16-28 ŞUBAT 2014

Page 1

Kongre kararlarını kavrayalım, kavratalım!(3)

sf 12-13

Faşist diktatörlüğün sansürcü yüzü Basına uygulanan sansür diktatörlüğünün bir alanı da internet ve bu geniş alanla ilgili yasa düzenlemesi olmuştur. Burjuva medyanın bütünlüklü olarak kontrol edilip baskı altına alınması, faşist diktatörlüğün önemli ve tipik bir özelliğidir. Kitlelerin manipüle edilmesi ve aldatılıp şekillendirilmesinde burjuva medyanın büyük rolü AKP iktidarının dikkatinden kaçmamış, diğer sf 16 baskı kurum ve örgütlenmelerine medya-basın da eklenmiş durumdadır.

Halkın Günlüğü

16-28 ŞUBAT 2014 Yıl: 3 Sayı: 77 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Hasta tutsaklara özgürlük f GÜNCEL

22

Devletin hasta tutsaklara yönelik ideolojik yaklaşımı devam ederken, hasta tutsaklar hapishanede kalamaz raporlarına karşın tahliye edilmiyor. Hapishanelerde 162’si ağır hasta olmak üzere 544 hasta tutsak bulunuyor. Devrimci tutsak Abdullah Kalay’ın da aralarında olduğu ağır hasta tutsaklar için, ülke genelinde eylemler yapılarak hasta tutsaklara özgürlük istendi. Hasta tutsakların serbest bırakılması talebiyle Meclis İnsan Hakları Komisyonu’yla görüşmek ve Adalet Bakanlığı önünde basın açıklaması yapmak isteyen Tecrite Karşı Mücadele Platformu (TKMP) bileşenlerine, Yüksel Caddesi’nde polis saldırdı.

Kadınlar güvencesiz çalışıyor

SÖZ YETKİ KARAR HALKA

Yerel seçimlerde “Söz-Yetki-Karar Halka“ şiarı ekseninde demokratik-devrimci halkçı yerel yönetimler hedefiyle somutluk kazanan demokratik anlayış, politikamızın temelidir. Devrimci mücadelenin ivme kazanmasının anahtarı ve yegane somut politikası bu şiarın altında örülmüş program ve çalışmadır. Güçlüyüz ve kazanacağız. Yeterki halk kitleleriyle birlikte sorunları kucaklayalım ve onlarla birlikte yürümenin zorluğuna göğüs gerilim.

10

Burjuva basın ve “Alo Fatih”

Yerel seçimlerde devrimci olan tutum herhangi bir düzen partisi adayının desteklenmesini ve oy verilmesini de kesin olarak yasaklar. Özellikle yaratılan çarpık bilinç temelinde “AKP kazanmasın da CHP kazansın‘‘ anlayışıyla CHP’ye oy vermek ilkesel yaklaşımımıza aykırıdır. AKP, CHP, İşçi Partisi, MHP gibi tüm düzen parti ve adaylarına herhangi bir gerekçeyle oy vermek,onların suçlarına katkı sağlamaktır! Talan ve rantta karşı; şeffaf, halkçı, devrimci-demokratik niteliklerde kitlelerin tayin ettiği adayları destekleyelim.

17

Mavi Ring evrensel vicdana sesleniyor

20


02 güncel haber

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

Söz yetki karar Dersim “Söz-Yetki-Karar Dersim halkına” şiarıyla yola çıkan Dersim Demokratik Halk Dayanışması (DDHD) Dersim merkez, Ovacık ve Hozat’ta, belediye başkan adaylarının ve halkın yoğun katılımıyla seçim ve irtibat bürolarının açılışını gerçekleştirdi “Söz-Yetki-Karar Dersim halkına” şiarıyla yola çıkan Dersim Demokratik Halk Dayanışması (DDHD) çalışmalarına daha da ilerleterek devam ediyor. Dersim halkıyla umudu büyütmek ve bu umudu yarınlara taşımak için seçim ve irtibat büroları Dersim Merkez, Ovacık ve Hozat İlçelerinde tüm DDHD bağımsız belediye başkan adaylarının ve halkın yoğun katılımıyla coşkulu bir şekilde gerçekleştirildi. Dersim merkezde büro açılışı için Demokratik Haklar ve Kültür Derneği önünde bir araya gelen binlerce Dersim’li Okullar Caddesi’nden, Sanat Sokağı’nda bulunan seçim bürosuna yürüdü. Yürüyüş sırasında kitle, “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” , “SözYetki Karar Dersim halkına” , “Devrimci tutsaklar onurumuzdur” sloganlarını attı. Dersim Kültür Derneği bünyesinde faaliyet gösteren Umut Tiyatro Grubu yolsuzluklara, barajlara ve siyanürlü altın aramacılığına karşı tiyatro gösterimi yaptı. Tiyatro gösterimi Dersim halkı tarafından beğeniyle karşılandı. Program tiyatronun ardından yapılan konuşmalar ve büro açılışıyla devam etti.

‘Mücadelemiz emekçi ve ezilenlerden yanadır’ Dersim Demokratik Halk Dayanışması (DDHD) Bağımsız Belediye Başkan Adayı Ali Tacar konuşmasında şunları söyledi: "Bizler öyle sıradan, ya da tesadüfi bir araya gelmiş bir grup değiliz. Biz 40 yıllık bir tarihi olan mücadelenin içinden gelen, devrimci bir mü-

ALİ TACAR Dersim Merkez Adayı

cadelenin mirasçılarıyız. Bizim mücadelemiz halktan, emekçiden ve ezilenden yanadır, sömürü düzenine, faşizme ve zulme karşıdır. Bizleri sadece seçimlere endeksli bir grup olarak görmek isteyenlere sesleniyorum; bizleri tanıyın, bizler Dersim'de Gezi ruhunu, Roboski'de katledilenleri, Lazkiye'de katliama uğrayan masum halkı temsil ediyoruz. Bizi tanıyın, biz ezilen halkların temsilcisiyiz, bizi tanımadan, hakkımızda yorum yapmayın. Biz bu seçimlerde Dersim halkının özgür iradesini temsil ediyoruz."

‘Söz Yetki Karar Dersim Halkına’ DDHD temsilcisi de yaptığı konuşmada şu ifadelere yer verdi: “Yaşamı ve özgürlüğü hak edenler onu her gün fethetmek zorundadırlar. Yoksulların ve ezilenlerin yer alacağı, sosyal ilişkilerini planlayacağı ve kendi

KAHRAMAN KILIÇ Hozat Adayı

kaderleri üzerine söz sahibi olacakları devrimci-halk meclislerini işlevli kılmak sizlerin katılımıyla olacaktır. Bu kentin seyircisi olmayın, bu kentin yönetiminde özne olun. O yüzden diyoruz ki 'Söz Yetki Karar Dersim Halkına' Dersim Demokratik Halk Dayanışması, Gezi Direnişi ile Rojava arasında sosyalist bir köprüdür.. Yoksulların, ezilen halkların dili ve geleceğidir. Kadınların ve gençlerin isyan çığlığıdır. Yoksulların sosyal dayanışmasını parçalayan, toplumu kendisine yabancılaştıran doğamıza, dilimize göz koyan kapitalizme ve onun siyasal temsilcilerine karşı bir dirençtir... Bu dirence her gün daha fazla sahip çıkmak ve buradan dünyanın her yerinde, her türlü sömürü gericiliktir diye haykırmak Dersim’den, dünyanın emekçilerine,

FATİH MEHMET MAÇOĞLU Ovacık Adayı

yoksullarına selam göndermektir.” Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) temsilcisi de bir açıklama yaparak şunları söyledi: “Burjuva partiler yıllardan bu yana özgürlük ve demokrasi naraları atarak biz ezilenleri ve emekçileri daha fazla sömürme çabası içerisindedir. Bazı kesimler özgürlük ve demokrasi naraları arkasına takılmış durumdadır. Bizler biliyoruz ki özgürlük ve demokrasi, emekçilerin, işçilerin ve köylülerin, bir bütün olarak ezilenlerin nasırlı elleriyle gelecektir. Bugün ezilenlerin devrimci halkçı yerel yönetim anlayışı, bu naraları boşa düşürecektir. Eşitliği özgürlüğü getirecek olanlar devrimcilerdir, sosyalistlerdir ve komünistlerdir. Tarih bize şunu öğretmiştir ki, ezilenlerin yan yana gelişi, örgütlü mücadele perspekti-

TEKİN TÜRKEL Mazgirt Adayı


16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

03

halkına örgütlü gücü kazanacak!”

Ovacık halkı seçim bürosu açılışında bir araya geldi

fini ileriye taşıyacaktır. Buda bizim kararlılığımızın göstergesidir. Son olarak belirtelim, sömürüye ve eşitsizliğe karşı halkın haklı mücadelesini daha da ileri bir noktaya taşıyacağız.” Seçim irtibat bürosunun açılışı yapılan konuşmaların ardından davul zurna eşliğinde sona erdi. Hozat Halk Dayanışması “SözYetki-Karar Hozat halkına” şiarıyla Hozat halkıyla umudu büyütmek ve yarınlara taşımak için seçim ve irtibat bürosunu açılışını Mazgirt, Ovacık ve Dersim Merkez belediye başkan adaylarının da katılımıyla gerçekleştirdi.

'Hozat Halk Dayanışması öz gücünü halk kitlelerinden almaktadır' Mazgirt, Ovacık ve Dersim Merkez belediye başkan adaylarının Hozat halkını selamlamasının ardından söz alan Hozat Belediye Başkan Adayı Kahraman Kılıç şunları söyledi: “Dostlar biliyoruz ki tarihimiz yüz yıllardır devam ediyor ve devam edecek de. Kadınlar, gençler, öğrenciler, köylüler ve emekçilerle el ele vererek yolumuza geçmişte olduğu gibi bugün de devam edeceğiz. Dersim Demokratik Halk Dayanışması’nın bir bileşeni olan Hozat Halk Dayanışması, öz gücünü halk kitlelerinden almaktadır. Halkın çıkarları doğrultusunda hareket eden bir belediye anlayışıyla, siz dostlarımızla birlikte dün olduğu gibi bugün de Hozat halkı şahsında, Hozat Halk Dayanışması kazanacaktır. Biz kazanacağız, halk kazanacak, halkın

Dersim Demokratik Halk Dayanışması (DDHD)’nın bileşeni olan Ovacık Halk Dayanışması “Söz-YetkiKarar Ovacık halkına” şiarıyla, Dersim halkının yaratıcı gücüyle umudu büyütmek ve yarınlara taşımak için, Ovacık Halk Dayanışması seçim irtibat bürosunu açtı. Sabah saatlerinde Dersim’den gelen DDHD başkan adayları Güneykonak Köyü'nde kalabalık bir konvoy tarafından karşılandı. Ardından Ovacık Konuklar'da bulunan seçim irtibat bürosunun önünde bir araya gelindi. Seçim irtibat bürosu ziyaret edildikten sonra Ovacık Merkez'de bulunan seçim irtibat bürosuna geçildi. Burada DDHD'nin kuruluşu ve seçimlerle ilgili sinevizyon gösterimi yapıldı. Sine vizyonun ardından DDHD başkan adayları adına yapılan konuşmada şunlar ifade edildi: "Ovacık halkı yapılan katliamları unutmamalıdır. Süleyman Cihan’ın, Ali Uçarların, Lenkoların, Nasırların yoldaşları sizlere güveniyoruz. Sizlere pırıl pırıl bir belediye başkan adayını teslim ediyoruz. Sizler ona sahip çıkacaksınız. Düzen partilerine oy vermeyin. 1937-38'de yapılanları unutmadığınızı, yakılan köylerinizi ve yapılan sürgünleri unutmadığınızı iyi biliyoruz. Aynı zihniyet tekrar iktidardadır. Bunun için düzen partilerine oy vermeyin."

‘Emperyalistlere alanları dar edeceğiz’ Ovacık Halk Dayanışması'nın Belediye Başkan Adayı Fatih Mehmet Maçoğlu ise konuşmasında şunları söyledi: “Dostlar bu kadim topraklarda gelmiş geçmiş büyüklerimiz, rehberlerimiz var. Onları anmadan geçemeyeceğim. Firik dedelerin topraklarına hoş geldiniz. Mevcut sistem bizleri birbirimizden ayrıştırmaya çalışıyor, bunları boşa çıkaracağız ve sizlerle el ele vererek birlikte kazanıp, birlikte yöneteceğiz. Emperyalist haydutlar dağlarımızı, ormanlarımızı, sularımızı talan etmeye çalışıyor ve bunlara diyoruz ki buraları size dar edeceğiz. Dostlar bu mücadeleyi sizlerle ilmik ilmik öreceğiz. Söz-Yetki-Karar Ovacık Halkına. Biz kazanacağız! Halkın örgütlü gücü kazanacak!” Büro açılışı "Devrimci tutsaklar onurumuzdur" sloganlarıyla sona erdi. Bunların dışında Mazgirt, Nazimiye ve Pülümür’de yapılan halk toplantılarıyla seçim çalışmaları gün gün büyüyerek devam ediyor.

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

3. KONGRE VE KAYPAKKAYA (2)

H

er şey değişim halindedir ve her şey tarihseldir. Doğa, toplum ve insan düşüncesi de böyledir. Ezenler ve ezilenler de tarihseldir ve her şey gibi onlar da değişim ve basit bir artma- azalma şeklinde değil sıçramalı şekliyle sürekli hareket halindedirler ve sonsuz değildirler. Marks’ı, Mao’yu kendi tarihsel dönemlerinden ayrı ele alabilir ya da düşünebilir miyiz? Hayır. İbrahim Kaypakkaya’yı ve diğer bütün devrimci ve komünistleri de kendi tarihsel süreçlerinden bağımsız ele alamayız. Onları, kendi tarihsel süreçlerindeki objektif verili koşullarından ve kendilerini sınırlayan nesnel şartlardan ayrı ele alamaz ve değerlendiremeyiz. Onların yaşamadığı günümüz nesnel gerçekliklerini- somut koşulları somut olarak –tahlil etmek durumundayız. Bu temelde MKP 3. Kongresi komünist önder İbrahim Kaypakkaya ve hala geçerliliğini sürdüren ve ulaştığımız seviye itibarıyla Marksizm-Leninizm-Maoizm’ in özüyle buluşma çağrısı ve adımıdır. Şimdi kalkıp kendi dönem-süreçlerinde son derece doğru ve bilimsel olarak geçerli olan tezleri karşısında onların görme ve yaşama şartlarının olmadığı günümüz nesnel koşullarını niye göremediler ve niye ortaya koyamadılar diyemeyiz. MLM’nin bir dogma olarak değil tam da eylem kılavuzu olarak günümüz objektif ve sübjektif verili koşullarını kuşkusuz biz ardılları doğru ve bilimsel olarak tahlil etme göreviyle yükümlüyüz. Bu görevi yerine getirmek yerine, hala geçmiş usta ve öğretmenlerimizin tezleriyle yetinip taş üstüne taş eklemiyor ve tam da nitel ilerlemelere doğru perspektifle yürüyemiyorsak, tutucu ve dogmatizmden kendimizi kurtaramamışız demektir. Duygusallık elbette anlaşılır ancak bilim ve siyasette duygusal reaksiyonların esiri olamayız ve politik mücadelede bu temelde doğru anlayış, çizgi ve siyaset yürütemeyiz. Fakat ‘’İbrahim elden gidiyor, İbrahim’in partisi yok oluyor ‘’vb argümanlarıyla duygusal simsarlıklara da asla taviz veremeyiz- vermemeliyiz. Nitekim Kaypakkaya’yı donuk, renksiz ve mekanik bir şekilde kavrayıponun tezlerini yaşanan ve değişen objektif ve sübjektif nesnel gerçekliklere uyarlayarak güncelleştirme çabası yerine- her şeyi yoldaşın görüşlerine ve tabii ki MLM’ ye uydurmaya çalışanlar olamayız, asla olmamalıyız. Kendi tarihsel dönemi itibarıyla yani 1970’ler sürecinde İbrahim yoldaşın Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın sosyo-ekonomik yapısına ilişkin tezleri son derece doğru ve bilimseldi. Ancak önder yoldaştan sonra bugüne kadar hayatın nesnel gerçeklikleri ve siyaset-leri binlerce kez değişti. Fakat İbrahim demek, Kaypakkaya yoldaşın gerçek ardılı ve devamcısı olmak, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ı yarı-sömürge yarı-feodal görmek demek değildir. Bu olsa olsa yoldaşı bir dogma olarak savunanların, ekonomik politik ve sınıfsal değişimlerin hiç olmadığı yönlü yaklaşım içerisinde olanların işi olabilir. Öncelikle bu durum, önemli ve oldukça ciddi düzeyde bir çizgi kırılmasını ve yönelimini göstermektedir. İbrahim; bir felsefe, ideoloji ve metodolojidir. En çok da Kaypakkaya yoldaş metodolojidir ve son derece doğru ve bilim-

sel olarak güncelliğini ve geçerliliğini somutaktüel olarak sürdürmektedir. İbrahim yoldaşı başta MLM ideolojik seviyeden ve bu ana-belirleyici olgudan ayrı ve bağımsız düşünebilir ve değerlendirebilir miyiz? Ve yine dünyadaki o dönemin somut ve objektif şartları dışında sadece Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki gelişmelerle darlaştırıp doğru bir çerçeve belirleyebilir miyiz? Hayır. Demek ki MLM’siz doğru temelde bir Kaypakkaya düşünemez ve tasavvur dahi edemeyiz. Böyle tasavvur edersek Denizler ve Mahirler düzeyinde ancak sadece devrimci bir Kaypakkaya ortaya çıkarılabilirdi. O her şeyden önce MLM ideolojik temel üzerinden yükselerek ideolojik politik yönelimini, çizgisini ve teorik pratik yürüyüşünü sürdürmüştür. Nitekim bu bilinçten hareketle, ‘Hareketimiz Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünüdür’ diyerek net ve gayet açık beyanı doğru kavranmalıdır. O halde bu bilinçle 3. Kongre, Kaypakkaya’nın politik devrimci komünist mayasını korumaktadır ve bu yönelim doğrultusunda yükseklere çekilen bayrak olarak bir meydan okuyuştur. Biz İbrahim yoldaşın ardılları, yeni süreçlere ve değişimlere uygun doğru ve bilimsel tespitler yaptık diye Kaypakkayacı olmuyor muyuz? Oysa tam da onun lafzına değil özüne sarılarak Kaypakkaya’nın bilimsel tutumu ve ruhuna uygun hareket ettiğimiz için doğru bir yönelimde olduğumuzu iddia ediyoruz. MKP 3. Kongresi, parti tarihinde İbrahim yoldaşın en ileri düzeyde temsilidir. Ve evet nitel olarak ilerletilmesidir. Komünist önder yoldaşı ne sağa ne de sola hiç çevirmeden ve oraya buraya da dolandırmadan komünist bilimimize ve tarihsel- diyalektik materyalist perspektifle doğrudan özüne sarılarak geçmiş tarihsel süreçleri, bugünün dünyası ve TürkiyeKuzey Kürdistan gerçekliğini anlamaya çalışan, doğru analiz etmeye girişen ve bütün bu tarihsel ve güncel objektif koşullara ve değişimlere yönelik tahliller üzerinden de belirli düzeylerde sentezler ve görevler tespit etmiş durumdayız. Bugünün dünyasını, düşünce sistematiğini, çizgisini, ideolojik-örgütsel ve askeri durumu anlamaya çalışmak ve belirli somut tahliller yaparak çeşitli politikalar öngörerek görevler tespit etmek asla dogmatizm ve revizyonizm değildir. Daha doğru düzgün okumadan, analiz etmeden eleştireyim ve kötüleyeyim diyerek hemen sağ ya da sol revizyonist, tasfiyeci ve bu yönlü etiketleri yapıştıran yaklaşımlar açık ki felaket tellallığı ve duygu simsarlığından başka bir şey değildir. Dogmatizme, şekilciliğe, şablonculuğa ve geleneklerin ölü ağırlığına esir düşmeden ve takılmadan, köklerimize doğru ve bilimsel sahip çıkarak ilerliyoruz. Bu perspektifle ülkemizin sosyo-ekonomik yapısını somut ve güncelde emperyalizme bağımlı komprador tekelci kapitalizm tespiti ve bu temel üzerinden yükselen Sosyalist Halk Savaşı stratejisi ile MLM’ nin evrensel ve özgünlüklerini birleştirme yönelimiyle hareket ederek devrim, sosyalizm ve komünizme yürüyüşümüzde Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası için gösterilen ileri atılıma selam olsun.


04 Gezi şehitlerinin duruşması güncel haber

Gezi Ayaklanması sırasında katledilen Mehmet Ayvalıtaş ile Ali İsmail Korkmaz’ın duruşmaları görülürken, mahkemelerde yine bilindik oyunlar sahneye konuldu Gezi Ayaklanması sırasında polislerin ve sivil faşistlerin saldırısı sonucu katledilen Ali İsmail Korkmaz davasının ilk duruşması 3 Şubat’ta Kayseri 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Biri polis 5 kişinin tutuklu yargılandığı davada, 3 polis ise tutuksuz yargılanıyor. 3 Şubat’ta görülen ve gergin geçen duruşmada Korkmaz ailesinin avukatları, polis Yalçın Akbulut’un da olay yerinde olduğunu ve saldırıda bulunduğunu ifade ederek tutuklanmasını talep etti. Savcı, her sanığa bir avukat atanması talebi yönünde mütalaa vererek sanık polis Yalçın Akbulut'un tutuklanmasını talep etti. Duruşmada tutuklu sanıkların tutukluluk halinin devamına karar verilirken, Yalçın Akbulut’un tutuklanması talebi reddedildi. Mahkeme heyeti, Ali İsmail Korkmaz’ın olay günü yaptığı telefon görüşmelerinin kayıtlarının istenmesine karar verdi. Duruşmada sanıkların farklı avukatlar tarafından savunulması talebi konusunda ise karar sanıklara bırakıldı. Davanın duruşması 12 Mayıs 2014 tarihine ertelendi.

Ali İsmail Korkmaz Parkı’na faşist saldırı Eskişehir’de Gezi Ayaklanması’na destek eylemleri sırasında katledilen Ali İsmail Korkmaz anısına, Eskişehir’de direnişin başladığı parkın ismi halk tarafından Ali İsmail Korkmaz Parkı olarak değiştirilmişti. Defalarca kez üzerindeki yazı karalanarak saldırılara maruz kalan tabela, halk tarafından her defasında temizlenerek Ali İsmail Korkmaz silüeti yeniden tabelanın üzerine işlenmişti.

Ali İsmail Korkmaz Parkı’na yeni bir saldırı düzenleyen sivil faşistler, parktaki bankları da parçalayarak dağıttı. Parkta tabelayı gören bir MOBESE olmasına karşın, polis bu saldırıyı gerçekleştirenleri tespit edemediğini iddia etti.

Polis adliye önünde toplanan kitleye saldırdı Gezi Ayaklanması sırasında katledilen Mehmet Ayvalıtaş için yapılan ikinci duruşma, 5 Şubat günü Kartal Anadolu Adliyesi 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Ayvalıtaş ailesine destek vermek için yüzlerce kişi adliye önünde bir araya geldi. Adliye önünde bulunan kitle, “Katil polis hesap verecek” , “Polis simit sat onurlu yaşa” sloganları attı. Gezi Ayaklanması’nda çocuklarını kaybeden aileler ile Berkin Elvan’ın babası Sami Elvan da Ayvalıtaş ailesine destek olmak için duruşmaya katıldı. Duruşmaya torununun fotoğrafıyla giren Mehmet Ayvalıtaş’ın anneannesi Neslihan Karagöz “Bunun hesabını kim verecek” diye bağırdı. Babası Ali Ayvalıtaş ise “Yine bizimle dalga geçecekler. Adalet dolarları olanlar için var. Bize yine adalet çıkmayacak” dedi. Duruşmanın devam ettiği sırada adliye önünde toplanan ve slogan atan kitleye polis ses bombası ve biber gazıyla saldırdı. Sanıklar güvenlik iddiasıyla duruşma salonuna alınmazken, duruşmada söz alan Ayvalıtaş ailesinin avukatları, dışarıda polisin gaz bombalı saldırısı olduğunu belirterek, mahkeme heyetinin talimat vererek polis saldırısını durdurmasını istedi. Mahkeme heyeti avukatların talebini dinlemeden bütün talepleri reddettiğini açıkladı. Polis saldırısının “sükuneti sağlamak için” olduğunu iddia eden mahkeme heyeti, yargılama yapılmayacağını söyledi. Mahkeme sanık Cengiz Aktaş’ın mahkemeye zorla getirilmesine karar vererek duruşmayı 21 Mayıs 2014 tarihine erteledi.

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

Mehmet için adalet yürüyüşüne saldırı Mehmet Ayvalıtaş davasının ikinci duruşması görülmesinin ardından akşam saatlerinde Kadıköy Altıyol’da bir araya gelen kitle Mehmet Ayvalıtaş Meydanı'na yürüdü.

"Hepimiz Mehmet'iz Öldürmekle Bitmeyiz Bu Dava Bizim Rahat Uyu Ana Evlatların Nöbette” pankartının açıldığı yürüyüş sırasında, "Bu daha başlangıç mücadeleye devam" , "Mehmet Ayvalıtaş, Fadime Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ahmet Atakan, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik yaşıyor” , “Katil devlet hesap verecek” , “Anaların öfkesi katileri boğacak” sloganları atıldı. Yürüyüşün ardından açıklama yapan Mehmet Ayvalıtaş’ın kuzeni Muharrem Ayvalıtaş, Kartal Adliyesi'nde görülen davada adaletten söz etmenin imkansız olduğunu belirterek “"Onlar oyunlarını oynadı, biz de izledik” dedi. Abdullah Cömert’in ağabeyi Zafer Cömert ise, “Ben sadece umutlu değilim, kararlıyım. Katillerin cellâdı olmak için kararlıyım” dedi. Son olarak Diren Kadıköy Forumu adına yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: "Ali İsmail'in, Medeni'nin, Mehmet'in cesaretiyle sokaklardayız, adaletin peşindeyiz. Gezi şehitleri ölmedi. Binlerce Ali İsmail, Mehmet, Ethem olduk sokaklardayız. Katillerin peşindeyiz, adalet arıyoruz. Affetmeyeceğiz, unutmayacağız, hesap soracağız” Açıklamanın ardından Boğa Heykeli’ne yürüyen kitleye polis gaz bombaları, plastik mermiler ve TOMA’larla saldırdı. Kitleyle polis arasındaki çatışmalar gece geç saatlere kadar devam etti.

Sarısülük kardeşlere soruşturma açıldı Ethem Sarısülük’ü vuran polis Ahmet Şahbaz’ın yargılandığı davanın 28 Ekim 2013’te

görülen ikinci duruşmasında, Adliye çıkışında yaşanan polis saldırısında adliyenin camları kırılmıştı. Kırılan camlardan sorumlu oldukları iddia edilen Sarısülük kardeşler hakkında “polise mukavemet ve kamu malına zarar verdikleri” iddiasıyla soruşturma açıldı. Soruşturma nedeniyle savcıya ifade veren İkrar Sarısülük şunları söyledi: “Adliyenin Atatürk Bulvarı kapısından ailemle birlikte ayrılırken bir grup polisin hakaretlerine maruz kaldık, üzerimize gaz bombası attılar. Ben de hedef gözetmeden boşluğa taş attım. Adliyenin camının kırılmasıyla bir ilgim yok.” Sarısülük ailesinin yargılama sürecinde polis tarafından çok yıpratıldığını belirten avukat Teoman Özkan, camların İkrar Sarısülük tarafından kırılmadığının görüntülerde açıkça belli olduğunu söyleyerek şu ifadeleri kullandı: “Polisin faşizan şiddeti karşısında göstericilerin yaralanan arkadaşlarını ve kendilerini korumak için ellerindeki tek araç taştı. Bu koşullar altında gaz bombasına karşı canlarını korumak için taş atmaktan daha meşru ve haklı bir davranış olamaz. Cem ve İkrar Sarısülük de bu koşullar altında tepkilerini dile getirmek ve yakınlarını korumak için taş attılar. Kendilerini koruma refleksiyle hareket ettiler. Bu taşlar herhangi bir yaralanmaya neden olmadığı gibi mala zarar vermediği de görüntülerde açıkça görülüyor.”

24 ay kıdem durdurma cezası Ankara’daki eylemler sırasında Ethem Sarısülük’ü başından vurarak katleden polis Ahmet Şahbaz hakkında yürütülen emniyet disiplin soruşturması tamamlandı. Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Meşru savunmada sınırın aşılması suretiyle öldürme” suçundan yargılanan Şahbaz’a, 24 ay süreli kıdem durdurma cezası verildi. Ahmet Şahbaz hakkında soruşturmayı yürüten polis başmüfettişinin ‘ihraç’ isteminde


05 görüldü 16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

UFUK ÇİZGİSİ

ÜŞÜYEN VAN ŞİMDİ DE CAN VERİYOR!

İ

bulunmadığı belirtilirken, Şahbaz’ın cezası Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Disiplin Kurulu’nca onaylandı.

Taksim Dayanışması hakkında hazırlanan iddianame reddedildi İstanbul Cumhuriyet Savcısı Hüseyin Nazmi Okumuş tarafından Taksim Dayanışması bileşenlerinin temsilcileri hakkında dava açılmıştı. Savcının hazırladığı 6 sayfalık iddianamede Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Genel Sekreteri Mücella Yapıcı ve İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Ali Çerkezoğlu’nun da aralarında olduğu 5 kişi hakkında, “Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak” , “ Toplantı ve Gösteri Kanunu’na muhalefet etmek” ve “Görevi yaptırmamak için direnmek” iddiasıyla açılan davada 7,5 yıldan 29 yıla kadar hapis istenirken, 21 kişi hakkında da “ Toplantı ve Gösteri Kanunu’na muhalefet etmek” iddialarıyla 10’ar yıl hapis istendi. Taksim Dayanışması üyelerinin sosyal medya üzerinden yazdığı yazılar da suç sayılarak savcı tarafından iddianameye eklendi. İddianamede, deniz gözlüğü, gaz maskesi ve baret de suç aleti olarak gösterildi.

‘Taksim Dayanışması meşrudur’ Çerkezoğlu’nun avukatları, iddianamenin açıklanmasının ardından mahkemeye itirazda bulundu. İtirazda Taksim Dayanışması’nın suç örgütü olmadığı, 8 Temmuz’da İstanbul Valiliği tarafından Gezi Parkı’nın halka açıldığı ve basın açıklaması yapmak isteyen Taksim Dayanış-

ması temsilcilerinin gözaltına alınarak evlerinin arandığı belirtildi. 8 Temmuz günü sadece parka doğru yürürken gözaltına alınan müvekkilleri için 2911 Sayılı yasanın koşullarının gerçekleşmediği belirtilerek,“yakalama, gözaltı, ev ve üst arama kararları” iptal edilmişken, iptal edilen işlemlere dayanılarak dava açılamayacağı açıklanmıştı. İtirazı yerinde bulan mahkeme, heyeti iddianameyi savcılığa iade etti.

Gezi direnişçileri tahliye edildi İstanbul’da Gezi Ayaklanması’na katıldıkları gerekçesiyle 18 Haziran 2013 tarihinde siyasi polis tarafından yapılan ev baskınlarında gözaltına alınarak tutuklanan ESP üyesi 35 kişiden 17’si çıkarıldığı mahkemede serbest bırakıldı. İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada ise 2 BDSP üyesi ile Ekim Gençliği okuru 3 kişi serbest bırakıldı. İzmir’de açılan bir başka dava ise İzmir 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülürken, Halk Cephesi üyeleri ile Barikat Dergisi okuru 11 kişi tahliye edildi. İzmir’de avukatlar tarafından yapılan açıklamada Gezi iddianamesinin çöktüğü belirtilerek meşru mücadelenin sürdürüleceği açıklandı. Antalya’da Gezi Ayaklanması’na katıldıkları gerekçesiyle 3’ü tutuklu 5 kişinin duruşması, Antalya 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülürken, duruşmada 5 kişinin beraatine karar verildi. Erzincan’da da Gezi Ayaklanmasına destek verdikleri gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklanan 6 kişi, Erzincan 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada serbest bırakıldı.

≫ bakış can

hmali geçerek en vahim suça konu olan üç yaşındaki çocuğun ölümüne, devlet tarafından öldürüldü demek isabettir. Çünkü aile çocuğunun fenalaşması üzerine telefonla ulaşabildiğinde (ki, sonra telefon bağlantıları da kesiliyor veya ulaşılamıyor) karakol komutanını ve köydeki korucuyu (muhtemelen korucu başıdır) arayarak durumu bildirip yardım istiyor! Ancak ailenin çırpınışı faydasız kalıyor. Nitekim o an gelip çatıyor ve körpe can daha fazla dayanamayarak ölüme yenik düşüyor. Yani devlet ve kurumları ailenin yardım talebine kayıtsız kalarak çocuğun ölümüne sebep oluyor. Gabarı, Amanosları, Ağrı’yı, Cudi’yi, Munzurları, Mercanları ve Roboski’yi bombalamak için tüm hava şartlarına rağmen bir saniye gecikmeden havalanan uçak ve helikopterler ölümle pençeleşen üç yaşındaki çocuğu kurtarmak için havalanmıyor! Havalandırılmıyor! Katletmek için kalkan helikopterler yaşatmak için kalkmıyor! İşte faşist devletin gerçek yüzü bu kadar vahşi, bu kadar barbar ve bu kadar acımasız, bu kadar korkunçtur! Evet, Muharrem çocuk, tam üç yaşındaydı, körpecikti, tertemiz ve masumdu!... O fazla değil, tam üç yaşında bir çocuktu! ‘’Terörist’’ de diyemezler Roboski çocukları gibi… Zalimce yaşamdan koparılıp alındı! Sonra bir torba içinde babasının sırtına, evet torba içinde babasının sırtına verilerek karla kaplı buz tutmuş toprağa yollandı. Körpe beden daha fazla üşümek üzere soğuk-buzlu toprağa koyuldu!!! Ayağa kalkıp savaşmanın bundan daha meşru sebebi yoktur! İnsanlığı utandıran o torbadaki körpe bedenin dayanılmaz acısıyla suçlu olan devlete karşı isyan edip savaşmak atlanamaz bir hak ve görevdir! İsyan edin, savaşın.. un torbasında taşınan çocuk cesedi uğruna, insanlık adına.. faşist düzene karşı savaş.. ölmüş çocuk uğruna, devrim için savaş ey insanlık!.. Faşist devlet ve AKP iktidarı bu utancın, bu cinayetin, bu vahşetin, bu zulmün sahibidir ve köhnemiş ahlakıyla bu utancın ağırlığı altındadır. Onun insana verdiği değer çocuk cesedini un torbasında taşıtmakla alenidir! Körpe canı acılı babanın sırtına yükleyerek saatlerce yürütme barbarlığındadır o devletin insana verdiği değer! İsyan edin; gerici faşist devleti defedene kadar savaşın! Üç yaşındaki çocuk bu düzen tarafından soğuğa mahkum edildikten sonra hastalığın pençesine terk edilerek öldü-

rüldü! Yoksulluğun, sefaletin, altyapı yoksunluğunun ve kapalı yolların sorumlusu ve suçlusu o yaşama mahkum edilmiş köylüler değil, doğrudan devlettir! Faşist AKP iktidarı ve Türk devletinin gerçek yüzü, ölüm suçuna imza attığı üç yaşındaki çocuğun cesedine reva görülen un torbasında bir kez daha açığa çıkmıştır. Kürdün inanılmaz olduğu kadar dayanılmaz da olan maruz kaldığı bu zulme daha fazla boyun eğmesi zulmün üstüne zulüm çağırmaktır. İsyan edin; özgür ve yaşanılır bir dünya uğruna savaşın! “Barış”, “çözüm” ve “demokratikleşme’’ aldatmacasından kurtularak isyan etmek Kürt’ün hakkı, çeşitli millet ve milliyetlerden Türkiye-Kuzey Kürdistan proletaryası ve emekçi halklarının görevidir. Somut parçada başlayarak tüm dünyada gerici burjuva faşist sınıfları yeryüzünden silmek için sonuna kadar savaşmak, sınıf çelişkilerinin acı tecrübelerle yaşamda önümüze koyduğu gerçeklerin koşulladığı şarttır. İşte bu zorunluluğun en yalın gerekçesi Muharrem çocuğun ölümü / öldürülmesidir. Mali’de elli bin çocuğun yetersiz beslenme yüzünden ölümle yüz yüze olmasıdır. Emperyalist dünya gericiliği ve onun kolları ya da uzantılarını kökünden kazıyıp atmanın zorunluluğu Mali çocuklarının dramında olduğu gibi, Van / Gürpınarlı Kürt ailenin Muharrem çocuğunun destanı tarafından da kanıt bulan ortak sebeptir. Muharrem Kürt ailenin çocuğu olduğu için değil, yoksul olup helikopter kaldırtacak milyonları olmadığı için öldü-rüldü! Belleklerimiz kazınmalıdır: Van’ın Gürpınar ilçesinin Yalınca köyüne bağlı bir mezrada Muharrem isimli 3 yaşındaki çocuk devletin suçu ve devlet yetkililerinin ihmali sonucu çaresizlik içinde yaşama gözlerini yumdu. Muharrem çocuğun dramatik hikayesi öldükten sonra cesedinin bir eşya gibi un torbasında ve babasının sırtında saatlerce taşınmasının unutulmaz görüntüsüyle yüreklere kazınan içler acısı bir serüvene dönüştü… Bu zulmün, bu acımasızlığın ve bu dramın hesabı sorulmalıdır. Sokaklar ateşe verilmeli, meydanlar doldurulmalı, zulüm zebanilerine yaşam dar edilmelidir! Yani isyan edilmelidir! Ölmüş çocuklar adına, kanayan vicdanlar adına, ezilen yoksul dünya adına isyan edilmelidir! Halkın kanla beslenen yarasalardan adalet ve insanlık beklentisi olamaz, onlar adaleti kendi gücüyle devrimci isyanıyla sağlayabilirler!


06 haberyorum Burjuva-gerici faşist hakim sınıflara karşı, proletarya ve emekçi halk kitlelerinden yana bir siyaset ve pratik benimseyip geliştirmek yerel seçim politikamızın sınıf orijinli temellerindendir Sınıflar mücadelesinin temel konusu iktidar sorunudur. Proletarya önderliğinde proletarya ve emekçi halk kitlelerinin temsil ettiği sınıf mücadelesinin konusu komünizm perspektifinden bağımsız olmayan devrim ve devrimin konusu olan proletarya devleti-iktidarı sorunudur. Bu temel sorunu esas alan sınıf mücadelesinin içeriği ise son derece zengin veya geniştir. Yani proleteryanın ideolojik-politik-örgütsel önderliğindeki sınıf mücadelesi devrim ve buna bağlı iktidar sorununu omuzlarken, bu mücadelesini tek tek mücadelelerden yalıtarak indirgemecilikle ele almaz. Bilakis bu iktidar mücadelesini onlarca, yüzlerce mücadele biçimiyle doldurur. Bu bağlamda sınıf mücadelesinin içeriği siyasi iktidar mücadelesine bağlı olarak tek tek çarpışma ve mücadeleleri de kapsamaktadır. Daha da açıkçası, demokratik, ekonomik, akademik, politik, kültürel ve hatta ulusal vb vs mücadeleler sınıf mücadelesinin bileşenleridir. İşçilerin fabrikadaki çalışma saati veya ücret üzerine patrona karşı verdiği mücadele, öğrenci gençliğin parasız eğitim veya harç sorunu üzerine üniversite yönetimine karşı verdiği mücadele, köylülerin HES’ler vb sorununda şirket sahiplerine karşı ve dolayısıyla iktidara karşı verdiği mücadele, kadının erkek egemen kültürün doğrudan sonuçları olan erkek tarafından uğradığı şiddet ve sömürüye karşı mücadelesi, semt sakinlerinin mahallelerinde kurulan baz istasyonlarına karşı mücadelesi, kentsel dönüşüme karşı semt sakinlerinin mücadelesi, ulaşımdaki ücret sorunuyla ilgili mücadeleler, doğanın korunmasına dönük mücadele türevleri vb vs bütün bunlar sınıf mücadelesinin tek tek parçaları ya da somut çelişkilere göre devreye giren biçimleridir. İşte bunun gibi, demokrasi mücadelesinin bir parçası da yerel seçimler veya yerel seçimlerde gerici faşist düzen partilerine, dolayısıyla faşist düzene karşı halk sınıf katmanlarına dahil olan parti ve güçlerin temsil ettiği ya da yürüttüğü mücadeledir. Bir tarafta gerici hakim sınıflar, diğer tarafta ezilen ve sömürülen sınıflar bulunmaktadır. Kısacası, yerel seçimleri demokrasi mücadelesinden veya iktidar mücadelesinden bağımsız bir alan olarak değerlendiremeyiz. Bu bağlamda yerel seçimler ve dolayısıyla yerel yönetimler gerici hakim sınıflara karşı verilen demokrasi mücadelesinde ezilip sömürülen sınıflar lehine birer mücadele alanı ve mevzisi durumundadır demek doğrudur. Elbette sınıf mücadelesinin bileşenlerini temsil eden tek tek ve parça mücadeleler olduğu gibi, bunlardan biri olan yerel yönetimler de bir iktidar mücadelesinin unsuru değildir. Bilakis bunlar iktidar

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

mücadelesinin destekleri, yedekleri, uzantıları veya tek tek parçalardaki ifadeleri durumundadır. O halde yerel yönetimleri siyasi iktidarı ele geçirme araçları veya iktidar organlarımız olarak telakki etmek hatalıdır-edilemezler. Buna karşın yerel yönetimlerin demokrasi mücadelesinin zengin içeriğinde yer alan bir unsuru ve demokratik mücadelenin birer mevzileri olduğu yanlış değildir. Proletarya burjuva gerici sınıflara karşı yürüttüğü mücadelede kullanacağı araç ve yöntemlerde reçeteci dogmatik bakış açısıyla kendisini sınırlamaz. Amaç ve ilkelerine uygunluk şartıyla her türlü araç, yöntem ve biçimi prensip olarak kullanır. Bu şarta bağlı olarak hiçbir mücadele biçimini ilkesel olarak reddetmez. Bir anlamda proletaryaya yön veren sınıf çelişkileri ve bunların somutta nasıl ve hangi metotlarla çözüleceğidir. Dahası bu çelişkilerin çözümünde geçerli olan yolyöntemin somut duruma uygun olarak saptanmasıdır. İlkesel tutum belirlendikten sonra hangi mücadele biçimi, yöntemi ve aracının kullanılacağı tamamen somut bir sorundur veya canlı yaşamın aktüel çelişkisini ele alan siyaset sorunudur.

Söz Yetki Karar:Halka Yerel seçimlere genel bakış açımızın arka planı özet olarak yukarıdaki görüşten beslenir. Bu bağlamda yerel seçimleri sınıf mücadelesi veya demokrasi mücadelesinden bağımsız değil, bilakis onun hizmetine tabi olarak ele alıyoruz. Yerel yönetimler devrimci iktidar organlarımızı temsil eden kurumlar değildir. Aynı zamanda bu yerel yönetim kurumları iktidar mücadelesinin esas biçimleri de değildir. Ancak yerel yönetimler demokrasi ve yönetim anlayışımızı, yönetim organlarının kitlelerin inisiyatif ve hizmetinde olmasının gerekliliği, yerel yönetimlerin doğrudan kitleler tarafından denetlenip belirlenmesi ve bu yönetimlerin kitlelerle birleşip bütünleşmesinin zorunluluğu, yerel yönetimlerin yetki ve olanakları kullanılarak talan ve rant alanına dönüştürülmesine karşı, bunların şeffaf, halkçı, devrimci-demokratik niteliklerde kitlelerin tayin ettiği (atayıp aldığı) gerçek yönetimler olarak temsil edilmesi gibi bir dizi ihtiyaç zemininde önemlidir. Bu zeminde devrimci-demokratik halkçı yerel yönetim anlayışı, yerel seçimlerdeki genel yönelim veya politikamızın somut ve en özet ifadesidir. Bu mantığa uygun olarak, ‘‘SözKarar-Yetki Halka‘‘ şiarı yerel yönetimler anlayışımızın temel argümanıdır. Halka sorulmadan, onlara karşın ve üstten atamalar biçiminde teşekkül eden, halkın iradesi dışında dıştan atanmış kişiler üzerinden yürütülerek esasta halkı yönetimden dışlayan veya belediyeleri imtiyaz, yiyicilik ve talan alanına çeviren her türden bürokratik, burjuva gerici yönetim anlayışına karşın, halkla birlikte ve halkın doğrudan katılımıyla belirlenmiş belirli bir program temelinde işleyen, halkı karar alma mekanizmalarına dahil ederek, söz, yetki sahibi kılarak iradelerini yansıtan, katılımcı olduğu kadar halkın her türden denetimine açık, her yönüyle şeffaf ve halka hizmet götüren, yönetim olarak halkın onayıyla gelen ve gerekti-

Yerel

seçimler ğinde halk tarafından geri alınabilen özellikteki yerel yönetim anlayışı yukarıdaki anlayışımızın içeriğidir. Tüm sürece proletarya ve emekçi sınıfların menfaatleri açısından yaklaştığımız genel bilincimiz olmakla birlikte somutta yerel seçimler taktiğine yön veren bilincimizdir. Burjuva-gerici faşist hakim sınıflara karşı, proletarya ve emekçi halk kitlelerinden yana bir siyaset ve pratik benimseyip geliştirmek yerel seçim politikamızın sınıf orijinli temellerindendir. Yerel seçimlerle iktidar gibi ileri hedefler kazanma hayalinde değiliz. Ancak yerel seçim çalışmalarıyla bu ileri hedeflerin ideolojik-siyasi zeminini geliştirip pekiştirebiliriz. Geniş halk kitlelerini daha olanaklı şartlarda aydınlatma fırsatını değerlendirebilir, özgürlüklerine açılan yola da yaygın bir propagandayla ışık tutabilir, proletarya ve halk kitlelerinin örgütlenmesini geliştirebilir, sınıf saflarını büyütebilir ve nitekim gerici hakim sınıfların ve düzenlerinin siyasi teşhirin daha etkili olarak yürütebiliriz… Yerel seçimlerdeki somut siyasetimiz,

genel ilkesel tutumumuz ve anlayışımızdan bağımsız olmamak kaydıyla, esasta sınıf mücadelesi ve çelişkileri, somut siyasi gelişmeler, içinden geçilen güncel şartlar ve siyasi durum, devrim ile karşıdevrim arasındaki dengeler, kendi gücümüz, seçimlerin özgülde kazandığı anlam vb vs gerçekler üzerinden biçimlenmektedir. Elbette ki, devrim ile karşı-devrim arasındaki mücadelenin demokratik mevzideki bir biçimi olarak da yerel seçimler, siyasetimize temel oluşturmaktadır. Yerel seçimlerdeki politikamız ve buna bağlı çalışmalarımızda ideolojik-teorik muhteva esasta, siyasi çizgi, hedef ve dünya görüşümüzün geniş halk kitlelerine propaganda edilmesi ve faşist düzen ile partilerinin siyasi teşhir ve tecridi iken; çalışmalarımızdaki siyasi muhteva bu siyasi teşhirdenden bağımsız olmamak kaydıyla, muhtarlıklardan belediye başkanlıklarına kadar uzanan alanda adaylarımızın kazanmasını da hedefleyen somut-uygulanan program temelinde maddileşen yerel yönetim anlayışımızın


haber yorum

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

tamamen devrimci kaygılardan besleniyordu. En azından ezilen Kürt ulusunun gerici faşist düzen partileri karşısında kazanmasının önemsediğimiz husus olduğunu söyleyebiliriz. Genel anlayışımız da demokratik-devrimci-ilerici güçler arası ittifak ve çeşitli birliklerin gerçekleştirilmesini emreden temel zemindir.

İttifak ilkemiz yerel yönetim anlayışımızdandır

ajitasyonunu en geniş demokratik muhtevada kullanmaktır. Devrimci demokratik ajitasyon ve propagandanın en geniş halk kitlelerine ulaştırılması, yerel seçim süreci çalışmalarımızın en anlamlı kazanımı olacaktır! Yerel seçimlerde “Söz-Yetki-Karar Halka“ şiarı ekseninde demokratik-devrimci halkçı yerel yönetimler hedefiyle somutluk kazanan demokratik anlayış politikamızın temelidir. Bu politika elbette ki öncü siyaset ve ideolojiden bağımsız tasavvur edilemez. Somut gerçekte yerel yönetimler tamamen halkın tasarrufunda ve halkın her türden imtiyazları temelinde biçimlenmek durumundadır-biçimlenir. Bu bağlamda yerel yönetimler doğrudan halkın iradesini yansıtmak ve halkın iradesinin sonuçları olarak tecelli etmek durumundadır. Yani yerel yönetimler halkın iradesine dayanıp bu iradeyi yansıtarak temsil ederken, yönetimin görevden alınması da halkın iradesine bağlı ve onun tasarrufunda olmalıdır. Aynı zamanda başkan adayları da bu zeminde halkın benimseyerek onayladığı ve olumladığı isimler olmalıdır. Bu adaylar halk tarafından seçilerek belirlenmeli, halkın üstünde davranma hakkı kullanan herhangi bir irade adayların belirlenmesine karar vermemelidir. Hiçbir kurum ve güç halkın üzerinde hak ve yetki kullanma durumunda olmamalıdır. Seçilen başkan ve yönetimin onu seçen kitleler tarafından

görevden alınabilmelidir. Bu yetki halk kitlelerindir, tanınmalıdır. Mevcut şart ve anlayış çerçevesinde ki yerel yönetimler halkın üstünde bir yetki ve yönetim anlayışı ile hareket etmemeli, bilakis halk kitleleriyle birlikte yönetim veya görev icra etmelidir. Yereel yönetimin tüm çalışmaları, proje ve planları vb şeffaf ve halka açık olmalı, düzenli halk toplantılarıyla çalışmaların raporu sunularak halka hesap verilmelidir. Halkın çıkarları ve demokratik devrimci değerlere zarar veren hiç bir uygulama veya proje gerçekleştirilmemelidir. Halka hizmet etme yönetimin temel kaygısı olmalıdır. Çevre sorunundan siyasal sorunlara kadar tüm gündemlerde emekçi halklardan yana bir tavır geliştirilmeli, bilumum gerici siyasetler karşısında halk kitleleri bilinçlendirilmeli ve bu gerici siyasetlere karşı tavır alınmalıdır. Halk kitleleriyle bütünleşme ve onlarla birlikte yönetme anlayışı pratikleştirilmelidir. Bu anlayış zemininde hareket etmeyen herhangi bir yerel yönetim halk kitlelerini temsil edemez. Özcesi yerel yönetim anlayışımız bu özette toplanabilir. Bu seçimlerde stratejik anlayış ve taktik siyasette önemsediğimiz pozisyon seçimlere katılma ve çalışma biçimimizin ittifak eksenli olmasıydı. Bu politikamız doğrultusunda esnek davranıp tavizler verme pahasına ittifakların gerçekleştirilmesi için irade ortaya koyduk. Bu yaklaşımımız

İttifak noktasında tavrımızda net olarak ilgili güçlerle ittifak görüşmelerine oturduk. Ancak bu görüşmelerde önemli bir olumlu gidişattan bahsedilse de, bu gidişatın doğru orantılı olarak tamamlanmadığı aşikardır. Kısacası ittifak görüşmelerinin anlamsızlaştırılarak rafa kaldırılmasının birinci dereceden sorumlusu, Kürt Ulusal Hareketi cephesidir. Sorumluluğun kimlere ait olduğundan daha çok seçimlere ittifaksız veya zayıf, ilkesiz ve kazanma ihtimali düşük ittifaklarla gidilmiş olması ya da önemli bulduğumuz ittifakın sağlanamamış olmasıdır. İttifak anlayışımız elbette ki yerel yönetim anlayışımızdan bağımsız gelişemez-gelişemezdi. En azından demokratik halkçı yerel yönetim siyasetinin benimsenmesi ve her şeyden de önce demokrasinin işletilmesi, sürecin demokratik olarak yürümesi-yürütülmesi kabul edilerek başarılması gerekendi. Ne ki, yerel yönetim anlayışımız esas olmak üzere, irademizi hiçe sayan, ittifak görüşmelerini zımnen formalite olarak ilan eden ve benmerkezci yaklaşımla görüşmeleri anlamsızlaştıran pratiğin, demokrasi açısından son derece kusurlu olup ittifakı olanaksız kılan zeminde, ittifakın son tahlilde bozulması zorunlu olmuştur. İttifak bozulduktan sonra kendi adaylarımız üzerinde yoğun bir çalışma ve örgütlenme temposu ihtiyaç haline gelerek esas yönelimimiz olarak öne çıkmıştır. Fakat belirtmekte fayda var ki, ittifakın bozulması, adayımızın olmadığı yerlerde ittifak güçleri kapsamındaki kurum adaylarını desteklemeyeceğiz anlamına gelmez. Bilakis belli şartlar temelinde bu adaylar desteklenecektir. İttifakın dışına çıkmamız strejik anlayış ve ilkesel yaklaşımlarımızın terk edileceği anlamına gelmez. ‘‘Demokratik Güç Birliği Platformu‘‘ yerel seçimlere dair ittifak eylemini sürdürmektedir. Fakat bizler özetlediğimiz şartlarda ittifak anlayışına aykırı ve bağımsız irademizi gölgeleyen,dışındaki siyasi iradelere saygılı olmayan, demokrasiyi rafa kaldıran türden ilkesel meselelere tekabül eden tutumlardan ötürü ittifak dışında yalnız olarak seçime girmekteyiz. Her seçim, seçime katılanlar açısından kazanma eğilimi ve iradesini gündeme getirir. Seçimleri bu siyasi sonuçtan bağımsız ele almak yanlıştır. Kazanma istemi ve eğilimi genel geçer bir doğru olarak bizler açısından da bir doğruyu ifade etse de bizler esasta kazanma politikasına dönük bir anlayışa sahip değiliz. Elbette kazanmak ister ve kazanmak için çalışırız, lakin kazanma meselesini ideolojik-siyasi anlayış ve tutumlarımızın önüne koyamayız. Ancak yerel seçimler politikamızın temel argümanı kendi ada-

07

yımızla sınırlı bakan bir anlayış-yaklaşım değildir. Bilakis devrimci, demokrat ve ilerici adayların desteklenmesi veya ortak aday durumuna getirilebileceğidir.

Sadece kazanma üzerine olan çarpıklık savunulamaz Özcesi, genel olarak tüm devrimci, demokrat ve ilerici adaylar direkt ya da dolaylı olarak bizlerin adayı olma zeminindedirler. Gerici faşist düzen partilerinden olmadıkça ve kişi olarak gerici olmada, yüz kızartıcı suçlara bulaşmamış olan, esasta yukarıda özetlemeye çalıştığımız yönetim anlayışını benimseyip uygulayan her devrimci, demokrat ve ilerici şahıs bizlerin adayı olabilir. Dolayısıyla kendi adaylarımızın olmadığı yerlerde bu nitelikteki bağımsız ya da ilerici-devrimci-demokratik kurumların gösterdiği adayları desteklemek doğru olanıdır. Elbette ki, bu niteliklerdeki adayları destekleme tavrı veya bunları adayımız olarak destekleme tavrı mutlak değil, somut meseledir ve siyasetin belirlenip biçimlenmesine bağlıdır. Özel bir politikamızın olmadığı durumlarda yukarıdaki niteliklere sahip bağımsız veya ilerici kurumların adayları desteklenmelidir. Temel hareket noktamız gerici faşist parti adaylarının kazanmasındansa devrimci-demokrat-ilerici adayların kazanmasıdır; ideolojik-siyasi damgamızı taşımasa da devrimci, demokratik ve ilerici yönetimleri gerici yönetimlere yeğleriz. Bu anlamda dar grupçu olunamayacağı gibi, grupsal çıkarlara endeksli düşünce ve davranış tarzı öne çıkarılamaz. Öncelikli siyasetimiz elbette ki, kendi adaylarımızın kazanmasıdır. Adayımız kavramı, ortak ittifak adayı olarak kitleler tarafından belirlenmiş olan adaylardan bağımsız değildir. Kurum olarak adayımızın olmadığı ya da çıkmadığı, tersinden ittifak ortak adayının çıktığı yerlerde bu adayın desteklenmesi merkezi politikamız olmakla birlikte, tüm tabanımıza kadar her düzeydeki çalışanımız açısından tartışmasız bir görevdir. Sadece kazanma amacı üzerine kurulmuş olan bir siyaset ilkeli ve devrimci-demokratik niteliğini koruyamaz, kazanma uğruna her yolu mübah görerek burjuva sulara savrulur. Nitekim devrimci-demokrat adaylar veya bu nitelikteki kurum adaylarının girdikleri aynı yerelde başka devrimci-demokratik kurum adayını, tam bir burjuva siyaset tarzı ve kültürüyle teşhir etme tutumu bu savruluşun somut kanıtı olarak bu günden önümüzde durmaktadır. İlkesel tutumumuz devrimci demokratik kurum ve tek tek bağımsız adayların teşir edilmesini yasaklarken, aynı ilkesel yaklaşımımız herhangi bir düzen partisi adayının desteklenmesini ve oy verilmesini de kesin olarak yasaklar. Özellikle yaratılan çarpık bilinç temelinde “AKP kazanmasın da CHP kazansın‘‘ anlayışıyla CHP’ye oy vermek ilkesel yaklaşımımıza aykırıdır. AKP, CHP, İşçi Partisi, MHP gibi tüm düzen parti ve adaylarına herhangi bir gerekçeyle oy vermek asla benimsenemez. Düzen partileri ve adaylarına oy vermek onların suçlarına katkı vermektir!


08 emek haber

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

Emekçilerin kamburu: Kredi Kredi kart sayısındaki artışa paralel olarak bu kartlarla yapılan alışveriş ve nakit çekimlerin hacminde yaşanan hızlı büyüme de son yıllarda giderek ivme kazandı Ekonominin her geçen yıl büyüdüğünden ve refah ülkesi haline gelindiğinden sürekli dem vurulan ülkemizin en büyük yaralarından biridir kredi kartları. Yıllardır borç yiğidin kamçısıdır diyen Başbakan Erdoğan, son dönemlerde çark etmiş olacak ki yeni bir yasayla kredi kartları limitlerine sınırlama getirdi. Erdoğan’ın “Kredi kartlarını almada lütfen hassas olun. Kredi kartları da faiz lobisinin en büyük kaynağıdır. Paranız, yorganınız kadar ayağınızı uzatın. Ondan sonra bunlara malzeme olmayın. Evinizde ne var ne yok, alıp götürürler” açıklamaları ise ‘yürek yakan’ cinsten oldu. İşçi ve emekçiler, AKP’nin 11 yıllık iktidarı boyunca borçla tüketime sevk edilerek, kazanılamayacak gelirler üzerinden borçlandırıldı ve tüketime sevk edilerek refah devletinde yaşanılıyor izlenimi yaratıldı. Bunun sonucu olarak kredi kartı sayısı 2002 yılı sonundan bu yana yüzde 261 oranında artarak, 41 milyondan 60 milyon adete yaklaştı. 2000’li yıllarda 4.3 milyar lira olan bireysel kredi kartlarındaki borç bakiyesi adeta katlanarak büyüdü ve sonunda 82 milyar liraya ulaştı. Tüketici kredisi ve kredi kartı bor-

cunu ödeyemediği için “kara liste”ye girenlerin sayısı 3 milyona yaklaştı. Sürekli tüketime dayalı büyüme sonunda ülkemiz cari

açığı milyarlarca lirayı aştı. Ve IMF gibi kuruluşların uyarısı üzerine tüketimi yavaşlatmak için tüketici kredisi ve kart kullanımı sınırlanmaya

çalışılıyor. Tasarrufu artırmak ve cari açığı küçültmek isteyen ekonomi yönetiminin yeni hedefi ise işçi ve emekçiler oldu. Beyaz eşyadan otomobile tüm ürünlerde kredili alışverişte taksit sayısı azaltılıyor, peşinat oranı yükseltiliyor.

Yıllık işlem hacmi 425-430 milyar Kredi kart sayısındaki artışa paralel olarak bu kartlarla yapılan

tine göre 500 liraya kadar yıllık üyelik ücreti alabiliyor.

Kredi kartı borçlarında artış var

alışveriş ve nakit çekimlerin hacminde yaşanan hızlı büyüme de son yıllarda giderek ivme kazandı. 2008 yılında alışveriş ve nakit çekim olmak üzere toplam 185.5 milyar lira olan kredi kartı işlemlerinin tutarı 2012 yılında 361.4 milyar liraya ulaştı. Geçen yılın tümünde kredi kartlarıyla 329.8 milyar liralık alışveriş, 31.6 milyar liralık da nakit çekim işlemi gerçekleştirildi. İlk on aydaki artış temposunu n sürmesi durumunda, kredi kartlarıyla yapılan alışveriş ve nakit çekim işlemlerinin toplam tutarının yılın tamamında, 425-430 milyar lira arasında bir hacme ulaşması bekleniyor. Bu da Gayri Safi Yurt içi Hasıla (GSYH)’da yaklaşık yüzde 72 paya sahip olan özel tüketim harcamalarının yüzde 40’ına yakın bir orana denk geliyor. Bankalar kredi kartı müşterilerinden “ilk kart veriliş ücreti, yıllık aidat, kart yenileme, ek kart ücreti, nakit çekim ücreti ve komisyonu” gibi değişik adlar altında aldığı ücret ve komisyonlardan önemli miktarda gelir elde ediyor. Genellikle kredi kartlarında ilk yıl ücret talep etmeyen bankalar, sonraki yıllarda müşterilerinden kartın türüne ve limi-

Tüketici kredisi hacmi 239.1 milyar, bireysel kredi kartı borçları 82 milyar lira dolayında bulunuyor. Tüketici kredilerinin 106.8 milyarını konut, 8.3 milyarını taşıt kredileri, yaklaşık 124 milyarını ise diğer krediler oluşturuyor. 2004 yılı sonundan bu yana tüketici kredileri yaklaşık 18 kat, kredi kartı borçları ise 5 kat dolayında arttı. Tüketici kredileri içinde en hızlı artış yaklaşık 40 kat ile konut kredilerinde yaşandı. Kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin 2009 sonunda 277 bin dolayında bulunan sayısı bu yıl Eylül sonu itibarıyla 1 milyon 678 bin 684’e ulaştı. Farklı aylarda borcunu ödeyemediği için kara listeye alınan kişilerle ilgili mükerrerlik giderildikten; başka deyişle bir kişinin yıl içinde bir kez sayılması durumunda ise Eylül sonu itibarayla toplam sayının 1 milyon 554 bin 365 olduğu belirlendi. Bireysel kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerle birlikte kara listedekilerin toplam sayısı ise aynı tarih itibarıyla 2 milyon 661 bin 631’e ulaşıyor.

Yeni kredi kartı yasasının getirdikleri (götürdükleri) Tüm bu yaşananlardan sonra alınan önlemler elbette ki işçi ve emekçilerin yararı düşünülerek değil, ABD Merkez Bankası’nın yeni para politikası sonucundadır. - Kredi kartında taksit sayısı en fazla 9 ay olacak. - Taksit sınırını delmek için 'taksit erteleme' yapılamayacak. -Artık cep telefonlarında da taksitli satış olmayacak. Kontör satışları kredi kartıyla yapılabilecek ancak telefonda olduğu gibi taksitle satış yapılmayacak. -Kredi kartıyla kontör alınacak ama taksit olmayacak. - Gıda harcamalarında taksit yasağı restoranlarda yemeği de kapsayacak. - Akaryakıt ve kuyumla ilgili harcamalara da taksit yasağı var. - Taşıt kredisi 50 bin liraya kadar olan araçlarda yüzde 70'i kadar kredi çekilebilecek. Kalan tutar peşin ödenecek. - Taşıtta vade 48 ayı aşamayacak. - İhtiyaç kredisinde en fazla 36 ay vade yapılabilecek.


emek haber 09

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

AKP-Cemaat kavgasında ekonomi Söz konusu olan sermaye ve mülk dünyası olunca kendilerince sürdürdükleri iman ve ilahi adaletlerinin yerini çelişki ve çatışmaların aldığı, alacağı su götürmez bir gerçektir AKP ve Gülen Cemaati arasındaki çelişki ve çatışmaların hiç kuşku yok ki uluslararası ayağı ve ülke içi nedenleri ve sonuçları vardır. Aynı şekilde ekonomi üzerinden yükselen örgütsel ve siyasal neden ve sonuçları da söz konusudur. Amerikan Merkez Bankası (FED)’in dolar üzerindeki oynaması sonucunda döviz kurlarında önemli bir yükselme görülmüştür. Bu durum Türkiye-Kuzey Kürdistan ekonomisinin, özellikle dış sermayeye ve tabii ki dışa bağımlılık yörüngesi içerisinde olduğuna açık işarettir. Hiç kuskusuz, ABD emperyalizmine ve uluslararası emperyalist sermayeye daha fazla bağımlı Türkiye-Kuzey Kürdistan sosyo-ekonomik yapısının uluslararası emperyalist sermayedeki dalgalanmalardan hiç etkilenmemesi asla düşünülmemelidir. Özellikle de dolar, euro, benzin ve gıda maddelerine yönelik artışa da şaşırmamak gerekmektedir. Zira içinden geçtiğimiz objektif koşullarda Türk devleti ve ekonomisi, geçmişe oranla çok daha fazla uluslararası emperyalist sermayenin merkezileşmesi ve derinleşmesine uygun şekilde bir bağımlılık ilişkisi içerisindedir. Uluslararası emperyalist sermayenin finans kurumları yekpare ve düz bir seyir izlememektedir. Evet, günümüz koşullarında belirli ve önemli düzeylerde-geçmiş süreçlerine göre-merkezileşme ve derinleşme söz konusu olsa da parçalı, dağınık ve evdeki hesaplarının çarşıya

sürekli uymayacağı-uymadığı gerçekliğini de görmek durumundayız. ABD eksenli uluslararası emperyalist sermayenin de mekanik ve kaba tekrarlar biçiminde bir seyir izlemediği görülmelidir. İnişli çıkışlı, zikzaklı ve sıçramalı nicel ve nitelikler içerisinde sürekli hareket ve değişim halinde çelişkili gelişmeler yaşandığını ifade edebiliriz. Ve onun her bir ülke ve coğrafyadaki- bölge ve parçalardaki iç içe geçmiş ve karşılıklı ilişki halinde olduğu gerçekliklerinden kaynaklı olarak çeşitli dalgalanmaları da bu şekilde ele almak ve kavramak zorundayız. Bilindiği gibi Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki uluslararası emperyalist sermayeye bağımlılık ilişkisi de bütün ve monolitik değildir. Hepsinin çeşitli biçimlerde finans kurumlaşmaları da söz konusudur. Örneğin TÜSİAD, MÜSİAD, TÜMSİAD, TUSKUN, ASKON gibi ülkede yer alan komprador tekelci burjuva kesimlerin ayrı ayrı oluşturdukları finans kurumlarını ve örgütlenmeleri kesinlikle uluslararası emperyalist sermaye ve çok uluslu şirketlerden ayrı düşünemeyiz ve ele alamayız. Aksine bu çeşitli blokları yürüyüşünü uluslararası emperyalist sermaye grupları safında sürdüren ve bu blokların birer parçası- organları ve uzantıları olarak kabul edilmeliyiz. Bugün oldukça sert ve uç boyutlarda, birbirlerine karşı tasfiye operasyonlarının mahiyeti de bu şekilde anlaşılmalıdır. Aynı şekilde bugün AKP ile Gülen Cemaati arasındaki, buna paralel TUSKON ile MÜSİAD, TÜMSİAD ve ASKON vb arasındaki, TÜSİAD ile AKP arasındaki vb çelişkilerin arka planında, uluslararası sermaye grupları ve finans merkezlerinin ekonomik politik çıkarları yatmaktadır. Zira ABD’deki herhangi bir ekonomik politika ve yönelim- değişim tabii ki Türkiye-

Kuzey Kürdistan ekonomisi ve politikalarına da yansımaktadır. Siyasi istikrardaki dalgalanmalar da doğrudan ülke içerisindeki çeşitli komprador tekelci sermaye gruplarına ve finans kurumlarına, oradan da üst yapı mekanizmalarına yansımaktadır.

Cemaat ve AKP dalaşında yatan sermaye gerçekliği Açıkça ifade edecek olursak, uluslararası emperyalist sermaye ve kurumlarındaki bir hapşırma onlara her zamankinden daha fazla merkezileşerek derinleşen bir etki; Türkiye-Kuzey Kürdistan ekonomisine de büyük etkide bulunmakta, ülkede ekonomik dalgalanmalara yol açarak kırılgan fay hattındaki ülke ekonomisi çeşitli şoklar eşliğinde sallantılar yaşamakta ve pek doğal olarak da siyasette de çeşitli istikrarsızlık yaratmaktadır. Merkez Bankası’nın arttırdığı faiz oranları, kredi eksenli üretim ve tüketim içerisinde olan önemli kesimi olumsuz etkilemektedir. Konut ve otomobil kredisi çekenler başta olmak üzere toplumda ciddi düzeyde ciddi ekonomik istikrarsızlık baş göstermiştir. Aynı şekilde aslında Türk devleti ve onun ekonomik temel kurumları ve finans merkezlerine sıcak para ve karşılığı olmayan spekülatif sermaye girişinde de son dönemlerde sıkıntı yaşanmasından kaynaklı ekonomide hızlı dalgalanmalar olmakta ve aslında uzun süredir oldukça kırılgan olan ülke ekonomik yapısı önemli sarsıntı geçirmektedir. Bu yönelim ile AKP ve Gülen Cemaati arası çelişki ve tasfiye operasyonları eşliğindeki yaşanan siyasi istikrarsızlık da örtüşünce çatışmanın ekonomiye olumsuz etkisinin hiç olmayacağı düşünülemezdi. Nitekim döviz kurlarındaki euro ve dolarda önemli bir artış gerçekleşip, doğrudan

enerji kaynaklarındaki benzine etkisi yansımış ve temel gıda maddelerine yönelik artışlar ve zamlar hızlı bir şekilde kendisini dayatmıştır. Bütün bu gelişmeler, geçmiş süreçlerine göre uluslararası emperyalist sermayenin çok daha fazla merkezileşmesi ve derinleşmesine paralel yaşanmaktadır. Özellikle emperyalist efendilerinin de doğrudan desteği ve özel ekonomik politik uygulamaları ve yönelimleriyle Türk devleti ve temel kurumlarında örgütlenerek kadrolaşan ve etkisini daha da güçlendiren AKP ile Gülen cemaati arasında da ekonomik çıkarlar gelinen aşamada birbirlerini karşılıklı çeşitli düzeylerde tasfiye etme operasyonuna dönüşmüştür. Bu tasfiyede birbirlerine karşı başarı ya da başarısızlığı efendileri belirleyecektir. Bertaraf olacak cephe emperyalist efendilerin isteği doğrultusunda gerçekleşecektir. Ve mevcut gelişmeler de göstermektedir ki ABD ve diğer emperyalist devletlerin önemli bir bölümünü arkasına alan ve hala uşaklıktabiat etmekte umudunu yitirmeyen AKP’nin, tek başına hükümet olma ve devletin temel kurumları içerisinde etkisini iyice arttırıp belirleyici pozisyonunu sürdürmesinden kaynaklı olarak Gülen Cemaati ve örgütlenmelerine karşı tasfiyede önemli avantajlar eşliğinde bir sürecin işlediğini de vurgulamak isteriz. Bu çatışma ve tasfiyenin doğrudan ekonomiye etkisi de görülmekte ve yaşanmaktadır. Her ne kadar çatışmanın aldığı boyut bazılarını oldukça endişelendirip devletin bekası için uzlaştırma ve geçici anlaşmalara yöneltse de kılıçlar çekilmiş, ekonomi ve devlet içerisinde etkin ve belirleyici olmak için tasfiye operasyonunda geriye dönülemez bir rotaya girilmiştir.


10

kadın haber

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

Kadınlar güvencesiz DİSK-AR’ın yayınladığı Kadın İstihdamı ve Güvencesizlik Raporu'na göre çalışabilecek durumdaki kadınların iş gücüne katılımının yüzde 30,7 iken, çalışan kadınların yarısı ise güvencesiz koşullarda çalışıyor Bilindiği gibi ülkemizde ekonomik bağımsızlığı olmayan kadınlar çoğunlukla çalışmayarak daha doğrusu ‘çalıştırılmayarak’ ekonomik olarak erkeğe bağımlı bir yaşama zorlanıyor. Evde çalışmaya zorlanan ve emeği görülmeyen kadınların yanı sıra, çalışarak ekonomik yaşama katılan kadınları ise daha kolay bir yaşam beklemiyor doğrusu. Onların da emeği yok sayılıyor. Erkeklerle aynı işleri yaptıkları halde eşit ücret alamıyorlar ve üstelik kadın olmalarından ileri gelen ve iş yaşamına katılmalarını engelleyen koşulların aşılması için ön ayak olmak bir yana, bizzat sistem eliyle iş yaşamı kendilerine tabiri caizse dar ediliyor. Elbette bu saydıklarımız meselenin yüzeysel bir tanımından ibaret. Gerçekte cinsel, ulusal ve sınıfsal sömürüye ve baskıya maruz bırakılan kadınların ekonomideki durumu çok boyutlu ve çok yönlü bir baskı cenderesini içeriyor. İşte Devrimci İşçi Sen-

dikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR)‘nün çalışma yaşamında kadınların konumunu ortaya koyan Kadın İstihdamı ve Güvencesizlik Raporu da bu tabloyu somut güncel verilerle açıklar nitelikte.

Kadınlar ucuz ve güvencesiz işçi rezervi Hane halkı İşgücü Anketi Ekim 2013 dönem sonuç sonuçları üzerinden yapılan hesaplamalarla TUİK tarafından açıklanan ve kadın istihdamındaki gelişmelerin, kadınların çalışma yaşamında karşılaştığı güvencesiz ve esnek çalışma biçimlerindeki dönüşüm ve çalışma sürelerinin ele alındığı rapora göre çalışabilecek durumdaki kadınların sadece yüzde 30.7'si çalışıyor ve üstelik çalışanların yarısından fazlası ise kayıt dışı çalıştırılıyor. Rapora göre çalışan kadınların sadece yüzde 14.7’si güvenceli olarak çalışıyor.

Yeni işsizlerin yüzde 90’ı kadın Raporda öne çıkan bazı önemli veriler ise şöyle; Ekim 2013 itibarıyla geçen yıla göre kadınların iş gücüne katılım oranı yüzde 0,1 gerileyerek yüzde 30,7 oldu. Genelde kadın işsizliği oranı yüzde 12,7 iken, kentlerde bu oran yüzde 17,4'e, tarım dışı sektörlerde ise yüzde 18,5 seviyesinde. Verilere göre çalışma çağındaki her dört kadından yaklaşık olarak sadece biri ‘çalışıyor’. “Geniş tanımlı işsizlik verileriyle ele alındığında, son 1

yılda çalışma hayatına yeni katılmak isteyen kadınların yansı sıra, işgücü piyasalarına daha önce dahil olmuş kadınlar içerisinde de önemli sayıda kadın ya iş bulamamış ya da umutsuzluk ve diğer nedenlerle iş aramadığı için iş gücü piyasalarının dışında kalmıştır.” ifadelerine yer verildi. Raporda geçtiğimiz yılın

aynı dönemine göre toplam işsiz sayısındaki artış 202 bin ve yeni işsizlerin içerisinde kadınların oranı, umudu olmadığı için ya da diğer nedenlerle son 3 aydır iş arama kanallarını kullanmadıkları için, işsiz sayılmayanların sayısı da eklenince yüzde 90’a ulaşıyor.

Yargı bira içen kadına tecavüzü ‘hak’ gördü Denizli’de 16 yaşındaki H.İ.’ye tecavüz davasında savcı H.İ.’nin rızasıyla ilişkiye girmesini ‘bira içmesine’ dayandırdı Erkek ve kadının eşit olmadığı ve bu eşitsizliğe bağlı olarak da ikincil konumda olan kadının cinsel, sınıfsal ve ulusal baskıya maruz kaldığı bir toplumda yaşıyoruz. Kadının haklarının erkeğin egemenlik pozisyonuna göre tanımlandığı toplumumuzda birçok insani ve doğal hakka sahip olamayan kadın mini etek giydiğinde, toplumun ‘uygun görmediği’ saatlerde dışarı çıktığında ve bira içtiğinde tecavüze ‘gönüllü’/ rızalı sayılıyor. İşte bu anlayışın dayandığı iktidar kurumlarından olan yargı da aynı mantıkla tecavüze uğrayan kadını değil ona tecavüz edeni ‘haklı’ ve ‘meşru’ çıkaran bir tutum sergiliyor. Bunun son örneklerinden biri de Denizli’de geçtiğimiz

yıl 16 yaşındaki bir kız çocuğunun tecavüze uğraması olayında yaşandı. 16 yaşındaki H.İ. akrabasının tecavüzüne uğradı Eşinden ayrılan Ahmet İ. geçtiğimiz yıl en büyük kızı 16 yaşındaki H.İ.’yle ev ararken kızını 30 yaşındaki evli akrabası Ahmet Ç.‘ye emanet etti. Bir süre kendisinden haber alınamayan ve babasının hakkında kayıp başvurusunda bulunduğu H.İ. birkaç gün sonra annesinin yanına dönerek Ahmet Ç.’nin kendisine tecavüz ettiğini açıkladı. Ailenin Ahmet Ç. hakkında suç duyurusunda bulunmasının ardından Ahmet Ç. tutuklandı. Ancak 9 gün sonra serbest bırakıldı. Tecavüzcünün serbest bırakılması üzerine H.İ.’nin babası “Kızım için adalet istiyorum” çağrısıyla imza kampanyası başlattı ve 62 bin imza toplayarak Ahmet Ç.’nin tekrar tutuklanmasını talep etti. Babanın bu girişimi üzerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da davaya müdahil oldu.

Bira içmek ‘rıza’ gerekçesi olarak gösterildi Davanın 5. Duruşması 23 Ocak’ta Denizli 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmada mütalaasını sunan savcı Mehmet Başaran H.İ.’nin 15 yaşından büyük olduğunu ve ilişkinin ‘tamamen rızayla gerçekleştiğini’ iddia ederek 8 yıla kadar hapis cezasını gerektiren madde kapsamına girmediğini öne sürdü. Savcının neden H.İ.’nin ‘kendi rızasıyla’ ilişkiye girdiği yönündeki kanısına dayanak olan gerekçeleri ise daha önceki benzer davalardan alışık olduğumuz üzere hiç şaşırtıcı olmadı. Erkek egemen sistemin yanlı yargısının sözcüsü olan savcı Başaran’a göre H.İ.’nin bira içmesi, Ahmet Ç.’yle aralarında güç farkının olmaması ve H.İ.’nin Ahmet Ç.’nin mesajlarına karşılık vermesi ilişkinin ‘rızayla gerçekleştiği’ yönündeki ‘kanıtlardı’. Bu sebeple savcı Başaran durumun tecavüz olmadığını ve

sadece reşit olmayanlarla cinsel ilişkiyi düzenleyen madde kapsamına girdiğini öne sürerek Ahmet Ç. hakkında 2 yıla kadar hapis istedi. Savcının tam sözleri şöyle; “Bizzat araçta sanık bira aldığında mağdurenin hal ve hareketleri, bira içmeye zorlanmaması. (..) Duruşmada da gözlendiği üzere mağdurun yapısı ile sanığın yapısı arasında anormal bir güç farkı söz konusu değildir. (…) Mağdurede sadece dudak ve boyun bölgelerinde ekimoz söz konusudur. Bunlar da mağdurenin kabulü olduğu üzere öpüşmeden ileri gelmiştir. Cinsel ilişkinin gerçekleştiği ileri sürülen araç içindeki konum göz önüne alındığında, burada eşyalar parçalanmadan, insan vücuduna büyük bir zarar vermeden, rıza dışında ilişki zordur.”

“Bize tazminat davası açarlarsa şaşırmam” Savcının mütalaasını değerlendiren


16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

kadın haber

11

çalışıyor okul mezunu erkeklerde işsizlik oranı yüzde 8,3 iken, bu rakam kadınlarda yüzde 17’lik bir oranla erkeklerinkinin iki katından fazla. Lise ve meslek lisesi eğitime sahip olan kadınlar için ise resmi işsizlik yüzde 21,4 ile resmi kadın işsizliğinin yüzde 8,7 puan üzerinde bulunuyor. Kadınlar için tam zamanlı çalışılan işlerin sayısı, geçen yılın aynı dönemine göre 112 bin kişi gerilemiş. Yine kayıt dışı çalışan kadınların toplam çalışan kadınlara oranı yüzde 52 seviyesindeyken, bu oran erkeklerde yüzde 30 seviyesinde.

“Cinsiyetçi uygulamalara son”

Genelde kadınların yeterli eğitimi alamadıkları için çalışma yaşamına katılamadıkları kanısı hâkimken rapor bunun aksi yönünde veriler de içeriyor. Çünkü rapora göre yüksek-

DİSK yayınladığı raporun ardından taleplerini ise şöyle sıraladı: “İşgücü piyasasındaki cinsiyetçi uygulamalara son verilmesi, kapatılan tüm kamu kreşlerinin açılması, iş güvencesinin herkes için mutlak bir hak olarak kabul edilmesi, iş yerlerindeki çalışma düzeninin kadınların ve erkeklerin, çocuklarına bakma yükümlülüğüne uygun bir şekilde düzenlenmesi, “aile sorumlulukları”, “çocuk bakım yükümlülükleri” gibi bahanelerle kadınlara esnek çalışma formları dayatmak yerine, tam zamanlı ve tam güvenceli istihdam olanakları sağlayacak yasal düzenlemeler yapılması vs.”

H.İ.’nin avukatı Julide Keleş Yarışan “Cinsel ilişki mahkeme tarafından kabul ediliyor ama bunun hile ve zorlama yönünde olduğuna ilişkin bir algı yok. Bu davadaki mağdur erkek çocuk olsaydı mütalaa bu şekilde hazırlanmazdı. Kız çocuğu olduğu için ‘bira içmesi sonrası başına gelecekleri kabul etmiş olur’ değerlendirmesi yapılarak

rıza anlamında yorumlandı.” dedi. H.İ.’nin babası Ahmet İ. ise “Tecavüzün ne yaşı ne rızası olmalı. Biz bunun savaşını vermiştik. Ne yazık ki büyük bir umutla çıktığımız yolda mağduriyete mağduriyet eklendi. Bize tazminat davası açarlarsa şaşırmam.” şeklinde konuştu.

Eğitimli olmak işsizliğe çare değil

Tacizci yazara dur de! Yeni Demokrat Kadın (YDK) üyeleri stajyer avukat kadını taciz eden Avukat Sedat Yurtdaş’ın yazılarını yayınlamaya devam eden Radikal Gazetesi’ni protesto etti Bilindiği gibi Yeni Demokrat Kadın (YDK) üyesi stajyer bir avukat geçtiğimiz aylarda Amed’de yanında staj yaptığı avukat, Sedat Yurtdaş’ın tacizine uğramış ve Sedat Yurtdaş hakkında Diyarbakır Barosu’na ve Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu. Suç duyurusunun ardından YDK ve çeşitli kadın örgütleri tacizi teşhir ve protesto eden açıklamalar ve eylemler yapmıştı.

Radikal Gazetesi önünde eylem Tüm zorluklara karşın mücadeleyi sürdüren YDK eylemlerine devam etti. YDK üyeleri 2 Şubat’ta YDK üyesi stajyer avukatı taciz eden Avukat Sedat Yurtdaş’ın yazılarını yayınlamaya devam eden Radikal Gazetesi’ni protesto etti. YDK’lı kadınlar Radikal Gazetesi'nin önünde “Tacizci Sedat Yurtdaş Hesap Verecek- Tacizci Yazar Radikal’de Nasıl Yazar” pankartını açarak Radikal Gazetesi’nin Yurtdaş’ın yazılarını yayınlamaya devam etmesini protesto etti. YDK adına yapılan açıklamada yargının tacizcileri koruma altına alarak tacizlerin ve tecavüzlerin önünü açtığı belirtilerek “ Biz kadınlar ne eril yargı ne de Radikal gibi tacizcileri koruyan mekanizmaların peşini bırakmayacağız. Çünkü Radikal Gazetesi her Pazartesi, gözümüzün içine baka baka hiçbir rahatsızlık duymadan bir tacizcinin yazılarını yayımlayarak tacize ortak olmaktadır. Tacize uğrayan arkadaşımız nezdinde tüm kadınlara söz veriyoruz, bu maskeleri yırtıp atacak ve karşımıza çıkan tacizciyle hesaplaşacağız” denildi.

Radikal görüşmeyi kabul etti Bir aydır görüşme talebine yanıt vermeyen Radikal Gazetesi yöneticileri, eylemin yapıldığını duyunca YDK’lı kadınlarla görüşmeyi kabul etti. Radikal Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü Muhittin Danış "Ben de cinsel tacizde kadının beyanının esas alınmasından yanayım. Kişisel görüşüm

budur" dedi. YDK'lı Kadınlar ise, kişisel görüşlerden öte Radikal Gazetesi'nin bu cinsel taciz olayındaki tutumunu öğrenmek istediklerini belirterek "Neden bir aydır görüşme taleplerimizi yanıtsız bıraktınız" diye sordu. Danış, "Bu konuyu biz de kendi aramızda tartışıyoruz" dedi. YDK'li kadınlar, Sedat Yurtdaş'ın yazılarına son verilmediği takdirde Radikal Gazetesi'ni de cinsel tacizin suç ortağı olarak göreceklerini ve tepkilerini sürdüreceklerini belirtti.

Kadın avukatlardan meslektaşlarına destek Öte yandan YDK’lı avukatı savunan kadın avukatlar ortak bir açıklama yayınlayarak kadın meslektaşlarını YDK’lı avukatı savunmaya çağırdı. Avukatların yayınladığı çağrı metninde şu ifadelere yer verildi: “Geçtiğimiz aylarda stajyer avukat bir kadın arkadaşımız, yanında staj yapmakta olduğu Diyarbakır Barosu avukatlarından Sedat Yurtdaş'ın sistematik tacizine maruz kalmıştır. Bu taciz olayı karşısında sessiz kalmak istemeyen arkadaşımız kadın örgütlerinin de desteğiyle olayı kamuoyuna duyurmuştur. Bu duyurunun hemen akabinde Sedat Yurtdaş ve destekçileri, komploculuk gibi suçlamalara girişmişler, arkadaşımızı taciz etmeye devam etmişlerdir. Tüm bu suçlayıcı, yalnızlaştırıcı tutuma karşın yasal süreç de başlatılmış, Sedat Yurtdaş hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunulmuş, aynı zamanda olay Diyarbakır Barosu'na da taşınmıştır. Ancak hemen her taciz vakasında karşılaştığımız gibi Diyarbakır Başsavcılığı takipsizlik kararı vermiştir. Kuşkusuz yaşanan taciz vakası ne ilktir ne de son. Erkek egemen sistemin parçası ve yürütücüsü olan yargı, her zamanki tavrını göstererek Sedat Yurtdaş'ı aklamaya çalışmaktadır. Hâlihazırda var olan hukuksal sürece yönelik itirazlarımızı sunmanın, tacize uğrayan kadınların yalnız olmadığını ve taciz vakalarının takipçisi olduğumuzu gösterebilmenin bir ayağı olarak arkadaşımızın vekilliğini yapmak istiyoruz. Bu çerçevede bu süreçte vekillik üstlenmek isteyen kadın meslektaşların gerekli bilgilerini 10.02.2014 tarihine kadar aşağıda belirttiğimiz mail adresine göndermelerini rica ediyoruz.”


16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

Kongre kararlarını kav Devrimimizin niteliği, bu süreç ve gelişmeler sonucunda Demokratik Halk Devrimi muhtevasından- ki demokratik halk devriminin ekonomik özü toprak devrimidir- sosyalist devrim muhtevasına bürünmüştür. Yarı-feodal iktisadi şekilleniş de adım adım yerini komprador kapitalizmin egemenliğine bırakmıştır Bu bölümümüzde Türkiye-Kuzey Kürdistan devriminin niteliğini 3. Kongre kararları doğrultusunda ele alıp açıklayacağız. Dünya genelinde olduğu gibi TürkiyeKuzey Kürdistan için de geçerli olan somut koşulların somut tahlili üzerinden bir devrim programı ve niteliğini ortaya çıkarmak, Maoist komünistlerin de ertelenemez görevleri arasındadır. Bu kapsamda emperyalizme bağımlı yarı-sömürge komprador tekelci kapitalizm gerçekliğine bağlı olarak şekil alan Türkiye-Kuzey Kürdistan devriminin niteliği, demokratik devrim görevlerini de üstlenen sosyalist devrimdir. Buradan hemen anlaşılmalıdır ki sosyalist devrimimizin asıl hedefi, emperyalizme bağımlı komprador tekelci burjuvazidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki sosyalist devrimin niteliği, geçmiş tarihsel süreçlerde proletarya diktatörlüklerinin değişik süreçlerdeki deneyimleri olan Paris Komünü, Ekim Devrimi ve Çin Demokratik Halk Devrimi ve Büyük Proleter Kültür Devrimi tecrübelerinden doğru dersler çıkararak komünizme doğru ilerleme perspektifiyle yürüyüşünü deklare eder. Toplumsal üretimin toplumsal mülkiyetten ziyade özel mülkiyet biçimindeki tezahürü ve buna bağlı olarak toplumsal emeğin kapitalist sınıf tarafından sömürülmesi, bu burjuva sınıfın toplumsal ilişkileri belirlemesi, toplumsal üretimi kendi özel mülkiyetine alma gerçekliği, başta proletarya olmak üzere her geçen gün kent ve kır yoksullarını-küçük burjuva kesimleri- kar yasasına bağlı olarak sömürmesi ve onların yaşamında yıkıma sebebiyet vermesi, bu kesimlerden sürekli olarak proletaryaya yeni bireyler biçiminde katılımı çoğaltması, ekonomi başta olmak üzere onun üzerinden yükselen sosyal, siyasal ve kültürel vd üst yapı birimleri olarak her bir şeyi daha fazla kar elde etmek için tekelci yapılan-

masını merkezileştirmesi ve derinleştirmesi, komprador tekelci kapitalizme karşı sosyalist devrim seçeneğini güncelleştirmiştir. Konumuza daha başlarken net bir şekilde ifade etmek isteriz ki TürkiyeKuzey Kürdistan’da sosyalist devrimin aktüelliği, çeşitli ulus ve milliyetlerden emekçilerin esas olarak emperyalizme bağımlı komprador tekelci burjuvazi tarafından sömürülmeleridir. Emperyalizme bağımlı yarı-sömürge olarak gelişen Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki kapitalizm süreci komprador bir içeriktedir.

Değişim gösteren öz dinamiklerin yeni niteliğini kavrayabilmek Serbest rekabetçi kapitalizmin sonucu olarak tekelleşen sermaye, öz dinamikler üzerinden bir gelişim yasasını da sonlandırarak sömürgecilik ve yarı- sömürgecilik biçiminde uluslararası sermayenin merkezileşme, yayılma ve derinleşmesine uygun olarak bütün ülkelerdeki kapitalist dinamikleri de çeşitli biçimler altında kendine bağımlı kılarak uluslararası tahakkümünü pekiştirmiştir. Bununla bağlantılı olarak kendi iç dinamikleriyle kapitalistleşme sürecinde başarılı olamayarak toplumsal ilişkilere milli nitelikte esasta damgasını vuramamış ve gelişme aşamasında kalmış olan sos-ekonomik yapıları kontrol altına alarak bütün ekonomik, sosyal ve toplumsal ilişkileri emperyalizm kendine bağımlı kılmıştır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da bu gerçekliğe bağlı olarak kendi öz dinamikleriyle gelişen bir kapitalistleşme süreci olmayıp, emperyalizmin merkezileşmesi ve derinleşmesi sonucu feodal üretim ilişkilerinin çözülmesi biçiminde bir gelişim seyri izlemiştir. Bu bağlamda yarıfeodal toplumsal yapılanma yerini, 1990’lardan itibaren emperyalizme bağımlı yarı-sömürge komprador tekelci kapitalist bir nitelik biçiminde hakim kılmıştır. Emperyalizm ve proleter devrimler çağı olarak öz ve niteliğini korumasına bağlı olarak burjuvazi önderliğindeki her gelişme de emperyalizmden bağımsız olarak ele alınamaz, bizzat bu gelişmelere yol açan uluslararası tekelci sermaye yani emperyalizmdir. Devrimimizin niteliği, bu süreç ve gelişmeler sonucunda demokratik halk devrimi muhtevasından- ki demokratik halk devriminin ekonomik özü toprak devrimidir- sosyalist devrim muhtevasına bürünmüştür. Yarı-feodal iktisadi şekilleniş de adım adım yerini komprador kapitalizmin egemenliğine bırakmıştır. Bu geli-

şim sonucuyladır ki şehirlere yığılan kitlelerin ve emek faktörünün artı- değer biçimindeki sömürüsü hakim hale gelmiştir. O zamana kadar üretim ilişkilerinin hakim kuvveti olan feodal sınıfların devrimimizin asıl hedefi olması, objektif olarak belirttiğimiz süreçten itibaren tali duruma dönüşmüştür. Bu aşamadan sonra devrimin asıl hedefi olarak öne çıkan emperyalizme bağımlı komprador tekelci burjuvazi olmuştur. Eşitsiz gelişme yasasına bağlı olarak yarı-feodal üretim ilişkisi tamamen ortadan kalkmayıp sadece baş çelişme olma durumu ortadan kalkmıştır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da başlıca çelişmeler arasında yarı-feodal ilişkilerin mevcudu bulunmaktadır. Sosyalist devrimimiz, uluslararası sermayeyi (emperyalizm) ve onun işbirlikçisi komprador tekelci kapitalizmi hedef alır. Bu düzlemde temel olarak sosyalist devrimimiz, anti-emperyalist ve antikapitalist bir muhtevaya sahiptir. Yine feodal üretim ilişkilerinden geriye kalan ekonomik ve siyasal, kültürel bütün gerici anlayışları, üretim ilişkilerini ve siyasal uygulamaları bu genel hedeflerinden bağımsız olarak ele almayıp bunlara karşı da demokratik devrimin-toprak

sorununu vd hususları- görevlerini de yüklenmiş sosyalist devrim perspektifiyle hareket eder. Sosyalist devrim perspektifimiz aynı zamanda ezilen ulus ve milliyetlerin ve ezilen inanç gruplarının demokratik haklarının güvencesi olup hiçbir ulus, milliyet ve inancın diğer ulus, azınlıklar ve ezilen inançlar üzerindeki ayrıcalığına asla müsamaha göstermeyerek ulusal soruna ilişkin tam hak eşitliğini uygularken, inançlar arasındaki eşitsizliğe ve baskılara karşı inançlılar ve inançsızların haklarının eşitliğine uygun olarak inançlar arasında hiçbir baskıya izin vermez. Proletarya ve emekçilerin sosyalist devleti, bir inanç devleti değil, vicdan ve inanç özgürlüğü politikasını savunulurken kendi amacımız olan komünizm doğrultusunda toplumun devrimci temelde sürekli dönüştürülmesi göreviyle hareket eder. Ulusal sorunda ise geniş bölgesel özerklik ile doğrudan kendi kendini yönetimi savunur ve bunu uygular. Çelişki ve bu temelde gerçekleşen eşitsiz gelişme yasasına bağlı olarak kitlelerin ihtiyaçlarının çözümü noktasında sosyalist çözüm projesi bağlamında; demokratik devrimin kalan görevleri, Kürt ulusu ve azınlık milliyetler, Aleviler ve ezilen


perspektif

vrayalım, kavratalım!(3)

inançlar, kadın ve cinsel yönelimler biçiminde özgün programlar uygulamayı temel perspektif ve yönelim olarak icra eder.

Doğru strateji için doğru çelişkileri ortaya koyabilmek Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki çelişkileri ise şu şekilde sıralayabiliriz. TürkiyeKuzey Kürdistan’ın sosyo-ekonomik yapısına damgasına vuran toplumun temel çelişkisi emperyalizm ve komprador tekelci kapitalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişkidir. Bu kapsamda emperyalizm ve komprador tekelci burjuvazi ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki ise baş çelişki olma özelliği göstermektedir. Bu temel ve baş çelişki, sosyalist devrim süreci boyunca sürece damgasını vuran çelişki olarak varlığını sürdürecektir. Bu çelişkinin ana yönünü emperyalizm ve komprador tekelci kapitalizm oluştururken, tali yönünü ise çeşitli millet ve milliyetlerden geniş halk yığınları oluşturmaktadır. Bu temel çelişkiden kaynaklı olarak bir dizi çelişki de mevcuttur. Ve bu çelişkilerin bazıları süreci önemli derecede etkilemektedir. Bunlar; burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişki, feodalizm ile geniş halk

yığınları arasındaki çelişki, hakim sınıfların kendi arasındaki çelişki, ezen ulus burjuvazisi ile ezilen Kürt ulusu arasındaki çelişki, ezen ulus burjuvazisi ile azınlık milliyetler arasındaki çelişki, ezen ulusun ezen inanç sistemi ile ezilen inançlar arasındaki çelişkisidir. Tüm bu çelişkilerin bir bütün olarak ortadan kalkması ancak komünizmle mümkün olacaktır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da sosyalist devrimin temel kuvveti ve öncü gücü, üretim ilişkilerinin yol açtığı değişiklikten dolayı proletaryadır. Bu bağlamda kent ve kır küçük burjuva kesimleri de sosyalist devrimde proletaryanın müttefikleridirler. Sermayenin merkezileşme ve derinleşmesine paralel eşitsiz gelişme yasasına bağlı olarak şehirleri ana mücadele alanları haline getirmiştir. Temel ve öncü güç durumuna gelen işçi sınıfı içerisinde çalışmanın esas, diğer güçler içerisinde çalışmaların ise bu çalışmaya bağlı hale geldiği söylenebilir. Yine bu temelde kırlık alanlar devrimci savaş süreci boyunca şehirlere oranla önem derecesinde bir gerileme yaşasa da devrimin sınıf güçleri ve müttefikleri açısından devrimin topyekün sürdürülmesinde edilgen değil

aktif bir niteliğe sahiptir. Bu düzlemde kır kent diyalektik birliği ve ilişkisi içerisinde ele alınmaktadır. Buradan hareketle sosyalist devrim, iktidardaki emperyalizme bağımlı komprador tekelci burjuvaziye karşı proletaryanın öncü ve temel güç olarak başlattığı ve kent ve kır küçük burjuva kesimlerinin müttefik olduğu Sosyalist Halk Savaşı stratejisi aracılığıyla icra edilir. Daha önce ve uzun süre boyunca belirleme ve savunu içerisinde olduğumuz demokratik devrim perspektifine bağlı olarak halk sınıf ve katmanları arasında görülen milli burjuvazi, emperyalist sömürgecilik sonucu kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale gelmesiyle çözülerek komprador tekelci burjuvazi ile kent ve kır küçük burjuva kesimleri olarak esasta nitelik değişikliğine evrilmiştir. TürkiyeKuzey Kürdistan’da tümden ya da tamamen olmasa da esasta milli karakterde olan milli burjuva kesimin kalmadığını belirtebiliriz. Yoksa oldukça sınırlı ve cılız da- neredeyse yok denecek düzeydeolsa Türkiye-Kuzey Kürdistan’da eşitsiz gelişme derecesine bağlı olarak çeşitli düzeylerde milli karakterde burjuva kesimin varlığından ancak bahsedilebilir. Emperyalizm ve komprador tekelci kapitalist egemenliğe bağlı olarak milli burjuvazi, milli ve anti-emperyalist karakterini yitirerek bir bölümü kompradorlaşmış, bir bölümü iflas ederek küçük burjuva katmanlara dönüşmüş, bir bölümü ise orta burjuva nitelikte emperyalizme bağımlı komprador tekelci kapitalist sisteme yedeklenmiştir. Daha önce milli burjuva partileri olarak değerlendirdiğimiz hemen bütün partiler burjuva partileri olarak milli ve güdük anti-emperyalist karakterini kaybeden yeni ekonomik siyasal olgunun politik partileri haline gelmişlerdir. Bu anlamıyla halk sınıf ve katmanları arasında bir değerlendirmeye teşkil edecek ekonomik ve sosyal bağımsız başka sınıf ve katmanlardan ve onların politik partilerinden esasta söz edilemez. Uluslararası emperyalist sermayenin dünya genelinde merkezileşmesi ve derinleşmesine koşut olarak ulusal bütün hareketlerin de niteliği üzerinde etkide bulunarak ulusal bağımsızlık karakterini gerileterek burjuva reformist yönelime oturmuşlardır. Bu durum tamamen, uluslararası emperyalist sermayenin merkezileşmesi ve derinleşmesinin yol açtığı dünya gerçekliği ve onun siyasal olgusunun sonucudur. Neo-liberalizm olarak emperyalist tahakküm yönelimi, dünyanın burjuva ilişkileri ve oluşumlarında da değişikliklere yol açmıştır. Sosyalist devrimimiz, emperyalizm ve

komprador tekelci kapitalizm ve büyük toprak sahiplerini hedef alan ve onu aşan bir devrimdir. Bu içeriğindendir ki sosyalist devrimin niteliği proleter sosyalisttir. Sosyalist devrimin, emperyalizme bağımlı kapitalist toplumun ortadan kaldırılmasıyla sosyalist toplumun inşa edilmesi için geçilmesi gereken bir aşama ve geçiş sürecidir. Hem biçimde hem de özünde proletarya ve emekçiler devletinin bu aşamadaki özgül biçimidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki sosyalist devrim, çağımızda kapitalist toplumlarda uluslararası emperyalist burjuvaziye ve onun sınıfsal-sosyal dayanağı olan komprador tekelci burjuva ve büyük toprak sahiplerine yönelen diğer devrimler gibi, bu devrimde kesinlikle eski tipte burjuva ya da kapitalist dünyanın bir parçası değil, proleter dünya devriminin bir parçasıdır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki sosyalist devrimimizin nihai gelişme yönü, kesintisiz ve aşamalı bir şekilde komünizmdir. Bu süreç örgütlenmiş egemen güç olarak proletarya ve emekçilerin temsili değil doğrudan iktidarı, sosyalist üretim ilişkilerinin maddi temelidir. Üretim ilişkileri doğrudan sosyalist kamu mülkiyetine ve bu temelde yükselen doğrudan proletaryanın ve emekçilerin yönlendirilmesine dayanır. Politik iktidar, proletarya ve emekçilerin doğrudan katılımı üzerinden yükselir ve bu temelde temsili burjuva çizgi ve uygulamaların her türü reddedilir. Üreticiler, sosyalizmde üretim araçlarının bizzat sahibidirler. Tarihsel zorunluluklar gerekçesiyle, parti ve devlet, bürokrasi ve ordu vb araçlar, hiçbir şekilde proletarya ve emekçilerin doğrudan katılım, denetim ve yönetimlerinin yerine ikame edilemez. Tarımda ve ekonomide tüm halkın sosyalist çiftlikleri temelinde Sovyet ya da komün perspektifiyle kolektifleştirme ve burada emekçiler ikna ve dönüşüm yoluyla gönüllü olarak teşvik edileceklerdir. Tarımın toplumsallaştırılması, proleter sosyalist inşanın ana unsurlarından biridir. Bireysel emeğe ve mülkiyete dayalı küçük köylü ekonomisi bilinçli eğitim, gönüllü kampanyalar ve örnek girişimlerle dönüştürülecektir. Komünizme gidiş için sosyalizmde tüm araçlar, komünizm amacımıza uygun olarak ele alınacak ve devrimci dönüşümlerle ilerletilerek komünizme doğru gidilecektir. Hem alt yapı hem de üst yapının bütün halkaları ve yanları devrimci dönüşümler temelinde ilerletilecektir. Komünist bilim, ideoloji, siyasi ve örgütsel çizgi doğrultusunda süreklileştirilmiş kültür devrimleri yönelimiyle sosyalist devrim niteliği komünizme doğru geliştirilecektir.


14 Bosna Hersek’te sokaklar dünya haber

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

Bosna Hersek Federasyonu’nun kuzeydoğusunda bulunan Tuzla kentinde, kamu alanında çalışan işçilerin sosyal haklarının budanıp ellerinden alınmasına tepki gösteren halk kitleleri, ülke genelinde protesto eylemleri düzenledi Bosna Hersek federasyonunun kuzeydoğusunda bulunan Tuzla kentinde, kamu alanında çalışan işçilerin sosyal haklarının budanıp elinden alınmasına tepki gösteren halk kitleleri protesto eylemlerini birkaç kente yayarak son on yılın en büyük kitle eylemini düzenledi. Ki, an itibarıyla kitleler eylemlerini sürdürüyor ve kararlılık göstererek mücadelelerini aşama aşama ilerletme mesajları veriyor. Tuzla kenti özellikle maden, kereste, tuz ve sanayi tesisleri temelinde önemli bir yere sahipti. 92- 95 savaşında bu bölgede ortaya çıkan yıkımla beraber, halkın hayatını idame edeceği şartlar daralma göstermişti. Ardından sürdürülen özelleştirme politikalarıyla özel sektöre peşkeş çekilen fabrika ve yatırım alanları, uluslararası şirketler tarafından yeniden organize edildi. Bunun sonucunda işten atılmalar çok daha üst düzeye çıktı. Hayat pahalılığı ve işsizlikle halk her geçen gün daha büyük bir sosyal ve ekonomik yıkım yaşamaktadır. Tuzla kentinde çalışan nüfus 85 bin kişi olarak resmi kayıtlarda ortaya konmakla birlikte, yasal başvurularda ise iş arayanların resmi rakamı 100 bin kişiyi geçmiş

durumdadır. Bu durum bölgede baş gösteren protestoların gelişim nedenleri için çarpıcı düzeyde emareler sunmaktadır.

Eylemler ülke geneline yayıldı İşsizlik ödentilerinin olmaması ve sosyal güvenlik sistemi olarak emeklilik yatırımı için çalışanlardan kesilen paraların emeklilik fonlarına yatırılmaması ile emekliliğin bir karşılığı olmadığı gibi sağlık vb. gibi ihtiyaçlarda karşılanamamaktadır. Tuzla kentinde başlayan direniş Bosna Hersek kentlerine yayıldı. Tuzla kanton bi-

nasını yakan halkın bu yönelimi protestolarının ortaya çıktığı her yerde benzer biçimde gelişti. Talepler arasında ‘özelleştirilmelerin revize edilmesi, hükümet ve diğer sermaye güçlerinin yasadışı olarak elde ettikleri malların geri iade edilmesi, herkese sağlık sigortası, bakanların maaşlarının indirilmesi’ gibi bazı talepler bulunmaktadır. Şu ana kadar Bosna Hersek’te Tuzla kanton başkanı, Zenitsa-Doboy kanton başkanı, Saraybosna kanton başkanı ve Una

Sana kantonu başkanları istifa etmek zorunda kaldı. Ayrıca Hersek Neretva kantonu içişleri bakanı ve belediye başkanıyla beraber Bosna Hersek polis koordinasyon merkezi başkanı da istifa etti. Protesto eylemlerinde Bosna Hersek cumhurbaşkanlığı binası dahil toplam 17 devlet binasını işgal edilerek yakıldı. Bosna Hersek’teki halk direnişine Sırp kantonlarından da destek geldi. Faşizme karşı Bosna halkını destekliyoruz temelli direnişe destek yürüyüşleri Sırp milliyet-

Hamburg’da mültecilerin evi Hamburg’un Altona semtinde, tamamında mültecilerin barındığı Eimsbütteler Caddesi üzerindeki bina kundaklandı Çoğunluğunu sığınma başvurusunda bulunanlar ve Afganistan, Bulgaristan, Pakistan ve Suriye kökenli mültecilerin oluşturduğu 46 kişinin yaşadığı bina kamuya ait bir barınma evi. Ağırlıklı olarak göçmen ve mültecilerin yaşadığı binalarda çıkan yangınlarda olduğu gibi, bu yangın da kafalarda, ırkçı bir kundaklama olduğuna dair haklı soru işaretlerine ve tepkilere yol açtı. Irkçı bir kundaklama olduğu yönünde ağırlık taşıyan olayın aydınlatılması için, devletin ırkçı mülteci ve göçmen politikalarına karşı tepkilerin gelişmesi üzerine kundaklamanın,

bir görgü tanığının ifadesi ve güvenlik kameralarının görüntülerinden elde edilen bilgiler doğrultusunda, Genç İtfaiyeciler’de gönüllü üye olan ve bir süre önce psikolojik tedavi gören 13 yaşındaki bir çocuk tarafından yapıldığı duyurularak olayın üstü kapatılmaya çalışıldı. Bild Gazetesi, olaydan iki gün sonra yakalanan Hindistan uyruklu Alman vatandaşı çocuğun ilk ifadesinde, yangını başlattığını itiraf ettiğini ve çocuğun olay gecesi binanın yakınlarında bulunduğuna dair kanıtların olduğunu ileri sürdü. Psikiyatri Kliniği’ne gönderilen çocuğun cezai ehliyetinin olup olmadığının anlaşılmasının ardından olayın netlik kazanacağını açıklandı.

Hamburg’da yürüyüş düzenlendi Hamburg’da göçmenlerin yoğun olduğu Altona semtinde, son zamanlarda gelişen olayların merkezi durumundaki Rote Flora

Alternatif Kültür Merkezi’ne birkaç yüz metre uzaklıktaki binada meydana gelen kundaklamaya karşı, 8 Şubat Cumartesi günü kısa zamanda çeşitli sol, anti-faşist, anarşist kurum ve kişilerce bir yürüyüş organize edilerek, kundaklamanın aydınlatılması için kamuoyu baskısı oluşturuldu. ‘’Devletin ırkçı mülteci politikalarına karşı, herkese eşit barınma ve yaşam hakkı, Irkçıfaşist cinayetlere son, Seyahat özgürlüğü kısıtlaması ve mülteci kampları kaldırılsın’’ şiarıyla organize edilen yürüyüşe, aralarında ADHK, ATİF, AGİF, SKB, Alevi Dernekleri, Demokratik Güç Birliği, Mig Zentrum, Alternatif Kültür Merkezi Rote Flora, DİDF, Sol Parti gibi devrimci, demokratik, antifaşist güçlerin de bulunduğu yaklaşık bin kişi katıldı. Sternschanze Tren İstasyonu’ndan Pakistanlı ailenin yaşamını yitirdiği Eimsbütteler Caddesi üzerindeki binaya sloganlarla yürüyen kitle, bi-

nanın önünde yaşamını yitiren üç kişi için mum yakıp karanfil bıraktı. Ardından yapılan konuşmalarda ırkçı politikalar teşhir edildi.

Kundaklayan failler gizleniyor ADHK’nın da bileşeni olduğu Demokratik Güç Birliği Platformu adına yapılan konuşmada, göçmenlerin bu tür saldırılara yabancı olmadığı belirtilerek, NSU davasında ve 9 göçmenin katledildiği olaylarda da polisin bu olayları ‘kriminal’ olaylar gibi yansıtarak senelerce hedef şaşırttığı açıklandı. Açıklamada bu olayların arkasından ırkçı faşist örgütlenmelerin çıktığı ifade edilerek Alman devletinin bu konuyu, daha önce psikiyatride yattığını açıkladığı ve henüz ergenlik çağına dahi gelmemiş 13 yaşında bir çocuğun üzerine yıkarak kapattığını kaydetti. Alternatif Kültür Merkezi Rote Flora temsilcisi ise şunları söyledi: “Alman polisinin sağ


15 tutuşuyor 16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

lığının olaylardan üzüntü duyduğunu ifade ederek direnişin gelişmesinden rahatsızlığını hemen ortaya koydu.

Asıl çözüm devrimci eylemle olandır

çileri tarafından provoke edilmek istendi. Bosna Hersek federasyonunda iki milliyet temelli federasyonlar ve bölge kantonları sistemi bulunmaktadır. Direniş sonrası yapılan değerlendirmelere göre ‘milliyetçilik bizi ayırdı’ ‘açlığımız bizi birleştirecek’ temelinde yeni bir politik söylemin geliştiğine dair değerlendirmeler ön plana çıkmaktadır. Diğer açıdan Türk dış ilişkiler bakan-

Bosna Hersek’in ekonomik, sosyal sorunları ve Avrupa birliğinin ana güçleri tarafından uygulanan ekonomik politikaların Bosna’da, gelecek günlerde daha da ileri direnişlerin gelişmesine götürecek şartları yaratmaktadır. Bu direnişle Bosna Hersek’in politik gündeminde bir Bosna baharı tartışmaları yaşanmaktadır. Bosna Hersek’te yaşanan gelişmeler somutta yerli kukla iktidarların emek ve halk düşmanı politikaları zemininde gelişse de, emperyalizmin pazar ya da hegemonya güdüsünden bağımsız olmamak kaydıyla geliştirdikleri komplo ve stratejik planlardan kesinlikle bağımsız değildir. Gerici faşist iktidarlar ve son tahlilde emperyalist dünya gericiliği zayıf halkalarından koparılıp paramparça edilip yıkılmadan ulusal hislerin kullanılarak işçi-emekçi sınıfların bölünmesi ve ulusal sorunun canlı tutularak gerici plan ve komplolara manivela edilmesi ortadan kalkmayacaktır. Aynı zamanda baskı ve zulmün olduğu her yerde direniş ve isyan kaçınılmazdır. Özgürlüğe giden yol proletarya önderliğinde gerçekleşecek olan devrimci savaşlardan geçer. En mükemmel gerici çözüm kalıcı-gerçek çözüm olamaz.

kundaklandı gözünün kör olduğunu, hatta görme özürlü olduğunu NSU cinayetlerinden biliyoruz. Tüm bunlardan dolayı Hamburg polisinin acele bir şekilde yaptığı açıklama şüphelidir. Hamburg SPD (Sosyal Demokrat Parti) senatosu izlemiş olduğu ırkçı sığınmacı politikasıyla Daniel, Rahman ve Nazia’nın ölümünde suç ortağıdır." Yürüyüş komitesi adına yapılan açıklamalarda, Hamburg polisinin zanlı olarak alelacele 13 yaşındaki çocuğu “suçunu itiraf etti“ diyerek ilan etmesi inandırıcı bulunmadı. Açıklamada Hamburg Eyalet Başbakanı Olaf Scholz, (SPD) Afrikalı Lampedusa mültecilerine karşı izlemiş olduğu ırkçı politikadan dolayı, kundaklama olayının siyasi sorumlusu olarak görülerek eleştirildi. Bu olayın Almanya‘da yürütülen iltica

politikasının bir sonucu olduğu belirtilerek, Avrupa sınır yetkililerinin sert uygulamaları sonucu Lampedusa ve Ceuta’da mültecilerin boğularak ölüme mahkum edildiği ifade edildi. Almanya’da ise uygulanan yoğun polisiye kontroller ve özel yasalarla, ırkçı saldırılara çanak tutulduğu belirtildi. Açıklamalarda mültecilerin toplu olarak ikamet ettiği yerleşim alanlarının uzun zamandır eleştiri konusu olduğu belirtilerek, bu duruma acilen son verilmesi gerektiği de dile getirildi. Eylemde ayrıca yürüyüşte hiçbir emeği olmadığı halde kendileri örgütlemiş gibi göstermek isteyen Hamburg Türk Toplumu ve FDP gibi sağcı partilerin, bütün medya kurumlarına yürüyüşü kendilerinin örgütlediği yönündeki yalanları da protesto edildi.

YÖNELİM

≫ kazım cihan

KADINLAR VE 3. KONGRE

K

adınlara yönelik büyük sistematik bir kırım savaşı var.Özel mülk dünyasıyla başlayan, onun parçalanması ve dağıtılmasıyla gerçek anlamda alt edilecek bu kırım savaşının faili erkek egemen toplum ve sistemleridir. Kırım ve her türlü şiddet, egemen ideolojik manipülasyon, özel mülkçü, geleneksel kültür-ahlak ve değer yargılarıyla meşrulaştırılmaktadır. Katletme, bedenleri üzerinde erkek tekeli ve tasarruf açık olgulardır. Bizzat resmi istatistiklere göre bile, namus-ahlak vb gerekçeler gösterilerek günde ortalama beş kadın katledilmektedir. Toplumsallaştırılmış sömürücü cinsiyetçi ahlak, koca ve sevgiliye mülk olarak ' helal'' edilmiş, aile hukukuyla tapulanmış bir gerçeklikte, tetiği çektirenler sistemin kendisi değil midir? Emperyalist / kapitalist sermaye birikiminde dördüncü sektör olarak kadın bedenini metalaştıran ayrıca evlilik ve nikah etiketleriyle hayatları mengeneye alınan, kölelerin de kölesi olmaları bu düzenin sonuçları değil midir? Ortak yaşam alanları ' kızlı-erkekli olmaz'' kutsal görev ' üç çocuk doğurmaktır, ailenin namusunu kurtarmaktır'' desturlarıyla görev ve rolleri,bedenleri itaatkarlıkla belirlenmiş kadınlar,.. ' Ben buna hayır diyorum'' dediklerinde katli vacip günahkarlar olarak hedeflendiler. Artık burjuva medyanın üçüncü sayfalarında, ikinci sınıf mahluklar olarak öldürülmeleri, ' töreye,genel ahlaka uymadıkları'' şeklindeki sıradan haberlerle anlatmaktadırlar. Ülkemizin gerçekleri bunlar. Belgelerinde görebileceğimiz gibi 3.Kongre sadece sonuçlara dikkat çeken değil,onların dayandığı maddi temellere ve bunlar üzerinde yükselen yapılanmalara, ilişkilere,kültüre,komünist perspektifle köklü meydan okuyuş içerisindedir. Görev pratikleştirmektir. Kongre ' insanlık ezen-ezilen bölünmesinde ilk olarak cins baskısıyla yüz yüze geldi. Bu ilk durak eşitsizlikler dünyasının temelidir.'' Evet böyle, devrim baştan itibaren bu temele saldırmadan, kadınların kurtuluşu ekseninde yürümeden, bu bilinçle donanmadan, cinsiyetçiliğe karşı mücadele temeline dayanmadan, ırkçılığı, sınıf farklılıklarını ve ulusal eşitsizlikleri aşamaz. Proletaryanın kurtuluşu yani tüm sınıfların ortadan kaldırılması, onlara yol açan sebeplerin üstesinden gelmenin temerküzü kadınların kurtuluşudur. Zira bazı insanların renk,inanç ve kavimlerinden ötürü daha ' üstün''oldukları fikriyatı ve eşitsizlikler dünyası,zorunlulukların fethedilmesi değil,kutsanması sömürücü iktidarlaşmaya götürmüş ve kadınların yenilgisi temelinde yükselmiştir. Irkçılığın ve sınıflı toplumların ilk büyük zaferidir bu. Öyleyse, sınıfsal-ulusal eşitsizlikleri dayandıkları temellerle aşma (reformcu onarma değil) stratejik yönelimi, baştan ve başlangıç itibarıyla, cinsiyetçiliğe karşı toplumsal kadın devrimi için radikal zihniyet dönüşümüyle, gerçek anlamda yeniye başlayabilir. Ezen-ezilen,üstün-aşağı bölünmesi ve hiyerarşisinin özel mülkle doğallaştırılmasında,ai-

leyle kadının itaatkar nesnelleşmesi,tüm eşitsizliklerin kaynağıdır. Hükmetme böylelikle tarihsel değil ' kaçınılmaz bir sosyal gerçeklik ' olarak sunulmuştur. Bu ' uygarlık'' paradigması, katliam ve kırımların temel dayanağı oldu.Kapitalist-sömürgeci kıyımlar böyle aklandı. ' Beyaz ırkın üstünlügü'' böyle ilan edildi. Barbarlığı deşifre etmek, zihinlerde gerici ideolojik hegomanyanın zincirlerinin kırılması şarttır.Büyük filozof Hegel bile insanlığa önemli katkılarına karşın baş aşağı düşmüştür.Devleti tarihsel değil,mutlak bir fenomen olarak yüceltmiş,ulusları uygar-barbar, insanları ileri-geri zekalılar şeklinde tasnif etmekten, Alman Bismark devletine tabi olmayı öğütlemekten kurtulamamıştır.Kant’ta da insanları yeteneksiz kılan verili tarihsel koşulları görme ve değiştirme iradesi yerine, ' siyahları doğuştan yeteneksiz'' anlayışları mevcut olmuştur. Bilimde devesa ilerlemelere karşın, kapitalist egemenliğin aracı haline getirilmiştir kadın.Pozitif pragmatik bilimcilik, biyolojik farkları itibarıyla ' kadın zayıftır'' idare edilmeye muhtaçtır. Biyolojinin böyle ele alınması, ' Sosyal Darwinizm'' teorileriyle ' arı ırkının üstünlüğü''nü, Yahudi soykırımlarının ' doğal seleksiyon''şeklinde meşrulaştırılması için kullanıldı. Burjuva kırımcılığı''terbiye faaliyeti” oluverdi. Kadına yönelik kırım savaşının meşrulaştırılması, kitleler nezdinde gerici egemen sınıflar iktidarına bir ' rıza'' üretilmesinde söz konusu ideolojik, felsefi pozisyonların rolü olmuştur. Komünizm, diyalektik ve tarihsel materyalizmle, bu savruluş ve anlayışların yıkılmasında, insanlık ve doğa açısından nitel çığır açtı. Dayandığımız bu tarihsel miras ve tecrübelerden öğrenerek ilerleme çizgisinde yürüyeceğiz.3.Kongre’nin çabası budur.’’Kadın, devrimin yedek, yönetilecek, edilgen bir gücü değil, öncü bir bileşeni ve öznesidir’’dedi. Kadını enstrüman olarak gören tüm anlayışlara karşı ' Kadınlar yönetime ve iktidara'' sentez formülasyonunun net belirlediği şudur. Kadına ' cins üretiminde özel roller veren, aileyi teşvik eden koruyan, çocuk doğurmayı ihtiyaç açısından ödüllendiren, devrim sonrası yeniden eve yönlendiren'' hataları aşılmalıdır. Böyle kadın özgürleşmesi sağlanamaz. Maoist Kadınlar Birliği yönelimi ve planlanmasını baştan itibaren bu bilinç rehberlik edecektir. Kongrenin ' Kadınsız Hiçbir parti komitesi kabul edilmemelidir.'' Partide kadının her alanda etkinleştirilmesi anahtar önemdedir. Ezen ideolojik-kültürel hegemonyanın kitleler ve saflarımız içindeki etkilerine karşılıklı yoldaşça dönüştürme amaçlı ideolojik mücadele savsaklanmalıdır. ' Erkek otorite şarttır'' anlayışının en küçük kırıntılarına bile müsamaha edildiğinde, özgürlük ve yönetme erkek için bir ' hak”, kadınlarda ' biat'' destur haline gelir. Bu kapıdan girenler, derhal çıkmalı, komünist firariler olarak yoldaşlaşma yürüyüşünde kenetlenmelidirler. Kongrenin öğrettikleri çok kısa bir özetle böyledir.


16

güncel haber

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

Faşİst dİktatörlüğün sansürcü baskıcı ve karanlık yüzü! AKP iktidarı elinde bulundurduğu devlet ve iktidar kurum ve gücüne karşın bu alandaki baskı ve denetimini daha da derinleştirerek mutlak bir hakimiyet ve diktatörlük peşindedir. Bunun bir adımı olarak internet yasasını çıkardı AKP iktidarının tüm uygulamalarıyla mutlak bir hakimiyet kurma peşinde olduğu açıktır. Despotik faşist diktatörlüğünü parlamentodaki çoğunluğuna dayanarak çıkardığı yeni yasalarla pekiştirip güvence altına almak arzusundadır. Elinde tuttuğu mevcut iktidarın sağladığı tüm avantaj ve imkanlar yetmiyormuş gibi, dışındaki hiçbir sese tahammül etmeyip hiçbir muhalefete soluk aldırmayacak biçimde, tamamen kendi iktidarını kollayan gerici, baskıcı ve faşist yasalar çıkarmaktan geri durmamaktadır. Meclisten geçirildikten sonra cumhurbaşkanlığına gönderilen ve onaylanması beklenen internetle ilgili yasa düzenlemeleri bunlardan sadece biridir. Basına uygulanan ve açıktan savunulmak zorunda kalınan baskı ve kontrolüne alma diktatörlüğünün bir alanı da internet ve ilgili yasa düzenlemesi olmuştur. Burjuva medyanın bütünlüklü olarak kontrol edilip baskı altına alınması, faşist diktatörlüğün önemli ve tipik bir özelliğidir. Kitlelerin manipüle edilmesi, aldatılıp şekillendirilmesinde burjuva medyanın büyük rolü AKP iktidarının dikkatinden kaçmamış, diğer baskı kurum ve örgütlenmelerine medya-basın da eklenmiş durumdadır.

AKP’nin kabusu durumuna gelen teknoloji Teknoloji ve bilişim alanındaki devasa gelişmeler, sosyal paylaşım siteleri veya sosyal medyanın rolünü önemli kılarak önemli bir unsur haline getirmiştir. Gezi Ayaklanması‘nda sosyal medya üzerinden iletişim ve örgütlenme sağlandığı bilinmektedir. Bu durum AKP iktidarının dikkatinden kaçmamış ve yaşananlar üzerinden gizli kovuşturma, soruşturma ve tahkikatler yürütülmüştü. İnternet veya sosyal paylaşım sitelerinin çok daha geniş ve yaygın kullanıldığı doğrudur. İnternet ortamı insanlar tarafından daha güvenilir bulunduğu(müdahale ve baskı olmadan istediğini yazıp söyleme anlamında güvenilir bulunduğu) için devlet veya iktidarın eleştirilmesi bu alanda çok daha yaygın ve etkili yürütülmekteydi. En önemlisi de AKP_Erdoğan gibi kabadayı bir diktatör tüm gücüne karşın, internete basına yaptığı gibi müdahale edemiyor, balans ayarı veremiyordu. İstediği haberi bir telefonla engelleyemiyordu. İnsanlar özgürce fikirlerini söylüyor, eleştirilerini korkusuzca yapıyor ve gerici sınıfları

da tehşir ediyordu… Öte yandan ‘‘RedHack‘‘ gibi hacker gruplarının internet üzerinden gerçekleştirdiği devrimci eylemler de devlet ve AKP iktidarı için önemli bir tehdit haline gelmişti. İşte bu ve benzeri gerçekler AKP gibi çağ dışı bağnaz, baskıcı, otoriter, militer ve özgürlüklere düşman gerici-faşist diktatörlüğü tarafından hazmedilemeyecek ‘‘özgürlüklerdi.‘‘ Yarasa gözleriyle halkın aydınlığına bakan gerici sınıflar / AKP iktidarı nitekim sınıf niteliklerine uygun adım atarak interneti de basın gibi kontrolüne almanın adımlarını hayata geçirmektedir. Onlar biliyor ki, bu alan engellenmeden kitlelerin örgütlenmesi, bilgilenmesi- bilinçlenmesi, aydınlanması ve tabii ki davranış olarak devrimci demokratik muhalefetlerini yükseltmeleri engellenemezdi. Bu engelleme ve baskı diktatörlüğü kuşkusuz ki, polisine, ordusuna, mahkeme ve hapishanesine karşın kitlelerin örgütlenip mücadele etmesi ve somutta AKP iktidarını alaşağı etmesi engellenemezdi-engellenemiyordu da… Bütün bu baskı ve şiddet araçlarına internet ve medyayı da dahil etmek kaçınılmazdı. Bu alan kimin elindeyse kitleleri o biçimlendirir, dolayısıyla o yönetip yönlendirir. Nitekim, medya altıncı baskı unsuru olarak yumuşak baskı tarifiyle dikkatlere nail olmuştur. Basın, burjuva medya ve özellikle bilişim alanı ideolojik, kültürel hegemonyada önemli role sahiptir. AKP iktidarı elinde bulundurduğu devlet ve iktidar kurum ve gü-

cüne karşın bu alandaki baskı ve denetimini daha da derinleştirerek mutlak bir hakimiyet ve diktatörlük peşindedir. Bunun bir adımı olarak çıkardığı internet yasası veya düzenlemesidir. Özel hayatın gizliliği demagojisini yaparak mutlak hakimiyet hayalini gerçekleştirmektedir. Çıkardığı internet yasası iktidarına dönük tüm eleştirileri baskı altına alıp engelleyeceği gibi, iktidarı aleyhine tüm haber, bilgi ve yazılan yazıları vb denetimine alarak tekeline almayı amaçlamaktadır. Toplumda tek bir aykırı sese tahammül etmeyen faşist AKP iktidarı özel hayatın gizliliğini kalkan yaparak, tekçi, düşünmeyen, eleştirmeyen, muhalefet etmeyen tek tip bir toplum yaratma hülyesindadır.

İnternet sansürü Çıkardığı yasaya göre Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı‘na yapılan herhangi bir başvuru durumunda, ilgili site veya sitedeki sayfanın vb içeriğine ulaşma engellenebilecektir. Yani AKP iktidarı aleyhine yazılan bir yazıda, Erdoğan, bakanları ve oğlu Bilal’in rüşvet ve yolsuzluklarından söz edildiğinde vb vs bahsedildiği yer olan ilgili site, sayfa engellenmiş olacaktır. Yani ekranlar karartılmış olacaktır. Gerici karanlık zihniyetin halka aydınlığı değil, karanlığı reva göreceği açıktır. Dahası başvurulan ilgili kurumdan karar çıktıktan sonra bu karar dört saat içinde uygulanmak zorundadır. Ve eğer engellenen veya hakimin yetkisinde olduğu 24 saatlik

sansür kararına rağmen ilgili yazı vb siteden kaldırılmaz ise, günlük 500 ile 1000 lira para cezası verilecek-ödenecektir. Bu para cezasıyla baskı ve sansür kararlarının uygulanması da garanti edilmiş olmaktadır. Zira günlük o kadar para cezası ödemeyi kimse göze almaz ve ilgili yazı, bilgi veya haberin kaldırılmasını veya sayfalarını tamamen karartmayı zorunlu olarak yeğleyecektir. Kısacası baskı yasalarının içinde de baskıyı ağırlaştırıp kabullendiren baskı yasaları vardır. İşte kumpas tam da buna derler… Yine bu yasayla TİB başkanına internet sitesine erişimi engelleme yetkisi verilmektedir. Bu zat tek başına internet sitelerine erişimi engelleme hakkını kullanan bir tiran olacak. Dahası internet dünyasının başında ‘‘Demoklesin Kılıcı‘‘ gibi sallanıp duracaktır. Öte yandan aynı baskıcı faşist saldırı ‘‘yurt dışındaki‘‘ sitelere de yapılacaktır. Yani buradaki siteler vb de engellenecektir. Ülke içi karartmayı, sınırlar ötesine kadar uzatarak büyük karartmaya geçiş yapılmaktadır. Karartılan sayfalar AKP’nin karanlığı olarak tarihe geçecektir. Bir şey daha geçecektir ki, o da AKP‘nin kendi ipini çekmek için büyük bir gayret gösteren iktidar olmasıdır.Azeri gazetecinin sınır dışı edilmesi zaten uluslararası alanda haklı bir eleştiriye yol açmışken, internet sansürü ve baskısı da bu tepki ve eleştirilere eklenen başka bir halka olmuştur. AKP iktidarının basın, burjuva medya üzerindeki baskısı yeterince teşhir olmuş, Erdoğan sıkılmadan kamuoyu önünde bu baskıyı itiraf ederek ve ilerisine geçip gazeteciye habercilik öğretmeye kalkışarak gerçek yüzünü kendisi deşifre etmiştir. Sokaklara, meydanlara, parklara çıkmanın bedeli gaz, su, jop ve kurşunken, nispeten ‘‘özgür‘‘ olan internet alanı da artık bunlardan biri haline gelecek ve aynı muameleyi görecek! İnternetin sanal dünyası ve sayfaları da AKP’nin yasak, sansür ve cezalarına maruz kalan alanlara dahil olmuştur. Bütün bu baskı ve gerici kuşatma uygulamalarının AKP iktidarının demokrasi ve özgürlükler karşısında nerede durduğunu gösterirken, faşist olduğunu da bir kez teyit etmektedir. AKP’nin sınır tanımadan uyguladığı faşist baskı ve despotizmi uluslararası alanda çeşitli tepkiler almakla birlikte, ülke içinde de büyük bir tepkiye yol açmış durumdadır. Ve mevcut tepkilerin maalesef yeterli olmadığı açıktır. Yolsuzluk, komplo, entrika ve rüşvet gibi suçlar başka bir ülkede bu denli yaşanmış olsaydı, on defa ayaklanma olmuştu. Ancak refleksleri zayıf olan toplumumuz, ciddi bir tepki ortaya koyamamıştır. Oysa zemin her gün daha da güçlenmektedir. Ayaklanmamak için hiçbir sebep yokken, ayaklanmak için son derece zengin bir zemin var. Faşist iktidarın her türden baskısına karşı somut mücadeleler yürütmek elbette ge-


güncel haber 17

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

rekli ve şarttır. Ne var ki bu tek tek parça mücadelelerde, demokrasi ve genel bir zafer kazanılamaz. Dolayısıyla bu parça mücadelelerin siyasi iktidar mücadelesi uğruna ve ona endeksli ele alınıp yürütülmesi tek doğru devrimci politikadır. Düzen içi reformist mücadelenin aşılması ancak bu proleter devrimci bakış açısıyla sağlanabilir. Aksi durumda reformlar vasıtasıyla düzenin mükemmelleştirilmesinden ileriye geçilemez ki bu son tahlilde gerici devlet ve diktatörlüğün kutsanıp sağlamlaştırılması anlamına gelir. Evet reformlar uğruna mücadele verilir ancak reformlar uğruna mücadele amaçlaştırılamaz, siyasi iktidar mücadelesinin yerine geçirilemez.

İnternet sansürüne hayır! Sayfalar Ortak Platformu’nun çağrısıyla ülke genelinde alanlara çıkan kitlere, internet sansürünü protesto eden eylemler gerçekleştirdi. İstanbul’da 8 Şubat’ta Sayfalar Ortak Platformu’nun çağrısıyla Taksim Meydanı girişinde toplanan kitleye polis saldırırken çatışmalar saatlerce sürdü. Polisin TOMA’yla sıktığı tazyikli suya karşı kitle, havai fişek ve taşlarla direndi.

Ara sokaklarda çatışmalar sürdü Polis kitleye gaz bombaları ve plastik mermilerle saldırırken, atılan mermilerden gazetemiz muhabirinin de aralarında olduğu çok sayıda kişi yaralandı. Polisin TOMA’yla muhabirimizin üzerine sıktığı tazyikli su sonucu, gazetemizin fotoğraf makinesi kullanılamaz hale geldi. Polisin artan saldırısı üzerine kitle Mis Sokak, Büyükparmakkapı Sokak, İmam Adnan Sokak ve İstiklal Caddesi üzerindeki ara sokaklara çekilerek barikatlar kurdu. Kurduğu barikatları ateşe veren kitleyle polis arasındaki çatışmalar devam etti. Polis Nevizade Sokak’ta restoranlarda oturanlara da plastik mermi sıkarken, halkın tepki göstermesi üzerine polis geri çekildi. Polis saldırı sırasında birçok kişi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlar daha sonra serbest bırakıldı. Eyleme çok sayıda devrimci-demokratik kurum katılırken, Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) üye ve taraftarları da barikatlardaki direnişte yerini aldı. Kitle ile polis arasındaki çatışmalar gece geç saatlere kadar sürdü. Yapılan eylemler sırasında kitle, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” , “ Her yer Taksim her yer direniş” , “Faşizme karşı omuz omuza” , “ Sansür yalanları aklayamaz” sloganlarını attı. ANKARA: Ankara Dayanışması’nın çağrısıyla internet sansürü ve yasağına karşı bir araya gelen kitle, Kızılay Güvenpark’ta toplandı. Ankara Dayanışması adına yapılan basın açıklamasında internet yasağıyla beraber muhalif sesin susturulmaya çalışıldığı belirtilerek şu ifadeler kullanıldı: “Gelecek olan yasayla beraber girdiğimiz, çıktığımız, paylaştığımız kayıt altına alınacak ve 2 sene kadar saklanacaktır. Bunun adı fişlemeden başka bir şey değildir. Hırsızlığınızı, yolsuzluğunuzu sansürleyemezsiniz. Sansüre hayır diyoruz” Yapılan eylem sırasında kitle, “Sansüre hayır” , “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” sloganlarını atarken, Taksim’de yapılmak istenen eyleme polisin saldırdığı haberi gelince “Her yer Taksim her yer direniş” sloganı atıldı. İZMİR: İzmir’de devrimci-demokratik kurumların çağrısıyla internet sansürüne karşı Sevinç Pastanesi önünde bir araya gelen yüzlerce kişi, önce Lozan Meydanı’na ardından Sevinç Pastanesi önüne yürüdü. Yürüyüşün ardından yapılan basın açıklamasında halkın meşru direnişinin sansürlenemeyeceği belirtilerek baskılara ve saldırılara karşı mücadelenin yükseltileceği ifade edildi. Eylem sırasında kitle, “DNS’yi değil iktidarı değiştir” , “Halkın direnişi sansürlenemez” , “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” sloganlarını attı.

Burjuva basın ve “Alo Fatih” Kendi kontrolünde basına karşı her türlü baskıyı uygulayan AKP iktidarının, halk kitleleri ve devrimci demokratik muhalefete uygulamayacağı baskı yoktur Komprador tekelci hakim sınıf klikleri arasında keskinleşen çatışma yerel seçimler süreciyle birlikte çok daha ısınarak devam etmektedir. Yerel seçimlerde açığa çıkacak güçler dengesi genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı

seçimleri açısından da önemli bir rol oynayacaktır. Bu gerçeklikten hareketle hakim sınıf klikleri, siyasi partileri vasıtasıyla çok daha yoğun ve keskin bir dalaş sürdürmektedir.

Erdoğan’ın basın üzerinde estirdiği terör Bütün bu gelişmeler gerici hakim sınıfların ahlaki çürümüşlükleriyle gerici düzenin kokuşmuş ve köhnemiş bir çark olduğunu, bir o kadar da baskıcı-faşist bir diktatörlüğün iktidar ettiğini gözler önüne serdi. Özellikle en büyük demokratikleşme teranesinin çalındığı mevcut AKP iktidarı döneminde, bu iktidarın manipülasyonla gizlemeye çalıştığı azılı baskı, terör ve faşist diktatörlük gerçeğinin ne kadar koyu olduğu Erdoğan’ın itirafıyla da somutlandığı gibi basına açıktan baskı uygulama pratiğiyle kanıtlandı. Burada gerici faşist hakim sınıf klikleri arasındaki çelişki, çatlak ve dalaşın devrim lehine olduğunun altını çizmeden edemeyiz. Burjuva gerici sınıflardan her şey beklenir. Ahlaki değerleri, kar ve iktidar hırsları, bunlara bağlı olarak içselleştirdikleri burjuva pragmatist, makyavelist felsefeleri ve genel sınıf karakterleri onların iktidar için, sömürü payı için, sermayelerine sermaye katmak için her şey yapabileceklerini gösterir. Nitekim yaptıkları hırsızlıklar, yolsuzluklar, rüşvet, baskı vb vs gayri ahlaki işler bunların neler yapabileceğini sabitleyen pratiklerdir. Yapmış oldukları

yapacaklarının garantisidir. Ve eklemeliyiz ki, bu ahlaksızlıklar, çürümüşlükler, kokuşmuşluklar ve elbette ki gerici faşist baskılar sadece AKP iktidarına has değil, tüm gerici iktidarların özelliği, genel karakteridir. AKP de bu sınıf karakterinin gereği olarak aynı bataklıkta yüzmeyi beceren ve batmak üzere olan bir gemidir. AKP iktidarı veya Erdoğan’ın, Gülen’in “paralel yapısı’’ tarafından hedefe oturtulmasıyla (ki, sadece Gülen değil…) adeta can havline düşmüş büyük bir panikle tam anlamıyla pervasızlaşmış ve basını arayacak kadar ileri gitmesine yol açmıştır. Özcesi Erdoğan’ın bu pervasızlığı onun sonunu görerek düştüğü telaş ve paniğinin ürünüdür. Erdoğan Haber Türk Yayın yönetmeni Fatih Altaylı’yı arayarak ilgili haberin yayınlanmamasını istemiş, nitekim Erdoğan’ın isteği yerine gelmiştir. Deşifre olan bu durum dışında son zamanlarda gazetelerden ayrılanlar, iş bıraktıranlar ve özellikle de gazete ve TV’lerin satın alınması gibi gelişmeler düşünüldüğünde basına yönelik baskının ne denli köklü olduğu görülebilir. Ki dediğimiz gibi bizler açısından bu şaşırtıcı değildir. Hemen tüm basın üzerinde öyle ya da böyle, o güç ya da diğeri tarafından bir baskı uygulanmaktadır. Basını kontrol edemeyen bir iktidarın kolayca değiştirileceği gerçeği açıkta dururken, iktidarların basını kontrol etmemelerini, farklı basın gruplarını satın alıp kendisine bağlamaması veya tehdit edip baskı uygulamayacağı düşünülemez. Burjuva basın asla bağımsız değildir, kopmrador tekelci sınıfların elinde”yumuşak baskı” veya beşinci kuvvet aracı durumundadır. Ellerindeki araçlarını elbette sınıf ve iktidar menfaatleri için kullanacaktır. Başka türlü iddiada bulunmak saflıktan başka bir şey değildir. Basını sınıflardan yalıtık, sınıflar üstü bir olgu olarak değerlendiremeyiz. Onu kontrol eden sınıf onun içeriğini de belirleyecektir. Bağımsız ve objektif olan sosyalist basın vardır. Burjuva gerici sınıfların basını ne bağımsızdır, ne de yansızdır. ‘Yandaş medya’ öylesine bir tespit değildir.

Hakim sınıflardan bağımsız ol(a)mayan burjuva medya Bütün bular basına uygulanan baskıyı olumlama anlamına gelmez, gelmemelidir. Anlatımdaki kastımız gerici sınıflar ve onların kontrolün-

deki basının niteliğini tespit etmek ve hatalı beklentilere girmeyi engellemektir. Elbette AKP iktidarı faşist baskı ve terör iktidarında önde gelenlerdendir ve basına uyguladığı baskıyla ve elbette bunu (zorunda da kalsa) cüretlice itiraf etmesiyle de çizmeyi aşan bir haydutluk sergilemektedir. Halk kitlelerinin aydınlatılarak gerici faşist düzene karşı mücadeleye seferber edilmesi, bu bağlamda AKP iktidarının faşist baskılarının teşir edilmesi görevdir. CHP’den MHP’ye kadar tüm faşist düzen partilerinin basına dönük AKP baskısına karşı salvoları boş olup samimi değildir. Bunların derdi elbette AKP’yi indirerek kendilerinin iktidara oturmasıdır. Tüm eleştirileri AKP’nin teşir edilip köşeye sıkıştırılması ve buradan parsa toplanmasına dönüktür. Onların AKP’den daha geri olmadıkları, olmayacakları açıktır, geçmiş tecrübeler bunu göstermektedir.

AKP’nin baskıları teşhir oldu Gerici iktidarların istisnasız hepsi bugün AKP iktidarının yaptıklarını yapmıştır, yapar. Ancak bugüne kadar gerici sınıfların yapmadığı veya yapmak zorunda kalmadığı bir şeyi AKP iktidarı yapmak zorunda kalarak diğerlerinden öne geçti. Yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet batağında olan oğlunu, bakanlarını, işadamlarını, bürokratlarını savunmak da gerici sınıf ve iktidarlarının davranışı olarak görülmüştür. Basına baskı uygulamak da ha keza bu iktidarlar döneminde görülmüş ve bilinen gerçektir, yeni değildir. Yeni olan şey, basının arandığı, yani basının aranıp talimat verildiği veya baskı uygulandığının zorunlu olarak itiraf edilmiş olmasıdır. Evet zorunlu da olsa basına uygulanan baskının itiraf edilmesi bu nitelikte sağlanan ilerlemedir. Yani bu baskıyı uygulamaktan sakınca duymayacak kadar pervasızlaşmaktır. Ki Erdoğan çeşitli vesilelerle yürütmeden gelen güçlerini kullanacağını beyan etmiş ve pratikte de buna uygun davranmıştır. Savcı ve polise dönük tasfiye, yüksek yargının kontrole alınmasına dönük açık girişimleri vb vs tarzındaki davranışları basına uyguladığı baskının habercisiydi. Bu süreçte yanılgılara düşerek sadece AKP iktidarıyla sınırlı bir ajitasyon-propagandayla yetinmek devrimci perspektiften yoksunluk olur ki, bu durum kitlelerin düzen içinde düzen partilerinin peşinden sürüklenmeye de hizmet eder. Zira, AKP iktidarını defetmek için ondan daha az faşist olmayan CHP’nin alternatif seçilmesi aktüel bir atmosferdir. Bunun için sınıf bilinçli bir siyasetin benimsenmesi şarttır.


18

güncel analiz

Ülkedeki toplumsal sistemin egemen niteliğinin kapitalist nitelikte olmasına karşı çıkarlarken esasta parçacı bir yaklaşım ve eleştiri ortaya koymakta, bütünlüklü-köklü bir karşı koyuş sergileyememektedirler. Hem karşı çıkan ve hem de kapitalist değerlendirmeye açık kapı bırakan eklektik bir zeminde durmaktadırlar Kongre sonuçları üzerine yürütülen tartışma ve eleştirilerde TKP/ML’nin en tipik tutumu parti içindeki karşı çıkıştan beklentiler içine girmesi veya buradan kendisine alan açıp bu sahadan çıkar elde etmeye yönelik yaklaşımlarında açığa çıkmaktadır. Bu boyutuyla pragmatizm, eleştirilerinde göze batan bir tarz oldu denebilir. Küçük hesaplar, faydacılık, zeminden yararlanma eğilimi ve bu bağlamda tribünlere oynama profili bu tarzın somut pratikleri olarak gündeme geldi. İki eleştiri biçiminden söz etmek mümkündür. Biri, hataları eleştiren ama bütünü tutan-bütünle birleşen eleştiri biçimidir. İkincisi, bütünle birleşme vb eğiliminden tamamen tecrit duran ve bütünlüklü bir yermeyle içeriklenen eleştiridir. Birinin bağrında yoldaşlık taşıdığı açıkken, diğerinin bağrında küçük hesaplar büyüttüğü doğrudur. İlerleten ve ilerleyecek olan birincisidir. İkincisi kendisine kuyu kazan cinstendir. Partimiz tarafından sakınmadan ve gizleme ihtiyacı duyulmadan alenen partimiz içinde farklı fikirlerin olduğu açıklanmasına, çeşitli konu başlıklarında özellikle farklı fikirlerin olduğu açık kitle toplantılarında beyan edilmesine ve genel olarak kararların oy çoğunluğuyla alındığı ifade edilmesine, dolayısıyla hemen her konuda farklı görüşlerin olduğu ve 3. Kongremizin önemli bir fikir mücadelesi içinde geçtiğine dikkat çekilmesine karşın, TKP/ML’li dostlarımızın ‘‘içinizde karşı çıkış ve bir direnç var” diyerek bunu da kitle yayın organındaki yazıları kanıt göstererek ispat etmeye çalışması kelimenin tam anlamıyla manidardır. Açıklamalarımıza karşın özellikle bu konu üzerinde durup son tahlilde Kaypakkaya’yı temsil etmediğimize dair slogansı ajitasyonlara başvurmaları, içimizdeki karşı çıkıştan yararlanmak istediklerini alenen ortaya koymaktadır. Zeminden faydalanma siyaseti güdüp, bu zeminde birkaç insan kazanma-koparma kaygısıyla yapılan siyasetin etik ve seviyeli olmadığı açıktır. “Yangından mal kaçırma” telaşını anımsatan bu tutum itibar hak eden bir tutum değildir. Yine bu tutum ve tutumun arka planındaki anlayış, objektif olarak Kaypakkaya yoldaşı indirgeyen, O’nu dar ölçülere sıkıştıran, kıstaslarıyla zayıflatan bir anlayıştır. Daha açık ifadeyle TKP/ML’li dostlarımıza ait olan bu tutum ya da anlayış Kaypakkaya yoldaşı sadece ülke şartlarını tahlil edip buna uygun devrim niteliği ve stratejisini tespit etmekle, buradaki mücadelenin alacağı biçimleri saptamakla anlamlandırıyor. Elbette ki bu çerçeve önemli ve ciddidir. Ne var ki, Kaypakkaya yoldaş somut parça devriminde ortaya koyduğu ideolojik-teorik-siyasi (örgütsel-askeri) tahlil tespit yeteneğiyle menzilsizleştirilecek kadar sınırlı bir ufuk değildir. Eğer sadece koşulları tahlil etmesi vb yeteneğinden söz edilirse, bu, onunla bilumum küçük-burjuva ve revizyonist akımlar arasındaki tayin edici bir ayrım olamazdı. Dahası somut şartları tahlil etmek ve buna uygun adımlar atmak tek başına komünist olmaya yetmez. Dolayısıyla O’nun komünist ideoloji ve ilkeler karşısındaki pozisyonu, sınıf mücadelesinde teori-pratiğiyle temsil ettiği komünist duruş ve nitelikliği, devrim ve komünizm yürüyüşüne dair berrak fikri ve pratiği, özellikle Kemalizm ve ulusal sorunda ülkedeki devrimci hareket ve tüm gerici paradigmaya meydan okuyan kopuşu, uluslararası komünist hareketin hatalarından sağladığı kopuşlar ve coğrafyamız devriminde açtığı çığır, revizyonizmle arasına kalın çizgiler çekerek militan devrimci çizgiyi bayraklaştırması ve revizyonizme karşı net duruş sergileyerek uluslararası komünist hareket saflarında yer alması, bütün bu tutumlarını doğuran anlayış ve çizgisi, sınıfların tahlili, devrimin ele alınışı vb vs konularda ortaya koyduğu fotoğraf komünist çizgi portresidir. Esas olan da budur. TKP/ML’nin bu faydacı ve basit tutumuna karşın bizlerin tutumu şöyledir. İçimizde eleştiri yürütüp karşı çıkış tavrı sergileyen (az sayıda da olsa bu tutumun varlığı doğrudur) tek

tek yoldaşlar mevcuttur. Somut olarak herhangi bir tavır netleşme anlamında gelişmemiş olsa da, mevcut eleştiri ve karşı çıkış tavırlarının muhtemel bir tavır alma durumlarında, salık verdiğimiz şudur-şu olmuştur; ‘‘karşı çıkışınızla birlikte mücadeleden kopmanız doğru olmaz. Şayet partiden kopma gibi bir eğiliminiz olursa-varsa, görüşlerinize yakın olan yapı – TKP/ML- vardır, oraya gitmeniz doğru olandır. Bırakıp evinizde oturacağınıza, TKP/ML’ye gitmeniz, devrimcilik yapmanın en doğrusudur” demekteyiz. Ancak bugüne kadar herhangi bir yoldaş kopma tavrını netleştirmiş, tavır alıp parti dışına çıkmış değildir ve TKP/ML’ye geçme eğilimi de söz konusu olmamıştır. Özcesi, TKP/ML’nin gayret göstermesi boş olduğu kadar yaklaşım olarak doğru yerde durmamaktadır. Elbette ki tek bir yoldaşımızın partiden kopmasını istemeyiz. Elimizden gelen tüm çabayı göstererek yoldaşlarımızın parti içinde kalarak tartışma sürecini tüketmelerini ve ikna olmalarını sağlamaya çalışırız. Yoldaşlarımız partimizin kolayca vazgeçeceği değerler değildir. Fakat yaşanan süreçten dolayı ikna olmayıp ille de partiden kopma eğilimine girecek olan yoldaşlara son olarak önereceğimiz şey, mücadele dışında kalmayıp devrimci bir partide örgütlenmeleri olacaktır. Devrimci parti ve örgütleri hasım değil, sınıfdaşlarımız ya da esasta sınıfsal müttefikler, sosyalizmin kuvvetleri olarak görüyoruz. Anlayış ve yaklaşımımız budur. Ama TKP/ML’li dostlarımız ‘içinizde karşı çıkış var, direnç var‘diyerek Kaypakkaya güzergahında olamayacağımızı, revizyonist tezler savunduğumuzu propaganda ederek eleştirel tutuma sahip olan yoldaşlarımıza oynamakta, birkaç yoldaşımızı saflarına katmayı büyük bir kazanım ve dava haline getirmektedirler adeta. Bu durum tek kelimeyle üzücü ve acınacak bir durumdur. Biz partimize ve davamıza bağlılığımızın gereği olarak burjuva faydacı hiçbir siyasete çanak tutmayız. Ancak devrimciliğin bırakılmasındansa, devrimci örgütlerde devrimciliğin yürütülmesini tercih ederiz. Devrimcilik yapılmasını, yapılmamasına kesinlikle yeğleriz; başka devrimci örgütlerde de olsa yapılmasını isteriz. Çünkü halkın ve devrimin çıkarı bundan yanadır, bunu emreder. Evet muhtemel bırakma tavrı durumunda genel anlayışımız ifade ettiğimiz eksende devrimci anlayış olmakla birlikte, faydacı-pragmatist ve parçacı esnaf siyasetine de asla çanak tutamayız! İdeolojik mücadele adına bu tartışmalarımız bunun kanıtıdır. Ancak mücadele etme takati olmayanların tasfiyeciliğe, pragmatist faydacı siyasete vb çanak tuttuğu veya tutacağı objektif gerçektir.

‘‘Kaypakkayacı olamazsınız” Bu söz TKP/ML’li dostlarımızın bizlere yönelik kitlelere hitaben ajitasyon yaptığı söylemdir. Konuşmaların finali olarak özetlenip öne çıkarılan ve esas olarak eleştiri yürüten yoldaşlarımızın duygularına seslenmeyi amaç edinen bu ajite repliği siyasi içerik itibarıyla boş ve pragmatizmden beslenen demagojik repliktir. Evet biz, ‘‘Maocu‘‘ değil, Maoistiz; biz şahısçı değil, bir davanın erleriyiz; biz ‘‘Kaypakkayacı‘‘ değil, Kaypakkaya düşüncelerini, yani O’nun ideolojik-siyasi çizgisini, komünist perspektifi ile birlikte hedef ve amaçlarını, bütün bu temelde ülke devrimi ve sınıflar mücadelesinde oynadığı rol ve pozisyonunu takip ederek benimsiyoruz. Biz ‚‘‘Kaypakkaya‘‘cı değil, Kaypakkaya’yı komünist önder olarak takip edip ülke devrimi dahil ideolojik-siyasi hedeflerimizde klavuz edinenleriz. Biz isimci değil, fikirci ve çizgiciyiz. Biz bilimsel zeminde sınıfsal nitelemeleri benimseyenleriz, adamcı olarak anılmak istenenler değiliz. Şahıslar üzerinden prim yapmayı doğru bulmuyoruz, zira haklı ve meşru bir mücadele köküne sahibiz. Kaypakkaya’nın adıyla değil, ideolojik-siyasi duruşuyla ilgiliyiz. Kaypakkaya tereddütsüz olarak komünist önderimizdir. Ama biz ‘‘Kaypakkayacı‘‘ değil, Kaypakkaya’nın fikirlerini, amaç ve hedeflerini sahiplenerek benimseyenleriz. Olası hatalı fikirlerini eleştirmekten sakınmayız. Onu dokunulmaz kılarak eleştiriden muaf tutamayız. O mutlak yeterlilik ve sonsuza uzanan diyalektik gelişme düzeyi değildir. O, elli yıl, yüz yıl sonraki yaşamın somut şartlarını önceden saptama durumunda olamaz-dı. O, çeşitli hata veya eksiklikleri olduğu gibi, gelişerek değişen yaşamın ortaya çıkaracağı somut çelişkiler, somut ilerlemelerin açığa çıkardığı-çıkaracağı şartlara önceden yanıt olabilecek metafizik-mistik bir misyon değildir. Onlarca sene sonra değişen toplumsal süreç, toplumsal çelişkiler, üre-

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

ELEŞTİRİNİN tim ilişkileri ve üretim biçimi ya da emeğin gasp ediliş biçimi, emperyalist dünya sistemindeki gelişmeler, diyalektiğin toplumsal yaşamda da işleyerek ilerlemesinden sorumlu tutulup eleştirilemez. O, kendi zamanında DP, MC, CHP gibi siyasi parti ve iktidar kliklerini tartışırken, bizler şimdi AKP’yi vb tartışıyoruz. Kürt ulusal mücadelesindeki gelişmeleri ve bu zeminde BDP’yi tartışıyoruz. Kaypakkaya yoldaş bunları mı tartışıyordu o gün? Kaypakkaya yoldaş şafak revizyonistlerini tartışıyordu, biz komprador tekelci sınıfların temsilcisi faşist İşçi Partisi’ni tartışıyoruz vb vs… Evet Kaypakkaya’nın söylemediği şeyleri söylemek, görmediği şeyleri görmek, yaşamadığı şeyleri yaşamak suçsa eleştiriler haklıdır, ama değilse, eleştiriler elbette demagoji ve dogmatizm özürlüdür. Biz her türden putlaştırmaya, tabulaştırmaya, kutsamaya karşıyız. Putlaştıranlar bilincini körelterek gelişmekten geri kalmaya, ilerlemekten mahrum olmaya mahkumdurlar. Kutsamacı anlayış bilim zeminini kaybetmekle birlikte, tekerrürden kurtulup bir arpa boyu yol ilerleyemez. Kaypakkaya ülkenin somut şartlarını tahlil etti. Bunda bir problem yok ve tahlilleri doğruydu da. Ancak dün için yapılan tahlil ve tespitlerin bugün için mutlak biçimde geçerli olduğunu söylemek öznelci dogmatizmin ezberinden başka bir anlam taşımaz. Kaypakkaya yoldaş o günün şartlarını tespit etti, biz bugünün şartlarını tespit ediyoruz. Değişen nesneye değiştiği ismi koymak Kaypakkaya’dan kopmak mıdır, onu ilerletmek midir? Ancak TKP/ML’de görülüyor ki, Kaypakkaya yoldaşın onlarca yıl önce toprağın kuru olduğunu söylemesi değişmez-değiştirilemez bir tahlil-tespittir. Oysa Kaypakkaya‘nın teorik, ideolojik, felsefi tezleri ayrı ama somut meselelerde yaptığı somut tespitler ayrı şeylerdir. İdeolojik-teorik-felsefi belirlemelerini yadsımak elbette Kaypakkaya’dan kopma olarak değerlendirilebilir ama somut şartların tahlil edilmesi Kaypakkaya yoldaşla ilgili bir mesele değildir. Dolayısıyla Kürt Ulusal Hareketi bu duruma geldi, İşçi Partisi bu niteliğe büründü, Türk hakim sınıfları böyle gelişti, üretim araçları bu kadar gelişti, köylülük bu kadar çözüldü, toprak sorunu bu düzeye düştü, üretim ilişkileri şuna dönüştü, emeğin gasp ediliş biçimi buna dönüştü, para-meta-para ilişkisi pazardadolaşımda egemen biçim haline geldi, toplumsal sistemin niteliği buna evrildi vb vs tespitlerinde bulunmanın İbrahim’i


16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

güncel analiz Kaypakkaya’nın MLM teorik yaklaşımını günümüz koşullarına uyarlanmasını reddetmektedir. Bununla da kalmayıp bizleri suçlamaktadırlar. Oysa TKP/ML’nin iddia ettiğinin tam tersine bizler Kaypakkaya yoldaşın ideolojik-siyasi-teorik anlayışını somut şartlarımıza uyarlayarak O’nu geliştirmekteyiz. Kaypakkaya ancak doğru kavranarak savunulabilinir. Günümüz şartlarına uyarlanarak savunulabilinir. O geçmişte donup kalmış bir klavuz değildir. Onun komünist çizgisi somut koşullarla birleştirilerek daha etkin hale getirilebilir.

Dünyada baş düşman tespiti yapılamaz eleştirisi üzerine

ELEŞTİRİSİ! reddetmekle hiçbir ilgisi yoktur. Zira Kaypakkaya bu koşullar için bir şey demiyor, bu koşulları yaşamıyor, tahlilleri bu koşullara has değildir. Ülkedeki çelişkileri vb tespit etmek için Kaypakkaya’yı mı beklememiz gerekiyor? Okuyucunun anlayışına sığınarak Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasını anlatmak istiyoruz. Hoca efendiye sormuşlar; ‘‘Kaç yaşındasın Hoca efendi? ‘‘Kırk yaşındayım‘‘ demiş Hoca efendi. Yirmi sene sonra yeniden sormuşlar aynı soruyu. Hoca efendi yine aynı yanıtı vermiş yani yine ‘‘kırk yaşındayım‘‘ demiş. Bunun üzerine ‘‘Nasıl olur Hoca efendi,yirmi sene önce sorduk kırk dedin, yirmi sene sonra soruyoruz yine kırk diyorsun…‘‘ demişler. Hoca efendi‘nin yanıtı; ‘‘Erkek adam sözünden dönmez!‘‘ olmuş. Özcesi, bir taraftan dogmatik yaklaşım sergileyen TKP/ML’li dostlarımız, aynı zamanda Hoca’nın fıkrasında geçtiği gibi sözünden dönmeyen ‘‘erkeğe‘‘ benzemektedirler. Bir defa yarıfeodal demişiz, bu sözümüzden dönmeyiz diyorlar. Eklemek gerekir ki, ülkedeki toplumsal sistemin egemen niteliğinin kapitalist nitelikte olmasına karşı çıkarlarken esasta parçacı bir yaklaşım ve eleştiri ortaya koymakta, bütünlüklü-köklü bir karşı koyuş sergileyememektedirler. Hem karşı çıkan ve hem de kapitalist değerlendirmeye açık kapı bırakan eklektik bir zeminde durmaktadırlar. TKP/ML’nin Kaypakkaya yoldaş hakkındaki kavrayış ve anlayışına karşın bizlerin kavrayışı MLM’dir! Şöyle ki; Kaypakkaya dahil, MLM klasikler teorinin somut şartlara uyarlanmasını genel bir prensip olarak kabul eder ve bilimsel tutumları olarak ardıllarına salık verirler. Bizler bu öğüde uygun hareket etmekteyiz. Teoriyi somut şartlarımıza uyarlıyoruz. Somut şartların somut tahlili ilkesinden hareketle devrim ve Komünizm teorisini (her parçası olmak üzere) somut şartlara uyarlıyor, bu teorinin temel ilkelerini muhafaza etmekle birlikte somut şartlardaki biçimlenişini tartışarak kararlaştırıyor ya da saptıyoruz. Kaypakkaya’nın devrim perspektifini de aynı biçimde gelişen-değişen somut şartlarımızda nasıl biçimlendiğini tahlil ve tespit ediyoruz. TKP/ML ise eleştirilerinde görüldüğü gibi, buna objektif pratikte tezat davranmaktadır. Bu kopyacı anlayışlarındandır ki, TKP/ML Kaypakkaya’nın yaşadığı somut şartları tahlil ederken yaptığı tespitleri değişen günümüz şartları için de savunmakta ve

MKP’nin gerçekleştirdiği Parti 3. Kongresine ciddi eleştiriler yürüten TKP/ML‘nin (en azından TKP/ML adına konuşan temsilcilerinin) bir eleştirisi de, MKP’nin dünyada baş düşman tespiti belirlemesi hakkındadır. Yürütülen eleştiri öz olarak; ‘‘Ülke somutunda baş düşman tespiti yapılabilir ama dünyada baş düşman tespiti yapılmaz. Emperyalizmin hepsi düşmandır. Baş düşman tespiti yapmak, bunun dışındaki emperyalist güçleri hedeften çıkarır!‘‘ biçiminde özetlenebilir. Hemen söyleyelim ki, bu görüş ve tartışma 78-80’li yılların meşur tartışmalarındandır. Bilindiği gibi dünyada baş düşman tespiti, Parti 1. Konferansımız döneminde yanlış bulunarak kaldırılan hatalı bir görüştür. Dünyada baş düşman tespiti yapmanın baş düşman dışındaki emperyalist güçleri fiilen düşman görmeme anlayışı olduğu, dolayısıyla sınıf işbirlikçisi bir öze sahip olduğu vb görüşünden hareketle bu tespit parti konferansımızda kaldırılmıştı. Ancak birinci konferansın bu hatası sonraki konferansta da olmak üzere partimiz tarafından düzeltilmiştir. Bugün TKP/ML’nin MKP 3. Kongresine sunduğu eleştirinin mantığı ve özü bu çürük ve eski görüşle örtüşmektedir, aynıdır. TKP/ML’nin eleştirisinde ileri sürdüğü yukarıdaki fikre göre hareket edildiğinde, ülkede baş düşman tespiti yapmak da ülkedeki diğer gerici komprador tekelci burjuva vb kesimleri hedef olmaktan çıkarmak, göz ardı etmek vb olur. Zira TKP/ML baş düşman tespiti ülkede yapılabilir ama dünyada yapılamaz demekte ve ek olarak dünyada baş düşman tespiti yapmak diğer emperyalist güçlere ehven bakmayı gündeme getirir anlamına gelen bir görüş ve mantık savunup dillendirmektedirler. Dolayısıyla bu mantığa göre, nasıl ki dünya ölçeğinde baş düşman tespiti diğer emperyalist güçlerin gözardı edilip hedeften çıkarılmasına vb yol açıyorsa, öyle de ülkede baş düşman tespiti yapmak bunun dışındaki hakim sınıfları hedef olmaktan çıkarmayı vb gerektirir. TKP/ML’nin bu noktada tutarsız ve eklektik görüşe sahip olduğu, eleştirisinin hatalı ve yaklaşımının kendisiyle çeliştiği alenen görülmektedir. Daha da önemlisi emperyalist güçler arasında baş düşman tespit edilemez,‘‘bütün emperyalizm düşmandır‘‘ sözü oldukça muğlak ve hatta düşmanı belirsizleştiren bulanık bir bilinçtir. Bütün emperyalizmin düşman olduğu üzerine tartışma yürütmenin gereksiz olduğu kanaatindeyiz. Çünkü emperyalizmin düşmanımız-düşman olduğu noktasında ters bir fikir yoktur. Ancak düşman olmak ayrı bir gerçek, baş düşman olmak da ayrı bir gerçektir. Bu ikisi karşı karşıya konamaz doğrulardır. Baş düşmanın tespit edilmiş olması emperyalizmin toptan düşman olduğu-düşmanımız olduğu gerçeğini asla yadsımaz. Emperyalizm bir dünya sistemidir. Emperyalist dünya gericiliği bu dünya sisteminin ideolojik-siyasi niteliğidir. Yani emperyalizm gerici, barbar, vahşi, haydut, sömürgeci, talancı, ilhak ve işgalci, saldırgan vb vs özelliklere sahiptir. Onun bu tipiklerle dünya halkları ve ezilen uluslarının kurtuluşları önündeki baş-esas engellerden olduğu, dünya komünist ve devrimci hareketinin hedefi durumunda bir düşman olduğu su götürmez gerçektir. Ancak dediğimiz gibi, emperyalizm bir dünya sistemidir. Bu sistem siyasi erkler, devletler, emperyalist birlikler, bloklar tarafından temsil edilmektedir. Sınıf temsillerinden bağımsız olmadığı gibi, bu sınıf temsilleri tek sistemin parçaları olarak bir çok siyasi-askeri-ekonomik örgütlenme, devlet örgütü, birlikler vb tarafından temsil edilmektedir. Kısacası emperyalist dünya sistemi (sistem), siyasi örgütlenmelerde, devlet yapılanmalarında, uluslararası birliklerde, güçlerde somutlanmaktadır. Eğer emperyalist sistemi sınıf temsilcileri ve bunların siyasi örgütlenmelerinde, devlet ve uluslararası birliklerde somutlamazsak emperyalizmi soyut bırakmış oluruz. Emperya-

19

list sistem elbette hem dünya sistemi olarak ve hem de tek tek ülkeler-devletler şahsında somuttur. Ve bu somutluğu ifade bulduğu örgütlenmelerde belirlemek ve bu anlamda da sistemi analiz etmek, her bir temsilinin pozisyonunu saptamak şarttır. Aksi halde emperyalizme karşı etkili mücadele yürütülemez, devrimci kitlelerin öfkesi tam olarak etkili hale getirilemez veya maddi güce dönüştürülemez. Emperyalizmi analiz edip somut tahlile tabi tutmadan aynılaştırmak ya da tekleştirmek emperyalist güçler arasındaki çelişki ve çatlakları görmezden gelmek, onun çatışma-savaş biçimindeki genel karekterini vb unutmak olur. Proletarya ve emekçi sınıflar ile sömürge/yarı-sömürge ezilen bağımlı ulusların düşmanı olan bu sistemin belli temsilcileri dünya proletaryası, emekçi halkları ve ezilen uluslarının baş düşmanı durumundadır. Zira birinci derecede, dünya proletaryası, halkları ve ezilen uluslarına kan kusturan, ulusları ilhak ve işgal saldırganlığı altında kıyımdan geçiren, onları azami kar ilkesine uygun olarak en ağır şekilde sömürüp talen eden ve barbarlık ve haydutluğun etkili aktörü olarak rol oynayan emperyalist güç elbetteki baş düşman durumundadır. Emperyalist dünya sistemi içinde bu tarife uygun güçler vardır ve bunların dünya proletaryası, halkları ve ezilen mazlum ulusların mücadele hedefine öncelikli olarak koymak, okların sivri ucunu bunlara doğrultmak, bunları özel olarak teşhire tabi tutmak hem doğru ve hem de zorunludur. Dünya proletaryası, halkları ve ezilen uluslarının baş düşman olarak belirlenen somut hedefler üzerinde seferber edilmesi bakımından da baş düşman tespiti gereklidir. Proletarya öncelikli hedeflerini belirlemeli, öncelikli olarak nereye yöneleceğini netleştirmelidir. Aksi halde hedefler silikleştirilmiş, belirsizleştirilmiş ve muğlaklaştırılmış olurlar. Emperyalizm düşman ama bu emperyalist sistemin kendi içinde egemen olan ve dünyaya esasta hükmeden belli güçleri var. Dolayısıyla bunlara yönelmeden genelgeçer lafla emperyalizm düşmandır demek toptancı, kaba materyalist formel mantıktır. Evet emperyalist dünya gericiliği sisteminin parçaları durumundaki tek tek bütün emperyalist devlet (bu devletlerin burjuva hakim sınıfları) ve bilumum emperyalist güçler öz ve nitelik olarak bir ve aynıdır. Fakat bunların her biri siyasi pozisyon ve somut askeri-siyasi rolleri farklıdır. Bunların bazıları çok daha güçlü ve emperyalist saldırganlık, ilhak, işgal, tahakküm nüfuzu açısından çok daha etkin durumdadırlar. Bu ayrımı yapmayarak hepsini siyasi pozisyonları itibarıyla tek torbaya koymak yanılgılı olduğu gibi, objektif olarak hedef saptıran ve en azgın saldırganlık içinde olan emperyalist güçleri dikkatten ırak etmektir. Emperyalist güçlerin en güçlü olanları gerçekleştirdikleri işgal ve ilhak saldırganlıkları ve yürüttükleri gerici emperyalist savaşlarla tam olarak dünya halkları ve ezilen ulusları kana boğmaktadırlar. Bu emperyalist güçlerin kıyımcı barbar gazabına uğrayan dünya halklarının baş düşmanı elbette dünya jandarmalığı yapan emperyalist güçlerdir. Örneğin, ABD emperyalizmi ile Avusturya emperyalizminin rolü bir ve aynı mıdır? Aynı düzeyde mi dünya halklarının yaşamını belirleyip kan dökmektedirler? Elbette hayır. Hepsinin aynı öz ve karaktere sahip olması siyasi-askeri olarak aynı pozisyonda rol oynadıkları anlamına gelmez. Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Balkan ve Kafkaslarda vb vs yaşanan savaş ve kıyım sorumlusu esasta hangi güçtür. Savaşları ve atışmaları aktüel tutan, hegemonik projelerle stratejiler devreye sokup çatışmalar planlayarak yönetip yönlendiren, savaşlar tehdidini gündemde tutan esas güçler hangileridir? Bunlar içinde tayin edici olan hangi emperyalist güçler ve güçtür? Emperyalist güçler arası dengeler bazı emperyalist güçler lehine değil midir? Hepsinin dünya çapındaki nüfuzu aynı mıdır? Açık ki değil. O halde ezberci kuru teorilerle gerçekleri inkar etmek terk edilmelidir. Somut koşulların somut tahlili ilkesi hakkıyla benimsenip uygulanmadan teorinin çarpıtılması anlamına gelen sübjektif dogmatik ve ezberci yaklaşımlar aşılamaz. Tahlilci yeteneğe kapalı olanlar tekrar ve tekerrürden kurtulamazlar. Emperyalist gericilik tek bir odak halinde ve tek bir biçim temsilinde değildir. Emperyalizm emperyalizmdir, hepsi de aynıdır demek analiz yoksunluğunu işaret etmekle birlikte, bu yaklaşımın formel mantık olduğu aşikardır.


20

kültür sanat

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

Mavi Ring evrensel bir vicdana sesleniyor

“Hiçbir iktidar kendi eleştirisinden hoşlanmaz. Bu dünyanın her yerinde ve bütün çağlarda böyle olmuştur. Dolayısıyla iktidar muhaliflerin mümkün olursa nefesini kesmek ister, bu mümkün değilse yarı ölü şeklinde yani hiçbir şey üretmeden, meseleleri eleştirebilecek olanaklara ve basirete sahip olmaksınız muhalefetin yaşamasına izin verir. Ona karşı direnenlerin de iktidarın çomağına taş koyması gerekir. Biz de böyle yapmak istiyoruz.” Ömer Leventoğlu’nun yönetmenliğini yaptığı Mavi Ring filmi 21 Mart’ta vizyona giriyor. Başka Sinema ve M3 dağıtımıyla vizyona girecek olan filmin ön gösterimi 20 Şubat’ta Beyoğlu Sineması’nda yapılacak. Ömer Leventoğlu, yaptığımız röportajda film üzerine merak edilen sorularımızı cevapladı.

Mavi Ring filminin fikri nasıl ortaya çıktı? Filmin öyküsünden bahsedebilir misiniz? Ben Amed’de bir dizi film çalışmasındaydım, bir sinema atölyesi kurmak üzere toplantı yapmıştık. O toplantıya tesadüfen Bayram Balcı da katıldı. Bana toplantıda bir hikâyesi olduğunu ve bunu çekmek istediğini ifade etti. Daha sonraki görüşmelerimizde anladım ki bana anlattığı hikâye, Fuat Kav’ın Mavi Ring adlı kitabıydı. Kitabı aldım ve okudum, kitapta anlatılan olay zaten benim üniversiteye başladığım dönemde protesto ettiğimiz bir olaydı. Eskişehir tabutluğu adıyla yaşanan olaylar o dönemin politik gündeminde yer alan bir meseleydi. Bu meseleyle ilgili ayrıntılı bir anı kitabı olduğunu bilmiyordum. Kitabı okuduktan sonra gerçekte orda yaşanan olayların çok sarsıcı olduğunu fark ettim. Fuat Kav’ın yanı sıra farklı kitaplar okuyarak araştırmamı derinleştirdim ve o sürecin canlı tanıklarıyla tanıştım. O olayları yaşayan neredeyse yüz insana ulaştım. Film kitabın bir uyarlaması değil ancak kitapta anlatılan gerçekliğe ve anılara sadık kalma koşuluyla, filmdeki sevke imza atan bir dok-

tor karakterinden yola çıkarak bir senaryo inşa ettim.

Daha önceki röportajlarınıza ve film hakkındaki değerlendirmelerinize baktığımızda filmin bir vicdan filmi olduğunu ifade ediyorsunuz. Filmde vicdanı kim temsil ediyor ve bu vicdan kime sesleniyor? Bu film evrensel bir vicdana sesleniyor. Herhangi bir kimsenin vicdanı değil, vicdan derken insana dair bir erdemden bahsediyoruz. Yani kastettiğim şu; direnişçiler, devrimciler politik bir mücadele içerisinde yer alan ve bunun bir sonucu olarak bedel ödeyen insanlar, hapishane koşullarında sadece hapishanede de değil dağ koşullarında, kent koşullarında ve gözaltı koşullarında vs. direnen insanlardır. Bir yanda da ceza verme erkini kendinde gören bir gözü karalık, dar kafalılık ve iktidar hırsının körelttiği insan tipi var. Bu mücadele, bu alandaki savaş çok sert ve insanı dehşete düşüren boyutlara ulaşır. Burada üçüncü bir göz yani başka bir göz, bu iki taraftan herhangi biri olmayan bir göz buraya baktığı zaman, biz buradaki dehşeti daha çarpıcı ve yakıcı bir şekilde görebiliriz. İşte kastettiğim budur. Yaşanan olay gerçekten insanı dehşete düşüren gayri insani bir şiddeti içeriyor. Ve bir anlamda genel insan soyunun, akıl ve vicdan taşıyan, duygu ve ahlak sahibi olan

ve insani değerlerden haberdar evrensel bir insan gözü haline gelebilir. Bu nedenle buraya ne politik olan ne askeri olan ne devrimci olan ne hapishaneyi bilen ama evrensel insan ve onun vicdanını temsil kabiliyetine haiz olmak üzere insanı sağaltma ve yaşatma mesleğine sahip bir insanı, bir kadını buraya temel karakter olarak koydum ki sözünü ettiğim bu evrensel insan vicdanını orada gösterebileyim. Yoksa o doktorun vicdanı başka vicdanların üzerindedir anlamına gelmez. Biz genel olarak bu meseleye dışarıdan bakacak olan seyircinin o doktorla özdeşlik, empati kurması ve o doktorun oradaki şiddet karşısında yaşadığı dehşeti onun gözünden görmesi için genel bir evrensel tanım yapıyoruz vicdan için.

bu mümkün değilse yarı ölü şeklinde yani hiçbir şey üretmeden, meseleleri eleştirebilecek olanaklara ve basirete sahip olmaksınız yaşamasına izin verir. Ona karşı direnenlerin de iktidarın çomağına taş koyması gerekir, biz de böyle yapmak istiyoruz. Meseleye çok duygusal yaklaşmıyorum, bu bakımdan biz muhaliflerin, devrimcilerin ve iktidarlara karşı direnenlerin hikâyelerini anlatmaya çalışıyoruz. Bu nedenle koşullarımızın güllük gülistanlık olmasını da beklemiyoruz. Ne yapmaya çalıştığımızı ve kim olduğumuzu bildiğimizden dolayı sıkıntıları da göğüslemek durumundayız. Evet, gerçekten çok sıkıntılarla tamamlanan bir film bu fakat yeni işlere de yine aynı duygularla ve aynı koşullarla yine girişeceğiz. İşimiz bu.

Mavi Ring filmi politik bir film. Filmi çekerken ne gibi sıkıntılar yaşadınız?

Bu kadar zorluklarla doğmasına karşın film festivallerde epey ilgi gördü ve ödül aldı. Festivallerde olumlu veya olumsuz ne tür eleştiriler aldınız?

Manevi sıkıntıları anlatmam mümkün değil zira sağlıklı bir şekilde anlatabileceğimi de düşünmüyorum. Film çekimleri yaşanan maddi sıkıntılardan dolayı yarım kaldığında doktora gidemedim ancak bir yıl civarında ağır bir depresyon yaşadım. Çok sıkıntılar yaşadık ancak tüm sıkıntıların temelinde iktisadi sıkıntılar yatıyordu. Kapitalin egemen olduğu bir dünyada yaşadığımız için maddi boyutu aşınca oyuncuları, çalışanları ve teknik meseleleri de daha rahat çözebiliyoruz. Hiçbir iktidar kendi eleştirisinden hoşlanmaz. Bu dünyanın her yerinde ve bütün çağlarda böyle olmuştur. Dolayısıyla muhaliflerin mümkün olursa nefesini kesmek ister,

Son yılların en sarsıcı etkisini yaratan filmlerden biri oldu. Çünkü 50 yıldır düzenlenen Altın Portakal Film Festivali salonu tıklım tıklım doldu ve ilk kez “Kürdistan faşizme mezar olacak” sloganları dakikalarca o salonda duyuldu. Biz ilk galadan basın bölümüne geçerken, güvenlik koridorundan geçmek zorunda kaldık. Çünkü çok büyük bir kitle yığılmıştı oraya. Biz basın toplantısına başlamak üzere yerlerimizi aldığımızda, bizi dakikalarca oturtmadılar. Filmimiz dünyanın birçok yerinde gösterildi ve bize en son gelen e-mailde Akdeniz Politik Filmler Festivali’nden bir davet geldi. Hem filmimiz gösterilecek hem de Politik Tutsaklarla Dayanışma Konferansı bu vesileyle düzenleniyor olacak. Bize gönderilen davette hem filmin hem de bizim sunumumuzun Uluslararası İnsan Hakları ve Politik Haklar Savunucuları için bir katkı olacağı görüşü dile getirilmiş. Bu tür şeylerden gerçekten onur duyuyoruz çünkü yaptığımız işin bir yerlere ulaştığını görmek bizim açımızdan çektiğimiz acıları da hafifleten bir yerde duruyor. Zira sinema hiçbir zaman sinema değildir, sinema yapmak için de bir eser ortaya çıkarılmaz. Bunun bir amaca dönük olması gerekir ve bu bakımdan bizim de amaçladığımız şeyi bir miktar gerçekleştirdiğimizi hissediyorum. Bu bizim için daha bir


16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

başlangıç ve filmin ne tür etkiler yaratacağını henüz tam olarak bilmiyoruz.

YÇKM’de oluşturulan sinema atölyesine ders veriyorsunuz. Atölyelerinizde nasıl bir yöntem izliyorsunuz? 2001 yılından beri sinema atölyelerine katılıyorum. Sinema yapmayı ayrı, sinema alanında beşeri bir üretime katılmayı ayrı şeyler olarak değerlendiriyorum. Yer yer bunların biri öbürünün önüne geçiyor. Diyarbakır, Adana ve İzmir başta olmak üzere birçok yerde bu tür atölye çalışmaları yaptık. Atölyelere genç arkadaşlar katılırken birçok başarılı işlere imza attık. Şimdi bizimle YÇKM’de çalışan arkadaşımız Uğur Yeşil, diğer öğrenciler gibi bir öğrenci olarak atölyeye katıldı, ardından bir kısa film çekerek Mimar Sinan’da okumaya devam etti. Benimle birlikte Mavi Ring’i yazdı, şimdi başka filmler yazıyor. Altın Koza’da son filmi finale kalmıştı. Yani bu dünyanın adaletsizliği ve eşitsizliğiyle derdi olan herkesin eğer ilgileri varsa sinema yoluyla hikayelerini anlatmasına önayak olmak, teşvik edici olmak, belki elimizden gelirse bir destek verebilmek de bizim çalışmamızın bir parçasıdır. Mesele benim Ömer Leventoğlu olarak bir sinema filmi yapmam değildir. Muhalifler ve devrimciler de sözlerini etkili söylemeliler, çekici sözler söylemeli ve toplumu etkileyebilmeliler. Bunun temel yollarından biri de sinemadır. Atölyelerin başarılı ola-

21

bilmesi, atölyeye gelen öğrencilerin de çabasıyla ilgilidir. Yaptığımız atölyelerde esas tetikleyici güç katılımcıların bizzat kendi basireti, kendi heyecanı, coşkusu ve tutkularıdır. YÇKM’de başlattığımız sinema atölyesindeki gelişmeyi kendi adıma olumlu buluyorum. Arkadaşlar fire vermeden devam ediyorlar, başarılı öyküler yazıyorlar şimdi ise yavaş yavaş hikâyelerin görsel dile dönüşmesi kritik aşamasına geldik. Bunun başarılacağına inanıyorum.

Film ne zaman vizyonda? Film M3 dağıtım ve Başka Sinema konseptiyle vizyona giriyor. 21 Mart Newroz günü yani manidar bir tarihte vizyona çıkacağız. İstanbul, Ankara, Eskişehir, Bursa gösterimleri şu anda planlanmış durumda ama mümkün olan her yerde M3 dağıtımla da özellikle Kürdistan’da geniş bir kitleye ulaşmayı hedefliyoruz. Vizyon sonrası da filmi salonda göstermek yerine araç olarak kullandığımız bu filmi elimize alıp dolaşacağız. Bir DVD, bir gösterim makinesi il il, ilçe ilçe ve daha sonra köy köy dolaşarak bu hikayeyi anlatmak istiyoruz. Sofistike sinema dağıtımcılarının vizyon programına dahil olmak istemiyoruz. Bu dağıtım meselesi de devrimci sinema yapma dediğimiz kavramın içerisinde yer alan bir olgudur. Dolayısıyla dağıtıma da devrimci bir fikirle yaklaşmak gerekir. Doğrudan doğruya köylere kadar gitmek istiyoruz.

ANTAGONİZMA

≫ muzaffer oruçoğlu

YIKICILAR

V

arlığın ayak izlerine düşen kırıntılar, ayak izlerinden çıktılar, birleştiler, ateşe dönüştüler, Londra’yı bir ucundan yakıp yağmaladılar. Prensin şatafatlı düğününden sonra, Londra’ya, Chartist’lerin ve Oliver Twist’lerin kentine bu yakıştı. Sabit anlamlar ve değerler irkildi. Daha önce Paris’i aynı duruma düşürmüşlerdi. Yıkıcıların işi budur. Mülk ve devlet sahiplerini yıkmak. Özgün ve berrak, dolaysız ve yalın vuruşlarla yerleşik bilinci parçalamak. Böyle bir çağda, insanın en güzel eylemidir, yıkmak. Devlet, insanı ve doğayı sürekli yıkıyor, nesneleri ruhlarından koparıyor, her şeyi kendine benzetiyor. Yıkan, yıkılmalıdır. Sokağa çıkan yıkıcı, sadece devleti değil, kendini de o sokakta yıkıyor; ileri bir insana doğru yıkıyor. Tarihi yapanlar, seyirciler değil, yıkıcılardır. Yıkıcılık, insanla ortaya çıktı. İnsan var olduğu sürece, o da var olacak. İnsan, önüne çıkan engelleri yıkarak ilerler. İnsanın karşısına, kendisi bir engel olarak çıkar bazen. İnsan, kendisini yıkarak ilerler o zaman. Yıkıcılık, her saniyede, her yerde, durmaksızın işler. Bilimsel bir keşifte, bir diklenişte, yeni yazılmış bir şiirde, bir mayalanışta gülümser; ateş gibidir, kalıbı, ilkesi ve tabusu yoktur. Yıkıcılar devrimi yapar ve terk ederler; bu terk ediş, devrim olmaktan çıkan devrimi yıkacaklarının bir işareti olarak belirir ve eninde sonunda sahneye çıkar, yıkarlar. Onlara kim önderlik ederse etsin, yıkarlar. İşleri yıkmaktır. Dağları tüneller halinde, köhne binaları ise taş taş yıkarlar. Uçurumları demir köprülerle birleştirirler. Yeraltı karanlığını yıkar, demiri ve kömürü çıkarırlar; onları da yıkar, yepyeni şeyler yaratırlar. Yıkılmayacak hiçbir şey yoktur, onların felsefesinde. Her şey, eninde sonunda yıkılmayı hak eder. Yıkıcılar, yıkılmaması gereken, secde ettikleri en büyük değerleri bile yıkarlar. Aileyi, devleti, mülkiyeti, inancı, vb yıkarlar. Eriştikleri her amacı, yıkarlar. “Dinsizim,” diyen, inandığı kendi dinini yıkmıştır. “Hiçbir şeyin kalıcılığına inanmıyorum,” diyen, inancı yıkmıştır. “Devlet, melanetin kaynağıdır,” diyen, devleti yıkmıştır. “Bir ölü gibi mülksüzüm ve her türlü mülkten nefret ediyorum,” diyen mülkü yıkmıştır. Yıkıcı, şartların ve dayanılmaz ihti-

yaç zilletinin merkezinde durdu, eski Tanrı’yı yıktı, yeni Tanrı’yı yarattı, ona yabancılaştı, taptı ve döndü, onu da yıktı. Binlerce Tanrı’yı ve peygamberi yarattı, yıktı. Yıkıcı, yıkım arenasına, bazen kartal armasıyla, bazen haçla çıkar, bazen hilalle, bazen de kara, beyaz veya kızıl bir bayrakla... Onun işi yıkmaktır. O, dev bir ateş parçasının uzayda soğuması sonucunda ortaya çıktı. Kanında ateşin mizacı var. Yıkım arenasında o mizaçla hareket eder. Yıkıcı, dünyanın Türkiye kesiminde ikiye bölünmüş; şaşkındır. Sağ yanı Tanrı’ya secde ediyor, sol yanı Kemal’e. Mülk, dua, bayrak, vatan, devlet, iffet kubbesinin altında bendeleşmiş, yabancılaşmış, cüceleşmiş, hiçleşmiş. Yıkıcı, kendi gücünü hiçliyor, kendi emeğinin ürününü bir başkasının emek ürünü sanıyor, yapabileceklerini yapmaya cesaret etmiyor, boyun eğdiği güçlerden talep ediyor onu. Arap dünyasının yıkıcılarını, kendini görmeyen bir bilinçle izliyor ve bendeliğinden utanır gibi oluyor. Yıkıcı, doğuruyor, kum gibi parçalanıyor, çoğalıyor, dünyayı ses ve renk mahşerine çeviriyor. Küresel cinnet derinleştikçe ve de yıkıcı çoğaldıkça dünya ısınıyor; su kaynakları kuruyor, iklim dengesi bozuluyor, açlıktan, sel baskınlarından, kitleler halinde ölüm olayları ortaya çıkıyor. Dünyanın harareti ve yıkıcının, hayvanlarla birlikte kitleler halinde ölümü, küresel depresyonu ve yıkıcının potansiyel cinnet halini ve dolayısıyla yıkım gücünü derinleştiriyor. Dünyanın “huzurlu” kesimi, yaklaşan felaketi sezinledikçe, sokakları koruyacak demir kıtaları güçlendiriyor. Yıkıcılar, herkesi, en kabadayı aydınları bile korkutuyorlar. Kurallar, metaforlar, ilişkiler ağının yırtılacağından, kurulan şatoların dağılacağından, yaratıcılığın dumura uğrayacağından korkuyorlar. Yaşantıları ve eserleriyle yıkıcıların dünyalarına girmeyen aydınlarda bu korku daha derindir. Hayat, korkuyu hesaba katmıyor ve bildiğini okuyor; yıkıcıları eziyor, köleleştiriyor, yıkıma hazırlıyor ve yükselen ateşlerin içinde, onların geçirdikleri değişimleri zevkle izliyor.


22

güncel haber

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

Tecride dur de; Hasta

Hapishanelerde ağır hasta tutsaklar hapishanede kalamaz raporlarına karşın tahliye edilmiyor. Ankara’da TKMP tarafından hasta tutsaklar için yapılan eyleme polis saldırırken, aralarında 2 DHF üyesinin de olduğu 5 kişi gözaltına alındı Demokratik Haklar Federasyonu (DHF)’nun da bileşenleri arasında olduğu Tecrite Karşı Mücadele Platformu (TKMP)’nun yaptığı çağrıyla 11 Şubat günü Ankara’da bir araya gelen kitle, hasta tutsakların serbest bırakılması için, meclis İnsan Hakları Komisyonu’yla görüşmek ve Adalet Bakanlığı önünde bir basın açıklaması yapmak istedi. Yüksel Caddesi’nde toplanarak sloganlar eşliğinde Adalet Bakanlığı’na yürümek isteyen kitlenin önünü barikatlarla kesen polis, kitleye kalkanlarla ve biber gazıyla saldırdı.

5 kişi gözaltına alındı Adalet Bakanlığı önünde basın açıklaması yapmanın yasak olduğunu iddia eden polise tutsak aileleri her hafta bakanlık önünde basın açıklaması yaptıklarını söyledi. Polis saldırısının ardından yeniden biraraya gelen kitle, kararlılıkla polis barikatına yüklendi. Polis bu sırada kitleye yoğun olarak kullandığı biber gazı ve plastik mermilerle yeniden saldırdı. Polis saldırısı sırasında çok sayıda kişi yaralanırken, aralarında 2 DHF üyesinin de bulunduğu 5 kişi darp edilerek gözaltına alındı. Gözaltına alınanların serbest bırakılmasını talep eden kitle, Yüksel Caddesi’nde kurulan polis barikatı önünde gün boyunca oturma eylemi yaptı. Adalet Bakanlığı’na yürü-

mekte kararlı olduklarını ifade eden TKMP bileşenleri ile hasta tutsakların yakınları, “Anaların öfkesi katilleri boğacak”, “Katil polis hesap verecek”, ”İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganlarını atarak bekleyişini sürdürdü. Polis tarafından gözaltına alınan 5 kişi bir süre sonra serbest bırakıldı.

‘Tutsaklar ölüme terk ediliyor’ Adalet Bakanlığı'ndan dönen heyet TKMP adına yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verdi: "F tipi hapishanelerde uygulanan tecrit politikası devletin yok etme politikasıdır. Her türlü keyfi uygulamayı yaptıkları, insanları tek başına ölüme terk ettikleri bir politikadır… Onur kırıcı uygulamaları kabul etmeyen devrimci tutsakların infazlarını yakma, fazladan hapis yatırmaktadırlar. Deniz Bakır, Sezgin Engin ve birçok tutsak fazladan hapis yatırılıyor… Tek başına hücrelere atmaları yetmiyormuş gibi, hapishanelerin havalandırmalarına takılan kameralara karşı çıkan tutsaklara, görüş yasağı, telefon yasakları getirilerek, tecrit daha da ağır hale getiriliyor.” Basın açıklamasında hasta tutsakların durumuna dikkat çekilerek Adli Tıp Kurumu’nun ‘sessiz ölüm’ politikası izlediği ve hasta tutsakların tahliye taleplerini reddettiği belirtildi. Basın açıklamasında R Tipi hapishanelerde hasta tutsakların tedavilerinin yapılacağı söylemleriyle gerçeklik arasındaki çelişkiye dikkat çekilerek şu ifadeler kullanıldı: “Hapishanelerde sadece 2012’de 260 tutsak katledildi. 2013’ün ilk altı ayında 101 tutsak katledildi. Hapishanelerde her hafta 5 tutsak katlediliyor. Hasta tutsaklarla ilgili yapılan yasal düzenlemeler 3. ve 4. Yargı paketlerindeki yalanlar, demagojiler… Bunların hepsi faşist devletin hasta tutsakları katletme politikasını sahiplen-

meyi, katmerleştirerek sürdürmesi sonucu teşhir olmasıyla yapılan düzenlemeleri, makyajlarıdır.”

Antalya’da hasta tutsaklar için eylem DHF ve TAYAD'lı Aileler, 11 Şubat Salı akşamı hasta tutsakların serbest bırakılması ve TKMP'nin Ankara’da Adalet Bakanlığı önünde yapmak istediği eyleme yapılan saldırıyı protesto etmek için Antalya'da bir eylem düzenledi. Kapalı Yol Halk Bankası önünde bir araya gelen kitle Attolos Heykeli’ne yürüdü. Attolos Heykeli önünde düzenlenen basın açıklamasında şu ifadelere yer verildi: “Faşizmin kuklası AKP'nin amacı hasta tutsakları serbest bırakmak değil, R(Rehabilitasyon) Tipi hapishaneler açarak sessiz imhadır. 19-22 Aralık 2000 Katliamı’yla açılan F tiplerinden günümüze 2100 hasta tutsak tedavi edilmeyerek ve serbest bırakılmayarak katledildi. Abdullah Kalay'ın da sağlık sorunlarının olmasına karşın, tahliyesi engellenmektedir. Bizler devrimci hasta tutsaklara yönelik yapılan tüm baskılara karşı, devrimci dayanışmayı yükselterek mücadele edeceğiz.” Balıkesir Bandırma 1 ve 2 No'lu T Tipi Hapishanelerinde hasta tutsakların durumu giderek kötüleşirken, tutsakların tahliyeleri engelleniyor. Hapishanedeki devrimci tutsaklar, idarenin keyfi uygulamaları ile hasta tutsakların tedavilerinin engellenmesini protesto etmek için, bir buçuk aydır görüşe ve telefonlara çıkmama eylemleri yapıyor.

Abdullah Kalay’ın tahliyesi engelleniyor Hasta tutsak Abdullah Kalay’ın kalbinin % 30 oranında çalışmasına ve günde 10 çeşit ilaç kullanmasına karşın tahliye edilmiyor.

24 Ocak 2014 tarihinde Kocaeli Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı heyeti tarafından hazırlanan rapora göre, Kalay’ın tahliyesine karar verilmesi gerektiği ifade edildi. Ancak Adli Tıp Kurulu bu rapora karşın Abdullah Kalay’ı tahliye etmeyerek ideolojik yaklaşımını sürdürdü. Abdullah Kalay’ın ailesi, Kalay’ın sağlık durumuyla ilgili şu açıklamayı yaparak devrimci demokratik kamuoyuna duyarlılık çağrısı yaptı: “Kocaeli 2 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde bulunan hasta tutsak Abdullah Kalay, Kocaeli Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Adli Tıp Anabilim Dalı heyet raporuna rağmen serbest bırakılmıyor! Abdullah’ın tahliye talebini ilk muayenesinde reddeden Adli Tıp Kurulu, gerekçe olarak Üniversite heyet raporunu sunmuştu.

Heyet raporuna karşın tahliye edilmiyor! Sağlık koşullarının daha da kötüleşmesi sebebiyle Kalay, tekrar Kocaeli Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Bölümü heyetine göründü. 30 Aralık 2013 tarihinde verilen heyet raporunda yer alan ‘Cezaevinde kalmasının hayati tehlike oluşturabileceği, cezasının infazının resmi sağlık kuruluşlarının mahkumlara ayrılan bölümlerinde devam edilse dahi hayati tehlike oluşturabileceği, hastalığın kronik bir rahatsızlık olduğu, hayat boyu devam edeceği göz önünde bulundurulduğunda cezanın ertelenmesinin gerekeceği, bir yıl sonra tıbbi durumunun tekrar değerlendirilmesinin uygun olacağı’ kararıyla hastalığının ağır olduğu belgelenmişti. Bu belgeye istinaden Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Adli Tıp Kurulu’na tekrar sevk edildi.


güncel haber

16-28 ŞUBAT 2014 Halkın Günlüğü

23

tutsaklara özgürlük’ Adli Tıp Kurulu tarafından 24 Ocak 2014 tarihinde verilen raporda ise Kalay’ın % 30 oranında çalışan kalbine, günde kullandığı 10 çeşit ilaca ve Kocaeli Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı heyet raporuna rağmen ‘ağır hastalık, sakatlık ve kocama hali değerlendirilmediği’ mütalaa edildi.

Kalay ölüme terk ediliyor! Abdullah’ın sağlığının hapishane koşullarında düzelmesi mümkün değildir. Çünkü hastalıkları ağır ve artık tedavi edilemez düzeydedir. 1996 ve 2000 Ölüm Orucundan dolayı Wernike- Korsakoff, %27 oranında duyma kaybı, kulaklarda çınlama, romatizma, reflü, hemoroid, sürekli baş ağrısı, alerjik astım, boyunda düzleşme, bağırsaklarında ağrı ve sık sık ishal, baş dönmesi, sırt ve göğüs ağrıları, kollarda ve bacaklarında uyuşma, kalp yetmezliği sorunu yaşıyor. %30 oranında çalışan kalbi, geçireceği yeni bir kalp krizini (yüksek ihtimalle bekleniyor) kaldıramaz.

Tutsaklar hasta kategorisinden ölerek çıkıyor! 2300’den fazla hasta tutsak hapishane koşullarında hayatını kaybetti. Bugün öyle bir ivme yakalandı ki; haftada 5 tutsak ölüm makinelerinden çıkıyor. Bu ülkede tutsaklar, hasta kategorisinden ölerek çıkıyorlar. İnsanların en temel hakkı yaşamak; fakat dışarıda ölüm hakkı bile tanınmıyor. Gözümüzün önünde yaşananlar katliam değil de nedir? Katliamlara tanık olarak utancımız her geçen gün artıyor. Fakat sessiz kalmak ise ortak olmak kadar büyük bir insanlık suçunu taşıyor. Tekrar söylüyoruz ve gücümüz yetene kadar da söyleyeceğiz. Bu kara lekeye son verilmelidir. Abdullah Kalay ve hasta tutsaklar bir an önce serbest bırakılmalıdır!”

Mahmut Bilgiç’in tedavisi engelleniyor Bandırma F Tipi Kapalı Hapishanesi’nde tutulan hasta tutsak Mahmut Bilgiç’in ayağı tutmamasına ve yürümekte güçlük

çekmesine karşın tahliye edilmiyor. Bilgiç’in hastaneye götürülürken hakaretlere maruz kalırken, kardeşinin durumuyla ilgili bilgi veren Ramazan Bilgiç, kardeşinin 9 yıl önce bel fıtığı nedeniyle ameliyat olduğunu belirterek şunları söyledi: “Kardeşimin ayağı tutmuyor. Tek başına yürümekte bile zorluk çekiyor. Bu sabah beni telefonla arayarak, doğru dürüst hastaneye götürülmediğini söyledi. Hastaneye götürüldüğü zaman da doktorların kendisine bakmadığını anlattı. Bununla birlikte kardeşim, gardiyanların kendilerine hakaret ettiğini de belirtti. Kardeşim hastaneye gittiğinde ise doktorların kendisiyle tam anlamıyla ilgilenmeyerek tahlil yapmadığını da söyledi.” PKK davasından 21 yıldır hapishanede tutulan hasta tutsak Cengiz Eker ise, 17 yıldan bu yana tutulduğu Erzurum E Tipi Hapishanesi’nden 4 yıl önce Sincan F Tipi Hapishanesi’ne sürgün edildi. Birçok hastalığı bulunan Eker, defalarca anjiyo olmasına ve kalbe giden üç damarı yüzde 80 oranında tıkanmış olmasına karşın tahliye edilmiyor. Eker’in kızı Türkan Eker, babasının bir an önce hapishane dışındaki koşullarda tedavisinin yapılması gerektiğini belirterek şunları söyledi: “Babamın kronik kalp yetmezliği, reflü gastrit, akciğerde yaralar, prostat ve nefes darlığı gibi hastalıkları var. Babamın bu kadar önemli hastalığı varken sadece polikliniğe götürüyorlar, tansiyonunu ölçüp, ağrı kesicilerle geçiştiriyorlar. Tam teşekküllü bir

hastanede tedavi olması gerekiyor”

Ailesi PKK’lı denilerek tahliyesi engellendi PKK davasından müebbet hapis alan Salih Tuğrul, 2007 yılında iki kez kalp krizi geçirdi. Kısmi felç geçiren Tuğrul, 2013’te hapishanede düşerek beyin kanaması geçirdi. Tuvalete bile yardımla giden Tuğrul için avukatları sağlık raporu alarak Adli Tıp Kurumu’na başvurdu. Adli Tıp Kurumu da raporları inceledikten sonra, Tuğrul’un infazının 6 ay ertelenmesi gerektiği yönünde rapor hazırladı. 18 yıldır hapishanede bulu-

nan, hafızasını kaybeden, felç nedeniyle yürüyemeyen ve konuşamayan Tuğrul için Adli Tıp Kurumu’nun verdiği karar, geçtiğimiz kasım ayında Bakırköy Başsavcılığı’na gönderildi. Bakırköy Başsavcılığı’nın Mersin Emniyet Müdürlüğü’nden aldığı fişleme tutanağında şu ifadeler yer alıyor: "Salih Tuğrul isimli şahsın, mahkum olduğu suçun vahim niteliği nedeniyle toplum güvenliği açısından risk oluşturacak bir profil sergilediği, ailesinin Mersin ili Toroslar ilçesinde, PKK / KCK terör örgütüne müzahir olan kitlenin yoğun olarak bulunduğu, terör örgütü adına sık sık eylemlerin gerçekleştirildiği bir mahallede ikamet ettikleri, kendilerinin de PKK / KCK terör örgütüne müzahir aile yapısına sahip oldukları, kendilerinin işledikleri suçlar vasıtasıyla emniyet görevlileri tarafından bilinen şahıslardan oldukları, uygun ortam oluşması halinde terör örgütü adına eylem ve faaliyetlerde bulunabilecekleri, şahısların UYAP sorgulamasında bölücü terör örgütü PKK/KCK adına işlenmiş suçlardan kayıtlarının var olduğu...” Bakırköy Başsavcılığı İlamat ve İnfaz Bürosu Savcısı Cevdet Doğan, İstanbul Adli Tıp Kurumu Raporu’nun, Mersin Emniyeti’nden gelen raporla birlikte değerlendirildiğinde CGTİH’in 16. maddesi uyarınca infaz erteleme talebinin reddine karar verdi. Verilen karar avukatlara haftalardır tebliğ edilmezken, Amed ile İstanbul arasında gidip gelen dava dosyasına da avukatlar ulaşamadı. Bu nedenle karar avukatlara değil, hafızasını bile kaybeden Tuğrul’a tebliğ edildi.

‘Rojava halklarının mücadelesini selamlıyoruz’ İzmir Kırıklar 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde tutulan MKP dava tutsakları, Rojava halklarıyla dayanışma için kampanya başlattı. MKP dava tutsakları Batı Kürdistan halklarıyla dayanışma içerisinde olmanın sorumluluğu ve gerekliliğiyle maddi anlamda olanaklarını zorlayarak Batı Kürdis-

tan halklarına 500 TL yardımda bulundu. Tutsakların tüketimlerini en aza indirgeyerek topladığı bu para, Rojava’ya ulaştırılması için BDP İzmir İl örgütüne verildi. MKP dava tutsakları emperyalist devletlerle onların bölgedeki uşak devletlerinin Rojava devrimini boğmak için uyguladığı baskılara ve saldırılara karşın, kadını-erkeği ve genci-yaşlısıyla mücadele eden Rojava halklarıyla dayanışmayı yükseltmenin önemine dikkat çekti. “Rojava devriminin inşasını engellemek için uygulanan baskı ve saldırılara karşı başta biz devrimciler olarak bulunduğumuz her alanda Rojava halklarıyla dayanışmak için çalışmalar yürütmeli ve kampanyalar örgütlemeliyiz” diyen tutsaklar, Türkiye – Kuzey Kürdistan emekçi halklarının da bu kampanyalarda ve çalışmalarda aktif olarak rol alması gerektiğini vurguladı.

‘Çocukları değil karanlığı hapset’ Çocuk Cezaevleri Kapatılsın Girişimi,12 Şubat Çarşamba günü İstanbul, Ankara, İzmir, Amed ve Mersin’de eş zamanlı olarak düzenlediği basın açıklamalarıyla çocuk hapishanelerinin kapatılmasını talep etti. Açıklamada Pozantı, Şakran, Kürkçükler, Antalya ve Sincan’da yaşanan işkence ve tecridin utançla izlendiğine dikkat çekildi. Çocuklara yapılan insanlık dışı uygulama ile hak gasplarının sona erdirilmesi için yetkililerin göreve çağrıldığı basın açıklamasında, ülke genelinde imza kampanyası başlatıldığı ifade edildi. Uluslararası düzeyde imzalanmış insan hakları sözleşmelerinin Türk devleti tarafından yok sayıldığına dikkat çekilen açıklamada, çocuk hapishanelerinin kapatılması için film ve tiyatro gösterimleri, kitap ve broşür basımı gibi birçok faaliyetin yapılacağı anlatıldı. Basın açıklamasının ardından oturma eylemi yapan kitle, “Çocuklar değil cezaevleri kapatılsın” , “Çocukları değil karanlığı hapset” , “Zindanlar yıkılsın çocuklara özgürlük” , “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganlarını attı.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Kujerê Muharrem dewlete

Li Wanê navçeya Payîzawa ji ber girtîbûna riyan malbata xwe nikarî ku zarokê bibe nexweşxaneyê û ji ber xeber dayina saziyên dewlete tu sazî têkildarî nebû, encama vê bêdêhnî Muharrem Taş ku temenê xwe 1,5 sal bû jiyana xwe ji dest da. Li welêt jiyana mirov çiqas bi nirx e li ser bûyeran diyar dibe. Seroka Dewletê Erdoğan “dayikan bi kişandina taxokan dibirin welidandin e. Nika em maşineyên bipalêt, 17 hep helîkopter ên ambûlans, 4 hep jî ambûlansên jet didin” bi wan gotinan “asta pêşvebirana” welêt idda dikin lê belê rastî ne wisa ye. Erê hin tê gihêjin û pêş ve terin. Lê gelê hêjar nesiwê xwe ji wan “pêşweçuyinan” nagire. Ew hîna jî ji ber girtîbûna riyan jiyana xwe ji dest didin. Mirov diramine ku ji ber girtina riyan mirinanexweşan di babeta fîlmên kevnên yeşîlçamê de maye lê bûyera Wan nişanê me kir ku dîrok dubare dike. Malbata Taş, li

Wanê mezrê çelê ku giredayê Payîzwaye dijin, zarokê wan Muharrem êvara 1’ê Sibatê nexweş ket. Ji ber girtîbûna riyan nekarina birinê, wî jiyanê ji dest da.

Saziyên dewletê ji bo rizgarkirina Muharremê tu tişt nekir Li gora vegotina malbate em bûyerê ragihinin; Muharrem Taş êvarê 1’ê sibatê bi agirê zêde û kuxikan nexweş ket. Ji ber barîna berfê û girtîbûna riyan malbat nekaniya wî bibe nexweşxane û ji rêvebiran re telefon kirin û alîkarî xwestin. Lê kes nehat. Li ser wan tiştan malbatê Muharrem alîkarî ji xizmên xwe yên ku li Wanê dijin xwestin. Xizmên wan bi maşineyan nêzikê sibê heta gund hatin, lê riya mezrê ku girtî bû piştî meşîna çar saatan gihiştin mezrê. Mixabin Muharrem saat dudiyan de koça dawi kiribû. Xizmên wî 16 saat laşê wî bi piştan birin gundê herî nêzik ji wir jî birin nexweşxaneya zaningeha Wanê. Apê Muharrem ku wêneyê bûyerê kişandibû, dema ku wêne hatin parvekirin li raya giştî gelek dêhn dişand. Malbat ji karakol, komên tendûristî û erkdarên riya bejahiyan serî le darizandinê kirin.

“Em dixwazin berpirsiyar werin cezakirin” Bavê Muharrem Taş diyar kir ku kurê min di seata 18-19’an de rayedaran agahdar kir wan ji me re “bipên” gotin me dan ewirandin û nehatin, zarokê min ji di hembêzê min de miriya. Apê wî Abdurrahman Taş di demê da mudahalê bikirana, rayedaran alîkarî bikirana wî jiyana xwe ne dida. Herkes li ser ve kuştinê tawanbar e got. Em ji hemû berbirsiyaran şikayetkar in, ew bila werin cezakirin. Apê wî berpirsiyariya kuştina braziya xwe da nîşanî ku dewlet e.

Di “famkirina nûçevaniya” Akîtê de zorkirin a sinora mirovahiyê Dewlet piştî mirîna Muharrem “aqil kir” riya ku berfê girtî ye veke. Waliya Wanê jî bi daxuyaniyên xwe yên tevşomevşo xwest diyariya bûyerê bide. Li gor waliyê dêhn nekişandina nexweşiyê îhbarên çewt û “kordinasyonên xirab” in. Wezirê karê tendûristiyê Mehmet Muhezzînoxlû li hemberî bûyerê xemgîniya xwe bi lêv kir û encama vê bûyerê ragihîn e û “wê bûyerê

wêneyê ku Tirkiyeyê xizmetên têndûristê de pêş ketiye sîyek daxistiye”. Lê tiştê herî girîng û xwina mirov dida cemidandin ew bû ku rojnameya Akitê ji bo rizgarkirana pergalê di nûçeya xwe de zorkirina sinora mirovahî kir û zexeliya malbata jandar û xemgîn kir . rojnameyê ji bo gotbêjkirinê nûçegihanek şand û gotinên malbatê bi hişyarî şewişand û li ser bûyerê “mîzansen” bi nav kir, nêçeyek wer kir. Akîtê di nûçeya xwe ya bi sernivîsa“tûrika mîzanse”ê de; biryara barkirina wî ya bi tûrike ê malbatê ye nivîsand, bi bateniyê çima nehat birin nayê zanîn got, wêneyên tûrikê bi hişmendî hatiye servîs kirin got, hema hema tu car çêla mirina Muharrem nekir. Ji ber vê yekê li gora wan tiştê girîng ew bû ku bi tûrikê birina Muharrem tengkirina dewletê û desthilatê bû. Malbata Muharrem da xuyakir ku rojnameyê gotinên wan şewişandiye û ji me re bêvijdanî îftîra hatiye avêtin, dê em ji nûçegihan û rojnameyê re doz vekin.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.