16-30 EYLÜL 2015

Page 1

Sınıf perspektifiyle tarihsel kesitin görevlerini kavrayalım! sf 12-13

DHF-HDP ortak açıklama Yaklaşan 1 Kasım erken genel seçimlerine ilişkin hem gerici egemen sınıf partilerinin hem de Halk sınıf ve tabakaları içinde yer alan devrimci ve ilerici güçlerin tavırları ve somut politik yaklaşımları belli olmaya başladı. DHF-HDP ortak bir açıklama yaparak 1 Kasım erken genel seçimlerinde ortak hareket edeceklerini ve halkların mücadelesini büyüteceklerini ifade ettiler Sf 20-21

Halkın Günlüğü

16-30 EYLÜL 2015 Yıl: 4 Sayı: 107 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

DHF heyeti Kürdistan'da f GÜNCEL 02-03 Devletin Cizre başta olmak üzere Kürdistan'da devreye soktuğu topyekun gerici savaş ve saldırganlık politikası pervasız biçimde devam etmektedir. Çocuklar başta olmak üzere katliamların sistematik olarak sürdürüldüğü Kürdistan'da aynı zamanda görkemli bir direniş yaşanmaktadır. DHF' de kalabalık bir heyetle hem incelemelerde bulunmak hem de ve esas olarak Kürt ulusu ile dayanışma ve ortak mücadeleyi yükseltmek için Cizre'ye gitti.

Bir geri kalmış toplum ‘duyarlılığı’ olarak LİNÇ

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Kürdistan direniyor Türk hâkim sınıfları tarafından işgal, ilhak ve talan edilerek coğrafyası çoraklaştırılan Kürdistan yine milli zulüm altında. Tarihler boyunca yaşamadığı acı, baskı, zulüm ve insanlık dışı uygulamanın kalmadığı Kürdistan bir kez daha sınanmaktadır. Kan emici cellâtlar ve zebaniler Kürdistan’da yine kanlı postallarıyla mazlum Kürt ulusuna kan kusturmaktadır. Tüm kirli araç ve kurumları ile adeta Kürdistan üzerine sefer başlatan Türk hâkim sınıfları ve somuttaki temsilcisi AKP iktidarı barbarca katliamlar gerçekleştirmektedir. Kürt ulusunun daha yaşamının baharında olan körpecik oğullarını ve kızlarını hunharca katleden gerici zebaniler, halkın ölüle-

11

Biz buradayız çünkü siz oradasınız!

14

rini gömmesine dahi müsaade etmemektedirler. Katledilen çocuğunun körpecik bedeni ile günlerce evde yaşamak zorunda kalan kaç tane anne vardır acaba yeryüzünde! Tüm bu amansız acıları yaşayan Kürt kadınları acılarını öfkeye ve umuda dönüştürerek insanlığa erdemli bir mesaj vermektedir. Tarifsiz acılara ve zulümlere maruz kalan Kürdistan, bir o kadarda direnişi ve umudu çoğaltmaktadır. Başta küçük generaller olan çocuklar olmak üzere bir bütün Kürt halkı topyekûn olarak cellâtlara direnişle meydan okumaktadır. Görev direnen Kürdistan’ın sesine ses katmak ve direnişi her tarafa yayarak umudu daha da büyütmektir.

Hapishanelerde sistematik saldırılar

22


02

güncel haber

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Cizre başta olmak üzere Kürdistan’daki devlet terörünü protesto etmek ve Kürt ulusu ile dayanışmayı yükseltmek amacı ile DHF kalabalık bir heyet oluşturarak Kürdistan’a gidip incelemelerde bulundu Devletin Cizre başta olmak üzere Kuzey Kürdistan’da devreye soktuğu gerici savaş ve saldırganlık politikası pervasız biçimde devam etmektedir. Çocuklar başta olmak üzere sistematik olarak katliamların gerçekleştirildiği Kürdistan’da Cizre başta olmak üzere birçok yerde günlerce sokağa çıkma yasakları yaşandı. Bu saldırıların en kapsamlı yaşandığı yerlerin başında ise Cizre geldi. Devlet tarafından adeta işgal edilen Cizre’de tam bir savaş ve yıkım görünümü hâkimdi. Devlet tüm kirli araçları ve kurumları ile Cizre’yi kuşatma altına aldı. Tankı, topu, özel harekâtçıları ve her türlü kirli silahları ile Cizre halkı üzerinde tam bir barbarlık uygulandı. Bu gerici ve barbarlık sürecinde körpecik çocuklar hedef alınarak hunharca katledildiler. O kadar pervasız bir saldırganlık yaşandı ki insanlar katledilen ölülerini dahi günlerce gömemediler. Kürt anaları günlerce çocuklarının ölü bedenleri ile yaşamak zorunda kaldılar. Fakat tüm bu gerici barbarlık ve saldırganlığa karşı Kürt gençliği başta olmak üzere Cizre halkı topyekûn görkemli bir direniş sergileyerek onurunu korudu. Günlerce barikat başlarında direnen Kürt halkı bir kez daha direnişin ve teslim olmamanın ne olduğunu dosta ve düşmana gösterdi. Yaşanan gelişmeler karşısında ülke genelinde devrimci ve ilerici toplumsal güçler, tüm saldırılara ve sivil faşist linç girişimlerine rağmen Kürdistan’da uygulanan devlet terörünü teşhir ve protesto ederek Kürt ulusu ile dayanışmayı yükseltmeye çalıştılar.

DHF heyeti Kürdistan’da DHF bileşenleri ve sosyalist belediyeler Cizre’ye gitti Demokratik Haklar Federasyonu (DHF)’da bu duyarlılık ve perspektifi ile hareket ederek bulunduğu tüm alanlarda diğer toplumsal güçlerle birlikte saldırıları teşhir ederek mücadeleyi ve dayanışmayı yükseltme çabası ile ha-

reket etti. Bu kapsamda DHF bir heyet oluşturarak hem Kürt ulusu ile dayanışma ve birlikte mücadeleyi yükseltme hem de incelemelerde bulunmak amacı ile Cizre’ye gitti. DHF heyetinde Ovacık ve Mazgirt belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, DEDEF, Demokratik Kadın Hareketi(DKH), Demokratik Gençlik Hareketi(DGH), Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM), Grup Munzur, Grup Alamor ve Sancı Kültür- Sanat-Edebiyat dergisi yer aldı. 13 Eylül günü Dersim, İstanbul, Ankara ve Siverek’ten yola çıkan heyet 14 Eylül’de Amed’de buluşarak Cizre’ye doğru hareket etti. Amed’de buluşma noktasında polisin tacizine maruz kalan heyet üzerinde baskı oluşturulmaya çalışıldı. DHF Kürdistan temsilcisi kimlik kontrolü ve GBT aramasına tabi tutuldu. Amed’den yola çıkan DHF heyeti öğleden sonra Cizre’ye vardı. İlk önce Diyarbakır Belediyesini ziyaret eden heyet burada HDP milletvekili Faysal Sarıyıldız ve Belediye eşbaşkanlarından somut durum hakkında bilgi aldılar. Devamında ise ziyaretin amacına ve önemine dair karşılıklı sohbetler gerçekleştirildi. Yapılan sohbetlerde bu tür

dayanışma ve duyarlılık adımlarının çok önemli olduğunun ve bunu daha da geliştirmenin önemine dair vurgular yapıldı. DHF heyeti ise geçmişte olduğu gibi bugünde ve yarında ezilen Kürt ulusunun yanında olacaklarını ve sadece destekçi değil bu meselenin bizzat öznesi olduklarını belirterek Kürt ulusu başta olmak üzere diğer tüm ilerici toplumsal güçlerle ortak mücadeleyi geliştirmek gerektiğini belirttiler. Belediye ve HDP bürosunun ziyaretinin ardından heyet saldırıların ve direnişin en kapsamlı yaşandığı Nur Mahallesi’ne giderek halkla sohbetler gerçekleştirip gözlemlerde bulundular. Tam savaş görüntüsünün hâkim olduğu Nur Mahallesi’nde istisnasız her taraf kurşun izleri ile delik deşikti. Cizre’deki temaslarını tamamlayan heyet akşama tekrar Amed’e döndü. Diğer gün ise heyet Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ni ziyaret ederek dayanışma duygularını iletti. Belediyede heyeti eşbaşkan Fırat Anlı karşıladı. Gelişmeler hakkında karşılıklı fikir alışverişinin yapıldığı ziyaretin ardından heyet çalışmalarını sonlandırarak akşama geri döndü.


güncel haber

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

03

Yıkımın ve barikatların ardında umudu ve öfkeyi gördük “Cizre'de polis hala dört mahalleye girememiş. Açık ki tek dertleri de buralara girmek. Polisin giremediği mahallelerden olan Nur'a gidiyoruz. Sokaklarda büyük kaya parçalarından, araçlardan, kum torbalardan barikatlar ve hendekler karşılıyor bizi. Elbette birde kurşun izleri… Barikatların etrafında, evlerde, sokaklarda onlarca, yüzlerce kurşun izi dikkatimizi çekiyor. Evlerin kapıları dahi kurşunlanmış. İnsanlarla sohbet etmeye başladıkça, devlete karşı olan öfkelerini daha çok haykırıyorlar” Cizre… Günlerce süren ablukanın hala devam ettiği, açıkça sivil halka yönelik katliam girişimlerinin olduğu ilçe.. Bizde ilçeye gitmek; saldırıları, katliamı gözlerimizle görmek, Kürt ulusuyla direnişi, dayanışmayı büyütmek amacıyla yola çıktık ve Cizre'ye gittik. Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) heyetine dâhil olduk ve Dersim'den, İstanbul'dan, Ankara’dan ve Siverek'ten gelenler hep birlikte Amed'de buluştuk. Amed'in en merkezi bölgesi olan Ofis buluşma alanımız oldu. Ancak Ofis'de daha 4'lü 5'li bir kaç grup olur olmaz üzerinde çelik yelekli, arkalarında uzun namlulu silah taşıyan polisler yanımıza geliyor ve niçin beklediğimizi soruyorlar. Öyle ki her

yan yana gelen 4-5 kişi onlar için bir korku vesilesi olmuş. Korkuları gözlerinden okunuyor, nitekim bir an önce bizi gönderme derdindeler. Cizre yoluna çıkıyoruz. Yolda dikkat çeken bir ayrıntı olarak geçtiğimiz ilçelerde çokta fazla insana rastlamıyoruz. İdil'den geçerken sokaklarda neredeyse insan yok ancak zırhlı araçların dolaştığını fark ediyoruz. Biraz sonra ise Cizre'ye ulaşıyoruz. İlçe girişinde Kobra ve Kirpi olarak tabir edilen zırhlı araçlar bekliyor bizi. Bunlar zaten alışıldık şeyler derken kafamızı çevirdiğimiz anda ilçenin girişinde bir tankın beklediğini görüyoruz. Tank.. Kim için ne için bekletilir bir ilçenin girişinde.. Kime karşı kullanılacak bir tank?.. Cizre'ye giriyoruz. Esnaflar kepenk kapatmış, sokakta neredeyse insan yok ancak ana yolların başlarına birden fazla kobra tipi zırhlı araç yerleştirilmiş. Sokağa çıkma yasağı kaldırılmış halk evlatlarını toprağa vermiş, birden bire binlerce insan karşımıza çıkıyor. Yüzlerinde aynı acı aynı öfke.. Önce belediyeyi ziyaret ediyoruz. Eşbaşkan, İç İşleri Bakanlığı tarafından görevinden alınmış. Ancak birçok milletvekili ve bölgenin il ve ilçe eş başkanları belediyede bekliyor. "Fiilen görevini yürütecek, görevden alsalar ne olur, bizi halk seçti" diyor bir eş başkan. Durum hakkında bilgilendirme yapılıyor, ardından Cizre sokaklarına çıkıyoruz. Cizre'de polis hala dört mahalleye girememiş. Açık ki tek dertleri de buralara girmek. Polisin giremediği mahallelerden olan Nur'a gidiyoruz. Sokaklarda büyük kaya parçalarından, araçlardan, kum torbalarından barikatlar ve hendekler karşılıyor bizi. Elbette birde kurşun izleri. Bari-

katların etrafında, evlerde, sokaklarda onlarca, yüzlerce kurşun izi dikkatimizi çekiyor. Evlerin kapıları dahi kurşunlanmış. İnsanlarla sohbet etmeye başladıkça, devlete karşı olan öfkelerini daha çok haykırıyorlar. Bir sokağın başına geldiğimizde ise, yine barikat önünde hendek ardında ise PKK bayrakları.. İlçenin gençleri gruplar halinde bekliyorlar. Deşifrasyondan korkan gençler kendi fotoğraflarını çekmemizi istemiyorlar. Gençlerle sohbet etmeye çalıştık, "Size niye saldırdılar" sorusuna gülüyorlar. Cevapları ise "Çok açık, bir halkı yok etmek istiyorlar" oldu. Sokağa çıkma yasağının ilanının hemen ardından polislerin mahallelere girerek saldırı başlattığını anlatıyorlar. Polisin amacını gözler önüne koyan birkaç cümle daha sarf ediyorlar; " İlk önce elektriği kestiler ve su şebekelerine saldırdılar. İlk üç günün ardından tuvaletlere dahi girmekte zorlandık." Ancak cümlelerini sonlandırırken tüm bunlara karşın direneceklerini de ekliyorlar. Gençlerle sohbetin ardından, bir arka sokağa götürüyorlar. Sokakta bulunan boş bir arazide zırhlı araç parçaları var. Zırhlı aracın parçalarının patlamadan kaldığını belirtiyorlar. Mahallede yaptığımız bir başka sohbette ise, özel harekâtçıların mahalleye gören binalara çıktığı ve keskin nişancıların atış yaptığını aktarıyorlar. Söylenenlere göre özel harekâtçılar yüksek binalarda evleri basıyor, camlara, balkonlara keskin nişancılar yerleştiriyor. Tabi bununla da kalmamışlar, cami minarelerine dahi keskin nişancılar yerleştirilmiş. Her fırsatta İsrail'in ibadet mekânlarına postallarıyla girdiklerinden bahsedenler, konu Kürt ulusu olun-

ca minarelere keskin nişancı yerleştirmeyi ihmal etmemiş. Kime dokunsak anlatmak istediği, haykırmak istediği bir acısı bir öfkesi var. Burjuva medyada yayınlanan "PKK çocukları öldürdü" yalanlarına inat; devleti, polisi, askeri teşhir ediyorlar. Heyet olarak HDP binasına geçiyoruz. HDP binasının kapısı kırılmış. Binaya girmek isteyen polis zırhlı araçla büyük demir kapıyı kırmış. Binada çokça kurşun izi var. Özellikle en üst katta oldukça fazla kurşun izi bulunuyor. Nedenini sorduğumuzda ise mahallede bulunan akli dengesi yerinde olmayan birini gösteriyorlar. HDP binasının çatısına çıkmış, özel harekâtçılar ateş açmışlar ama kurtulmuş. HDP'li bir vekil, heyeti akşama kadar misafir edeceklerini ancak hava kararmadan gitmemizi istiyor. Nedenini az çok tahmin ediyoruz. Nitekim ilçeden çıktıktan bir kaç saat sonra yeniden sokağa çıkma yasağı getiriliyor ve çatışmalar başlıyor. Amed'e döndüğümüz sırada ise Sur'da sokağa çıkma yasağının devam ettiğini, çatışmaların olduğunu öğreniyoruz. Yol üzerinde gençlerin barikatlar kurduğunu ve ateşe verdiğini görüyoruz. Şehrin içinde ise istediğimiz yerlere gidemiyoruz. Polis birçok noktayı tutmuş, kimseyi bırakmıyor. Şehirde birden sesler duymaya başlıyoruz. Bir yanda tencere-tava ile halk, devletin saldırılarını protesto ediyor, diğer yanda ise aralıklarla silah sesleri geliyor. Kürdistan'da hiç eksilmeyen silah seslerine, savaş uçağı seslerine halk alışmış. Savaş Kürdistan halkı için yaşamın bir parçası haline gelmiş.

Cizre heyetinde yer alan DGH temsilcisi ile söyleşi DHF’nin Cizre heyetinde yer alan Demokratik Gençlik Hareketi (DGH) temsilcisi ile kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz HG: Cizre’de 8 günlük bir yasak yaşandı. Gördüğümüz kadarı ile abluka hala devam ediyor. Saldırıların birde direniş boyutu var. Burada yaşanan direniş hakkında neler söylemek istersiniz? DGH Temsilcisi: Cizre’de 8 günlük ablukanın sadece sokağa çıkma yasağı ile sınırlı olmadığını gördük. Günler boyunca devlet Cizre’de insana ait ne varsa hepsini yok

etmek istedi. Güvercinlerin ve kedilerin dahi keskin nişancıların hedefi olduğu bir ilçede yedisinden yetmişine bütün insanların yüzünde kendinden emin bir duruş ve ifade hâkimdi. Şunun altını çizmekte fayda var ki hâkim güçlerin imha ve inkâr politikasının, infazların, katliamların Kürt ulusunun yarattığı ve hali hazırda sürdürdüğü direniş karşısında hiçbir hükmü kalmamıştır. Korku eşiğini çoktan aşmış ve her katliam sonrasında daha da büyüyen bir direniş kültürü oluşmuş durumdadır.

HG: Nur Mahallesi’nde hala barikatların olduğunu ve gençliğin barikat başlarında beklediğini gördük. Gençliğin bu direnişi karşısında neler düşünüyorsunuz?

DGH Temsilcisi: Az önce bahsettiğimiz direniş ruhunun itici gücü ve öznesi kuşkusuz ki gençliktir. Bu meseleler üzerinden kendilerine tarihsel bir misyon biçilmiş ve onlarda bu tarihsel misyonun bilincindeler. Bu bilinçte olmalarının yanı sıra ölümün çok uzağında olmadıklarının da farkındalar.

HG: DGH’nin bu meseleler üzerinden belirli bir yönelimi var mıdır? DGH Temsilcisi: DGH Kürdistan’ın her bir karışında yaşanan infazların, katliamların ve her türlü saldırganlığın direkt muhatabıdır. Şunu ifade etmek elzem ki DGH’nin yalnızca üniversiteler ve liseler ya da ülkenin belli şehirlerinde çalışma yapma gibi bir fikriyatı yoktur. Kuzey Kürdistanlı gen-

çliğin yaşadığı her soruna çözüm ve mücadele etmek kaçınılmaz bir görev olmanın ötesinde bir zorunluluk halini almıştır. An itibari ile yönelimimizin somut ve pratik karşılığını yansıtmakta belli sıkıntılar yaşasak da çalışmalarımız ve gayretimiz kesinlikle mücadeleyi daha da ileriye taşıma kararlılığındadır. Kürdistan’daki devlet terörünü kınıyoruz ya da Kürt halkının yanındayız gibi klişeleşmiş beyanların miadı dolmuştur artık. Bizler bütün yönelim ve pratiğimizle ezilen Kürt ulusunun sadece destekçisi değil bizzat mücadelesinin öznesi ve ayrılmaz bir parçası olduğumuz bilinci ile hareket etme çabasındayız.


04

güncel haber

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Kürt Ulusal Hareketi’nin özyönetim ilanı ve tavrımız “Kısacası Kürt Ulusal Hareketi taşıdığı zayıflıklara rağmen gasp edilmiş ulusal-demokratik haklarını kazanarak geliştirme yolunda ilerlemektedir. Geri yanlarına ve muhtemel olan “barış” sürecine dönme olasılığına karşın, verdiği mücadele ve elde ettiği kazanımlar demokratik zemindedir, desteklenmesi gerekenlerdir. Bir yanını eleştirirken öte yanını desteklemek birbiriyle çelişmeyen doğru yaklaşımdır. Bu bağlamda öz-yönetim/özerklik ilanları son derece meşru ve demokratik adımlardır. İsterse bunlar gerici AKP iktidarını masaya oturtmaya dönük adımlar olsun, yine de desteklenmesi gereken ileri adımlardır” Kürt Ulusal Hareketi ulusal orijinli düzlem üzerinde yükseldiği haklı davasından aldığı güç ve mücadele birikimleriyle sağladığı yetenekle gerici saldırı ve planları boşa çıkarma konusunda başarılı bir siyaset ve yönetme tecrübesindedir. Tek planla hareket etmeyip karşı gelişmelere yanıt anlamında alternatif politika ve pratikler devreye sokma becerisiyle durumu lehine çevirme kabiliyetindedir. Bundan da önemlisi Kürt Ulusal Hareketi haklı ve meşru zeminde olup ırkçı faşist gericiliğe karşı her anlamda avantajlıdır. Bütün bunlar Kürt Ulusal Hareketi’nin stratejik olarak yenilgiye uğratılmasını olanaksız kılarken, Kürt Ulusal Hareketi’ne azgınca saldıran Türk hâkim sınıfları gericiliğinin haksız temellere dayanma gerçekliği onun başarısız olmasını koşullayan gerçek temel durumundadır. Bugün Türk hâkim sınıfları en acımasız saldırı ve katliamlar gerçekleştirmekte, en ileri teknolojiyi kullanıp devlet olmanın gücünü devreye sokarak Kürt ulusunu ezip teslim almaya çalışmaktadır. Ne var ki, bütün bu kof gücü, teknolojik ve nicel üstünlüğü onun ereğine ulaşmasına yetmemektedir. Bilakis Kürt Ulusal Hareketi, Türk hâkim sınıfları karşısında sahip olduğu dezavantajlara rağmen, Kürt ulusal kitlelerine dayanması, içte-dışta ilerici devrimci kamuoyu ve halk kitlelerinden destek bulması

ve mücadele yönteminde kullandığı gerilla savaşı metodu sayesinde başarılar elde ederek ilerlemektedir. Bugün geldiği evre büyük yetersizlikler ve zaaflar taşısa da ve ulusal sorunun gerçek çözümünün şartı olan ulusun bağımsız devletine sahip olma hakkı karşısında geri de olsa, bir dizi ilerleme ve kazanımlar sağlama düzlemindedir. Burada temel soru şu; mevcut mücadele ve gelişmelerle bağımsızlık hakkı elde edememiş olmasına karşın, elde ettiği kazanım veya sağladığı ilerlemeleri nasıl göreceğiz? Kendi kaderini tayin hakkı elde edilmeden-tanınmadan Kürt ulusal sorununun gerçekte çözülmüş olduğunun kabul edilemeyeceği açıktır. Dolayısıyla stratejik yönelim ve yaşamsal talep olarak Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkına kavuşmasından geri adım atamayız. Fakat bu gerçekliğe karşın, Kürt ulusunun gasp edilmiş ulusal haklarının bir bölümünde ve eski statüsünden daha ileride sağladığı bir gelişme

ve kazanımlar karşısında retçi olamayacağımız, tersine ileriye dönük her kazanımı savunacağımız da açıktır. Zira Kürt ulusuna, “bağımsızlığını kazanamadığın için veya bağımsızlık hakkını elde edemediğin için diğer kazanımlarını bırak eskide olan en geri durumuna, yani en ağır milli baskı ve zulüm koşullarında kal-kabul et’’ diyemeyiz. Çıkış ve talepleri değişik biçimlerde formüle edilse de bütün ulusal hareketlerin içsel eğilimi bağımsızlık yönündedir. Ki ulusal hareketler genel olarak baskıyla sınırlanmış olan şartlarda güncel-ulusal sorun ve talepler biçiminde ortaya çıkarlar. Ama bu onların bağımsızlık istemlerinin olmadığı anlamına gelmez. Bağımsızlık arzusu gizli de olsa zihinlerinde daima bulunur. Bunu koşullayan ulusal sorunun ekonomik özü olan Pazar sorunudur. Açık ki, ulusal hareketler belli tarihsel koşullarda dil, kültür, toprak sorunu gibi ulusal baskı mantalitesine uygun değişik sebeplerle gündeme

gelse de son tahlilde siyasi mecrada noktalanırlar. Ancak demokratik sorun olan ulusal sorun demokratik yollarla da bir biçimde çözülebilir.

Sosyalist çözüm dışındaki tüm savunular özünde burjuvadır Birçok yerde ulusal sorun emperyalist planlar dâhilinde burjuva demokratik çözümlerle belli noktaya çekilmiş olmasına karşın, yine bu yerlerde ulusal sorunun köklü olarak çözülüp ortadan kalkmadığı görülmektedir. Emperyalist dünya gericiliğinin çıkarları doğrultusunda ve işine geldiği gibi kullanmak üzere elde hazır tuttukları bu gerçek ulusal sorunların burjuva tarzda nasıl çözüldüklerinin gerçek yüzünü gösterir. Söz konusu bu burjuva çözümlerin ulusal sorunun sosyalist yolla çözümlerini ortadan kaldırmadığı açıktır. Fakat buna karşın burjuva demokratik anlamda gerçekleştirilen çözümlerin, ilgili uluslar açısından sorunun hiç çözülmemiş halinden daha ileri ve yeğ olduğu inkâr


05

edilemez. Kısacası, sosyalist çözüm dışında burjuva demokratik çözüm bağlamında gündeme gelen federasyon, özerklik, otonomi gibi çözümler son tahlilde yetersiz ve adı üzerinde burjuvadır. Bunların yetersiz ve geri olması doğrudan ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının tanınıp tanınmaması ile alakalıdır özünde. Bugün Kürt Ulusal Hareketi, Türk hâkim sınıflarının sorunun çözümünden uzak ve tersine sorunu derinleştiren imha, inkâr politikalarında bir ısrar gösterdiği açıktır. Geride bırakılan “barış-çözüm” sürecinin ulusal hareketin devrimci dinamiğini tasfiye etmeye dönük gerici özde geliştirilen bir süreç olduğu çıplak biçimde bir kez daha açığa çıkmıştır. Gerçekleştirilen katliam saldırganlığıyla Kürt ulusuna teslimiyet dayatıldığı çok daha açık biçimde görülmüştür. Bugün Kürt Ulusal Hareketi’nin katliam saldırılarına karşı yürüttüğü karşı savaş veya direniş savaşı Türk hâkim sınıflarıyla anlaşmayı merkeze alan ve amaçlayan bir direniştir. Ne var ki, dayatılan teslimiyet ve tasfiyeyi kabul etmeyen ileri özelliklere de sahiptir. Kürt Ulusal Hareketi henüz kopuş gösteremediği “barışçözüm” sürecini yeniden canlandırmayı benimseyen ve mevcut konjonktürde belli statüler elde etmeyi hedefleyen siyasi doğrultuya sahiptir. Türk hâkim sınıflarının bunca barbarlığına, katliam ve koyu baskılarına karşın bu çizgisini stratejik eğilim olarak ortaya koymaktadır. Bağımsızlık hakkı karşısında geri, ama somut taleplerinde demokratik ve ileriye dönük bir siyasi hat izlemektedir. Barbar katliam saldırılarının devreye sokulduğu en keskin çatışma koşullarında karşı taktik olarak öz-yönetim/özerklik iradesi ortaya koyması ulusal hareketin haklı taleplerle ileriye dönük bir eğilim içinde olup demokratik zeminde olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda ulusal hareketin en ağır şartları bile lehine çevirme yeteneği sergilediği de kanıtlanmış olmaktadır.

Önemli zayıflıklarına rağmen öz-yönetim ilanı ileri ve meşrudur Kuşkusuz ki, ulusal hareketin mevcut eğilim ve çizgisi veya öz-yönetim ilanı kendi kaderini tayin etme hakkı karşısında geri ve yetersizdir. Türk egemen sınıfları devletini tanıyarak ulusal bağımsızlığını objektif olarak öteleyen özelliğiyle özerklik vb gibi çözümler gerçek bir çözüm olamazlar. Hatta bu çözümler son tahlilde Türk hâkim sınıfları ve devletlerinin lehinedir. Dahası öz-yönetim ilanında taşıdığı yönelim, Türk hâkim sınıflarına mesaj verme niteliğinde olduğundan da zayıflıklar-hatalar taşımaktadır. Ancak bütün bu zayıf-hatalı temele karşın, öz-yönetim ilanı büyük bir adım ve karşı koyuştur. İleriye dönük adım olarak ileridir. Tıpkı gerici savaş dayatmasına karşı “barış” ısrarı göstermesi gibi… Kısacası Kürt Ulusal Hareketi taşıdığı zayıflıklara rağmen gasp edilmiş ulusal demokratik haklarını kazanarak geliştirme yolunda ilerlemektedir. Geri yanlarına ve muhtemel olan “barış” sürecine dönme olasılığına karşın, verdiği mücadele ve elde ettiği kazanımlar demokratik zemindedir, desteklenmesi gerekenlerdir. Bir yanını eleştirirken, öte yanını desteklemek birbiriyle çelişmeyen doğru yaklaşımdır. Bu bağlamda özyönetim/özerklik ilanları son derece meşru ve demokratik adımlardır. İsterse bunlar gerici AKP iktidarını masaya oturtmaya dönük adımlar olsun, yine de desteklenmesi gereken ileri adımlardır. Özcesi ulusal hareketin stratejik eğilim ve çizgisinde ciddi sorunların olduğu, hatta taktik siyasetinin bu gövdeden beslenerek zaaflar taşıdığı bir gerçektir. Ne var ki, ileri sürdüğü talepler, elde ettiği kazanımlar ve siyasi gelişmeler zemininde ortaya koyduğu siyaset ve pratik demokratik niteliktedir. Bizler ulusal sorunun çözümünde sosyalist çözümü olmazsa olmaz değerinde görürken, bunun gerisinde bulunan Kürt Ulusal Hareketi’nin ileriye dönük kazanım ve haklı taleplerini desteklemekten imtina edemeyiz-etmeyiz.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

KISACA SEÇİM EKSENLİ PRATİĞE DÖNÜK ELEŞTİRİLER ÜZERİNE!

S

eçimler ve dolayısıyla seçim ittifakı gündemde olduğundan, bu zeminde yaşanan gelişme ve hatalı yaklaşımları ele almak gerekli ve ihtiyaçtır. Yaşanan tecrübeler birçok eksikliği açığa çıkardığı gibi birçok hatalı anlayış ve yaklaşımı da gündeme getirdi. Seçim ve ittifak bağlamında yeni bir sürece hızla girilip hazırlanırken hem tecrübelerden öğrenmek ve hem de hatalı anlayışları düzeltmek doğru olacaktır. Geride bıraktığımız kısa tecrübe süreci bir dizi eleştirinin yapılmasına tanık oldu. Haklı ve doğru eleştiriler gibi, hatalı ve yanlış anlayışlardan beslenen eleştirilerde oldu. Doğru eleştirilerden çıkarılması gereken bir sonucun, daha iyi organize olup iç demokratik işleyişi mümkün olduğunca daha doğru ve verimli olarak kullanmanın gerekli olduğudur. Bu konularda çok ciddi hatalar olmasa da bazı eksikliklerin gündeme geldiği söylenebilir. Bir kısmı çalışmanın yeni bir çalışma olarak gündemimize girmiş olmasından ileri gelen tecrübesizliklerden ileri kaynaklandığı gibi, bir kısmının zaman sorunu ve bazı objektif şartların sonucu olarak ileri geldiği söylenebilir. Örneğin demokratiklik bakımından, belli belirlemelerde gerekli kesimlerle gerekli bilgi alışverişinin zamanında yapılamaması ve bazı meselelerin nispeten dar bileşen içinde sonuçlandırılması durumunda kalınması gibi eksikliklerden söz edilebilir. Öte taraftan bazı çalışmaların basına yansıtılamaması veya bu çalışmaların basına yansıyacak biçimde etkin olarak sergilenememesi bir eksiklik olarak göz önünde bulundurulması gereken eleştiri konularındandır. Elbette bu durumun salt eksiklikten ileri gelmeyip bazı nesnel şartlar tarafından beslendiği de söylenmek durumundadır. Kısacası bu eksende bir dizi tecrübe çıkarmak mümkündür. Ve bunlar kuşkusuz ki, göz önüne alınacaktır. Vurgulamakta fayda var ki, bir dizi sorun veya eksiklik hatalı anlayış ve yaklaşımlardan beslenmektedir. Örneğin gerekli propaganda ve kazanımların ilerletilmesi genel bir desteklemenin ürünü olabilir. Elde edilen kazanımın desteklenerek propaganda edilmesi kazanımları ilerletirken, tersi yaklaşımlar, yani desteklemeyi eleştiri adına kösteklemeye vardıran dedikodu tarzı yaklaşımlar kazanımları tırpanlayarak zayıflatır. Dolayısıyla bunun dikkate alınması en doğru tutum olacaktır. Daha da önemlisi, hatalı anlayışlarla yürütülen eleştiriler ve bunların yarattığı negatif algı ya da atmosferdir. Örneğin;

yemin meselesinin ilkesel olarak değerlendirilip karşı koyuş tarzında eleştiriye dönüştürülmesi önemli hatalı tutumlardandır. Yemin kelimenin tüm muhtevasıyla batıl, feodal ve mistik dini bir argümandır. Dolayısıyla bu denli temelsiz ve anlamsız olan bir konunun ciddi bir eleştiriye konu edilip ilkesel hata olarak değerlendirilmesi altı boş bir eleştiridir. Dediğimiz gibi yemin zaten somut bir karşılığı olmayan değersiz, anlamsız ve batıl bir işlemdir. Bizler için batıl olan bu ve her hangi bir yeminin bir değeri, bir anlamı ve bağlayıcılığı yoktur, olamaz da. Dolayısıyla burjuva batıl gericiliğin bir prosedüründen başka bir anlam taşımamaktadır bizler için. Yemin ederek hiçbir değerimizi reddetme durumuna düşmeyiz. Yemin ederek bağlılığımızın ya da tersini kanıtlamış da olmayız. Dahası, yemin meselesini niteliğimize bağlı olarak bir itiraz gerekçesi haline getirebiliriz. Fakat içinde yer aldığımız partinin genel yaklaşımı veya gurup disiplinini çiğneme ya da yemin vesilesiyle bu partiden kopma gibi bir tercihte bulunamayız, bulunmak doğru olmaz. Öte yandan başından itibaren bilinen yemin meselesine rağmen seçimlere girmeyi kabul ettikten sonra, sanki bilinmeyen ve sürpriz olarak karşımıza çıkmış bir mesele gibi yemin meselesi geldiğinde bütün hedeflerimizi bir kenara atarak yemin etmeyip önceden planlayarak elde ettiğimiz bir kazanımı boşa düşürmemiz hiçbir mantığa sığmaz. Yeminin belli bir itiraz ve sorun yaratmadan sonra yapılmasını onaylamak ise, sorunu ilkesel değerlendiren anlayışlar açısından tutarlı bir yaklaşım olmadığı açıktır. Yani şayet sorun ilkeselse, itiraz sonunda yemin edilmesi de ilkeyi ihlal etmektir. İtirazsız yapmak ilkesizlik ama itirazla yemin etmek ilkesizlik değil görüşü temelsiz ve tutarsızdır. Dolayısıyla yemin meselesini ilkesel gören ve hatta daha ağır değerlendirmelerde bulunan anlayışların hatalı olduğu açıktır. Yemin meselesi üzerinde elde edilmiş kazanımın zayıflatılması veya sorunu dedikodu temelinde yıpratmaya kadar çıkarmak doğru yaklaşım olamaz. Genel prensip olarak ve elbette sorumlu davranış adına, doğru ya da yanlış olsun eleştirilerin belli bir disiplin ve sorumluluk içinde yürütülmesi en doğrusudur. Bağlayıcılık taşımamayı bir avantaj olarak telakki edip yıpratıcı eleştiri pratiğine girmek, hukuken aksi bir hak ve sorumluluk taşımazken devrimci kültür ve sorumluluk açısından elbette etik bir sorumluluk taşır. Eleştirileri demokratik zemin ve kültürle yürütmek yeğdir.


06 haber yorum

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Devrimci gerçeklerin aydınlattığı Devrimci savaşların geçerliliğidir! “Dolayısıyla devrimci savaş, silahlı mücadele ve silahlı eylem gibi devrimci olgular dünya gericiliği başta olmak üzere, her türden gericiliğin ve hatta siyasi gericilikten daha yumuşak olan ideolojik gericiliğin hedefi olarak her dönem tasfiye tahtasında hedef haline getirilmiştir. Bilumum gericiliğin yalan bestelerle oluşturduğu ortak koroları, devrimci savaş ve silahlı mücadelenin terör olduğunu haykırmıştır, haykırmaktadır. Bu anlaşılırdır. Çünkü devrimci savaş, silahlı mücadele-gerilla savaşı onların iktidar ve düzenlerine tam bir panzehir olmakla birlikte, onların yenemedikleri ve karşısında yenilmekten kurtulamadıkları bir kabustur. Dolayısıyla saldırmaları, terör yalanıyla damgalamaları, bin bir demagoji ve hileyle karalamaları ve her türden manipülasyon, komplo ve entrikaya başvurmaları anlaşılırdır. Bu siyasi düşmanlar dışında, ideolojik gericiliğin sınıf hareketine sızmış veya sınıf hareketi içinde peydahlanmış olan burjuva ideolojik akımlardan reformist ve revizyonist gerici akımların devrimci savaş ve silahlı mücadeleye siyasi gericiliği aratmayacak düzeydeki saldırıları da aynı derecede anlaşılırdır. Zira onların da tüm burjuva hayalleri, burjuva dünyaları ve burjuva düzenle bütünleşen rahatları bozulup alt-üst olmaktadır…” Barış diyenlerin savaştığına ve/veya savaşmak zorunda kaldığına tanıklık yapmaktayız. Bu üzerinde durulması gereken aydınlatıcı bir gerçek ve sosyal pratikten doğan büyük bir tecrübedir. Ulusal hareket barıştan yana olmasına, barış istemini yüksek sesle dillendirmesi-

ne ve barış için büyük çabalar harcamasına karşın savaşıyor, savaşmak zorunda kalıyor. Barış için savaşıyor olsa da, son tahlilde savaşıyor olması gerçeği değişmiyor-değişmez. Çaba gösterdikleri barış eleştirilmeye muhtaç olsa da son tahlilde istedikleri barıştır, savaş değil. Bu tablo ve durumun izah edilmesi gereken bir tablodur. Bu tablo ve gerçek karşısında gözlerimizi kapayamaz, sırtımızı dönüp hiçbir şey yokmuş gibi yolumuza devam edemeyiz. Barış için çaba gösterenlerin savaşı çok sevdikleri iddia edilemez. Savaşıyor olmaları savaşmak zorunda bırakıldıklarındandır. Genel olarak da hiç kimse, hiçbir siyasi hareket keyfine savaşa başvurmaz, kendisine dayatılmadan, zorunda kalmadan ve gerekli olmadıkça savaşmaz. Proletarya ve halk kitlelerinin doğrudan ya da sınıf örgütleri aracı-

lığıyla yürüttükleri devrimci savaşlar bunların gerçekçi seçeneklere karşın savaş seçeneğini kullandıkları söylenemez. Bilakis devlet ve iktidarı zorla gasp edip gerçek sahiplerine vermedikleri ve bunların örgütlenme ve mücadelelerine gerici zor, şiddet ve savaşla saldırdıkları için devrimci savaşa başvurma meşruiyeti ortaya çıkmaktadır. Ulusal savaşlar-ulusal devrimci savaşlar da benzer zeminde gündeme gelmektedir. Ezen egemen ulus hâkim sınıfları ezdikleri uluslara bağımsızlık hakkı ve diğer ulusal haklarını vermeyip ulusları zorla bağımlılık altında tuttukları için bağımlı uluslar kurtuluş savaşlarına başvurmak zorunda kalmaktadırlar. Savaşların gerici sınıflar tarafından koşullandığı açıktır. Bugün Kürt ulusuna dayatılan savaş da bunun bir kanıtıdır. Gerici hâkim sınıfların devlet ve iktidarı ellerinde tut-

mak, geniş halk kitlelerini baskı altında tutarak sömürü düzenlerini sürdürmek, bu kitleleri bir birine kırdırarak bölüp parçalayıp yönetimleri altında tutmak, bizzat silah tüccarı olan emperyalist silah baronlarının silahlarını pazarlayarak satmak vb. savaşları kışkırttıkları, savaş çıkarttıkları ve savaşların doğrudan kaynağı oldukları saklanamaz gerçektir. Ne ki, gerici dünyanın tamamı bütün bu gerçeği ve durumu saklayarak devrimci savaşları sebepsiz bir terör hareketi olarak damgalamakta, fitne-fesat peşinde koşup kaos-karmaşa yaratmaya çalışan bir avuç kendini bilmez çapulcunun işi olduğunu zırvalamakta, yarattıkları manipülasyonlarla toplumsal kitleleri de çoğu kez bu yalanlarına inandırmaktadırlar. Bunda satılık kalemleri, ideologları, yazar-çizerleri de büyük rol oynamaktadır.


07 Gericilerin elbirliğiyle gösterdikleri bu çaba boşuna değildir. Zira dünya gericiliği sistemi başta olmak üzere, tüm gerici sınıf iktidarlarına, gerici sınıf imtiyazları ve çıkarlarına, gerici iktidarlarının doğrudan sonuçları olan gerici savaşlara, gericiliği ayakta tutan tüm temellere yönelen en büyük tehdit ve tehlike devrimci sınıf savaşı temelinde gündeme gelen silahlı mücadeledir. Korkuları ve saldırıları, tasfiye etme çabaları anlaşılırdır, çünkü silahlı mücadele ve gerilla savaşı karşısında en büyük orduları ve en ileri silah teknolojileriyle zafer kazanamadıklarını onlarca tecrübeden bilmektedirler…

Silahlı mücadele her dönem dünya gericiliği ve reformist-revizyonist akımların hedefi olmuştur Dolayısıyla devrimci savaş, silahlı mücadele ve silahlı eylem gibi devrimci olgular dünya gericiliği başta olmak üzere, her türden gericiliğin ve hatta siyasi gericilikten daha yumuşak olan ideolojik gericiliğin hedefi olarak her dönem tasfiye tahtasında hedef haline getirilmiştir. Bilumum gericiliğin yalan bestelerle oluşturduğu ortak koroları devrimci savaş ve silahlı mücadelenin terör olduğunu haykırmıştır, haykırmaktadır. Bu anlaşılırdır. Çünkü devrimci savaş, silahlı mücadele-gerilla savaşı onların iktidar ve düzenlerine tam bir panzehir olmakla birlikte, onların yenemedikleri ve karşısında yenilmekten kurtulamadıkları bir kabusdur. Dolayısıyla saldırmaları, terör yalanıyla damgalamaları, bin bir demagoji ve hileyle karalamaları ve her türden manipülasyon, komplo ve entrikaya başvurmaları anlaşılırdır. Bu siyasi düşmanlar dışında, ideolojik gericiliğin sınıf hareketine sızmış veya sınıf hareketi içinde peydahlanmış olan burjuva ideolojik akımlardan reformist ve revizyonist gerici akımların devrimci savaş ve silahlı mücadeleye siyasi gericiliği aratmayacak düzeydeki saldırıları da aynı derecede anlaşılırdır. Zira onların da tüm burjuva hayalleri, burjuva dünyaları ve burjuva düzenle bütünleşen rahatları bozulup alt-üst olmaktadır… Kısacası bütün bu zeminde devrimci sınıf güçlerinin devrimci gerçeği görmeleri ve bu gerçeğin aydınlattığı devrimci savaşların zorunluluğunu köklü olarak bilince çıkarmaları gereklidir. Mevcut dünya gericiliği sisteminde ve bu sistemin parçaları durumundaki tek tek gerici iktidarlar altında barış isteyenlerin dahi savaşmak zorunda kalıyor olmaları şüphesiz ki öğretici bir ders niteliğindedir. Bu gericilik şartlarında, gerici sınıf iktidarlarıyla, dikkat edin gerici sınıf iktidarlarıyla barış içinde yaşamak üzere çabalayanlar eğer savaşmaktan geri duramıyorsa, devrimci savaş ve silahlı mücadelelerin nesnel bir gereksinim olduğu bir kez daha aydınlanmış, karara bağlanmış demektir. Dolayısıyla silahlı mücadeleye dönük tüm hatalı yaklaşım ve tartışmalar yaşanan gerçekler karşısında çürümüş, silahlı mücadele, gerilla savaşı ve silahlı devrimci savaşın ne kadar geçerli ve elzem olduğu ispatlanmış oluyor. Ancak sosyal pratiğin çıplak biçimde ortaya koyduğu bu gerçekliğe karşın devrimci sınıf hareketi hala büyük kafa karışıklığı ve bocalamalar içinde bulunmaktadır. Onlarca devrimci hareket yapılanmasından söz edildiği ülke sınıf hareketi içinde silahlı mücadele zemininde bulunan hareket sayısı bellidir. Devrimci sınıf hareketinin silahlı mücadeleye mesafeli olan bu durumu devrimin gelişememesinde büyük bir etkendir. Devrimci kitlelerin enerjisi veya devrimci dinamiğin önemli bir kesiminin silahlı devrimci mücadele bünyesi dışındaki hareketler içinde yer alması bu dinamiğin erimesi olarak telakki edilmese bile, devrimci ihtiyaçların ileri mevzilerinde konumlanmayarak devrimin gelişememesinde rol oynadığı objektif bir gerçeklik olarak doğrudur. Devrimci eylem birlikleri ve ittifakların bu zeminde son derece değerli olduğu söylenebilir. Zira devrimci kuvvetlerin birliği devrimin güç olması, mücadelenin güçlenmesi demektir. Stratejik olmasa da taktik siyasette sağlanarak devreye sokulan 7 Haziran seçim ittifakı tecrübesinden önemle ders çıkarılmalıdır. Bu ittifakların ya da eylem birliklerinin silahlı mücadele ve devrimci savaş zemininde gerçekleştirildiği düşünüldüğünde daha büyük kazanım ve ilerlemelerin sağlanacağından kuşku duyulamaz.

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ refik demir

KİTLELERDEN ÖĞRENME BİLİNCİNİ KUŞANALIM

S

ınıf mücadelesinin temel içeriği kitleleri örgütlemek ve devrime taşımaktır. Kitleler adına yapılan devrim mutlaka kitlelere dayanmak ve kitleleri esas almak durumundadır. Kitlelere dayanmayan, kitlelerden öğrenmeyen, kitleleri devrimin merkezine koymayan hiçbir devrim hareketinin gelişme ve proleter bir devrim gerçekleştirme ve sürdürme zemini asla olamaz. Olsa dahi bu devrimin kendisine ve kitlelere yabancılaşması ve son tahlilde zıddına dönüşmesi kaçınılmazdır. Dolayısı ile devrimimiz baştan itibaren mücadelenin her sürecinde kitlelerden kitlelere doğru siyasetini hayata geçirmek ve bu bilinci kuşanmak zorundadır. Hiçbir tarihsel süreç, koşul ve zorunluluk bu ileri perspektiften geri adım atmayı meşrulaştıramaz. Geçmiş devrim süreçleri başta olmak üzere yaşadığımız bütün tecrübeler defalarca kez bizlere kanıtlamıştır ki kitleleri öteleyen, kitlelere sadece destekçi rolünü biçen ve kitlelerin tarihsel öğretici yanından öğrenmeyen bir devrim hareketinin yenilmekten ve geriye düşmekten başka bir yeteneği olamaz. Kitle politikası bir devrim hareketinin karakterini belirleyen bir içerik taşır. Kitleler ile devrim hareketi arasında güçlü bir diyalektik bağ vardır. Bu diyalektik bağı bilimsel bir zeminde ele alan ve kitlelerin o muazzam kahredici devinimini harekete geçiren bir toplumsal öznenin yıkamayacağı hiçbir gerici bent yoktur. Tüm bu gerçekliklerden kaynaklı sınıf mücadelesi düzleminde attığımız her adım kitlelere dayanmalı ve kitlelerden beslenmelidir. Gerek dünya’da gerekse de mücadele yürüttüğümüz coğrafyada bu anlamda ciddi tecrübeler ve birikimler bulunmaktadır. Kitlelerin yaratıcılığını ve değiştirici/dönüştürücü muazzam etkisini somutlayan bir yığın gelişme bizlere referans ve yol göstermektedir. Bunun en yakın ve canlı örneğini ise Gezi/Haziran ayaklanması oluşturmaktadır. Kitlelerin Gezide ortaya koydukları irade ve yarattıkları toplumsal etki adeta bir yol ayrımını işaret eden dinamo rolü oynadı. Gezi/Haziran ayaklanması sonuçları itibari ile hem AKP iktidarı nezdinde egemenler cephesinde, hem de devrim hareketi cephesinde alışılagelmiş bir yığın geleneksel tabuları, önyargıları ve bilinçleri yıkan bir muhteva ortaya çıkarmıştır. Devrim hareketi açısından yarattığı etkinin en belirgin temeli takatten düşmüş, politik olarak tıkanmış, yenilenmeye ayak direyen bir noktada umut yaratmış ve ön açıcı güçlü bir zemin yaratmıştır. Gezi/Haziran ayaklanması vurgulamak gerekir ki devrim hareketini silkelemiş ve sarsmıştır. Gezi/Haziran sürecini doğru okumak ve dersler çıkarmak devrim hareketinin temel görevlerinden biridir. Gezi/Haziran sürecinin derslerini ve çıkarılması gereken sonuçları 3.Kongresinde ciddiyetle ele alan Maoist Komü-

nistler, kitlelerin rolüne ilişkin şu vurguları yapmıştır. ‘’ Yok farz edilen ve bir hiç olarak gösterilen ezilenlerin her şey olduğu, mücadelede bilinçli bir özne durumuna geldiklerinde her şeyi kazanacakları bir kere daha görülmüştür. Halkların denetimindeki görevliler ve hizmetliler yönetiminin, üstün zekâlı denilen burjuva hiyerarşik örgüt ve yönetme modeline karşı halk kitleleri konuları nasıl ele almalı sorusunu da cevapladı. Mütevazıde olsa Paris Komünü’ne, Sovyet fikri ve Şangay Komünü tasavvuruna somut ve güncelde nasıl olacağına ilişkin katkıda bulundu. Elbette son derece gerekli olan komünist önderlik ihtiyacını da ortaya çıkardı. En büyük önder olan halk kitlelerinin stratejik, gerçek önder ve belirleyici halka olduğunu gösterdi. Ve kitlelere güvenmeyen, tabandan biriken öfke mayalanmasıyla birleşme görevini yerine getirmeyen, hem tarihini hem de günceli çok yönlü ve bütünlüklü olarak sorgulamayıp gerekli dersleri çıkaramayan, Kendisini ayrıcalıklı ve çokbilmiş gören devrimci ve komünist hareketi de silkelemiş ve yeniden doğrularak görev başına davet etmiştir. Gerçek hayatı ve dünya yı olumlu ve olumsuzluklarıyla, ezen ve ezilen cephesinden gelişmeleri ve içinden geçilen somut süreçleri doğru okuyamayıp, eskide ve statüko zaptiyeciliğinde ısrar edenlere ise devrimci eylem adeta tokat atarak iyi bir ders vermiştir. Kitlelerin öğrencisi olmamakta ısrar ederek anlayış ve pratikleriyle onlara empoze projeler, politika ve çizgiler üzerinden örgütleme ve mücadele yürüyüşüyle halkların doğru temelde örgütlenemeyeceği ve geleceğin kazanılamayacağını da kabul etmek zorundayız. Devrimlerin asla ithal ve kaba bir tekrar olmadığı bir kez daha görülmüştür.’’ Son derece önemli olan bu dersleri ve belirlemeleri bilince çıkarma, kavrama ve somutlaştırma meselesinde hala oldukça geri bir noktada olduğumuzun altını çizmek durumundayız. Hala esas olarak saflarımızda ve bütünlüklü politik yaklaşımlarımızda eskinin geleneksel alışkanlıklarının hâkim olduğunu açıkça belirtmek gerekiyor. Değişen yeni toplumsal gelişmelere cevap olamayan eski geleneksel alışkanlık, çalışma tarzı, düşünüş tarzı, örgütleme modelleri ve araçları ile mevcut toplumsal gerçeklikle buluşma ve ileriye taşıma zemini asla olamaz. Bu perspektif doğrultusunda tüm örgütlü güçlerimiz ve kurumlarımız Gezi/Haziran ayaklanmasının derslerini ve bu dersler üzerinden ilerleyen ve doğru sonuçlar çıkaran Maoist komünistlerin yeni yönelimi ve bilinci ile kuşanmak zorundadırlar. Yeni toplumsal gelişmeler ve güçlenen devrimci durum bizlere bunu dayatmaktadır.


08

güncel yorum

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Genel kodlarıyla “Barış’’ sürecinden “Elbette bütün bunlar verilecek mücadelenin sadece bir kısmını ve hatta taktik öneme sahip kısmını oluşturur. Bunlardan daha da önemli olan, gerici haksız savaş ve topyekûn saldırganlık konseptine karşı militan çizgide devimci eylem ve silahlı savaş pratiğinin geliştirilmesi, haksız savaşa devrimci savaşla yanıt verilmesi tavrı-tutumudur. Demokratik mücadelelerde de daha militan bir duruşun sergilenmesi sürecin ihtiyacı ve devrimci duruşun gereğidir. Karşı-devrim topyekûn saldırıya geçmişken pineklemenin yeri yoktur. Keskin devrimci atılganlıkla karşı-devrimci dalganın kırılması her düzey ve alandaki mücadelenin doğal devrimci refleksi olmalıdır. Haksız savaş devrimci savaşla, gerici saldırganlık militan devrimci pratikle yanıtlanmak durumundadır.” Mevcut durumda Kürt Ulusal Hareketi ile Türk hâkim sınıflarının egemen kliği, başka bir değişle Erdoğan komutasındaki AKP iktidar güruhu arasında dört başı mamur bir savaşa dönüştürülmemiş ama büyük bir savaşın amansızlığını, acımasızlıklarını ve bedellerini geride bırakan cinsten keskin bir çatışma süreci yaşanıyor. Öyle ki, adeta yeni bir soykırım süreci yaşıyor Kürt ulusu. Tıpkı 6-7 Eylül olayları olarak tarihe not edilen gayrimüslimlere uygulanan kıyım gibi… Kürdistan illeri ablukaya alınıp dünyayla bağları kesilerek hiçbir hukukun geçmediği ölüm mangalarının merhametine emanet ediliyor. Kürt bebekleri bombalar ve kurşunlar altında ateşli silahlarla katlediliyor, defnedilmelerine izin verilmeyen bu bebek ölüleri buzluklarda saklanmak zorunda kalınıyor. Gaz-barut ve kan kokusuna dayanamayarak kalp krizi geçiren yaşlılara müdahale mümkün olmadığı için ölüp gidiyor. Askeri Faşist Darbe koşullarını aratmayan sokağa çıkma yasakları uygulanıyor, günlerce açlık, susuzluk zulmüne gömülen bu şehirlere her türlü askeri saldırganlık ve katliam uygulanıyor. Muammaya sürmeden söyleyelim ki, “T.C’’ devletini temsilen Erdoğan/AKP iktidar güruhu her türlü imkânı son kertesine kadar kullanmakla birlikte,

başvurduğu kirli metotlarla savaş hukuku ve ahlakını pervasızca çiğneyen en vahşi bir savaş pratiği ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, yaşanan çatışmalı durumu dört başı mamur bir savaş veya tam manada bir savaş değil de büyük bir çatışma olarak tarif etmemizin nedeni, Erdoğan şürekâsının son gayret ve tüm olanaklarıyla yürüttüğü savaşın bu tanıma ulaşmamış olması değil, bilakis Kürt Ulusal Hareketi’nin belli bir strateji ve hedef doğrultusunda kontrollü bir savaş yürütmesinden dolayı düşük yoğunluklu bir savaştan ya da keskin bir çatışmadan söz ediyor, bu tanımlamayı yapıyoruz. Aksi halde teorik açıdan da pratik açıdan da çıplak bir savaşın söz konusu olduğu tartışma götürmez kadar açıktır. Türk hâkim sınıfları egemen kliği tarafından topyekûn bir savaşın yürütüldüğü zerre kadar kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin bir gerçektir.

Devletin saldırganlığı Kürtlerin barış talebinedir “Saray” ya da “beş tepe” ünleriyle tasvir ve kast edilen Erdoğan’ın, darbeden daha masum olmayan bu saldırganlık, çatışma ve savaşı bilinçli bir planla baş-

lattığı herkesçe bilinmektedir. Kürt ulusunun bütün barış istemleri, bu doğrultudaki iradesine ve süreci özveriyle yürüten çabalarına rağmen Erdoğan tarafından kendilerine dayatılan bu savaşta, Kürtler kendilerine has demokratik hak ve özgürlükler, AKP/Erdoğan ise tek başına iktidar olma ve mutlak itaat arzusuna dayalı hükümranlıkla başkanlık istiyor. Bu istemlerden hangisi daha makul ve meşrudur sorusu yanıtlanmayacak kadar sıra dışıdır. Bugün Cizre’de askeri darbe şartlarına has uygulanan ve diğer Kürdistan illerinde devrede olan vahşi katliam ve kıyım saldırganlığı, Kürtlerin barış istemleri temelinde ileri sürdükleri kendiliğinden haklarından başka bir gerekçeye oturmamaktadır. Burada bir noktaya dikkat çekmek isabet olacak. Pratik olarak barış için, evet barış için direnen Kürtlere katliamlar eşliğinde zulmedilmektedir. Yani yapılan katliamların somuttaki sebebi barış talebidir. Savaş isteyenlere karşı barışın savunulması anlamlı olduğu kadar, büyük bir karşı koyuş anlamına da gelir. Bu noktaya dikkat çektikten sonra genel olarak sürece neden gelindiği ise biraz daha geniş izah istemeye muhtaçtır.

Çatışmasızlık niteliğinde yürüyerek ‘’Dolmabahçe Protokolü’’ ile müzakere evresine varan “çözüm” ve “barış” sürecine virgül koyulup, kanlı katliam saldırılarıyla seyreden çatışma-savaş sürecine dönülmesinin Erdoğan/AKP şürekâsı açısından bir dizi gerici hesap ve hedefe dayandığı açıktır. Erdoğan/AKP güruhu Türkiye-Kuzey Kürdistan satında yaşanan siyasi gelişmeler ve buna paralel olarak Rojava’da yaşanan gelişmeler karşısında büyük bir tedirginlik ve korku yaşayarak adeta köşeye sıkışmış durumdadır. Bu durum karşısında çaresizce başvurduğu çıkış ise saldırganlık ve savaş politikasının tırmandırılmasında ifade bulmaktadır. ‘’Barış’’ süreci temelinde anlaşmalarla ilerleyen müzakere ve çatışmasızlık sürecinin sonlandırılarak çatışma koşullarına dönülmesinin görünürdeki sebebi, 7 Haziran seçimlerinde kaybettiği ‘’üstünlük’’ ve dolayısıyla tek başına iktidar olup başkanlık rüyasını gerçekleştirememe durumuyla yitirdiği gerici imtiyazlar biçiminde görülse de, gerçek sebeplerin çok daha kapsamlı olduğu açıktır. Kuşkusuz ki, seçimlerde istediği sonuçları elde edemeyerek başkanlık vb.


güncel yorum

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

09

savaş saldırganlığa atlama yeteneği rüyalarını gerçekleştirememesi ve bunda Kürt Ulusal Hareketi’nin oynadığı rol, Erdoğan/AKP güruhunun saldırganlığını tırmandırarak Kürt ulusundan intikam alma biçiminde başlattığı süreçte bir etkendir. Ki başkanlık rüyasını çökerten bu sürecin yolsuzluk dosyalarının açılarak yargılanmalarını olanaklı hale getirmesi Erdoğan ve şürekâsını çok ciddi biçimde korkutup kâbusa sürükleme bakımından da önem kazanmaktadır. Bu tehlikenin yakın bir tehlike ve tehdide dönüşmesi çatışma ve saldırganlık sürecine dönülmesinde büyük bir etkendir.

Saldırılar tüm toplumsal dinamikleri hedeflemektedir Ne var ki, mesele bununla sınırlı değil. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, baskı, talan ve sömürü politikaları ile birlikte emperyalist projelerin hayata geçirilmesi zemininde toplumun değişik ve geniş kesimlerinden yükselen bir mücadele dalgası gündemdedir. İşçi sınıfı, geniş emekçi kitleler, doğa tahribatına karşı çevreciler, HES ve barajlarla yok edilen doğasını koruyan köylüler, ezilen ulus, azınlık ve inanç kesimlerine uygulanan baskılara karşı mücadeleler, kadının karşı karşıya kaldığı her türden baskıya karşı yükselen mücadeleler, cinsel kimlik sorunları temelinde gelişen mücadeleler vb. zemininde büyük bir toplumsal hoşnutsuzluk aktüel durumdadır. Kürt ulusunun kendisine dayatılan teslimiyet ve tasfiye politikalarını reddederek meşru taleplerinde ısrar etmesi ve Batı Kürdistan-Rojava’da gündemde olan Kürt

statüsü ve hatta burjuva klikler arasındaki iktidara dayalı iç dalaş ile Ortadoğu bağlamında yürütülen emperyalist politikalar Erdoğan/AKP iktidarını zorlayan gelişmeler düzlemidir. Kısacası bu toplamda yaşanan gelişmeler zinciri Erdoğan/AKP güruhunu ciddi derecede baskı altına almakta, rahatsız etmektedir. İşte Erdoğan ve diktesi altındaki AKP iktidarının başlattığı topyekûn savaş ve saldırganlık süreci bütün bu nedenlere dayanmaktadır. Dolayısıyla sorun sadece Kürt ulusuna dönük vahşi katliamlarla sınırlı olmayıp, Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının bütününe dönük kapsamlı bir baskı ve saldırganlık konsepti temelinde gelişmekte-geliştirilmektedir. Yapılan geniş tutuklamalar, baskılar vb. bunu kanıtlamaktadır. Ancak saldırganlık sürecinin en keskin ve acımasızca yürütülen noktasının Kürt ulusuna dönük gerçekleştirilen katliamlar olduğu unutulamaz. Bu anlamda Kürt ulusuna dönük yürütülen vahşi saldırı ve katliamlara karşı, Kürt Ulusal Hareketi’yle dayanışma ve ittifaklara girme tutumunu genel mücadelenin öncelikli görevi haline getirmektedir. Aktüel siyasette kilit nokta buyken, stratejik karşı koyuşta yukarıda çizdiğimiz geniş çerçevede bir mücadelenin geliştirilmesi göz ardı edilemez. Buradan hareketle gündemde olan erken genel seçimlerde ittifak politikasının geliştirilerek güçlendirilmesi önem kazanmaktadır. Bu ittifak politikası ve daha da önemlisi pratiği Erdoğan/AKP güruhunu geriletmede belirgin bir rol ortaya koyabileceği gibi, ge-

nel olarak kapsamlı saldırılara karşı verilen mücadeleye de avantajlar sağlayarak güç katacaktır. Elbette bütün bunlar verilecek mücadelenin sadece bir kısmını ve hatta taktik öneme sahip kısmını oluşturur. Bunlardan daha da önemli olan, gerici haksız savaş ve topyekûn saldırganlık konseptine karşı militan çizgide devrimci eylem ve silahlı savaş pratiğinin geliştirilmesi, haksız savaşa devrimci savaşla yanıt verilmesi tavrı-tutumudur. Demokratik mücadelelerde de daha militan bir duruşun sergilenmesi sürecin ihtiyacı ve devrimci duruşun gereğidir. Karşı-devrim topyekûn saldırıya geçmişken pineklemenin yeri yoktur. Keskin devrimci atılganlıkla karşı-devrimci dalganın kırılması her düzey ve alandaki mücadelenin doğal devrimci refleksi olmalıdır. Haksız savaş devrimci savaşla, gerici saldırganlık militan devrimci pratikle yanıtlanmak durumundadır. Kürt ulusu kendisine yönelen katliam ve saldırganlık karşısında son derece büyük bir direniş göstermektedir. Yedisinden yetmişine tüm Kürt halkı maruz kaldığı katliam ve ağır baskılara yiğitçe direnip adeta Kobané’deki gibi kahraman bir tarih yazmaktadır. Ve elbette bizlerin tutumu da Kobané direnişiyle sağlanan dayanışma gibi, dün Varto’da bugün Cizre’de, Sur’da yaşanan direnişe ortak olup faşist katliam ve saldırıları birlikte püskürtme biçiminde olmalıdır. Cizre’de gerçekleştirilen intikam katliamı Kürt ulusunu terbiye edip, başına gelecekleri kanlı harflerle bildiren mesaj niteliği de taşı-

maktadır. Ancak Kürtlerin ne kaybedecek daha fazla canı, ne korkacakları bir şeyi kaldı. Yapılabilecek en barbar katliamlar bebeklerin katledilmesiyle zaten yapıldı. Mevsimlik ve diğer işçiler linçten geçirildi. Otobüsleri, iş yerleri, parti binaları yakılıp yıkıldı tahrip edildi. Zorla Atatürk büstü öptürüldü o mazlum ve masum Kürt insanlarına… Ama Kürtler Cizre’de teslim olmadan kahramanca direnip zaferle çıktılar intikam katliamlarından. Üstün savaş yöntemleriyle teknik üstünlüğe sahip olan katliam mangalarını dize getirdiler. Ve Kürtler için daha bitmedi direniş. Şimdi bu büyük ve onurlu direnişle birleşmenin görevi durmaktadır önümüzde.

Barış vb. savunular gerekçe yapılarak Kürt ulusunun haklı mücadelesine seyirci kalınamaz Kürtlerin “barış” istemini dillendiren ve tamamen meşru hakları temelinde gelişen direnişi asla ve hiçbir gerekçeyle görmezden gelinemez. “Barış” konusundaki anlayış gerekçe edilerek geri anlayışlara düşüp ne faşist katliamlara ve ne de haklı direnişe karşı kayıtsız kalınamaz. ‘’Barış’’ talebi somut siyasette doğru olup demokratiktir, mevcut şartlar ve siyasette demokratik mücadelenin önemli bir taktiğidir. Barış sorununa yaklaşım hangi açıdan ele alınırsa alınsın, bugün barış talebi faşist katliamlarla bastırılmaktadır. Bizler bu durumda barış kavrayışımızın farklılığı gerekçesiyle faşist katliamlara seyirci kalamayız. Barışı nasıl tasavvur ettiğimiz alenidir. Bunda bir kuşku yokken, somut siyasette mevcut barış talebiyle geliştirilen mücadeleyle birleşmek durumundayız. Cizre’de yaşanan katliama seyirci kalmamız düşünülemeyeceğine göre, somut siyasette barış talepli direnişle ortaklaşmamız da reddedilemez. Barış konusundaki temel yaklaşımımız bilinmektedir. Sürecin başından beri tekrar ettiğimiz şey cellâtla kurban arasında adil, demokratik ve eşitlik temelinde bir barıştan söz edilemeyeceğidir. AKP başta olmak üzere, gerici sınıflarla gerçek demokratik bir barışın sağlanamayacağı açıktır. Dahası gerici sınıf ve iktidarlarıyla bir barış hedefimiz de olamaz. Olsa olsa taktik bir barış siyaseti olur, stratejik barış tasavvur edilemez. Bunda tartışmaya yer yoktur fakat siyaset alanında barış sloganını taktik olarak kullanmayı ilkesel olarak reddeden bir anlayış da benimsenemez.


10

güncel yorum

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Bir fotoğraf ve kapitalizmin ikiyüzlülüğü Çocuk ölülerini yarıştırma ahlaksızlığına düşmeden, başta batılı kapitalist ülkeler olmak üzere, devletlerin bu konudaki samimiyetsizliklerini bir kez daha ortaya koymak gerekiyor f Rima GÜNEŞ T.C. devleti’nin 1990 yılında imzaladığı ve 1995’te de resmi gazetede yayınlayarak tamamıyla uygulama taahhüdünde bulunduğu Dünya Çocuk Hakları Bildirgesi, “18 yaşına kadar her insan çocuktur” tespitiyle başlar. Temel insan hakkı kapsamındaki çocuk haklarının, dünya genelinde korunup kollanması amacıyla deklare edilen Çocuk Hakları Bildirgesi, Somali ve Amerika dışındaki bütün Birleşmiş Milletler bileşeni devletler tarafından kabul edilip imzalanmıştır. Çocukların hem fiziksel hem de zihinsel gelişim evreleri dikkate alındığında; kendilerini koruma ve kişisel haklarına sahip çıkma noktasında gerekli fiziksel güç ve duygusal yeterlilikte eksik oldukları açıktır. Çocukların her türlü istismar ve tehlikeye karşı tamamen savunmasız oldukları yaşlarda, onların güven ve huzur içinde büyümelerini temin edecek önlemleri almak, sosyal yaşamı örgütleyen kurumların görevidir. Toplumsal yaşamın devletler tarafından organize edildiği hallerde bu görev doğal olarak, yasama ve yürütme organlarını elinde bulunduran söz konusu devletlere düşmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Çocuk Hakları Bildirgesi‘nin oluşturulması, istisnasız bütün dünya devletleri tarafından imzalanması ve tam olarak uygulanmasının önemi büyüktür. Yarınları kuracak ve yönetecek olan bugünün çocuklarının, özgür ve adil bir ortamda büyümeleri, yerküremizin devamı ve esenliği için bir hak olmaktan öte zorunluluktur aynı zamanda. Baskıcı ve eşitsizlik koşullarıyla sarmalanmış bir dünyada bütün kötülüklerden azade, sağlıklı bir büyüme çağının garantisi adına yayınlanan Çocuk Hakları Bildirgesi’nin en can alıcı bir kaç maddesini özetlersek; 1) Tüm dünya çocukları bu bildirgedeki haklardan din, dil, ırk, renk, cinsiyet, milliyet, mülkiyet, siyasi, sosyal sınıf ayırımı yapılmaksızın yararlanmalıdır. 2) Çocuklar özel olarak korunmalı, yasa ve gerekli kurumların yardımı ile fiziksel, zihinsel, ahlaki, ruhsal ve toplumsal olarak sağlıklı normal koşullar altında özgür ve onurunun zedelenmeyecek şekilde yetişmesi sağlanmalıdır. Bu amaçla çıkarılacak yasalarda çocuğun en yüksek çıkarları gözetilmelidir. 3) Çocuk her koşulda koruma ve kurtarma olanaklarından ilk yararlananlar arasında olmalıdır. 4) Çocuklar her türlü istismar, ihmal ve sö-

mürüye karşı korunmalı ve hiçbir şekilde ticaret konusu olmamalıdır. Çocuk uygun bir asgari yaştan önce çalıştırılmayacak, sağlığını ve eğitimini tehlikeye sokacak fiziksel, zihinsel ve ahlaki gelişmesini engelleyecek bir işe girmeye zorlanmayacak ve izin verilmeyecektir. Sadece bu yukarıdaki maddelerden anlaşıldığı kadarıyla; bildirgeye imza atmış bütün devletlerin, kendi ülkelerindeki bütün çocukların başta yaşam hakları olmak üzere bütün haklarının korunmasından sorumlu oldukları net bir şekilde anlaşılıyor. Peki kağıt üzerinde en geniş haklarla donatılmış belgeler hazırlatıp bu belgelere imza atarak yükümlülük altına giren devletler, pratikte ne yapıyor? Bütün dünya çocukları bu haklardan gerçekte ne derece faydalanabiliyor?

‘Fotoğraf karesine dökülen timsah gözyaşları’ Hatırlarsanız iki hafta önce ( 2 Eylül 2015'te) 3 yaşındaki Suriye’li Aylan Kurdi, ailesi ile birlikte Muğla'nın Bodrum ilçesinden Yunanistan'ın İstanköy adasına şişme botla geçmeye çalışırken annesi ve kardeşi ile birlikte boğularak hayatını kaybetmişti. Muhabir Nilüfer Demir'in çektiği Aylan Kurdi'nin cansız bedenini gösteren fotoğraf, bir anda dünya basının gündeminde yer bulmuş, fotoğrafın Türkiye ve uluslararası kamuoyunda infial yarattığı iddia edilmişti! Çocuk ölülerini yarıştırma ahlaksızlığına düşmeden, başta batılı kapitalist ülkeler olmak üzere, devletlerin bu konudaki sami-

miyetsizliklerini bir kez daha ortaya koymak gerekiyor. Aylan’ın fotoğrafının yazılı ve görsel medyanın manşetlerine taşınmasıyla, bir yorum yapmak zorunda hisseden kapitalist iktidar sahipleri, olaya ne kadar üzüldüklerini anlata anlata bitiremediler! Öyle ya dört yıldır devam eden Suriye iç savaşını ilk defa duyuyorlardı! Yıllardır savaştan ve ölümden kaçan Suriyelilerin mülteci dramından hiç haberleri yoktu. Akdeniz’de ölüm kusan mülteci botları ve tekneler bir başka gezegene aitti! Emperyalistler Suriye’de mezhep ayrılıklarını kışkırtmamış, iç savaşı kaşımamışlardı! Zaten Büyük Ortadoğu Projesi de uzaylıların projesiydi, bölgedeki petrolde hiç bir batılının gözü yoktu! Büyük ölüm yolculuklarından sağ kurtulup da yolu Avrupa ülkelerine kavuşabilen binlerce insanın zor durumundan faydalanıp, onları ucuz işgücü olarak sömürenler de bizzat kapitalist sermayenin para babaları değildi! Çocuğun ölümünden batı dünyasını sorumlu tutan R. T. Erdoğan ise, mültecilerin ölümü göze alarak terk etmeye çalıştıkları ülkenin cumhurbaşkanı kendisi değilmiş gibi ortalığa hakaretler savuruyor; yanı başımızda hayatta kalabilme adına her köşede dilenen, mendil satan, sokaklarda yaşayan mülteci çocuklarını Türkiye kamuoyunun gözü yeni görmeye başlıyordu. Oysa sadece Suriye İnsan Hakları Örgütü Ağustos 2015 verilerine göre; Suriye'de iç savaşın başladığı Mart 2011'den bu yana; yaklaşık 19 bini çocuk, 19 bini de kadın olmak üzere; 215 bini aşkın insan hayatını kaybetmişti.

Ama biz, bir fotoğraf karesine dökülen timsah gözyaşlarında ikiyüzlülüklerini bir kez daha tescilleyen iktidar sahiplerinin samimiyetsizliklerini çok iyi biliyoruz. Onların bu ikiyüzlülüklerini görmek için çocukların kobay olarak kullanıldığı, fırınlarda sabuna dönüştürüldüğü Hitler faşizmine kadar gitmeye de gerek yok. Biz onların faşizmini, samimiyetsizliğini çok daha yakınlardan: havan mermileriyle çocuk bedeni lime lime edilen Ceylan Önkol’un katlinden tanıyoruz. Biz onların samimiyetsizliklerini, çocuk bedeni 13 kurşunla delik deşik edilen Uğur Kaymaz’ın katlinden biliyoruz. Biz onların samimiyetsizliğini, ekmek almaya giderken sokak ortasında vurulup çocuk gülüşü soldurulan Berkin Elvan’ın katlinden biliyoruz. Biz onların zulmünü, ikiyüzlülüğünü, üstlerine yüzlerce mermi yağdırılan Roboski’li çocuklardan başka daha yüzlerce Kürt çocuğunun devlet eliyle katledilişinden biliyoruz. Biz onların pespayeliğini, Pozantı Cezaevi’nde çocuklara tecavüz eden devlet kimliğinden tanıyoruz. Biz onların ikiyüzlülüğünü, çocuklara tecavüz eden memurlarına, takipsizlik kararı veren mahkemelerinden biliyoruz. Biz ezilen emekçi sınıflar olarak, egemenlerin zulmünü, samimiyetsizliğini, ikiyüzlülüğünü çok çok iyi biliyoruz. Ancak biz bir şeyi daha çok iyi biliyoruz ki; o da şudur: Ezilen haklı çoğunluk, sınıf mücadelesi saflarındaki yerini aldıkça, zulmün sahipleri egemenler de samimiyetsizliklerinde boğulmaya mahkum olacaktır.


16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

güncel yorum

11

Bir geri kalmış toplum ‘duyarlılığı’ olarak LİNÇ 7 Haziran seçimleri sonrası tek başına iktidar olma ve devletin kaymağını yalnız yeme imtiyazını kaybeden AKP’nin Kürt ulusuna yönelik başlattığı saldırılar linç kültürünü yeniden ülkenin gündemine taşıdı Linç: Galeyana ya da gaza gelme veya bir anlık cinnetle açıklanamayacak kadar basit örgütlü saldırı biçimidir. Kitleleri suça alet etmek bir yönüyle zorba iktidarların suçu pay etmesidir. Tarih boyunca bu yöntem dünyanın pek çok yerinde kullanılagelmiştir. Ortaçağ kilisesi halk üzerindeki etkisini arttırmak ve kendisinin işe yararlılığını tescil etmek için acımasız cadı avları ile yüzbinlerce masum kadını katleden vahşetini bu ruh hali üzerinden inşa ediyordu. ABD’deki siyahların kölelik dayatmasına direnci ise köle emeği ile zenginleşen çiftlik sahipleri ve devletin ortak organizesi ile on binlerce siyahiyi linç eden sosyal cinneti neredeyse bir asır meşru görüyordu. Linç psikolojisini anlamak ve dahası ortadan kaldırmak için öncelikle bu vahşete sebep olan nedenleri ortaya koymak doğru bir yol olacaktır. İnsan dediğimiz canlı biyolojik yapı olarak genel hatları ile birbirinden pekte farklı değildir. DNA ve kromozomlarına bakıldığında bir Aborjin ile bir İngiliz arasında ya da bir Arapla bir Yahudi arasında herhangi bir fark olmadığı görülür. Tabi buradan hareketle konuyu ‘hepimiz ademden geldik ve kardeşiz bu anlamsız kavga niye’ arabesk edebiyatına bağlamayacağız. Komünistler için ‘Egemen kültür egemen sınıfın kültürüdür.’ Toplumsal bir ‘duyarlılık’ olarak kitlelere empoze edilen linci de bu çerçevede ele almadan doğru sonuçlara varmak mümkün değildir. Sistematik linç vakalarının yaşandığı ülkelerin ortak paydalarına bakacak olursak öncelikli olarak şunlar gözümüze çarpar: 1-Şiddet kültürünün yaygınlığı 2-Adalet mekanizmalarının işlevsizliği Bu iki durum da esasen sistemseldir. Toplum içerisinde şiddetin yaygın bir ‘çözüm’ aracı olarak kullanılması egemenlerin her türlü hak arayışına yönelen şiddetini de büyük oranda meşrulaştırmaktadır. ‘Dayak cennetten çıkmıştır’ (ki iyi bir şeyse neden oradan çıkarılmış diye sormalı) diyerek kendinden zayıfı ezen bireyler toplumdaki şiddetin hücresel yapı taşlarını oluşturmaktadır. Bu şiddet kadına, çocuğa, hayvana, LGBTİ’lere, Aleviye ve Kürde kadar geniş bir yelpazede egemen sınıfların ihtiyacına göre yönlendirilmektedir. Türkiye/Kuzey Kürdistan tarihinin son 100 yıllık dilimi bunun pek çok örneği ile doludur. 1915 Ermeni Soykırımı sadece İttihatçıların kötü niyetli planları ile açıklanamayacak kadar kapsamlıdır. Ermeni mallarının el konularak gasp edilmesi ve ulus devlete giden yolda engel görülen bir ulusun soykırımla yok edilmesi planına Türk ve

Kürt halkı da bir ölçüde dâhil olmuştur. Keza 6-7 Eylül’de TSK’ya bağlı Özel Harp Dairesi (bilinen adıyla Kontrgerilla) organizasyonu ile gerçekleşen yağma ve talan olayları sonrası pek çok gayrimüslim insan ev ve işyerleri yağmalanıp öldürüyordu. Yaşanan bu vahşetten sağ kurtulanların pek çoğundan duyulan ortak beyan ‘bize saldıranlar komşularımızdı’ olmuştur. Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarında da yaşananlar bu duruma oldukça benzerdi. Düne kadar yan yana yaşayan insanlar bir sabah yataktan kalkıyor ve diğerini öldürmek için olağanüstü bir çaba içerisine giriyordu. İnsanları komşularını lince hazırlayan bir süreç öncesinde itinalı bir şekilde hazırlanıyordu. Lince giden yolda egemenlerin topluma biçtiği bir kalıp ve buna uymayanları ötekileştirme politikası birincil adımdır. Türk-İslam sentezli egemen sistem açısından bu kalıba uymayan her kesim ötekidir. Yoksulluk, kriz, iş kazaları, kamusal hizmetlerin kalitesizliği her şeyin sorumlusu bu ötekilerdir. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı çıkaran ve bunun ağır faturasını tüm alman halkına ödeten Nazilere göre tüm bu yaşananların sorumlusu Yahudilerdir. Yoksulluk, ayrımcılık ve kötü işlerde düşük ücretle çalıştırılan siyahlar arasındaki yüksek suç oranı ise Anglosakson kültüre sahip beyazlar olmadıkları içindir bu bakış açısına göre. Günümüz dünyasında linç faşizmin genel karakteristiğidir. Bu hastalıklı ruh hali ve şiddet düşkünlüğü devletin cezasızlık politikasından beslenir. Mahkemeler adalet dağıtmaz, kolluk ise her zaman haklının karşısındadır. Bu kurumların işlevsel olarak çalıştığı bir sistemde insanlar zaten şiddete yaygın olarak başvurmaz. Kadın mücadelesi içerisinde sıkça dillendiren ‘kadın cinayetleri politiktir’ sloganı tam olarak bu noktaya dikkat çekmektedir. Çünkü egemenler şiddet kültürünü diri tutma adına kadın cinayetlerine cezasızlık ya da düşük ceza politikası ile doğrudan destek olmaktadır. Toplumun yarısı olan kadınlar egemenler tarafından erkek şiddetinin adeta antrenman sahası haline getirilmiştir. Tek tek bireylerde yaratılan doğru-yanlış, haklı-haksız ayrımı gözetmeyen kişilikler egemenlerin yedek gücü olarak istediklerinde harekete geçirebildikleri kullanışlı aptallar oluverirler. Yakın zamanda yaşanan ve medya tarafından da yaygın işlenen İrlandalı turiste yönelik saldırı belki de bunun en çıplak örneklerinden biridir. ’Vatandaş hassasiyeti’, ‘Alperen Esnaf’ vb. tanımlamalarla önü açılan toplulukları harekete geçirmek için dolaptan beş on şişe suyun yere düşmesi yeterli olmaktadır. Aynı kişilik Gezi Ayaklanması sırasında gençleri döverek öldürmeye kadar giden bir saldırganlık sergiliyordu. Hakkaniyet duygusunu yitiren bireyler zorba devletlerin hücresel yapı taşlarıdır. Egemenler demokratik tepki olarak basın açıklaması, miting, yürüyüş, oturma eylemi yapan muhaliflere tüm zor aygıtları ile saldırıp izin vermezken, gazete binalarını basan, parti binalarını yakan, insanları linç eden toplulukların ise adeta sırtı sıvazlanmaktadır. Her şey bu kadar açık bir şekilde ortada iken

yaşanan linç saldırılarını ‘birkaç meczup’ vb. ile açıklamak utangaç linç severliktir. Egemenlerin siyasal ve ekonomik krizlerinin boy gösterdiği her dönemde ‘624. geleneksel linç törenleri’ gibi etkinlikler görevden vazife çıkarırcasına sahnelenmektedir. AKP’nin parlamento seçimlerindeki mağlubiyeti ve Rojava Kürdistanı’nda yeşeren demokratik toplum inşa yönelimin yarattığı heyecan sonrası linç kampanyaları yeniden start aldı. İstanbul’un ona yakın ilçesinde ve Ankara, Aydın, Bolu, Bursa, İzmir, Balıkesir, Denizli, Çanakkale, Mersin, Hatay, Antalya, Aydın, Adana, Malatya, Kocaeli, Yalova, Artvin gibi yerlerde HDP binaları ve Kürtleri hedef alan linç ve saldırılar MİTpolis destek ve yönlendirmesinde aynı zaman dilimi içerisinde başlatıldı. Bu saldırılarda pek çok parti binası kullanılamaz hale getirilirken onlarca insanda yaralandı. Günlük yaşam içerinde bazı pratikler o dönemin simgesel kırılma noktalarıdır. İyi bir tarih bilinci ve açık bir akla sahip herkes bunu rahatlıkla görebilir. 1950’li yıllarda ABD’de sadece beyazların gidebildiği Harry Harding Lisesine kaydı yapılan ilk siyah öğrencilere yapılan rencide edici tacizlerin fotoğrafı siyahların Malcom X, Martin Luther King ve Kara Panterler gibi lider ve örgütlülükler yaratmasına giden yolun en sembolik kırılmasıydı. Sistemin sömürü çarkları içerisinde birey olarak hiçleştirilenlerin yanyana geldiklerinde kendinden zayıf ve savunmasız gördüklerine saldırması insana dair içindeki son kırıntıyı da kaybetmesidir. Muğla Fethiye’de de Kürt yöresel kıyafetleri ile çekilen bir resmini sosyal medyada paylaştığı için JİTEM organizesi ile komşularının saldırısına uğrayan kan revan ve yarı çıplak halde Mustafa Kemal büstünü öpmeye zorlanan İbrahim Çay’ın resmi işte tam da böyle bir kırılma noktasıdır. Faşizm kendi kazdığı kuyuya düşmüş ve küçültmek, aciz göstermek istediği İbrahim Çay’ın çekilen resmi ile barbar yüzünü açık etmiştir. Esir düşen bir Vietkong gerillasını infaz anında polis şefinin resmini çeken fotoğraf sanatçısı Eddie Adams’ın dediği gibi ‘General, Vietnam Kurtuluş Cephesi’nden bir esiri öldürdü, ben ise generali kameramla öldürdüm. Fotoğraflar hala dünyadaki en güçlü silahlardır. İnsanlar onlara inansın çünkü fotoğraflar yalan söylemez.’ Emperyalizm bilgiyi artık dün olduğu kadar kolay kontrol edemiyor. Gelişen teknoloji ve yaygınlaşan iletişim ağları onun en büyük gelir kaynağı olduğu kadar krizi de. Devletin birey için var olduğu onun çarklarında öğütülmediği bir dünya kurmak bugün her zamankinden daha yakıcı bir ihtiyaç. Çünkü artık dünyanın bir köşesinde kanat çırpan kelebeğin rüzgârını sadece hissetmekle kalmıyor anlık olarak izleyebiliyoruz da. Demokrasi ve özgürlüklere ulaşmak istemek ve beklemekten çok daha fazlasını gerektiriyor. Bu gerekliliği yerine getirmek ya da ‘bugün linç, infaz, hapis sırası acaba bende mi’ kaygısı ile yaşamak arasındaki tercih artık bizlere kalmış.


16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Sınıf perspektifiyle tarihsel k “Kürt ulusuna karşı Erdoğan güruhunca başlatılan ve Varto-Cizre-Sur örneklerinde vahşi katliamlarla sürdürülen topyekûn savaş saldırganlığı ve ülke halklarına karşı darbe koşulları cinsinden koyu faşist baskılarla derinleştirilen saldırı konsepti sadece Kürt ulusuyla dayanışma tavrıyla yanıtlanabilecek bir süreç değildir. Kürt ulusuyla dayanışma-birleşme tavrı sürecin devrimci açıdan göğüslenmesinde yaşamsal yerde dursa da, bunu aşan bir mücadele pratiğinin ortaya koyulması gerekli ve kaçınılmazdır. Bu anlamda başkaldırı ruhuyla devrimci eylemin her alanda geliştirilmesi, devrimci savaşın yaygınlaştırılması, sokakların eylemsiz gün geçirmemesi yoğunluğunda kesintisiz bir mücadele pratiği günün en büyük ihtiyacıdır.” Çok yoğun gelişmelerin serpildiği ama dağınık siyasi bir kesitten geçiyoruz. Bu tarihsel kesitin devrimci pencereden tek gündem altında toparlanması ve görev halkasının tayin edilmesi elbette mümkündür. Çünkü toplumdaki tüm çelişmelerin beslendiği zemin eninde sonunda toplumdaki sınıflı yapıdır. Çünkü toplumdaki çelişmelerin tümü iki temel sınıf arasındaki çelişkinin tezahürüdür. Çünkü toplumdaki sorun ve çelişkiler sınıf kaynaklıdır; en genel ifadeyle insanlar arasındaki çelişkiler-sorunlar kesinlikle sınıflar üstü değildir. Ve çünkü bahsi geçen gelişmelerin tümü son tahlilde iki sınıf-iki cephe arasında cereyan etmekte ve bu eksende ifade bulup anlam kazanmaktadır. Dolayısıyla basit ifadeyle insan davranışına veya sınıf davranışına bağlı olarak hayat bulan; yöneten ile yönetilen arasındaki çelişki, işçi sınıfı ve geniş halk kitleleri ile komprador tekelci sınıf ve iktidarları arasındaki çelişki, emek-sermaye/kafa emeği ile kol emeği/kır-kent arasındaki çelişki, emperyalizm ile ülke halkları arasındaki çelişki, sömüren ile sömürülen çelişkisi, ezen ile ezilen çelişkisi, patron ile işçi arasındaki çelişki, egemen ulus hâkim sınıflarıyla ezilen ulus arasındaki milli çelişki, kadın ile erkek arasındaki çelişki, egemen ve egemen olmayan anlamında din ve mezhepler arasındaki çelişki, doğa ile insan/doğa ile gerici sistem çelişkisi, özgürlükler ile baskı, demokrasi ile diktatörlük arasındaki çelişki, en nihayetinde insanın insan üzerindeki baskısı niteliğindeki insanlar arası çelişki vb. biçiminde kategorik ayrı-

şımda ifade edilebilir bir yığın çelişki doğrudan sınıf çelişkisi ve onun yansımalarından ibarettir. O halde toplumun, genel geçer ifadeyle yönetenyönetilen sınıflar arası çelişkisi zemininde iki farklı dünyadan teşekkül olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yönetenler-egemen sınıflar toplumdaki çelişkinin esas yanını oluştururken, yönetilenler sınıfı toplumsal çelişkinin diğer-tali yanını oluşturur. İdeolojik-siyasi nitelemelerin değişiklik arz etmesine, çelişkilerin yansıyan değişik nitelikleri üzerinde farklı toplumsal tabakaların varlığına, ana sınıf ve bunun sınıl sabileşenlerine göre çeşitli kategorik sınıflamaların olmasına, muhalefet ve mücadeleye kaynaklık eden sorun ve taleplerdeki rasyonel farklılıklara vb. rağmen yöneten egemen sınıflarla çıkarları çatışan bütün bu nüanslarla bu bileşen bir sınıf cephesi olarak devrimci sınıf cephesini teşekkül ederler. Bu sınıf cephesinin temel çıkarlarında ortaklık varken, aktüel çıkarları da son tahlilde temel çıkarlarıyla ilişki içinde ortaktır. Çıkarlarının en yüksek ifadesi ise iktidar veya devlet aygıtını ele geçirmedir. Ortak hedef ve çıkarları gibi, düşmanları da ortaktır. İktidarı elinde bulunduran veya devleti sahiplenenlerdir. Dolayısıyla birleşerek mücadele etmelerinin gerekli olduğu açıkken, mücadelelerini iktidar hedefine bağlamaları da en tabii olandır. Zira toplumsal çelişmenin esas yanını oluşturan gerici sınıfları veya egemen sınıflar cephesini alt etmeden, gasp ettikleri iktidarı ellerinden alıp devlete aygıtını parçalamadan toplumu oluşturan iki dünya arasındaki çelişki ya da toplumsal çelişkinin temeli olan sınıf çelişkisi de çözülemez. Demek ki, toplumsal sorunların kaynağı olan gerici sınıflar cephesi, toplumdaki sorunların veya toplumdaki bütün çelişmelerin kaynağı durumundadır ve devrimci yolla alt edilmek durumundadır. Bunun için gerici sınıf cephesinin mağduru olan bütün devrimci sınıf cephesindeki kesimlerin ortak çıkar ve hedefler temelinde ortak mücadele paydasında buluşmaları devrimci bir gereksinim, büyük bir ihtiyaçtır.

Karmaşık ve yoğun çelişkilerin tek çözümü sınıf mücadelesidir Buradan çıkan başka bir sonuç da, karmaşık ve yoğun gelişmelerle yüklü tarihsel kesitte gündem ve görevlerin tekleşmesinin ancak sınıf mücadelesine odaklanma çatısı altında toparlanabileceğidir. Çelişki sınıflar arası çelişkiyse (ki öyledir), çelişkinin çözümüne dönük görev de sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesi ana görevi değişmez bir ilkeyken, bu sınıf mücadelesinin toplumdaki her somut durum ve çelişki özgülünde değişik görevlerle biçimleneceği de genel ilkenin işaret ettiği kaçınılmaz eğilimdir. Toplumdaki tüm çelişkileri kapsayan sınıf mücadelesi tabiatıyla bütün sorunları konu edinir, hep-

sinin çözümünü üstlenir. Ancak bir noktayı gözden kaçırmaz. Tek tek ve özgünlükleriyle gündemde olan her çelişki ve sorunu iktidar hedefine bağlı olarak ele almayı ihmal etmez. Tersi yaklaşım reformizmle sınırlı kalır. İktidarı hedeflemeyen hiçbir mücadele düzen dışına çıkamayacağı-düzeni aşmayacağı gibi, nitel toplumsal değişimi başaran bir mücadele olamaz. Buna karşın siyasi iktidar hedefine bağlı ele alınan her mücadele(biçimi ne olursa olsun) düzenin nitel değişimine hizmet eden veya doğrudan onu sağlayan bir mücadele olarak devrimci karaktere sahiptir. Devrimci olan ile reformist olan mücadele arasındaki temel fark buradadır. Reformizm günün de en aktüel problemidir. Devrimci zemini zehirleyen, baltalayan, sirayet ettiği oranda da yabancılaşma ve aşınmayı derinleştiren bir hortlaktır. Devrimci kitlelerde ve hatta devrimci yapılar üzerinde-içinde bu tahribata yol açmaktadır. Yukarıdaki genel toparlama ifadelerimizde siyasi yönelim ve devrimci çizgiyi kısmen de olsa ifade ettik-etmeye çalıştık. Ancak hem siyasi çizgi ve genel yönelimin ayrıntıda saklı olan önemleri açısından ve hem de ideolojik savaşım zemininde önem taşıyan özü tasfiyeci reformist akıma karşı mücadelenin siyasi mücadele bütününde taşıdığı değer açısından yukarıdaki genel geçer yaklaşımı somut gelişmelere uyarlayarak somuta inmek doğru olacaktır. Bugün yaşanan gelişmeler sınıf çelişkilerinden muaf olmamakla birlikte, keskinleşme eğilimiyle ciddi bir çatışma hali göstermektedir. Toplumsal yelpazenin her bölümünde bu keskin çatışma hali söz konusu olmasa da önemli bir kesimde seyreden keskin çatışma toplumsal yelpazenin neredeyse tümünü etkileyerek ilgilendirmektedir. Mücadele ve muhalefet bileşkesinde bakıldığında geniş kitlelerin hoşnutsuzluk içinde olduğu açıkça gözlenendir. Merkezi devlet yapılanması altında uygulanan gerici, baskıcı ve faşist uygulamalar veya yönetim biçimi doğallığında en geniş toplumsal bileşeni rahatsız ederek genel bir hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Kürt ulusal hareketi egemen sınıflarla yaşanan keskin çatışmanın en aktif ve başat aktörü durumundadır. Sosyalist ve devrimci hareket en keskin çelişkiyi ifade eden zeminde olsa da keskin çatışma bağlamında geri durumdadır. Zira örgütsel-askeri gücü bu düzeyde bir çatışma kapsamı ortaya koymaya yeterli değildir. Ulusal hareket ise askeri-örgütsel yapısı-gücü itibarıyla keskin çatışma yürütme yeteneğindedir. Siyasi ve askeri güç olmanın siyaset üzerindeki etkisi veya siyaset yapmaya sağladığı avantajlar, devrimci sınıf hareketi ile ulusal hareketin ideolojik-teorik zeminlerindeki açık makasa rağmen siyaset ve çatışma alanında ortaya koyduğu pratik tarafından örneklenerek görülmektedir.


perspektif

kesitin görevlerini kavrayalım! Taktik mecrada durum bu, stratejik mecrada ise devrimci sınıf hareketinin geleceğe hükmeden bir dinamik olduğu da tartışma götürmezdir. Lakin bu durum devrimci sınıf hareketinin kendisini teselli etmesinin gerekçesi olamaz, güncel görev ve sorumlulukları karşısındaki yükümlülüklerini es geçmeye hiç mazeret edilemez. Bazen durumu çıplak ifade etmek daha yararlıdır.

Ulusal hareketle reel politikada ortaklaşmak, stratejik olarak ise ideolojik mücadele esastır Ulusal hareket bütün avantajlarına karşın yönelim ve çizgisi itibarıyla zayıflıklar taşımaktadır. Somut siyaset veya reel politikte son derece olumlu devrimci pozisyonda olsa da stratejik yönelimi açısından kusurlar barındırmaktadır. Bu durumda bizlerin ulusal harekete karşı tavır ve yaklaşımımız; reel politikteki ileri tavır ve gerçekliğini es geçmeden bu sahada ortaklaşmak iken, stratejik yönelim bağlamında taşıdığı ideolojik zayıflıklarıyla dikkatli ve uygun bir ideolojik mücadele yürütmektir. Dikkatli ve uygun demekten kastımız, ideolojik zayıflıklarını mevcut pozisyon ya da durumdaki duruşunun önüne çıkararak reel politikte onu zayıflatan pozisyona düşmeden ideolojik mücadeleyi ele almaktır. Yani, ulusal hareketin ileri yanlarını görmezden gelerek salt zayıflıklarını öne çıkaran, dolayısıyla da onu egemen sınıflarla savaşırken bir de ideolojik tartışmaların esiri haline getirmekten kaçınmamız doğru olandır. Kısacası, önce onunla mümkün olan noktalarda birleşmeli, ondan sonra ideolojik mücadeleyi kullanmalıyız. Yaşanan mevcut gelişmeler veya ulusal hareketin içinde bulunduğu keskin çatışma şartlarında neyi öncel yapmamız gerektiğine hassasiyet göstermeliyiz. Kuşkusuz ki, ideolojik mücadeleyi tamamen rafa kaldıramaz, reddedemeyiz. İdeolojik mücadele meselesinde önceliğimizi isabetli belirlememiz de hayati yerde durmaktadır. Dışa karşı ideolojik mücadele ile içte yürütülen ideolojik mücadele, ideolojik mücadelenin iki alanıdır. Dıştaki ideolojik zeminden bağımsız olmayan iç ideolojik mücadelenin birbiriyle alakalı olduğu ve bu anlamda birbirinden kopuk ele alınamayacakları esasta doğrudur. Fakat bu gerçeğe karşın, iç ideolojik mücadeleyi bugün açısından esas almamız daha öncelikli bir ihtiyaç durumundadır. Genel olarak tasfiyeci öze sahip bir reformist akımın güçlü bir atmosferinden söz etmek yanlış olmaz. Bunun çeşitli biçim ve düzeylerde bizleredevrimci harekete sirayet ettiği her bakımdan açıktır. Bunun açık belirtileri, bizler de dâhil, devrimci hareket saflarında yabancılaşma, devrimcilikte aşınma-erozyon, yarı-düzen içi devrimcilik hali ve dolayısıyla militan devrimcilikten yetinmeci ve idare edici bir devrimci tipine kayma pro-

fili olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunları tasfiye ve reformizm zemininde vücut bulan olgular olarak tanımlamak doğrudur. Bu değerlendirmemiz sadece dıştaki reformist akımın etkisi ile açıklanamaz kuşkusuz. Ancak dış etmenin iç çelişki üzerindeki küçümsenemez etkisi göz önüne alındığında, silahlı mücadelenin reddi manasına gelen ve aynı zamanda gerici hâkim sınıflarla anlaşmayı stratejik yaklaşım olarak ortaya koyan eğilimin büyük bir rol oynadığı söylenmek durumundadır. Dolayısıyla, iç çelişkiyi düzeltme-sağlamlaştırma anlamında iç ideolojik mücadeleyi öncelikli ele alırken, bunu dıştaki reformist akımdan bağımsız ele alamayacağımız, bu anlamda dış ideolojik mücadeleyi de önemseyerek yürütmemizin gerekliliği açıktır. Burada bir noktaya dikkat çekelim ki, reformist eğilimin tek temsilcisi ulusal hareket değil, bilakis sınıf hareketi içinde de bunun güçlü damarları bulunmaktadır. Ne ki, ulusal hareket siyasi gündemi tayin eden pozisyon ve durumuyla bu konuda dikkate alınması gereken bir konumdadır. Değerlendirmemizde reformist eğilimi ulusal hareketin çizgisiyle örneklememizin nedeni budur. Meselenin siyasi boyutunda ise, ideolojik problemler taşımasına karşın ulusal hareketin keskin bir savaş içinde olduğu, bu pratiğe sahip olduğu gerçektir. İsterse bu durum göreli olsun ve silahlı isterse reformist tavrı temsil etsin, bütün bunlara karşın ağır bir saldırganlık altında büyük bir savaş-direniş vermektedir. Karşı-devrimci faşist hâkim sınıflar Kürt ulusu ve hareketine karşı amansızca saldırıp ağır katliamlar gerçekleştirmekte, büyük bir zulüm ve baskı uygulamaktadır. Mevcut AKP/Erdoğan iktidarı sebebi belli olan Kürt düşmanlığıyla Türk hâkim sınıf milliyetçiliğini bayraklaştırarak tüm topluma yayma çabasıyla Kürt ulusu üzerinde ırkçı faşist terör ve milli baskı estirmektedir. Kürt Ulusal Hareketi bütün ideolojik zayıflık ve stratejik yönelimde taşıdığı zaaflara karşın Türk hâkim sınıflarının dayattığı kölece teslimiyet ve kendine ihaneti kabul etmeyerek meşru demokratik hak ve talepleri temelinde büyük bir direnişle karşı koymaktadırlar. Acımasız bir çatışma-savaşın sürdüğüne tanıklık yapılmaktadır. Bu tanıklık karşısında, bizlerin, stratejik yönelim sorunları veya silahlı reformist çizgileri gerekçesine dayanarak kayıtsız kalamayacağımız açıkken, Kürt ulusuyla haklı, meşru ve demokratik mücadelesinde birleşmemiz tartışmasız doğrudur. Bu ne demektir? Haksız savaş ve saldırganlıkla katliamlardan geçirilip adeta bir soykırıma tabi tutulan Kürt ulusuyla salt sözde kalan bir destek beyanıyla yetinmeden pratik mücadele görevlerinde sorumluluklarımıza uygun davranmak demektir. Savaş alanından sokak çatışmalarına, seçim ittifakından demokratik alan mücadelele-

rine kadar her direniş ve çatışma mevzisinde Kürt ulusunun yanında olduğumuzu pratik tutumumuzla göstermek durumundayız. İşte bunu başarmamız için yorgun, yetinmeci ve paslanarak pasifleşmiş devrimciliği, militan devrimcilikten yarı-düzen içine kaymış, aşınarak erozyona uğramış ve son tahlilde yabancılaşmayı barındıran devrimcilik haline son vermemiz bir zorunluluktur.

Süreç devrimci militan duruş ve Sosyalist halk Savaşını zorunlu kılmaktadır Kürt ulusuna karşı Erdoğan güruhunca başlatılan ve Varto-Cizre-Sur örneklerinde vahşi katliamlarla sürdürülen topyekûn savaş saldırganlığı ve ülke halklarına karşı darbe koşulları cinsinden koyu faşist baskılarla derinleştirilen saldırı konsepti sadece Kürt ulusuyla dayanışma tavrıyla yanıtlanabilecek bir süreç değildir. Kürt ulusuyla dayanışma-birleşme tavrı sürecin devrimci açıdan göğüslenmesinde yaşamsal yerde dursa da, bunu aşan bir mücadele pratiğinin ortaya koyulması gerekli ve kaçınılmazdır. Bu anlamda başkaldırı ruhuyla devrimci eylemin her alanda geliştirilmesi, devrimci savaşın yaygınlaştırılması, sokakların eylemsiz gün geçirmemesi yoğunluğunda kesintisiz bir mücadele pratiği günün en büyük ihtiyacıdır. Elbette yetersiz de olsa Kürt ulusuyla dayanışma konusunda pozitif bir duyarlılık ve belli bir pratik sergilenmektedir. Bu olumluluklar inkâr edilemez. Ancak Erdoğan güruhunun önümüzdeki dönem için planlayarak yürüttüğü ve bugünün saldırganlıklarında kanıt bulan ufukta görülen zifiri karanlığı parçalamak için kesintisiz militan bir mücadele ve özellikle de Sosyalist Halk Savaşı’nın geliştirilmesi bir zorunluluktur. Bütün bunları olanaklı kılacak olan şey, kitlelerle buluşan sosyalist önderlik, bu önderlik altında militan kişiliğin geliştirilmesi ve insanın bilinçli dinamik rolüdür. ‘Bekle gör’ yaklaşımının esiri bir yaklaşım, sıra dışı rollerden beklentiye hapsolmuş bilinç yoksunu kararsız hayal hali, fedakârlık ve özveri bilmez geniş koşullara endeksli rahat devrimcilik, içselleştirilen yetinmeci ve kabullenici ruhla devrimciliğin keskin kopuş gerçeğini silikleştiren ikircikli devrimcilik ve bir türlü düzene alternatif olma iddiasına uygun davranamayarak yarı-düzen içi kalan devrimcilik tipi karşı-devrim saldırılarına devrimci yanıt olamaz, aşılmak durumundadır. Devrimcilik veya sosyalistlik artık somut pratik ve eylem sahasına dökülmek zorundadır. Laf ve konfor devrimciliğinin dönemi bugün kapanmıştır. Buyurun direnişe, buyurun mücadeleye, buyurun Sosyalist Halk Savaşına!


14

güncel analiz

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Biz buradayız

çünkü siz oradasınız!

Emperyalist kapitalist politikalarının doğurduğu “Göç ve Göçmenlik Sorunu Üzerine” Öncelikli olarak şunu söylemeliyiz ki dünyada; sosyal, siyasal, ekonomik ve askeri gelişmeler insanların bir yerden başka bir yere göçmesinin esas sebeplerini oluşturmaktadır. Her ne kadar doğal görünsede esas olarak kapitalizmin, sermayenin merkezileşmesi, sömürünün daha da gelişmesi ve rahat işlemesi için aşırı kar hırsı, kısacası kendi geleceğine göre işleyen bir doğa ve insan yöneliminde iklimleri değiştirecek boyutta doğayı tahrip etmesinden kaynaklanan doğal olmayan gelişmeler karşısında ortaya çıkan su taşkınları, depremler gibi olaylardan kaynaklanan göç hareketliliği kapitalizmin bu fiili müdahalesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu söylediğimizden doğanın kendi iç dinamiğindeki olayları yok saydığımız anlaşılmamalıdır. Belirleyici olmayıp ve de aslında çok istisnai durumlar haricindeki göç hareketliliği yukarıda belirttiği-

miz gibi kapitalizmin insanliğa reva gördüğü bir sonuçtur. Coğrafyalardaki yerüstü ve yeraltı zenginlik kaynakları egemen sermaye sistemi tarafından bir avuç egemen sınıfın hizmetine sunulmakta ve buna göre şekillendirilmektedir. Bu ekonomik sömürü düzeni, dünden bugüne sağladığı kardan güçlü militarist donanımla korunmaktadır. Yani güçlü devletlerin askeri gücüne dönüşerek sömürünün en emin şekilde işletilmesi-yaygınlaştırılması sağlanmaktadır. Ekonomik-askeri yaptırımların yanı sıra her bir ülke yönetimi aynı zamanda yönetimlerde izleyecekleri siyasetin, sermaye merkezli karaktere uygun ve uyumlu hale getirmek durumundadır. Kendi aralarındaki çelişkiler sistemin işlemesinin önünde ciddi engeller haline gelmemiş olsada varlığını korumaktadır. Yukarıda kısa olarak belirtmeye çalıştığımız sorunun ana kaynağı-merkezi, kapitalist sermaye düzeninin sömürüsü oldugu gerçekliğidir. Bu sömürü düzeninin cografyalarda yarattığı sonuçlar, sö-

mürü ve ölümlerin yanı sıra insanların göç etmesini zorlamaktadır. Kampanyamızın temel sloganı olan “Biz burdayız çünkü siz ordasınız” ın mantığında yatan gerçeklik oraları sömürüye, işgale, savaşa zorlayanların, bizlerin buralara gelmesine yol açmasıdır.

“Umut yolculuğu” ve sonuçları üzerine 'Umuda yolculukta ürküten rakam; 1993'ten bugüne, 30bin insan boğularak can verdi' İnsanın kendi doğduğu topraklardan, ekonomik ve sosyal yoksulluğun doğal zorunlu sonucu olarak kopup, ölümü göze alarak, adı her ne kadar "umuda yolculuk" olsada, o kadar bedeli ödemeyi göze alması, hiç bir şeyle değil, ölüm-kalım savaşı vermek zorunda kalmasıyla açıklanabilir.Ve ne kadar acıdır ki, bu ölüm kalım savaşını Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın ezilen, sömürülen, yarı-sömürge halklarının önüne koyan emperyalist devletler, bu savaşımı kendileri ve çocukları için, yaşamdan yana

kazanmak için, kendilerine bu ikilemi dayatan emperyalist ülkelerin yolunu tutmaktadırlar. Ölümden, yoksulluktan, hiçlikten; yaşama, tokluğa ve varlığa gidişte, ironik olarak, göze alınan mayınlı yollar, batması çok muhtemel teknelerle yolculuk ve tüm bu sırat köprüsünden sonra cennet yerine, cehennemsi zorlukta bir göçmen yaşamı, günümüzün son sosyal bir kanser vakası olarak binlerce insanı, Akdeniz‘in karanlık sularında ölümle sonuçlanan umut yolculuğuna çıkartmaktadır. Avrupa’ya "kaçak" yollardan girmek isterken Akdeniz’de boğulan göçmenlerin sayısı geçen yılın aynı dönemine göre 30 kat daha fazla olup, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği sözcüsü Adrian Edwards yaptığı açıklamaya göre “2015 Nisan ayının en zalim” ay olarak değerlendirilip, sadece bu ayda 1776 kişi boğularak can verdiyse, "umuda yolculuğa" çıkan bu insanların, Akdeniz'in dibindeki hikayeleri çok şey anlatmakta/ ya da anlatamamaktadır. "Umuda" yola


güncel analiz

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

çıkarken ölümün en trajedisini yaşayan göçmenlerin, ölüm rakamları, bir iç savaşta ölen insan sayısını fazlasıyla geride bırakacak kadar, dudak uçuklatmaktadır. Irkçı-faşist politikaların Avrupa toplumları üzerinde, göçmenlere karşı temel önyargıları üzerine Avrupa Birliği ülkelerinin tamamına yakın bir bölümünde, son 10 yılın sistematik ırkçı politikalarına bağlı olarak, göçmen karşıtlığı/düşmanlığı ciddi bir tehdit haline gelmiş bulunuyor. Göçmenlerin ekonomik-sosyal yaşam koşulları, her geçen gün zorlaşırken, iltica temelinde öngörülen statüleride giderek zorlaştırılmakta ve bu bağlamda AB ülkeleri, kendi yasalarını hiçe sayan bir yaklaşım sergilemektedir. Emperyalist-kapitalist ekonomik krizin yarattığı toplumsal yıkım koşulları ilk elden göçmenleri vurmakta; işsizlik, sosyal hak gaspları ve sınır dışı tehditleri, "islami-fobi" formunda ırkçı faşist partilerin gündelik politik argümanları olarak meşrulaştırılmaktadır. AB ülkelerinin yerli halklarıda kriz ve işsizliğin nedeni "yabancılar" şeklinde tekelci egemen sınıfların, ırkçı-faşist partiler eliyle yürütülen propaganda temelinde, göçmenlerle karşı karşıya getirilerek klasik parçala-böl-yönet taktiğinin kurbanı haline getirilmektedir. Bu temelde göçmen örgütleri arasındaki enternasyonel dayanışma, yerli halklarıda içine alacak şekilde tüm AB ülkelerinde yükseltilmeli ve günün güncel acil görevi olarak ele alınmalıdır

Entegrasyon üzerine temel yaklaşımımız Göçmenlerin geldikleri ülkelerde belli başlı sorunların başında uyum sorunu gelmektedir. Bu sorunu belli başlıklarla almak durumundayız. Öncelikle uyum ne anlama geliyordan başlamak gerektiği inancıdayız. Uyum; kişinin bulundugu ortama, sosyal, siyasal, ekonomik ve de kültürel yönleriyle kısmi veya tamamen katılım sağlaması anlamına gelmektedir. İşte belirttiğimiz katılım sürecinin işleyebilmesi için ihtiyaç duyulan temel unsur eşit şartlar-ortamların yaratılmasından geçer. Şayet uyum süreci iyi işletilmek isteniliyorsa öncelikli olarak eşit kosulların her sahada yaratılması gerekmektedir. Yani eğitimde, sağlıkta, iş sahasında kısacası sosyal hayatın her alanında bu yapılmak zorundadır. Bireylerin ya da toplumların kültürel şekillenişleri sözkonusu eşit şartlar-koşullar yaratıldığında karşılıklı etkilenmesi doğallığıyla gelişir. Bu gelişim samimidir, desteklenmelidir. Ancak birini diğerinden üstün gören, dıştalayan, hor gören anlayış bunun tersidir, asla kabul görülmemelidir. İster iç, ister dış göç olsun kişinin başka bir ortama yerleşmesi kültürel olarak -yani hem maddi unsurlar (somut: coğrafi konum, simgeler, dogal ortam özellikleri, iklim özellikleri, su özellikleri, toprak özellikleri gibi) hem manevi unsurlar (soyut:

dil, din-inanç, ahlak kuralları, örf-adetler, komşu kültürler, dünya görüşü, hukuk kuralları gibi) anlamda sorunlar yaşanmaktadır. Ortaya çıkan bu sorunlara yaklaşımda gösterilen çabalar önemlidir ancak bundan da önemlisi sorunun giderilmesi için tek yanlı bir tutum içinde olmadan, tek yönlü bir uyum beklentisine girmeden soruna yaklasmaktır. Avrupa ülkelerinin her birinde farklı farklı uyum projeleri uygulandığı gerçekliği bir yana genel yaklaşım itibariyle tek yanlı bir uyumu dayatılmaktadır. Ülkeler kimi biçimsel özgünlükleri haricinde esas olarak yaklaşım-anlayışta soruna aynı yerden bakmakta ve ele almaktadırlar. Bizler kültürlerin birbirlerini yadsımadığı, hor görmediği daha da önemlisi dışlamadığı her bir bireyin ve de toplumun kültürünü yaşayabileceği eşit şart ve kosulların oluşturulmasından yanayız. Esas itibariyle mevcut yasaların yönlendirdiği uyum projeleri tek yanlıdır. Bunlara her bir Avrupa ülkesi özgünlüğünde farklı farklı örnekler vermek mümkün ancak bizler bunları ülke özgünlüklerinde vereceğimiz panellerde dile getireceğimizden şimdilik genel Avrupa ülkelerine bakıldığında uyum projelerinde nasıl bir tek yanlılık olduğuna bir göz atalım. Her bir Avrupa ülkesi, ülkelerine gelen göçmenlerin dil öğrenmesinin bir zorunluluk oldugunu söylemektedirler. Gerekçelerin başında toplumla ileti-

şim içinde olmaları ve kaynaşmaları için önemli bir gerekliliktir, derler. Toplumlar ve de toplumları oluşturan bireylerin birbirleriyle iletişim içinde olmaları doğru olandır, savunulmalıdır da ancak öte yandan bunun şartlarını oluşturmada alabildiğine tutucu, kapalı davranmaktadırlar. Göçmenlerin bu ülkede yaşayan insanlarla iletişim içinde olmalarını istemek yalnış değildir ama tek yanlıdır. Zira burada yaşayan toplumunda böylesi bir görevi olduğunu belirtmek doğru olandır. Hem göçmenlerin hem de 'yerli' halkın birbiriyle olan ilişkisine dair karşılıklı sorumluluklar vardır. Bu sorumluluklar ne salt göçmenlere ne de salt 'yerli' halka aittir, her ikisinin sorumluluğundadır. Tek yanlı yaklaşım, Avrupa ülkelerinde yaşamakta olan toplumların, kendini üstün görme dürtüsünü geliştirmektedir. Ve toplumu karşılıklı kutuplaştırmaktadır. Tek yanlı politikaları ve sonuçlarını kampanyamız boyunca yürüteceğimiz faaliyetlerde daha geniş açıp tartıştıracağız. Uyum sürecinin işleyebilmesi için kültürleri oluşturan somut ve de soyut unsurların ortaya çıkardığı problemlere bakmak, irdelemek lazım. Arka plandan bagımsız, önyargılarla sorunlar giderilemez, tersine farklı boyutlar kazandırılmış olunur. Göçmenlerin dil ögrenmesi için ayrılan yıllık bütçeler herhangi bir coğrafyada yürütülen haksız savaşa ayırdığı bütçe-

15

nin binde biri orantısına bile denk düşmemektedir. Mülteciler Avrupa‘nın hangi ülkesine gelirlerse gelsinler iltica sürecinde işletilen prosedürlerin başında öncelikli olarak o ülkeye kabul edilip edilmeyecekleri sorgulanır. Binbir zorluklar, can pahasına katettiği yollardan sonra sözkonusu vardığı ülkenin iltica talebini kabul edip etmeyeceği gibi keyfi tutum-yasa kabul edilemez. Bu yasanın 1951 Cenevre Sözleşmesi‘ne aykırılığı olmasına rağmen ülkeler belli ek antlaşmalarla (Dublin-Schengen gibi) geçerli kıldılar. Şunu belirtelim ki her insan ne sebeple olursa olsun başka bir ortama, coğrafyada yaşamını sürdürme istemi haktır. Tamamen keyfi yasal prosedürlerin yaptırımları sonucu yasadışı (kaçak) konumun kaldırılması gerekmektedir. Hiç kimsenin bu statüye tabi tutulmaması gerekmektedir. Sosyal bir varlıktan söz edildiğine göre kişinin yaşam ortamı itibariyle diğer insanlarla olan ilişkisinden kaynaklı birbirinden etkilenmesi, doğallığıyla gelişen bir durumdur. Sosyal yasamında insanların karsılıklı olarak birbirinden etkilenmesi benzeşmesi normal olandır. Özellikle Avrupa ülkelerinin yönetimleri sosyal yaşama yaklaşımları, ele alışları, göçmenlere tek yönlü bir uyumu dayatmaktadır. Etki gücü oranında bunu 'başardıklarını' söyleyebiliriz.


16

güncel analiz

Merkezi yapının parçası olan ve görevleri bağlamında farklı alan ve özgünlüklere sahip olan kurumların, çalışma sahalarının, yönetici ya da faaliyetçilerin, yürüttükleri veya üstlendikleri görevler bağlamında nesnel gerçekliğe uygun olarak karşı karşıya gelmeleri biçimsel olarak tamamen mümkündür. Ne var ki, görev ve faaliyet biçimlerinin ürünü olarak gündeme gelen bu nesnel karşı karşıya gelme durumu, biçimsel olmanın ötesinde, merkezi görev ve örgütlenmelerin birer parçası olarak son tahlilde aynı bütünün, aynı mücadelenin ve hatta aynı temel görevlerin birer parçası oldukları unutulamaz. Görünürde veya özgün görevler kapsamında farklılıklar gösteren her parçanın, her örgütlenmenin, her çalışmanın bu özgünlüklerine rağmen esasta ortak amaç ve hedefler bağlamında olduğu gibi, tek merkezi yapının parçaları olduğu bilinmeyen-bilinmeyecek bir realite değildir. Fakat parti bilinci noktasında yeterli kavrayışa ulaşamayan anlayışlar elbette ki, bütünün parçaları olduğunu unutmaları, dolayısıyla bütün dediğimiz merkezi parti yapısının gerekli bilinciyle hareket etmeleri sorunu ne yazık ki tezahür edebilir Devrimden kopma veya devrimci temel üzerindeki ideolojik-siyasi-örgütsel birliği anlamsızlaşmaya varmamış hiçbir sebep parti ve onun parçası olan kurumları zayıflatma tavrına hiçbir şartla gerekçe edilemez. Devrimci her süreçte stratejik öneme sahip parti denen kolektif olgu ve aracın devrimci nitelikteki çıkarlarını üstün tutmak, dar ve bencil anlayıştan kopan devrimci bilinçtir. Her üyesinin görevi ve asli sorumluluğudur. Parti bilinci partinin korunması, geliştirilmesi ve tersinden zayıflatılmaması zemininde yeşeren bu devrimci bilinçtir. Partinin çıkarlarını esas almak ya da korumak halka ve devrime rağmen önerilen bir tavır ve yönelim değildir. Bilakis, devrimden uzaklaşmış, halkın çıkarlarıyla çelişmiş bir parti realitesi benimsenemez, elbette çıkarları üstün tutulamazdır. Parti bilinci, devrim ve halk için parti kavrayışıyla temellenmiş olup, bu uğurda

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

varlık gösteren partinin gözbebeği gibi korunmasını esas alan ve hiç bir ‘’bahaneyle’’ partiyi yıpratacak, yıpranmasına objektif olarak yol açacak davranış ve tutumdan itinayla uzak duran, daha da önemlisi tarif edilen bu partinin kişisel, gurupsal ve parçadan ödünler vererek parti merkezli bakış açısı ve pratikle onun çıkarlarını tartışmasız olarak üstün ve önde tutmaktır. Bütün bunlar parti içi fikir mücadelesi ve eleştiri-özeleştiriyi asla yadsımaz. Eleştirinin devrimci niteliği, yapıcı, kazanıcı ve geliştirici özelliği ile birlikte, hangi kaygı ve duygularla yapıldığı, zaman, yer ve üslup bakımlarından eleştiri sonuçlarının nelere kapı araladığı, niyetten bağımsız olarak, nesnel durum ve reel gerçekte eleştirinin gösterdiği fonksiyonun negatif ya da pozitif etkilerinin ne olduğu vb vs şeklinde bir dizi somut tahlil/tespit göz ardı edilemez, edilmemelidir. Partinin organik bileşenleri olan kurumları, örgütleri, kadroları ve en önemlisi de partiye ait ‘’taban’’ ya da kitleleri karşı karşıya getiren, bunlar arasındaki birliği ve nitelikli bağları zayıflatan her tutumun parti bilinci ve kültürüne yabancı olduğu açıktır. Parti bilincinin yansıması gereken en önemli alanlardan birinin ifade ettiğimiz bu bileşenler arasında tartışmasız bir şart ve değer olan birlik ve hukukun zedelenmemesi, hele hele uluorta tartışma ve eleştirilerle dedikodu ve objektif yıpratma eylemine varmamasıdır.

Parti bilinci ve

kurumsal bütünlük!

Her özgün alan merkezi halkanın hizmetinde ele alınmalıdır

Merkezi yapının parçası olan ve görevleri bağlamında farklı alan ve özgünlüklere sahip olan kurumların, çalışma sahalarının, yönetici ya da faaliyetçilerin, yürüttükleri veya üstlendikleri görevler bağlamında nesnel gerçekliğe uygun olarak karşı karşıya gelmeleri biçimsel olarak tamamen mümkündür. Ne var ki, görev ve faaliyet biçimlerinin ürünü olarak gündeme gelen bu nesnel karşı karşıya gelme durumu, biçimsel olmanın ötesinde, merkezi görev ve örgütlenmelerin birer parçası olarak son tahlilde aynı bütünün, aynı mücadelenin ve hatta aynı temel görevlerin birer parçası oldukları unutulamaz. Görünürde veya özgün görevler kapsamında farklılıklar gösteren her parçanın, her örgütlenmenin, her çalışmanın bu özgünlüklerine rağmen esasta ortak amaç ve hedefler bağlamında olduğu gibi, tek merkezi yapının parçaları olduğu bilinmeyen-bilinmeyecek bir realite değildir. Fakat parti bilinci noktasında yeterli kavrayışa ulaşamayan anlayışlar elbette ki, bütünün parçaları olduğunu unutmaları, dolayısıyla bütün dediğimiz merkezi parti yapısının gerekli bilinciyle hareket etmeleri sorunu ne yazık ki tezahür edebilir. Kuşkusuz ki, her yoldaş niyet olarak par-

ti kaygısıyla hareket etmekte, devrimci doğrular adına tavır davranış içine girmektedir. Bu anlamda hiçbir yoldaşın niyeti sorgulanamaz. Ancak mesele niyet meselesi değil, gösterilen tavır tutumun vb doğruluğu/yanlışlığı meselesidir. Son derece samimi ve iyi niyetli oldukları halde, kavrayış eksikliğinden ileri gelen hatalı yaklaşımların ürünü olarak, yani niyetlerinden bağımsız objektif davranışlarıyla kimi yoldaşların hiç de istemedikleri olumsuz eğilimlere zemin sunduğu söylenebilir. Buradaki sorsun bu duruma düşen yoldaşların kavrayışlarını derinleştirerek hatalarını düzeltmeleridir. Örneğin, pratik çözüm olarak tüm yoldaşların merkezi anlayış ve yaklaşımları dikkatle okuyup bunlara uygun yaklaşımlar sergilemesi sorunların aşılmasında bir metot olarak kullanılabilir. Ki, birçok eksikliğin parti yazımını iyi takip edememe veya bu yazına uygun hareket etmeme durumundan ileri geldiği söylenebilir. Merkezi olarak alınan kararların iyi takip edilmesi, yapılan açıklamaların ve alınan tavırların dikkatle okunması belli bir temel yaratmaya fayda sağlar. Bunu takiben parti işleyişinin doğru kavranması ise gündeme gelen eksikliklerin giderilmesini önemli oranda azaltır. Bu çerçevede parti bilincinin belli zaaflar

gösterdiği açıktır. Örneğin, belli sorumluluklar ve görevler yürüten yoldaşlar merkezi yapı ve çalışmalar karşısındaki yükümlülüklerini, merkezi yapının parçası olduklarını, bu merkezi yapıya uygun hareket etmelerinin gerekliliğini ve merkezi yapının çıkarları doğrultusunda hareket etmelerinin gerekliliğini unuturlarsa bu parti bilincindeki zayıflığı gösterir. Hatta yürüttükleri çalışmalarda merkezi yapının inisiyatif ve tavrını gerektiği gibi dikkate almayarak kendi çalışmalarında adeta kendilerini dayatırlarsa bu parti bilinci bakımından son derece sorunlu yaklaşım olur. Kurumlar arasında doğal olan eşgüdümlü çalışma, dayanışmada bulunma, birbirinin boşluklarını-zaaf veya eksikliklerini kapatma, tek bütünün parçaları olmayı pratik davranışta içselleştirerek özümseme gibi noktalarda gündeme gelebilecek aksi davranışlar elbette doğru görülemez. Bütün bunların parti bilinci açısından sorunlu anlayış ve yaklaşımlar olacağı açıktır.

Parti dili ve argümanlarını hassasiyetle kavramalı ve kullanmalıyız Partinin dili ve argümanları anlayışından bağımsız değil, bilakis onun doğrudan yankısı ve sonucudurlar diyebiliriz bir


16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

anlamda. Bu doğruya itiraz etmek makul bir itiraz değildir. Fakat parti dili ve argümanlarını dikkatle takip edip kullanmakta gerekli hassasiyetin gösterildiğini iddia etmek zor. Örneğin, ‘’TC’’ kavramı, ‘’Türk devleti’’, ‘’Türkiye’’ biçimindeki kavramlar üzerinde yürütülen tartışma dikkatsizliği somutlayan bir durumdur. Bu kavramlar gibi, ‘’egemen sınıflar’’ kavramı da zayıf, belirsiz, sınıfsal nitelemeyi ihmal eden kullanım ya da dildir. Dolayısıyla dikkatsiz olup, parti dili çerçevesinde yaşanan sorundur. Egemen sınıf kavramı somutta dillendirildiği için hangi egemen sınıfları kast ettiği elbette anlaşılmaktadır. Ancak nasılsa anlaşılır diye gerekli olan ünleri veya ön nitelemelerden sakınmak son tahlilde eksik ifadelendirme olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla ‘’egemen sınıf’’ derken, kast ettiğimiz üzere ‘’gerici egemen sınıf’’ dememiz daha doğrudur. Çünkü, proletarya da egemen sınıf olabilir. Yaşanan sosyalist vb iktidar dönemlerinde egemen sınıf durumundaki sınıf gerici değil, devrimci, sosyalist ve proleterdir. Bu bakımdan ‘’gerici’’ nitelemesini ön ek olarak egemen sınıf iadesinin önüne koymasak, objektif olarak egemen sınıfın gerici mi, ilerici mi olduğunu somut olarak ifade etmemiş oluruz. Bunun da hatalı olduğu, en

azından eksik ve sorunlu bir dil olduğu açıktır. Hele bir de egemen sınıfın iç iktidar dalaşından bahsederken bu sınıf nitelemesini yapmazsak bunun hepten hatalı çağrışımlara yol açacağı kesin gibidir. Gerici egemen sınıfın kendi içindeki dalaşını sınıf mücadelesi veya bunun bir parçası olarak tanımlamak hepten sorunludur, sapla samanı karıştırmaktır. Özcesi, parti bilinci, partinin dil ve argümanlarını dolayısıyla anlayışını köklü zeminde edinmeyi de ihtiva eder, gerektirir. Dil ve argümanın doğru takip edilmesi hiç kuşkusuz ki, parti bilinci ve kültürünün, dolayısıyla anlayışının sağlamlaştırmasında rol oynayacağı inkâr edilemez gerçektir. Ne ki, bu konularda gerekli duyarlılığın gösterilmediği açıktır. Bu savaş koşullarında barıştan söz etmenin ihanet olduğu şeklindeki uç yaklaşım ve siyaset açısından sorunlu olan sol yaklaşım ve anlayışlar elbette doğru olamazlar. Hâkim sınıflarla stratejik bir uzlaşma-barış anlayışı kuşkusuz ki proleter devrimci siyaset ve sınıf tavrından uzaktır. Fakat reel siyasette, taktiksel politik ve manevralarda barıştan söz etmek vb vs asla ihanet olarak değerlendirilemez, bu taktikler yadsınamaz. Belli bir zeminde yürütülen mücadelenin bu reel politik zemini kullanıp bu alana uygun si-

güncel analiz yasi manevralarda bulunması, düşman kuşatması ve demagojilerinin boşa çıkarılması için gerekli olan taktik siyasetlerdir. Stratejik veya ilkesel olarak burjuvaziyle anlaşmalar siyasetini benimsemememiz, stratejik bir barışı benimsemememiz ayrı bir doğru ama taktiksel konularda ve tek tek anlaşmalar düzleminde anlaşmalar yapmamız ya da stratejik yaklaşımlarımız doğrultusunda belli hak ve kazanımların elde edilmesi için barış vb siyasi taktiklerin kullanılması mümkündür. Siyasetin rolleri vardır. Siyaset silahlarla yürütülen biçimler alacağı gibi, silahlı olmayan nispeten barışçıl biçimleri de içerir. Siyasetin geçerli alanının son derece geniş ve esnek olduğunu kavramamak sol dogmatik hataya ve siyasetteki kabızlığa yol açar. Barıştan söz etmek siyasetin silahlı biçimlerinde bir zaaf yaratmıyorsa, aksine ona hizmet ediyorsa ondan bahsetmek sorun değil, isabettir. Kaldı ki, somuttaki mesele doğrudan ulusal hareketle alakalıdır. Ulusal hareketten komünist bir yaklaşım beklemek mantığa aykırıdır. Ulusal hareket ulusal demokratik hakları temelinde verdiği mücadelede desteklenmesi gereken zemindedir. Bağımsızlığı somut hedef olarak ortaya koyup bu somut yönelimle hareket etmese de, belli bir statü elde etmek, durumunu ilerletmek, iyileştirmek ve belli haklar elde etmek için mücadele veriyor. Bu zeminde siyaset yapıyor. Bunlarda haksız veya gerici olmadığı gibi, yanlış da değildir. Yani bağımsızlık hakkını dillendirmemesi, diğer mücadelesini anlamsızlaştırmaz. İşte bu mücadelesi de bir dizi stratejik ve taktiksel mücadele biçimiyle belirmektedir. Daha düne kadar barış görüşmeleri vb yürütürken ihanet etmiyordu ama çatışma-savaş başladı diye barıştan söz etmesi ihanet oluyor. Bu tutarlı bir görüş ve yaklaşım değildir. Barış sürecine geçmeden önce de savaş koşulu vardı ve barış sürecine bu koşularda geçildi. Savaş olmadan barıştan, barış olmadan savaştan söz edilemez ise, o halde savaş koşullarında barıştan söz etmeleri neden ihanet olsun? Elbette yaklaşımları eleştirilebilir. AKP’nin politikası, amacı vb açıktır, sınıf karakteri ve buna uygun pratiği ortadadır, dolayısıyla ulusal hareket bundan bir sonuç çıkararak doğru bir stratejik yönelim belirlemeli ve bu stratejik yönelime bağlı siyasetler benimsemelidir vb vs şeklinde bir dizi eleştiri yürütülebilir. Daha fazlası da… Ancak kabaca ihanetle damgalamak ne siyaseten, ne eleştiri adına ve ne de gerçeklik anlamında doğru yaklaşım değildir. Kısacası bunun gibi sol yaklaşımlar partinin genel kavrayışı ve yaklaşımına rağmen gündeme gelen yaklaşımlardır ve kuşkusuz ki parti bilincini bulanıklaştırıp bozmaktadırlar.

Komünistlerin devrimci eylemle ilişkisi küçük burjuva bir zeminde ele alınamaz Öyle ki, bazen çok temel argümanlarımız, savunularımız ve ideolojik belirlemelerimiz adeta tersten ele alınarak savunu

17

haline getirilebilmektedir. İntihar veya feda eylemleri davranış veya tavır anlamında her ne kadar kahramanca olsa da, anlayış olarak bu tarz eylemleri doğru görmediğimiz bilinmektedir. Ölümü göze alarak ve kabul ederek direnmek veya mücadele etmek tamamen devrimci bir yaklaşımken, eylemimizi ölümümüz üzerine bilinçli bir tercih olarak planlayıp intihar etmemiz bu yaklaşımla bağdaşan bir tavır olamaz. Kendi yaşamımıza irademizle son verme gibi bir tutumu benimseyemez, yaşamımızı son nefesine kadar düşmanımıza karşı mücadele için kullanırız. Ölüm anında bile düşmanımıza karşı mücadeleyi yeğler, uygularız. Ama devrimci eylem ve mücadelemizde asla intihar-fedai eylem biçiminden ilham almayız. Seyfi Batar’ların günlerce süren direniş ruhundan feyiz alır, bu kahramanlıklardan yön alırız. Elbette her devrimci eylem bizler için değerlidir. Fakat son tahlilde devrimci de olsa her eylem biçimi mutlak olarak benimsenemez. Özü devrimci olmakla birlikte, yöntem, biçim ve hatta bunların dayandığı mantık açısından küçük-burjuva devrimciliğinden beslenen eylemlerin hepsini mutlak biçimde benimsemeyiz. Somut olarak örneklersek, onlarca düşmanı yok etmesine rağmen intihar eylemi biçiminde gelişen eylemi salt intihar biçimi nedeniyle benimsemeyiz. Bu eylem özünde devrimci de olsa, bu devrimcilik küçük-burjuva devrimciliği damgasını taşıyıp eylem metodu olarak da hatalıdır. İnsan merkezli stratejik anlayış temelimiz insanın ölümünü zorunluluk olarak kabul edip benimser, bilinçli bir tercih olarak değil. Çaresizliğin izlerini de taşıyan intihar metodu Komünistlerin metodu olamaz. Devrim ve mücadelenin uzun evrimli gerçekliği açıkça ortadayken, sansasyon merkezine oturan ve objektif olarak bir eylemle sonuç alma hayaline dayanan maceracı eylem çizgisi ya da tarzı uzun süreli siyasi iktidar mücadelesi pratiği, savunusu ve algısıyla örtüşmez. Ne yazık ki, bazı yaklaşım ve anlayışlar partinin daha güçlü zeminde izah edilebilir olan bu anlayış ve bilincini yadsıyan durumdadır. Sol maceracı eğilimin yankısı olan bu eğilimler elbette bir etkilenme ve parti bilinci noktasında bir zayıflığı yansıtmaktadır. Devrim ve Komünist toplum amacı uğruna faaliyet yürütenler ne denli ciddi bir iddiaya sahip olduklarını bilince çıkarmak durumundadır. Bu denli ciddi bir uğraşı yaşam tarzı olarak esas alanların bu iddialarına denk gelen bir ciddiyetle hareket etmesi zorunludur. Yani bu yaşam tarzı ve iddia bir oyun veya bir yap-boz oyunu değildir. Dolayısıyla son derece temel meselelerde(kurumlar arası hukuk ve ilişkiler ve bunların korunması…) basit kaygıların öne çıkarılması, kişisel eğilim veya kişisel hatalara endeksli olarak hareket edilmesi vb vs asla doğru olamaz. Bu davranış biçimi parti bilinci açısından taşıdığı kusurdan da öteye benimsenen ve temsil edilen iddiaya uygun hareket edilmemesi ile de sorunludur.


18

güncel analiz

Her hata ve olumsuzluğu disiplinle terbiye etmeye yönelen disiplin anlayışı katı disiplinden de öteye dogmatik bakış açısının ürünü olarak kör ve gerçek dışı bir disiplin algısıdır. Disiplin ikna eğitim metodu esasına oturmak durumundadır. Kazanmayı amaç edinmeyen bir disiplin gerici bir disiplindir. Bu disiplin yıkıp dağıtmaktan öteye bir işlev görmez. Her hata mutlak biçimde yaptırımla yanıtlanmalıdır görüşü sığ ve nesnel olmayan görüştür. Hata sahibine yardım etmeyi güçlü olarak barındırmayan eleştiri ve disiplin şekli temelden sakattır. Ve bütün bu hatalı eleştiri ve disiplin tarzı sadece ve sadece yoldaşların adım atmasını, iş yapmasını, inisiyatifli olmasını ve inisiyatiflerini geliştirmelerini engelleyen, gönül rahatlığı içinde bulunmalarını ortadan kaldırarak gönüllülük zemininde sağlamlaşan disiplin birliğini dinamitlemeye yarar Eleştirinin geçerli olduğu yerde (ki eleştirinin geçerli olmadığı yer yoktur), eleştirel tutumun titizlikle ele alınması ya da genel olarak eleştiri anlayışı üzerine kafa açıklığına önem vermek için tartışma yürütmek gerekli, zorunludur. Eleştiri doğru ya da yanlış zeminde de olsa reddedilemez, bastırılamaz, ötelenemez bir ihtiyaçtır. Eleştirinin her türü genel olarak eleştiri yürütülmesi anlamında kabul edilse de, bu, eleştirideki doğru ile yanlışı ayrıştırmanın önünde engel değildir. Bilakis eleştirinin doğru-yanlış zemininde ayrıt edilmesi ondan yararlanmak veya onun hatalı yönlerini düzeltmek için zorunludur. Eleştiriye verilen değer ya da önem hatalı eleştirilerin kabulü manasına gelmez elbet. Alışkanlık olarak gelişen bir eleştiri biçimi, eleştirilerin merkezi yapı ve buradan alta doğru kurumlara sirayet eden genel bir biçimi ihtiva eder. Eleştiri köklü ve doğru tabiat içinde ele alındığında öncelikle merkezi kurum ve yapıya yönelmek durumundadır. Bu yaklaşım tarzı ya da eleştirinin bu biçimde ele alınması yöntem olarak tamamen doğrudur. Kuşkusuz ki, alt kurumlardaki sorunlar merkezi yapıdan bağımsız görülemezler. Sorunların merkezi yapıdan başlamak kaydıyla alt kurumlara kadar genel yapıda bulunduğu şeklindeki değerlendirme genel prensip olarak doğrudur. Meselenin buraya kadar olan bölümünde sorun yoktur. Dolayısıyla sorunların her yerde var olması ve devam etmesi tabiata tezatlık değil, bilakis nesnelliktir. Zira sorunsuz bir süreç ve temsil düşünülemez. Fakat bu genel doğruyu ifade eden eleştirinin bir alışkanlık haline getirilmesi, yani merkezi yapının kusurlu olmadığı tekil hataları veya daha somut olarak ele alınıp tartışılması gereken hataları bir zorlama ve alışkanlık kültürüyle olur olmaz biçimde merkeze bağlayıp ‘’kavgayı’’ somuttan çıkarıp genele yayarak belirsizleştirmek elbette doğru eleştiri tarzı olamaz ve sorunlu olan da budur. Başarısızlıkların yanında başarıları, olumsuzlukların yanında olumlulukları görmek objektif bakış açısı olarak diyalektik yaklaşımdır. Sadece olumsuzlukları görmek ve bunları objektif gerçeklikten kopuk ele almak hatalı değerlendirmelerde bulunmamıza vb yol açar. Kısacası hep olumsuzluk ve eleştiri cephesinden bakıp kendimizi bu girdapta daraltmak sorunları aşmaya değil, onları derinleştirmeye yarar. Olumsuzluk ve hataların abartılmamasına dikkat etmek doğru ve gerekli tutumdur. Defalarca aynı sorunları tekrar eden eleştirilere muhtelif biçimlerde tanık olunmaktadır. Bu eleştiri tarzının eleştiri sahiplerini daraltıp boğulma noktasına, adeta aç-

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Eleştiri üzerine maza sürüklediğine de tanık olmak kaçınılmazdır. Bahsini ettiğimiz eleştiri tarzı, eleştirileri abartan, her şeyi sorun yaparak karamsar tablo çizen, asla hiçbir şeyden memnun olmayan, sürekli aynı eleştirileri gündemleştiren ama çözüm noktasında bir şey ortaya koymayan, işine geldiğinde kolaycılığa kaçarak kestirip atabilen, bu anlamda ciddi bir kırılganlık taşıyan ya da kırılmayı bağrında taşıyan, ama sürekli soldan esen, olumsuzluk ya da hataları aşmaya yönelmekten ziyade bunları büyüten ve daha keskin sorun haline getiren, tüm çıkış noktasını disiplinde veya disiplinin katı uygulanmasına havale eden, son tahlilde sorunların giderilmesine katkı sunmak yerine kendisi sorun olan, yani sorunlara yeni sorunlar ekleyen bir tarz olarak nüfuz etmektedir.

Eleştirinin nesnel gerçekle örtüşmesi ve yapıcı olması elzemdir Kuşkusuz ki, eleştirileri yadsımak söz konusu olamaz, bilakis eleştiri ihtiyaç olarak devrimci mücadele ve siyasi yaşamımızın önemli bir parçası olarak muhafaza edilmek, korunmak durumundadır. Ne var ki, eleştirinin doğru olması, objektif olması, gerçekle örtüşmesi, yapıcı ve ikna edici olması, yöntem ve amaç olarak doğru ve geliştirici, ön açıcı ve çözüm gücü niteliğinde olması elzemdir. Salt sorun var diyerek yürütülen eleştiri, herkesin görüp tespit ettiği ve ortaklaştığı sorunu yeni bir buluş gibi sunup, bunu bir çatışma unsuruna dönüştürüp başka sorunlara vesile eden yaklaşımdaki eleştiri, sorunların arkasına sığınan bir eleştiri tarzı, nispeten basit hataları ciddi boyutta ele alan ve bu basit hataları ciddi sorunların üstünde tutan eleştiri yöntemi, en çok eleştiren ama kendisinin eleştirinse tahammül edemeyen eleştiri kültürü, eleştiriyi teşhir, yıpratma, karalama, yıkma ve dedikodu düzeyine indiren eleştiri yöntemi devrimci muhtevadan yoksun olmakla birlikte, itibar edilmemesi gereken eleştiri biçimidir. Bu sözlerimiz

eleştiri hastalığı biçiminde zuhur eden ve eleştiri kültürümüzde dikkat edilmesi gereken bazı konulara dikkat çekme babında söylenmesi gerekenlerdir. Genel bir yaklaşım olarak beliren bir noktaya dikkat çekmekte fayda var. Yukarıda değindiğimiz gibi kendiliğindencilik vb vs zeminindeki örgütsel ya da örgütteki hatalara karşılık benimsenen ve önerilen şey, disiplinin uygulanması önerisi ya da disiplinin uygulanmaması eleştirisi olarak öne çıkar. Elbette ki, disiplinin uygulanması gerekli olduğu gibi zorunludur da. Bunda ters bir yaklaşım olmaz. Ne var ki, nasıl bir disiplinin uygulanacağı ya da disiplinin nasıl uygulanacağı konusu belirleyici bir sorundur. Gerçek zemini göz ardı eden düz ve nesnel gerçeği es geçen katı bir disiplin uygulanması, uygulanılabilir bir disiplinin ötesinde katı bir disiplinin uygulanması, bütünlüklü şartları göz ardı eden ve uygulanacak katı disiplinin yaratacağı sonuçlarla ilgilenmeyen, sonuç ne olursa olsun bu disiplin şartları dikkate almadan uygulanmalıdır biçimindeki disiplin anlayışı, gönül rahatlığıyla uyulan ve uygulanan bir disiplin anlayışını terk eden bir disiplin uygulaması anlayışı, kolektifin çıkarlarını gözeten değil de kişisel istemlere uygun veya ‘’işimize gelen’’ disiplinin uygulanması istemi, neden sonuç ilişkisinden tecrit bir disiplin uygulaması anlayışı, salt sonuçları görüp onunla ilgilenen ama nedenlerle ilgilenmeyen bir disiplin anlayışı biçiminde sıralayabileceğimiz disiplin tarzı benimseyeceğimiz bir disiplin olamaz. Böyle bir disiplin uygulaması kişileri tatmin edebilir ama partiyi değil. Çünkü bu disiplin biçimi özünde partiye yarar değil, zarar veren bir disiplin tarzıdır. Her hata ve olumsuzluğu disiplinle terbiye etmeye yönelen disiplin anlayışı katı disiplinden de öteye dogmatik bakış açısının ürünü olarak kör ve gerçek dışı bir disiplin algısıdır. Disiplin ikna eğitim metodu esasına oturmak durumundadır. Kazanmayı amaç edinmeyen bir disiplin


16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

güncel analiz

bir kaç cümle gerici bir disiplindir. Bu disiplin yıkıp dağıtmaktan öteye bir işlev görmez. Her hata mutlak biçimde yaptırımla yanıtlanmalıdır görüşü sığ ve nesnel olmayan görüştür. Hata sahibine yardım etmeyi güçlü olarak barındırmayan eleştiri ve disiplin şekli temelden sakattır. Ve bütün bu hatalı eleştiri ve disiplin tarzı sadece ve sadece yoldaşların adım atmasını, iş yapmasını, inisiyatifli olmasını ve inisiyatiflerini geliştirmelerini engelleyen, gönül rahatlığı içinde bulunmalarını ortadan kaldırarak gönüllülük zemininde sağlamlaşan disiplin birliğini dinamitlemeye yarar. Hata yapan yoldaşların hatalarını fark edip düzeltmelerine olanak tanınmak durumundadır. Her hatada sıkboğaz edip önüne hatalarını çıkarmak yoldaşların rahat davranmalarını ortadan kaldırarak baskı altında kalmalarına yol açar. Yoldaşlarımızın ve her birimizin hatalar yapması kaçınılmazdır. Hata yapmaya mutlak biçimde kapalı olan bir yer ve anlayış özünde siyasi yaşamdaki canlılığı, dinamizmi ve gelişme dinamiğini yok eden monoton ve hatta gerçek dışı sanal bir rüyadan ibarettir. Kısacası, temel bir ihtiyaç olarak disiplin ve eleştirinin zorunluluğu kadar, bunların doğru bir anlayışla ele alınması da temel bir gereksinimdir. Genel anlamda söyleyecek olursak eleştirinin sıradanlaştırılmaması, içinin boşaltılmaması, etki gücünün zayıflatılmaması ve eleştiriyle hedeflediğimiz yapıcı sonuçları alabilmemiz için eleştirinin yerinde, zamanında ve uluorta eleştiri tarzına düşürmeden, ortak olarak benimsenen nitelikteki aynı eleştirileri tekrar etmekten sakınmanın önemli olduğu söylenebilir. Şayet aynı eleştiriler yerli yersiz ve salt kullanmak ve mahkûm etmek amacıyla ya da kazanıcıilerletici rolü unutularak salt eleştiri yürütmüş olma adına yürütülüyorsa, bu eleştirilerin bıktırıcı-sıkıcı özelliği öne çıkar ki, bu eleştiri tarzı fayda yerine anti-patiyle itici olmaya sebep olur. Çeşitli vesilelerle itiraz kültürüne işaret ettik. Bu öylesine dikkat çekilen bir konu değildi. Hiç-

bir yoldaşımız veya komite ya da kurumumuz siyasi mücadele yaşamı ve örgütsel duruşunu asla eleştiri moduna saplanan ve eleştirel pozisyonu esas alan bir zemine kaymamalıdır. Bundan kastımız, hep eleştiren pozisyonda durup her şeye eleştiri yürütmeyi vazife edinen, eleştiriyi abartma suretiyle çalışma ve görevlerinin üstüne çıkaran, niyetten bağımsız da olsa eleştirinin bunaltıcı biçimini üstlenen, en önemlisi de eleştirisiyle fiilen gerilim ve gerileten durumda olunmamasıdır. Bu tarz eleştirileri ve hatta daha fazlasını yürütme imkânına sahip olanların aynı tarzı kullanmaları durumunda durumun nasıl kolayca kaotik mecraya sürüklenebileceği tahmin edilebilir. Hepimiz hiçbir kaygı gözetmeden kaygısızca eleştiri yürütsek sonuç ne olur? O kadar eleştirilecek şey bulunabilir ki, eleştiri yürütmeye kilitlendiğimizde eleştiriden başımızı kaldıramayacağımız ve her kesen bolca eleştiri yürütülebileceğini biliyor, görüyoruz. Son söz olarak ekleyelim; iş yaparak hata yapan yoldaşları hatalarından dolayı hedef tahtasına oturtarak iş yapmamalarına ve eleştirilerimizin altında bunalmamalarına kesinlikle dikkat etmemiz gerekmektedir. Birey için de, komite için de, kurum için de aynı şey geçerlidir ve her eleştiride buna dikkat edilmesi elzemdir. Eleştiri gerçeğini eleştiri sahiplerini her şeyin kötü olduğu şeklindeki kötümserliğin ilerisi olan ideolojik karamsarlığa sürüklememesine de aynı biçimde dikkat edilmesi doğrudur. Yani, yalnız eleştiri penceresinden bakarak kendimizi daraltıp ‘’artık yeter’’ noktasına taşımamalıyız! Sistemli hal alan bir tepkiye dönüşen eleştiri zemininden uzak durmanın gerekli olduğu açıktır. Tepkiyi intikam alma noktasına taşıyan eleştiriden, burun sürtme saplantısına düşen eleştiri yönteminden, kişiselleştirilmiş eleştiri tarzından ve eleştirinin sakız edilmesinden kesinlikle uzak durulması doğru olandır. Eleştirinin bir an bile yapılmaması bizleri zayıflatır. Eleştiriye yaklaşımımızı veya eleştiriye verdiğimiz önemi

19

uzatmadan bu bir cümleyle keskin biçimde ifade etmeyi yeterli görüyoruz. Dolayısıyla başından beri söylediklerimizden eleştirinin bastırılması, yasaklanması, yadsınması gibi bir maksat kesinlikle çıkarılmamalıdır. Eleştiri tavrı ve anlayışı üzerinde bu kadar durmamızın sebebi, doğru ve yapıcı eleştirinin önemine dikkat çekme ve muhtemel bazı hatalı yaklaşımları düzeltmeye dönüktür. Hiç iş yapmayıp eleştiriyi meslek edinenleri düşünün. Elbette bunların da yürüttüğü eleştiridir son tahlilde ama nasıl eleştiri? İşte bunun için eleştirinin yapılmasını değil, nasıl yapıldığı meselesini önemseyerek üzerinde durmak gereklidir. Eleştirinin doğru olması kadar, eleştirinin somutta-pratikte nasıl işlev gördüğü, yapıcı mı yoksa etkisiz ve hatta bıktırıcı-‘’bunaltıcı’’ olma fonksiyon mu oynadığı hususu mutlaka dikkate alınması gereken bir ayrıntıdır; önemli bir ayrıntıdır!

Her eleştirinin dayandığı bir zemin vardır Son olarak bir noktaya daha dikkat çekelim ki, mesele sadece hatalı eleştirinin yapılması olarak tarif edilemez. Eleştiri anlayışındaki sorunlara, hatalı eleştirilere, kavrayış sorunlarına değinmek ne kadar gerekliyse, eleştiriye gerekçe oluşturan zemine bakmak da o kadar gereklidir. Doğru ya da yanlış da yapılsa, mutlaka her eleştirinin dayandığı bir gerekçe vardır. İşte meselenin bu yanıyla ilgilenmek de ihtiyaçtır. Genel olarak yapan kadar yaptırana da bakmak doğru yaklaşım olur. ‘’Eleştiri hatalı ama eleştiriye muhatap olan doğru’’ şeklindeki önyargılı görüş açık ki idealizmden beslenir. Her durumda eleştirinin hatalı, eleştirilenin hatasız olduğu fikri kökten yanlıştır. Ancak anlatmaya çalıştığımız mesele eleştiride doğru anlayış, yaklaşım ve sorumluluğun bilince çıkarılmasıdır. Aksi halde, öyle ya da böyle gündeme gelen eleştirilerde büyük oranda bir zeminin olduğu ve hatta belli bir haklılık payı olduğu genellikle doğrudur. Ne eleştiri hep doğrudur şeklinde bir mutlaklaştırmaya, ne de eleştiri hep yanlıştır biçiminde bir mutlaklaştırmaya asla gidilemez. Her şeyde olduğu gibi, doğruluk veya yanlışlık meselesi somut bir durumdur ve her eleştiri somut olarak değerlendirilip doğru ya da yanlış olarak tespit edilebilir. Bunun dışındaki genellemeci yaklaşım kuşkusuz ki kusurludur. Altını çizmekte yarar var ki, hatalı eleştiriler üzerine söylediklerimiz veya hatalı eleştiri anlayışlarına dönük söylediklerimiz asla eleştirinin yapılmaması veya eleştiriden sakınılması olarak yorumlanmamalıdır. Bilakis eleştiri yaşamın, gelişip ilerlemenin çok değerli bir silahı ve itici gücüdür. Bunun için eleştirinin yapılmasından hiçbir biçimde geri adım atılmamalıdır. Sadece eleştiri biçiminde daha yapıcı, kolektifin çıkarlarını esas alıp kollayan, birleştirerek geliştiren yanlara önem verip, tek yanlılıkla eleştiriyi zayıflatan ve hep mücadele mantığına oturup kazanmayı göz ardı eden yaklaşımdan uzak durmaya dikkat edilmelidir. Dedikodu, teşhir, karalama gibi yıkıcı ve kişiselleştirilerek bayağılaştırılmış eleştiriden uzak durulmadır. Bütün bunları somut eleştiriler veya değerlendirmeler olarak yorumlamak yanlış olacaktır. Doğrusu, bu söylenenlerin genel eleştiri mantığı veya anlayışı çerçevesinde ifade edilmiş olduğu biçimindeki okumadır. Diğeri spekülasyon, komplo teorileri peşinde koşmak ve macera heveslisi siyasi simsarlık olur. Elbette saflarımızda eleştiri anlayışı, tarzı vb vs noktalarında sorun yoktur denemez. Bunu iddia etmek nesnel yaşam dışıdır. Her yerde doğru ve yanlış eleştiriler ya da eleştiri tarzında sorunlar vardır. Partimiz de toplum ve çelişkiden muaf değildir. Dolayısıyla partimizde de hatalı yaklaşım ve tarzlar vardır. Fakat eleştiri üzerine yazıda söylediklerimiz içteki somut sorunlardan çok genel bir yaklaşım olarak anlam taşır.


20

güncel haber

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Suriye’de değişen dengeler ve emperyalist blokların durumu ABD emperyalizminin Suriye’deki planı Rus emperyalizminin müdahalesine takılarak başarıya ulaşamadı. Bugün ise, ABD emperyalizminin IŞİD gerekçesiyle ve “ittifak’’ güçleriyle birlikte “T.C’’ devletini temsilen AKP iktidarıyla yaptığı gerici anlaşmalar temelinde Rusya emperyalizminin arkasında olduğu Esad iktidarına karşı daha etkili saldırılar planlaması ve/veya oradaki muhalif güçleri çok daha etkin desteklemesi adımlarını somut plana dökmüş durumdadır Suriye’de yaşanan iç savaşın emperyalist bloklar arasında yaşanan bir çatışma olduğu bilinen gerçektir. Emperyalist güçler gerici emperyalist doğaya has prensip olarak aralarındaki çatışmayı kendileri dışındaki bir gelişme olarak lanse etmek için mümkün olduğunca bağımlı ülkelere aktararak bu pazarlar üzerinde sürdürürler. Neticede yaşadıkları dalaş ve çatışma esasta pazar kapmaya veya pazarlarını korumaya dönük olduğundan çatışmalarını buralara taşıyıp buralarda sürdürmeleri tamamen mümkün olmaktadır. Ki, bu pazar gerçekliğinin emperyalist güçlere bağımlılığı ifade ettiği göz önüne alındığında, emperyalist güçlerin bağımlı iktidarları yıkma ya da destekleme biçiminde buralarda güçlerini sınaması ve kazanımlarını işbirlikçilerini destekleyerek korumaları biçiminde gelişmektedir. Bu anlamda Suriye’de devam eden iç savaşın bir başka değişle Rusya emperyalizmi ile ABD emperyalizmi veya bu iki emperyalist gücün temsil ettikleri emperyalist bloklar arasında yaşanan bir çatışma-savaş olduğu doğrudur. Hatta Suriye örneğinin çok daha keskin olarak ortaya koyduğu savaşın uzun sürmesi veya yenişememe durumu da, savaşı arka planda yürütenlerin emperyalist güçler olmasından ileri gelmektedir. “Arap baharı” safsatasıyla cilalanan emperyalist güçlerin saldırganlığa dayalı bölge dizaynı birçok ülkede iktidarların el değiştirmesine yol açsa da, Suriye’de bu plan esasta ters tepti denebilir. Suriye’de devam eden iç savaşın bu sürecin veya emperyalist güçlerin bölge dizaynı hareketinin eseri olduğu saklı değildir. ABD

emperyalizminin AB’li emperyalistlerden de destek bularak Rusya-Çin eksenli emperyalist bloğa karşı yürürlüğe koyduğu yeni emperyalist stratejilerin Ortadoğu’da yaşanan çatışma ve savaşların kaynağı olduğu açıktır. Dolayısıyla Suriye’de iç savaşa dönüşerek yaşanan çatışmanın nedeni de bizzat bu emperyalist stratejilerdir. Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Suriye’de ve Gürcistan’da yaşanan savaş ve çatışmalar on binlerce insanın ölümüne yol açmakla birlikte, halkları birbirine kırdıran bu gerici stratejiler Suriye’de çok daha tahripkâr yıkımlara ve katliamlara yol açarak devam etmektedir.

Gerici savaşlar devrimci gelişmelere vesile olur Gerici savaşların tüm yıkımlarına karşın, tersinden devrimlere veya devrimci gelişmelere vesile olduğu da bir gerçektir. Suriye’de emperyalist bloklar arası dalaşın ürünü olarak sürdürülen gerici savaş iç savaşa evirilerek devam ederken, Suriye devlet sınırlarında zorla tutulan Kürt ulusunun yaşanan kaotik ortam veya

savaş koşullarında doğan merkezi iktidar boşluğunu değerlendirerek, yönetimlerini ellerine alarak ilan etmeleri gerici savaşların aynı zamanda devrimci gelişmeye vesile olmasına açık bir örnektir. Ancak bundan ötürü gerici savaşları olumlama gibi bir sonuç asla çıkarılamaz, çıkarılmamalıdır. Aksine gerici savaşların kıyımcı ve yıkıcı tahribatı insanlığa en büyük felaket demektir ve gerici savaşların ortadan kaldırılması için devrimci savaşların geliştirilmesi zorunludur. Suriye’de sürdürülen gerici emperyalist savaş aynı zamanda IŞİD gibi barbar bir gericiliğin hortlamasına da zemin olmuştur. Bu barbarlığın emperyalist strateji ve savaşlardan bağımsız olmadığı gibi, emperyalist güçler tarafından devreye sokulduğu da bir gerçektir. Aynı emperyalist gerici savaş ekseninde Suriye’de yaşanan savaş ve gerici saldırganlığın son derece büyük dramlara yol açarak yarattığı mülteci akınları da, emperyalist gerici saldırganlığın yoksul halklara yüklediği ağır fatura olarak not

edilmesi gereken felaket zinciridir. Denizlerde boğularak ölen bebeklerin sorumlusu, kitlesel olarak denizlerde boğulan mültecilerin tek sorumlusu bu emperyalist saldırganlık ve gerici savaşlardır. Bütün yıkım ve kıyımlarla birlikte, bugün Suriye iç savaşında daha doğru ifadeyle emperyalist savaşta gelinen aşama, Esad yönetimindeki merkezi devlet güçleriyle muhalif güçlerin esasta yenişemediği ya da birbirine açık üstünlük sağlayamadığı, dolayısıyla gerici savaşın uzun bir süre daha devam edeceğini göstermektedir. Yani emperyalist güçlerin Suriye pazarında bir anlaşmaya varamayarak çatışmalarını sürdürecekleri görülmektedir. Ne var ki, yaşanan çatışma veya savaşın çok daha keskinleşerek boyutlanacağı da gelişmeler tarafından gösterilmektedir. ABD emperyalizminin Suriye’deki planı Rus emperyalizminin müdahalesine takılarak başarıya ulaşamadı. İç savaşın veya emperyalist dalaşın bugüne kadar uzaması tam da bu zeminden ileri geldi-


güncel haber

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

gelmektedir. Bugün ise, ABD emperyalizminin IŞİD gerekçesiyle ve “ittifak” güçleriyle birlikte “T.C” devletini temsilen AKP iktidarıyla yaptığı gerici anlaşmalar temelinde Rusya emperyalizminin arkasında olduğu Esad iktidarına karşı daha etkili saldırılar planlaması ve/veya oradaki muhalif güçleri çok daha etkin desteklemesi adımlarını somut plana dökmüş durumdadır. Tam da buna karşı Rusya emperyalizmi bu gelişmelere kayıtsız kalmayarak, karşı atağa geçerek dünyanın en büyük deniz altısını büyük savaş gemileri eşliğinde Suriye sularına gönderdi. Aynı zamanda Suriye/Esad yönetimini çok daha etkili olarak desteklemeye alenen başladı veya desteklerini alenileştirdi, bundan sakınmadı. Hatta bizzat Rusya askerinin Esad yönetimiyle birlikte muhaliflere karşı savaşa gönderdiği de iddia edilmektedir.

Mevcut dengeler Rusya ve Esad lehine Rusya’nın Suriye’de ödün vermeyeceği ve bu temelde kararlı bir duruş göstererek daha büyük bir savaşa hazır olduğunu ortaya koymuş oldu. Dolayısıyla mevcut durumda Suriye’deki dengelerin Esad ve Rusya lehine bir eğilim taşıdığı söylenebilir. Ancak ABD emperyalizminin bu durum karşısında nasıl bir adım atacağı henüz belli değildir. AB’li emperyalistler dâhil, ABD emperyalizmi tarafından da Rusya’nın ilgili adımlarına dönük belli açıklama ve uyarılarda bulunduğu bilinendir. Fakat karşılıklı olarak yürütülen bu gerginlik sürecinin şu andaki hâkim tarafı Rusya emperyalizmi olarak görülmektedir. Sınırlı da olsa bir dünya savaşını tercih etmeyen emperyalist güç ve blokların bu süreci belli anlaşmalar temelinde ertelemesi esas olasılıktır. Fakat Ortadoğu gerçeği kanıtlar ki, savaş ve çatışmalar orada süreğendir, bitmeyecektir. Taa ki, emperyalist dünya gericiliği yenilmeden veya geriletilmeden…

21

DHF-HDP ortak açıklama ‘1 Kasım seçimlerinde halkların ortak iradesini büyüteceğiz’ DHF-HDP ortak bir açıklama yaparak 1 Kasım erken genel seçimlerinde ortak hareket edeceklerini ve halkların mücadelesini büyüteceklerini ifade ettiler Yaklaşan 1 Kasım erken genel seçimlerine ilişkin hem gerici egemen sınıf partilerinin hem de Halk sınıf ve tabakaları içinde yer alan devrimci ve ilerici güçlerin tavırları ve somut politik yaklaşımları belli olmaya başladı. Bu doğrultuda DHF ve HDP 1 Kasım erken genel seçimlerinde yine 7 Haziran’da olduğu gibi ortak hareket edeceklerini kamuoyuna açıkladılar. Yapılan ortak açıklamayı olduğu gibi okurlarımızla paylaşıyoruz ‘’Bizler Halkların Demokratik

Partisi (HDP) ve Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) olarak, 7 Haziran seçimlerine kendi bağımsız program ve politikalarımızı koruyarak, tüm diğer demokrasi güçleriyle birlikte girmiş ve HDP çatısı altında başarılı bir çalışma yaratarak bu günlere gelmiş bulunmaktayız. İşçi ve emekçilerin örgütlenme ve temel haklarının alınması, ulus, inanç ve cinsiyet kimliklerimizin anayasada tam hak eşitliğinin sağlanması, ekoloji alanındaki üretime ve kar’a dayalı tahribatın durdurulması, insan hakları ve adalet alanında gerekli demokratikleşme adımlarının atılması temelinde ezilen tüm kesimlerin parçalı mücadeleleri önemli düzeyde ortaklaştırılmış ve milyonlarca insanın desteği sağlanmıştır. Demokrasi güçlerinin yakaladığı bu başarı, AKP ve egemenleri tedirgin etmiş, topyekûn bir

ANTAGONİZMA

saldırı başlatılarak başta Kürtler olmak üzere tüm sosyalist ve ilerici güçler sindirilmeye çalışılmıştır. Bugün açısından tüm ilerici ve devrimci güçlerin ana görevi, derinleştirilmeye çalışılan bu topyekûn saldırı karşısında tek vücut olmak ve bu gerici saldırılara karşı özgürlük, eşitlik ve adalet anlayışını yükseltmektir. Bizler halklara karşı olan sorumluluğumuzun bilinciyle, ezilenlerin dayanışmasının daha da güçlendirilmesi için HDP ve DHF olarak 1 Kasım seçimlerine de ortak girmeyi kararlaştırmış bulunmaktayız. Tüm demokrasi güçlerini ve emekçi halkımızı da HDP etrafında birleşmeye çağırıyor, ortak mücadelemizde başarılar diliyoruz.

≫ muzaffer oruçoğlu

ÜZERİNDE DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN COĞRAFYALAR

B

azı coğrafi ve tarihi bilgileri öğrenmek iyidir. Örneğin; Kuzey Kürdistan'ın, Türkiye’nin bir parçası olmadığını, orada binlerce yıldır Kürtler’in yaşadığını, oranın Kuzey Kürdistan olduğunu öğrenmek iyidir. Bırakalım Türkleri, Kürtler'in önemli bir bölümü hala yaşadığı toprakların Kuzey Kürdistan olduğunu bilmiyor. Bilse bile telaffuz edemiyor. HDP biliyor oranın Kuzey Kürdistan olduğunu; gelgelelim ki telaffuz edemiyor. Çene kemiğinde veya dilinde bir problem olabilir. Fransız halkı, Cezayir'in Fransa'nın bir parçası olmadığını, bu anlamda Fransa olmadığını, aksine Fransa'nın bir sömürgesi olduğunu bildiği için Cezayir direnişçilerinin işi kolaylaştı. Türk solunun ezici çoğunluğu, Türk halkına, orası Türkiye değildir, Kürtler’in ülkesidir, Kuzey Kürdistan’dır demiyor, diyemiyor. Kimse, Batı Ermenistan'ın neresi olduğunu bilmiyor. Ermeniler’in binlerce yıldır yaşadıkları ülkelerinden, demir süpürge ile süpürü-

lüp atıldıklarını, orada şimdi Kürtlerin yaşadıklarını telaffuz edemiyor. Batı Ermenistan'a gitsek, Kürtler’e, "yaşadığınız bu topraklar Kürdistan değil, Batı Ermenistan'dır," desek, gülerler bize. El konulan Ermeni zenginlikleri, manevi tazminatlarıyla birlikte geri verilmeli, onların torunları, yakınları, kendi topraklarına, ülkelerine özgürce geri dönüp yerleşme haklarına kavuşmalı desek yer yerinden oynar. İbrahim Kaypakkaya, 44 yıl önce, 23 yaşındayken, Ermeni Jenosidinden, Ermeni mallarıyla palazlanıp şişen burjuvaziden, toprak ağalarından söz ediyordu. Solun bir bölümü bugün bu gerçeği telaffuz ediyor. Bu bir ilerlemedir. Ama artık solun, sadece Kürt sorununun değil, Ermeni sorununun da programatik çözümünden söz etmesi gerekiyor. Bu son savaş, birçok insanı farklı ve daha ileri bir tarzda düşündürmeye başlamıştır. Düşünülmesi gereken nirengi noktaları, birçok devrimci insanın kafasında belirmeye başlamıştır. Bu, hayra alamettir.

Türk egemen sınıfları ile birlikte, onların sistemi içinde, tam hak eşitliğinin uygulanması, bu çerçevede birlikte yaşamın sürdürülmesi mümkün müdür? Düşünmek gerekir. Komünistlerin eski anlayışları çerçevesinde, eski tarzda kurulacak bir sosyalist sistem içinde, tam hak eşitliğinin uygulanması, birlikte yaşamın sürdürülmesi mümkün müdür? Düşünmek gerekir. Bin yıllık bir esaret ve köleliği bin yıllık bir kardeşlik olarak göstermek ve "bin yıllık karı kocasınız boşanmayın, evliliğinizi sürdürün," diye diretmek doğru mudur? Düşünmek gerekir. Bağımsız, özgür iki ulusun, iki halkın, iki cumhuriyetin yan yana, dostane ilişkiler içinde yaşamasından korkmak doğru mudur? Düşünmek gerekir. Bağımsız olmamış, olamamış; bağımsızlıklarını doya doya yaşamamış, yaşayamamış ulusların, gönüllü birliklere yanaşıp yanaşmayacaklarını, yani insanlık ulusuna giden yolun üzerindeki köprüleri, aşamaları düşünmek gerekir.


22

güncel haber

16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Hapishanelerde sistematik saldırılar Devletin hapishanelerde devrimci tutsaklara yönelik sistematik saldırıları artarak devam ediyor. Hasta tutsakların serbest bırakılmayarak ölüme terk edilmesinden, zorla sürgün saldırılarına kadar tutsaklar üzerindeki kapsamlı gerici politikalar sürmektedir Devletin Kürt ulusu başta olmak üzere tüm toplumsal dinamikler üzerindeki baskı ve saldırganlığı aratarak devam ederken buna paralel olarak saldırıların sistematik olarak yaşandığı alanlardan biride hapishanelerdir. Her dönem devletin bir numaralı hedefi durumunda bulunan devrimci tutsaklar her türlü gerici saldırı ve hak gasplarına maruz kalmaktadırlar. Saldırıların ve hak gasplarının kesintisiz olarak yaşandığı hapishaneler aynı zamanda birer direniş mevzisidir.

Hasta tutsaklar ölüme terk ediliyor Hapishanelerdeki saldırı ve hak gasplarının en kapsamlısı ise hasta tutsaklar nezdinde yaşanmaktadır. Yüzlerce tutsak ölümcül hastalıklara yakalanmasına rağmen Adli Tıp Kurumu tarafından rapor verilmeyerek ve tedavileri engellenerek bilinçli şekilde ölüme terk edilmektedirler. Devletin bu politikası sonucu şimdiye kadar onlarca devrimci tutsak yaşamını yitirmiştir. Devrimci- demokratik kamuoyunun tüm çabalarına rağmen hala yüzlerce devrimci tutsak ölümcül hastalıkları ile bizzat ölüme terk edilmişlerdir. Bunlardan biride Abdullah Kalay’dır. Kalp krizi geçiren ve yalnız başına yaşama koşulu olmayan Abdullah Kalay’a hastane defalarca içerde kalamaz raporu verme-

sine rağmen bilinçli biçimde tahliye edilmeyerek ölüme terk edilmektedir.

Zorla sürgün saldırısı artarak devam ediyor

Devletin hapishanelerde devrimci tutsaklara yönelik gerçekleştirdiği saldırılardan biride zorla sürgün politikasıdır. Tamamen keyfi bir şekilde devrimci tutsaklar bulundukları hapishanelerden zorla başka hapishanelere sürgün edilmektedirler. Bu politikanın en son yaygınlaşan örnekleri ise tutsak olan DHF üyeleri nezdinde vücut bulunmaktadır. ÖnceDevrimcilerin dostu, sevsi ve son olarak gili amcası-yoldaşı Namık Mayıs 2015 tariamcayı 5 Eylül günü geçirhinde İstanbul diği beyin kanaması sonumerkezli yapılan cu kaybettik. baskınlarda Hayatı boyunca örgütlü gözaltına alınıp mücadele içinde yer almış tutuklanan onNamık Kemal Duruk ÖSP larca DHF üyesi İzmir İl Başkanlığı görevini devletin sürgün yürütüyordu. politikaları so23 Ocak 1938 Bitlis donucu bulundukğumlu Namık dostumuz ları yerlerden yoldaşımız mücadele dolu zorla ve saldırıya yaşamıyla bizlere ışıklı yoldur. Anıları mücadelemizde yauğrayarak başka şayacak. Ailesi, yoldaşları ve dostlarına başsağlığı diliyohapishanelere ruz. Başımız sağ olsun! sürgün edilDemokratik Haklar Federasyonu mektedirler. Siİzmir Örgütlülüğü livri L tipi Hapis-

hanesi’nde tutsak olan DHF’li Akın Odabaş ve Çağlar Fakir zorla sürgün saldırına maruz kaldılar. Akın Odabaş Kandıra 2 No’lu F Tipi Hapishanesi’ne sürgün edilirken, Çağlar Fakir ise Edirne E Tipi Hapishanesi’ne sürgün edildiler. Yine Kastamonu E Tipi Hapishanesi’nde tutsak olan DHF’liler Murat Kur, Deniz Kırbağ ve Hıdır Yıldız’da zorla sürgün saldırısı sonucu Bolu F tipine götürüldüler. Keza Adıyaman E Tipi hapishanesinde kalmakta olan MKP dava tutsağı Serkan Güngör’de zorla İzmir Kırklar F Tipi Hapishanesi’ne sürgün edildi. Devrimci tutsaklara yönelik saldırılardan biride geçtiğimiz günlerde Gebze Kadın Kapalı Hapishanesi’nde yaşandı. DHF’li tutsak Evrim Konak tedavi için gittiği hastane de askerlerin saldırısına uğrayarak darp edildi. Hastanede tedavi göreceği odadan askerlerin dışarı çıkmasını isteyen aksi takdirde tedaviyi kabul etmeyeceğini belirten Evrim Konak askerler tarafından saldırıya uğrayarak darp edildi. Kollarında ve vücudunun birçok yerinde darp ve yara izleri oluşan Evrim Konak tedavi olamadan tekrar hapishaneye götürüldü. Bu somut örnekler göstermektedir ki devletin zorla sürgün saldırı politikası önümüzdeki süreçte de artarak devam edecektir.

Sosyalist basına yönelik sansür sürüyor Devletin hapishanelerdeki keyfi ve sistematik saldırılarından biride sosyalist ve ilerici basınının tutsaklara verilmeyerek engellenmesidir. Gazetemiz Halkın Günlüğü başta olmak üzere birçok sosyalist ve ilerici yayın keyfi gerekçelerle tutsaklara verilmemektedir. Somutlamak anlamında gazetemizin 101. ve 102. sayıları istisnalar hariç hemen hemen hiçbir hapishanede tutsaklara keyfi olarak verilmemiştir. Bu politika özellikle bazı hapishanelerde daha pervasız bir biçimde devreye sokulmaktadır. Sincan F tipi hapishanesi bunlardan biridir. Tutsaklarla dayanışmayı yükseltelim Devletin hapishanelerde devrimci tutsaklara yönelik uyguladığı kapsamlı saldırıları püskürtmenin yegâne yollarından biri kuşkusuz ki dışarıda duyarlılık ve mücadeleyi yükseltmek olmaktadır. Bu anlamda tüm tutsak örgütlenmeleri ve kurumları başta olmak üzere devrimci, yurtsever ve ilerici tüm toplumsal güçler, hapishaneler gündemli sürekliliği sağlanmış ortak bir mücadele hattı yaratmak zorundadırlar. Tüm kurumlar ve toplumsal güçler bu perspektif ve sorumluluk bilinci ile hareket etmelidirler.


16-30 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

güncel haber

TUTSAK PARTİZAN

23

≫ cafer çakmak

KİTLE İNİSİYATİFİ VE “ÖZ YÖNETİM”

H

ep aynı yönelim ve yöntemleri uygulayıp hep aynı sonuçlarla karşı karşıya kalıyor, her defasında farklı sonuçlar beklentisine kapılıp aynı manzarayla karşılaşıyorsak tespitlerimizde, yönelim ve yöntemlerimizde, kadrolarımız ve aktivistlirimizde, araçlarımız ve dilimizde sorun bulunuyordur. Israrlı başarısızlıkları tenkit etmeden aynı yöntemlerde ve yönelimlerde ısrar edenler dediğim dedik çaldığım düdük haliyle kısır döngülerden kurtulamazlar. Ağızlara pelesenk diyalektik soğuk bir kelimeden ibarettir. Edimi Zenon’un okları gibi simetrik hat izler. Herhangi bir alan faaliyeti yürüten kadro ve aktivistler, birkaç yılda kitle örgütlülüğünü nitelik ve nicelik seviyesini üç dört misline çıkartmıyorsa ve aşağı yukarı başladığı yerde ise yerinde saymış, gelişim kat etmemiştir demektir. Başarısızlığı sahiplenip analiz etmiyor, bildiğini okumaya devam ediyorsa vahamettir bu. Başarısızlığı sahipleniyorsa iyidir bu, doğru analiz etmesinin yolunu açar, yeni sentezler yaratabilir. Başarsızlıkların başında kitleselleşememek, kitlelere yeterince ulaşamamayı öne koyabiliriz. Kitleler genel sosyalizm propagandasıyla örgütlenmiyor. Hele ki sosyalizmin revaçta olmadığı 20.yüzyıl sosyalizmi olumlu ve olumsuz yönleriyle kritize edilip genişçe anlatılmadığı bu moment;”sosyalizm iyi kapitalizm kötü”, “tüm sorunlarımızın çözümü sosyalizmde” demek tek başına kitlelerin anlam dünyalarında yer edinip kök salmıyor. Onları harekete geçirip öz örgütlerini yaratma süreçlerine de iteklemiyor. Kitleler basitten karmaşığa, küçükten büyüğe ve esasta da ihtiyaçları üzerinden örgütlenir, bu kulvarlardan geçerek sosyalizmle tanışıp yaşamlarını yeniden örgütlerler. 20.yüzyıl sosyalizm deneyimi ve özellikle Büyük Proleter Kültür Devrimi sosyalist devrimde kitle inisiyatifini öne çıkarmayı gösterdi. Bu minvalde 3. Kongre’nin altını çizdiği komün, konsey ve meclis örgütlülükleri kitlelerin birer öz-örgütlülüğü olup, Lenin’in “tüm iktidar Sovyetlere” (Meclislere- komünlere) ve Mao’nun “halk Komünleri”yle özdeşleşiyor. Engels, sosyalizmi, yarı-devlet diye nitelediği proletarya diktatörlüğünü “komünler birliği ” içeriğiyle tanımlıyordu. Sosyalist deneyimlerde kitle inisiyatifiyle gelişen komünleri devrim sürecinde örgütlenmesini elzem kılıyor. Ortadoksit ve dogmatik bir kuşak devrimcinin muhayilinde yer almayan Gezi Ayaklanması’da kitle inisiyatifleriyle gelişecek komünleri vurguluyordu. Bugün Kürt Ulusal Hareketi (KUH)’ nin terminolojisinde yer edinen “öz yönetim” kavramı-

nın içerik çerçevesi komün, meclis ve konsey örgütlenmesine yakındır. Her yapı kurumsal terminolojisiyle farklı adlandırmalar yapabilir. Tanımlama içeriği değiştirmiyorsa anlaşılırdır. Komün mahiyeti taşıyan öz yönetim bu konjektürde öz savunma üzerinden genişleyip pratikte yer ediniyor. Komünler, öz savunma ve toplantılarla şekilleniyor. Anlaşılır mesnetleri olmakla birlikte komünal savunma bir alanda kitleden ve orada bulunan demokrasidevrim güçlerinden kopuk bir grubun muktedirlerinin kolluk kuvvetleriyle çatışmasıyla vücut bulmamalıdır. Komünal savunma, Paris Komünü’nde görüldüğü üzere Paris Meclisi önderliğinde halkın savunmada yer almasıdır. Aksi halde, bir grubun kolluk kuvvetleriyle çatışması “cadı avına” dönüşebilir ki bu da büyük zayiatlar, bedellere neden olabilir. Komünal savunma alanda savunma perspektifini esas alan demokratik devrimci, sosyalist güçler halkın birleşip kenetlenerek tencere tavadan menul aygıtlar ve demir aletlerle silahlanıp saldırıları püskürtmesi ya da muktedirlerin kolluk kuvvetleri alanının dışına taşınmasıdır. Statik ve dogmatik kalıpların, genel propagandayla sınırlı kalmayarak kitle inisiyatifiyle yaratıcı komünler gerçekleştirmenin müstesna örneklerinden birisi de, Ekim 1966’da Babby Senle ve Huey Newton önderliğinde kurulan Afro- Amerikan örgüt Kara Panter Partisiydi. Mao’dan ve özellikle BPKD’nden derinden etkilenen Kara Panter Partisi, Mao’nun çelişki yasasını ve kitle inisiyatifini öğrenip kavrayarak, örgütlenmeyi soyut propaganda yerine sosyal alandaki çelişkileri çözümleme perspektifiyle kitleleri sorunlara dâhil ediyor, sorunları tartışma, karar alma ve uygulamada kitleleri öne çıkarıyor, mahallelerde kooperatif temelli komünler yaratıyorlardı. Dört yılda muazzam gelişen Kara Panterler; mahallelerde polisin örneği olarak kitlelerin bizzat yer aldığı “silahlı polis izleme devriyeleri ”ni geliştirdiler; Seatle Şubesi 1968’de esnaftan para toplayıp fon oluşturarak “çocuklar için bedava kahvaltı” kooperatifini kurdular, bunları parasız sağlık, yiyecek, ulaşım, ambulans, eğitim izledi. Komünal perspektifle gelişen Kara Panterler Partisi Afro- Amerikan örgüt olmaktan çıkıp ezen- ezilen çelişkisi esas alan geniş – içinde sosyalist grup ve partiler, yerli gruplar, kadın hareketleri, LGBTİ’ler- yelpazeli 6 bin kişilik Devrimci Halkın Anayasa Kongresi’ne öncülük ettiler. Komünal perspektifli hareketlere bu diyarın devrimci cenahı belleğini biraz yoklarsa pekte yabancı olmadığını anımsayacaktır. Yeterince kavranılıp geliştirilmese de, 1970-80 arası mahallelerde kurulan yiyecek, sağlık, eğitim, hukuk… Kooperatifleri, köyden kente göçün

yoğun yaşandığı 1970 ile 1990 ortalarına kadar kentlerde topraklara el koyup halkla (gecekondu) konut inşa edip yoksullara dağıtma ve yine 1970 ile 1980 arası mahallelerde halk meclisleri oluşturup halkla birlikte mahallenin sorunlarını tartışıp kararlar almak komünal yönetimin izleridir. Bugün ister adına öz yönetim denilsin, istersek komün, konsey, meclis örgütlenmeleri diyelim bunların temsili demokraside görüldüğü üzere karikatürleştirilip bir grubun idari yönetimi ve çayların, sigaraların biteviye içildiği toplantılar derekesine indirilip ele alınmamalıdır. Komünal yönetim, kitle inisiyatifinin esas alındığı radikal/ doğrudan katılımcı bir meseledir. İhtiyaçlar üzerinden örgütlenip kitlelere sosyalizmi taşımaktır. Birkaç örnek üzerinden izah edelim; diyelim ki bir mahallede çeteleşme sorunu bulunuyor çeteler esnafı haraca bağlıyor, halka zarar veriyor, kadınları taciz ediyor, gençleri uyuşturucu satıcısı yapıyor. Öğrenilmiş yönelim, devrimcilerin mahalleden çeteleri temizlemesidir. Tabir- i caizse bir nevi fedailik, polisçiliktir bu. Devrimciler mahalleyi çetelerden temizlerken halk oturup izliyorsa, alkışlamakla yetiniyorsa buradan siyasal dönüşümden, kitlelerin devrimcileşmesinden bahsedilemez. Eş bağlamda yerel belediyecilikte de “ söz, yetki, karar halkın” deniliyor ama bunun pratik karşılığı halka hizmet götürmek mahiyetiyle yansıyor. Hizmete iktidarın güdümünde ve himayesindeki belediyelerle yarışamazsınız bile. Parasız kömür, bilgisayar… Dağıtabilir. “Söz, yetki, karar halkın ” şiarı komünal belediye ile ihtiva olur ki, bu da; halkın istişareyle ilçesinin, ilinin tüm sorunlarını tartışması, proje üretmesi, karar alması ve uygulaması anlamına gelir. Halk sorunları sahiplenip, çözümünde de yer aldığında herhangi bir saldırıda da direnir. Komünal yönetim modelleri kitlelerin somut ihtiyaçlarını – barınma, sağlık, gıda, eğitim… v.b –üzerinden örgütlenip sorunları ve çözümleri toplumsallaştırmaktır. Komünal pratikte kitleler Gezi’de olduğu üzere yaratıcı ve değiştirici gücü görecek, çobanlara, sultanlara ihtiyaç olmadığını anlayacak, kendi kendini yönetmesini öğrenirken küçükten büyüğe her sorunun yaratıcı ve değiştirici öznesi olduğunu kavrayacak, komünlerini sahiplenip mücadele ederken devrimi de geliştirerek ihtiyaç haline getirecektir.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Dengvedin, Kurdistan ber xwe dide!.. Nêrîna çînên desthilatdar ên Tirkiyê ya li ser Kurdistanê, heta roja îro bi tu şiklî neguheriye. Bi vî hawî ew nêrîn li ser yek xetê meşiyaye û hatiye îro. Di vî nêrînê de her tim asîmîlekirin, îmhakirin û înkarkirin heye, ev yek jî bingeha desthilatdarên Tirk a siyaseta Kurdistan bixwe ye. Ji bo ku ev siyaseta qirêz û nijadperes rewa bimeşîne û ji Kurdan re bide pejirandin jî pêkanînên herî bi derînsanî xistiye rojevê. Zelal e û divê em jî wek zelalî bilêvbikin ku netewa Kurd wek netewekî herî qedîm û herî mezlûm a serdema 20’emîn e û ev pîvan di roja îro de jî hê derbasdar e. Di tunêla demî yê gelê Kurd de êş, hawar, mirin, qetlîam û komkujî bi tu awayî kêm nemaye. Ev yek, wekî ku perçek ji jiyana Kurd in her dem di jiyana wan de heyî bûne Bi vî rasteqîniyê ve giredayî ew tiştê ku di jiyana Kurd de kêm nemaye û wekî perçek ji jiyana wan timî bi wan re bûye jî berxwedan e. Ewqasî ku, gava bejin “Kurd”, berxwedanî tê bîra însanan. Her wisa gava bejin “berxwedan” jî Kurd tê bîra mirovan. Her wisa îro jî Kurdistan, dîsa di bin hêzên serdest de tê dagirkirin û talankirin. Zarokên Kurd yên weki berxên berşîr dîsa bi şêweyên hovane tên qetilkirin. Ji bo dayikên Kurd jî dîsa êşa zarokan hatiye parve kirin; êşa berxên dikşînin dayikên Kurd... Êşên ku li Cizîrê tên kişandin, li himberê van êşan zimanê însên tê girêdan. Ka werin em bifikirin ku dayikek; berxa xwe bi guleyên dagirkeran wenda bike û bi tirsa kuştina serbazên dagirkeran newêribe

derkeve derva ku zaroka xwe li goristanê veşêre, ji ber vê yekê bi rojan tevî mirî ya berxa xwe li malekî bimîne; her wisa mirî ya keça xwe bişo, paqij bike û ji bo ku laşa wê genî nebe jî li malê, di yexçalê de biparêze, dolaba cemedê wek darbestek, darbesta zaroka bixemilîne û bi rojan li kêleka wî bisekine... Gelo li dunyayê çend dayik heye ku ji bo kişandina van êşan mecbûr bimîne û ev êşan bikşîne? Gelo êşeke bi vî rengî hatiye kişandin? Her wisa dayikên Kurd, bi hemû van êşan jiyana xwe heta îro damendiye û hê jî didomîne. Lê bele dayikên Kurd, dîsa ev êşên xwe wek cileke xemilî lixwe dike û bi hêrs û bi îsyanê ve ber xwe dide. Bi dewsa van êşan, bi dewsa van qetlî-

am û komkujiyan, li himberî van havîtiyan gelo çend dayik hey eli ser ruyê dunyayê ku wekî dayikên Kurd xwînsar bifikire, aqilmendiya xwe biparêze, dîsa bi qêrîna daxwaziya aşitiyê ve tevbigere?.. Her wisa hişmendiya dayikên Kurd ku di nav ewqasî êş û keseran de dîsa feraseten xwe didomînin, diparêzin û ji bo aşitiyê, ji bo wekhevî û ji bo jiyanek azad û aşitiyane bikartînin, ew feraset banga me dike, ku em jî ji van seknan, ji van hişmendî û têgihîştinan re tekili dayînin û li ser şêwazên şoreşgerane hin tiştnên nû fêrbin... Ev denge dayikan, yek zanînek dide me û dibêje; “Êdî bêdeng neminin û dengên xwe bilind bikin.” Ji ber vê yeke em wek bi dileke rehet dikarin bejin,

kesê ku guhên xwe ji van dayikan re ker bike, ew kes nirxên mirovatiya wenda kiriye, Kurdistan dîsa deryayeke xwînê ye îro... Di nav wê derya ya xwînê de keçik û lawikên me yên piçûk hene. Di nav wê derya ya xwînê de tirsa me ya bi 80 salî yên rûspî hene. Di nav wê derya ya xwînê de dayikên me yên ku ew êşên xwe ya bêpêyv di dilen xwe de çal kirine, hene... İşkkirina ew derya ya xwînê û vegerandina hêviyê, deynek e ji bo me û ew deyn û berpirsinarî li ser stuyê me wek bendeke dardakirî disekine. Ji ber vê yeke divê em dengvedin ji Kurdistanê re, bibin qêrîn, bibin awaz, bibin hawar ji bo Kurdistan...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.