16-30 KASIM 2014

Page 1

Kürt Ulusal Hareketi ve emperyalizme karşı mücadele

sf 12-13

‘Kadınsın direnensin ses ver!’ Erkek egemen dünya sistemi içerisinde ikincil cins olarak görülen kadınlar, düzenin sistematik saldırı ve katliamlarına maruz kalıyor. Tarlada, fabrikada, evde, sokakta ve yaşamın olduğu her alanda üretimin en ağır ve zorlu aşamalarında çalıştırılan kadınların, devletin çıkardığı yasalarla ve istihdam paketleriyle katli meşrulaştırılıyor. Demokratik Kadın Hareketi, 25 Kasım’da ‘Kadınsın direnensin ses ver’ şiarıyla kadınları mücadeleye cağırdı. sf 11

Halkın Günlüğü

16-30 KASIM 2014 Yıl: 4 Sayı: 91 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.org

Sermayenin adaleti işliyor f GÜNCEL

ISSN: 2147-0499

Çözüm(süzlük) süreci!

17

Manisa’nın Soma ilçesine bağlı Yırca Köyü’nde AKP’ye yakınlığıyla bilinen Kolin Şirketler Grubunun kuracağı bir termik santral nedeniyle büyük bir zeytinlik arazisi hakkında Bakanlar Kurulu tarafından acele kamulaştırma kararı alındı. Bölgedeki köylülerin tüm engelleme çabalarına karşın iki otobüs dolusu özel güvenlikçi getiren şirket, 7 Kasım’da köylüleri dövdürerek, 6 bin zeytin ağacını katletti. Gözyaşları içinde “Sabah zeytin, zeytinyağı yiyeceksiniz değil mi? Nasıl yiyeceksiniz onu, boğazınızdan nasıl geçecek?” diye soran köylüler, tüm ekonomik varlıkları ellerinden alınmasına isyan etti.

Kader Ortakaya katledildi

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

Kobanê’ye yönelik IŞİD saldırılarının protesto edildiği eylemlerin ardından Kürt Ulusal Hareketi’yle yapılan görüşmeler sonrası Öcalan’ın eylemlerin etkisini kıran açıklaması gündemdeki yerini korurken, Kürt Ulusal Hareketi ile Türk devleti arasındaki görüşmelerde yeni bir sürece girildi. Yapılan görüşmelerin eşitsiz koşullarda gerçekleşmesi ve Öcalan esir statüsündeyken görüşmelerin devam ettirilmesi, Türk devleti lehine avantajları ve imtiyazları beraberinde getiren bir seyirde ilerlemektedir. Şu anda içerisinden geçtiğimiz süreçte, çözüm sürecinin karşılıklı

08

Ukrayna’da emperyalist savaş oyunları bitmiyor

olarak askıya alınabileceği ya da karşılıklı restleşmelerin daha da belirgin hal aldığı böylesi koşullarda Kürt Ulusal Hareketi, üçüncü bir gücün devreye girebileceğini ve bunun da ABD veya uluslararası bir temsilcinin olabileceğini dile getirerek AKP’yi sıkıştırmak istemektedir. Ancak Kürt ulusunun taleplerinin ne faşist Türk devletiyle yapılan görüşmelerde ne de ABD ya da uluslararası bir temsilcinin gözetiminde yapılacak görüşmelerde karşılanmayacağı açıktır. Kürt ulusal sorununun çözümü komünistlerin omuzlarındadır.

14

Kuzey Kürdistan’ın yiğit evladı Dr. Şivan

18


02 güncel haber

16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

Sömürücülerin hayırsız işleri üzerine

‘Yeni Türkiye’ argümanıyla yaklaşık yüz yıldır sürdürülen Sünni Türk İslam bayrağı altında tekçiliğe boyun eğdirme ve bizzat buna entegre etme çağrısı ve yönelimi değil midir? Artık bütün bunların, yeterince sürdürülemez statükosu karşısında biçimsel değişikliklerle tekçi sistemin yeniden dizayn edilerek Türkiye- Kuzey Kürdistan’a ikame edilmesi değil midir? Bazı aldatıcı gerçekler ve tekçiliğin her türlüsüne karşı kitleler hazırlıklı olmalıdır; Bu alt başlıktaki hassasiyetimizi mevcut süreçteki gerek dünya genelinde gerekse de Ortadoğu ve Türkiye- Kuzey Kürdistan özgüllerindeki özellikle muhalefet kesimleri içerisinde yaygın olarak geliştirilmeye çalışılan yanlış yönelim içerisinde olup da zararın neresinden dönülürse kardır misali bir an önce akıl tutulmasından kurtulması, tekçiliğe ve faşizme ezilen ve sömürülenleri entegre etmeye çalışanların hizmet etmekten bir an önce koparak saflarını netleştirmesi için vurgulamak istedik. Ortadoğu öylesine kolay tahlil edilebilecek bir nüfus ya da sosyal bir yapıya sahip değildir. İçerisinde bolca oyunların ve manevraların yer aldığı ve kimin kiminle nasıl ve ne şekilde dost ya da düşman oldukları, ne zaman birbirlerini hançerleyeceği hiç de belli olmayan ve her an ya da çok kısa aralıklarla dost düşman ayrımlarının sürekli değişikliklerin ocağı haline geldiği geniş yelpazeli bir coğrafyadır. Öyle ki bugün dost olanlar bir bakarsınız yarın düşmanlaşmış ve boğaz boğaza gelmiş, bir

bakarsınız bugün düşman olanlar bir bakarsınız arkadan nice oyunlar çevirerek dostlaşmış ve başkalarına karşı düşmanlık yürütmektedir. Bu anlamda Ortadoğu’nun siyasi alanda da oldukça oynak oryantal bir halinin olduğunu özellikle vurgulamak isteriz. Reel politika belirlemek niyetlerle olmaz. Ortadoğu ve bu kapsamdaki Irak, Güney Kürdistan, Batı Kürdistan ve Suriye’de yaşanan güncel somut gelişmelerdeki reel durum da tabii ki niyetlerle doğru okunamadığı gibi doğru siyasi bir yönelime de sahip olunamaz. Bu anlamda Ortadoğu’nun ve tabii ki Kürdistan ve Kürt ulusal gerçekliğinin de doğru okunması ve reel politik durumunun doğru değerlendirilmesi gerekmektedir. Bunun için uzak ve yakın tarihsel süreçler ve günümüzde cereyan eden somut gelişmelere ele almak ve zikzaklı ya da çetrefilli gidişatı doğru değerlendirmek durumundayız.

Emperyalist çıkarlar ekseninde yaşanan gelişmeler KDP sürekli dış güçleri (tabii ki öncelikle emperyalistleri ve onlara şu veya bu şekilde bağımlı bölgedeki işbirlikçi gerici rejimlerini) arkasına alarak dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın her birinde daha fazla etki icra edebilirimle yönelimini belirlemektedir. Bunun için ABD emperyalist efendisinin dizinin dibinden ayrılmamakta, iç ve dış bütün siyasetini bu eksende hayata geçirmektedir. Ve özellikle de ABD emperyalizminden ayrı düşmemeye ve ondan bağımsız bir politika geliştirmemeye dikkat etmektedir. Bunu da mesela Türk devletiyle girdiği ekonomik ve siyasi ilişkileri ve ortaklıklarında görmek mümkündür. Aynı şekilde Kürt Ulusal Hareketi PKK ve PYD’ye yaklaşımlarında nasıl da Türk devletiyle uzlaştıklarını ve aynı argümanları kullandıklarını çok yakın süreçlerdeki gerçekliklerinde ve pratik politika-

larında görmek mümkündür. Barzani’nin Amed’ i ziyareti ve akabindeki Güney Kürdistan’daki PKK ve PYD’ye yakın kurumlara yönelik gözaltı ve operasyonları, petrolün Türk devleti üzerinden İsrail’e transferindeki rolleri bilinmektedir. Keza Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) denilen Suriye’deki muhalefet hareketinin ABD ve AB emperyalist bloklarının ve tabii ki bunlara stratejik bağımlı Türk devleti gibi ülkelerin nasıl da organize, finanse, eğitim, teknik, askeri ve siyasi olarak örgütlendiğini bilmeyen kalmadı. Bizzat ÖSO ve bunun siyasi temsilcileri de aynı şekilde Amerika ve Avrupa başta olmak üzere TC sınırları içerisinde toplantılar gerçekleştirdiği, askeri ve siyasi eğitimden geçirildiği, çeşitli konseptlerle yönlendirildiği ve bizzat savaşa sürüldüğü artık tartışma götürmez reellikte gelişmelerdir. Bütün bu ve buna benzer yaklaşım ve gelişmeler karşısında ABD ve AB emperyalist blokların gayet masumane ve insani temelleri gözeterek hareket ettiği kadar saçma sapan düşünceler dile getirilebilir mi? Gayet açık ki çok kutuplu emperyalist bloklar arasında Ortadoğu ve Irak, Suriye, İran, Filistin, Türkiye, her bir parçada yer alan Kürdistan ve bizzat buralarda bölgesel savaş mahiyetinde bir durum ve rekabet söz konusudur. Bir yanda başını ABD emperyalizmin çektiği ve ona yedeklenen AB emperyalist bloğunun da içerisinde bulunduğu uluslararası emperyalist sermayenin, diğer yandan başını Çin ve Rusya emperyalistlerinin yer aldığı Şanghay Beşlisine karşı rekabeti artık daha belirgin bir hal almıştır. Halihazırda ABD, AB ve Şanghay Beşlisi olarak dünya genelinde çok kutuplu üç emperyalist bloğun bulunduğu ve Ortadoğu’da yaşanan bugünkü ekonomik ve siyasi gelişmelerin de bizzat bunlar arasındaki rekabetin bir sonucu olarak bölgesel ve yerel savaşlar şeklinde geliştiğini belirtelim. Hiç kuşkusuz ki Irak, Güney Kürdistan, Suriye, Batı Kürdistan,

İran, Doğru Kürdistan, Türkiye, Güney Kürdistan vd yerler yaşayan ezilen ve sömürülen halklar ve ezilen uluslar, azınlık milliyetlerin son derece haklı ve meşru- demokratik savaşı ve mücadelesini de burada görmek gerekir. Yoksa bölgede ve her bir parçada yaşanan gelişmelerin sadece çok kutuplu emperyalist bloklar arası savaşın birer parçası olarak lanse etmek götürüp buna bağlamak ortada ne varsa hepsini emperyalistlerin işbirlikçisi yapmakla eşdeğer bir anlam taşır ki bu anlayış hiç de doğru ve maruz görülecek ya da gösterilecek bir anlayış ve yönelim olamaz. Kaldı ki ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin direniş ve mücadeleleri emperyalist efendilerin işbirlikçisi dahi olsa bu durum bizzat o bölge ve parçalardaki ezen ulus şövenizmi ve tekçiliklerini meşrulaştırıcı bir değerlendirme içerisinde asla olmamalıyız. Ve tabii ki bu özgüllerde doğrudan ezen ulus şövenizmi ve tekçiliklerini ideolojik, politik ve askeri hedeflerimiz kapsamında okun sivri ucunu bizzat bu ezen ve sömürenlere yöneltmekten de geri durmayız, durmamalıyız da. Zira tarihsel köklerimiz ve genetik kodlarımızında bizler bunu emrettiğini özellikle vurgulamak isteriz. Hatırlanırsa sağından ve solundan bilimum her kesimden gericiliğin hortladığı ve burjuva medeniyetçi- uygarlıkçı paradigmanın dörtnala koşturularak hızını alamadığı o koşullarda TC’nin ezilen ulus ve milliyetleri soykırım ve katliamlardan geçirmesi inkar ve imha operasyonları ve asimilasyon politikaları karşısında gericiliğe karşı ilericilik, ilkelliğe karşı medeniyet götürüldüğü şeklinde bizzat TC devleti desteklenmiş ve meşrulaştırılmışken herkesin gözleri önünde komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın Ermeni soykırımı, Şeyh Sait ve Dersim vb Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halklarının katliamlarına yönelik ezilen ulus milliyetçilikleri ezen ulus milliyetçiliğinin asla bir ve aynı


16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

olamayacağı ve İngiliz emperyalizmin parmağı dahi olsa Şeyh Sait hareketinin bastırılması ve katledilmesinin haklı ve ilerici olarak asla gösterilemeyeceği, ezen ulus şövenizmin meşrulaştırılamayacağı ve Türk devletinin asıl hedef alınması gerektiğini ortaya koyarak gerçek komünist çizgi ve reel politikasını yükseklere kaldırıyordu. Ne yazık ki hala tekçi Türk ulus devletçi, Baasçı, Molla rejimci gerici faşist hegemonyaları savunup da bayrak edinenler söz konusudur. Bu anlamda geçmiş tarihsel süreçte azınlık diktatörlüğü olarak kendini vareden Saddam ve Esad gericiliklerini bugünde bayrak edinenler vardır. Ezilen ve sömürülenlere karşı kanlı diktatörlüğüyle bilinen Hafız Esad’ ın ölümü karşısında ‘’Ortadoğu halklarının başı sağolsun’’ denilerek sahiplenenler olmuştur. Ne yazık ki vatansever solculuk adına hala tekçi- faşist Kemalizm’in açtığı yoldan- yani tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek devlet, tek millet- yürümek için Anıtkabir’de yemin ederek tekçi faşist Kemal’in açtığı tekçi- faşist yol ve gösterdiği tekçi- faşist çizgide ‘’ilerleme’’ kararlılığı vardır. Hemde bütün bunlar ‘’devrimcilik’’ ve ‘’vatanseverlik’’, ‘’laiklik’’, ‘’halkçılık’’, ‘’cumhuriyetçilik’’, ‘’antiemperyalizm’’ adına yapılmaktadır. Oysa bütün bunların topu burjuva medeniyetçi- uygarlıkçı paradigmanın tek tarih, tek düşünce, tek dil, tek ulus, tek vatan, tek millet ve evet tüm tekçiliğin imtiyazlı hallerinin dayatmasından öte zerre kadar bir anlamı ve önemi olmayan faşizmin ayak sesleridir. Ve bütün bunlar ise Türkiye- Kuzey Kürdistan’daki çeşitli milliyetlerden proletarya ve emekçilere yutturulmaya çalışılmaktadır. Oysa bilinir ki uluslararası emperyalist sermayenin bugünkü TürkiyeKuzey Kürdistan özgül sürecinde Kemalizm, kuşkusuz tümden ortadan kalkmasa da esas olarak aşılmıştır. Bunda ısrar edenler ise aynı şekilde teorik olarak aşıldığı gibi tarihin çöplüğüne gömülmekten de kendini kurtaramayacaktır.

Emperyalist sermayenin derinleşmesine bağlı olarak dayatılanlar

03

Yakın süreçte Türkiye- Kuzey Kürdistan’da yapılan baro seçimlerinde, İstanbul ve İzmir başta olmak üzere bazı önemli il ve alanlarda ne yazık ki tekçi Kemalist perdenin yeniden açılarak bayraklaştırıldığı görülmüştür. Ve hatta daha da ileri gidilerek bazı illerde bizzat seçimlerin yapıldığı anlardaki tartışmalarda “Kobane’ye gidin Kobane’ye’’ denilerek tekçi faşizmde ısrar edilerek ötekileştirmelere devam vardır. Ve ne yazık ki yanıbaşımızda hala tekçi egemenliklerin inkar ve imha konseptli asimilasyonları, kültürel soykırımları, baskı ve katliamları yaşanırken tekçi- faşist Kemalizm’i ideolojik politik referans alarak reel politika adına tekçiliği dayatanlar vardır. Ve ne yazık ki uluslararası emperyalist sermayenin derinleşmesi ve merkezileşmesine uygun olarak tekçiliğin sünni Türk İslam bayrağı altında yeniden üretimine davet vardır. AKP iktidarının da yaptığı bu değil midir? “Yeni Türkiye’’ argümanıyla yaklaşık yüz yıldır sürdürülen Sünni Türk İslam bayrağı altında tekçiliğe boyun eğdirme ve bizzat buna entegre etme çağrısı ve yönelimi değil midir? Artık bütün bunların, yeterince sürdürülemez statükosu karşısında biçimsel değişikliklerle tekçi sistemin yeniden dizayn edilerek Türkiye- Kuzey Kürdistan’a ikame edilmesi değil midir? İşte Ortadoğu’da emperyalistlerin ve taşeronlarının oynadığı bütün oyunların da tekçiliklerinin yeniden üretimi kapsamında ele alınarak doğru değerlendirilmesi gerekmektedir. Ve bütün bunlara karşı onlarla uzlaşarak değil, doğrudan ezilen ve sömürülen halkların ve ulusların kendi kaderlerini kendilerinin ellerine almasıyla gerçek çözüme ulaşılmış olacaktır. Bunun için halk kitleleri ve ezilen ulusların tamamen kendi özgüveni ve öz güçleriyle yaratacağı örgütlenmeler ve öz yönetim mekanizmalarında ısrara edilmelidir. Ve buna ulaşmak için öncelikle hiçbir emperyalist güce bel bağlamadan tamamen kendi öz savunması temelinde halk kitleleri ve ezilen ulusların ordulaşması ve savaşımıyla öz yönetim mekanizmalarına ulaşılabilecektir.

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

DEVRİMCİ SAVAŞ BAŞTA OLMAK ÜZERE HER ALANDA KADINLAR YÖNETİME, İKTİDARA!

Y

ine 25 Kasım’ın eşiğindeyiz. Her saniye ve her an kadına ve ezilen diğer cinslere yönelik şiddetin ve kırımın sürekli hale geldiği ve tüm tarihsel kökleri ve temelleriyle daha fazla insanlıktan uzaklaşıldığı süreç devam etmektedir. İnsanlığın bu ilk ayaklar altına alınarak tarihten gelip önümüzdeki tarihin uzunca süresince de devam edecek olan kadına karşı türlü şiddetin köklü ve stratejik bir zihniyet devrimiyle ancak aşılabileceği ve gerçek mecrasına ulaşılabileceğini bir kez daha vurgulamak isteriz. Bu temelde son derece stratejik ve temel, köklü ve tarihsel, somut ve tüm güncelliğiyle kadına ve diğer ezilen cinsel kimliklere yönelik şiddete karşı köklü bir Kültür Devrimi zorunlu olduğu kadar ertelenemez stratejik bir görevdir de. Bunun için Maoist Komünist Partisi’nin 3. Kongre iradesiyle bayraklaştırdığı “Kadınlar yönetime kadınlar iktidara” şiarı ve görevini merkezi ve temel, stratejik ve kapsamlı büyük bir seferberlikle, doğru ve bilimsel anlayarak kavramalı ve oldukça ciddi bir disiplin bilinciyle görevlerimizi yerine getirmeliyiz. “Parti ve tarih bilincinin” bu düzlemde de doğru yanlış temelinde güncellenmesi gerektiği tartışma götürmez bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Her aktivist kendi çalışma alanında pozitif ayrımcılık ve kota sistemi politikalarını yerine getirmelidir. Bu anlamda özellikle kadınların ideolojik ve teorik, tarihsel ve toplumsal, örgütsel ve kültürel, askeri ve siyasal, somut ve güncel olarak yaşamın her alanında sürecin esas ve belirleyici özneleri ve önderleri olması için başlatılan seferberliği lafta bırakmadan görev yerine getirilmelidir. Bu bilinçle her aktivistin ve her örgütlü birimin kadın politikası, kadın örgütlenmesi, kadın ve diğer ezilen kimliklere yönelik çalışmalarına ilişkin düzenli olarak rapor sistemini oturtması ve örgütsel işleyiş ve disipline uygun olarak bütün çalışmalarını merkezileştirmesi gerekmektedir ve zorunludur. Kadına ve ezilen diğer cinsel kimliklere yönelik şiddetin her türlüsüne karşı sadece anmalar ve teorik söylemlerle görevlerimiz asla daraltılamaz ve bu şekilde yerine getirilemez. Bu noktada Kobanê’de direnen ve mücadele eden, şehit düşen kadınlarımızdan yeterince öğrenmeliyiz. Kobanê’de Amazonlaşan militan kadınlardan çok şey öğrenmeliyiz. Aynı şekilde kadın ordulaşmasından ve kendini özneleştirerek süreçlerin bizzat aktif birer belirleyeni ve militanları olarak kadınlar özgülünde halklarımızın sömürü ve zulme karşı örgütlenme ve mücadelelerinden yeterince öğrenmeliyiz. Bilinmeli ki direnen ve savaşan kadın, aynı zamanda insanlığın kurtuluşu için de mücadele eden kadındır. Bu yönüyle hayatın hangi biriminde olursa olsun tüm tarihsel birikimleri ve kökleriyle bin bir türlü ağlarla örülerek sürekli nesnel

ve somut gerçeklik olarak güncellenen zulüm ve sömürüye karşı duran, direnen, örgütlenen, mücadele eden ve savaşan kadın, insanlığın kurtuluşu içeriğine de sahip kadındır. Bunun için insanlıktan nasibini almamış sömürü ve zulüm sistemleri hayatın ve insanlığın, özgürlüğün ve kurtuluşun olduğu her yerde ilk olarak kadınlara saldırmakta ve onları ya en aşağılık politikalarla esaret altına almakta ya da katletmektedir. Bunun için kadının ve ezilen diğer cinslerin onurlarıyla oynayarak onlara en aşağılık teorik ve pratik politikalarla pervasızca saldırmakta ve kültürel soykırımdan geçirmektedir. Nitekim Kobane sınırında tekçi faşist Türk devleti tarafından katledilen Kader Ortakaya’nın ‘’insanlık için savaşmaya gidiyorum, istiyorum ki bütün insanlar özgür ve eşit bir şekilde yaşasın’’ diyerek ölümsüzleşmesi de düşmanlarımızın bu gerçekliğini ve direnen-savaşan kadından ne kadar da korktuğunu anlatmaktadır. Tekçi karşı- devrimci güçler biliyorlar ki tarihten gelerek tarih yaratan kadınların devrimci zoru ataerkil- erkek egemenlik sistemini de yıkan özelliğe sahiptir. Başta Furijillo diktatörlüğünce vahşice katledilen Mirabel kardeşler olmak üzere TürkiyeKuzey Kürdistan ve Şengal, Rojova, Kobanê, Efrin ve Ortadoğu özgülünde ve dünya genelinde kadınlar ve ezilen bütün cinsel kimliklere yönelik şiddet ve vahşetin her türlüsünü lanetliyor ve bütün bu vahşete karşı direnerek mücadele eden ve savaşan bütün militan kadınlarımızı selamlıyoruz. Rosa, Meral, Kamile, Barbara, Nurgüzel, Zilan, Beritan, Deniz Fırat, Arin Mirxan, Reyhaneh Jabbari, Kader Ortakaya ve insanlığın, toplumların, tüm ezilen ve sömürülen kitlelerin kurtuluşu mücadelesinde yitirdiğimiz bütün kadınların şahsında ezilen ve sömürülenlerin son derece meşru ve haklı ilerici, yurtsever, demokratik, devrimci ve komünist miraslarına sahip çıktığımızı ilan ediyoruz. Her alanda zihniyet devrimi için harekete geçelim. Ataerkil- erkek egemenlik anlayışı ve politikalarıyla örtüşerek genel toplumsal sistem ve niteliği haline gelen emperyalizme, komprador tekelci kapitalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı kitleler Suruç ve Kobane olmak üzere her alanda devrimci savaşı yükselterek süreç göğüslenmelidir. Kadınlar ve diğer ezilen cinsel kimlikler olmadan gerçek özgürlük ve kurtuluş elde edilemeyecektir. Kadınlar ve diğer ezilen cinsler katılmadan ve bizzat sürecin doğrudan gerçek özneleri ve önderleri haline gelmeden gerçek özgürlük ve kurtuluşa ulaşılamayacaktır. Bu bilinçle “Kadınlar yönetime kadınlar iktidara” şiarıyla düşünce yöntemi ve çalışma tarzımızı sürekli devrimcileştirerek ilerleyelim.


04

güncel haber

16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

‘Çözüm-süz’ süreçler devrimci savaşı koşulluyor 13 Mart 1993’den bugüne Öcalan önderliğinde Kürt ulusal sorununu her ne kadar geri taleplerle de olsa ‘çözümüne’’ ilişkin ortaya konan iradenin doğru okunması ve artık bir türlü görülmek istenmeyen gerçekliklerin kabul edilerek çubuğun devrimci hatta doğru evrilmesi gerekmektedir Zira kendileri bunu dillendirmektedir. Öyleki AKP’ye adeta tepside önemli avantajlar sunulmuştur. Diğer yandan ise Kürt sorunun çözümü önündeki engel AKP demektedirler. O halde neden sürece uygun doğru politikalar ortaya konulmamaktadır. Neden aslında hiçbir adım atılmadığı ve bunca yıldır hem de AKP’ye türlü olanaklar sunulduğu halde hep oyalama siyaseti izlendiği ve tekçilikte ısrar edildiği tespiti yapılıyorsa hala niçin AKP’den beklentili hal devam ettirilmektedir.

Tasfiyenin soğuk politika halleri! Yakın süreçte görüşmelere yasal statü dendi AKP iktidarı da buna yasal statü kazandırdı. Hatta bu durumu Öcalan “tarihi’’ bir adım ve gelişme olarak nitelendirdi yani olumladı. Öyleyse ortada AKP’nin hiçbir adım atmadığı sürecin bir aracı ve parçası olmak vardır. Nitekim AKP üzerinden Türk devletinin hiçbir adım atmaması karşısında Kürt Ulusal Hareketi ise esir asker ve polisleri serbest bırakmış, tek taraflı ateşkesi sağlamış, gerilla güçlerinin bir bölümünü Kuzey Kürdistan’dan çekmiş, özellikle son iki yıldır da AKP’nin ekmeğine tereyağı sürülmüştür. Bugüne kadar oyalayan ve aldatan, tasfiyeyi ve tekçiliği dayatan AKP eliyle Türk devletinin kendisidir. Barış, demokratik çözüm- paket, Kürt açılımı ve çözüm projesi adlarıyla ortaya konan konsept içerisinde bugüne kadar sadece geri adım atan ise Kürt Ulusal Hareketi’nden başkası değildir. Oysa AKP iktidarıyla uzun süredir görüşen ve ona oldukça önemli avantajlar sunan, sonrada zaten hiçbir adım atmadı ki diyen Kürt Ulusal Hareketi’nin kendisidir. Aslında başta beri ifade etmiştik, bu sürecin tasfiyeyi amaçladığı ve bununla da Kürt Ulusal Hareketi’nin radikal ve ilerici devrimci dinamiğini eriterek tekçiliği yeniden üretmek olduğunu daha süreçlerin ilk başlarında önemle vurgulamış ve Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımızı uyarmıştık. Aynı şekilde AKP’nin ezilen ve sömürülenlere yönelik bir savaş iktidarı olarak emperyalistler tarafından işbaşına getirildiğini ifade etmiştik. Fakat ne fayda. Kürt Ulusal Hareketi bir kere sürece kilitlenmiş ve eşitsiz koşullarda yürütülen görüşmelerde taviz üstüne tavizler vererek tek taraflı olarak bugünlere kadar belirli pratik adımlar atmıştır. Peki ya Türk devleti! Hayır hiçbir adım atmadığı gibi aldatarak ve her önemli dönemeçte oyalarak tasfiyenin ciddi hazırlıklarını yapmıştır. Özel savaş yöntemleri kapsamında psikolojik savaştan hiç geri adım atmadığı gibi algı operasyonlarıyla ciddi manipülasyonlara başvurmuş hala da başvurmaktadır. Karakollardan kalekollara, barajlardan akil insanlara, iç güvenlik yasası ve daha sayabileceğimiz bir-

çok hazırlıklara girişerek tasfiyenin alt yapısını önemli oranda inşa etmiştir. AKP öncülüğü ve inisiyatifiyle Türk devleti Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı özellikle son yıllarda hem diyalog hem de mücadele yürütmüştür. Bunun tek taraflı olarak kendi bildiğini okumaktan geri durmamıştır ve psikolojik savaşı da yoğunlaştırarak sürdürmüştür. “Süreci kim bitirirse altında kalır, artık süreci askıya alabiliriz, İmralıyla görüşmeler son bulur, diyalog biter süreç kalmaz, süreç aşılırsa yaşanacakları düşünmek bile istemiyorum, şiddeti savunan yasal bir parti kabul edilemez kapatılabilir, PKK’de çok başlılık var’’ vb argümanlarla tehditler savurmayı ve tasfiyeciliği de hala sürdürmektedir. Peki AKP böylesine nasıl rahat hareket etmektedir ve istediği gibi her şeyi söyleyebilmektedir ve nasıl da rahat yalanlar söyleyerek kamuoyunu yönlendirebilmektedir? Hiç kuşkusuz ki Türk devleti ile Kürt Ulusal Hareketi arasındaki görüşmeler ve hangi biçim ya da içerikte olursa olsun yapılan anlaşmalar, net olarak eşitsiz koşullarda gerçekleşmektedir. En başta da Öcalan, esir statüsündedir ve baş müzakereci olarak eşitsiz hapishane koşullarında görüşmeler yürütülmektedir. Türk devletinin avantajlı ve tabii ki imtiyazlı durumu temelinde görüşmeler ve anlaşmalar yapılmaktadır. Türk ulus- devlet konseptinin imtiyazlı halinin de bu şekilde aşılabileceği nasıl tasavvur edilebilir.

Kürt Sorunu için ‘barış süreci’ çözüm müdür? Özellikle içerisinden geçtiğimiz şimdiki süreçte çözüm sürecinin karşılıklı olarak askıya alınabileceği ya da karşılıklı restleşmelerin daha da belirgin hal aldığı böylesi koşullarda Kürt Ulusal Hareketi üçüncü bir gücün devreye girebileceğini ve bunun da ABD veya uluslararası bir temsilcinin olabileceğini dile getirerek AKP’yi sıkıştırmak istemektedir. Ve bu noktada Kobanê özgülünde PYD ile ABD emperyalizminin doğrudan görüşmelere başlaması ve ABD ve AB emperyalist devletlerinin PYD’yi terörist olarak görmemesi paralelinde Kürt Ulusal Hareketi PKK’nin

Türk devletiyle görüşme ve müzakerelerin ABD emperyalizminin gözlemci ya da uluslararası bir delegasyonun öncülüğünde gerçekleştirilebileceği yönelimi daha fazla belirmiştir. Hiç kuşku yok ki Kürt Ulusal Hareketi Türk devletini şimdiye kadarki karşılıklı olarak anlaşılan konsepte uyması ve bu duruma zorlamak için ABD veya AB emperyalist devletlerine olduğu gibi farklı arayışlara girer ve girmektedir de. Keza Kürt Ulusal Hareketi’nin daha başından itibaren uzlaşmacı çizgisi ve yönelimi söz konusudur ve bugünkü beyanı da bundan bağımsız değildir. Yani yeni ortaya çıkmış ve hiç olmayacakmış gibi yanılgılı bir yaklaşıma girilmemelidir. Kürt ulusal burjuvazisinin kendi ulusal pazarları için ya da buna hizmet edebilecek veyahut da buna yakınlaştırabilecek her türlü konsepte uyabilecek bir niteliğinin de olduğunu özellikle vurgulamak isteriz. Elbette emperyalistlerden medet umulmasını Kürt Ulusal Hareketi’nin zayıf bir yanı olarak telak ki ederiz. Ve elbette hangi biçimde olursa olsun kendi kaderini tayin hakkını yada kendi iradesini nasıl tayin ederse ona saygı duyarız. Ancak bağımlılık ve geri düzeylerdeki ilişkiler temelinde eşitsizlikler ve imtiyazlı koşullara karşı da mücadele edilmesi gerektiğini aklımızdan çıkaramayız. Bugün yaşanan gelişmeler ve yönelimlerde buna işarettir. Kürt Ulusal Hareketi bir yandan yaşanan güncel gelişmelere ilişkin malumun ilanı babında görürken diğer yandan oyalama ve tasfiye politikalarıyla saldırıların devam ettiğini beyan ederken, öbür yandan ise tekçi faşist Türk devletiyle uzlaşma ve anlaşma yöneliminden bir türlü vazgeçmemektedir. Bu yönelimini de taktiksel bir süreç olarak değil tam aksine stratejik bir hat olarak kabul ettiğini vurgulamaktadır. Kürt Ulusal Hareketi’ni bu anlamda her gelişen ve geçen süreçte daha da gün yüzüne çıkararak kendini ilan eden malumla daha fazla oyalanmayarak devrimci savaşı yükseltmek zorundadır. 12 yıllık iktidarını pekiştirerek bugünlere kadar gelen AKP’nin daha ilk süreçlerinden itibaren bir savaş iktidarı olarak bizzat ABD emperyalist efendisi tarafından tahkim edilerek

işbaşına getirildiği yeterince anlaşılmamış olacak ki hala hem uşağından hem de emperyalist efendilerden çeşitli beklentiler ileri sürülmektedir. Eğer öyle olmasaydı bunca oyalama ve özel savaş yöntemlerinin- taktiklerinin yoğunlaştırılarak tahkim edilmesi karşısında oyalanıp durulmazdı ve gereken hazırlıklar yapılırdı. Eğer öyle olmasaydı onca baskı, saldırı ve katliamlar karşısında devrimci savaşın gerekleri yeterince yerine getirilirdi. Öyle olmasaydı özel savaş iktidarı olarak göreve getirilen taşeron AKP’nin 12 yıllık tasfiyeci politikaları sonrasında, henüz ve yeni bir savaş açtığından bahsedilmezdi. Zira bu noktada ciddi bir yanılsama ve önceki süreçlerdeki hatalı ve düzen içi reformist çizgileri meşrulaştıran bir sürece yaklaşım da bu derece olmazdı. Bu yönüyle 1990’lı yıllardaki Güreş- Çiller- Ağar özel savaş şeflerinden özde ve nitelikte hiç ama hiçbir farkı olmayan Erdoğan- Özel- Davutoğlu- Fidan özel savaş ekibine karşı da düzen içi reformist çizgi ve yönelimle değil tam da devrimci savaşı yükselterek günümüz süreci karşılanmalıydı. Nitekim bugün AKP iktidarının tüm yoğunluğu ve pervasızlıklarıyla tekçi faşist saldırıları sürüyorsa bu durumun yeni ortaya çıkmadığı ve hiç de şaşılacak bir yanının olmadığını göstermektedir. AKP iktidarı önderliğindeki tekçi faşist Türk egemenlik sistemi tıpkı önceki süreçlerde olduğu ya da her zamanki gibi Kürt Ulusal Hareketi ve ilerici, yurtsever, demokrat, devrimci ve komünistlere misliyle saldırılarını sürdürmektedir. Emperyalist sistemin parçası ve onu aşamayan çözümsüzlükler asla gerçek kurtuluş ve özgürlüğü götürmeyecek aksine düzeniçi tasfiyeci reformizm ile tekçiliğin yeniden üretimi kurulu düzenin dizayn edilerek devamı gerçekleşecektir. Değişen koşullar ve değişen ilişkiler argümanlarıyla kurulu düzenin yeniden balans edilmesine hizmet edilmemelidir. Bu bilinçle silahlı mücadelenin daha etkin konuşturularak devrimci savaşıın yüklseltilmesi şimdi çok daha elzemdir. Asla unutlmamalıdır ki zoru zor sökerek tarihin çöplüğüne atacaktır.


05 DEDEF Kobane’yle dayanışmaya devam ediyor

DEDEF Kobane halkıyla dayanışma çalışmalarını devam ettiriyor. DEDEF çatısı altında faaliyet gösteren Ovacıklılar Derneği Kobane halkı için topladığı yardımları Suruç’a gönderdi. Kobanê halkıyla dayanışma kampanyası kapsamında DEDEF ve Ovacıklılar Derneği’yle birlikte toplanan yardım malzemeleri, 5 Kasım akşamı bir heyetle birlikte Suruç’a gönderildi. DEDEF bileşenlerinden Ovacıklılar Derneği de yaptığı açıklamada, Rojava, Şengal ve Kobanê'de yaşanan vahşete seyirci kalmayacakların belirterek Kürt ve Ezidi halklarının mücadelesini sahiplendiklerini vurguladı. DEDEF ise yaptığı açıklamada, Kobanê’de yaşanan vahşete karşı halkları, insanlık görevi bilinciyle duyarlı olmaya ve mücadeleyi sahiplenmeye çağırdı.

DHF istanbul örgütlülüğü yardım toplama kampanyasını sona erdirdi Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) İstanbul Örgütlülüğü, 1 aydan bu yana sürdürdüğü Kobanê halkıyla dayanışma kampanyasını bitirdiğini şu ifadelerle kamuoyuna duyurdu: “Emperyalist kapitalist sistemin kendi çıkarları doğrultusunda daha fazla kar amaçlı Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme projesi olan büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin bir yansıması olan IŞİD terör örgütünün Kobanê’ye yönelik yaptığı saldırıları teşhir etmek ve bu saldırılara karşı Kürt halkının destansı direnişini selamlamak, Kobanê halkı şahsında direnen halkları sahiplenmek ve desteklemek amacıyla DHF İstanbul Örgütlülüğü’nün 1 ay önce başlattığı stant çadır vb. çalışmalar doğrultusunda şekillenen kampanya 5 Kasım’da sonlandırılacak.” DHF istanbul örgütlülüğü yardım kampanyasını sonlandırırken bu kapsamdaki faaliyetini ortak platformlarda ise devam ettirecek.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

TÜTÜN TABAKASININ ANISI evlet ve kuklalarının MKP’yi karalamak için birçok spekülasyona başvurduğu eşitli zamanlarda kamuoyuna yansıyanlarla bilinmektedir, bilmekteyiz. Bu sınıflar mücadelesinin burjuva ahlaka uygun olarak o cepheden gelişen bir biçimi olarak anlaşılırdır. Konumuz bu kirli burjuva yöntemin incelenmesi olmadığı için uzatmaya gerek duymuyoruz. Ancak bu spekülasyonlara konu olan bir olayın (ki bu olayda iki yoldaş şehit düşmüştü) özel ve derin bir anısı bulunmaktadır. Bu anı şimdilerde bir tütün tabakasının hatırasıyla yeniden tazelendi. Evet MKP gerillalarından bir yoldaşın hatıra olarak gönderdiği tütün tabakası derin bir duygu hareketine vesile oldu. Hatıranın kendisi özel bir anlam ifade ederken, bu hatırayla tütün tabakasının daha da anlamlı olan anısı canlanarak bizleri o günlere, yani Rojhat ve Özgür yoldaşların ölümsüzleştiği unutulmaz ana götürdü… Bu durumda duyguların ifade edilmesinin başka bir olanağı olmadığı için yazmadan edemedik. Selamı yanıtsız bırakmak ise asla benimsenemez. Tütün tabakası bir selamdan da öteye derin anlamlarla yüklüdür… Sorunu kişisel sorun olarak değerlendirmek elbette yanlış olacaktır. Zira yaşanan anı kişisel değil, ölümsüzleşen yoldaşlara ait tüm yoldaşları ve devrimcileri ilgilendiren anıdır. En azından bizlerin anıyı bu değerde ele aldığımız kesindir. Yoldaşların bin bir duygu ve sıcaklığını taşıyan tütün tabakasının bizlere hatıra olarak ulaşması muazzam bir sevinç vesilesi olmakla birlikte, son derece anlamlı bir an ve iletişimdi. Yoldaşları aynı duygularla kucaklıyor, selamlıyoruz. Tütün tabakasının canlandırdığı büyük anı ya da hatıra edilen tütün tabakasının büyük anıyla bağıntısı nedir sorusuna gelirsek; Dediğimiz gibi spekülasyonlara konu olduğu için de kamuoyuna yansıyan MKP/HKO gerillalarının düşman tarafından kış barınağında kuşatılması olayı ve bu olayda iki yoldaşın şehit düşmesi gibi bir çarpışma yaşandı. 2005 Nisan 15-16 günleriydi… Bu zorlu kuşatmada ana birliği savunma görevi yapan Özgür ve Rojat yoldaşlar iki gün süren bu çatışmada bulundukları savunma mevzisinde şehit düştü. Kobra tipi olarak tabir edilen helikopterler, çatışmanın başlamasıyla birlikte savunmadaki iki yoldaşa yöneldi. Barınağın üstüne gelen düşmana ilk ateşi ederek çatışmayı başlatan Özgür ve Rojat yoldaşlar olmuştu. Düşman askeri vurulmuştu. Bu aşamada çatışma fiilen başladığı gibi, düşman için ilk hedef de bu yoldaşlar olmuştu. Çünkü bu yoldaşlar aşılmadan barınağa girmek veya barınak gücüyle çatışmaya girmek mümkün değildi. Düşman helikopterleri yerden koordine ederek yoldaşlara yönlendirirken, kendisi de yerden uzun menzilli ferdi silahlarla yoldaşlara yöneldi. İlk günün ortalarında Özgür yoldaş yara alıyor. Akşam saatlerinde telsiz bağlantısı kurduğumuzda telsize Rojat yoldaş yanıt vermişti… Özgürün gün içinde vurulduğunu, ağır yaralı olduğunu anlatıyordu. Bu irtibat süresi bitmeden Özgür yoldaşın şehit düştüğünü telsizden ifade etti Rojat yoldaş… Ortak noktaya çekilme şansımız yoktu. Zira barınak karşıdan top atışları da dahil ciddi bir kontrolle yüz yüzeydi. Çıkamıyorduk. Akşam denedik ve ateş başladı. Termal vb ile gözettikleri ve uygun silahlarla ateş ettikleri anlaşıldı. Çıkamayacağımız kesinleşti. Rojat’a gelemeyeceğimizi ifade ederek sağlam yere çekilmesini söyledik. Kendisini kurtarması yeterliydi artık. Çünkü bizlere savunma yapması bir şeyi veya sonucu değiştirmeyecekti… Rojat sağlam yere çekilmek için hareket ettiğinde düşmanın yoğun ateşi başladı… Ve Rojat artık telsiz çağrılarımıza yanıt vermedi… Günün ağarmasıyla düşman teslim al anonslarıyla faaliyete başladı. Gerçi o saate kadar uykumuzu almıştık. Çağrılara karşı verilen ateşle ikinci günün sabah erken saatte çatışma yeniden başladı. Fakat düşman kaya-

D

lıktan ‘iki teröristin’ kendilerine ateş ettiğini telsizden komutanlarına iletiyordu. Rojat’ın şehit düşmediğini anladık, sevindik. Ne yazık ki, saat 10 olduğunda düşman telsizleri ‘’iki paketin hazır olduğu’’nu anons etti. Artık Rojat da şehit düşmüştü… Çatışma öğleden sonraki saatlere kadar devam etti. Saat 15.00 sıraları düşman telsizden çekilmelerdensortilerden söz etmeye başladı. Ateş de kesilmişti. Barınağa giremediklerinden oyun yapıp bizi dışarı çıkarmak istiyorlar diye düşündük… Sonra helikopter sesleri de kesildi. Durumu anlamak için dışarıya çıkarak görüntü verdik. Fakat ateş eden olmadı. Düşman saklanabilirdi. Dikkatlice daha dışarı ve barınağın üstüne kadar çıktık. Düşman gerçekten de yoktu, çekilmişti… O an durumu anlayamadık, çekilmelerine anlam veremedik. Tartıştık fakat bir anlam veremedik… Tekrar geleceklerini öngörerek karda takti izler yapmaya başladık. Düşman geldiğinde hangi izden gittiğimizi, nereye, ne tarafa gittiğimizi anlamayacak, en azından yerimizi tespit etmek için zaman kaybedecekti. Zaman kazanmak da bizler için önemli bir avantajdı… İz yaparken yağmur başladı. Yağış sonra doluya ve daha sonra kara döndü. İşte o zaman düşmanın neden çekildiği anlaşılmış oldu. Zira iki günlük çatışma boyunca gece Munzurlarda helikopterle taşıdıkları odun ve benzin sayesinde ateş yakarak kalmıştı. Ama Munzurlarda kar yağışında kalmayı göze alamamışlardı… Daha önce doğanın hırçınlığının düşmanlığa vararak yoldaşlarımızı aramızdan almasına tanık olduğumuz olay bu kez lehimize işlemişti. Doğa düşmanın kuşatmayı terk edip geri çekilmesine ve birliğimizin imhadan kurtulmasına yol açmıştı… Yoldaşların mevzilendikleri yeri ve/veya vuruldukları yeri kontrol ettik. Rojat’ın akşam çekilme esnasında yara aldığı, geri çekildiği hattaki düştüğü ve kanının aktığı yerden belliydi. Özgür ateş ederken önündeki kayaya dökülen kanından ve oracıktaki izlerinden-eşyasından vurulduğu yeri belli etmişti bizlere. Not aradık, yoldaşlar dışarıdan düşmanı takip ederken gördüklerini aktarmış olabilirler diye… Düşman sıkı yoklamıştı yoldaşların koyunu ve iki metre karelik kar olmayan kaya kavuğunu… Derin bir hüzün ve üzüntüyle tek tek bakıyorduk yoldaşların yeleklerine… Rojat’ın cebinde tütün tabakası duruyordu. Tütünü, kağıtları içindeydi. Bir de… Evet işte şimdi hatıra olarak gerilladan gönderilen-gerillanın gönderdiği kendi tütün tabakası işte bu anıyı tazeledi… Rojat’ın Tütün Tabakasını açtık. Kağıtları dağılmasın diye tabakanın içine koyduğu mıknatısa mermi uçları yapışmıştı. Zehirli mermi de denilen esasta çift patlar olan kurşunların ucu tütün tabakasını delip içeri girmiş ama mıknatısa yapışıp kalarak diğer tarafa geçememişti. Ama bu merminin geçmemesi sonucu değiştirmemişti, değiştiremezdi de… Binlerce uçaksavar mermisi, yüzlerce roket helikopterden atılırken, binlerce mermi de yerden sıkılmıştı… Yoldaşın cebindeki tütün tabakasının içindeki mıknatısı bulacak kadar bonkör kullanmışlardı mermileri… Haince… Vurmuşlardı yoldaşları ve sonra ip takarak yeleklerine çekmişlerdi kardan aşağıya… Ve alıp götürmüşlerdi iki yoldaşımızı… Yağış sonrası düşman tekrar gelmişti. Ancak barınak boştu, geri kalan malzemeleri alarak gitmişti düşman… Çatışma bitmiş, birlik kurtulmuştu… Ama Özgür ve Rojat yoldaşlar yoktu. Kayaya ve kara dökülmüş kanları, tütünleri, tütün tabakaları ve yelekleri geride kalmış, barut kokusu sinmiş karların üstünde… Kayalar mermi izleriyle kararmış, duvarcının çekiciyle dövülür gibi izlenmişti düşmanın yoğun ateşiyle… Yoldaşların anısı önünde bir kez daha saygıyla eğilirken, tütün tabakasının anısı unutulamaz bizler için. Gönderilen hatıra da bizler için anlam yüklüdür. Rojat ve Özgür yoldaşların anısına götürecek kadar anlamlı ve değerli…


06

güncel yorum

16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

AKP’nin zehirli şekerine kanmayalım AKP iktidarının kültürel soykırımlarına karşı oldukça uyanık olunmalı ve çeşitli kampanyalar örgütleyerek bilinçlendirme faaliyetlerinde yoğunlaşılmalıdır Tekçi faşist Türk devletinin Alevilik yaklaşımındaki tasfiyeci saldırıları devam etmektedir. Özellikle Aleviler içerisinde parçalayıcı ve Sünni Türk İslam eksenine entegre politikaları Ali-siz Alevilik argümanı sürekli kullanılarak amaçlarına ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun son örneğini de Davutoğlu Hacıbektaş Veli Kültür Derneği’nin düzenlenen 4. Aşure Günü’nde ’’Ali olmadan Alevilik konuşuluyorsa önce Alevi kardeşlerimiz dur demelidir’’ diyerek yapmıştır. Hemen ekleyerek de ’’Dersim’in modern bir Kerbela’’ olduğunu vurgulamıştır. AKP iktidarı öncülüğündeki tekçi faşist Türk egemenlik sistemi tasfiyeci politikalarında o kadar uzlaşmıştır ki bunu her gelişen ve geçen süreçte görmek mümkündür. Yine bunun bir parçası olarak oldukça kısa bir süre önce B. Arınç ’’Çerkez Ethem bir hain değildir’’ diyerek kamuoyu algısı yaratmak istemektedir. Tekçi faşist Türk hakim sınıf klikleninin bu temeldeki argümanları önümüzdeki süreçlerde de artarak devam edecektir. Zira önümüzdeki yıl gerçekleşecek olan genel (parlamento) seçimleri öncesinde bu ve buna benzer argümanlar eşliğinde kitlelerden oy devşirmek için yoğun bir algı yönetimine başvuracaktır. Öylesine bir algı operasyonu gerçekleştirilmektedir ki yüzyıllardır bizzat kendi sömürücü ve zulümkar efendilerinin haksızlıkları, inkar ve imhaları, asimilasyon ve soykırımları sanki başkaları gerçekleştirmiş ve kendi soy ağaçlarıyla ilgisi olmayanlar tarafından uygulamalar-mış gibi yalan ve demagojilere başvurmaktadır. Bir yandan İstanbul’da yapılacak köprüye Yavuz Sultan Selim adını vereceksin diğer yandan ezilen Alevi inancına mensup kesimlere ’’kardeşim’’ diyeceksin. Bu şekilde de ezilen ve sömürülen kitleleri kandırmaya çalışacaksın. Anadolu ve Mezopotamya’nın mazlum halkları ve topluluklarının çoraklaştırılmış ve kıyımlardan geçirilmiş bellekleri bunun tam tersi olduğunu sayısız yaşanmış gerçek tecrübelerle kanıtlamaktadır. Dolayısıyla daha eskilere de gitmeden Selçuklulardan Osmanlılar ve oradan TC’ye ve bugünlere kadar uzanan tekçi Türk devleti ve egemenlik sistemlerinin baskı ve kırımları, ezilen ve sömürülen milyonların belleklerinde unutulmayacak derecede yer edinmiştir. Bu anlamda AKP iktidarı öncülüğündeki tekçi faşist Türk hakim sınıf ve kliklerinin ’’barış, çözüm, kardeşlik, açılım, et ve tırnak, edep, Kerbela, Hz Peygamberin ruhu, ehlibeyt, Hz Hasan- Hüseyin, 12 İmam, Hacı Bektaş, Hacı Bayram Veli, Mevlana, Seyyid Burhanettin Veli, Emir Sultan, Hoca Ahmet Yesevi vb vd’’ argümanlarıyla Türkiye- Kuzey Kürdistan’daki çeşitli milliyetlere mensup proletarya ve emekçi kitleler, tekçi faşizmin yeniden üretimi cenderesinde entegrasyona tabi tutularak tasfiye

edilmek istenmektedir. Yoksa gerçekten barış, kardeşlik, edep vb olgulardan zerre kadar nasiplenmeyen ve onda zerre kadar olmayan hükümetinden muhalefetine tekçi faşist Türk egemenlik sistemi ve hakim sınıf klikleridir. Kitlelerin duygularıyla oynayan, timsah gözyaşlarıyla halklara kendini kandırmaya çalışan, bir zamanlar muhalefet durumundayken bozacı konumunda olup da gerçekleştirilen tüm haksızlıkları kendi hakimiyet- iktidarının tesisi için bugün bozacı gibi kullanarak şahitliğine soyunan Türk egemenlik sistemidir. Asimilasyon politikalarının arka planı Şıracının şahidi hiç bozacı olur mu? AKP iktidarını bütün geçmişte yaşananlar hiç haklı ve ilerici kılar mı? Kesinlikle hayır. Nitekim Davutoğlu ’’Dersim, modern bir Kerbela’dır’’, Arınç ’’Çerkez Ethem bir hain değildir’’ derken yaklaşık yüz yıl öncesine atıfta bulunmaktadırlar. Ki o dönemde hakim sınıfın muhalif kliklerini de biçen Kemalizm ve CHP faşizmine karşı bir iktidar dalaşı babında bu argümanları kullanmaktadır. Oysa bilinir ki Dersim Katliamı‘ndan bugüne nice baskı, asimilasyon, inkar ve imha operasyonları ve kırımlar gerçekleştirilmiştir ve bu yönelim dozundan hiçbir şey kaybettirmeden bugün de devam ettirilmektedir. Dersim Katliamı‘ndan bu güne Alevi, Kürt vd ezilen ve sömürülen diğer ulus ve milliyetlere ve inançlara yönelik bugün de devam eden katliamlar, inkar ve tasfiye politikalarına AKP iktidarı hiçbir şey diyememektedir. Aksine tekçi faşizmine devam ettirmektedir. Bunun için Roboski Katliamı‘na karşı sağırları oynamaktadır. Bunun için Kobane’de yaşananlara karşı gericiliğine devam etmektedir. Bunun için Sünni Türk İslam eksenli tekçi faşist devlet karakteri- niteliğini sürdürmektedir. Ilımlı İslam eksenli argümanlarıyla bu tekçi faşizmini yeniden üretmekte de oldukça uzmanlaşmıştır. Karşı- devrimin psikolojik savaş yöntemleri algı yönetimleriyle güncellenerek sürmektedir. Aldatıcı ve oyalayıcı tasfiye politikaları karşısında ezilen ve sömürülenlerin son derece haklı ve meşru ilerici ve devrimci tarihinden öğrenerek ilerleyelim. Ezilen ve sömürülen halkların

sömürücü ve zulümkarlarla ’’barış içinde yaşayan kardeşlikler’’ yalanlarına kanılmamalıdır. Devletin en üst kademesinden en alt kurumları ve unsurlarına kadar ortaya konan yalan ve demagojiler eşliğindeki tasfiyeci politikalarına boyun eğilmemelidir. Davutoğlu gibi seviyesiz şahsiyetlerin “biz Hüseyni bir yoldayız, mazlum gördüğümüzde onu bağrımıza basmadan gözümüze uyku girmez. Bir öteleme varsa önce ben müdahale edeceğim, 21. Yüzyılın Hacıbektaş-ı Veli’ye çok ihtiyacı var. 13. yüzyıl, Müslüman- Hristiyan, Alevi Sünni ayrımı yapmadan herkesin ortak kültür içinde yaşadığı bir zamandır ’’ vb argümanlarıyla kitlelerin aldatılmasına samimi her tutarlı ve demokrat insan karşı çıkmalıdır. Yüzyılların tarihi tecrübeleri bize bütün bu aldatıcı argümanların tersini öğretmektedir. Yavuz Sultanların, Kuyucu Muratların, Hızır Paşaların Osmanlıdan TC’ye uzanan temsilcileri MHP’sinden BBP’sine, CHP’sinden AKP’sine kadar uzanarak bugünlere kadar gelerek “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek dil, tek devlet’’ temelindeki tüm tekçi faşist karakterleriyle güncelliklerini koruyarak hala onlardan ilham almakta ve üzerlerinde titremektedir. Bu anlamda Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti denilen tarihsel süreç, tam da Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halkları ve topluluklarının kıyımdan geçirilmesi ve çoraklaştırılmasıdır. Ve evet hala bu kıyımların bugün de devam ettirilmesidir. Bir kere vandalizm ve terörizm kavramlarını ve ithamlarını en son konuşacak kurum ve kişiler, tekçi faşist Türk devleti ve temsilcileridir. Çünkü eline silah alıp en aşağılık vandalizmi ve terörizmi uygulayan ve de kendisini başkalarına hükmetmeyi zorla dayatan, kardeşi kardeşe kırdıran, Türkiye- Kuzey Kürdistan’da Hizbullah ve akabinde Hüda-par ismiyle din adına katliamlar gerçekleştiren vahşi politikaların gerçek sahibi bizzat tekçi faşist Türk devleti ve onun ordusu- polisi ve tüm askeri ve siyasi temsilcileridir. Demek ki “anlı şanlı’’ atalarının tam bir izleyeni ve mirasçısı sevdasıyla onlara layık kurumlar ve unsurlar olarak insanlıktan çıkmış tüm vahşilikleriyle karşı-devrimci ku-

rulu düzenlerini devam ettirmektedir.

AKP’nin asimilasyon politikalarına karşı mücadele edilmelidir Bilinir ki bizim tarihimiz, ezilen ve sömürülenlerin ve onların içerisinden çıkan öncüler ve önderlerinin ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci mirasıdır. Böylesine onurlu ve değerli mirasa sahip çıkarken zulümkar sömürücülerin tarihi mirasını reddedip, mevcut sömürücü kurulu düzene karşı çıkalım ve mücadele edelim. Tekçiliğin yeniden üretimi kapsamında hayata geçirilen aldatıcı tasfiye politikalarına karşı uyanık olalım ve bu savrulmaya karşı mücadeleyi elden bırakmayalım. Asla unutulmamalı ki en büyük tehlike kültürel soykırımdır. En büyük ihanet, tekçi faşist devletine en aşağılık argümanlarla entegre olmak ve onun kuklası- uşağı haline gelmektir. Beyaz Türk, beyaz Kürt, beyaz Alevi, beyaz Ermeni, beyaz… unsurlar olmaktır. Beyazlaşarak en çirkin ve çirkef mahlukat olmak, insanlığın en güzel değerlerinden uzaklaşarak doğaya, emeğe ve insana yabancılaşarak bütün bunlara düşmanlaşmaktır. AKP iktidarının kültürüle soykırımlarına karşı oldukça uyanık olunmalı ve çeşitli kampanyalar örgütleyerek bilinçlendirme faaliyetlerinde yoğunlaşılmalıdır. Sünni Türk İslam eksenli tekçi faşist Türk devletinin Alevisi, Kürt‘ü, Ermenisi vd leri, tam da Anadolu ve Mezopotamya’nın ezilen ve sömürülen kadim toplumların, tarihsel ilerlemelerin ve emeğin gerçek kahramanları ve sahipleri olan değerlerle uzaktan yakından hiç de ilgisi olmayan içi boş ve köksüz bir nesil ve toplumdan öte hiçbir değer taşımayan en aşağılık ve niteliksiz nesneleşmiş bir araç veya metadan ibaret parçalar olacaktır. O halde kendi özgücü ve özgüvenleriyle uyumlu ezilen ve sömürülen dünyanın ilerici, demokrat, yurtsever, devrimci ve komünist mirasımız olan köklerimize ve tarihimize sıkı sıkıya sarılarak emperyalizme, komprador tekelci kapitalizme, faşizme ve her türlü gericiliğe karşı mücadele edelim, savaşalım ve kazanarak tarihimizin gerçek mecrasına akan nehirleri olarak yerlerimizi alalım.


16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

güncel yorum

07

Kemalizm asla aklanıp paklanamaz Uluslararası emperyalist sermayenin derinleşmesi ve merkezileşmesine uygun olarak Türk devleti, ekonomik alt yapısından bütün üst yapı kurumlarına kadar yeniden dizayn edilirken, devletin resmi ideolojisi olarak Kemalizm de bundan nasibini almadan olmazdı. Ve nitekim Erdoğan’ın 10 Kasım vesilesiyle yaptığı konuşmada ’’Yeni Atatürk’’ öğretisi konseptini açığa vurarak buna işaret etmiştir Hemen baştan belirtelim ki Kemalizm faşizmdir ve onun Türk devletinin resmi ideolojisi haline gelen tekçi faşist Kemalist öğretisi, neresinden tutulursa tutulsun ya da hangi yönden ele alınırsa alınsın, yolu tekçi faşizme çıkacaktır. Bu anlamıyla Kemalizm, tam da Jön- Türk ve İttihak Terakki’ nin bir devamcısı olarak Osmanlı’nın tüm ırkçı ve gerici tekçiliğini kendisine rehber edinmiştir. Nitekim Alman emperyalizmiyle içli dışlı girift ilişkilenmeler ve tam da uşak pozisyonları itibarıyla Enver ve Talat Paşaların Alman emperyalizminin uşakları olarak efendileriyle Afrika’daki katliamları nam salarken, aynı ideolojik politik dokudan beslenen ve bu tarihsel mirasa aynı şekilde külliyen sahip çıkan Hitler faşizmi de bizzat Atatürk’e ’’öğretmenim’’ diyerek yad etmesi de bundan ileri geliyordu.

Resmi ideoloji ve anlayışı:Faşizm Tıpkı kendisi gibi tam bir tekçi faşist olan Erdoğan Sünni Türk İslam eksenli tekçiliğin yeniden üretimi kapsamında faşist Kemal’in ’’23 Nisan 1920’deki ideal ve fikirleri, şahsiyeti, tam da bir Osmanlı zabiti olarak asil duruşu ve milli irade vurgusunun hep geri plana atıldığı, bu anlamda Kemal’in bütün yalınlığıyla öğrenilmesi ve öğretilmesi gerektiğini’’ vurgulamıştır. Burada öncelikle vurgulamak isteriz ki, ne yazık ki hala Kemalizm şakşakçılığı ve onun aldatıcı teorik pratik politikalarına tutkulu bir sevda özlemi içerisinde olan kesimler vardır. Vatansever solculuk olarak bilinen kesimlerin zaten bu yönlü durumunu bilmekteyiz. Fakat bunun yanında bugünlere kadar Kemalizm’in yıllarca faşizm olduğunu ileri sürüp de kanlı tarihe karşı devrimci savaşı salık verenlerin geriye doğru çark ederek 1920’ler sürecinde Amasya Genelgesi vb içeriklerle Kemal’e hayranlığını dile getirip ondan medet umanlar da çıkmaktadır. Ve hatta tekçi faşist Kemal’e büyük methiyeler dizerek kitlelerin bilincini karartmakta hiçbir sakınca görmeyen nice öndercikler vardır. Önemle hatırlatmak isteriz ki Kemalizm hayranlığı ve sempatisi, öylesine basit bir düşünce, çizgi ve yönelim değil tam aksine oldukça önemli ve ciddi bir kırılmadır. Ki Kemalizm hayranlığı ve sevdasının nelere mal olduğunu devrimci ve komünist hareketler iyi bilir. Bütün bunlara karşı ve burjuva medeniyetçi paradigmanın ve onun tek dil, tek tarih, tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek dü-

şünce imtiyazı ve tekeli eksenli tekçiliğine karşı herkesin gözleri önünde gıcır gıcır teorik ve pratik politik alandaki komünizmin güncelliğini ortaya koyarak kızıl bayrağı dalgalandıran Kaypakkaya gibi bir önder komünistin bugün hala karşı-devrimin stratejik bir tehlike olarak görülmesini de önemli bir ayraç olarak ifade etmeden geçemeyiz. Özellikle tekçi- faşist Kemalist hareketin muhalefeti ve aynı zamanda Türkiye- Kuzey Kürdistan’ın ilerici, aydın, demokrat ve devrimcilere karşı aldatıcı politikalarının bizzat bugünde AKP iktidarı özgülünde tam teşekküllü olarak Kürt Ulusal Hareketi‘ne yönelik sürdürüldüğünü hatırlatmak isteriz. Öyle ki Kürt ulusu başta olmak üzere ilerici, aydın ve demokratik muhalefete Lozan öncesi belirli vaatler vererek desteğini alması akabinde çok geçmeden tam bir kapsamlı kavuşturma ve seferberlikle faşizm estirerek bütün bunları nasıl da biçtiğine yaşanmış tarihsel süreçlerle sabittir. Onun için denilebilir ki Atatürk kendi döneminin verili koşullarında tam bir pragmatist ve aynı zamanda pozitivist olarak hareket etmiş ve kendi çıkarları için her yolu mübah gören bütün teorik pratik politikalarına yön vermiştir. Adeta yüzüne gülüp arkadan hançerleyen özelliğiyle bugünkü süreçteki AKP iktidarının ’’çözüm süreci’’diyerek aslında oyalama ve tasfiye süreci denilecek politikaları tahkim etmesi arasında önemli bir uyumluluk söz konusudur. Bu noktada özellikle Atatürk ’’her şeyi biz yaparız, biz her şey de oluruz’’ şeklinde özetlenebilecek bir politik süreç işletmiştir. Ki ’’bir komünist partisi olacaksa onu da biz kurarız’’ diyerek

sahte TKP’yi de kurmaktan kendini alıkoyamayacaktır. Aynı şekilde Ermeni soykırımı eşliğinde kültürel soykırıma devam ederek faşist Türk devletinin Kemal önderliğinde tekçi faşizmiyle kendi Ermenisini oluşturduğu gibi. Tıpkı bugünkü AKP iktidarının kendi beyaz Ermenisi babında danışmanlıklara getirdiği gibi. Tıpkı kendi Kürt‘ü ve Alevisini oluşturmaya çalıştığı gibi. Zira faşist Türk devletinin tekçiliğinde hiçbir sınır yoktur ve Türkiye- Kuzey Kürdistan’daki bütün toplumların, ezilen ve sömürülen kitlelerin tek millet, tek dil, tek devlet, tek bayrak, tek vatan ekseninde tekleştirilmesi gerekmektedir. Bunun için de her türlü yol denenmelidir. Yasal ve anayasal bütün düzenlemeler buna göre kurumsallaştırılmış ve işlevselleştirilmiş, tam bir kültürel soykırım operasyonu ve seferberlikle tekçi faşizm hayata geçirilmiştir. Bugün de AKP iktidarının ’’hepiniz Müslümansınız ve İslam bayrağının altında hepiniz eşit kullar ve İslam vatandaşısınız’’ söyleminin nedeni de buradan ileri gelmektedir. Özellikle Erdoğan ve tekçi faşist devletin bütün kurum temsilcilerinin ’’Yeni Türkiye’’ formülüyle sıkça milli birlik argümanı kullanmasını doğru anlamalıyız. İşte bu durum tam da tekçiliğin Türk İslam bayrağı altında yeniden üretimidir. Ve Kemalizm’in de yeniden Türk İslam bayrağı altında yeniden dizan edilmesi sürecine girilmiştir. Zira bu durum, aslında AKP ikitdarının yaklaşık 12 yıl öncesi süreçlerinde yani daha ilk yıllarında Türk hakim sınıf klikleri arasındaki iktidar dalaşı kapsamında özellikle CHP’yi yıpratmanın önemli bir aracı olarak TC tarihinin ilk süreçlerindeki tek parti uygulaması başta ol-

mak üzere, muhalefeti biçen politikalar ve tabii ki mağduriyet edebiyatı üzerinden iktidarını pekiştirmek için kullanılmıştır ve hala da bu yönelim sürmektedir. Bununla da sınırlı kalınmayarak Osmanlı dönemindeki ’’bazı eksiklikler’’ kategorisinde gördükleri Ermeni soykırımına yaklaşımda da timsah gözyaşları döküldüğünü söyleyebiliriz. Erdoğan ve Davutoğlu, Arınç ve avanesinin özellikle CHP’nin tek parti diktatörlüğü dönemi olmak üzere Dersim Katliamı ve Türkiye- Kuzey Kürdistan’da yaşayan topluluklara uygulanan politikaları eleştiri adı altında tam da CHP’yi yıpratmak ve geçmiş süreçlerdeki muhalefet klik olarak sürekli mağdur edildiği algısıyla kitlelerden oy devşirmek için bu yöneliminden vazgeçmemektedir. Yakın süreçte Arınç’ın ’’Çerkez Ethem bir hain değildir’’ açıklamasıyla Osmanlı’dan TC’ye ve bugünlere kadar uzanan ezen ve sömüren efendilerin tarihlerini de tekçilik temelinde yeniden dizayn etmekte olduğuna güçlü emareler boy vermektedir. İşte Erdoğan’ın ’’yeni Atatürk öğretisi’’ istemi ve yönelimi de bu durumu göstermektedir.

Osmanlı’dan bugüne Türk İslam sentezli olgu Doğrudur herkesin şahsi arzularına göre bir Atatürk olmamalıdır ancak ortada olan ve neresinden tutulursa tutulsun faşist Atatürk vardır. Çok sayıda Atatürk üreten de tek bir Atatürk üreten de bizzat Türk hakim sınıflar klikleridir. Asla ve asla ilerici, demokrat, halkçı ve devrimci bir Kemal ortada yoktur ve bunu da asla bulamazsınız. Atatürk, tam da tekçi- faşist bir diktatördür ve Türk devletinin resmi ideolojisi olan Kemalizm de aynı şekilde tekçi- faşist bir diktatörlüktür. Evet Atatürk de ve devletin resmi ideolojisi olarak Kemalizm de asla köksüz ve temelsiz değildir. Ve onun kökü de temeli de tekçi ve ötekileştirmede yatmaktadır. Onun kökü ve temeli önceki bütün zulüm ve sömürü düzen temsilcilerinde yatmaktadır. Ki en temel demokratik ve meşru haklar, bizzat Atatürk önderliğinde Kemalist hareket tarafından gasp edilmiş ve en vahşi politikalarla ezilen ve sömürülen kitleler bastırılmıştır. Dolayısıyla Kemalizm’in ’’aziz hatırası’’ denen gerçek tam da ezilen ve sömürülenlere zulümdür, sömürüdür, kandır, katliamdır, soykırımdır, inkardır ve imhadır, tekçiliğe davettir ve zorla tekleştirmedir. Bugün AKP iktidarı önderliğindeki Türk devletinin ’’Yeni Türkiye’’ argümanı ve konseptini, tekçi- faşist Atatürk ve Kemalist hareketin Türkiye’sinden özde ve içerikte farksızdır. Aksine bizzat onunla örtüşmektedir. Dün nasıl ki yıllarca CHP iktidarı gerçekleştirdiyse bugün de AKP iktidarı tekçi- faşist Kemalizm’in öğretisini özü ve içeriğiyle sürdürmektedir. Bu temelde ortada hiç de şaşılacak bir durum yoktur. Ortada olan ya da ayan beyan gerçekleştirilen gelişmeler, kendi özel mülkiyet çıkarları ve bencil dünyaları için zulüm ve sömürü düzenlerini daha fazla pekiştirme ve tahkim etme yolunda Atatürk’ü de yeniden balans ayarına tabi tutmaktır.


08 emek haber

16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

Kader Ortakaya katledildi

TÖP-G üyesi Kader Ortakaya Suruç sınırından Kobanê’ye geçmek isterken faşist T.C. askerlerince kafasından vurularak katledildi. T.C. Ortakaya’nın katliamını üstlenmezken Ortakaya, devrimci, demokratik ve yurtsever kurumların katılımıyla Urfa’da sonsuzluğa uğurlandı Faşist T.C. devleti kana doymuyor. IŞİD’e karşı direnen Kobanê’yle dayanışma eylemlerine günlerce azgınca saldıran T.C,sınırda bekleyenlere de zulüm uygulamaktan geri durmadı. Haftalardır sınırda nöbet tutan halka saldıran T.C, IŞİD militanları sınırda ve ülkemizde adeta cirit atarken Kobanê’ye destek vermek isteyenlere ise zulüm uyguluyor. Defalarca kez sınırda bekleyen halka gaz bombalarıyla saldıran T.C, bu defa sınırdan Kobanê’ye geçmek isteyen Kader Ortakaya isimli TÖP-G üyesini başından vurarak katletti. 6 Kasım’da Özgür Sanat Girişimi sanatçılarının Kobanê sınır hattında insan zinciri oluşturmak istediği sırada T.C askerleri kitleye, gerçek mermiler ve gaz bombalarıyla saldırdı. Bu sırada sınırın Kobanê tarafına geçmek isteyen TÖP-G üyesi Kader Ortakaya, başından vurularak hayatını kaybetti. Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu olan Ortakaya, Marmara Üniversitesi’nde Çalışma Ekonomisi Yüksek Lisans öğrencisiydi. Yaklaşık 25 gündür Maaser ve Miseynter Köylerinde sınır nöbeti tutan Ortakaya’nın Amed kadın akademisinde yer aldığı belirtiliyor. Gezi eylemlerine de katılan Ortakaya, hayatı kaybetmeden önceki gün Sterk TV’de Hayri Demir’in sunduğu programa katılmıştı. Direniş nöbetinin tutulduğu Miseynter Köyü’nde yapılan programda Ortakaya, şu ifadelerle direnişe vurgu yapmıştı:"Onlar nasıl bizim özgürlük tohumlarımızın yükseldiği yere saldırıyorlar-

sa artık bizler de aynı şekilde o özgürlük tohumlarının yükseldiği yeri kanımızın son damlasına kadar korumaya ve orada savaşmaya ve orayı özgürleştirene kadar mücadele etmeye devam edeceğiz."

Katliamcı T.C Kader’in katliamını inkâr ediyor Suruç Kaymakamı Abdullah Çiftçi Ortakaya’nın Kobanê içinde öldüğünü ve askerlerin ateş etmediğini öne sürdü. “Sınırda bekleyen gruptan askere taş atılmış. Asker bunun üzerine gaz bombası kullanarak müdahale etmiş. Asker kesinlikle silahlı müdahalede bulunmamış, kurşun atılmamıştır. Çok büyük olasılıkla kişi Kobani’nin içinde vurulmuş.” diyen Çiftçi’yi valilik de yalanlarıyla destekledi. Ortakaya’nın katledilmesiyle ilgili yalan açıklama yapan Valilik, askerlerin ateşli silah kullanmadığını ve Ortakaya’nın arkadaşlarıyla sınır ihlalinde bulunduğunu ve Kobanê’de çatışma ortamında hayatını kaybettiğini öne sürdü. Ölüm sebebinin ise şarapnel olduğunu iddia eden Valilik, “Ortakaya'nın muhtemel şarapnel parçası yaralanmasına bağlı yaygın kafatası ve kaide kırıklarıyla birlikte beyin harabiyeti ve kanaması sonucu hayatını kaybettiği, ateşli silah ürününe rastlanmadığı anlaşılmıştır” dedi.

Ortakaya’yı T.C askerleri katletti Görgü tanıkları Ortakaya’nın T.C askerleri tarafından katledildiğini doğrularken, devlet her zamanki gibi katliamı gizlemeye çalıştı. HDP Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan, Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız ile Van Milletvekili Aysel Tuğluk’un yanı sıra Ortakaya’nın arkadaşları da katliamı doğruluyor. Katliamın görgü tanıklarından HDP Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan şöyle konuştu: “Olay anında oradaydım ben, gözlerimle gördüm. Sınırı geçmeye çalışıyorlardı. Arkaları dönükken askerler gaz bombası ve gerçek mermilerle ateş açtı. Hiçbir uyarı yapılmadı. Kaldı ki Kobanê’ye gidiyorlardı. Askere yönelik hiçbir şey yapmadılar.”

Asker sınırı geçmelerini hazmedemeyerek katletti Öte yandan Ortakaya’yla birlikte Kobanê direnişine katılmak için 44 kişinin Tîl Şeîr bölgesinden Kobanê'ye sınırı geçmeye çalıştığı ve Ortakaya’nın bu grup içerisindeki tek kadın olduğu ortaya çıktı. Askerlerin bu grubun üzerine ateş açması sonucu Ortakaya hayatını kaybederken, iki arkadaşı da ayağından yaralandı. Katliama tanık olan arkadaşları Ortakaya’nın uzman çavuş tarafından hedef gözetilerek katledildiğini açıkladı. Ortakaya’yla birlikte sınırı geçen Azad Aslan, Valiliğin açıklamalarını yalanlayarak yaşadıklarını şöyle anlattı: "Bizim telleri geçmemizi askerler hazmedemedi, 44 arkadaş beraber geçtik. Kader'in nefes darlığı olduğu için biz yakınında duruyorduk. Kader'in çantasını ben taşıyordum. Biz teli geçtikten sonra asker, Kobra tipi zırhlı araçtan inmeye çalıştı. Biz diğer arkadaşlarımızın geçmesi için bekledik. Bizim 44 kişilik grubun içinde kadın olarak sadece Kader vardı. Onlar da bunu görünce direk nişan alarak kadın arkadaşımızı başından vurdu. Biz buradan Urfa Valisi ve otopsiyi yapanlara soruyoruz; Şarapnel parçası ise bellidir. Sadece bir yere saplanmaz, bir yeri parçalamaz. Vücudunun en azından 6-7 yerine değer. İsabet ettiği yer sadece kafasıdır. Nasıl olur da kafasına denk gelir de vücudunun başka yerine denk gelmez. (...) Aracın içinden kadın arkadaşa nişan alarak ateş etti. Biz arkadaşın vurulduğunu görür görmez onun yanına geldik. Biz onu aldığımızda kafasının yarısı gitmişti. Orada yaşamını yitirdiğini fark ettik. Oradan apar topar hastaneye yetiştirdik. Ne yazık ki, tüm çabalara karşın arkadaş kurtarılamadı. Çünkü başından mermi almıştı. Bu açık ve nettir, kesinlikle kimsenin de inkâr etmesini istemiyoruz. Açık olarak panzerin içerisinden silahını doğrultarak, arkadaşı kafasından vurduklarını hepimiz gördük. Biz buna şahidiz. Mahkeme olsun, ne olursa olsun, biz her türlü şahitliğe hazırız". Bir diğer arkadaşı İrfan

Bakır ise Ortakaya’nın sosyalist olduğunu, Kobanê’deki direnişe katılmak ve IŞİD’e ve faşizme karşı mücadele etmek için gittiğini ve “Öleceksem insanlık için ölmeliyim” dediğini kaydetti.

Ortakaya toprağa verildi Ortakaya’nın cenazesi Urfa'daki otopsi işlemlerinin ardından Bağcılar'daki evine götürüldü. Bağcılar'da bulunan evinden Yed'i Beyza Zeliha Hatun Camii'ne götürülen Ortakaya'nın cenazesi, ailesi ve arkadaşlarının omuzlarında cami avlusuna çıkarıldı. Bu sırada Ortakaya'nın annesi, arkadaşlarının elinde taşıdığı fotoğrafları alıp göğsüne bastırarak ağıtlar yaktı. Törene HDP, DHF, Partizan, SDP, ESP ve Kaldıraç’ın da olduğu çok sayıda devrimci demokratik kurum ve siyasi parti katıldı. Sınırda Ortakaya'nın vuruluş anına tanıklık eden Özgür Sanat Girişimi üyesi sanatçıların yanı sıra yüzlerce kişi de cami önünde toplandı. Camiden alınan cenaze omuzlarda taşınarak cenaze aracına konuldu. Ortakaya’nın cenazesi konvoylar eşliğinde Habipler Yayla Mezarlığı’na götürülerek “Kader Ortakaya ölümsüzdür” , “Şehit namirin” , “Kobanê’de savaşan kadınlara bin selam” sloganlarıyla sonsuzluğa uğurlandı. Ortakaya’nın defnedilmesinin ardından 1 dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Ortakaya’yla omuz omuza mücadele veren yoldaşları, Ortakaya’ya verilecek en büyük sözün mücadelesini devam ettirmek olduğunu ifade etti. TÖP-G Temsilcisi Oğuzhan Kayserilioğlu yaptığı konuşmada, Ortakaya’nın işçi sınıfı ve Kürt ulusuyla dayanışmayı yükseltmek için Kobanê’ye gittiğini ifade ederek şunları söyledi: “Kobanê'de oluşan değişim gücü, onu kütüphanelerden çekti aldı. Kalbi her zaman Kürtlerle çarptı. İsyan dinamiklerini gördü. Kobanê'de oluşan fırtınanın içine kendini attı. Kader tüm kadın yoldaşların içinde yaşayacak. O eylemiyle neyin doğru olduğunu gösterdi. O'na söz veriyoruz aldığı tavra saygı duyuyoruz, ona layık olacağız.”


kadın haber 09

16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

Bir kadın kaç değişik şekilde öldürülebilir? Katledilen kadınların çığlığı kulaklarımızı sağır etmeliydi ama hala çok cılız bir ses var kulaklarımızda! Bu ses daha da gürleşmeli! Bu çığlık erkek egemen devletin yüzünü parçalamalı

Bu bir tavsiye yazısı değil sayın okuyucularımız. Hele eli binlerce çocuğun binlerce kadının kanına bulaşmış ’okurlar’ hiç sevinmeyin. Veyahut yargı mensupları hele siz, hiç! Öfkeliyiz, yaşam hakkımız bu denli aymazca yok sayıldığı için dağ gibi büyümekte kinimiz. Ama suçluyuz! Evet, suçluyuz! Elimizi birleştirmediğimiz için! Katledilen kadınların çığlığı kulaklarımızı sağır etmeliydi ama hala çok cılız bir ses var kulaklarımızda! Bu ses daha da gürleşmeli! Bu çığlık erkek egemen devletin yüzünü parçalamalı. Suçluyuz! Farkında mısınız? Neredeyse bizler için de kadın katliamlarının haber değeri olmayacak! Eksik mi söyledik, yoksa fazla mı? Her kadın katliamı haberinde katledilen kadınlara dair tek söz göremeyiz… Ya kocanın öfkeli olduğunu sokarlar gözümüze veyahut burjuva medya tarafından ‘taçlandırılarak’ devletin eli kanlı polisinin ‘cinayeti’ nasıl ‘çalışarak’ çözdüğünü okuruz. Geçmiş haberleri taradığımızda Konya Polisi kocaman puntolarla manşetlerde karşımıza çıkıyor. Kadın mı öldü? Hayır! Açlık mı? Yoksul-

luk mu? Hak gaspları mı? Hayır… Bir kadın, Fatma Yazan; üzerine mazot dökülerek yakıldıktan sonra evet iyi okuyalım yakıldıktan sonra belki de diri diri toprağa gömülüyor… Ne okumak için ne de yazmak için sabrımız kalmıyor! Belki de diri diri diyoruz çünkü Fatma Yazan’a dair hiçbir şey öğrenemiyoruz. Bildiğimiz, bugün olduğu gibi dün de polisin kapkara siciline bir madalya daha takıldığı… Fatma Yazan’ın hikayesi işçiemekçilerin hikayesinden ne bağımsız ne de farklı. Katledilişi de böyle… Haber değerini unutanlar için kara puntolarla yazıyoruz… Fatma Yazan kadın olduğu için öldürüldükten sonra dahi suçlu bulundu ama “olayın faili meçhul kalmaması” için ‘didinen’ polis cesede makyaj yaparak kimliğini ortaya çıkardı… Evet, işte haber değeri… Faili meçhul mü peki? Faili bellidir fabrikalarda, faili bellidir sokakta, okulda… Faili bellidir Kürdistan’da… Son çıkan Kadın İstihdam Paketi’yle kadınları katleden neredeyse ‘ceza’ indirimi alabilecek! Geçtiğimiz hafta Kayseri’de yaşayan Firdevs Vanlı boşanmak istediği Fatih Vanlı tarafından katledildi. Nöbetçi mahkemeye getirilişi sırasında ise gazetecilere,"Öldürme hakkımı kullandım. Böyle bir hakkı yeni öğrendim" karşılığını verdi. Erkek egemen devlet tarafından kadına yönelik şiddetin, kadın katliamlarının ve LGBTİ bireylere yönelik şiddetin bir hak olarak güvence altına alındığı ve toplumun bir bütün ola-

rak kadınların katili olmasının her türlü koşullarının yaratıldığı bu düzende, kadının yaşam hakkının yok sayılması, yukarıda değindiğimiz gibi yasalarca da teminat altına alınmaya çalışıyor. Kadınlar güzel koktuğu için öldürülebiliyor! Tayt giydiği için öldürülebiliyor! ‘Erkek’ birini reddettiği için öldürülebiliyor! Dışarıya çıktığı için öldürülebiliyor! Tecavüz edildiği için öldürülebiliyor! Tecavüz edilmediği için öldürülebiliyor! ‘Adalet’e güveniyorsa, aileye sığınabileceğine güveniyorsa da öldürülüyor! Sıraladığımız vakit daha akıl almaz bir tabloyla karşılaşıyoruz değil mi?

Bu devlet her şeyden tahrik oluyor! Bir insanın yaşamını ve yaşam hakkını gasp etmek burjuvazinin sınıf karakteridir. Ne bu katliamlar yeni ne de kadına yönelik şiddet. Demokratik haklarımız için mücadele etmek egemenlerce bir tahrik unsuru… Haklarımıza sahip çıkmak tahrik unsuru… Yalnız insana değil güzel olan her şeye düşman olan devletin ‘namusu’ emekçilere, kadınlara ve gençlere her geçen gün daha da yoğunlaşarak saldırırken, yeni katliamların da zemini hazırlanıyor. Havadaki kan kokusunu içimize çekiyoruz. Havadaki kan kokusunu bu düzeni yerle bir etmedikçe ciğerlerimize dolduracağız. Sanmasınlar görünmezdir bu kanlar… İnsanlık tarihi boyunca yalınayak, kanlar içinde direndik ve direnmeye devam ediyoruz…

25 Kasım’da alanlara!

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü kapsamında Demokratik Kadın Hareketi olarak tüm emekçi halkımıza şu çağrıyı yapıyoruz: “DKH (Demokratik Kadın Hareketi) olarak dünyanın her yerinde direnen kadınları selamlıyor ve bu direniş bilinciyle 25 Kasım çalışmalarında, şiddetin her türlüsüne maruz bırakılan, yaşam hakkı tanınmayan, emperyalist savaş politikalarıyla köle pazarlarında satılan, tecavüze uğrayan, katledilen Êzidi, Şengalli, Rojavalı, Kobanêli ve bütün Ortadoğulu kadınların yaşadığı vahşeti ve bu vahşete karşı mücadele eden kadınların çetin direnişlerini sahipleniyor ve mücadele çağrısı yapıyoruz! Bulunduğumuz her alanda, atölyede, sokakta ve okulda kadınların insanca yaşam hakkı için örgütlenme çağrısıyla, direnen kadınların bilincini kuşanarak; Deniz Fırat, Arin Mirxan, Reyhaneh Jabbari, Kader Ortakaya ve sınıf mücadelesinde yitirdiğimiz bütün kadınların şahsında 25 Kasım’ı Suruç’ta karşılayacağız. Ve bulunduğumuz her yerde alanlarda olacağız!” Biliyoruz ki biz görmedikçe, biz aydınlık olmadıkça daha nice insanın yaşam hakkı yok sayılacak! Bu soruyla yazımıza son vermek değil, aydınlık bir bilince ışık olmak istiyoruz… Bu yazının sonunu hep birlikte haksızlığa karşı mücadele ederek yazmaktan başka ise hiçbir çıkar yolumuz yok.


10

kadın röportaj

16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

Kadınlar 25 Kasım’ı anlattı

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü vesilesiyle çeşitli mesleklerden kadınlarla Demokratik Kadın Hareketi Mersin örgütlülüğü olarak röportajlar gerçekleştirdik Kadınların kendi emeğine yabancılaştırılmasına, esnek ve güvencesiz çalıştırılmasına, yedek iş gücü olarak tanımlanmasına, kadın katliamlarına ve günümüzde esasta Ortadoğu genelde ise bütün ezilen kadınlar şahsında alanlara çıkacağını ilan eden Demokratik Kadın Hareketi, 25 Kasım öncesi çalışmalarını yoğunlaştırdı. 25 Kasım’ı Suruç’ta karşılayacağını duyuran DKH, İstanbul’da da 30 Kasım Pazar günü ‘Kadınsın, direnensin, ses ver!” şiarıyla ‘kadın ve savaş’ başlığını taşıyan panel düzenleyecek. Bu çalışmalar kapsamında DKH Mersin örgütlülüğü de 25 Kasım vesilesiyle işçi, emekçi ve toplumun ezilen tabakasından olan kadınlarla röportaj gerçekleştirdi. DKH: Kendinizi biraz tanıtır mısınız? Yıldız Özdemir: 30 yaşındayım, 13 yaşımdan beri çalışıyorum. 7.30 ile 17.00 arası ‘halde’ çalışıyorum, sigortasız çalışıyorum. Halde paketleme bölümünde çalışıyorum, bunun dışında mutfak ve diğer işçilere arada yardım etme şeklinde de çalışıyorum. Nazlıcan: 29 yaşındayım Hakkari (Colemerg)’liyim. Üniversite mezunuyum. Özel bir şirkette muhasebeci olarak çalışıyorum. Saat 08.00-17.00 arasında sigortalı olarak çalışıyorum. Sultan Alkan: 36 yaşındayım, ev kadınıyım. 1 çocuğum var, 12 yıldır evliyim. Evlili-

ğimin ilk yıllarında özellikle tekstil alanında farklı işlerde çalıştım. Çocuğum doğduktan sonra ise onun bakımıyla uğraşabilmek için mecburen işten çıktım ve dışarıda çalışmıyorum. Demet Yıldız: 25 yaşındayım, üniversiteden yeni mezun oldum, Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS)’na hazırlanıyorum. Bu aralar herhangi bir işte çalışmıyorum sadece sınava hazırlanıyorum. Gökben Çelik: 33 yaşındayım, bir devlet okulunda öğretmenlik yapıyorum.

DKH: 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü sizin için neyi ifade ediyor? Yıldız Özdemir: Benim için 25 Kasım kadınların direnişidir, başkaldırmasıdır. Nazlıcan: Benim için çok şey ifade ediyor. Benim için ilk başta ‘direnişi’ ifade ediyor. Tabi kafamda,25 Kasım bizim bildiğimiz gibi sadece bir günü mü ifade ediyor, 25 Kasım deyince bütün kadınların zihninde bugünün önemi beliriyor mu, yoksa bütün kurumların tarihsel olarak kutladığı bir günden mi ibaret? Soruları var. Çünkü biz bu durumu şu an öyle görüyoruz. Tabii ki bu eleştirilerimin yanında bu tarihin bendeki önemi büyük, aklıma Zilanlar, Bernalar, Arin Mirkanlar, Delilalar geliyor. Bizler direnişi onlardan öğrendik ve var olmak mücadelesi veriyoruz. Sultan Alkan: 25 Kasım bana her şeyden önce ‘umudu’ ifade ediyor. Güzel şeyler için mücadele eden, direnen birileri var, insan bunu görünce umutlu oluyor tabii ki. Demet Yıldız: 25 Kasım deyince öteden beri dillendirilen kadına yönelik şiddetin günümüzde de artarak devam ettiğini, yasal düzenlemeler boyutunda sözde ‘alınan önlemlerin’ yetersiz olduğunu düşünüyorum. Kadına yönelik her türlü

şiddetin, kadınların direnişiyle son bulacağını düşünüyorum. Gökben Çelik: 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü; Kadınların her yerde yani; kamusal veya özel yaşamlarında sürekli olarak maruz kaldığı psikolojik, fiziksel ve cinsel tacize uğramaları ve bunun da sırf cinsiyet farklılığından kaynaklandığını bana hatırlatan fakat bunların her zaman karşısında olduğumu fısıldayan bir gündür.

DKH: Bulunduğunuz alanda ‘kadın kimliğinizden dolayı’ yaşadığınız sorunlar nelerdir? Yıldız Özdemir: En çok işe gidip gelirken erkeklerin laf atmasıdır. İşyerinde tek bir alanda çalışmıyorum. Genelde paketleme bölümündeyim ama bunun dışında mutfak ve diğer işlere yardım da ediyorum. Çoğu zaman gelen müşteriler kolay gelsin dahi demeden önce ‘nerelisin’ sorusunu soruyor ve bu benim çok zoruma gidiyor. İşyerinde ağır işler genelde erkek işçilere veriliyor ve aramızda ücret farkı var. Daha öncesinde ücretlerimizi arttırmadıkları için 2 günlük boykot yapmıştık. Tabi patronlar bazı işçi arkadaşlarımızı çağırarak işten atılacakları yönünde tehdit ettiklerinden; bazı arkadaşlarımız boykota destek vermedi. Yine de boykota yoğun bir katılım vardı ve kazanımla sonuçlandı. Nazlıcan: Kadın olduğumuz için en küçük sorunda ‘sen kadınsın ne anlarsın, neyi bilirsin ki’ vb. cümlelerle çok karşılaşıyoruz. Mesela işe erken gittiğim için özellikle sözlü tacizlere maruz kalıyorum. Çalıştığım alan sanayi bölgesi olduğu için tacize maruz kalmamıza kadın olmamız yetiyor. Tepki verdiğimiz zaman ise yine kadın olduğumuz için yine aynı şekilde şiddete maruz kalıyoruz. Bu sorun evde de aynı şekilde devam ediyor. Sırf çalıştığımız için,

kimi zaman söz sahibi olabiliyoruz fakat özünde para kazandığımız için söz sahibi oluyoruz, kadın kimliğimizi tanıdıkları için değil yani. Sultan Alkan: Kendi ailemi düşündüğümde ve evlendikten sonraki yaşamıma da baktığımda biz evin içerisinde hep ikinci plandaydık. Evdeki erkekler istediği gibi yaşarken kimseye verecekleri bir hesapları yoktu; ama biz hiç istediğimiz gibi yaşayamadık, bir gün gezmeye çıkmak istesek dahi hep birilerinden izin almak zorundaydık ve hep birilerine hesap vermek zorunda kaldık. Ben evlenmeden önce köyde yaşıyordum, orada tarla işlerine evdeki erkeklerle beraber giderdik, eve döndüğümüzde ise onlar dinlenirken, biz hep ev içerisinde onlara hizmet etmek zorunda kalıyorduk-kalıyoruz. Ben evin büyüğüyüm ama erkek kardeşlerimden büyük olmam bir şeyi değiştirmiyor çünkü hizmet görevi bu dünyada hep kadına yüklenmiştir. Demet Yıldız: Kadına genelde hep birilerinin ‘namusu’ gözüyle bakılıyor. Mesela erkeğin yaptığı hata çok dillendirilmeyip çok rahat örtbas edilirken, kadının yaptığı benzer bir hata çok daha baskın şekilde dillendirilebiliyor. Özellikle üniversite ortamında, dışarıda gezerken vb. sözlü tacizlere çok maruz kalıyoruz. Bulunduğumuz ortamlarda kadına hep bir ‘cinsel obje’ gözüyle bakılıyor. Özellikle üniversitedeyken ev kiralamada çok sorun yaşıyorduk. Sırf kadın olduğumuz için kolay kolay ev vermiyorlardı. Kaldığımız evlerde eve erkek arkadaşlarımızın gelip gitmesi çevrede çoğu zaman farklı tabirlerle damgalanmamız için yeterliydi. Dediğim gibi bizlere hep birilerinin namusu gözüyle bakılıyor. Evde babamız, erkek kardeşimiz ve dışarıda sevgilimizin namusu oluyoruz. Bu ülkede


16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

kız öğrenci olup kiracı olduğumuzda da bütün mahalleli namus bekçimiz olabiliyor. Gökben Çelik: Bulunduğum alan yani çalışma yaşamım bir kamusal alandır. Yani okuldur. Okul kurumunda sorunuzu hem kendim bir kadın olarak hem de kız öğrencilerimi göz önünde bulundurarak cevaplayacağım. Bir kadın öğretmen olarak öncelikle getirilen yasal düzenlemelerin kadın öğretmenleri yeterince korumadığını düşünüyorum yani her an fiziksel ve psikolojik anlamda tacizlere açık konumda olduğumuzu düşünüyorum. Örneğin idarenin MOBBİNG uygulamalarıyla karşı karşıya gelme riskiniz oldukça fazla oluyor, bunu erkek öğretmenlerden daha çok yaşadığımızı söyleyebilirim. Kız öğrencilere gelince şöyle bir şey çıkıyor ortaya; ailelerin erkek çocuklarını aşırı gereksiz bir özgüven, yani şişirilmiş bir egoyla büyütmesi, bunun tam aksini de kız çocuklarına uygulaması yani sırf cinsiyetinden dolayı bir bastırılmışlık duygusu aşılaması, ders esnasında karşılaştığım en büyük sorun olarak karşıma çıkmaktadır. Şöyle ki en çok konuşan ki gereksiz konuşan, dersin akışını dağıtan ve bilmediği halde saçma sapan cevaplar erkek çocuklardan gelirken, kız çocukları bildiği halde gerekli bir özgüven aşılanmadığı için cevap vermeyen, konuşmayan ve kendini ifade edemeyen bir öğrenci profili karşıma çıkıyor. Ayrıca bahçede oyun oynarken erkek çocukların vurmalı kırmalı oyunları tercih etmesi de dikkatimden kaçmıyor.

kadın haber 11 Kadınsın direnensin ses ver!

DKH: ‘Şiddet’ deyince ne anlıyorsunuz, aklınıza neler geliyor?

Demokratik Kadın Hareketi (DKH), 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ne dair yazılı bir açıklama yaparak kadınları örgütlü mücadeleye çağırdı

Yıldız Özdemir: Açıkçası şiddetten birçok şey anlıyorum. Aklıma özellikle kadının horlanması, dışlanması ve aşağılanması geliyor. Tabi iş yerinde belki de az sayıda kadın elemanla çalıştığımız için şiddet durumlarıyla pek karşılaşmıyoruz. Nazlıcan: Sadece fiziksel değil özellikle şu dönemde duygusal şiddetle karşı karşıya kalıyoruz. Son iki-üç yıldır kadın tecavüzleri ve ölümleri fazlasıyla oluyor. Bunları hepimiz her gün haberlerde görüyoruz. Doğuda da batıda da kadın kadındır ve bu ölümler sözde ‘namus temizleme’ adı altında yapılıyor. Kadın her yerde kadındır, coğrafyası yoktur. Egeli, Doğulu ya da Karadenizli olması hiç fark etmiyor her yerde kadın benzer şiddetlere maruz kalıyor. Son olarak kadın sorunu sadece Kürdistan’da değil Türkiye’nin her yerinde açık bir biçimde göz önünde duruyor. Rojava’daki kadınların cesaretini kuşanarak kadın mücadelesini yaratan tüm direnen kadınları selamlıyor ve kadına yönelik her türlü şiddete hayır diyoruz. Sultan Alkan: Şiddet deyince aklıma ilk olarak şiddeti uygulayanın aciz olduğu geliyor. Bu insanların kendine güvenleri yoktur ve sohbet etmeyi dahi bilmeyen aciz insanlardır. Bir de psikolojik şiddet aklıma geliyor. Bize genelde yapamazsın, edemezsin ve sen karışamazsın diyorlar, bizi hor görüyorlar. Ben ev içerisinde karşılaşmadım ama karşılaşan çok kadının olduğunu biliyorum bu yüzden aklıma sık sık da fiziksel şiddet geliyor. Demet Yıldız: Aklıma ilk olarak psikolojik ve fiziksel şiddet geliyor. Özellikle kadınlara karşı küçümseyici ve rencide edici sözler çok kullanılıyor. Bunun dışında kadına yönelik var olan ve artarak devam eden tecavüz, cinayet ve darp olayları geliyor. Gökben Çelik: Şiddet deyince aklıma birçok şey geliyor. Ama öncelikle karşısında durmam gereken, çözüm yolları bulmam, hem kadınlar adına hem de öğrencilerim adına yapmam gereken şeyler geliyor. Tüm yaşanan tacizlere (fiziksel, psikolojik, cinsel) ve bu ortamı yaratan erk zihniyetine karşı koyuş, derin kavrayış, nedenleri araştırarak sorgulayıp aydınlatma gereksinimi içime doğuyor.

Demokratik Kadın Hareketi (DKH) 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ne dair yazılı bir açıklama yaptı. Yapılan açıklamada kadına yönelik taciz, şiddet, cinsel şiddet ve kadın katliamlarını meşrulaştıran emperyalist düzen teşhir edilerek kadınların insanca yaşam için örgütlenmesi gerektiği vurgulandı. DKH açıklamasında şu ifadeler yer aldı: “Kadına yönelik şiddet ve cinsel şiddeti, tacizi ve kadın katliamlarını meşrulaştıran emperyalist düzenin yasalarıyla her yıl yüzlerce kadının katli gerçekleştiriliyor. Kadın katillerinin ‘öldürme hakları’ yasalarla da teminat altına alınıyor. 6 Kasım’da Kayseri’de Firdevs Vanlı boşanmak istediği Fatih Vanlı tarafından ‘öldürme hakkımı kullandım’ denilerek katledildi. 25 Ekim’de, İran’da, Reyhaneh Jabbari, kendisine tecavüz etmeye çalışan Sarbandi’yi öldürdüğü için idam edildi. Katliam geleneğine dayanan erkek egemen sistem, aynı zamanda kadının yaşam alanını da her geçen gün sınırlandırırken; kadınları esnek, güvencesiz, düşük ücretli işlere sevk edip cinsiyetçi iş bölümünü pekiştiren düzen, Isparta’da 18 tarım işçisi kadının katline yol açmıştır. LGBTİ bireylerine yönelik nefret cinayetleri ve cinsiyetçi ayrımcılık, polis-devlet politikasının bir parçası olarak bugün en canlı haliyle

karşımızda duruyor. Bizler biliyoruz ki; erkek egemen devletin yasalarında kadına yönelik şiddetin, kadın katliamlarının ve LGBTİ bireylere yönelik şiddetin bir hak olarak güvence altına alındığı ve toplumun bir bütün olarak kadın katili olmasının her türlü koşullarının yaratıldığı bu düzende kadınlara müjde olarak sunulan, ‘Kadın İstihdam Paketi’yle kadın katliamları yasalarca da meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Emperyalistler tarafından kirli savaş politikalarının yürütüldüğü Kürdistan’da, özelde Şengal’de, Kobane’de ve Rojava’da yüzlerce kadın savaş ganimeti olarak kaçırılıp köle pazarlarında satılmıştır. Emperyalizm destekli IŞİD çetelerine karşı Kobanê, Rojava ve Şengal’de her cephede kendi geleceğini mücadeleyle ören ve büyüten kadınların tarihi direnişine tanıklık ediyoruz! Demokratik Kadın Hareketi olarak dünyanın her yerinde direnen kadınları selamlıyor ve bu direniş bilinciyle 25 Kasım çalışmalarında, şiddetin her türlüsüne maruz bırakılan, yaşam hakkı tanınmayan, emperyalist savaş politikalarıyla köle pazarlarında satılan, tecavüze uğrayan, katledilen Êzidi, Şengalli, Rojavalı, Kobanêli ve bütün Ortadoğulu kadınların yaşadığı vahşeti ve bu vahşete karşı mücadele eden kadınların çetin direnişlerini sahipleniyor ve mücadele çağrısı yapıyoruz! Bulunduğumuz her alanda, atölyede, sokakta ve okulda kadınların insanca yaşam hakkı için örgütlenme çağrısıyla, direnen kadınların bilincini kuşanarak; Deniz Fırat, Arin Mirxan, Reyhaneh Jabbari, Kader Ortakaya ve sınıf mücadelesinde yitirdiğimiz bütün kadınların şahsında 25 Kasım’ı Suruç’ta karşılayacağız. Ve bulunduğumuz her yerde alanlarda olacağız!”


18

güncel haber

16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

Kuzey Kürdistan’ın Kürt ulusal meselesi an itibarıyla sadece Türkiye- Kuzey Kürdistan ya da Ortadoğu coğrafyası için değil dünya siyaseti açısından da oldukça önemli bir yer teşkil etmektedir. Özellikle Kobané kuşatması ve bu gerici- faşist tasfiyeci kuşatma karşısında geliştirilen direniş bütün dünyanın ilgisini bu bölgeye ve doğallığında Kürt ulusal sorununa kaydırmış durumdadır Denebilir ki Kürt ulusal sorunu, tarihinin en önemli kavşaklarından birindedir. Tarihinde hiç olmadığı kadar bizzat kendi aktörleri öncülüğünde siyaset gündeminin ilk sıralarında, önemli bir başlık haline gelmiştir. Kürdistan ve Kürt gerçekliği dört parçada (TürkiyeIrak- İran- Suriye) farklı statü ve gelişim süreçleri içerisinde olsa da her bir parçada meydana gelen gelişme diğer üç parçayı da doğrudan etkilemektedir. Bugün Batı Kürdistan’da meydana gelen gelişmeler sadece diğer üç parçada değil, Ortadoğu ve dünya arenasında da büyük etki ve tepkimelere yol açmaktadır. Yaşanan bu ulusal kalkışmada siyasal yönelimler, aktörler, ayrışım ve birlik kıstasları, örgütlenme sorunları vs birçok başlık ayrı ayrı ele alınıp irdelenmek durumundadır. Ortadoğu bölgesinde faaliyet gösteren hiçbir komünist- devrimci güç, bu tablo karşısında nötr bir pozisyonda olamaz. Oldukça kaotik (misal Kobanê’de devam eden direnişe şartsız destek verenlerin, aynı zamanda direnişe önderlik eden aktörlerin emperyalist güçlerle var olan uzlaşma- ittifak durumlarıyla tam ikilem içerisindedir) ve zorlu bir olgu karşısında ideolojik- siyasi- örgütsel ilişkilenme ve arayışlarda her bir başlık kendi iç bağlantıları içerisinde ayrı bir konu şeklinde ele alınabilir. Biz bu yazımızda Kuzey Kürdistan siyasetinde oldukça önemli bir yerde duran Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan) ve kurduğu hareketin genel niteliğine dair kısa bazı vurgular yapacağız. Bu hareketi incelemeden önce dönemin genel durumuna kısaca bakmakta fayda var.

Kürdistan’ın kara yazgısı Kürt ulusal sorununa dair kapsamlı araştırma ve tartışmalar 20. Yüzyıl süresince yoğun bir şekilde gerçekleştirildi, gerçekleştirilmektedir. İçinden geçtiğimiz konjonktürde, bazı kafatasçı- faşist kişi ve kurumlar dışında, Kürdistan ve Kürtlerin varlığına dair herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Gerek yapılan bilimsel- akademik çalışmalar, gerekse dört parçada verilen kanlı mücadele tarihi ve kazanımlar günümüzde esas olarak bir “statü’’ tartışmasına evrilmiş durumdadır. Statü meselesinde ise hem dört parçada ve hem de her bir parçanın kendi içerisinde bir homojenlik söz konusu değildir. Bağımsızlıktan ve ayrı bir devlet oluşumuna, eyalet sisteminden ve otonomiye, federasyondan özerkliğe kadar oldukça geniş bir yelpazede tartışmalar söz konusudur. Dört parçada statü açısından Güney Kürdistan en pozitif noktadadır. Federasyon şeklinde kendi statüsünü sağlayan ve son dönemlerde bağımsızlık

tartışmaları yürüten Güney Kürdistan yönetimi, gerici- uşak niteliğiyle beraber Kürdistan genelinde resmiyet kazanan tek bölgedir. Batı Kürdistan’da yaşanan gelişmeler ve ilan edilen kantonların- son süreçte bu statüsü etkin bir kabul düzeye ulaşsa da- durumu ise hala önemli oranda belirsizliğini korumaktadır. Yoğun bir gerici kuşatma altında olan kantonların geleceğine ve statüsüne ilişkin de yoğun tartışmalar sürdürülmektedir. Kuzey Kürdistan’da ise Kürtlerin herhangi bir statüsü söz konusu değildir. Bütün bunlara karşın özellikle PKK önderliğinde yürütülen Kürt Ulusal Hareketi’nin başta Kuzey Kürdistan olmak üzere Batı ve Doğu Kürdistan ve Güney Kürdistan’da dört parçaya bölünen Kürt ulusal kitlesinin bilincinde ve ruhunda önemli ve güçlü bir etki yarattığını vurgulamak isteriz. PKK önderliğinde sürdürülen silahlı mücadele ve bazı dış etkenlerle beraber Türk devleti

PKK ile masaya oturmak durumunda kalmıştır. Fakat Türk devletinin “çözüm süreci’’ olarak işlettiği sürecin geçen süre zarfında Kürtler açısından istenilen düzeyde olumlu bir kazanım sağlamanın çok gerisinde olduğu görülmektedir. Tam bir oyalama ve teslim alma mantığıyla hareket eden Türk devlet politikaları karşısında PKK’nin savunduğu “demokratik özerklik”in nasıl yaşamsallaştırılacağı en büyük merak konularından biri. Doğu Kürdistan, dört parçada Kürtler açısından en olumsuz yerde durmaktadır. Faşist İran rejimi her gün politik Kürt aktivistlerini idam etmekte, herhangi bir politik çalışmaya müsaade etmemektedir. Geçmişte Doğu Kürdistan’da elde edilen kazanımların (ömrü oldukça kısa sürse de Mahabad Kürt Cumhuriyeti, Kürtler açısından şimdiye kadar kurulan en ilerici devlet konumundadır) ise bugün esamesi dahi okunmamaktadır. Dört parçada yaşanan bütün gelişmeler, birleşik-

bağımsız Kürdistan sorunsalını aktüel bir mesele olarak gündemleştirmektedir. Tüm bu tartışmalar ekseninde Kuzey Kürdistan siyasal hareketlerine bakmakta fayda var. Her ne kadar bugün Kürt ulusal mücadele ve süreci PKK ile özdeşleşmiş olsa da özellikle 1960-70’li yıllar Kürt siyaseti açısından oldukça tartışmalı ve zengin bir sürece tekabül ediyordu. 19. Yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğuna karşı isyanlara sahne olan Kürdistan büyük bir kıyımdan geçirilmiş ve bütün isyan hareketleri kanla bastırılmıştır. Daha önce, 17 Mayıs 1639’da Osmanlı ve Safevi İmparatorlukları arasında imzalanan bir anlaşmayla ikiye bölünen Kürdistan, 20. Yüzyıl başında emperyalist güçler tarafından 24 Temmuz 1923’de TC devletiyle imzalanan Lozan Antlaşması’yla dörde bölünecekti. Osmanlı’nın son dönemlerinde baş gösteren Kürt kalkışmaları TC’nin kuruluşundan sonra da 1940 yılına kadar devam etmiştir. Tek dil, tek din, tek vatan, tek millet ırkçı- faşist bir temel üzerine kurulan TC’ye karşı Amed, Zilan, Ağrı ve Dersim başta olmak üzere birçok isyan hareketi gerçekleştirilmiştir. Tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi bu isyanların tümü de kanla bastırılmış, on binlerce kişi hunharca katledilmiş, on binlercesi çeşitli bölgelere sürgüne gönderilmiştir. Cumhuriyet dönemi içindeki son isyan olarak adlandırılan Dersim kalkışması sonrası Kürt siyasal hareketlenmesi büyük bir sessizliğe bürünmüştür. Bu dönemlere paralel olarak İran’da kurulan ve ömrü oldukça kısa olan Mahabad Kürt Cumhuriyeti ve Güney Kürdistan merkezli gelişen Barzani hareketi dışında Kürtler açısından tam bir sessizlik dönemi olmuştur. Acı katliamlar sonrası sessizliğe bürünen Kürt siyasal hareketlenmesi, 1950- 60 dönemi kimi aydınlar arasında gelişen ulusal bilinç ekseninde yavaş yavaş kımıldanmaya başlanmışsa da dönemin yoğun tekçi faşist baskı ortamında Kürt kelimesinin dahi kullanılamadığı bir süreç yaşanmıştır. Bu dönemde yaşanan en önemli gelişme ise ‘49’lar olayıdır. Aralarında Musa Anter, Şerefattin Elçi, Yaşar Kaya, Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak gibi dönemin önde gelen Kürt aydın- aktivistlerinin de bulunduğu elli kişi 1959 yılında gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Söz konusu tutuklamalar ve aynı döneme tekabül eden kimi dergi çalışmaları bu sürecin göze çarpan en önemli özelliklerindendir. 1960’lar boyunca Kürt siyasal hareketi esas olarak iki ana kaynak üzerinden gelişim göstermiştir. Bunlardan biri TİP içerisindeki “Doğu Grubu’’ olarak adlandırılan kesimle Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP)’nin kolu olarak kurulan Türkiye-KDP’dir. Faik Bucak tarafından 1964 yılında kurulan T-KDP dönemin tek Kürt partisi olma özelliğini taşıyor. Faik Bucak’ın öldürülmesi sonrası bu partinin başına Sait Elçi geçmiştir. Tamamen I-KDP'nin yörüngesinde hareket eden T-KDP’yle aynı dönemde çalışmalar yürüten ve sonraki yıllarda aynı isimle bir parti kuran Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan) ise dönemin en önemli öznesidir.


güncel haber

16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

19

yiğit evladı Dr. Şivan Kuzey Kürdistan’daki ilk gerilla hareketlenmesi Dr. Şivan, bugün ismi geniş çevrelerce pek bilinmese de Kürdistan tarihinde şimdiden yerini almış oldukça önemli bir siyasal öznedir. Ölümü hakkında bugün dahi çeşitli tartışmaların sürdüğü Dr. Şivan ve kurduğu Türkiye’de KDP hareketini incelemekte fayda var. 1935 yılında Dersim- Nazimiye’de doğan Dr. Şivan; 1955 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi sınavlarına girip bölüme üçüncü sıradan giriş yapar. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine yatay geçiş yaparak eğitimine burada devam eder. Dr. Şivan Ocak 1957’de bir grup arkadaşıyla beraber Tunceli Kültür Derneği İstanbul Şubesi’ni açar ve derneğin yayın organı olan Ceride-i Dersim isimli yerel bir gazete çıkarır. Dr. Şivan aynı dönemde “Akis, Forum, Vatan, Yön, Dicle- Fırat, Sosyal Adalet ve Milliyet’’ gibi gazete ve dergilerde yazılar yazar. 17 Aralık 1959’da tarihe “49’lar Davası’’ olarak geçen tutuklamalar sonucunda gözaltına alınıp tutuklanan Dr. Şivan, 1961 yılında tahliye edilir. Isparta’da askerliğini yaptığı süre zarfında T-DKP davasından tutuklu yargılanan Sait Elçi ve diğer birçok Kürt siyasetçinin ziyaretlerine giden, mahkemelerini takip eden Dr. Şivan, sonuçlanan 49’lar davasından ceza aldığı için illegal yaşamaya başlar. Aynı dönemde parti kurma çalışmalarına yoğunlaşan Dr. Şivan, kuracağı partinin önderliğinde profesyonel gerilla mücadelesi başlatma düşüncesindedir. Gerilla mücadelesine hazırlık ve Güney Kürdistan’da süren direnişe destek vermek için bu bölgeye geçen Dr. Şivan ve arkadaşları burada I-KDP tarafından kendilerine sağlanan bir kampta çalışmalarına başlar. Özellikle sınır bölgelerinde etkin bir çalışma içerisine giren Dr. Şivan ve arkadaşları 28- 29 Haziran 1970 tarihinde Ankara’da Türkiye- Kürdistan Demokrat Partisi (T-KDP)’ni kurar. Birçok yazılı çalışması bulunan ve bölgede gittikçe etkinlik kazanan T-KDP’nin gelişiminden rahatsız olan başta ABD ve Türk istihbaratı, I-KDP’nin bu güçlerle geliştirdiği ilişkiler sonucunda, Dr. Şivan ve iki arkadaşı, Sait Elçi, Mehemede Bego ve Abüllatif Savaş’ın öldürülme olayını gerçekleştirdiği gerekçesiyle I-KDP tarafından 26 Kasım 1971’de infaz edilir. Dr. Şivan’ın ölümü bugün dahi tam olarak aydınlatılamamıştır. Dönemin tanıklarının farklı anlatımları ve sonrasında ortaya çıkan kimi belgeler söz konusu olayı tam olarak aydınlatmaya yetmemiştir. Oldukça kısa süreli siyasal yaşamına birçok çalışma sığdıran ve oldukça önemli çalışmalara imza atan Dr. Şivan’ın genel niteliğine dair kendi üretimleri üzerinden birkaç vurgu yapalım. Dr. Şivan tarafından Türkçe ve Kürtçe olarak kaleme alınan “Kürt Milli Hareketleri ve Irakta Kürdistan İhtilali’’ en önemli çalışmasıdır. Söz konusu çalışmasında özellikle Türkiye- Kuzey Kürdistan’a dair dönemi itibarıyla oldukça radikal ve ileri fikirleri savunmuştur. Kemalizm’in “ilerici- devrimci’’ görüldüğü, solcuların önlerine görev olarak Kemalist devrimin kazanımlarının korunup

ilerletilmesinin konulduğu, ulusal soruna dair sosyal- şoven yaklaşımların hakim olduğu ve revizyonist- reformist sistem içi mücadelenin hakim kılındığı bir dönem içerisinde Dr. Şivan’ın milliyetçilikle malul görüşleri dönemi açısından oldukça ileri bir yelpazededir. İdeolojik olarak küçük- burjuva ezilen ulus milliyetçiliği penceresinden meseleleri açıklama çabası içerisinde olan Dr. Şivan, bütün bu dezavantajlı yanlarına karşın özellikle Kemalizm ve illegal- silahlı mücadele konusunda oldukça ileri bir seviye yakalamıştır. Dr. Şivan’ın Kemalizm hakkındaki görüşlerini en yalın şekilde şu paragrafta görmekteyiz: “Türk solcularıyla Türk küçük burjuva aydınlarının yakalarını bir türlü kurtaramadıkları çok eski bir fikri sabitleri vardır; ille de Mustafa Kemal’in etrafında ‘iktidar tekkesi!’ ortaklığına girişmiş askeri cunta iktidarına, dünya milli ve sosyal hareketleri yelpazesinde ilerici bir yer ayırmak. Bu baylar aradan kırk yıldan fazla bir zaman geçtiği ve yüz kere kafalarını aynı ırkçı- faşist politik elitlerden meydana gelen iktidarların sert duvarına tosladığı halde, bugün bile, aynı türküyü öttürmekten bıkmamıştır. Sadece basit bir mukayese bu ırkçı- faşist Ankara iktidarlarına giydirilmek istenen ilerici- halkçıdevrimci kaftanının sırıtan anlamsızlığını ve gülünç manzarasını gözler önüne sermeye yeterlidir.’’…’’ırkçı- faşist Ankara hükümetinin Kürdistan’da başvurdukları kanlı marifetlerini… Türkiye azgelişmiş bir ülkedir. Türkiye politik iktidarı, açık ya da kapalı bir şekilde bu iktidara el koymuş bulunan ve hemen hepsi ordu saflarından devşirilen subay ve sivilleşmiş eski subaylarla aydınlardan müteşekkil faşist tandanslı cuntaların elindedir.’’( Kürdistan Sosyalist Solu Kitabı sf. 163-164-165, 180-181 Dipnot Yayınları).

Kürt sorununun temel niteliği konuşulmalıdır Dr. Şivan tarafından hazırlanan T-KDP program ve tüzüğünü, partinin niteliğini ortaya koyması açısından birkaç madde üzerinden aktaralım: “Kürt ve Türk halkı faşist askeri diktatörlüğe karşı: Bir askeri diktatörlük halinde, iktidarı ‘siyasi terör rejimi’ üzerine bina

edilen yeni Türkiye idarecileri; İttihat-Terakki’nin ırkçı- Turancı fikirlerinden mülhem (esinlenmiş), bir başka ideolojiyi geliştirdi. Bu yeni ideolojiye (Kemalizm) göre, “laiklik” ilkesi ve Avrupa toplumlarının birtakım üst yapı müesseseleri (kılık- kıyafet değişikliği... Medeni Kanun... Ceza Kanunu... vs.) Türk ırkının üstünlüğüne dayanan şoven bir milliyetçilik içinde, mecz ediliyordu. Türk subaylarının ve sivil aydınlarının bu yeni ırkçı faşist ideolojisi, Ankara’da siyasi iktidarı gasp ettiği günden bu yana, gelmiş- geçmiş tüm hükümetlerin eline ‘laiklik ilkesini’ dinsizlik, milliyetçiği de, Türklerden başka tüm halkları, özellikle Kürtleri, inkâr ve asimile eden bir tatbikat şeklinde tezahür etmiştir (belirmiştir). Anadolu halk kitlelerinin (Türk- Kürt) rızası hilafına (tersine) ve siyasi cebir yoluyla tatbik sahası bulan bu çağ dışı, bilim dışı ve insanlık dışı faşist tatbikat çok acı, çok kanlı ve çok sıkıntılı geçti... Fakat her şeye karşın, 1925’lerden beri, ırkçı- faşist Ankara hükümetlerinin başvurduğu kanlı asimilasyon (zor kullanarak Kürt dilini, Kürt kültürünü, Kürt sanatını, Kürt edebiyatını Kürt tarihini inkâr ve Kürt sosyal– ekonomik değerlerini gasp) zorlamalarına yani Türkleştirmeye karşı Kürt halkının fiilî ve fikri direnme hareketleri, asla kırılmadı.... Türk ve Kürt halkının gerçek düşmanları: Faşist cunta iktidarları onların hükümetleridir. Oysa, bir başka deyişle, Kürt halkının temel milli demokratik haklarının tanınması; Türkiye’de gerçek ve demokratik bir halk iktidarının gerçekleştirilmesinde en büyük engeli teşkil eden ve yarım yüzyıldan beri ırkçı- Turancı şovenizmin hakim ön yargılarıyla felce uğramış bulunan, Türkiye fikir ortamının donmuş taassubunu da yıkacaktır. Bu nedenle, partimizin mücadelesi; sadece milli varlığı ve milli demokratik hakları gasp edilmiş ve bu haklarının istirdadı uğrunda savaşan Kürt halkının değil; daha insanca ve daha mutlu bir yaşama düzeyine, serbest iradesi ve gerçek iktidarıyla ulaşmak çabasında bulunan kardeş Türk halkının da mücadelesidir…Madde: 2Partimiz ilerici ve devrimci bir siyasi organizasyon olup, Türkiye’de kurulmuştur….Mad-

de: 4- Partimizin mücadelesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğü esprisi içinde, Türk milli imtiyazları yerine; Türk ve Kürt halklarının tam hak eşitliğine müstenit gerçek kardeşliğini ve beraberliğini ikâme etmek esaslarına dayanır. Madde: 5- Türkiye hudutları dâhilînde yaşayan Kürt halkının ana tabanı, Kürdistan’ın geniş köylü kitleleridir. Bu nedenle partimiz; ana amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesi uğrunda girişeceği eylemlerinde, Kürdistan köylüsüne dayanacaktır. İşçiler ve partimizin programını benimseyen aydınlar, öğrenciler, memurlar, esnaf ve sanatkârlar gibi orta tabaka mensupları, Kürdistan köylüsünün tabii yardımcıları ve müttefikleridir…Madde: 15- Partimiz, emperyalizmin her türlüsüne karşı milli ve sosyal hak talebinde bulunan ya da kurtuluş mücadelesini veren tüm dünya halklarından yanadır.’’ Dr. Şivan ve arkadaşlarının Güney Kürdistan’da yürüttüğü çalışmalar bir süre sonra CIA, MOSSAD ve MİT tarafından yakın takibe alınır. Barzani yönetimine uygulanan baskı ve bu yönetimin ABD, İsrail ve TC ile geliştirdiği ilişkiler neticesinde Dr. Şivan ve iki arkadaşı bir komplo sonucu infaz edilir. Dr. Şivan bağrında taşıdığı bütün çelişki ve ideolojik yanlışlıklara karşın, dönemi içinde hem ulusal hareketler ve hem de TKP, TİP gibi revizyonist-reformistlerden daha solda, radikal bir çizgidedir. Dr. Şivan’ın katledilmesi sonrası TürkiyeKuzey Kürdistan’da kabaran devrimci dalga ve ’71 devrimci çıkışı sonrasında gelişen ve yükselen devrimci mücadele süreci göz önüne alındığında Dr. Şivan’ın gerilla mücadelesini başlatmak için yürüttüğü hazırlık çalışmalarının önemi daha anlaşılır olacaktır. Ülkemizde revizyonist- reformist çizginin hakim olduğu ve komünist- devrimci örgütlenmelerin yeni yeni gelişim gösterdiği 1970’ler sürecinde Dr. Şivan’ın anlayış ve pratiği oldukça ilerici ve devrimci bir kalkışmanın ürünü olarak şekillenmiştir. Bizlerde bu yazı vesilesiyle ölümünün 43. Yıl dönümünde Dr. Şivan’ı bir kez daha saygıyla anıyoruz.


20

güncel haber

16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

HASTA TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK Kalay, bütün devrimci demokratik kamuoyu ile Türk Tabipler Birliği’ne de çağrı yaparak “Hasta tutsakların mücadelesini büyütelim” ile mektubunu sonlandırdı.

Kandıra 2 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde tutulan MKP dava tutsağı Abdullah Kalay’ın tahliye talebi Adli Tıp Kurumu tarafından ikinci kez reddedilirken, İnebolu M Tipi Hapishanesi’nde tutulan Yeni Demokrasi Dava Tutsağı Murat Kur hapishanedeki hak gasplarına dikkat çekti Hapishanelerde hasta tutsakların durumu giderek ağırlaşırken, tahliye talepleri reddedilen hasta tutsaklar katledilmeye çalışılıyor. İnsan Hakları Derneği ( İHD)’nin verilerine göre şu anda hapishanelerde 526 hasta tutsak bulunuyor. Bu tutsaklardan 154’ünün durumu ağır. Hasta tutsakların tahliye edilmesi talebiyle gerçekleştirilen eylemlere karşın, Adli Tıp Kurumları tutsakların tahliyelerini engelliyor. Hapishanelerde ağır hasta tutsaklardan biri de MKP dava tutsağı Abdullah Kalay. Kalbinin yüzde 70’i çalışmayan Kalay, bu hastalığının yanı sıra wernicke-korsakoff hastalığı, kulaklarında % 25 duymama, mide ve bağırsak sorunları yaşıyor. Kandıra 2 No’lu F Tipi Hapishanesi’ndeyken kalp krizi geçiren Kalay, hastaneye çok geç götürüldüğü için kalbinde ağır hasar oluştu. Geç müdahale nedeniyle kalp hücreleri ölen Kalay için, 30 Aralık 2013 tarihinde Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı’nın verdiği raporda, ‘cezaevinde kalamaz’ denilmişti. Raporda, “Özgeçmişinde kalp krizi öyküsü bulunan ve halen kroner arter hastalığı, angına pektoris ve kalp yetmezliği tanıları olan hastanın mevcut rahatsızlıkları dikkate alındığında cezaevi gibi kapalı, kalabalık, enfeksiyon riski ve stres yükünün fazla olduğu, hem kalp yetmezliği, hem de kroner arter hastalığı açısından uygun diyet ve çevresel koşulların olmadığı ortamlarda bulunmasının tekrar kalp krizi geçirmesine, kroner arter hastalığının ilerlemeye ve kalp yetmezliğinde alevlenmeye neden olabileceği gibi böyle bir durumda da cezaevi koşullarında müdahale edilmesinin beklenmediği…” denilerek ‘hayati tehlikesi’ olması nedeniyle ‘cezasının ertelenmesi gerekmektedir’ denilmişti. Ancak bu rapora karşın Adli Tıp Ku-

Ve Tanrı insanı yarattı!

Murat Kur İnebolu M Tipi’ndeki hak gasplarına dikkat çekti

rumu Kalay’ın tahliye talebini reddetmişti.

Abdullah Kalay’ın tahliye talebi reddedildi Kalay’ın Adli Tıp Kurumu (ATK)’na 25 Eylül 2014 tarihinde yaptığı yeni başvuru da reddedilerek Kalay hakkında bir kez daha “cezaevinde kalabilir” raporu verildi. Kalay gazetemize gönderdiği mektubunda hastalığının gelişim seyri ile ATK’nın yaptığı başvurulara ilişkin tavrını aktararak hasta tutsakların hapishanelerde katledilmeye çalışıldığını kaydetti. Kalay mektubunda Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Ana Bilim Dalı’nın verdiği raporda kendisine ilişkin ‘cezaevinde kalamaz’ yönünde ifadeler kullanıldığını hatırlatarak Adli Tıp Genel Kurulu 3. İhtisas Kurulu’nun verilen bu raporun aksi yönünde bir görüş belirterek ‘cezaevinde kalabileceği’ yönünde rapor verdiğini belirtti. ATK’nın bu görüş doğrultusunda tahliye talebini reddettiğini açıklayan Kalay, kendisine yönelik ideolojik yaklaşıldığını belirterek tahliyesinin engellendiğini ifade etti. Kalay, devletin iki ayrı hastanesinden verilen raporların birbiriyle çelişkili yönlerine dikkat çekerek sağlıkla ilgili bir konuda iki farklı kararın kabul edilebilir olmadığını belirtti.

Yavrularına yiyecek bir şeyler bulup da veremediği zaman, damarlarındaki kanı fedakarlıkla sunarmış Pelikan, hiç tereddütsüz; ölüler diyarında sarp bir tepeye bir kayayı iterek çıkarmaya mahkum edilen, Korent Kralı Sisyphus gibi, ocağın tütmesi için dipsiz karanlıklardan “kara elması” yeryüzüne çıkarmaya mecbur bırakılmış, “kafası mum alevi gibi parlayanların” hiç sakınmazlığı gibi… Kaşıkçı kuşu mu “toprağın altındakilerden” meşk etti; yoksa “üstündekilerin” bu fedakarlığa meşk etmediği katiyetle haykırılabilir yeryüzüne. Zira, fıtratlarında barındırmıyorlardı bu erdemi. Ama yine de haklı olarak soruyordu Azeroğlu, yıllar önce yerin 1400 metre derinliğine inip, karanlığın ruhunda yaptığı incelemeler sonucu yeryüzünün ışığına çıkarak kaleme aldığı körnefes Grizu’da: “Aşk halini, kendi kıyametini yaşıyordu toprak. Büyük altüst oluşlara, ateşe ve uğultuya durmuştu. Kum gibi çoğalan, yığılan, savrulan canlılar, bin bir biçimde, toprağı iğfal ediyor, kudurtuyor, kıtlığa ve berekete taşıyordu. Gömülen insanlar parçalanıyor, gözle görünmez milyonlarca canlıya dönüşüyor, toprağı kaynatıyor, mayalıyor, döllüyor, doğuma hazır hale getiriyordu. Toprakta her canlıya ait her şey vardı ve hiçbir canlıya ait hiçbir şey yoktu. Toprağın bu kargaşaya katılacağını, kendi yaşam tarihine bakıp, gerçek durumu anlayacağını ve acı acı gülümseyeceğini aklının ucundan bile geçirmiyordu. İnsanı bu hale getiren şey neydi? Ne yapmak istiyordu insan?” Sophokles’e göre “…asil ruhları fenalığın iğrenç yoluna saptırıp, insanları her türlü hileye başvurdurtan ve onlara her günahı işleten”, Shakespeare’nin belirttiği gibi: “Altın, sarı, göz kamaştırıcı, değerli altın!

Gazetemize mektup gönderen Yeni Demokrasi Dava Tutsağı Murat Kur, İnebolu M Tipi Hapishanesi’nde yaşanan hak gasplarına dikkat çekti. Hapishanelerde keyfi uygulamalarla tutsakları baskılarla hizaya getirme ve havuç-sopa siyasetiyle terbiye etme anlayışının dayatıldığını belirten Kur, İnebolu M Tipi Hapishanesi’nde yaşanan hak gasplarını şöyle sıraladı: “-Tutsaklar için hastane sevkleri 1.5-2 ayda bir yapılıyor. -Hastaneye sevkler sırasında kameranın kapatılmasının ardından tutsaklara ring araçlarında fiili saldırılar gerçekleştiriliyor. Ayrıca bu tutsaklar hastaneye götürülmeyerek keyfi disiplin soruşturmalarıyla tutsaklara hücre ‘cezaları’ veriliyor. 01.10.2014 tarihinde hastaneye sevkim sırasında kameranın önünü kapattığım gerekçesiyle, Kastamonu Hastanesi’ne sevkim ve muayenem engellendi. Hapishane yönetimi de saldırıyı boyutlandırarak hücre ‘cezası’ verdi. -Hapishanede tahliye edilmesi gereken tutsaklar, ‘disiplin cezaları’ adı altında keyfi bir şekilde hapishanede tutulmaya devam ediliyor. -Hapishanedeki hak gasplarına ilişkin devrimci demokratik kamuoyu ile basına gönderdiğimiz mektuplar, “Cezaevi güvenliğini tehlikeye koyduğu” biçimindeki keyfi gerekçelerle engelleniyor. İnfaz Hakimliği ile Ağır Ceza Mahkemelerine yaptığımız itirazlar kabul edilmeyerek keyfi uygulamalar daha da derinleştiriliyor. -Hapishanelerde sabah-öğle-akşam saatlerinde ihtiyaç suyu olarak verilmesi gereken sıcak su, çeşitli gerekçelerle verilmiyor. Verildiği zaman ise sadece yılın belirli dönemlerinde ya da tek öğün olarak veriliyor. -Kantinde satılan malzemeler fahiş fiyatlardan satılıyor. -Tutsaklara gönderilen kargolar iki-üç hafta keyfi bir şekilde bekletilerek tutsaklar mağdur ediliyor. -Banyo-çamaşır-bulaşık vb. temelde kullanılan su, yağmurlu günlerde çamurlu akıyor. Tutsakların temizlenme ihtiyacı zorunlu olarak çamurlu-kirli suyla karşılanıyor.

Bunun şu kadarı, karayı ak, çirkini güzel… Eğriyi doğru, adiyi soylu, yaşlıyı genç, korkağı yiğit yapar. …Ah tanrılar nedir bu? Niçin bu Rahiplerinizi, uşaklarınızı yanınızdan kaçırır; Çeker güçlü insanların yastıklarını başlarının altından; Bu sarı köle Din de kurar, din de bozar, kutsar lanetliyi; Hayran eder herkesi kocamış cüzamlıya; Hırsızları yer, senatörlere kürsüde Ün, şan, saygınlık kazandırır…” İşte zevale yüz tutmuşları bu hale getiren şey; para! Ve Dunning’in de ısrarla altını çizdiği gibi “…yüzde 300 karla, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılamayacağı tehlike yoktur.” Dün Soma’da, bugün Ermenek’te “bütün insani yasaları ayaklar altına aldıran” da budur; bir avuç “insanın” can çekişen çürümüş arzuları! Peki, “bu dipsiz karanlıkta, kafası mum alevi gibi parlayan” binlerce, on binlerce insanın emeği toprakta billurlaşırken, bedeni kah kuru toprağın, kah balçığın içinde parçalanıp gözle görünmez, elle tutulmaz milyonlarca canlıya dönüşürken; “toprağın üstündekiler” eğer ki giydikleri üç günlük gömlekle duygu sömürüsü yapıp, timsah gözyaşları dökecekse, “… biz kendi kendimizden mi korkacaktık? Biz ‘her zaman’ giydiğimiz ‘sevgili’ pis gömlekle mi yetinecektik?” Emeği yaratanları emeğine yabancılaştıran, onları bir köleden farklı görmeyen uşakların tam da efendilerinin karakterine uygun olarak bugün sarf ettiği sözler ve döktüğü gözyaşları bize pek yabancı olmasa gerek, zira “fıtratlarında” olandır bu; 4 Temmuz 1776 tarihli


16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

21

Bu durum ise her türlü hastalık riskini arttırıyor. -Sevkler ve sürgünler sırasında işkenceye varan saldırılar yapılıyor. Çıplak arama dayatması da bu saldırılardan biri.”

İHD Sinan Halis Çelik’e özgürlük istedi İHD İstanbul Şubesi, F oturmalarının 138. Haftası olan 8 Kasım günü Galatasaray Meydanı'nda hasta tutsak Sinan Halis Çelik için bir araya geldi. İHD adına yapılan açıklamada, 1996 yılında tutuklanan hasta tutsak Çelik’in durumuna ilişkin bilgilendirme yapıldı. Bilgilendirmede Çelik’in tutuklandığı zaman vücudunun birçok bölgesinde şarapnel parçaları ve kurşun yarası olduğunu belirtilerek sağlık durumu aktarıldı. Açıklamada hasta tutsak Çelik'in, Erzurum, Ankara-Sincan, Kırıkkale, Tekirdağ ve Muğla Hapishanelerinden sonra, tedavi amacıyla yaklaşık 2-3 aydır Metris R Tipi Hapishanesi'nde tutulduğunu belirtti. Çelik’in Metris Hapishanesi’nde yaşadıklarının 18 yıldır yaşadıklarını aratmayacak düzeyde olduğunun belirtildiği basın açıklamasında, aynı zamanda epilepsi hastası olan Çelik’in ciddi oranda idrar yolu enfeksiyonu yaşadığı ve hapishanede tutulduğu ortamın hijyenden yoksun olduğu ifade edildi. Açıklamada son olarak sağlık durumu her geçen gün kötüye giden Çelik'in bir an önce serbest bırakılması talep edildi. Çelik'in kız kardeşi Sevim Çelik ise; "Ağabeyim 19 yıldır cezaevinde, 3 aydır tedavisi yapılmıyor ve ilaçları verilmiyor. Biz ailesi olarak hayatından endişe ediyoruz" dedi.

Tecridi kaldırın ölümleri durdurun Aralarında Demokratik Haklar Federasyonu’nun da olduğu Hasta Mahpuslara Özgürlük İnisiyatifi bileşenleri, 8 Ekim Cumartesi günü Yüksel Caddesi’nde gerçekleştirdiği eylemle hasta tutsaklara özgürlük istedi. Hasta tutsakların serbest bırakılması ve hapishane koşullarının iyileştirilmesi taleplerinin yazıldığı dövizler taşıyan kitle, “Tecridi kaldırın ölümleri durdurun” , “İçeride dışarıda hücreleri parçala” , “Katil devlet hesap verecek” sloganlarını atarak Karanfil Sokak’a yürüdü. Karanfil Sokak’taTiyatroj’un hasta tutsaklar için hazırladığı tiyatro oyunu gösterildi. Halkın yoğun ilgi gösterdiği sokak oyununun ardından İnisiyatif adına basın açıklaması yapılarak 6 Kasım eylemlerinde devlet terörünün iyice açığa çıktığı kaydedildi. Açıklamada Kader Ortakaya’nın sınırda faşist T.C. ordusu tarafından katledilmesine de dikkat çekildi. Eylemde hapishaneye 18 yaşında giren ve 23 yılı aşkın süredir hapishanede tutulan hasta tutsak Memduh Kılıç’a yer verildi. Solunum yetmezliği yaşayan Memduh Kılıç’a solunum cihazı dahi verilmediğinin belirtildiği basın açıklamasında, devletten merhamet beklenmediği ve hapishane ortamında tedavisi mümkün olmayan hasta tutsakların ayrım ve pazarlık konusu yapılmadan bir an önce serbest bırakılması istendi. Eylem atılan sloganların ardından sona erdi.

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi herkesçe bilinen şu satırlarla başlamaktadır: “Biz şu gerçeklerin açık olduğuna inanıyoruz: tüm insanlar eşit yaratılmıştır; Yaradanları tarafından bahşedilmiş belirli vazgeçilmez haklara sahiptir: Yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları da bunların arasındadır.” Elbette bu sözler Virginialı bir köle sahibi olan Thomas Jefferson tarafından kaleme alınmıştır. Efendilerinin samimiyeti ne kadar inandırıcı ise, uşaklarınınki de o kadardır! Bu yüzden “her karanlıkta” ortaya çıkan “yıldızları”, manşetleri kararmış, yakası “terden” batmış bir gömlekle mağduriyet edebiyatı yapıp, kamera karşısında pozlar verirken, -ki bir diğeri, “milli yas” günlerinde çalgılı bir düğünde çengilik yaparken fotoğraflara yansımaktaydı, ona da, “çengi ölüsü çalgı eşliğinde kalkar” sözünü hatırlatmak isteriz. Yani Mao’nun deyimiyle, “halkın bayramı, karşı devrimcilerin matem günüdür”- bizim düsturumuz “kirli gömleği çıkarıp atmanın zamanıdır, temiz çamaşır giymenin zamanıdır” olmalıdır. “Toprağın altında” kıtlığa, yoksulluğa, sömürüye karşın “toprağın üstündekiler” lebi derya dairelerinde salt semiriyorlarsa ve dahası bir de yaşamaya devam edeceğini sanıyorsa yanılıyor! Bugün dünyada en büyük sorun yemek için yiyecek bulmaksa ve bin bir emekle kazanılan bir kuru ekmek yerin metrelerce altında yeniyorsa eğer, hep bir ağızdan haykırıp, harekete geçelim; tıpkı Çin’de yokluk ve kıtlık hat safhaya ulaştığında köylülerin toprak ağalarının tahıl depolarını kastederek harekete geçtiği gibi: “Yemeği Büyük Ev’de yiyelim”!

Kocaeli 1 Nolu F Tipi Hapishanesi’nden Cihan Kirsiz

TUTSAK PARTİZAN

≫ cafer çakmak

MODERN PROKRUSTESLERE KISA BİR BAKIŞ

A

ynen Prokrustes’in demirden yatağı gibi, bizim dogmatiklerimizin de değişmez modern ölçüleri, kalıpları ve formatları var.

Prokrustes’in demirden yatağı onun tek doğru ölçüsüdür. Yakaladığı insanları yatağa sığdırmak için, kısa boylularını gerdirerek uzatırken, uzun boylu olanları da paslanmış testeresiyle kesip yatağına uydururmuş. Günümüz modern Prokrustes’leri, yani doğmatiklerin de ellerinde demir yatak yerine hiç de özünü anlamadıkları kitapları vardır. Yeni bir fikir veya pratikle karşılaştıklarında nesnel duruma uyup uymadığına bakmadan, mistik ayetlere bakıp yaşamı yorumlamaya, çözüm bulmaya çalışan zahitler gibi, ellerindeki kitabın orta sayfasını açıp “işte bunu demiş, zinhar reddedilmeli” deyip Prokrustes’e öykünerek parçalayıp, bölerek işlerini zevkle icra etmeye çalışırlar. Dogmatikler, Marksizmin, fizik biliminin yeni keşifleri ve tarihsel-toplumsal gelişmeler ışığında gelişip ilerlediğini, yeni nitelikler kazandığını hesaba katmaz. MLM felsefeyi inanç sistemine indirgeyerek kitab-ı mukaddes mahiyetinde algılarlar. Bilgilerimizi, bir bütünüyle teorinin maddi dünyanın bir yansısı olduğunu, maddi dünyadaki her yansının fikirlerimizi de değişime uğrattığını görmezler. Onların nezdinde insanın evrimi bile muamma konusudur. İlk primatların evrimleşerek hominin primatlara dönüştüğüne (metamorfoz) akılları ermez. Hegel’in felsefesinin idealizmden koparmamasını, Hegel’in ya dahi olmadığıyla ya da aklının yetmediğiyle açıklarlar. Oysa Hegel döneminin fizik biliminin ve tarihsel-toplumsal sınırları Hegel’in teorisini sınırlandırdığını görmezler. Ve yine bu doğmalara göre Marks’ın emperyalizmi tahlil etmesi gerekirdi. Yaşanmayan bir sürece yargı geliştirmek gibi “fevkalade” yetenekleri bulunuyor bu doğmaların. MLM’nin kılavuzu diyalektik yöntem, materyalist felsefi anlayıştır. Olgu ve olayları incelemeden, onların içkinliğini, gelişim evrelerini, özelliklerini, nitelik değişimlerini bilmeden iç ve dış koşulların etkileşimini analiz etmeden onlar dair fikirler edinemeyiz. Bundandır ki durmadan nesneliği tahlil ederek sentezlere varmamız icap eder. Kim ki olgular ve olaylar hakkında, yirmi-otuz yıl önceki analizleriyle hareket ederse onun başarılı olma olasılığı baştan yok olmuştur. Bu dogmatikler Mao döneminde Çin’de yaşamış olsaydı emin olun devrimin karşısında durup illa ki Rusya’daki devrim modelinde ısrar ederdi. Çünkü çelişkileri tek bir yöntemle çözmeye çalışırlar. Ellerinde bulunan tek formülle her yerde aynı yöntemi uygulayıp sonuç alacaklarını sanırlar. Örneğin maddenin tözünü, niteliğini, biçimini ve hareketini incelemeye kalkışırsak, fizik bilimiyle incelenmesi gerektiğini söylerler. Cisimlerin atom ve molekülleri bakımından yapısını, birbirlerine etkisini ve bunların birleşim ve dönüşümlerini inceleyelim dense, hemen kimya bilimini işaret ederler. Fakat dün kimya biliminin alt disiplini bulunmazken, bugün insanlığın biriken bilgi ve tecrübesinin sonucu kimyanın alt kategorilere ayrılarak geoşimi, biyoşimi diye adlandırıldığını önemsemezler, dünün fizik bilimine bugün jeofizik ile astrofizikin eklendiğine bakmazlar. Fizik ile kimyanın yeterli olduğunu

ısrarla yenilerler. Doğmatizm kaçınılmaz olarak sekterizmi de koşullar. Hayat, inanç derecesine indirdikleri formüllerin dışında yeni nesnelikler, bu nesnelliğin tek tek çelişkileri karşılarına çıkardığında, eski formül ve yöntemler çelişkileri çözmediğinde, katı kurallara, yasaklara, buyruklara başvurarak çelişkileri çözmeye çalışırlar. Sekterizm bir niyet meselesi değildir. Felsefi idealizmden beslenmenin, ideolojik açmazın derin olması, nesnelliğin gerisine düşmesine ve bilgisizliğin sonucudur. Sıklıkla karşılaştığımız bağırmakçağırmak, men etmek, fiziki ve psikolojik şiddete meyletmek bu zayıflığın tezahürüdür. Argümanı olmayanlar yaftalarla zevahiri kurtarmaya çalışır. Çelişkileri bildikleri, ezberledikleri tek formülle/yöntemle çözmek isteyen doğmacılarımız kibrin kaynağı olan Narsizm’den beslenip dikte etmeyi severler. Lenin yoldaş 1905-1907 devriminin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, Bogdanov, Aleksinski ve Lunaçarskilerin başını çektiği Otzovistleri işaret edip, Marksizmin cansız bir doğma olmadığını, tamamlanmış, hazır, değişmez bir öğreti olarak ele alınamayacağını söylerken; Marksist öğreti gibi Lenin’in Mao’nun bilimsel öğretilerinin de toplumsal yaşam koşullarındaki değişim ve ilerlemeleri yansıtmak zorunda olduğunu ders edindik. Bu anlayışla, bizler Marksizmi, Leninizmi, Maoizmi ve Kaypakkaya yoldaşın görüşlerini, an’da meydana gelen eylemin canlı bir kılavuzu olarak ele alırız. Ki, MLM felsefesinden de bunu öğrendik. Otzovistler gibi bizim dogmatik goygoycularımız ise, ezberleyip fakat bilince çıkaramadığı sloganları tekrarlayıp dururken, Lenin yoldaşın şu sözlerini hak edecek pratikleri var: “…bu öğretiyi tek-yanlı ve sakat bir biçimde özümsemiştir.” Devamla “Belli ‘sloganları’ ezberlemiş, verilecek yanıtların Marksist ölçütlerini anlamaksızın, taktik sorunlara, belli yanıtlar vermeyi öğrenmiştir.” Dogmacılardan sorunun, olgunun bütün yönlerini ve özelliklerini anlamalarını beklemek su katılmamış saflık olur. Çünkü Marksizm’in yaşayan ruhu “somut koşulların somut tahlili” ilkesini bilince çıkarmamıştır. Tek yanlı üstün körü bakış açısına sabitlenen doğmacılara Lenin yoldaşın “…çok yanlılık, yanılgılara ve katılığa karşı en iyi güvencedir” sözünü hatırlatmanın da fayda etmeyeceğini biliyoruz. Evhamlıdırlar… Tarihin bütünsel ve doğru kavranışından uzak, idealist tarih anlayışına sahip dogmacıların evhamları, gerçeğin şiddetli saldırıları karşısında tuzla buz olmaya mahkûmdur. Her şeye karşın Maoist tutsaklar farklılıkları ve değerleri özenle korurken, Maoist kültüre saldırma cesaretini gösterip, yalan-yanlış bilgilerle dezenformasyon/manipülasyon yapan bu doğmacılara gerekli yanıtı vermeyi ihmal etmeyecektir. Sonuna kadar ideolojik mücadeleyi sürdürüp, hiç de masum olmayan gerçek niyetlerini deşifre edileceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Yaşanan sorunla beraber, olay ve olguların nesnel kavranışı, aynı zamanda sağlam bir temele oturtulması, sorunlarımızın çok yönlü ve derinlemesine anlaşılıp, kavuşturulmasını sağlayacağını biliyoruz. Yılmadan, ısrarla ideolojik mücadeleye devam!


22

kültür sanat

16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

Orhan Veli’ye: ‘Kevgiriz kardeşlik’ En verimli çağında diyeceğim ama yaşadığı yılları da oldukça verimli ve üretken yaşamış Orhan Veli, ama gepegenç, ama kaleme, kağıda, şiire, dizeye, mısraya ve yazmaya daha doymamışken, daha ince ince yaşayacakken, mum ışığı gibi daha çok titreyecekken… “Yaprak” dergisini bir sayı daha çıkarabilmek için paltosunu sattığı rivayet edilir. Paltonun içinde ince, uzun, iri kemikli bir adam, şiire, hayata, İstanbul’a, insanlara tutkun, paltosunu satar, kemik ve şiir kalır geride elbette. Bu şiirden “garip” adam kışı tek kat bir ceketle geçirmek zorunda kalır. Ne için? Yaprak Dergisi’nin karlı bir “ticaret” işi olmadığı açık. Öyleyse şiir için olmalı. Edebiyat için olmalı. Böyle bir tutkunun, eline geçen her şeye dizeler yazdıran, dünyaya, hayata başka başka gözlerle bakmayı, yormayı, yorulmayı iş bilmiş bir tutkunun, zekanın ve yaratıcılığın adı elbette Orhan Veli’den başkası olamaz. Kısacık yaşayan kocamanlarımızdan biridir Orhan Veli. Neden hep en güzellerimiz, en yeteneklilerimiz en kısa yaşayanlarımız? Bu zor soru, zor cevap. Geçelim bir yol. Ankara’da sokakta dolaşırken, belki de imge kovalarken ya da kendini kovalayan imgeleri ayıklarken belediyenin açtığı bir çukura düşüp başını çarpıyor. Başında bir yarayla İstanbul’a dönüyor. Bu olaydan birkaç gün sonra sofrada, ekmeğin üzerinde fenalaşıyor, beyin kanaması geçiriyor, doktorlar alkol kontrolü yapıp midesi için serum veriyor ve ölme-

sine davetiye çıkarıyor. Neden? Kapkara cahillikten. Adın bir kere rakı şişesinde balığa çıkmayagörsün! En verimli çağında diyeceğim ama yaşadığı yılları da oldukça verimli ve üretken yaşamış Orhan Veli, ama gepegenç, ama kaleme, kağıda, şiire, dizeye, mısraya ve yazmaya daha doymamışken, daha ince ince yaşayacakken, mum ışığı gibi daha çok titreyecekken… Garip ya da Birinci Yeni’yi, Orhan Veli ilk gençlik yıllarının arkadaşları, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday'la birlikte geliştirmişler. Şiir en iyi arkadaşlıktır böylelikle. İspatlamışlar. Şiirimizde o güne kadar yer etmiş kalıp ve anlayışlardan kurtulmak gerektiğini savunmuş ve biçimciliğe, duygusallığa karşı çıkıp, söyleyiş güzelliğini esas almışlar… 1941'de şiirin bu “gariban üçlü çetesi” Orhan Veli, M. Cevdet Anday ve Oktay Rıfat, şiirde var olan aşırı duygusallığa, şairaneliğe, basmakalıp söyleyişe başkaldıran şiirlerini Garip adıyla bir kitapta topladı. Kitaba koyulan Garip adı zamanla hem üç şairi yansıtan bir kimlik kazandı hem de bir şiir akımı olarak anıldı. Ne güzel, bu gariban toprakların Garip diye bir şiir akımı var. Daha ne olsun?

‘Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri’ Şiirde her türlü kurala ve önceden belirlenmiş kalıplara karşı çıkıp kuralsızlığı kural edindiler. Şiirin ölçü, uyak ve dörtlükle ilgisiz olduğunu, özgür yazılması gerektiğini savundular ve şiirin konularını genişlettiler. O güne kadar "seçkin" bir tür sayılan şiirin her konuda yazılabileceğini savundular. Konuşma dilini şiire dahil ettiler; "nasır" gibi bayağı bir sözcü-

ğün de şiirde kullanılabileceğini gösterdiler. Halk deyişlerini şiire aktardılar. Bütün bu aykırı özellikleriyle şiir gibi görünmeyen ama iliklerine kadar şiir olan bir şiir yarattılar. Çok yerildi, çok ezildi, alaya alındı, garipsendiler ki henüz yeni yeniden anlaşılabiliyorlar. Rivayet olur ki bir dönem Nazım’la Orhan Veli’nin karşılıklı eleştirileri hatta birbirini yeren yaklaşımları olmuş. Ancak bir dönem gelmiş ki, Nazım hapishanede açlık grevine başladığında, Galata Köprüsü’nde oğluna destek vermek için bağdaş kurup açlık grevine başlayan annesinin yanında açlık grevi yapan ve hemen çarçabuk vatan hain ilan edilen Orhan Veli’dir. Orhan Veli’nin şiirini bir dönem “şekilperest”likle eleştiren Nazım şairini ölümünden beş yıl önce, sürgünde Budapeşte Radyosu’nun edebiyat programında “bavulunuzda neler var” sorusunu, “Şimdi size söyleyeyim, mesela benim bavulumda neler var. Bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu. Ama ölümsüz…” diye yanıtlar ve Orhan Veli’den şiirler okumaya başlar, “Doyum olmuyor ki” diyerek.

Orhan Veli şiirinin sesi kısık ama debisi yüksektir Orhan Veli şiiri evet, bağırmaz, hem de hiç bağırmaz, sesi kısıktır, ama debisi yüksektir. Konuşur. Fısıldar. Açlığı, özgürlüğü, aşkı, esareti, hasreti, işsizliği her neyi fısıldarsa fısıldasın bu fısıltı bir daha çıkmaz ustan. Esasen ezilenlerin hadi öyle söyleyelim garip garibanların şiiri bu. ‘Delikli şiir’ de “Cep delik cepken delik Yen delik kaftan delik Don delik mintan delik

Kevgir misin be kardeşlik” diye seslendiği kardeşlik amele sınıfı değil midir? Elbette amele sınıfıdır. Ve bu sınıf ancak bu kadar çarpıcı imgeye dönüşür. Okuyunca dönüp Orhan Veli’ye “Kevgiriz kardeşlik” diyesiniz gelmiyor mu? ‘Cımbızlı Şiir’in küçük burjuvası halen yaşıyor, capcanlı; “Ne atom bombası Ne Londra Konferansı Bir elinde cımbız, Bir elinde ayna; Umurunda mı dünya!”

Şiir artık sokakta Nazım’ın dediği gibi doyum olmuyor! Doyum olmamaktan da öte, biz öfkeli, ateşi başından taşkın, gözlerinde kıvılcım şiir yazmaya çalışanlar için ‘sükûnet’le aklın, estetikle, derinliğin, tepki ile zekanın nasıl birleşip şiire dönüşmesi gerektiğini de gösteriyor. Biz alt alta öfkelerimizi, hasretlerimizi yazıp, ağdalı kurmacalar yapıp şiir yazdığımızı düşüneduralım: “Biri bir koca görür rüyasında: Yüz lira maaşlı kibar bir adam. Evlenir, şehre taşınırlar. Mektuplar gelir adreslerine: Şen Yuva Apartımanı, bodrum katı. Kutu gibi bir dairede otururlar. Ne çamaşıra gidilir artık, ne cam silmeye; Bulaşıksa kendi bulaşıkları. Çocukları olur, nur topu gibi; Elden düşme bir araba satın alınır. Kızılay Bahçesi'ne gidilir sabahları; Kumda oynasın diye küçük Yılmaz, Kibar çocukları gibi.” diyerek özetlesin asıl anlatmak istediğimizi. Öyküler, çevriler, şiirler ve Orhan Veli. Sosyalist şairlerin tekrar tekrar okuması gerekli, çünkü şiiri artık sokakta.


16-30 KASIM 2014 Halkın Günlüğü

23

Munzur’da 4 HES projesi iptal edildi

Munzur Vadisi üzerinde kurulması planlanan 4 HES projesinin iptali için açılan davada son olarak Kaletepe HES projesinin de iptaliyle halkın mücadelesi kazanım getirdi İnsan sağlığına ve çevreye zararı uzmanlar tarafından açıkça belirtilen HES’ler, bir yandan doğayı talan ederken, bir yandan da halkın yaşam alanlarını ve sağlığını tehdit ediyor. HES’lerin zararları şöyle sıralanabilir: HES’in çalışması için suyun kullanılacağı derelerdeki doğal hayat ve balıkların göç hareketleri üzerinde olumsuz etkiler yapmakta ve çeşitli türlerin yok olmasına neden olmaktadır. Santral inşaatlarının çevreye vereceği zararlardan biri de derenin suyunun akıtılması sırasında açılan kanallar için ağaçların kesilmesiyle ormanlar tahrip edilmektedir. Jeolojik zararlarının yanı sıra, erozyon riskini de arttıran HES’ler, dere sularının kontrol edilmesiyle tarımsal üretimi de olumsuz etkilenmektedir. HES’lerin insan yaşamına verdiği zararlardan biri de hastalıkların artmasına etki etmesi ve barajlarda meydana gelecek buharlaşma nedeniyle topraktaki tuzluluk oranını arttırarak verimli tarım arazilerinin yavaş yavaş yok olmasına neden olmasıdır.

Munzur Vadisinde 4 HES projesi iptal edildi Dersim ile Ovacık ilçesi arasında bulunan Munzur Vadisi Milli Parkı içerisinde yapılması planlanan 4 HES projesinin iptali için, şehirde yaşayan 5 avukatla halktan 19 kişinin Ankara 3. İdare Mahkemesi’ne başvuru yaparak açtığı dava kazanımla sonuçlandı. Mahkeme, temmuz ayında Konaktepe 1, Konaktepe 2 ve Bozkaya Baraj ve HES projelerini, hukuka aykırı olduğu ve ÇED yeterliliği olmadığı gerekçesiyle iptal etmişti. 31 Ekim günü yapılan yeni duruşmada da Munzur Vadisi’ndeki dördüncü proje olan Kaletepe HES projesinin iptaline karar verildi. Munzur Vadisi üzerindeki 4 HES projesinin iptal edilmesi için mahkemeye başvuran avukatlardan Tunceli Barosu Başkanı Uğur Yeşiltepe, Özgür Ulaş Kaplan ve çevre aktivisti Haydar Çetinkaya basın toplantısı düzenledi. Avukat Kaplan, Munzur Vadisi'nde yapım aşamasına gelen 4 HES projesinin mahkemelerce iptal edilmesinin en büyük gerekçesinin, geçmiş yıllarda baraj projesi hazırlanırken hukuksuz gerekçeler gösterilmesi ve ÇED muafiyeti olduğunu söyledi.

‘Milli Park içerisine çivi dahi çakılamaz’ Kaplan projelerin iptaline ilişkin şunları söyledi: "Munzur Vadisi içindeki Milli Park sahası içinde bundan sonra hiç kimse bir tek çivi dahi çakamaz. Bundan böyle Munzur içerisinde baraj projelerinin hayata geçirilmesi imkansız hale geldi. Devlet bir daha vadi içinde baraj projesi hayata geçirmek isterse, bu tamamen hukuksuz ve kaçak bir çalışma olur ve buna da kimse müsaade edemez zaten. "

Fatsa ve Ünye’de siyanüre geçit yok Fatsa ve Ünye’yi içine alan ve Ordu’nun tamamını etkileyen bölgede yapılması planlanan siyanürlü altın arama işletmesine karşı, Fatsa Ünye Doğa Koruma Platformu’nun çağrısıyla 9 Kasım’da Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması düzenlendi. Altın madenine karşı Fatsa’da kurulan ve 14 günden bu yana devam eden çadır direnişine yönelik baskıları protesto etmek ve direnişe devam etme kararlılığını dile getirmek için bir araya gelen kitle adına yapılan basın açıklamasında, Nazım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” adlı şiiri okundu. Şiirle Yırca’da zeytin ağaçları için başlattığı direnişi kazanan köylülere de selam gönderildi. Açıklamada, Altıntepe şirketine karşı verdiği mücadeleyi anlatan köylüler, ülkede daha önce de yaşanan örneklerden siyanürün zararının bilindiğini ifade ederek madenin bir an önce kapatılmasını istedi. Basın açıklamasında şu ifadeler yer aldı: “Fatsa ve Ünye halkı geçmişte nasıl ki karaborsacıya ve tefeciye karşı direndiyse bugün de doğasına, yer altı ve yer üstü varlıklarına göz diken sermayenin karşısında gerektiği gibi durmayı da bilir.”

ANTAGONİZMA

≫ muzaffer oruçoğlu

HEYKELLER

K

afam çatlıyor. Tetikleniyorum galiba. Dürtüselliğini yitirmiş, kara bir yaşam zemini üzerinde heykel rüyaları görmeye başlıyorum yine. Dünyanın en büyük heykellerinin dibinde buluyorum kendimi. Dün gece Brezilya'daydım. Kurtarıcı İsa Heykeli'nin dibindeki güvercine yem vereyim derken, heykel üzerime yıkıldı. Kollarını iki yana açan, otuz metrelik o dev düşüşten kafamı kıl payı kurtardım, soluk soluğa koştum. Yönü ve tiyneti bulanık, serkeş bir uğultunun içinde buldum kendimi. Kalemlerini pazara ve kargaşaya kaptıran bir yığın türedi yazarla binlerce Volgogratlı insan, 27 metrelik Lenin heykelinin boynuna geçirdiği zinciri çekiyordu. Ne olduysa zincir koptu birden, boynuma dolandı. Soluğum kesildi, kalbim daraldı. Gözlerimi açtığımda, yorganın altında olduğumu fark ettim. Kalktım, pencereleri açtım, yarım bardak keçi sütü içtim, ferahladım biraz. Sabaha doğru tekrar uyudum. Güvercin sürüleri göründü ilkin. Sonra birden her şey karardı. Yalnızlığın dibi gibi ıssız, aksakallı cüce bir adam, beni işaret parmağıyla, siyasetin kılıç ucu gibi parıldayan uyarıcı sinüs düğümüne doğru yönlendirdi. Yürüdüm, dört heykelin arasında buldum kendimi birden. Önümü, Cengiz Han'ın dev atlı heykeli, arkamı elinde kılıcıyla Bismark, sağımı Büyük Petro, solumu ise 18 metre yüksekliğindeki Bavyera Patron Evliyası Heykeli tutmuştu. Aksakallı gibi cüceleşmeyi, ayaklarının arasından sıvışıp kaçmayı düşündüm. Beceremedim. Dördü de üzerime yıkıldı. Uyandığımda, mihr ü muhabbet kuşu ötüyordu ve ter içindeydim sırılsıklam. Kalktım, penceremden taşan gün ışığına verdim alnımı. Arkadaşım Winona geldi aklıma. Kahvaltımı yapıp ona gideyim dedim. Her zamanki gibi atölyesindeydi Winona; bronz, alçı, ağaç, alüminyum ve demirden yaptığı heykellerin içinde... Yeteneğin biricik kudret olduğuna inanan ve kişiliğini, kendi doğasıyla çatışa çatışa biçimlendiren bu bronz leydiye karşı, kimyası belirsiz bir ilgi filizlenmişti yüreğimde. Aynı yaştaydık. Kubbesi yıkılmış ama mihrabı hala yerinde, şuh, güzel bir kadındı. Kahvemi getirdi, "yorgun görünüyorsun," dedi. Son geceki de dahil, zaman zaman gördüğüm heykel rüyalarını anlatmaya başladım. Beni arada bir gülümseyerek, ama ilgiyle, kalbimde yoğunlaşarak dinledi. "Gördüklerin hep yüksek militer heykeller mi? Artistik heykeller, kesik kollu Milo Venüsü veya Rodin'in 'Düşünen Adam'ı gibi heykeller de görüyor musun?" dedi. Sadece bir kere, Picasso'nun çok sevdiğim keçi heykelini gördüğümü, onun dışında, genelde hep dev militer heykeller gördüğümü söyledim, örnekler verdim. Bunun nedeni üzerinde düşünüp düşünmediğimi sordu. Çobanlığımdan, içimden geçen ve beni sürüsüne sayan

koyun sürülerinden, 'at, avrat, pusat,' kültüründen söz ettim, "bunların etkisi mi acaba?" dedim. Düşündü, "sanmıyorum," dedi. "İslam ülkesi olduğunuz için sizde fazla heykel de yok. Saplantının kaynağını, Avrupa ve Avustralya sokaklarında gördüğün dev heykellerde aramak gerekiyor." Winona'ya yanıldığını, bizde yüz binden fazla Atatürk heykelinin olduğunu, bunların bir kısmının atlı, kılıçlı, tabancalı bir biçimde sokaklara dikildiğini anlatmaya çalıştım. Kaşlarını çattı. "Bu heykellerden birisi senin veya bir başkasının üzerine yıkıldı mı?" dedi. "Hayır," dedim. Aklıma birden Mahsum Korkmaz'ın heykeli geldi. Ülkedeki yüz bin heykelin, bir anda harekete geçtiğini, Fırat'ın ötesinde ilk kez dikilmiş bir Kürt heykelini yıktığını ve bu yüz bin heykelin ayaklarını, bronzdan dev bir potin haline getirerek, yıkılan Kürt heykelinin alnına basıp medyaya poz verdiğini anlattım. "Ne demek istediğini anlayamadım," dedi. Açıkladım. Bilinç ve ruh yırtılmasına uğramış gibi sessizleşti. "Büyük babamı anımsattın bana," diye mırıldandı. "Gelibolu'da sıradan bir asker olarak savaşmış, yaralanmış bir insandı. Ömrünün son yıllarında Tanrıya olan inancını yitirdi ve tüm Anzak heykellerine karşı çıktı. Belediyelere gidiyor, kahramanları, bilinmeyen, özverili yaşamlarla birlikte, yani kahramanları kahraman haline getiren gerçek kahramanlarla birlikte, mütevazi bir müzede anımsatmanın öneminden söz ediyor, onlara somut öneriler sunuyordu. Onlar ise, sokaklara dikilen Anzak heykellerinde herhangi bir kahramanı öne çıkarmadığını söyleyerek kibarca reddediyorlardı önerileri. Anlayamadık onu. Hayatı kalbiyle bilen, anlayan bir insandı, su gibi sitemsiz, şikayetsiz akıp gitti." Önündeki kataloğun sayfalarını çevirdi. "Büyük babam sanırım insanların, özgürlük için savaşan irili ufaklı tüm adsız kahramanlarını, kahramanlıklarını bir kahramanın kişiliğinde hiçleştirerek güç haline getirdiklerini ve o gücün dilden dile aktarılarak efsaneleşen otoritesine sığındıklarını düşündü. Rahatsız oldu böyle bir durumdan. Gerçek özgürlüğün Tanrısı olamaz, diyordu sık sık." Yeniden kataloğa çevirdi bakışlarını, kaldırdı, Henry Moore'a ait soyut bronz ve mermer heykelleri gösterdi. "Bunlar beni çıkarsama çabasına düşürüyor, düşündürüyor, güzellik ve özgürlük duygusu yaratıyor bende. Burada som güzellik var, gölgesine sığınacağımız bir kurtarıcı yok. Artistik ilhamın kaynağı bunlar. Avrupa ve Amerika sokaklarını militarize eden dev heykellerin yerlerini bunlar ne zaman alacak bilemiyorum." "Rüyalarımı bir de doktoruma mı anlatsam," diye mırıldandım kataloktaki heykellere bakarken. Kafasını iki yana salladı Winona. "İlaçlardan yapılmış dev firma heykellerinin altında kalmak istiyorsan git anlat," diye gülümsedi.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Kader Ortakaya tev li refê nemiran bû

Kader Ortakaya'yê ku dixwast derbasî Kobanê bibe û tev li berxwedaniya dijî çeteyên DAİŞ'ê be, ji alî artêşa Tirk a faşîst ve hate kuştin, li Stenbolê, di Goristana Yayla Habîpler'ê, ji ebedîtiyê re hate oxir kirin

bilind dibe. Ew nîzîkahiya ku li Êran'ê Jabbarî kuşt, li Şingal'ê jinên Êzidî, li Kobanê jinên Kurd wetil kir, ew nêzîkahî îro jî Kader Ortakaya'yê ku dixwast tekoşîna jinên Kurd mil bi mil bimeşîne û bi vî sedemê li ser sînoa Kobanê bû, ew dewlet wê jî kuşt.

Dewletê faşîst a T.C.'yê ku dixwaze êriş bibe li ser berxwedaniya jinan, bi qetlîamên xwe ve dixwaze tekoşîna jinan bide sekinandin û xwe ji xwe re biyanî bihêle, îja qetlîamên xwe yên jinî didomîne. Ji bo ku çalakiyên xwe wek "tevgereke meşrû" bide nîşandan jî, dixwaze jin bi kesayetiya xwe dûr bixe, bi zagonên xwe ve keda jinan pûç bike, jiyan ji wan re teng bike û devokên xwe ya zayendperwerê ve jî dixwaze jin di nav civakê de wek cinsiyeteke biyanî bicih bike. Qetlîamên xwe yê kevin, îro jî li ser jinên ku bi hêsta berxwedaniya Kobanê ve tên li gel hev, îro jî li ser wan diceribîne û didomîne. Bu vî hawî, Kader Ortakaya jî di çalakiya jinên ku 25 roja xwe tijî kirî bû de, ji fîşekên leşkerên Tirk ve hate qetilkirin.

Kader Ortakaya'yê ku endama Peyaneriya Partiya Azad a Civakî bû, ewil li Riha'yê li ser laşa wê otopsi hate kirin, piştî van prosedûran roja 7'ê Cotmehê, ber êvarê ew birin mala xwe ya li Bağcilar'ê. Li gor rapora otopsiyê ku dan malbata Kader Ortakaya'yê, hate diyarkirin ku Kader jiyana xwe bi şarapnelan wenda kiriye. Piştre mabesta Ortakaya, mizgeftê ku nêzîkî mala wan e û bi navê Yed'i Beyza Zeliha Hatun Camii ye, li ser milên jinan anîtin li hewşa wî mizgeftê. Di vê demê de dayika Ortakaya, sûretên Kader'e ku li destê hevalên wê bû, hilda destê xwe û maçî kir, li ser sînga xwe zeliqand û bi stranan dengveda.

Têkoşîna jinên dijî zilmê didome Li hemberî van zilm û qetlîamen jî tekoşîna jînan roj bi roj sînorên xwe diqelibe û

Kader bi şarapnelan jiyana xwe ji dest da

Mabesta Ortakaya li ser milan bû Di merasîmê veşartina Ortakaya'yê de wekîla HDP a Stenbolê Sebahat Tuncel, Serokê bajara Stenbolê ya HDP'ê Şamil Altan, endamên DHF, Partizan, SDP, ESP û

Kaldiraç'ê jî di nav de, gelek sazî, dezgeh, kesayet û partiyên siyasî ve girseyeke mezin amade bûn. Li ber mizgeftê jî, endamên hunermend a Helkariya Hunera Azad ku ewana di dema kuştina Kader Ortakaya'yê de li wê derê, li ser sînorê bûn û ew bûyeran bi çavê xwe dîtîbûn jî di nav de sedan kes kom bûn. Mabesta Ortakaya li mizgeftê hate girtin û li ser milan barî siware ya cinyazê bû. Piştre mabest, bi siware û bi tevlêbûna girseyeke mezin ve hate birin li Goristana Yayla Habipler'ê û li wê derê ji ebedîtiyê re hate oxir kirin.

‘Kader Ortakaya namire’ Di merasîmê de diruşmên; "Kader Ortakaya namire", "Şêhîd namirin", "Silav, Silav, ji şoreşgerên jin a Kobanê re hezar Silav" hate qêrîn. Piştî şandina ebediyetê ya Kader Ortakaya, çirkek rêzgirtin çêbû. Ew rêhevalên Kader Ortakaya ku bi wê re mil bi mil têdikoşin, "sozdayîna wê ya herî baş, berdewamiya tekoşîne ye" bilêv kirin.

Ewê di tekoşîna me de bijî Nûnera TÖP-G'yê Oğuzhan Kayserilioğlu, ji bo çuyîna Kobanê ya Kader Ortakaya bi sedema pola karker û gelê Kurd piştevanî bû" got û axaftina xwe bi vî rengî domand: "Ew hêzên guhertinê ku li Kobanê şîn dibe, wê li pirtûkxanan girt û derxist.

Dilê wê her tim bi gelê Kurd ve dipipitiya. Ew dînamîkê serîrakirinê dît. Xwe avêt li nav bahozên Kobanê. Kader'ê wê di nav rêhevalên xwe ya jinan de jiyana xwe bidomîne. Ew, bi çalakiya xwe ve "çi rast e çi nerast e" nîşan da. Em soz didin wê, ku emê ji şêwaz û sekna wê re rêz bigirin û layiqî wê bin".

Ji bo Kader'ê çandira sersaxiyê vebû Endamê Meclîsa Partî ya ESP'ê Ali Haydar Akdenîz jî got: "Ortakaya nemirî ye, ew nemir bûye", û di axaftinê xwe de ew tiştan anî ziman: "Bila nehesibînin ku ew kuştin. Ew, wekî Serkan tosun, wekî Nejat Sûphî Ağirnasli dê dilê gelan de bigî". Di merasîmê de nûnerên EHP, SDP, SYKP, SODAP û Kaldıraç'ê jî axivîn. Piştre ji bo Kader Ortakaya, li ber Rêxistina HDP a Navçeya Bağciler'ê çandireke sersaxiyê hate vedan. Heval û malbatê Kader, kesên ku ji bo sersaxiyê hatin li çandirê pêşwazî kirin.

Li her derê welat ji bo Kader Ortakaya çalakî hat lidarxistin Ji bo Kader Ortakaya, di serî de li Stenbol, Dêrsim, Balikesîr, Eskişehîr, li gelek bajaran gel çalakî lidarşistin. Li gelek deveran çalakiyên dijberî qetilkirina Kader Ortakaya pêk hat.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.