ve yok edici yönelim politikaları, karakol ve kalekollar, barajlar, gözaltı ve tutuklamaları ve de katliamlar eşliğindeki tekçi faşist tüm tasfiyeci politikalarına karşı başta Kürt Ulusal Hareketi’nden yurtseverler ve dostlarının 6-7-8 Ekim serhildanı oldukça yerinde bir cevap olmuş ve Türk egemenlerinin korkularını daha da büyütmüştür. 2015 yılı ve önümüzdeki süreçlerde bu eksende serhildanlarla karşılanarak tasfiyeci rüzgârın dağıtılarak devrimci savaşın yükseltilmesi elzemdir. Radikal devrimci militan çizgi ve savaşta ısrar, bütün gerici dalgaları bir bir aşarak ezilen ve sömürülen tüm kesimleri içerisinde barındıran işçi ve emekçilerin politik iktidarını yaratacaktır. Bütün yukarıdaki belittiğimiz ve daha fazla vurgulayacağımız somut ve güncel başka gelişmeler eşliğinde 2015 yılına önemli avantajlar ve dezavantajlarla girilmektedir. Tüm ilerici, devrimci ve komünist parti ve hareketler, doğru ve yanlış temelinde ideolojik, siyasal, örgütsel ve askeri olarak çizgi meseleleri başta olmak üzere bütünlüklü ve köklü değerlendirme ve muhasebe etmeleri kaydıyla, 2015 yılında çok daha ileri düzeyde teorik pratik politikalar gerçekleştirerek demokrasi, devrim, sosyalizm ve komünizme daha fazla yakınlaşacağına yönelik devrimci iyimserliğimizi koruyarak önümüzdeki yılın başarılı bir mücadele ve zaferler yılı olması temennisiyle şimdilik noktalıyoruz.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Rojhat Özdel ji alî polêsê ve hat qetilkirin

Li navçeya Colemêrg Geverê girseyeke qerebalix, ji bo bîranîna M. Reşit İşbilir, Veysel İşbilir û Bemal Topçu kom bûn. Polês êriş bir li ser girseyê û bi zanebûn gule barand, di encamê de Rojbat Özdel hate qetilkirin Li navçeya Colemêrg Geverê, di 6-7 Berfanbar 2013'ê de ku li ser hilweşandina turbeyên gerîla yên HPG'ê çalakiyek pêk hatibû. Di vê çalakiyê de jî pâlêsê dewlet, M. Reşit İşbilir, Veysel İşbilir û Bemal Tokçu kuştî bû. Bi sedema salvegera vê bûyerê ji bo bîranînê di 6'ê Berfanbarê de girseyek li Gever'ê qetlîama polêsan protesto kirin. Polês vêcar jî êriş bir li ser girseyê û di encamê de Rojbat Özdel hate qetil kir.

Bi çekên lûledirêj agir hate barandin li ser gel Li xaçerê Sabahciyê polês, ji siwarên xwe yê bi zirx bi gazên bombe êriş kir. Bombeyê bigaz, rastî şiwaqê paşîn a siwarê VEDAŞ'ê ku di heman demê de li wir derbas dibû hat. Karkerê VEDAŞ'ê İl-

ker Arslan ku li piştî siwarê rudinişt, ji çenê xwe birîndar bû. Hevalên Arslan, wî rakirin Nexweşxanê û noşdarî dest pê kir. Li ser îpekyolu jî polêsên ji hêzên taybet êriş birin li ser girseyê û li qada beranberî Han Petrol û Dersxana Yüksekova'yê bi çekên lûledirêj ve fîşekan avêt, ji wan fîşekan yek jî rastî Rojhat Özdelê hat. Fîşek ket milê Rojhat Özdel. Özdelê ku qasî sed metro nêzîkî mala xwe birîndar bû, ji alî girseyê ve rabû nexweşxanê. Li gorî zanyariyê gule ji milê Özdel ketiye û di bin stuyê wî de derketiye. Di Nexweşxane ya Dewlet a Geverê de gelek hewldana bijîşkî çêbûn, lê encam neda û Özdel jiyana xwe ji dest da. Polês jî deriyê nexweşxaneyê girt û kesên ku nerazîbûna xwe nîşan didan êrişî wan kir.

Polês fîşekên plastîk avêt li nav nexweşxanê Piştî ku ev bûyer hate bihîstin, rêveberên DBP û HDP jî di nav de bi sedan kes berê xwe dan nexweşxanê. Lêbelê ber deriyê nexweşxanê, bi sedan polês û siwarên bizirx ve hat dorpêç kirin. Bi siwarên bizirx ve ber deriyê nexweşxane ji alî polês ve hate girtin û ji bo ketin û derketina nexweşxanê destûr nehate

dayîn. Lêbelê piştî bizariya gel, ji bo heyeteke taybet destûr hate dayîn. Bi desteserkirina polêsan, darbesta Özdel jî bi demeke dirêj hat veşartin.

Hezaran kes tev li merasîma veşartinê bûn Ji bo otopsiya Özdel, cinyazê wî şandin saziya tip a dadî ya li Meletiyê. Piştî otopsiyê cinyazê Özdel ji alî malbatê ve hat girtin û ber bi Geverê birê ketin. Di 7'ê Berfanbarê de darbesta Özdel, Wekîlê Colemergê ya HDP'ê Esat Canan, Adil Zozanî, rêveberên navçeyî ya HDP û DBP'ê, Şaredarê Colemergê Dilek Hatipoğlu, Şaredarê Gever'ê Rûken Yetiştin û saziyen gel jî di nav de bi hazaran kes dûrî Geverê 15 kîlomêtir li wî warî hat pêşwazî kirin û li goristana gundê Akalin'ê bi merasîmeke girseyî ve hat veşartin.

‘Talîmata qonsepta dijî gelê Kurd ji Davutoğlu ve hatiye dayîn’ Piştî merasîma veşartina Özdel'ê Hevserokê Colemerg a DBP'ê Musa Çiftçi axaftinek kir û got: "Özdel, di set metro nêzî mala xwe de ji alî piştgirên DAİŞ'ê ve hate qetilkirin. Li Kobanê DAİŞ, li vir jî piştgirên wî zarokê me ya emir 17 diku-

jin. Ev bûyer jî wek bûyerê Şemzînan'ê perçek ji qonsepta dijî gelê me ye. Talîmata vê qonseptê Davutoğlu daye. Walî yê Colemerg û Qeymeqamê Geverê jî pêk tînin."

‘Dixwazin gelê Kurd Provake bikin!’ Wekîla Colemergê Adil Zozanî jî di axaftina xwe de behsa kuştina zarokên 17 salî ya Kurdan kir bilêvkir ku Dewlet bi TOMA, bi bombeyên gazê û bi fîşekên rastî ve zarokên Kurd dikuje, bi vî rengî ji dixwaze gelê Kurd provake bike. Zozanî axaftina xwe bi vî şiklî domand: "Provakasyon, bi kesên destqirêj ya di nav dewletê de pêk tê. Emê bêjin dewletê Kûr, lê em dibînin ku li Colemergê dewlet bi her awayî jixwe kûr bûye. Emê bêjin dewletê rastênhev, lê diyar e ku li Colemergê dewlet ji kokê teslîmî rastên hev bûye. û gav bi gav dixwazin gelê Kurd bihêrs bikin, çareseriya demokratîk û aşitî yê ku ji alî Rêberê Gelê Kurd Abdullah Ocalan ve hatiyê destpêkirin têk bibin, ji bo pûçkirina serkeftina çareseriyê û ji bo provakmasyonê her roj kar dikin." Merasîma veşartina Özdel, piştî axaftinan bidawî bû.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.