1-15 Temmuz 2015

Page 1

Kısaca önümüzdeki süreç ve devrimci görevler üzerine!

sf 12-13

Ortadoğu ve son güncel gelişmeler Kobanê’ye yapılan son saldırı ve katliamlardan, IŞİD’i palazlandırıp destekleyen tüm emperyalistler ve onların uşak devletleri sorumludur. Bu noktada yaşanan gerçekliklere ve gelişmelere rağmen tekçi faşist Erdoğan’ın utanmadan sıkılmadan hala “IŞİD, Baasçı Esad ve PYD, PKK aynıdır ve hepsi de teröristtir” argümanlı açıklamalarından anlaşılmaktadır ki ezilen ve sömürülenlere yönelik tekçi faşist paradigmada ısrar edilmektedir Sf. 22-23

Halkın Günlüğü

1-15 TEMMUZ 2015 Yıl: 4 Sayı: 102 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Kamp Armen: gasp ve direniş hikayesi f GÜNCEL

14-15

Hrant Dink’in ve çok sayıda Ermeni çocuğun emeğiyle 1962 yılında kurulan ve daha sonra devlet eliyle zorla gasp edilen Kamp Armen’in yıkılmasını önlemek ve kampın yeniden Ermeni halkına iade edilmesi sağlamak için direniş sürüyor. Kampın kuruluş hikayesini, gasp edilişini ve direnişini, Kamp Armen’de yetişen öğrencilerden Garabet Orunöz ve Nor Zartonk’tan Alexis Kalk’la konuştuk

Radikal Sol”un kapitalizmle dansı

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Süreç devrimci savaşı koşulluyor Sınıf mücadelesinin kendi nesnel zeminin de cereyan eden sorun ve çelişkiler keskinleşerek devam ediyor. 7 Haziran Genel Seçimleri sonucunda ortaya çıkan siyasi tablo ve muhtemel oluşturulacak koalisyon hükümeti, önümüzdeki sürecin politik dengelerini belirleyecektir. Ülke gündeminin birinci sırasını meşgul eden koalisyon tartışmaları kuşkusuz ki gerici faşist iktidarın nasıl yürütüleceği kaygılarıyla tamamen burjuva bir zeminde biçimlenmektedir. Hangi biçimde olursa olsun mevcut koşullarda oluşturu-

10

Bize bir yasa lazım!

16

lacak bir koalisyondan halkların hiçbir çıkarı yoktur. Proleter devrimcilerin görevi burjuvazinin derinleşen krizini daha da keskinleştirerek sınıf mücadelesini yükseltmek olmalıdır. Gelişen sınıf hareketi, sistematik hale gelen kadın katliamları, LGBTİ’lere yönelik saldırılar, Kürt ulusu, diğer milliyet ve ezilen inançlar üzerindeki devlet zorbalığına ve bir bütün olarak tüm toplumsal güçler üzerinde bir balyoz gibi duran burjuva faşist iktidara karşı örgütlenerek devrimci savaşı yükseltelim

İşçi sınıfı mücadelesi ve mevcut sendikalar üzerine

18


02 güncel haber

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Koalisyon tartışmaları ve tutumumuz AKP’ye faşistlikten, diktatörlükten, hırsızlık, yolsuzluk ve yoksulluktan, işçi ve halk düşmanlığına kadar bütün eleştirileri yapan CHP, bütün bu eleştirilerini boşa çıkararak AKP ile ittifak yapmaktadır, yapacaktır. Bu durum CHP’nin AKP’den ne kadar farklı olduğunun ölçütü ve AKP ile aynı sınıf dokusuna, aynı öze sahip olduğunun göstergesi ve ürünüdür. Elbette proleter devrimciler açısından CHP’nin AKP ile yapacağı koalisyon ortaklığında şaşılacak bir durum yoktur. Ne var ki, CHP’ye olumlu atıflarda bulunan sol-devrimci eğilimli kitleler açısından CHP’nin bu çelişkisi önemlidir ve görülmek durumundadır. Devrimci kitleleri kandırıp, aldatarak yedekleyen CHP’nin gerçek niteliği AKP ile yapacağı koalisyon vesilesiyle halk kitlelerine teşhir edilmelidir Genel seçim sonuçları AKP’nin tek başına hükümet kurmasına olanak tanımadığı gibi, hiçbirine de bu şansı vermedi. Koalisyon hükümetini işaret eden seçim sonuçları, koalisyon zorunluluğuyla burjuva düzen partilerini adeta handikapla yüz yüze bıraktı. Amiyane deyimle burjuva partilerin her biri “tükürdüğünü yaladı”. Görünürde son derece keskin çatışma ve çelişkiler içinde olduklarını yansıtan bu partiler, siyasi iktidar pastasından faydalanma şansı önlerine geldiğinde tüm söylemlerini yutup açık gizli mesajlar vererek, açık gizli koalisyon pazarlıkları yaparak sınıf niteliklerine uygun pozisyon almaktan geri duramadılar. Koalisyon pazarlıklarında başarısız kalanlar, sanki pazarlık yapıp başarısız kalmamış gibi, ilkelerden ve kırmızı çizgilerden bahsederek sözüm ona ilkeli duruş sergiledikleri imajını vermeye çalışmaktadırlar. Oysa yapılan falsolar tıpkı Bülent Arınç’ın U dönüşleri kadar çıplaktır. Yeni bir seçimi göze alamayan ve sınıf karakterleri temelinde devletlerinin bekası uğruna her türlü uzlaşma ve pragmatizmden sakınmayacak olan burjuva partilerin bir koalisyon hükümetinde uzlaşmaları esas eğilimdir. Elbette pazarlıklar bağlamında anlaşmaya varamamaları ve dolayısıyla koalisyon olasılığı dışında başka seçeneklerin gündeme gelmesi de olasılıktır. Fakat mevcut gelişmeler koalisyon hükümeti kurulacağı yönündedir, esas eğilim budur.

Olası koalisyonun AKP ile CHP koalisyon hükümeti olacağına dair daha önce yaptığımız değerlendirmeler doğruluğunu korumaktadır. Mevcut durumda reel olan ve burjuva gerçeğe uygun olan en uygun koalisyon, bu iki komprador tekelci burjuva parti arasında gerçekleşecek olan koalisyondur. Nitekim gelişmeler de bunu işaret etmektedir. Olağan koşullarda bütün düzen partileri arasında bir koalisyonun kurulması son derece olanaklı ve mümkündür. Zira hepsinin hamuru burjuva gerici mayadandır, hepsi aynı sınıf zeminine sahiptir. Burjuva sınıf zemininde faşist üzenin sürdürülmesi ve halk kitlelerinin baskı ve sömürü çarkı içinde ezilmesiyle karakterize olan halk düşmanlığı bunların ortak paydaları, ortak sınıf dokularıdır. Ancak yapılacak bir koalisyonda hangi klik ve siyasi partisinin menfaatlerini üstün kılacağı, yapılacak pazarlıklarda bunların çıkarlarını hangi düzeyde koruyacağı ve pastadan ne kadar pay alacakları vb. meselesi koalisyonun somut olarak kimler arasında ve nasıl kurulacağını belirler. Yani bu partilerin ortak gerici paydada buluşmalarına rağmen, söz konusu menfaat paylaşımında uzlaşamamaları tamamen mümkündür. Aksi halde hepsinin koalisyon yapmaya aday ve müsait olduğu gerçektir.

Oluşacak her koalisyon halkın çıkarına değil, gerici sınıfların çıkarına hizmet eder Bugün koalisyonun kurulmasına dönük yürütülen pazarlıkların, tartışmaların ve yapılan açıklamaların bütünü, gerici çıkarların nasıl bölüşüleceği tartışmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Hepsi bahsini ettiğimiz zeminde cereyan etmektedir. Tartışılan koalisyon olasılıklarının

hiçbiri halk kitleleri açısından olumlu bir anlam taşımamakta, bilakis her koalisyon olasılığı halk kitleleri dışında gerici sınıfların çıkarları temelinde gelişmektedir. Bunun dışında bir beklenti yersiz olup sınıf bakış açısından uzaktır. Kısacası muhtemel her koalisyon ve kurulacak bir hükümet halk kitleleri açısından pozitif bir değer taşımaz. Dolayısıyla koalisyon olasılıkları ve herhangi bir hükümet kurulması sorunu özünde halk kitlelerinin sorunu ve tartışması olamaz. Proleter devrimciler halk kitleleri lehine bir koalisyon veya hükümet kurulacağını tasavvur etmemekle birlikte, muhtemel her hükümetin halk düşmanı gerici sınıf siyasi iktidarı niteliğinde olacağından asla kuşku duymazlar. Bu bakımdan koalisyon ve hükümet tartışmalarında da asla bir taraf olmaları, herhangi bir koalisyonu tercih etme ya da olumlu değerlendirmeleri söz konusu değildir. Hangi partilerin koalisyon yapıp hükümet kuracağı tamamen burjuva düzen partilerinin sorunudur, kitlelerin çıkarına değildir. AKP iktidarının baskıcı ve despotik faşist diktatörlüğüne karşı halk kitlelerinin belli kesimlerinde özellikle CHP’ye karşı ehven bir bakışın olduğu söylenebilir. Ki bu kesimlerin esasta demokratik kesim veya sol eğilimli kitlelerden oluştuğu bilinmektedir. Çeşitli gerekçelerle CHP’yi olumlayan bu kesimlerin CHP’nin gerçek yüzünü bir kez daha görmesi AKP ile ittifak yapma pratiğinde ve sonrası uygulamalarında daha da olanaklı olacaktır. AKP’ye faşistlikten, diktatörlükten, hırsızlık, yolsuzluk ve yoksulluktan, işçi ve halk düşmanlığına kadar bütün eleştirileri yapan CHP, bütün bu eleştirilerini boşa çıkararak AKP ile ittifak yapmaktadır, yapacaktır. Bu durum

CHP’nin AKP’den ne kadar farklı olduğunun ölçütü ve AKP ile aynı sınıf dokusuna, aynı öze sahip olduğunun göstergesi ve ürünüdür. Elbette proleter devrimciler açısından CHP’nin AKP ile yapacağı koalisyon ortaklığında şaşılacak bir durum yoktur. Ne var ki, CHP’ye olumlu atıflarda bulunan sol-devrimci eğilimli kitleler açısından CHP’nin bu çelişkisi önemlidir ve görülmek durumundadır. Devrimci kitleleri kandırıp, aldatarak yedekleyen CHP’nin gerçek niteliği AKP ile yapacağı koalisyon vesilesiyle halk kitlelerine teşhir edilmelidir. Çünkü devrimin tabanı olan kitleler CHP’nin gerçek yüzünü göremediği için bu faşist partinin peşine takılarak objektif olarak devrimci cepheden kopmakta ya da devrimci sınıf hareketiyle birleşmekte sorun yaşamaktadırlar. Bu kesimlerin faşist düzen partisinden koparılarak devrimci saflara daha etkin olarak dahil edilmeleri CHP’nin teşhir edilmesi görevini önümüze koymaktadır. Elbette AKP, MHP gibi tüm faşist partiler de teşhir edilmelidir. Özellikle iktidardaki pozisyonu itibarıyla AKP’nin teşhir edilmesi esas görevlerdendir. CHP ise sahte sol maskesiyle devrimci kitleleri devrimden koparan özelliği itibarıyla özel bir teşhiri hak etmektedir. “CHP iyidir, Kılıçdaroğlu iyidir” diyen çevrelerimiz az değildir… Ancak an itibarıyla, “rövanşist değiliz” diyerek AKP’ye zeytin dalı uzatan ve koalisyon sinyali veren bizzat bu iyi denen Kılıçdaroğlu ve CHP’dir.

Proleter devrimciler burjuvazinin krizlerine can simidi olmaz Proleter devrimci siyaset burjuva düzenin krizlerini çözme görevini dolaylı dolaysız hiçbir biçimde ve siyaset yapma adına üstlenmez. Bilakis bu krizleri derinleştirme görevlerini temel alır. Tersi tutum var-


03 lık gerekçelerine sırt dönüp burjuvazinin dümen suyuna girmek olur. Halk kitleleri neden AKP-CHP koalisyonunu isteyip benimsesin ki? Ya da neden AKP-MHP koalisyonunu destekleyip istesin ki? Bu partilerin her birinin sınıf nitelikleri açıktır. Hangi sınıf partileri olduğu tartışma götürmeyecek kadar nettir. Dahası, her birinin halk düşmanı faşist partiler olduğu, katliamlara, sömürüye, baskıya imza attıkları alenidir. Proletarya ve geniş halk kitleleri lehine bir tek siyaseti, pratiği yoktur, olamaz da. O halde halk kitlelerinin bu faşist düzen partilerinin kuracağı herhangi bir koalisyon hükümetini olumlayıp benimsemeleri düşünülemez. Gerçek bu olmasına karşın, halk kitlelerinin manipüle edilerek düzen partileri tarafından yedeklendikleri de ikinci gerçektir. Tam da burada proleter devrimcilerin önüne büyük görevler çıkmaktadır. Sözü geçen burjuva düzen partilerinin ayrım yapılmadan teşhir edilmesi ve demokratik, devrimci ve sosyalist güçler cephesinin geliştirilerek, genişletilmesi önemsenmelidir. Bu cephenin geliştirilmesi sadece somut ittifak zemininin geliştirilmesiyle sınırlı tutulmamalı, somut olarak Kobanê direnişi gibi savaş cephelerinde pratikleştirilmesi gerektiği gibi, genel olarak silahlı devrimci mücadele alanlarında yaşamsallaştırılmalıdır. Devrimci cephe ve alternatifin geliştirilmesinin, yasal düzlemdeki mücadele ve ittifaklara hapsedilmesi yeterli olmayacağı gibi, gerçek devrimci rotaya da oturmaz. Elbette söz konusu ittifak ve mücadeleler gerekli olup geliştirilmesi gereken biçimlerdir. Ancak bunlar illegal silahlı devrimci mücadele esasına bağlı olarak ele alınmazsa ve özellikle silahlı devrimci sahada geliştirilmezse bu ittifak ve mücadelelerin sonuç vermeyeceği bilinmek durumundadır. Ki, bu devrimci özden bağımsız olarak ele alınıp esaslaştırılan veya amaçlaştırılan yasal alan demokratik mücadele biçimleri kaçınılmaz olarak sağ tasfiyeci reformist eğilim olarak anlam kazanmaktan öteye geçemezler. Devrimci sınıf mevzilerini ilerletip kazanımlarını geliştiren tek tek her çatışma ve her mücadele biçimi gereklilikle kullanılmak durumundadır. Proleter devrimci siyaset ve bakış açısı reformlar uğruna mücadeleyi bu zeminde ve bu bilinçle ele alır, reddetmez. Ancak siyasi iktidar hedefiyle yürüttüğü devrimci mücadeleyi asla reformlar için mücadeleye indirgemez. Tersine reformlar için mücadeleyi stratejik devrimci yönelim ve hedeflerine tabi olarak ele alır, hizmet etme temelinde onunla birleştirir. Dolayısıyla parlamenter yolla siyasi iktidarı ele geçirmeyi tasavvur etmediği halde, parlamentoda kürsü elde etmeyi reddetmez. Bilakis orayı bir kürsü olarak kullanmayı, koşullara bağlı olarak değerlendirir. Bu bağlamda seçimleri çare görmediği halde seçimlere girmeyi ötelemez. Aynı biçimde burjuva seçimlerin ortaya koyduğu sonuçların sınıf iktidarını değiştireceğini düşünmez ama seçimlerde demokratik kazanım ya da olanaklar sağlamayı benimser. Öte yandan burjuva seçim ve parlamentoya bundan daha ileri stratejik misyon yükleyen anlayışlarla arasına kalın sınırlar çeker. Burjuva seçim ve parlamentoyu taktik bir araç olarak sınırlar, mücadelenin merkezine koymaz. Bütün bu mücadele biçim ve araçlarını merkezi halka ekseninde ele alır. İşte reformist yol ile devrimci yol arasındaki ayrım çizgisi de burada belirir. Siyasi iktidarı gasp eden gerici sınıfların proletarya önderliğinde halk kitlelerinin devrimci savaşıyla alaşağı edilmesini ve burjuva devletin paramparça edilmesini öngörmeyen her anlayış ve mücadele biçimi sonuçsuz olup burjuva düzen içi kalmaktan kurtulamaz. Aynı biçimde burjuva devlet ve düzenin içten iyileştirmeler yoluyla değiştirileceğini tasavvur eden bilumum sağ tasfiyeci düzen içi yasalcı eğilimler de burjuva devleti kutsamaktan bir adım ileri gidemezler.

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

“...ESASEN BİZ KOMÜNİST DEVRİMCİLER, PRENSİP OLARAK SİYASİ KANAATLERİMİZİ VE GÖRÜŞLERİMİZİ HİÇ BİR YERDE GİZLEMEYİZ..”

Y

ukarıdaki sözler Türkiye-Kuzey Kürdistan’da Maoist Partinin kurucu komünist önderi Kaypakkaya yoldaşa aittir. Bu doğru çizgi ve yönelim bugün de rehberimizidir. Öteden beri genel soyutlama olarak sürekli ifade ederiz. Biz komünistler, amaç ve ilkelerimize hizmet etmesi koşuluyla hiçbir mücadele, araç ve yöntemi reddetmeyiz ve bilakis bu temelde onları kullanmaktan da geri durmayız. Bu genel doğru karşısında geçmişten bugüne teorik ve pratik olarak bazı somut ve güncel görevler ve politikalarımızda hatalı yaklaşımlar ve yanlış pratiklerimiz de söz konusu olmuş, önümüzdeki süreçlerde de olacaktır. Zira komünistler, geçmişin tarihsel her bir süreçteki tecrübe ve deneyimlerimizle ortaya çıkan pratiklerinden doğru ve bilimsel dersler çıkararak onları önemli bir silah haline getirmeyi de öngörürler. Bu bilinçle biz komünistlerin; amaçları, ilkeleri, araçları, taktikleri, teorik ve pratik politikalar bağlamında sınıf mücadelesindeki araç ve yöntemleri ve bütün bunların nasıl ele alınması, nasıl güncellenmesi gerektiği üzerine bugüne kadar hiç kuşkusuz ki çeşitli tartışmalar yürüttüğü, tartışmasız bir gerçektir. Bu tür tartışmalar Uluslararası Komünist Hareket (UKH)’in tarihinde de oldukça geniş biçim ve içeriklerde tartışılmış ve hala da tartışılmaya devam etmektedir. Sınıfların varlığı ve sınıflar mücadelesi boyunca da bu tür tartışmalar devam edecektir. Çünkü kavrayışta eşitsizlikler de sürecektir. Bu bağlamda UKH ve Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci ve komünist hareketin tarihsel tecrübelerinden öğrenerek ilerlemek durumundayız. Bu bilinçle özellikle legal-yasal ve demokratik alan(lar)ın kullanılmasına ilişkin tartışmalar da önemli bir yer tutmaktadır. Burjuva diktatörlüklerin iktidarı koşullarında temsili parlamenter seçim sistemleri içerisinde yer alarak genel seçimlere katılma yönelimi komünistlerin hemen hepsinde ya da genel olarak tali ve esas mücadele alanı olarak da parlamento dışı mücadeleye hizmet etmesi veyahut da bu eksende ele alınarak parlamentoda mücadele yürütülmesini öngördükleri bilinen bir durumdur. Bu düzlemde komünistler parlamento dışı mücadeleyi esas aldıkları gibi parlamento içindeki mücadeleyi de taktik olarak, objektif ve subjektif koşulları göz önünde bulundurarak ele alıp kimi zaman uygun görüp kimi zamanda boykot ederler. Bu durum biz komünistler açısından bir ilke meselesidir. Bu kapsamda şimdiki TürkiyeKuzey Kürdistan koşullarında parlamentodaki mücadeleyi de taktik ve tali politika gereği uygun görmüşlerdir. Bu noktada komünistlerin kafası son derece açık ve berrak olmasına karşın amaç ve ilkeler, strateji ve taktikler, somut ve günceldeki bazı pratik politikalar ve izlenen çizgiler üzerine tabi ki çeşitli tartışmalarda sürdürülmektedir. Öncelikle bu tür tartışmaların olması son derece doğal ve gereklidir de. Çünkü demokratik merkeziyetçilik temelinde parti içi iki çizgi mücadelesi gerçekliği, Maoist Parti ile anti-Maoist Partileri birbirinden ayıran önemli bir ayraçtır. Ancak izlediğimiz ve gerçekleştirdiğimiz bazı çizgiler ve pratik politikalarımızı bu tartışmalar ekseninde yürütürken, doğru yanlış temelinde doğru anlayış ve pratiklerimiz kadar bazı anlayış hataları ve yanlış pratikler içerisinde olduğumuz da tartışıla-

rak çeşitli sentezlere ulaşılacaktır. Komünistlerin amaçları ve ilkeleri nedir? Amaçlar, azami-nihai program olarak komünizm ve ona ulaşmada Türkiye-Kuzey Kürdistan’da Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ise asgari programıdır. Gerek legal ve demokratik gerekse de illegal olarak sınıf mücadelesinin çeşitli alanlarında bu asgari ve azami amaçlar için bir mücadeleyi kendilerine rehber edinirler. Ve yine komünistler, ilke olarak illegal ve parlamento dışı mücadeleyi esas alıp bunun icrası için bir faaliyet içerisinde bulunurken, özellikle dolaylı ve tali mücadele alanlarından legal ve demokratik alan faaliyetlerinde de bu durumu gözeterek buna göre hareket ederler. Bu temelde Sosyalist Halk Savaşı stratejimize hizmet etmesi bağlamında diğer bütün mücadele araç ve yöntemleri kullanmayı da öngörürler. Evet, legal-yasal ya da demokratik alan çalışmalarında biz komünistler prensip olarak siyasi ve ideolojik görüşlerimizi ve tezlerimizi açıklamaktan da geri durmadığımız gibi aksine bunları sürekli açıklayarak güncellemeyi de önemli görevlerimiz arasında sayarız. Ancak taktik politikalar adına ortaya konan, izlenen teorik-pratik çizgi ve yönelimlerimizin strateji ve amaçlarımızı aşındırmasına ya da stratejimizi yemesine karşı da dikkatli ve hassas olmak durumundayız. Biz komünistler olarak tabi ki "nasıl olsa taktik politikadır, köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı diyebiliriz" gibi strateji, amaç ve ilkelerimizi yiyip bitirecek taktik politika ve pratikler içerisinde olamayacağımız ya da bu şekilde bir yaklaşımda bulunamayacağımız da bilinmelidir. Dolayısıyla sömürücü ve zulümkar düzen içi-sistem sınırları kapsamında legal ve demokratik alan çalışmalarında tekçi faşist konsept ve dayatmalar karşısında da son derece hassas ve deyim yerindeyse "uysal bireyler" olarak hareket edemeyiz. Tam aksine düzen sınırlarını da aşan radikal-militan devrimci bir faaliyet içerisinde olmamız asla küçümsenecek bir olgu olarak görülemez ve değerlendirilemez. Maoist komünistler 3. Kongreleriyle çok doğru olarak özetledikleri gibi her bir millet, dil, inanç, tarih, felsefe, düşünce imtiyazı ve tekeline karşı demokratik, özgür bir yaşam ve toplumu kabul ederler ve aynı zamanda bunun için mücadele yürüttüler. Tekçi faşizmin özellikle 12 Eylül cuntasıyla da iyice yoğrularak pekiştirilen konsepti ve dayatılan uygulamalarına karşı biat etmeden militan çizgi ve duruş aslolan görevlerimiz arasındadır. Tekçi faşist T.C. gerçekliğinin önümüze koyduğu barajların aşılması da ancak bu bilinç ve pratik tutumla başarılacaktır. Geçmiş tarihsel tecrübelerimizden, hata ve eksikliklerimizden doğru ve bilimsel dersler çıkaralım derken elbette bizzat tarihimizin son derece hala doğru teorik ve pratik politikalarını da sürdürme kararlılığını göstermek durumundayız. Asla unutulmamalıdır ki tekçi faşizm referanslı tek millet, tek bayrak, tek dil, tek inanç, tek vatan, tek devlet şeklinde T.C.’nin bekasına karşı legal ya da illegal, parlamenter ya da parlamento dışı bütün mücadele alanlarında militan devrimci çizgi ve pratik politikalar, temel görevlerimiz arasındadır ve ötelenemezler. Komünist önder İbrahim’den bugüne politik iktidar mücadelesi perspektifli radikalmilitan devrimci çizgi ve yönelimde ısrar ederek ilerleyelim.


04

güncel haber

Girê Sipî IŞİD'den temizlendi YPG/YPJ güçleri Girê Sipî'nin kent merkezini IŞİD'den temizledi. YPG/YPJ, IŞİD'in merkezi olarak bilinen Rakka'nın merkezine de oldukça yaklaştı. Ayrıca Girê Sipî'nin güneyinde yer alan stratejik öneme sahip Ayn İsa kasabası da IŞİD'den temizlendi. Operasyonlar da ise MLKP savaşçısı Halil Aksakal (Mazlum Aktaş) ölümsüzleşti

IŞİD ağır yenilgiler ve darbeler almaya devam ediyor. Önce Kobanê'ye ardından Heseke'ye saldıran IŞİD burada aldığı darbelerin ardından bu kez de Rakka'ya bağlı Girê Sipî'yi kaybetti. Rakka IŞİD'in merkezi olarak kabul ediliyor. YPG/YPJ güçleri bir süre önce IŞİD'in saldırılarını kırmış ve Girê Sipî'ye ( Tel Abyad) doğru ilerleyişe geçmişti. 6 Mayıs'ta başlayan 'Komutan Rubar Qamışlo hamlesi' kapsamında günler sonra YPG/YPJ güçleri Girê Sipî'yi tümüyle IŞİD'den temizledi. Girê Sipî'ye 16 Haziran'da YPG bayrakları asıldı. YPG/YPJ güçlerinin Girê Sipî'yi ele geçirmesiyle birlikte Cizire ve Kobanê Kantonları da birleşmiş oldu. YPG/YPJ güçleri Girê Sipî'nin ardından ilerleyişini sürdürdü. Girê Sipî'nin merkezinin kurtarılmasının ardından Rakka'nın kuzeyinde bulunan ve stratejik önemi bulunan 93. Alay ve hemen ardından Ayn İsa kasabası YPG/YPJ güçlerinin kontrolü altına geçti. Burada yapılan tüm operasyonlara ve çatışmalara Burkan El-Fırat güçleri de katılırken, IŞİD'lilerin terk ettikleri bölgelere çok sayıda mayın tuzakladığı da biliniyor.

IŞİD'den Kobanê'ye saldırı Aldığı ağır yenilgilerin ardından moral üstünlüğünü kaybeden IŞİD, yeniden toparlanabilmek için Kobanê'ye saldırı düzenledi. Kobanê kent merkezine araçlarla giren IŞİD'liler sivil katliamına girişti. IŞİD'lilerin gördükleri tüm sivilleri katlettiği belirtilirken, katliamda en az 230 Kobanê'li hayatını kaybetti. IŞİD'lilerin ayrıca bombalı saldırıda bulunduğu da açıklandı. Halka dönük intihar saldırısı düzenleyen IŞİD, birçok çocuğu da katlederken, sivilleri rehine olarak tuttu. Saldırı sabah 05.00 sıralarında düzenlendi. Yaralılar Suruç Devlet Hastanesi ve Urfa kent merkezindeki hastanelere taşındı. İki günün ardından ise IŞİD'lilerin ellerindeki siviller YPG/YPJ ve Asayiş güçlerince kurtarıldı. Ardından IŞİD'lilerin saklandıkları bina patlatılarak

IŞİD'liler öldürüldü. IŞİD'e yakın siteler ise sivil katliamını "YPG'liler öldürüldü" olarak açıkladı.

MLKP savaşçısı Aksakal ölümsüzleşti Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP) savaşçısı Halil Aksakal (Mazlum Aktaş), Girê Spî'nin kurtarılması operasyonu sırasında şehit düştü. MLKP Rojava, "Til Abyad'ı özgürleştirme hamlesine katılan Arap savaşçı Mazlum Aktaş, 18 Haziran'da Siluk'ta ölümsüzleşti" dedi. MLKP Rojava açıklamasında; "Şehit Rubar hamlesi kapsamında gerçekleştirilen Til Abyad-Grê Spî'yi faşist DAİŞ çetelerinden temizleme operasyonuna Enternasyonal Özgürlük Taburu'yla birlikte katılan partimizin Arap ulusuna mensup savaşçısı Mazlum Aktaş, 18 Haziran günü Siluk'un güneyinde şehit düştü. Başta Arap Alevileri olmak üzere, şehidimizin ailesinin ve tüm halklarımızın başı sağ olsun." dedi.

Şehid Mâ Biymût! Antakya doğumlu Halil Aksakal, Serinyol mahallesi girişinde karşılanan cenaze HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, Adana HDP Milletvekili Meral Danış Bektaş ve ESP Genel Başkanı Sultan Ulusoy’un katılımıyla konvoyla Harbiye’ye götürüldü. Cenaze töreni için Harbiye Ali İsmail Kormaz Bulvarı'nda toplanan kitle sloganlar, zılgıtlar ve alkışlarla Halil Aksakal’ı karşıladı. Törene binler katıldı Ali İsmail Korkmaz Bulvarı'ndan (Hidro Tesisleri Önü) başlayan yürüyüş Halil Aksakal’ın evine, oradan da “Şehid Mâ Biymût”, “Şehid Namırın”, “Halil Yoldaş Ölümsüzdür”, “Yaşasın Devrimci Dayanışma”, “Biji Berxwedana Kobanê”, “Halil yoldaş yaşıyor, komünistler savaşıyor” sloganları eşliğinde Kariyer mezarlığına götürüldü. Mezarlıkta yapılan saygı duruşunun ardından cenazeye katılan HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ bir konuşma yaptı. “ Ortadoğu’da barbarlığa karşı verilen savaşa birliktelik verilmelidir” diyen Yüksekdağ konuşmasında, yapılan katliamların hesabının büyük insanlık tarafından sorulacağını kaydetti. Yüksekdağ konuşmasını ,“Halil yoldaş sadece anılarımızda değil mücadelemizde yer alacak şimdi esas görev bizde; onun savaşını bayrağını biz yükselteceğiz” sözleriyle sonlandırdı. Binlerce kişinin katıldığı cenazeye Gezi Şehit aileleri, Rojava Şehidi Bedrettin Akdeniz’in ailesi ve Ali Aktaş’ın ailesinin yanı sıra DHF’nin de aralarında olduğu çok sayıda devrimci, demokratik, yurtsever kurum katıldı.

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Hukuk katliamı Kobanê eylemleri sırasında linç edilerek katledilen Ekrem Kaçaroğlu’nun babasına “polise direnme ve darp” suçundan soruşturma başlatıldı. Gezi Ayaklanması sırasında katledilen Mehmet Ayvalıtaş davasında ise, mahkeme, avukatların olay yerinde keşif yapılması talebini kabul etti Katledeni değil katliamı protesto edenlere saldırmayı kendine gelenek edinen faşist T.C. devleti, açtığı soruşturmalarla ve uyguladığı gözaltılarla aymazlık politikalarını devam ettiriyor. Toplumsal muhalefeti sindirmek ve bastırmak adına yaptığı katliamları dahi ‘yasallaştıran’ devlet, toplumu terörize ederek asıl ‘terör örgütünün’ kendisi olduğunu bir kez daha açıkça gösteriyor. Medyasıyla, yargısıyla, ordusuyla, halka açıkça saldırmaktan çekinmeyen devlet, AKP iktidarıyla bu katliamcı geleneğini bir üst düzeye çıkarmayı da ihmal etmedi. Gerici yapılarıyla, yeni yeni piyonlarıyla katliamlarını ve linç kültürünü kendi tabanına da yediren AKP iktidarı, toplumu kutuplaştırarak halkları birbirine kırdırmayı hedefliyor. Ancak bütün bu katliamlarına, tutuklamalarına ve saldırılarına karşın AKP iktidarı ve gerici yapılanmaları halkın adaletinden kaçamayacak.

Kaçaroğlu katledildi babasına soruşturma açıldı İzmir’de Kobanê eylemleri sırasında linç edildikten sonra başından vurularak katledilen Ekrem Kaçaroğlu’nun babası Bedrettin Kaçaroğlu hakkında ‘polise direnme ve darp’ iddiasıyla soruşturma açıldı. Irkçı, faşist bir grup tarafından oğlunun dövüldüğünü gören Bedrettin Kaçaroğlu eline aldığı bir taşla karşısına çıkan kişiye vurdu. Sonradan polis olduğu anlaşılan sivil kişinin, baba Kaçaroğlu hakkında şikayetçi olduğu öğrenildi. Olayın ardından Terörle Mücadele Şubesi’ne çağrılan Kaçaroğlu hakkında ‘polise direnme ve darp’ iddiasıyla soruşturma açıldığını öğrendi. Soruşturma hakkında konuşan baba Kaçaroğlu şunları söyledi: "Ekrem yere düştükten sonra ben de kurtarmak için gittim. Yerde, 30 insan tarafından sopa, tekme ve taşlarla linç ediliyordu. Ben de linç edildim. Bırakmıyorlardı ki çocuğuma sahip çıkayım. O arada ben de birisine vurmu-

şum. Vurduğum kişinin polis olduğunu bilmiyordum. Çünkü sivil kıyafetliydi. Eğer polis ise neden Ekrem'e sahip çıkmıyor, çocuğu kurtarmıyor? Benim suçum yok. Yedi ay sonra hakkımda soruşturma açıldı. Bizi korkutmak mı, sindirmek mi istiyorlar; bilemiyorum. Ekrem'i vuranlar kurtulur, ben ceza alırım belki."

‘İnsanlar ölmesin diye Ekrem öldü’ Ayrıca 23 Haziran’da görülen Ekrem Kaçaroğlu’nun linç edilerek katledilmesiyle ilgili olarak açılan davanın ikinci duruşmasında sanıklar hakkında tutuklama kararı çıkmadı. Avukatlar soruşturmanın eksik yürütüldüğünü ve delillerin karartılmak istendiğini söyledi. İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davanın ikinci duruşmasına Kaçaroğlu'nun ailesi ve HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü katıldı. Duruşma öncesinde Bayraklı Adliyesi önünde gerçekleştirilen basın açıklamasında sık sık "Şehit namırın", "Ekrem yoldaş ölümsüzdür” sloganları atılırken Kaçaroğlu’nun babası Bedreddin Kaçaroğlu "İnsanlar ölmesin diye Ekrem öldü” dedi. “Kasten adam öldürme’ suçundan müebbet hapis cezası istemiyle tutuksuz yargılanan sanıklar Murat K., Suat D., Kubilay A., Reşit A. duruşmaya katılmazken Kaçaroğlu'nun avukatları sanıkların tutuklanmasını talep etti. Sanık avukatlarıysa sanıkların adli kontrol gereklerini yerine getirerek her hafta karakola gidip imza verdiği için tutuklanma taleplerinin reddedilmesini istedi. Mahkeme Başkanı Nilüfer Öncel talebi kabul ederek sanıkların tutuklanma talebini reddetti. Öte yandan Kaçaroğlu'nun avukatlarından Avukat


05 sürüyor!

Nezahat Paşa Bayraktar, soruşturmanın eksiklerle dolu olduğunu kaydederek, görüntü kayıtları geldiğinde mahkemenin mahallinde keşif yapmasını talep etti. Kaçaroğlu'nun avukatları ayrıca ortaya çıkan görüntülerde çok sayıda kişinin Ekrem Kaçaroğlu'nu linç ettiğini belirterek, linçe katılan herkesin dosyada olması gerektiğini vurguladı. Avukatlar kamera kayıtlarını halen ulaştırılmamasının, Ekrem Kaçaroğlu'na ait kıyafetlerin ortada olmamasının delillerin karartıldığı şüphelerini arttırdığı değerlendirmesinde bulundu. Görüntü ve fotoğrafların karşılaştırılması için Ankara Jandarma Kriminal Laboratuvarı’na gönderilmesine karar veren mahkeme başkanı duruşmayı erteledi.

Mehmet Ayvalıtaş davasına keşif kararı Gezi ayaklanması sırasında 1 Mayıs Mahallesi’nde araba çarpması sonucu yaşamını yitiren Mehmet Ayvalıtaş’ın davası ise Kartal Anadolu Adliyesi’nde görüldü. Duruşmaya "Taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olmak" suçlarından 3 yıldan 15 yıla kadar hapis istemiyle tutuksuz yargılanan sanıklardan Mehmet Görkem Demirbaş ve avukatı katıldı. Tutuksuz sanık Cengiz Aktaş ise ilk kez mahkemeye katıldı. Duruşma, mahkeme heyetinin Mobese görüntülerinin montaj olmadığının ifade edildiği adli tıp raporunu okumasıyla başladı. Davada konuşan tanık Mustafa Aydın, olayın kasıtlı bir cinayet olduğunu belirtti. Aydın, "Yağışsız hava ve araçların dörtlüleri yakarak insanların gürültü çıkarmasına rağmen, bilinçli olarak çocuklara çarpıp araçlarının altına aldılar" diye konuştu. Ayvalıtaş ailesinin avukatı Ömer Kavilli ise olay yerinde keşif yapılması talepleriyle bilirkişi heyetinin belirlenmesini istedi. Avukatların talebi üzerine mahkeme 14 Ekim 2015’te 13.30'da keşif yapılmasına karar verdi. Duruşma 11 Kasım 09.30'a ertelendi. Duruşma sonrası mahkeme önünde açıklama yapan baba Ali Ayvalıtaş keşif kararının çıkmasından kaynaklı duyduğu sevinci dile getirdi. Avukatların baskısıyla bu kararın çıktığını belirten Ayvalıtaş, "Umarım adalet gelecek" dedi.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

KOBANE ZAFERİNİ IŞİD ELİYLE KANA BOĞMAK İSTEYENLER KİM(LER)DİR

A

dı ister PYD olsun isterse PKK veya başka bir şey olsun, son tahlilde Kürtlerin bölgedeki IŞİD denen kara belaya diz çöktürdüğü sosyal pratikte görüldü. Yeni saldırı ve katliam denemeleri de Kürt odağı tarafından ezilecektir. IŞİD denilen karanın karası gerici hortlağın sadece Kürtler için değil, bölge halkları ve nihayetinde insanlık için bir tehdit ve katliamcı çete olduğu tartışma götürmez gerçektir. IŞİD, bölgedeki dengelerin ayarlanması ve hatta bölgenin yeni haritalara bölünmesi planlarıyla devreye sokulan emperyalist oyunun bir unsurundan başka bir şey değildir. "T.C." devletinin AKP iktidarı IŞİD’in arkasında durup onu beslese de, bölgede aleyhine gördüğü gelişmeler nedeniyle IŞİD’i her bakımdan finanse edip kendi emelleri doğrultusunda işbirliği yapsa da, IŞİD’in Kürt direnişi ve savaşı karşısında ezilmekten kurtulamayacağı açıktır. Kürtler IŞİD gericiliğine karşı ilerici savaşında ve somut olarak IŞİD’i geriletme pratikleriyle tarihi bir rol oynamış, kahramanlıklarla örülen muazzam bir direniş ortaya koymuştur. Bu sayededir ki, Kürtler kendi adına olmaktan öteye, başta bölge halkları olmak üzere tüm insanlık adına takdiri hak eden bir misyon oynamış ve aynı gerekçeyle dünya halklarının sempatisini hak ederek tüm meşruiyetini kanıtlamışlardır. Özellikle Kobanê direnişi ve zaferiyle IŞİD’in yayılmacı kara istilası somutta durdurulmuş, en azından bölge halkları açısından bir kurtuluş gücü olmuştur Kürtler. Kürtlerin IŞİD’e karşı zaferi IŞİD’in durdurulması ve yenilgiye uğratılmasının ön adımı ve işaret fişeği olmuştur. Bu bağlamda IŞİD’in tehdidi altındaki herkesin Kürtlere borçlu olduğu söylenebilir. Kobanê’de yazılan tarih, insanlık tarihinde hak ettiği yeri alacaktır. IŞİD’e karşı Kobanê’de kazanılan zafer Kürtler tarafından yazılsa da bu zafer insanlığa mal olan ya da insanlık adına kazanılmış bir zaferdir. Bugün Kobanê bir kez daha IŞİD’in katliam saldırılarına maruz kaldı. Bu saldırı da Kürtler tarafından bertaraf edilerek ezildi. Meselenin burasında her şey açıktır. Kürtlerin IŞİD’e karşı ilerici-devrimci zaferi, kuşku duyulmayı gerektirmeyecek kadar emin bir gerçektir. IŞİD Kürt kalelerini istila etme yeteneğinde değildir, Kürtlerin zulme karşı direniş yeteneği denenmiş pratik olarak güven verici başarı noktasındadır. Bunda bir kuşku yoktur. Ancak meselenin arka planı gerçekleştirilen katliam ve saldırı kadar önemlidir. Mesele Kürtlerin sergileyeceği direniş ve kahramanlık meselesi olsa bunda bir sorunun olmadığı açıktır. Fakat bu gericiliğin nereden beslendiği, tekrar tekrar denenen katliam saldırılarının arka planının ne olduğu görülmesi gereken temel meseledir. Buradaki bütün sorunun, olası bir Kürt devleti veya Kürtlerin elde edeceği statüde düğümlendiği alenidir. Bölgede değişik statüde muhtemel bir Kürt oluşumunun kurulması kimleri rahatsız etmektedir sorusu meselenin özüne gitmenin temel noktasıdır. IŞİD’in neden ve kimler tarafından desteklenip finanse edildiği, aynı zamanda yeni katliamlar gerçekleştirmesinin dayanakları, bu soruya verilecek yanıtla bir kez daha açığa çıkarılmış-çıkmış olacaktır. Bu arka planın açığa çıkarılması (ki, bu esasta açıktır da) gerçekleştirilen saldırı ve katliamlardan IŞİD ile birlikte kim(ler)in sorumlu olduğunu ortaya koyma açısından önemlidir. Erdoğan "T.C." devletinin Cumhurbaşkanı olarak, yanımızda bir devlet oluşumuna ne pahasına olursa olsun izin vermeyeceğiz, Kürt koridoruna izin

vermeyeceğiz şeklindeki açıklamasıyla bu soruya yanıt vermiş durumdadır. Kürt coğrafyasında bir Kürt devleti veya Kürtlerin kendi topraklarında elde edeceği herhangi bir statünün "T.C." devleti ve somut olarak da Erdoğan/AKP gericiliği tarafından hazmedilmediği tartışma götürmeyecek kadar alenidir. O halde bölgede muhtemel bir Kürt yönetiminin oluşumunu engellemek için "T.C." devletinin IŞİD’i kullandığı açıktır. Dolayısıyla IŞİD’in Kürtlere yönelik saldırı ve katliamlarının planlayıcısı da "T.C." devleti ve AKP/Erdoğan gericiliğidir. Kürtlerin maruz kaldığı katliam saldırılarından IŞİD ile birlikte işbirliği yapan "T.C." devleti doğrudan sorumludur. Aynı zamanda IŞİD’i bölge stratejileri uğruna kullanan emperyalist güçler sorumluluğun diğer asli unsurlarıdır. O halde Kobanê direnişi IŞİD’i ezerken, objektif olarak emperyalist gericilik ve "T.C." devleti gericiliğini de hedeflemek durumundadır. IŞİD’e karşı pratiğiyle fiilen bu gericilikleri de darbelemektedir. Kobanê zaferi Kürtler açısından önemli gelişmelerin eşiğidir de bir anlamda. İşte ırkçı faşist AKP iktidarının/"T.C." devletinin kana boğmak istediği bu zafer ve zaferin koşulladığı gelişmelerdir. Bugün yeniden girişilen katliam saldırısı ve yüzlerce sivilin katledilmesinin gerçek nedeni Kobanê zaferinin yolunu açtığı bölgedeki Kürt statüsünün kaçınılmaz gelişimi ve somutta girdiği rotadır. Tüm dünya iknadır ki IŞİD "T.C." devleti veya AKP iktidarı tarafından desteklenerek katliamlar gerçekleştirmesi için her bakımdan finanse edilip kullanılmaktadır. IŞİD’in bölgede oluşturduğu kaos ve katliam saldırganlığı, "T.C." devletinin işine gelmektedir. Çünkü bu ortamı fırsat sayarak bölgede muhtemel bir Kürt yönetimi veya statüsüne karşı duyduğu düşmanlığı IŞİD’in vesile olduğu kaos sayesinde sergileme olanağı bulacaktır. En azından böyle bir tasavvur içinde olduğu söylenebilir. IŞİD’in hem emperyalist proje olarak tanımlanıp hem de emperyalistlerin hedefi olma pozisyonu arasında esasta bir çelişki yoktur. Emperyalist strateji ve projeler tam da görünürde çelişki gibi yansıyan bu tablo ekseninde cereyan eder, etmektedir. Bölgede kaosun yaratılması; emperyalist müdahale ve stratejilerin hayata geçirilmesinin zeminini yaratmak içindir. Dolayısıyla emperyalist strateji temelinde bir kaos ve saldırganlık unsuru olarak ileri sürülen IŞİD, emperyalizmin (ve hatta "T.C." devletinin de) bölgeye müdahalesini meşrulaştırıp kurtarıcı rolüyle bölgede planlarını hayat geçirmenin unsuru olarak kullanılmakta, işlev görmektedir. Bu bakımdan hem emperyalist proje olup hem de emperyalizmin görünürdeki hedefi olma pozisyonu bir çelişki değil, emperyalist strateji ve oyunların bir derinliğidir. Dahası belli emperyalist güçlerin IŞİD’i desteklemesi, belli emperyalist güçlerin ise hedef olması son derece olağan olup emperyalistler arası denge ve çelişkilerin bölgedeki biçimlenişinin ürünüdür. Devrimci, demokratik ve sosyalist güçlerin Kobanê ve bölgedeki gelişmelere kayıtsız kalması düşünülemez. Yüzlerce sivilin katledildiği barbar saldırı, bölgede devreye sokulan ve sürdürülecek olan savaş kışkırtıcılığı ve faşist provokasyonların bir örneğidir. Bu provokasyonlar gündemde olacağı bilinmek durumundadır. Gericiliğin katliamcı saldırganlıklarına ve yayılmasına karşı olduğu gibi, faşist provokasyon ve katliamlara karşı devrimci savaşın geliştirilmesi sürecin en önemli görevleri arasındadır.


06

güncel haber

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Sivas ne ilk ne de son katliamdır Soykırımlar ve katliamlar, tekçi özel mülkiyet dünyası ve sistemlerinin bir devlet geleneğidir ve bu çizgi aynı şekilde bugünde sürmektedir. Bugünkü zulümkar katiller ecdatlarının torunları olarak, dünün çizgi ve siyasetinin devamcılarıdırlar Diğer bütün aylar gibi Temmuz ayı da SünniTürk İslam temelli T.C. devletince ötekileştirilen başta Aleviler olmak üzere toplumun ezilen ve sömürülen kesimleri, ilerici, demokratik, devrimci ve komünistleri açısından özel anlam ifade etmektedir. Evet, 2 Temmuz 1993’de Sivas’ta tekçi faşist T.C.’nin bizzat örgütleyip sivil faşist güçlerince gerçekleştirdiği katliam gerçekliği, aslında öteden beri bir devlet politikası olarak uygulananlardan sadece biridir. Yüzüncü yılına giren Asuri-Süryani ve Ermeni Soykırımı, çok daha önceleri çeşitli kırımlar eşliğinde yok etme politikaları, daha yakın tarihimizde Kürt kıyımları, Koçgiri, Dersim, Çorum, Maraş, Malatya katliamları ve daha kanın kurumadığı Lice ve Roboski katliamları bilinen ve yaşanan çok küçük ancak derin etkileri olan soykırım ve katliamlardan bazılarıdır. IŞİD’in 200’ü geçen ölü ve daha fazla yaralının olduğu Kobanê’de gerçekleştirdiği son katliamı ardındaki gerçekler ile tekçi faşist T.C.’nin gerek Türkiye-Kuzey Kürdistan gerekse de Ortadoğu’daki katliamlardaki suçluluk niteliği daha net anlaşılacaktır. Bilinir ki Türk hakim sınıflarının Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki Türk-İslam (Sünni) sentezli faşist niteliği diğer inanç gruplarına baskı karakterlidir. Ezilen inanç kesimlerine yönelik tekçilik ve ötekileştirme, inkar, baskı, şiddet ve katliam gerçekliği T.C. devletinin geçmişten bugüne egemen niteliğidir. Komünistler; Alevi, Hristiyan, Yahudi vd. tüm ezilen inançlara ve tabi ki inanmayanlara yönelik baskılara tam hak eşitliği ile meydan okumaktadırlar. Ve hiçbir inanca, mezhebe, dile, millete, inanmayana özel imtiyaz tanımayarak özgül programlarla ezilen inanç kesimlerinin “Türkiye Cumhuriyeti” devletine karşı meşru demokratik taleplerini destekler. Komünistler dine inanan ve inanmayanların özgürlüğünü savunur. Komünistlerin nezdinde herhangi bir ağaca ya da hayvana tapanla, tanrıya inanan ya da inanmayanlar arasındaki her türlü tekçilik ve imtiyazlı bir çizgi, anlayış ve pratik tutum olamaz. İşte 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Katliamına ilişkin özel savaş konseptinin bir unsuru olan dönemin başbakanı Tansu Çiller “Ne mutlu ki olaylara katılan hiç bir vatandaşımızın burnu kanamamıştır” diyerek aslında kana yeterince kana susamışlığını kanıtlar katil niyetini göstermiştir. Aynı niyeti ve özde hiç değişmeyen argümanlarıyla tekçi faşist Erdoğan’ın Roboski ve son Kobanê katliamlarına ilişkin dillendirdiklerini görüyoruz. Roboski’de katledilen Kürt emekçilerine “terörist” diyen, Kobanê’de IŞİD katliamı karşısında “Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devleti kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz,

IŞİD-Esad-PYD hepsi aynı” diyerek yanılsamalar eşliğinde niyetini deşifre etmesiyle aslında yüzyıllardır tekçi egemenlerin özde ve içerikte ideolojik politik çizgi ve yöneliminde bir değişiklik olmadığı görülmektedir. Nitekim yaşanan katliamların ardından uygulanan teorik pratik politikalar da bizzat katliamı destekleyici ve savunucu çizgiyle örtüşmektedir. Sivas katliamıyla ilgili sözde yargılananların avukatlığını yapanların, bizzat milletvekili ve devletin önemli kurumlarında yetkilerle ödüllendirildiğini görüyoruz. Tıpkı daha önceki Maraş katliamındaki katil Ökkeş Şendiller’in (adını daha sonra Ökkeş Kenger olarak değiştirmiştir) Milletvekili olarak ödüllendirilmesi gibi. Evet, 2 Temmuz 1993 Sivas katliamı sanıklarına yönelik zaman aşımından kaynaklı serbest bırakılanlara ilişkin tekçi faşist Erdoğan’ın “Milletimiz için hayırlı olsun” argümanları tekçi faşizm karakterli T.C. devlet gerçekliğinde esaslı bir değişikliğin olmadığı görülmektedir. Katliamdan yıllar sonra T.C. ordusundan bir subayın kontrgerilla olarak katliamın kendileri tarafından gerçekleştirdiklerini itiraf etmesine karşın bile devletin kılını kıpırdatmaması aslında her şeyi daha açık etmektedir. Zira bizzat katliamı gerçekleştiren tekçi faşist T.C.’nin kendisidir. Dün Asuri-Süryani, Ermeni soykırımı, Koçgiri, Dersim ve Kürt katliamları, Maraş, Çorum, Malatya, Sivas-Madımak katliamının asli organizatörü ve suçlusu olarak bizzat odağındamerkezinde yer alan T.C.’nin yukarıdan aşağıya tüm unsurları, bugün Roboski’de Kürtleri, Ortadoğu özgülünde Şengal’de Êzidîleri, Kobanê'de Kürtleri, Alevileri ve diğer ezilen ve sömürülen halkları katleden Cihatçı IŞİD faşistlerinin arkasında yer almaktadırlar. Hiç kuşkusuz ki bütün bu yaşanan somut ve nesnel gelişmeler, asla bir tesadüf ve kişisel bir mesele olarak telakki edilemezler. O halde ardında bizzat emperyalist kapitalist sömürü ve zulüm sistemi ve yönelimi söz konusudur. Ve onun tekçi emperyalist küresel hegemonyasının ideolojik politik çizgi ve pratik politikaları yatmaktadır. Soykırımlar ve katliamlar, tekçi özel mülkiyet dünyası ve sistemlerinin bir devlet geleneğidir ve bu çizgi aynı şekilde bugünde sürmektedir. Bugünkü zulümkar katiller ecdatlarının torunları olarak, dünün çizgi ve siyasetinin devamcılarıdırlar. Selçukludan Osmanlıya, oradan Kemalist T.C.’ye ve bugünlere uzanan devlet gerçeklikleri bu şekildedir. Aynı paradigmanın birer parçaları ve bileşenleri olarak bugün de ecdatlarına bağlılık yeminleriyle katliamlar ve kırımlar gerçekleştirmektedirler. 2 Temmuz 1993 Sivas katliamının 22. yılında kör karanlığa karşı bedenleriyle ışık olarak canlarını verenler ölümsüzleşmişlerdir. Tekçi faşist T.C.’nin Sivas’ta, bugünde Kobanê’de bizzat suç ortağı ya da partneri IŞİD’in son katliamlarını nefretle kınıyor ve Sivas-Kobanê düzleminde katledilenler özgülünde tüm ezilen ve sömürülerin anısı önünde bir kere daha eğiliyoruz. Zalimin zulmüne karşı bizzat onun iktidarını da alaşağı edecek devrimci savaşı yükselterek üstüne üstüne yürüyelim.

Hapishanelerde hak gaspları devam ediyor Hapishanelerde tutuklu ve hükümlülere yönelik sistematik hale gelen baskı ve tecrit uygulamaları artarak sürüyor. Silivri Hapishanesi ve Bakırköy Kadın Hapishanesinde siyasi tutsaklara yönelik kurallar adı altında sistematik işkence uygulandı DHF'lilere yönelik devlet baskısının ardı arkası kesilmiyor. Seçim sürecinde yoğun baskılara maruz kalan DHF üyelerinin bir kısmı keyfi bir şekilde tutuldukları hapishanelerde çeşitli baskılara maruz kalıyorlar. DHF'nin hak ve özgürlükler için verdiği mücadeleden rahatsız olan Türk devleti kendi yasalarını da hiçe sayarak belirli aralıklarla DHF üyelerine yönelik gözaltı ve tutuklama saldırıları gerçekleştirdi. Devlet, bu saldırılarına seçim sürecinde daha hız verdi. DHF'nin örgütçülüğü ve kitleleri mücadele alanlarına çekmesi faşist devlet kurumlarının hedefi haline geldi. Dersim'de gerici faşist örgütlemelere karşı aktif mücadele yürüten DHF üyelerinin birçoğu tutuklanarak hapishanelere konuldu. DHF Dersim Belediye Başkanı adayı Murat Kur'un da aralarında bulunduğu bu tutsaklar halen çeşitli hapishanelerde tutuklu. Dersim'deki saldırılardan sonra benzer saldırılar başta İstanbul, İzmir, Ankara olmak üzere birçok ilde hayata geçirildi. Fakat tüm bu saldırılara rağmen ne DHF faaliyeti

durdu ne de hak ve özgürlükler mücadelesinden geri adım atıldı. DHF'li tutsaklar dışarıda verdikleri kararlı mücadeleye hapishanelerde devam ediyorlar.

DHF’li tutsaklara ‘çıplak arama’ işkencesi Silivri L Tipi Hapishanesi’nde tutsak olan DHF’li Çağlar Fakir ve Akın Odabaş’a hapishane yönetimi tarafından çıplak arama dayatması yapıldı.27 Mayıs’ta uydurma fezlekelerle gözaltına alınan ve çıkarıldıkları mahkemece tutuklanarak Silivri L Tipi Hapishanesi’ne gönderilen DHF’li tutsaklar Akın Odabaş ve Çağlar Fakir hapishane yönetimi tarafından çıplak arama işkencesine maruz bırakıldı. Gardiyanların ve hapishane yönetiminin fiziki ve psikolojik şiddetine maruz kalan tutsaklardan Çağlar Fakir’e ayrıca yemek yemesi için masa da verilmedi. Bunun üzerine DHF’li tutsaklar saldırıları protesto etti.

Bakırköy Kadın Hapishanesi'nde gergin bekleyiş Devlet hapishanelerde tutulan devrimci tutsaklara yönelik hep saldırı pozisyonundadır. Saldırı denilince ilk aklımıza fiziki saldırı geliyor. Oysa hapishanelerde saldırının bin bir çeşidi var. Devrimci tutsakları yıpratmak ve direncini kırmak için bir dikiş iğnesini dahi baskının bir aracı olarak ele almasını biliyorlar. Sürgün sevkler devletin hapishanelerde baskı aracı olarak uygulamaya koyduğu politikalardan biridir. Bakırköy Kadın Hapishanesi'nde kalan kadın tutsakların çeşitli illere zorla sevk


01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

07

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

KÜRT ULUSAL SORUNU VE DEVRİMCİ SINIF TAVRI

K

yapılacağı yönünde haberler yayılmaktadır. Bu haberlerin doğruluğu yanlışlığı bir tarafa, ortada var olan bir baskının olduğu bir gerçek. Günlerdir hapishane önünde nöbet tutan TAYAD'lı ailelere yönelik bir açıklamanın yapılmaması, aynı şekilde kadın tutsaklara bilgi verilmemesi bir takım oyunların sahneye konulacağını gösteriyor. Özgür Gündem’in haberine göre; kentsel dönüşüm adı altında inşaat baronlarını palazlandıran AKP şimdi de gözünü şehrin merkezindeki hapibhanelere çevirdi. Bakırköy L Tipi Kadın Kapalı Hapishanesi’nin bu amaçla inşaatçı Ali Ağaoğlu’na satıldığı ve tutsakların sırayla Silivri’ye sürgün edileceği belirtiliyor. Konuya ilişkin bir açıklama yapan Özgürlükçü Hukukçular Derneği İstanbul Şube Eşbaşkanı Avukat Banu Güveren tutuklularla yaptıkları görüşmelerde yeni açılan Silivri 9 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde siyasi tutuklular arası diyalogu kesmek ve tecridi derinleştirmek için özel uygulamaların devreye sokulduğunu öğrendiklerini dile getirdi. Güveren "Siyasi tutukluların kaldıkları blokların arasına iletişimi kesmek için Hizbullah hükümlülerinin ya da son paralel yapı operasyonunda tutuklanan polislerin yerleştirildiğini söyledi. HDP Milletvekili Pervin Buldan’ın geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanlığı ile bir görüşme yaptığını ve bakanlık yetkilileri tarafından olası bir sevkin söz konusu olmadığı yönünde bir açıklama yapıldığını belirten Güveren, “Fakat bu son dönemlerde yaptıkları ile çelişen bir durum. Sevki yapıyor, hatta haber vermeden yapıyor” diye konuştu.

Bir hasta tutsak daha yaşamını yitirdi Hasta tutsaklar sorunu tüm yakıcılığıyla orta yerde duruyor. AKP hükümeti ise bu sorunu kirli bir pazarlığın parçası olarak elinde tutuyor. Bu konuda Adli Tıp Kurumu'nun karalarının ardına gizlenecek kadar da acizlikler içinde. Oysa ATK'nın gerek Hipokrat Yemini'ne gerekse hekimlik etiğine yakışır kararlar veremeyeceği gerçekleşen onlarca ölümlerle ayyuka çıktı. Her defasında hapishane koşullarının tutsakların tedavi edilmesine uygun olduğuna yönelik kararlar veririler. Bu karaların faşizan uygulamaların bir parçası haline geldiğini Rıza Kazıcı'nın ölümüyle bir kez daha gözler önüne serildi. Kocaeli T Tipi Hapishanesi'nde tutuklu bulunan Kazıcı'nın, yaşadığı bağırsak sorunu nedeniyle bir süre önce ameliyat geçirdiği ve tekrar kaldığı hapishaneye getirildi. Kazıcı'nın hapishane koşulları içerisinde enfeksiyon kaptığı belirtildi. Enfeksiyon kapması üzerine yaklaşık 2 ay önce kaldırıldığı Körfez Marmara Hastanesi'nde tedavi altına alınan Kazıcı, 15 Haziran günü hayatını kaybetti. İHD'nin Adalet Bakanlığı'na sunmuş olduğu rapora göre 23 tutsağın sağlık sorunun çok ileri bir safada olduğuna dikkat çekiliyor. Kurum tarafından hazırlanan rapor Adalet Bakanlığı, TBMM ve demokratik kitle örgütlerine gönderilirken, raporda tutsakların doktor ve ilaç sorununa vurgu yapıldı. Raporda, “170’i siyasi 788’i adli olmak üzere toplam 958 hasta mahpus bulunan hapishanelerde toplam 170 siyasi tutuklu var. Hasta mahpuslardan 23’ünün durumu ağır” olduğu tespitine yer verildi.

≫ refik demir

ürt ulusal sorunu ya da Kürdistan sorunu coğrafyamızın önemli başlıca çelişkilerinden biri olma özelliğini korumaktadır. Öyle ki, ülke siyasal gündemini ve denklemlerini etkileyen/etkileyecek politik bir etkiye sahiptir. 7 Haziran Genel Seçimi sonuçlarına baktığımızda bu politik etkiyi rahatça görebiliriz. Özellikle son bir yıllık süreçte Kürt Ulusal Hareketi'nin Rojava, Şengal ve Kobanê’de elde ettiği politik kazanımlar sınırları aşarak dünyanın gündemine oturmuş ve Kürt Ulusal Hareketi'ne önemli bir meşruiyet kazandırarak sempati oluşturmuştur. (Meşruiyet meselesini geniş kitleler ve farklı toplumsal dinamikler açısından belirtiyoruz, yoksa bizler açısından Kürt Ulusal Hareketi'nin yürütmüş olduğu mücadele tartışmaya yer bırakmayacak kadar meşrudur zaten) Özellikle Kobanê’de yaratılan destansı direniş dünya halklarına mal olmuş ve dünya halkları açısından bir umut haline dönüşmüştür. Bu politik gerçeklikten kaynaklı, dünyanın onlarca yerinden yüzlerce insan Kobanê’ye akarak umudu büyütmüş ve enternasyonal bir bilinç yaratmıştır. Kobanê’de yaratılan destansı direniş ve elde edilen somut politik kazanımlar Türk devleti başta olmak üzere, bölge gericiliği ve emperyalist güçlerin planlarını altüst ederek Ortadoğu'daki siyasal dengeleri önemli oranda etkilemiştir. Bu süreçte özellikle sözüm ona bazı "enternasyonal işçi devrimcileri" ve hakim ulus milliyetçiliğinden kopamayan kimi sosyal şoven akımlar, ki zaman zaman zayıfta olsa saflarımızda da ortaya çıkan bu yaklaşımlar, Kürt Ulusal Hareketi'nin bu süreçte ortaya koyduğu bazı taktik politikaları, emperyalist güçler ve bölge devletlerinin kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanma siyasetini ve son noktada koalisyon güçlerinin YPG’ye silah vb. yardımlarda bulunmak zorunda kalmasını eleştirerek ezilen Kürt ulusunun onurlu mücadelesini farklı noktalarda tanımlamaya kadar götürmüşlerdir. Bu iflah olmaz "enternasyonal devrimcilerin" ve sosyal şovenlerin dün olduğu gibi bugünde ezilenlerin haklı ve şanlı kavgasının karşısında hiçbir hükmü yoktur ve bundan sonrada olmayacaktır. Hiç bir eleştiri ve politik kaygı ezilen Kürt ulusunun Rojava’da, Şengal’de ve Kobanê’de ortaya koyduğu destansı direnişi ve meşruluğu gölgeleyemez. Maoist komünistler hiçbir kaygıya kapılmadan kendi bağımsız siyasal çizgisi ve sosyalist çözüm programıyla sahnede yer alarak ezilen Kürt ulusunun meşru ve demokratik mücadelesinin kayıtsız şartsız yanında olmalıdırlar. Bu bayatlamış küflü yaklaşımlara ve saldırılara karşı Maoist komünistler komünist önder Kaypakkaya’nın çığır açan bilimsel sosyalist çizgisiyle en önde ve herkesten önce meydan okumalıdır. Tabi ki Kürt Ulusal Hareketi'nin ideolojik ve politik anlamda devrimci eleştirisinin kesinkes yürütülmesi devrimci bir görev ve zorunluluktur. Bu proleter devrimci yaklaşım ötelenerek ya da rafa kaldırılarak Kürt Ulusal Hareketi ile oluşturulan bir ilişkilenme siyasetini Maoist komünistler olarak şimdiye kadar ret ettik ve bundan sonrada ret edeceğiz. Keskin ideolojik mücadeleyi asla yadsımadan Kürt Ulusal Hareketi ile devrimci temelde ilişkilenmek ve bir araya gelmek olması gereken doğru devrimci politikadır ki Maoist komünistler bu doğru perspektif ile hareket etmektedirler. Kürt Ulusal Hareketi'nin demokratik ve meşru yanının içeriğini ve bu düzlemde hiçbir politik kaygıya kapılmadan ilişkilenmeyi asla yadsımadan, Kürt Ulusal Hareketi'nin bütünlüklü ideolojik ve siyasal paradigması devrimci eleştirilerimizin hedefi olmaktan asla çıkmayacaktır. Özellikle Öcalan'ın formüle ettiği ve siyasal anlamda önemli bir etki alanı oluşturan ve esası Post-Marksist eksen üzerinden biçimlenen, sınıflar arası uzlaşmaz çelişkinin ve çatışmanın reddi, silahlı savaşım ve zorun reddi, devrimci iktidarın reddi, ulusların kendi kaderini tayin hakkının reddi, İslam kardeşliği, Kemalizm ve Misak-ı Millî’nin meşruluğu ve bu temel meselelere bağlı olarak biçimlenen onlarca ideolojik ve politik mesele ile ideolojik anlamda asla ve asla uzlaşmayacağımız ve keskin ayrım çizgilerimiz olarak her daim müdafaa edeceğimiz kırmızıçizgilerimiz olacaklardır. Yukarıda kısaca altını çizmeye çalıştığımız ideolojik ve politik yaklaşımlar doğrultusunda Kürt ulusal meselesi ile politik bir ilişkileniş ve tavır geliştirmek doğru olan proleter sınıf bakış açısıdır. Maoist komünistlerin Kürt ulusal sorunundaki çözüm perspektifi ve ideolojik alandaki ayrım çizgileri bu referanslar üzerinden biçimlenmektedir. Maoist komünistler sosyalist çözüm projesi ve bu eksen zemininde öngörülen birleşik sosyalist Kürdistan şiarı ile sahnede yer almalıdırlar ve alacaklardır.


08

emek haber

Efendilerin yoksullukla imtihanı! Ramazan ayı boyunca yapılan harcamalar oldukça önemli miktarlara ulaşmış durumda. Sadelikten uzak, gösteriş ve şatafatın ön planda tutulduğu, lüks sofralar eşliğinde yapılan bir ibadetten bahsediyoruz. Bu durum ise en çok AKP döneminde ön plana çıkmıştır Dünya üzerinde açlık ve yoksulluk, sömürü ve zulüm milyarlarca insanın yaşamını çekilmez halde sürdürmelerine sebep oluyor. Emperyalist-kapitalist sistemin bin bir türlü araç ve yöntemle ezilen dünya halklarına karşı uyguladıkları bu sömürü ve zulüm düzeninde din olgusu da özel bir yerde duruyor. Din konusu yüzyıllardır tartışıla gelen bir mesele aslında. Günümüzde ise dünyanın hiçbir yerinde din meselesi kişisel bir inanç derekesine indirgenip değerlendirilecek bir pozisyonda değil. Özellikle TürkiyeKuzey Kürdistan ve benzeri sosyo-kültürel yapılara sahip coğrafyalarda bu konu daha bir önem arz etmektedir. Hakim sınıflar geniş kitlelerin dini inançlarını sömürerek kendi gerici iktidarlarının çıkarları için kullanmaktadırlar. Bu durum şimdiye değin birçok yönüyle ispatlanmış olsa da hala milyonlarca insan bu kandırmacanın ve iktidar oyunlarının farkında değil. Böylesine bir gerçekliğe en uygun örneklerden birisi ise kuşkusuz gerici-faşist AKP iktidarıdır. Başta faşist Erdoğan olmak üzere AKP kadroları ve bu kadroların neredeyse bütün hısım-akraba çevreleri AKP iktidarı döneminde, halktan çalınan, sömürü ve zulüm düzeniyle sağladıkları paralarla palazlandıkça palazlandılar. Hatırlanacağı üzere AKP, hükümet koltuğuna oturduğu ilk yıllarda özellikle “yolsuzluk ve yoksullukla mücadele” vaatleriyle geniş kitleler tarafından benimsenmiş ve uzun yıllar büyük destek görmüştü (sebepleri farklılaşıp değişse de AKP’ye olan destek önemli ölçüde devam etmektedir). AKP’nin bu alanlara yaptığı özel vurgular esas olarak kendi gerici çıkarlarını el altından sürdürmenin makyajıydı. Bazı aklı evvel solcularımız ve liberal kafaların iddia ettiği gibi, AKP, son birkaç yıl içerisinde böyle bir yönelime girmemiştir. Bilakis AKP’nin kurulmasından çok öncelere dayanan ve özellikle belediyeler üzerinden sağlanan trilyonlarca vurgunlar söz konusudur. Son zamanlarda yaşananlar ise hakim sınıf kliklerinin ve AKP’yi oluşturan çeşitli cemaat güçlerinin kendi aralarındaki çıkar çatışması neticesi ortaya dökülen belge ve bilgilerdir. AKP’nin ustalıkla kullandığı şey ise tüm bu vurgun, soygun ve talanların neredeyse tümünü, sürekli bir yoksulluk-garibanlık edebiyatı üzerine bina etmesidir. Bu noktada özellikle milyonların dini düşünceleri alçakça bir şekilde kullanılıp önemli bir manipülasyon

malzemesi haline getirilmekte. “T.C.” devleti kuruluşundan itibaren din meselesine özel bir önem vermiş ve gerici iktidarını sürdürmenin önemli araçlarından biri haline getirmiştir bu alanı. Kuruluşundan itibaren sürekli vurgusu yapılan sözde “laiklik” meselesi ise koca bir yalandan ibarettir. Ki “T.C.”nin kuruluş kodlarından Türk-İslam sentezi, ana kolonlardan biridir. On yıllardır değişikliğe uğrayan şey ise bazı dönemlerde Türklüğün bazı dönemlerde ise İslam’ın ön planda tutulmasıdır. Tüm bu gerçeklikleri görmek için çok uzaklara gitmeye gerek yok. Malum Ramazan ayındayız ve İslam inancına mensup milyonlarca insan bir ay boyunca ibadetleri gereği oruç tutacak. Gerçi günümüzde Ramazan ayı ve oruç meselesi kapitalizm tarafından önemli bir pazar haline getirilmiştir. Ramazan ayı boyunca yapılan harcamalar oldukça önemli miktarlara ulaşmış durumda. Sadelikten uzak, gösteriş ve şatafatın ön planda tutulduğu, lüks sofralar eşliğinde yapılan bir ibadetten bahsediyoruz. Bu durum ise en çok AKP döneminde ön plana çıkmıştır. Yoksulluk içerisinde kıvranan milyonların çoğu zaman ekmek-zeytinle karşıladıkları iftar sofralarının aksine sözde “yoksulların sesi” iddiasında olan hakim sınıflar ise milyonluk sofralarda büyük bir gösteriş içerisinde iftarlarını açıyorlar. Ülkemiz tarihinde yaptıkları yolsuzluk, hırsızlık, soyun ve talanla nam salan faşist-gerici AKP iktidarı ve bu iktidarın başı olan Tayyip Erdoğan ise son olarak Kaçak Saray’da verdiği iftar yemeği vesilesiyle büyük tepki çekmişti. Kısa süre önce Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in kullandığı 1 milyon TL’lik Mercedes’in tartışma konusu olması neticesinde yaşananlar ve Erdoğan’ın tavrı güncelliğini korurken, bu kez de milyon liralık iftar sofrası tartışılma konusu oldu. Tayyip Erdoğan tarafından Kaçak Saray’da DİB Mehmet Görmez ve din insanlarına verdiği iftar yemeğinde oturdukları masa büyük bir tartışmaya sebebiyet verdi. Masadaki gösteriş ve yemeklerin yanı sıra Mimarlar Odası tarafından yapılan açıklamada söz konusu iftar masasının maliyetinin 6 milyon 500 bin lira olduğu açıklandı. Mimarlar Odası tarafından yapılan açıklamalar ve gelen tepkiler sonrası her zamanki manevralarına başvuran Erdoğan ise olayın hemen akabinde bir gecekondu evinde iftar yemeğine katılarak halkla nasıl ortak bir yaşam içerisinde olduğunun mesajını vermeye çalıştı. Gerici-faşist niteliğinin her geçen gün daha fazla teşhir olması AKP gericiliğini daha saldırgan bir hale getirmektedir. Din meselesinden diğer bütün meselelere kadar AKP’nin ezilen-emekçi kitlelerle herhangi bir bağı ve ortaklığı söz konusu değildir, olamaz da. Bu gerici-faşist düzeni köklerinden söküp yıkarak yerine sosyalist bir dünya kurmadıktan sonra ezilenlerin kader olarak atfettikleri bu sömürü ve zulüm düzeni de devam edecektir.

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Saldırılar karşısında Toplumsal mücadele alanında parçalı olarak gelişen, değişik sorun ve çelişkiler düzleminde devam eden mücadelelerin gerçek anlamda bir toplumsal harekete dönüşmesini ve ileri bir perspektifle buluşmasını sağlayacak yegane doğru yaklaşım sınıf hareketi ve onun proleter devrimci siyasetidir Metal işçilerinin yaktıkları direniş ateşi yaygınlaşarak onlarca üretim alanını etkileyip adeta yangına dönüştü. Onlarca fabrikada binlerce işçinin katıldığı grev ve direnişler ülke gündemini etkileyerek tüm toplumsal dinamiklere de umut ve heyecan kattı. Direnişlerin işçilerin lehine kazanımlarla sonuçlanmasının ardından, MESS ve patronların işçilere yönelik saldırıları daha da pervasızlaşarak arttı. Direnişin kazanımla sonuçlandığı birçok fabrikada onlarca işçi işten çıkarıldı, onlarcası ise soruşturma vb. yöntemlerle tehdit edilmektedir. Tüm bu saldırılar işçilere geri adım attırmak bir yana, öfkesini ve mücadele kararlılığını daha da bilemektedir. İşten atmaların yaygınlaşması üzerine birçok fabrikada tekrar direnişe geçen işçiler taleplerinin kabul edilinceye kadar direnişe devam edeceklerini vurguladılar. Saldırıların artması işçiler arasındaki birlik ve dayanışma bilincini daha da geliştirdi.

Opsan fabrikasında işçiler kazandı Kocaeli Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Opsan fabrikasında işçiler üretimi durdurarak direnişe başladılar. Opsan fabrikasında 15 işçinin Türk Metal temsilcilerine ücretlerin iyileştirilmesi ve erzak yardımı haklarının ne olduğunu sormaları üzerine işten atılmalarının ardından başlayan direniş, fabrikayı işgalle devam etti. MESS’in sadaka zammının ve işten çıkartılan arkadaşlarının geri alınması talepleri ile şalter indiren Opsan işçileri, fabrika yönetimi ve polisin yoğun baskısına ve tehditlerine rağmen geri adım atmayarak direnişe devam etti. İşçilerin direnişi devam ederken işçi temsilcileri ile Birleşik Metal-İş Sendikası temsilcilerinin de katıldığı görüşmeler sonucunda, Tofaş ve Renault’ta yapılan zammın Opsan’da da uygulanması, Türk Metal’in fabrikadan çıkması ve işten atılan arkadaşlarının işe geri alınması temel taleplerini fabrika yönetimine ilettiler. Yapılan görüşmelerde öne sürülen diğer talepler kabul edilirken, işten çıkartılan işçilerin geri işe alınması talebi ise kabul edilmedi. Bu durumu değerlendiren Opsan işçileri, direnişi sonlandırma kararı aldılar. İşten atılan arkadaşlarının işe geri alınmamaları üzerine Opsan işçileri, bu kazanımı buruk bir zafer olarak değerlendirdiler.

Sera Pool’da direnişe devam Direnişin yaşandığı üretim alanlarından biride İstanbul/Pendik’te bulunan Sera Pool fabrikası oldu. DİSK’e bağlı Cam Keramik-İş’e üye olmalarının ardından işten atma saldırısı ve patronların baskılarına maruz kalan işçiler, sendikal örgütlenme haklarının tanınması için direnişe başladılar. 110 işçinin iş hakkının feshedilmesi ve fabrikayı boşaltma saldırılarına karşı işçiler kapı önünde bekleyerek direnişi sürdürüyorlar. Direnişin kararlı bir şekilde devam etmesini hazmedemeyen patronlar polisle işbirliği içinde kolluk kuvvetlerini fabrika içine yığarak baskı oluşturmaya çalıştı. Polisin işçileri zorla dışarı atmasının ardından Sera Pool işçileri dışarıda çadır kurarak kapı önünde direnişe devam ettiler. İşçilerin direnişten geri atmayarak kararlıca direnişi sürdürmelerini hazmedemeyen polis ve diğer kolluk güçleri TOMA vb. araçlarla adeta fabrikayı işgal etmiş durumdadırlar. Direnişin ilerleyen günlerinde fabrikaya gelen DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu ve DİSK Keramik-İş Sendikası yöneticileri direnişten geri atmayacaklarını ve talepler kabul edilinceye kadar burada direnişi sürdüreceklerini belirttiler. Direnişin 20. gününde polis adeta fabrikayı abluka altına aldı. Fabrika önüne çok sayıda, çevik kuvvet, sivil polis ve TOMA getirildi. Polis ablukasına tepki gösteren işçiler, sendikal hakları için mücadele etmenin aynasal hakları olduğunun ve polisin bu tutumunun anti demokratik olduğunun altını çizerek hiçbir baskının haklı direnişlerini engelleyemeyeceğini belirttiler. Sera Pool fabrikasındaki direniş ve gergin bekleyiş devam ediyor.

Yüzlerce işçi işten çıkartıldı Metal iş kolundaki grev ve direnişlerin kazanımla sonuçlanmasının ardından işçilere yönelik saldırılar daha da artarak devam etti. Birçok fabrikada direnişe katıldıkları gerekçesi ile onlarca işçi işten çıkartıldı. İşten çıkartmalara tepki göste-


01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

direniş devam ediyor ren işçiler birçok fabrikada yeniden direnişe başladı. Metaldeki direnişin önemli ayaklarından biri olan Tofaş’ta aralarında direniş sözcülerinin de bulunduğu 142 işçi işten çıkarıldı. Tofaş’taki işten çıkarmaların hemen ardından MAKO fabrikasında da aynı gerekçelerle 80 işçi işten çıkarıldı. İşten çıkarmalara karşı onlarca fabrikada direnişe geçen işçiler yapılan anlaşmalara uyulmadığını belirterek işten atılan işçilerin geri alınmasını istediler. Bazı fabrikalarda direniş sona ererken bazı fabrikalarda ise direnişler çeşitli biçimlerde devam etmektedir.

Tekirdağ’da iki bin işçi greve çıktı Tekirdağ/Çerkezköy’de bulunan ve Petrol-İş Sendikası’na üye olan Polimer Kauçuk işçileri toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanmaması üzerine greve çıktılar. 17 Haziran günü başlayan greve ilki başta 871 işçi katıldı. Fabrika önüne direniş pankartlarını asan işçilere Petrol-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın ve birçok sendika yöneticisi de katılarak yer aldılar. Tekirdağ’da Sera Kauçuk işçilerinin ardından yine aynı üretim alanında bulunan EATON Polimer fabrikasında da direniş başladı.17 Haziran günü başlayan grev 26 Haziran sabahı yapılan görüşmelerin ardından anlaşmayla sonuçlandı. Petrolİş Sendikası’na üye yaklaşık 2 bin işçinin bulunduğu EATON Polimer’de yapılan grev, 9. günün ardından imzalanan toplu iş sözleşmesi ile birlikte sona erdi. Yapılan görüşmelerde Petrol-İş Sendikası Genel Sekreteri Ali Ufuk Yaşar, Genel Yönetim Sekreteri Ahmet Kabaca ve Örgütlenme Sekreteri Nimetullah Sözen hazır bulundular.

TPAO işçileri Sondaj kulelerini işgal etti Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) bağlı Turkish Petroleum International Company (TPIC) bünyesinde Amed, Batman ve Adıyaman da petrol arama işinde çalışan 350 işçi 30 Haziran günü işten çıkarılacaklarının açıklanması üzerine sondaj kulelerini işgal ettiler. Seçim öncesinde TPAO’nun petrol arama işle-

rinin askıya alınacağının açıklanması üzerine işçiler eylemler yapmış ve yapılan eylem sonucunda kendilerine 12 ay iş sözü verilmiş ayrıca işçilere asgari ücret ödeneceği açıklanmıştı. Fakat seçim öncesi verilen bu sözlerin hiçbirini tutmayan TPAO’nun genel müdürlüğü, işçilerin çıkarılacağını ve artık asgari ücret ödenmeyeceğini açıkladı. Bu açıklamanın ardından Batman, Adıyaman ve Amed’de işçiler sondaj kulelerini işgal ederek kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmesini talep ettiler. İşçilerin eylemini hazmedemeyen kolluk güçleri eylem yapan işçileri gözaltına alarak karakola götürüp ifadelerini aldı. İşçiler ifadelerinin alınmasının ardından serbest bırakıldılar. Petrol-İş Sendikası yöneticileri konuya ilişkin TPAO yetkilileriyle görüşmelerin devam ettiğini belirttiler. Eylem yapan işçiler ise taleplerinin yerine getirilmemesi durumunda mücadeleye devam edeceklerini belirttiler.

Sınıf hareketine kayıtsız kalmayalım, görevlerimize sarılalım Sınıf hareketindeki bu gelişmeler kuşkusuz ki tüm toplumsal dinamikleri etkileyecek ve kendi rengini verecektir. Sınıf bilinçli proleter devrimciler sınıf hareketindeki bu gelişmeleri doğru okuyarak ve müdahale ederek diğer gelişen toplumsal mücadelelerle birleştirmelidir. Sınıf hareketi ile buluşmayan hiçbir toplumsal mücadele son tahlilde gerçek bir kazanım elde edemez. Toplumsal mücadele alanında parçalı olarak gelişen, değişik sorun ve çelişkiler düzleminde devam eden mücadelelerin gerçek anlamda bir toplumsal harekete dönüşmesini ve ileri bir perspektifle buluşmasını sağlayacak yegane doğru yaklaşım sınıf hareketi ve onun proleter devrimci siyasetidir. Sınıf hareketi ve gelişen mücadelesi karşısında proleter devrimcilerin kendiliğindenci ve kayıtsız tavrı asla ve asla kabul edilemez. Bütün örgütlü güçlerimiz gelişen sınıf hareketine göre biçimlenmek ve ilişkilenmek perspektifi ile hareket etmelidirler. Hakim olan geleneksel algı ve düşünüş tarzı kesinlikle mahkum edilmelidir.

emek haber

09

5 işçi zorla ölüme gönderilmiş!

Her işçi katliamında belgeler ortaya çıktıkça patronların kar hırsı da bir kez daha gözler önüne seriliyor. Ocak ayında çığ altında kalarak hayatını kaybeden 5 işçinin, meteorolojinin tüm uyarılarına rağmen arızalanan jeneratörü tamir etmek için inşaat alanına zorla gönderildikleri ortaya çıktı Her gün bir başka yerden işçi katliamı haberleri gelmeye devam ediyor. Alınmayan güvenlik önlemleri, gözünü kar hırsı bürümüş patronlar işçilerin kanları üzerinden servetlerine servet katmaya devam ediyorlar. İşçilerse daha çok maden çıkarmak, inşaatı hızlı bitirmek adına 'kazalara' kurban gidiyorlar. Adına 'kaza' denilen bu katliamlar ise göz göre göre geliyor. Trabzon'un Çaykara ilçesi Karaçam bölgesinde ocak ayında HES santrali tünelinde çığ meydana gelmiş, 5 işçi çığın altında kalarak katledilmişti. Katliamın nasıl yapıldığı, patronların kar hırsı ise bir kez daha bilirkişi raporuyla birlikte ortaya çıktı. Çaykara Cumhuriyet Savcılığı’nca başlatılan soruşturma kapsamında, savcılık talebiyle katliamı inceleyen Maden Mühendisi ve A Sınıfı İş Güvenliği Uzmanları Muzaffer Köndel ve Cevdet Bebek ile Avukat Necla Anlağan’dan oluşan bilirkişi heyeti, olayla ilgili hazırladıkları raporu tamamladı. Bilirkişinin hazırladığı rapora göre meteorolojinin bölgedeki olumsuz

hava şartlarını ve çığ düşme uyarılana rağmen, işçiler ölüme gönderildi. Rapora göre işçiler arızalanan jeneratörü tamir etmek için inşaat alanına zorla gönderildiler.

‘Tüm sorumluluk bende. Gidin onarın’ Bilirkişi raporuna göre, HES inşaatında şirket adına emir verme yetkisi bulunan Hasan K.’nın hava şartlarının ağırlaşmasına karşın önceden önlem almadığı ve aldırmadığı, Trabzon Meteoroloji Bölge Müdürlüğü’nün kötü hava şartları ve bölgede çığ düşme uyarılarına rağmen şantiyeyi tahliye etmediği vurgulandı. Çalışanların şantiye şefi olarak bildiği ancak öyle bir görevi olmadığı anlaşılan iş makinesi sorumlusu Abdülhamit A.’nın da olay günü arızalanan jeneratörün onarımı için işçileri çığ tehlikesi nedeniyle karşı çıkmalarına rağmen, ‘Tüm sorumluluk bende. Gidin onarın’ diyerek zorla gönderdiği ifadelerine yer verildi. 3,5 yılda en az 236 metal işçisi katledildi İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG)'nin verdiği rakamlara göre ise çok büyük oranda karlara sahip olan şirketlerin işçileri nasıl ölüme gönderdiklerini gözler önüne seriyor. Metal işçilerine 100 TL'lik ücret iyileştirmesini reva gören patronlar, işçi güvenliği önlemlerini almadıkları için son 3,5 yılda en az 236 metal işçisini katletti. İSİG, metal iş kolunda meslek hastalıklarına dair herhangi bir verinin bulunmadığını da belirtti. Ayrıca raporda dikkat çeken bir başka konu ise son 3,5 yılda 11 çocuk işçinin metal iş kolunda işçi katliamına kurban gitmesi oldu.


10

dünya haber

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

‘‘Radikal Sol’‘un kapitalizmle dansı Bu yılın Ocak ayı sonunda yapılan ve ‘‘Radikal Sol Koalisyon” (Syriza)’nun 1. Parti olarak parlamentoya gittiği Yunanistan seçimlerinin ardından geçen beş aylık zaman diliminde Syriza, seçim süresince kitlelere verdiği sözlerden dönerek adeta Troyka’nın oyuncağı haline geldi “Sosyal devlet ve demokrasi beşiği” olgusu etrafında yaratılmaya çalışılan Avrupa Birliği (AB) rüyası, şu sıralar tarihinin zorlu dönemlerinden birisini yaşıyor. AB içerisinde birkaç emperyalist ülkenin tahakkümü ve çevre ülkelerin bağımlılık durumu, özellikle 2008 krizinden sonra Portekiz, İzlanda, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerin yaşadığı derin kriz ve Troyka olarak anılan, Avrupa Merkez Bankası (AMB), Uluslararası Fonu (IMF), Avrupa Komisyonu (AK) üçlüsünün uygulatmaya çalıştığı “kemer sıkma” ve borçlandırma

politikaları, söz konusu ülkeleri iflasın eşiğine getirmiş durumda. AB ülkelerinde yaşanan krizler, büyük düşüş yaşayan yaşam standartları, sürekli hale getirilen kemer sıkma politikaları, siyasi çalkantılar vb. durumlardan dolayı toplumsal muhalefet ve halk hareketlerinde ciddi bir yükseliş meydana gelmiş durumda. Emperyalist-kapitalizmin köklü, radikal bir kalkışmadan duydukları korku Syriza, Pademos vb. işbirlikçi burjuva partilerin sol olarak pazarlandığı bir sonuca yol açıyor. Yunanistan’da yükselen toplumsal muhalefeti seçim marifetiyle kontrol altına alıp, sönümlendirme göreviyle hareket eden Syriza, popülist bir şekilde seçimlerden önce kitlelerin ihtiyaç duyduğu söylemleri gündemleştirip, sözde programına alarak seçimlerden büyük bir kazanım ile birinci parti olarak çıktı. Seçimlerden hemen sonra içersine girdiği yönelim ve şimdiye kadar hayata geçirdiği politikalar ise gerçek anlamda Syriza’nın niteliğine dair önemli veriler sunmakta. Syriza seçim süresinde açıkladığı “Selanik Programını” rafa kaldırmış durumda. Troyka üçlüsü ve AB’ye çekilen bütün restler, halka verilen bütün sözler birer birer rafa kaldırılarak,

tıpkı kendisinden önceki hükümetlerin yaptığı gibi Syriza’da borcu borçla kapatma politikası ekseninde pazarlık masasına oturmuş ve birçok konuda geri adım atıp, verdiği sözlerden dönmüştür. Fakat Syriza verdiği bütün tavizlere rağmen Troyka’yı memnun edemediği için, yeni bir kriz hali ortaya çıkmış durumda. Beş aydır devam eden görüşmeler, Yunan devletinin Mayıs ayında ödemesi gereken borç taksitini ödeyecek parasının kalmaması nedeniyle tıkanmış durumda. Troyka’nın önceki hükümetle vardığı anlaşma ve programı aynen devam ettirme dayatması ile Syriza’nın yeni bir program oluşturulmasında ısrar etmesi krizin ana sebebi. Seçim öncesi Troyka’ya olan borçları tanımayıp ödemeyeceklerini ifade eden Syriza, seçimlerden hemen sonra bütün borç yükünü kabul ederek, daha esnek bir ödeme programı talep etmişti. Yapılan her toplantıda daha büyük tavizler vermek durumunda kalan Syriza, 22 Haziran tarihinde yapılan Euro Grup toplantısında birçok tavizin içerisinde yer aldığı yeni bir mali program önerisi yapmış fakat bu öneri dahi

cadele ve reformlar yoluyla süreci kotarabileceğini zanneden safdil “sosyalistlere” Syriza örneğini bir kez daha incelemelerini öneririz. Aslında Syriza gerçekliği sadece Yunanistan’a özgü değil. İspanya’da Podemos ve ülkemizde HDP’ye yüklenen misyonlar da benzer özellikler taşıyor. Kapitalizmin vahşi saldırılarına karşı gelişen halkın öfkesi ve yeni arayışlar, burjuvaziyi büyük bir korkuya sevk etmiş durumda ve bu korku neticesinde Syriza gibi örgütlenmeler adeta bir kurtarıcı işlevi görmekte. Syriza, seçim öncesi verdiği tüm sözleri ve Selanik Programı’nı dahi hayata geçirememiştir. Yaşanan krizi çözmek bir yana kriz daha da derinleşmektedir. Syriza, seçimlerden hemen sonra izlediği politikalarla nasıl bir Yunanistan tahayyül ettiğini de göstermiş oldu. Troyka politikaları neticesinde Yunanistan’da yaşanan derin kriz ve borç durumu, daha önceki hükümetler tarafından imzalanan ve büyük vurgunlarla halkın sırtına yüklenen ağır borç miktarını -ki bu miktar 350 milyar doları aşan bir borçtur- kabul ederek en büyük tavizi vermiştir. Seçim öncesi

daha da arttırdı. (1) Emekli maaşlarında düzenlemeye gitmemesi; (2) asgari ücreti yapılandırmaması; (3) özelleştirmeyi gözden geçirmemesi; (4) kemer sıkma programlarını sonlandırmaması; (5) eğitim, sağlık, barınma ve bölgesel gelişme için fon ayırmaması Syriza’nın en kötü ihanetleri.” (James Petras, La Haine, 15 Haziran) Sonuç olarak Syriza, seçimleri kazanmasına vesile olan ve burjuva sınırları aşmayan programı ile Yunan halkına verdiği sözleri dahi yerine getiremeyecek bir duruma düşmüştür. Bu durum Yunanistan’da süren krizin daha derin bir şekilde devam edeceğinin göstergesidir. Syriza’nın kazandığı seçimlerden bu yana vaat edilenin aksine halkın yaşam koşulları daha kötü hale gelmiştir. Kemer sıkma politikaları, mezarda emeklilik, özelleştirmeler, işsizlik, pahalılık vs. Yunan halkı tam bir ekonomik ve siyasi mengenededir. Seçim sonrası Syriza tarafından hayata geçirilen politikaları kısaca şu şekilde aktarabiliriz; “Daha da kötüsü Syriza gerici politikalarını derinleştirdi ve yaygınlaştırdı. (1) Syriza özelleştirmeyi durdurma sözü

Troyka tarafından kabul görmemişti. Yapılan bütün görüşmelerin sonuçsuz kalması ve Syriza’ya dönük Yunan halkının artan hoşnutsuzluğu sonrası Syriza lideri Çipras 26 Haziran tarihinde olağanüstü topladığı Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası söz konusu mali programı 5 Temmuz tarihinde referanduma sunacaklarını açıkladı. Şimdi bütün gözler 5 Temmuz tarihinde yapılacak referandumda. Troyka dayatmalarına karşı sandık başına gidecek olan Yunan halkı ise, AB’den çıkartılma ve daha büyük bir krizin kapıda olduğu şantajıyla korkutulup programın tek kurtuluş olduğu yönlü baskı ve tehdidi altında bir oylama yapacak. Syriza, sandıktan çıkan sonucu esas alacaklarını belirtseler de, sandıktan mali programa dönük ret sonucu çıktığında söz konusu ikilemi nasıl aşacakları belirsizliğini koruyor.

söz konusu borcu kabul etmeyeceklerini kükreyen Syriza, seçimlerden hemen sonra ise borcu kabul ettiklerini ama ödeme planının esnetilmesi gerektiğini söylemeye başladı. Yine Syriza, AB ve Avro bölgesinde kalacaklarını ifade ederek aslında AB burjuvazisine bağımlılıklarının olduğu gibi devam edeceklerini beyan etmiş oluyordu. Aslında bu iki mesele Syriza’nın hedefini de ortaya sermektedir. Syriza, AB ile bağımlılık ilişkileri devam ettirip, borcu borçla ödeme politikasıyla günü kurtarmanın peşindedir. Bu ikili politika ise, Yunan halkının büyük tepkisiyle karşılaşmaktadır. Syriza’nın Troyka’ya verdiği tavizler neticesinde kitlesel protesto gösterileri yapılmakta. Bu ekonomik-siyasi duruşun bir başka önemli göstergesi ise Syriza’nın emperyalizmin en vahşi askeri örgütlerinden biri olan NATO’ya olan saygı ve desteğidir. Syriza’ya dair ifade edilen şu sözler iyi bir özet sunuyor olmalı; “Yasadışı borcu ödemeyi kabul ederek, aşırı sağ ile dans ederek ve Troyka’nın emirlerine boyun eğerek Syriza daha en başında AB’ye teslim oldu, seçmenlerine verdiği bütün sözlere ihanet etti ve seçmeninin ekonomik külfetini

vermişti ama şimdi 3,2 milyar Euroluk Yunan toprağını özel sektörün hizmetine sundu. (2) Syriza zaten sınırlı olan kamu kaynaklarını orduya devretmeyi kabul etti; buna Yunan Hava Kuvvetleri’ni yenilemek için ayrılan 500 milyon Euroluk yatırım da dahil. (3) Syriza, ulusal emekli maaşı fonunun ve kamu haznedarlığının bir milyar avrosunu Troykay’ya ödeyeceği borç için kullandı. (4) Syriza, Toryka’ya belirlediği tarihe kadar yapılması gereken ve altyapı projeleri yaratan istihdam yatırımlarını azaltıyor. (5) Syriza, bu sene yüzde 0,7 olan bütçe açığı olan ülkenin yüzde 0.6 bütçe fazlalığına onay verdi; bu da geçen yıldan daha az demek. (6) Syriza KDV’yi yiyecek gibi temel ürünlerde azaltmayı vadetmişti fakat KDV şu an yüzde 23.” (James Petras) Evet, Yunan halkı mengeneye alınmış durumda ve bu mengeneden kurtuluşun yegane yolu; sistem sınırlarını aşan, gerçek anlamda halka dayanan devrimci bir kalkışma ile emperyalist-kapitalist sistemle olan bağı kopartmaktır. Aksi her söylem ve duruş, hangi sosa bulandırılırsa bulandırılsın neticede Yunan halkının daha fazla sömürülmesinden başka bir şeye hizmet etmeyecektir.

Kapitalizmin çarklarında kapitalizme karşı durmak Emperyalist-kapitalist sistemin dünya halklarına kan kusturan varlığı, radikaldevrimci bir dönüşüm yaşanmadıktan sonra o ya da bu şekilde devam edecektir. Sistem sınırlarını aşmadan, sistem içi mü-


01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

dünya haber

11

EMPERYALİST POLİTİKALAR GİRDABI

KRİZE GÖMÜLEN YUNANİSTAN AB süreciyle birlikte artan talan ve borçlandırma politikası Yunanistan’ı kriz girdabına çeken emperyalist sonuçlardır. Ki uzun yıllardır Yunanistan krizi gündemden düşmeden aktüalitesini korumakta, adeta psikolojik bir baskı unsuru olarak Yunanistan’ı emperyalist politikalara rıza gösterme noktasına zorlamaktadır Yunanistan 2010’da açığa vuran krizi aşamayarak siyasi değişimlere de temel oluşturan yoğun gelişmeler evresinden geçti. Büyük kitlesel gösteriler Atina sokaklarını ateş topuna çevirdi, büyük grev ve direnişler yaşandı. Yunanistan yaşadığı derin kriz nedeniyle belli adalarını kiralatmak durumunda kaldı. Hatta adaların satılması dahi dillendirildi. Ancak onurlu Yunan halkı küçük düşürülmesine dönük emperyalist politika ve uygulamalara karşı tam bir anti-emperyalist eğilim geliştirdi. Milliyetçiliğin gelişmesi de bu zeminde cereyan etti. Sonunda yapılan seçimlerle kitlelerin desteğini alan yeni bir hükümet kuruldu. Bugün AB, IMF, Avrupa Merkez Bankası gibi emperyalist güçlerin Yunanistan hükümetiyle anlaşma sağlamayıp gerici emperyalist dayatmalarda bulunarak daha sıkı kemer sıkma politikalarında ısrar etmelerinin bir nedeni de; hükümetin zora sokularak değişimini zorlamaya dönük bir anlam taşımaktadır. Zira Alexist Tsipras başkanlığındaki yeni Syriza hükümeti,

emperyalist politika ve özellikle kemer sıkma politikalarını kabul etmeyeceği vaadiyle destek almayı başarmıştı. Buna karşın belli esnemeler gösteren hükümet şimdi daha sıkı kemer sıkma politikaları uygulama dayatmalarıyla karşı karşıyadır. Yapılan görüşmelerde anlaşma sağlanamamış fakat Yunan hükümeti yeni bir borç ödeme planı önerme durumunda kalmıştır. Yunanistan güçlü bir sanayi ve ekonomiye sahip olmasa da turizm ve gemicilik sektörü onu daha düne kadar belli bir düzeyde besleyerek taşımıştır. Ne var ki AB üyeliği süreciyle birlikte emperyalist politikaların girdabına batan Yunanistan, krizlerden kurtulamamıştır. Savunma sanayine yatırdığı bütçenin fazlalığı gibi nedenler belli gerekçeler olsa da, bugünkü Yunanistan krizini derinleştiren sorunun esası emperyalist talanın giderek derinleşmesidir. AB süreciyle birlikte artan talan ve borçlandırma politikası Yunanistan’ı kriz girdabına çeken emperyalist sonuçlardır. Ki uzun yıllardır Yunanistan krizi gündemden düşmeden aktüalitesini korumakta, adeta psikolojik bir baskı unsuru olarak Yunanistan’ı emperyalist politikalara rıza gösterme noktasına zorlamaktadır. Açık ki, emperyalist gericilikten kopmadan bu krizler mola verse de, Yunanistan gibi yarı-sömürge kapitalist ülkelerin kaderi olacaktır. Uluslararası tekeller ipleri elinde tutarken, Yunanistan gibi zayıf ülkeleri bir taraftan iliklerine değin talan edip diğer taraftan kendi krizlerini gidermenin laboratuarları haline getirmektedirler… Yunanistan'ın 30 Haziran'a kadar IMF'ye 1,6 milyar euro borç ödemesi yapması

gerekmektedir. Ancak bu borcu ödeyebilmesi için, “kurtarma paketi” olarak hükümete Uluslararası Para Fonu(IMF) ve AB tarafından verilmesi gereken 7,2 milyar euronun verilmesi gerekmektedir. Aksi halde zaten krizde olan Atina’nın bu borcunu ödemesi mümkün değildir. Ne var ki, kurtarma paketi kapsamında bu ödemeyi yapması gereken IMF ve AB, şart olarak yeni bir kemer sıkma politikası dayatmaktadır. Dolayısıyla kurtarma paketi kapsamında yapılan görüşmeler tıkandı. İşte bunun üzerine Syriza yeni bir plan hazırlayarak Brüksel’e iletti. Mevcut durumda Avrupa Komisyonu sözcüsü Martin Selmayr’ın açıklamaları yeni hazırlanan önerinin bir uzlaşma zemini olabileceği yönündedir. Yunan kamuoyu ise, yeni sunulan öneri paketinin zengin kesimleri hedeflediğini dillendirmektedir. Ancak yeni önerinin daha geniş bir çerçeveye sahip olması muhtemeldir. Hükümetin emperyalist baskı ve dayatmalar karşısında geri adım atması büyük olasılıktır. Zira Yunanistan’ın AB’den çıkarılması tehditleri ve en önemlisi de krizin göbeğindeki Yunanistan’ın mevcut durumda bu yardım paketini almadan iflastan kurtulması zor görülmektedir. Ancak hükümetin vereceği daha büyük tavizler -yani daha sıkı kemer sıkma politikalarını kabul etmesi- hükümet açısından göğüslenmesi zor bir durum yaratacaktır. Halk kitlelerinin hükümetin verdiği sözlere karşın emperyalistlerin kemer sıkma politikalarını kabul etmesi fiilen kitlelerin desteğini kaybetmesi anlamına gelecektir. Kısacası hükümetin işi her bakımdan zor görünmektedir.

Hükümetin önerdiği yeni paket savunma bütçesinde ilave kesintiler ve adil vergi tahsilatını içermesi konuşulurken, Yunan kamuoyunun bunun zenginlere dönük bir paket olduğu söylemine karşın, AB ile IMF ise yardım paketinin Atina'ya gönderilebilmesi için öncelikle Syriza hükümetinin yeni ürünlerin KDV kapsamına alınmasından, memur ve emekli maaşlarında indirime varan bir dizi kemer sıkma tedbirini kabul etmesi gerektiği konusunda ısrar ediyor. Bu tabloda bir uzlaşma veya ortak zeminin yakalanması zor görünse de, hükümetin halk kitlelerine deklare etmediği tavizlerle bir anlaşma sağlayacaktır. Ya iflası tercih edecektir ya da emperyalist dayatmaları… Fakat bunun bir kader olmadığı bilinmek durumundadır. Yunanistan’ın kaderini eline alması; emperyalist gericilikten tamamen kopup bağımsız bir rota izlemesiyle mümkündür. Ne var ki mevut hükümetlerin niteliği buna uygun olmadığı için yukarıdaki iki tercihle karşı karşıyadır ve iki tercih arasından emperyalist güçlerle anlaşma benimsenecektir. Öte taraftan AB de Yunanistan ile anlaşma sağlamanın yollarını benimseyecektir. Çünkü tersi durumda Yunanistan’ın iflas etmesi mümkündür ki, bu durumda borçların ödenmesi fiilen ortadan kalkma riskine girecektir. Ayrıca Yunanistan’ın AB dışına çıkarılması olasılığı da AB’nin prestiji ve belli bir kriz yaşaması açısından tercih edilmeyecektir. Dolayısıyla Atina tarafından yapılan yeni öneri temelinde bir anlaşmanın sağlanması beklenmelidir.


01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Önümüzdeki süreç ve de Muhtemel olan faşist saldırı ve ağır baskı koşullarına karşı da hazırlıklı olmak gerekmektedir. Bu hazırlık, hem kitlelerle birleşip bütünleşmeyi hem devrimci hareket arasında ortaklıkların kurulması hem de illegal silahlı devrimci mücadelenin esas alınarak geliştirilmesini talep etmektedir. Elbette faşist saldırılara karşı örgütsel çerçevede alınması gereken teknik tedbirleri, askeri taktik ve güvenlik önlemlerini gerektirmektedir İçinden geçtiğimiz ve önümüzdeki süreç ne barındırıyor sorusuna bakmakta fayda var. Soruya dair analiz ya da analizlere geçmeden önce, hiçbir sürecin tek düze bir seyir izlemediğine ve tek yandan oluşmadığına dikkat çekmek yerinde olur. Muhtelif herhangi bir süreç ele alınıp incelediğinde, istisnasız olarak her sürecin ikili özellikler barındırdığı, olumlu ve olumsuz yanlardan teşekkül olduğu mutlaka görülür. Bu, zıtların birliği ve mücadelesi temelindeki diyalektik yasanın doğrudan ürünü ve hükmüdür. Rutin bir seyirden ibaret olmayan her süreç karşıtlık ve çelişmelerle yüklü olup sürekli hareket ve değişim içinde ilerler. Durağanlığı tanımayan yaşam diyalektiği ilerlemegerileme ikilemlerine tanıklık yapsa da süreçlerle açıklanan tarih asla geri gitmez. Gelişim yasası daima ileriye dönük işleyerek süreçleri değişimlere maruz bırakıp ilerletir. Açık ki, son zamanlarda burjuva basında sıkça tekrarlanan “tarih tekerrürden ibarettir” sözü idealist çerçeveye has burjuva söylemdir. Süreç üzerine yapılan bu özet vurgular sürecin doğru analiz edilmesi ve anlaşılması için isabetle gereklidir. Aksi halde tek yanlı öznelcilikle sürecin yanlış okunması kaçınılmaz olur ki, bu bilimsel analiz ve tahlillerin önünü tıkayan başlangıç olur. Tıkayıcı başlangıç olur çünkü hatalı rota ve yöntemin varacağı sonuçlar ekseri hatalı olup doğru sonuçlara çıkmaktan uzak kalır. Sürecin tek yanlı ve öznel olarak değerlendirilmesi doğru tespitlere varamamakla birlikte doğru politika ve devrimci görevlerin tayin edilmesini de sektirir… İçinden bulunduğumuz ve devam edecek olan sürecin hangi tehlike ve olanaklar barındırdığı konusu, sınıf mücadelesinde etkili pozisyon alıp devrimci konumlanmamızı pozitif zemine oturtmamız bakımından önemlidir. Somut siyasi durum, gelişmeler ve reel gerçeğin tahlil edilmesi sınıf mücadelesinde devrim iddiasıyla konumlanan her hareket için elzem bir görevdir. İsabetli devrimci taktik ve siyasetin belirlenmesi ancak bu görevin nesnel gerçekliğe uygun tarzda gerçekleştirilmesiyle mümkündür. Karşı-devrimci saldırılara dönük devrimci hazırlık ve güvenliğin tesis edilip önlemlerin alınması ve aynı zamanda muhtemel olanak ve avantajların devrimci gelişme ekseninde kullanılması bahsi geçen görevlerin yerine getirilmesini şart koşar.

Süreçleri iyi okuyup, ona göre konumlanmalıyız Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu genel sonuçların önemlisi siyasi bakımdan koalisyon hükümeti gerçekliğidir. Koalisyon hükümeti proletarya ve geniş halk kitleleri ile örgütlü devrimci hareket için ne gibi sakıncalar barındırır? İşte meselenin can alıcı yeri burasıdır. Koalisyonun manası siyasi iktidarın(hükümetin) birden fazla siyasi parti tarafından temsil edilmesi ve dolayısıyla hükümet icraatlarının sorumluluğunun da bir parti tarafından değil, birden fazla parti tarafından taşınması gerçekliğidir. Peki, bu ne demektir ya da bizler için ne anlama gelir? Koalisyon hükümetini, sorumluluk paylaşımı bakımından taşıdığı özellik itibarıyla ve özellikle de siyasi partilerin bu sürece yüklediği miat bakımından bir geçiş süreci ve geçici hükümet dönemi olarak değerlendirmek çok yanlış olmaz. Bu realite ikili bir olasılığı gündeme getirir. Biri, koalisyonda yer alan partilerin tek başına sorumluluk almaması nedeniyle faşist baskıların tırmanmasını mümkün kılması gerçeğidir. İkincisi ise bunun tersi durumdur. Bu durumda baskıların tırmandırılması yerine nispeten gevşek bir sürecin işletilmesi olasılığıdır. Bu iki ihtimal de son derece yaşam zeminine sahiptir. Ancak koalisyon süreci, koalisyonda yer alan siyasi partiler tarafından geçici bir süreç ve bu anlamda geçici hükümet süreci tarzında ele alınması koşulunda, bu sürecin esasta gerici saldırıların tırmandığı bir süreç olarak işlemesi-işletilmesi daha güçlü olasılıktır. Ki içinde bulunduğumuz koalisyon sürecinin siyasi partiler tarafından kalıcı bir hükümet süreci olarak tasavvur edilmediği, bilakis güç biriktirme ve hükümet etme avantajlarını kullanarak olağan tarihinden önce yapılması muhtemel olan yeni seçim dönemine daha güçlü girip siyasi iktidarı tek başına ele geçirme hesapları açıkça görülmektedir. Bu ise, geçici hükümet gerçeğine daha uygun olan koşulların olduğunu doğrular. Yani gerici faşist saldırıların tırmanacağı koşulların gündemde olacağı esas olasılıktır. Ne var ki, aynı realite daha gevşek bir hükümet sürecinin işletilmesi için de tamamen uygun zemindir. Hükümet icraatları karşısındaki sorumluluğun bir parti tarafından tek başına alınmaması baskıların tırmandırılması için uygun zeminken, hesaplanan muhtemel yeni seçimler gerçeği ise demokrasi lafzının daha öne çıkarılmasını mümkün kılan bir zemindir. Peki, bu ikili durumdan hangisi ağırlıklı ihtimale dönüşebilir? Bu sorunun yanıtı da yine içinden geçilen sürecin özellikleriyle alakalıdır. Seçim süreci demokratik, devrimci ve sosyalist ittifak ekseninde HDP’nin büyük başarısına tanık oldu. Bu devrimci güçlerin moral aldığı, tecrübe kazanarak daha derli toplu hareket etmelerini ve daha canlı olmalarını aktüelleştiren bir zemindir. Dolayısıyla mevcut devrimci demokratik gelişme eğilimi, burjuva düzen gerici sınıf partilerinin önüne geçmek isteyecekleri ve istedikleri ortak paydadır. Her ne kadar AKP’nin tek başına iktidar olmasına karşı HDP’nin belli kesimlerce zımnen desteklenmesinden söz edilse de, son tahlilde bu

gelişme hakim sınıfları ve onların siyasi partilerini rahatsız eden ve kendileri için tehlike gördükleri bir eğilimdir. Ki bu eğilim salt Kürt Ulusal Hareketi’nin gelişme eğilimi değil, devrimci ve sosyalist güçlerin de gelişme eğilimini ifade etmektedir. Dolayısıyla bu gelişmenin önüne geçmek gerici sınıflar için es geçilmez bir meseledir. AKP ise zaten ulusal sorun karşısındaki tutumunu yürüttüğü oyalama ve aldatma söyleminden de alenen geri çekip sınıf karakterine uygun olarak, söylemde de ırkçı faşist bir pozisyona geçti. Genel olarak ulusal harekete dönük devlet politikasının biçimlenişi, genel yönetim biçiminin reelde alacağı niteliği de belirlemektedir. Demokratik sosyalist kurumlara dönük yapılan saldırılar vb. düşünüldüğünde de bu saldırgan gelişmelerin devam edeceği anlaşılmaktadır. Ulusal soruna karşı hali hazırdaki politika; demokratikleşme, barış vb. demagojilerinin terk edilerek açıktan bir savaş kışkırtıcılığı ve saldırganlığı eksenine oturmuş bulunmaktadır. O halde genel gidişatın faşist saldırganlığın tırmanacağını işaret etmektedir. Daha geniş ölçekte ise, Suriye eksenindeki gelişmeler, Suriye’ye girme hesapları, IŞİD ve Kobanê mese-


perspektif

evrimci görevler üzerine!

lelerindeki AKP ve devlet adına sürdürülen tavır ve tutum da savaş saldırganlığının gündemde olacağını göstermektedir. Ki, ulusal harekete dönük politika da Kobanê ve dillendirilen Kürt koridoru gelişmelerinden bağımsız değildir. Çözüm ya da barış süreci olarak işletilen sürecin aynı zeminde tıkanmaya girdiği de bilinen gerçektir. Kuşkusuz ki, Kürt koridoru ve Suriye’ye girme biçimindeki işgal eğilimi, özellikle ABD emperyalizmine rağmen gerçekleştirebilecekleri veya engelleyebilecekleri bir durum değildir. Ancak IŞİD’in daha büyük çapta ve açıktan desteklenmesi, Kürt ulusal sorununda açık faşist saldırıların devreye sokulması mümkün olup, esas olasılıklardır. Özcesi bu toplam, önümüzdeki süreç faşist saldırganlığın ve elbette buna bağlı olarak siyasi krizlerin gündeme geleceği bir süreç olacaktır. Yani iki ihtimalden biri olan faşist saldırıların tırmanması esas özellik olacaktır demek yanlış olmayacaktır. Bu gerçeklik karşısında sosyalist ve devrimci hareketi bekleyen belli görev ve sorumluluklara dikkat çekmek yerinde olacaktır. Geniş halk kitlelerinde demokrasi ve özgürlükler eğilimi giderek güçlenen bir

trenddir. HDP’nin aldığı oy ve bu oy oranının ortaya koyduğu tablo halk kitlelerinin bu eğilimini doğrularken, örgütlü, bilinçli devrimci hareketin de görece bir canlanma işareti verdiği söylenebilir. Bu durum devrimci hareket lehine olan koşulların olgunlaşmasını teyit etmektedir. Ancak burada da dikkatten kaçırılmaması gereken bir husus vardır ki, bu hususun göz ardı edilmesi başka tehlikelere kapıları aralayan değerdedir. Bahsini ettiğimiz tehlike, demokratik mücadele biçiminin sağladığı kimi olumlu gelişmelerin devrimci harekette abartılı bir ele alışla düzeniçi sağ tasfiyeci eğilimi geliştirmesi tehlikesidir. Proleter devrimci hareket bu tehlikeye karşı uyanık olmak ve ilkeli ideolojik duruşuyla bu eğilimin gelişmesini savuşturmayı önemsemek durumundadır. Burada illegal mücadele biçimleri ile açık alan demokratik mücadele biçimlerini titizlikle yerli yerine oturtup iki biçimin devrimci çizgi kılavuzluğu temelinde birleştirilmesine gereken hassasiyetin gösterilmesi gerekmektedir. Daha da önemlisi illegal silahlı mücadelenin geliştirilip öne çıkarılmasına çok daha fazla ağırlık verilmesi görevi isabetle saptanmalıdır. Hemen belirtelim ki, bu mücadelenin geliştirilmesi kuşkusuz ki belli zorluklarla karşı karşıyadır ama olanaksız değildir. Bilakis doğru siyaset ve taktik politikalar temelinde silahlı mücadelenin geliştirilmesi tamamen mümkündür ve bugün bunun koşulları belli oranda daha elverişlidir. İllegal silahlı mücadelenin doğrudan faşist saldırı ve baskıların boy hedefi olacağı sınıf çatışmasının doğası gereğidir. Bu gerçeği kabullenmeyenlerin silahlı mücadele iddiaları ciddi olamaz. İllegal silahlı devrimci mücadelenin daha ağır bedellerle yürütüleceği-yürüyeceği açıktır. Bu mücadelede tutsak düşmekten daha ağır bedellere kadar, en ağır şartlar geçerlidir. Bütün bunlar mücadele iddiasıyla birlikte göze alınıp, göğüslenen bedellerdir. Bugün silahlı eylem sonrası yaşanan yakalanmalar son derece olağan gelişmelerdir. Devrimin bunun dışında ilerlemeyeceği açıkken, alınan darbe veya yapılan karşı saldırılar göğüslenmesi gereken zorluklardır. Elbette alınan kayıplar veya yaşanan yakalanmalar olağan olmakla birlikte, bu saldırılara karşı daha sıkı ve ciddi derecede profesyonelleşmiş önlemlerle hareket edilmesi de ayrı bir ihtiyaç ve gerekliliktir. Bir şeyin altını özellikle çizelim ki, devrimci hareketin, silahlı mücadele ve eylemin alacağı önlemler ya da yapacağı hazırlıklar ile yürüteceği görevlerde esas olan mesele, halk kitleleriyle daha derin ve geniş ilişkilerle birleşmek ve onlara dayanmaktan geçer. Kitleleri ihmal eden tüm uzmanlık ve profesyonellik başarıları son tahlilde başarısızlığa uğramak durumunda kalacaktır. Dolayısıyla tüm sorunlarda halk kitlelerine dayanmak ve bunu pratik gerçeğe dönüştürmek tayin edici noktadır. Karşı-devrimin tüm saldırılarına, darbelerine, baskılarına karşın, halk kitleleri içinde kök salan-salmış olan ve onlara dayanan bir hareket tüm saldırıları aşmaya muktedir olacaktır. Kısacası kitlelere daha fazla gitmek, onlarla birleşmek, onlara güvenip onlara dayanmak asla ihmal edilmemesi gereken temel bir görev olarak tayin edici yerdedir. Aynı zeminde devrimci güçler arasındaki ilişki, ittifak

ve birliklerin geliştirilmesi yaşamsal önem taşıyan bir gereksinim ve görev, proleter devrimci hareket olarak önümüzde durmaktadır. Devrimci birlik, ittifak ve eylem birliklerinin hayata geçirildiği koşullarda başarıların elde edildiği pratik gerçek tarafından kanıtlanmış bir olgu durumundadır. Bu pratikten öğrenerek eylem birlikleri, ittifak ve değişik biçimlerde birliklerin geliştirilmesi gecikmeksizin geliştirilmek zorundadır.

Mücadeleyi büyütmeliyiz Muhtemel olan faşist saldırı ve ağır baskı koşullarına karşı da hazırlıklı olmak gerekmektedir. Bu hazırlık, hem kitlelerle birleşip bütünleşmeyi hem devrimci hareket arasında ortaklıkların kurulması hem de illegal silahlı devrimci mücadelenin esas alınarak geliştirilmesini talep etmektedir. Elbette faşist saldırılara karşı örgütsel çerçevede alınması gereken teknik tedbirleri, askeri taktik ve güvenlik önlemlerini gerektirmektedir. İlkeli çalışma tarzından sıkı örgütsel disiplin prensiplerine kadar bir dizi metot kullanılarak hazırlıklar yapılmalıdır. Özellikle illegal mücadele çalışanlarının düşmanın istediğinde ulaşabildiği pozisyondan çıkmaya, çalışmalarını itinayla gizlemeye, haklarında suçlamaya zemin sunacak ya da delil oluşturacak çalışma tarzından sakınmaları ertelenmeden devreye sokulmak durumundadır. Ciddi çalışmaların ciddiyetle yürütülebileceği mutlak biçimde bilince çıkarılmak durumundadır. Basit hata ve amatörlüklerin aşılması zorunludur. Ne pahasına olursa olsun devrimci mücadele ve devrimci eylem çizgisinde ısrar etme kararlılığı kesinlikle korunmak durumundadır. Baskı ve bedellerin gerilettiği bir devrimcilik tarzı, gerçek bir devrimcilik üretemez. Belirli sosyalist kurumların devletin her türlü baskı ve yıldırma saldırılarına karşı kararlı bir tavır sergilemesi buna örnektir. Mücadelenin gelişmesi ve kendisini faşist saldırılar karşısında var ederek sürdürmesi, kesinlikle bu kararlılık zemininde mümkün olacaktır. Nitekim bütün saldırılara karşın belli bir gelişme eğilimi ortaya konduğu söylenebilir. Devrimin gelişmesini tayin eden bilinçli insan rolü ve nesnel şartlardır. Karşı-devrimci saldırılar sadece belli etkilerle sınırlıdır, devrimci gelişmeyi ortadan kaldırma durumunda değillerdir. Sonuç olarak, önümüzdeki sürecin faşist saldırıların yoğunlaşacağı bir süreç olacağı muhtemeldir. O halde bu saldırı dalgasını hesaplayarak gerekli hazırlıkların yapılması şarttır. Özellikle Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı azgın bir savaş sürecinin yaşanması olasıdır. Bu, genel bir saldırı furyası olarak faşist terörün devreye sokulacağı anlamına gelir. Ki bu saldırı süreci Suriye, Kobanê, IŞİD eksenindeki gelişmelerden, dolayısıyla uluslararası alandaki cereyandan bağımsız değildir. Faşist “T.C.” devleti bu alanda yaşadığı sorunlar zemininde içte de faşist baskı ve saldırılarını arttıracaktır. Proleter devrimcilerin buna yanıtı; devrimci savaşı geliştirmekte odaklanmak durumundadır.


14 Kamp Armen: gasp ve direnişin hikâyesi röportaj haber

“Umudumuzun bittiği an her şeyin bittiği andır. Biz umudumuzu asla yitirmedik, yitirmeyeceğiz de. Burası bizimdi. Emeklerimiz var, hatıralarımız var. Bilabedel el konuldu. Bu hatayı, bu kusuru devlet işledi. Devlet de giderecek. Biz kampımızı geri istiyoruz” Hrant Dink’in ve çok sayıda Ermeni çocuğun emeğiyle 1962 yılında kurulan ve daha sonra devlet eliyle zorla gasp edilen Kamp Armen’in yıkılmasını önlemek ve kampın yeniden Ermeni halkına iade edilmesi için bir buçuk aydan fazla süreden beridir bir direniş sürüyor. 6 Mayıs’ta kampın bir bölümünün yıkılmasından sonra kampa yerleşerek nöbet tutan Kamp Armen Dayanışması ve Nor Zartonk burada kolektif bir yaşam inşa ettiklerini söylüyorlar. Kampın kuruluş hikayesini, gasp edilişini ve direnişi direnişin başından beri içinde yer alan Kamp Armen’den yetişen öğrencilerden Garabet Orunöz ve Nor Zartonk’tan Alexis Kalk’la konuştuk.

sekiz senedir de Hrant abinin vurulmasından sonra her sene nisan ayının son Pazar günü bu kampın talebelerini toparlar bu kapma pikniğe getiririm. Aslında bu piknik değil buradaki anılarımızı tazelemedir, hafızamızı tazelemedir. Bu sene son kez gidiyoruz dediğimde de millet bıktın mı sıkıldın mı dediğinde seneye belki o binayı bir daha orada göremeyeceğiz, yıkılacak dedim.

Peki, buradaki direniş nasıl başladı?

Yani inşaatın son aşamasında, üst katın yapımı sırasında buradaydım. İnşaatında deniz kenarından ben de buraya kum taşıdım, o kumu ben de eleklerden geçirdim. O kumun yıkanması için ben de tulumba çektim. O harcı buradan üst kata ben de taşıdım. 7 yaşındaydım. Ama burada benim de emeğim var.

Direnişin bugün 54. Günü. Ama artı sekiz senesi var. Sekiz sene 54 gün. Sekiz sene biz burayı sadece duyurmaya çalıştık. Böyle bir yetimhanemiz vardı. Gasp edildi. Anlatmaya çalıştık. Burası için bir kısa film yaptık. O kısa film burada çekildi tamamen. Kampın kullanmadığımız, göstermediğimiz alanı kalmadı ki bu filmi dünyanın altı kıtasına dağılmış bu kampa hasret olan bu kampın çocuklarına birer anı olsun diye onlara yollayalım. Aynı zamanda da toplumumuzun duyarlı kesimlerine de işte böyle bir mekanımız vardı, devlet el koydu diyebilmek için. Çünkü bir gün yıkılacak olursa inkâr başlayacaktı. Orada hiçbir zaman Ermeni yetimhanesi olmadı diyeceklerdi.

Burası tamamen öğrencilerin emeğiyle kuruldu değil mi?

Sonrasında mayıs ayında burada fiili olarak bulunmaya başladınız düzenli olarak?

Evet, Hasan usta inşaat kalfamızdı. Hasan ustanın kontrolünde kumunu, çimentosunu bu meydanda biz karardık, biz karıştırırdık. Hasan Usta’nın söylediği yere bizler taşırdık.

Biz 26 Nisan’da buraya kampın talebeleri olarak ziyarete geldik. 27 Nisan Pazartesi günü gazetelerde haber oldu. 28 Nisan Salı günü tapu sahibi buraya gelip Mayıs sonuna kadar müsaade verdiği bekçiye bu hafta sonuna kadar çıkıyorsun deyip korkutmuş. 6 Mayıs Salı günü buranın yıkılacağını biliyordum. Selahattin’in(bekçi) kızı sabah beni aradı. “Abi dozer geldi” dedi. Onlar gelip müdahale edinceye kadar 15 dakika geçti. O zamanda da zaten arka bölümü yıktılar. Tabii ondan sonra HDP’nin Pendik ve Tuzla ilçe teşkilatları akın akın Kadıköy’den Şişli’ye buraya gelmeye başladılar. Sonra kepçe operatörünü çağırdık. Zaten yıkımı durdurmuştu. O “Buranın bir yetimhane olduğunu bilmiyorum. Bilseydim kepçeyi vurmazım. Bu saatten sonra trilyon kazanacağımı da bilsem daha da yıkmam” dedi. Çekti gitti. Tabii ondan sonra biz geldik ve o günden sonra da gitmedik. Bundan sonraki süreç için ne düşünüyorsunuz? Umutlu musunuz? Umudumuzun bittiği an her şeyin bittiği andır. Biz umudumuzu asla yitirmedik, yitirmeyeceğiz de. Burası bizimdi. Emeklerimiz var, hatıralarımız var. Bilabedel el konuldu. Bu hatayı, bu kusuru devlet işledi. Devlet de giderecek. Biz kampımızı geri istiyoruz.

Sizi tanıyabilir miyiz öncelikle? Ben Garabet Orunöz. 1960 Malatya doğumluyum. ’67’de okumak için Tuzla Ermeni Kampına geldim.

Siz buranın kuruluşunun başlangıç döneminde değil de son aşamasında yer aldınız değil mi?

Kaç yıl okudunuz burada? 1975 yılına kadar sekiz yıl kaldım burada.

Buradan ayrıldıktan sonra ilişkilerinizi sürdürdünüz mü? Tabii, ben ayrıldıktan sonra hiç bağımı koparmadım ki. Ben her fırsatta buraya geliyordum. Bir tek yazın değil, yaz kış da geliyordum. Hala da burayla bağlarımı koparmış değilim. Son

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Alexis Kalk Öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz? Ben Nor Zartonk aktivistiyim. İsmim Alexis Kalk. Aşağı yıkarı 54 gündür Tuzla’dayız. İlk yıkıldığı gün bizim arkadaşlarımız buraya ulaştılar. Yıkımı durdurdular. Ardından da tabii biz bir çağrı yaptık. Nor

Zartonk olarak Türkiye’deki demokratik kamuoyuna, devrimci yapılara, destek vermek isteyen halklara buradaki direnişi gelin hep beraber örgütleyelim, hep birlikte burada yeni bir yaşam kuralım dedik. Ve bu çağrımız da olumlu bir karşılık buldu. Ve bunun üzerine burada bir Nor Zartonk ve Kamp Armen Dayanışması ismini verdiğimiz bir hayat ortaya çıktı.

Kısa olarak kampın kuruluş döneminden devletin gasp etmesine kadar olan süreci aktarır mısınız? Ne amaçla, nasıl kuruldu? Sonra nasıl hangi gerekçelerle el koyuldu? Şimdi gasp hikâyesi buranın özelinin dışında gayrimüslim halkların mülklerine yönelik genel bir gasp durumu var. Bu da şuna dayandırılıyor. Bu vakıflar Osmanlı döneminde Padişah fermanıyla kurulmuş vakıflar. Cumhuriyet döneminde ‘36 yılında çıkarılmış bir vakıflar kanunu çerçevesinde bu vakıflardan kendi mülklerini beyan etmeleri isteniyor. Bu vakıflar da kendi mülklerini bir beyanname doldurup teslim ediyorlar Vakıflar Genel Müdürlüğüne. Daha sonra bu vakıfların tamamı hayatlarına normal bir şekilde devam ediyorlar. Bu vakıflar daha sonra da tabii çeşitli mülkler ediniyorlar. Tabii bunların hepsi devletin koyduğu kanunlar çerçevesinde gerçekleşiyor. 1915 soykırım sonrasında Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmış Ermeniler var, “kılıç artığı” dediğimiz. Bir şekilde hayata tutunmayı başarmış. Fakat bunların herhangi bir kültürel sosyal alanı bırakılmamış. 1950’li yıllara geldiğimizde bu insanlara bir şekilde İstanbul Ermenilerinin yardımlaşması çabaları artıyor. Bu çerçevede Anadolu’ya giden din adamları oradaki öksüz, yetim ve yoksul Ermeni çocukları toplayıp İstanbul’a getiriyorlar. Ve İstanbul’da bir şekilde Ermeni okullarına yerleştirilip, yatılı okullarda okutmaya başlıyorlar. Buranın da sahibi olan Gedikpaşa Ermeni Protestan kilisesi ve Ermeni Vakfı. Bu vakıf bir okula da sahip. Aynı şekilde öğrencileri getiriyor. Bu çocukların yalnız yazın gidebilecekleri bir yer yok. İşte memleketlerine dönmeleri sıkıntılı, yazın okul kapalı. Çocuklar sokaklarda atıl durumdalar. Bunların bir şekilde yazlarını değerlendirmeleri açısından böyle bir kamp kurulması fikri ortaya çıkıyor. Bu arazi de 1962 yılında satın alınıyor. Boş bir araziyken burası, o dönemin imkanları tabii çok kısıtlı, yetim çocukların da burada çalışmasıyla üç yaz boyunca bu binalar kat kat çıkılıyor. ‘79


röportaj haber

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

yılına kadar burası sorunsuz işliyor. ‘79 yılına geldiğimizde Vakıflar Genel Müdürlüğü buranın tapusunun iptali için Kartal Asli Hukuk Mahkemesi’nde dava açıyor. Bu davayı açarken de dayanak olarak şunu gösteriyor: 1974 yılında, tabii 1974 yılı Kıbrıs olaylarının özellikle o yıllar arttığı ve ülkenin gündemine oturduğu bir dönemden bahsediyoruz. Yargıtay hukuk dairesi Balıklı Rum Hastanesi Vakfıyla hazine arasında ki bir davaya bakarken bu davayı devlet lehine çözüyor. Ve çözerken şunu söylüyor: “Bu vakıfların bir vakıf senetleri yok, çünkü padişah fermanıyla kurulmuşlar. 1936 yılında verilen beyannameleri ben vakıf senedi olarak kabul ediyorum. O vakıf senetlerinde de bu vakıflar mülk edinebilir diye bir ifade düşmedikleri için bu vakıfların mülk edinmesi kanunen mümkün değildir”. Ve tabii gerekçeli kararında çok önemli asıl niyetini açık ediyor. Diyor ki yabancı gerçek kişilerin, bu arada yabancı ifadesini kullanıyor gayrimüslimler için, mülk edinmeleri doğal haklarıdır. Eşit yurttaştırlar diyor. Fakat yabancı tüzel kişilerinin mülk edinmesi milli güvenlik için za-

rarlıdır diyor. Bu karar çıktıktan sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü 1936 beyannamesinde yer almayan bütün mülkler için iptal davaları açıyor sırayla. Buraya da ’79’da sıra geliyor. Yani o sırada bu vakıflara ait olan 1700 kadar mülkün tapusu iptal ediliyor. 83’te bu dava sonuçlanıyor. Tapu iptal ediliyor. Siyasi bir hareket olduğu çok açık bir şekilde ortada. ‘83 yılında tabii vakıf itirazlarına başlıyor. ‘87 yılına kadar burada yine çocuklar var ama tabii azalarak. Bir dönem buranın kurucusu ‘80 darbesi döneminde içeri alınıyor. İşkenceden geçiriliyor. Ermeni militan yetiştirdiği iddia ediliyor burada. O işkenceden geçerken buranın idaresi de Hrant Dink tarafından yapılıyor. Zaten Hrant Dink ve Rakel Dink buradan yetişen çocuklar. Burada tanışıp evleniyorlar. Burası bir açıdan da böylesi bir sembolik duygusal bir anlamın da olduğu bir yer. 1500 kadar çocuk yetişiyor. Şu anda pek çoğu yurtdışında bu çocukların. Ve dediğim gibi hukuksal süreç böyle işliyor. Burası bir şekilde gasp ediliyor. Çünkü tapu iptal edildiğinde herhangi bir para da ödenmiyor. Tamamen hiçbir bedel ödenmeden ilk sahibine geri veriliyor.

Direniş süreci nasıl gelişti? Burada pratik olarak neler yapıyorsunuz? Destek boyutuyla nasıl bir gelişim oldu bu süreç içerisinde? Burada Kamp Armen’deki direnişi örgütlerken iki tane temel ayağı vardı bunun. Bir tanesi tabii ki buradaki yıkımı durdurmak ve kampın geri alınması noktasıydı. O kısmında en azından yıkımı durdurduk. Yıkımın devam etmeyeceğine inanıyoruz yani bu saatten sonra artık yıkımın ilerlemesi durumu bizce mümkün değil çünkü oluşan kamuoyu ve

halkların gösterdiği tepki bunu gösteriyor. İkinci ayağı ise buradaki direnişin devamlılığının sağlanması ve burada bu süre zarfında (ve ucu açık bir süre bu. Ne zaman iade edileceğini de bilemediğimiz bir süreden bahsediyoruz), bu alanda neler yapabileceğimiz kaygısıydı. O noktada biz aslında o çocukların bu binayı inşa ettiği ruha uygun bir şeyler yapmak istedik. Dolayısıyla burada bir çeşit komün yaşam kurduğumuzu iddia edebiliriz. Biraz fazla iddialı ama “komün denemesi” diyebiliriz belki. Bu noktada Gezi’yle de aslında benzerlikler taşıyor. Ve onların burayı kolektif bir emekle inşa ettikleri gibi biz de bu bahçede aslında kolektif bir yaşam inşa etmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken de sadece Ermeniler üzerinden okumamaya çalışıyoruz. Bütün halkları kapsayan aslında sorunlarımızın ne kadar ortak olduğunu, düşmanlarımızın nasıl ortak olduğunu gösteren bir noktadan etkinlikler organize etmeye çalışıyoruz. İkinci kısmı çocuklara yönelik. Çünkü bir çocuk kampı, çocuk yetimhanesi burası. Çocuklarla bol miktarda aktivite yapmak ve çocukları bir şekilde buraya dâhil etmek ve burayı tekrar yaşanabilir bir yer haline getirmek. Üçüncüsü de tabii buranın bir Ermeni Kurumu olduğunu düşünürsek, Ermeni kültürü üzerine etkinlikler düzenlemek. Tabii bu işin bir de kentsel dönüşüm, hatta rantsal dönüşüm ayağı vardı. Eski fotoğraflarını gördüyseniz komple tarla olan bir yerin şu anda lüks villalarla kaplı olduğunu göreceksiniz. Ve burası da yıkılıp yerine lüks villalar yapılmak isteniyor.

Şuan için buranın tekrar vakfa iade edilmesi noktasında işleyen bir hukuk süreci var mı?

15

‘83 yılında buranın davası sonuçlanıp tapusu iptal edildikten sonra vakfın hukuksal girişimleri oluyor. Fakat en sonunda sonuçsuz kalıyor. Yani bir sonuç çıkmıyor. 2003, 2008 ve 2011’de bir takım yasal düzenlemeler yapıldı bu 74’teki Yargıtay kararıyla el konulan mallarla ilgili. O düzenlemeler bu tarz üçüncü şahsa geçmiş olan mülklerin iadesi noktasında açıkçası tam olarak bir çözüm sunamıyor. Buradaki hukuksal süreç tıkanmış durumda. Yani 2008’den sonra yasa çıktıktan sonra bir başvuru yapılıyor. O da reddediliyor devlet tarafından. O reddedildikten sonra herhangi bir girişim olmuyor. Ama diyebiliriz ki burada siyasi bir süreç işliyor artık buranın devriyle ilgili.

Önümüzdeki süreçte eğer burası yeniden vakfa iade edilirse neler yapılabileceğine dair bir fikir var mı? Ya da bu direnişin önümüzdeki süreçlerde nasıl devam ettirilebileceğine dair? Buradaki çalışma burası iade edilene kadar devam edecek. Tabii burayı olabildiğince zenginleştiren aktivitelere biraz evvel bahsettiğim çizgide devam etmeyi planlıyoruz. Burası alındıktan sonra ne yapılacağı noktasında herkesin talebi çocukların faydalanabileceği bir mekan olarak kullanılması yönünde. Yine aynı şekilde belki çerçeveyi biraz daha geniş tutarak, sadece Ermeni çocuklarını değil, dönem dönem başka halklardan da çocukları katarak bir çeşit belki barış kampı olması bizim temennimiz. Tabii burada vakfın iradesi de devreye girecek. O noktada da işin teminatını biz verebiliyoruz. Yani buranın ticari bir amaçla kullanılmayacağının teminatını biz burada direnenler olarak verebiliyoruz. Ki vakfın da söylediği bu.

Yok. Şuanda bir hukuk süreci yok. Açıkçası

YOLA YOLCU

≫ hıdır uludağ

STRATEJİ VE TAKTİK

Ö

z olarak strateji, gündemde olan toplumsal çelişkiler sürecinin kapanmasına kadarki dönemi anlatır. Yani var olanın yerini, yeninin alana kadarki sürecidir. Bu süreçte binlerce, belki de on binlerce taktik mücadele biçimleri gündeme gelir. Bu anlamıyla taktikler de toplumsal ilerleyişte inanılmaz roller oynarlar. Doğru strateji, doğru taktiklerle beslenmiyorsa tek başına fazla bir anlam ifade etmez. Kapitalist-emperyalist olarak bilinen Ekim Devrimi öncesi Rusya’sında Lenin, burjuva demokratik devrimin gerekliliğinin hatta zorunluluğunun altını çiziyordu. “Unutmamalıyız ki” diye yazıyordu Lenin ve şöyle devam ediyordu: “Sosyalizmi yakınlaştırmak için, şu anda tam politik özgürlükten, demokratik cumhuriyetten başka bir araç yoktur ve olamaz.” Devrimin başında ise proletarya önderliğinde müttefiki köylülüğün olmazsa olmazlığının kavgasını veriyordu Menşeviklere karşı. Lenin, “Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği” adlı eserini tamamen bu konuya ilişkin olarak kaleme alıyordu. Bilindiği gibi Menşevikler, burjuva demokratik devrimin önderliğini burjuvazinin yapmasını savunuyorlardı. Lenin ise, burjuvazinin artık ilerici barutunu tükettiğini ve görevin artık proletaryanın omuzlarında olduğu tezini savunuyordu. “Lenin, de-

mokratik görevlerin yerine getirilmesinin hemen ardından, proletarya ve diğer sömürülen kitlelerin, bu kez sosyalist devrim uğruna mücadelesinin başlaması gerektiği görüşündeydi” diye yazıyor Stalin. Yani emperyalist Rusya’da doğrudan doğruya ilk elde sosyalist devrimi değil, sosyalist devrimi yakınlaştıracak olan demokratik devrimin gerekliliğinin altını çiziyorlardı Lenin ve Stalin. Devrimin görevlerini ise; Çarlığın devrilmesi, 8 saatlik işgünü ve işçilerin diğer tüm demokratik talepleri, köylülüğün toprak sorununun çözümü olarak belirtiliyor ve bunun için başta işçi sınıfı olmak üzere kitlelerin silahlandırılması ve bu görevlerin “devrimci yolla” çözülmesi gerektiğini belirtiyorlardı. 1905 devrimi Menşeviklerin de ihanetiyle yenilgiyle sonuçlandı. Ama süreç devam ediyordu. Çünkü eskinin yerini henüz yeni olacak olan almamıştı. On iki yıl aradan sonra, yani 1917 Şubat’ında dalgalar halinde yükselen mücadele, istibdadı yıkarak sürecin tamamlanmasını ve hemen ardından Ekim Devrimi ile sosyalizme geçişi sağlamıştır. Mao da, yarı-sömürge yarı-feodal Çin’de sosyalist devrimden önce, demokratik halk devrimini savunuyor ve bütün mücadele çizgisini buna göre oluşturuyordu. Çin, Rusya gibi tam kapitalist bir ülke değildi. Yarı feodal ilişkiler ile kapitalist ilişkiler iç içe geçmiş ve ilk

elde feodalizm, komprador kapitalizm ve emperyalizmle geniş halk yığınları arasındaki çelişkilerin çözümü sürece damgasını vuruyordu. Mao, öncelikle bu çelişkilerin çözümü ve oradan da durmaksızın sosyalizme geçişi öngörüyordu. Mao da, devrime işçi sınıfının önderliğini şart koşuyor ve devrimin müttefiklerini tıpkı Lenin gibi doğru tahlil ediyordu. Çin’deki demokratik halk devrimi ile Rusya’daki burjuva demokratik devrimin kapsamları, devrimin müttefikleri bir ve aynı değildi, ama her iki devrimin özü ve önderlik meseleleri aynıydı. Daha da önemlisi, bu stratejik süreç yaşanmadan sosyalizme geçişin mümkün olamayacağı noktasındaki anlayış birliğidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında, tarih boyunca ne burjuva demokratik anlamda ne de başka bir anlamda herhangi bir devrimsel süreç yaşanmadığına göre ve ne kadar görmezlikten gelinirse gelinsin yarı feodal ilişkilerin mevcudiyetinden ötürü demokratik halk devrimi stratejik bir süreç olarak komünistlerin önünde çözülmesi gereken ilk görev olarak duruyor. Bu süreci atlayarak sosyalizmin inşası mümkün değildir ve Lenin, Stalin, Mao’ya karşı, Menşevikler gibi ideolojik kavgaya girişmektir. Bilimsel olanla, gayri bilimselin kavgasında, gayri bilimsel olanın yenilgisi kaçınılmazdır.


16

LGBTİ haber

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

renkleri buradayız. Bugün bizlerin ayağındaki zincirler yarın hepimizi tutsak kılacaktır, nefret cinayetlerine, ötekileştirmeye, katledilmeye karşı bize bir yasa lazım. Nefrete inat yaşasın hayat.'' Sözde güvenliğin sağlanması adına ortaya atılan İç Güvenlik Yasası da teşhir edildi. 'Paketi bizlere güvenlik gerekçesi ile dayatanların 27 Mayıs sabahı Demokratik Haklar Federasyonu'na yönelik gerçekleştirdiği 'terör operasyonu' paketin nerelere varacağını açıkça gösteriyor ve bu paketin ilk icraatı olarak karşımızda duruyor. Cinayetler meşrulaşacak, zaten kamusal alana alınmayan transların varlığı yine bu paket aracılığıyla tamamen yok sayılacak' sözleriyle protesto edilen yasa üzerinden DHF'lilere yönelik düzenlenen baskınlar ve tutuklamalar da protesto edildi. Yürüyüş basın açıklamasının ardından son buldu.

6. Trans Onur haftası kapsamında bu yıl “Bize bir yasa” lazım temasıyla İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği ve Demokratik Kadın Hareketi tarafından düzenlenen Trans Onur Yürüyüşü’ne DHF-HDP ittifakı İstanbul milletvekili Erdal Ataş da katıldı. İstanbul Valiliği’nin “Ramazan sebebiyle” izin vermediği 13. LGBTİ Onur Yürüyüşü’ne ise polis saldırdı

6. Trans Onur haftası İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği tarafından İnsan Hakları Derneği'nde yapılan basın açıklamasıyla başladı. ‘Bize bir yasa lazım’ şiarıyla İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği ve Demokratik Kadın Hareketi (DKH) tarafından örgütlenen hafta içinde çeşitli paneller ve kültürel etkinlikler düzenlenirken Onur Haftası 21 Haziran’da düzenlenen Onur Yürüyüşüyle sonlandırıldı. Aralarında DHF-HDP ittifakı İstanbul Milletvekili Erdal Ataş’ın da bulunduğu kitle Fransız Konsolosluğu önünde 'Bize Bir Yasa Lazım' ve 'Trans# Evi' yazılı Türkçe ve Kürtçe pankartı arkasında bir araya geldi. Dev LGBTİ bayrağının taşındığı yürüyüşte 'Susma haykır Translar vardır', 'Jin jiyan azadi', 'Gezi şehitlerine bin selam', 'Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz', 'Aksaraylar yıkılsın yerine trans misafirhanesi açılsın' sloganları atıldı.

LGBTİ Onur Yürüyüşüne polis saldırısı

'DHF'li tutsaklara özgürlük' 27 Mayıs'ta Demokratik Haklar Federasyonu'na düzenlenen polis baskınında tutuklanan 9 DHF'li de unutulmayarak 'DHF'li tutsaklar serbest bırakılsın' sloganı atıldı. Yürüyüş boyunca devletin LGBTİ'lere yönelik nefret politikaları ve yeni getirilen İç Güvenlik Yasası çekilen ajitasyon ve sloganlarla protesto edildi. YPG ve YPJ'nin Tel Abyad'daki zaferini de selamlayan kitle YPG/YPJ savaşçıları için 'Keçe Kurdan' türküsünü söyleyerek halaylar çekti. Yürüyüş boyunca İstiklal Caddesi'ni abluka altına alan polisler de 'Polis fuhuş yap onurlu yaşa' "Polis kaç kaç kaç ibneler geliyor", "Faşizme karşı bacak omuza" sloganlarıyla protesto edildi. Islık ve zılgıtlarla isyan koşusu gerçekleştiren binlerce kişi, Tünel Meydanı'na yürüdü.

Ataş: “Yalnız değiliz” Taksim Tünel'e gelindiğinde bir konuşma yapan HDP Milletvekili Erdal Ataş devletin toplumu 5 temel sorun üzerinden sömürdüğünü belirterek Türkiye/Kuzey Kürdistan coğrafyasının en zengin bölgelerden biri olmasına rağmen halkların yoksulluk içerisinde yaşadığını ifade etti. Bir diğer sorunun dillerin yasaklı olması olduğunu vurgulayan Ataş, ekolojik ve inançsal yönden de insanların yasaklandığını belirtti. 'İnsanlığın sömürü ve zulüm durağının ilk

Bize bir yasa lazım! saldırısı ise cinsiyete dayalı saldırılardır' diyen Ataş, seçim sürecinde AKP hükümeti ve medyanın HDP Milletvekili Adayı Barış Sulu'ya yönelik nefret söylemlerini hatırlattı. Ataş, "Bundan sonraki süreçte erkek egemen anlayışı ve gericiliği hep beraber boşa çıkaracağız. Yalnız değiliz. Bugün bu eşiğe daha fazla yaklaşmış bulunuyoruz" diyerek konuşmasını sonlandırdı.

'Bize bir yasa lazım' Ardından İstanbul LGBTİ Derneği tarafından yapılan basın açıklamasında Trans bireylere yönelik nefret suçlarında büyük bir artış olduğu ifade edilerek TCK'da bulunan 'haksız tahrik' indirimi yasası teşhir edildi. Açıklama şöyle devam etti: Nefret cinayetlerindeki bu artış devlet politikalarının ve toplumdaki değerler sisteminin bir ürünüdür. Anayasadan ağır tahrik indirimlerinin kaldırılmaması devletin ve AKP hükümetinin trans katliamlara açık çağrısıdır. Bu yüzden 'Bize bir yasa lazım.' Erdoğan, ik-

tidarı boyunca katledilen tüm transların birinci dereceden sorumlusudur. İç güvenlik yasası olarak bilinen, kendinden olmayan herkesi cezalandıran yasa en çok transları vuracaktır. Hukuksuzluğu ve katliamı yalnızca translar yaşamıyor. Ortadoğu'yu kan gölüne çeviren IŞİD zulmü, artan kadın cinayetleri, savaşa kurban giden gençler, tecavüz dahi her türden eziyeti yaşayan kadınlar ve çocuklar aynı kıyımın farklı yüzleridir. Müslüman görünüp İslam devletine lojistik destek sağlayanlar ile nefret kültürüyle topluma karşı savaş yürütenler aynı kişilerdir. Kobanê'yi cehennem yerine çeviren nefret kültürünü yayarak tüm azınlık, kimlik ve ötekileri sistematik olarak katlediyor. Kobanê'de kafa kesenler, İstanbul'da gülleri katlediyor. Kobanê'de kadınları pazarlarda satanlar sokak ortasında gençleri vuruyor. Ancak bu gidişatı değiştirme kararlılığımız gün geçtikçe artıyor. İster marjinal ister sapkın olarak tanımlayın, toplumun tüm

Öte yandan bu yıl 13.sü düzenlenen LGBTİ Onur Yürüyüşü’ne polis saldırdı. 28 Haziran’da daha yürüyüş başlamadan Taksim ve İstiklal Caddesi civarında toplanan kitleye polis herhangi bir uyarıda bulunmaksızın tazyikli su, biber gazı ve plastik mermilerle saldırdı. Saldırılarda çok sayıda kişi yaralanırken polis gazetecileri de tartakladı. Taksim’i ve ara sokakları abluka altına alan polis gördüğü tüm gruplara saldırırken çok sayıda kişiyi de gözaltına aldı. LGBTİ'lerse polis saldırısının ardından ara sokaklardan "Susma haykır eşcinseller vardır" sloganlarıyla İstiklal Caddesi'ne tekrar çıktı. Kitle polisin saldırısına taş ve şişelerle karşılık verdi. Polisin LGBTİ eylemine saldırısı sosyal medyada da büyük tepkilerle karşılandı. Öte yandan LGTBİ Onur Haftası resmi Twitter hesabından yaptığı açıklamada, İstanbul Valiliği'nin yürüyüşü yasaklamasının sebebini ‘Ramazan hassasiyeti’ olarak gösterildiğini kaydetti. Yapılan yürüyüşe HDP milletvekilleri de katılarak polis saldırılarını engellemeye çalıştı. İlk saldırıların ardından HDP milletvekili Filiz Kerestecioğlu LGBTİ’lerle Galatasaray Lisesi’ne yürüdü. Kerestecioğlu burada yaptığı açıklamada "Valilikle görüştük ancak yürüyüşün olamayacağını söyledi. Bizler barışçıl şekilde 12 yıldır bu yürüyüşü yapıyoruz. Vali 'onlarla olmaz' demiş. Neden olmaz sorusuna da 'Ramazan' demiş. Dünyanın her yerinde özgür bir şekilde gerçekleştirilen yürüyüşü engelleyen valiyi kınıyoruz. Özgürlük için ve iç güvenlik paketinin kaldırılması için direneceğiz." ifadelerini kullandı. Ancak polis daha sonra burada toplanmaya çalışan gruplara saldırarak İstiklal Caddesi’ne çıkışları engellemeye çalıştı. LGBTİ’lerse polis saldırılarına, tehditlerine ve homofobik tacizlerine karşı tekrar Tünel’de toplanarak burada bir basın açıklaması yaptı. Polis açıklamanın ardından kitleyi zorla dağıtmaya çalışırken Tünel’de toplanan kitleye tekrar saldırdı. Saldırılar geç saatlere kadar sürdü.


01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

LGBTİ haber

17

LGBTİ mücadelesi nedir, desteklenmeli midir? Peki, insanların cinsel kimlikleriyle ilgili iradelerine ipotek koyanlar, onları yönelim ve tercihlerinden dolayı aşağılanma ve şiddete maruz bırakanlar, bu cesareti nereden alıyorlar? Kendi gibi olmayanın sırf farklılığından dolayı yok sayılması hatta yok edilmesi gerektiğine hükmedenlerin bu cüreti nereden geliyor? Farklılıkları doğal ve insanca kabul etmek yerine, bütün insanları tornadan çıkmış gibi tek tip düşünce ve inanç yapısına sıkıştırmak isteyen zihniyetin kaynağı nereye dayanıyor? Basından takip edebilenler biliyordur: Bu sene İstanbul’da 6. düzenlenen Trans Onur haftasının önemli bir sloganı vardı. İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği tarafından 15-21 Haziran arasında organize edilen hafta, “Bize bir yasa lazım” sloganıyla yeni oluşacak parlamentodan net bir talepte bulunuyordu. Statülerinin yasal bir güvenceye kavuşturulması ve cinsel kimliklerinin tanınmasını isteyen LGBTİ (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks) üye ve destekçileri, bu hafta kapsamında gerçekleştirdikleri eylemlerle, seslerini hem yetkili yasama organlarına hem de geniş halk kesimlerine duyurmaya çalıştılar. Müslüman bir ülkede çoğunluk tarafından, toplumsal dinamiklerin en alttakileri olarak görülen LGBTİ bileşeni bireyler, tıpkı kadınlar gibi aşağılanma ve ötekileştirilmeyle karşı karşıyalar. Aynı Müslüman ülkede “7-8 yaşındaki kız çocuklarıyla evlilik caizdir” söyleminin büyük bir infiale yol açmaması ise koskocaman bir soru işareti olarak ortada durmaktadır. Kadınların bile cins olarak ezildiği, ötelendiği, hakir görüldüğü ve bundan dolayı sürekli ayrımcılığa tabii tutulduğu bir toplumda yaşıyoruz. Böyle bir toplumda; cinsel tercih ve yönelimleri statükonun emrettiği “ideal”in dışında olan bireylere adil davranılmasını beklemek hayalcilik olurdu zaten. Peki, insanların cinsel kimlikleriyle ilgili iradelerine ipotek koyanlar, onları yönelim ve tercihlerinden dolayı aşağılanma ve şiddete maruz bırakanlar, bu cesareti nereden alıyorlar? Kendi gibi olmayanın sırf farklılığından dolayı yok sayılması

hatta yok edilmesi gerektiğine hükmedenlerin bu cüreti nereden geliyor? Farklılıkları doğal ve insanca kabul etmek yerine, bütün insanları tornadan çıkmış gibi tek tip düşünce ve inanç yapısına sıkıştırmak isteyen zihniyetin kaynağı nereye dayanıyor? Resmi ideolojiye hakim olan “tek”çi mantığın toplum içindeki uzantısı tekçi anlayış, farklılıklara tahammül etmiyor. Toplumu oluşturan farklı milliyetlerden azınlıklar ve inanç gruplarına karşı var olan tahammülsüzlük, aşağılama ve ötekileştirme, farklı cinsel kimlik mücadelesi veren birey ve oluşumlar için de geçerlidir. Toplumun büyük bir kesimine yayılan ve haklı hiçbir gerekçesi olmayan homofobi; esasen kendisine benzemeyeni tam olarak tanımamaktan kaynaklanmaktadır. İlkel insandan günümüze kadar insanlık, tam olarak tanıyamadığı, yabancısı olduğu varlık ve durumlara karşı, korku ve bu korkunun yol açtığı belli bir mesafe ve temkinle yaklaşmıştır. Farklı olana karşı duyulan korkunun yol açtığı önyargılar;

mesi konusunda herhangi bir endişeye yer olmadığı açık! Diğer taraftan, bir ilişkinin “doğal” veya “insani” olup olmadığına karar vermek, hariçten gazel okuyan üçüncü şahıslara düşmediği gibi erişkin insanların özgür iradeleriyle verdikleri kararların, ilişki tercihlerinde belirleyici olduğu yadsınamaz. Burada özellikle “erişkin insan” tanımlamasına vurgu yapılmasının temel nedeni; “cinsel tercihlerde özgürlük” kavramının “cinsel sapkınlıklarla” karıştırılmaması gerektiğinin altını çizmek içindir. Çünkü cinsel istismar ve sapkınlıklarda bireyin akli dengesinin yerinde olup olmadığı, erişkin olma durumu, sevgi, özgür irade, kişinin rızası gibi özellikler aranmaz. Elbette ki; çocuklara, akli dengesi yerinde olmayan insanlara, ölülere, rızası olmayan erişkin insanlara yapılan her türlü cinsel taciz ve istismar normal dışıdır, sapkınlıktır, savunulacak bir tarafı yoktur. Ancak bu sapkınlıkların cinsel kimlik mücadelesiyle bir alakası yoktur. Bunun için,

korku duyulana daha çok yaklaşmak, onu tanımaya çalışmak, neticede de samimi bir empatiyle aşılabilir ancak. Söz konusu korku ve homofobi, zaman zaman kendisini devrimci-demokrat olarak tanımlayan kesimler içerisinde de gözlemlenebiliyor. Bu kesimler, heteroseksüellik dışındaki diğer cinsel yönelimleri, yasaklanması-şiddetle bastırılması veya tedavi edilmesi gerekli hastalıklar olarak görmüyor belki; ama onlar da bu durumu, “doğal olmadığı” eşcinsel birliktelik ve evliliklerin çoğalması durumunda “insan soyunun devam ettirilemeyeceği” şeklindeki mesnetsiz gerekçelerle reddetmektedirler. Ancak günümüz genetik biliminin gelişimine bakacak olursak; insan soyunun devamının tamamen genetik bilimi ve teknolojisinin tasarrufunda olduğunu görürüz. Yani soyumuzun ida-

ilişkilerde ruhen sağlıklı ve erişkin insanların özgür iradesinin esas alınması, en doğru ve adilane yaklaşım olacaktır. Ayrıca; her bireyin vücudu kendisine aittir, hiç kimsenin bir diğer insanın bedeniyle ilgili karar verme hakkı ve yetkisi yoktur. Dolayısıyla; her insanın kendi bedeniyle ilgili tasarruf hakkı sadece kendisinindir ve bu hak temel bir insan hakkıdır. LGBTİ oluşumunun cinsel tercihlerine saygılı yaklaşılması ve bunun bir insan hakkı olarak görülmesi, yani kimliklerinin tanınması talebinin dışında, bütün toplumu ilgilendiren demokratik talepleri de vardır. Mesela; Trans Onur Haftası kapsamındaki etkinliklerinden biri, İç Güvenlik Yasası ve bu yasanın halklar için nasıl bir tehdit ve tehlike oluşturduğunun tartışıldığı bir pa-

nel etkinliğiydi. Bunun benzeri örneklerle LGBTİ oluşumu, ülke sorunlarına duyarlı, siyasi gelişmeleri takip eden ve bu paralelde demokrasi mücadelesi veren bir oluşumdur aynı zamanda. Bu yönüyle de LGBTİ hareketinin mücadelesi, sadece kimlik mücadelesi değil aynı zamanda emek ve özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır. Zaten LGBTİ mücadelesinin sadece bir kimlik mücadelesi olmadığını fark eden egemenler, devlet iktidarının bütün baskı ve şiddet mekanizmalarını kullanarak, bu mücadelenin muhalif içeriğini bastırmaya çalışmaktadır. Her yıl geleneksel olarak Trans Onur Haftası’nın sonunda gerçekleştirilen Onur Yürüyüşü’nde binlerce insan, daha çok insan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet için sokakları dolduruyor. Tamamen insani taleplerle, barışçıl bir ortamda devam eden bu yürüyüşe, kolluk güçlerinin gaz bombaları ve plastik mermilerle saldırmaları, devletin bu konudaki politikasını net olarak ortaya koyuyor. Toplumsal muhalefetin her türlüsünü şiddet ve saldırıyla boğmaya çalışan devlet, mutaassıp iktidar sahipleri aracılığıyla, LGBTİ’nin en doğal hak arayışına müsaade etmeyerek, kendi seçmeni ve taraftarlarına da şirin görünmeye çalışıyor. Oysa bugün LGBTİ’nin mücadelesi sonucunda; Amerika gibi, dini ve kiliseyi en bağnaz haliyle, muhaliflere karşı kullanmayı taktik politika haline getiren emperyalist bir ülke dahi, eşcinsellerin resmi evliliğini yasallaştırmak zorunda kaldı. Bu yasal düzenleme sonucunda elde edilen ‘eşcinseller arası resmi evlilik hakkı’, tamamen LGBTİ’nin uzun yıllara dayanan mücadelesiyle kazanılmıştır. Sadece LGBTİ sembolü bayraktaki gökkuşağının renkleri bile bu hareketin, farklılıkları nasıl zenginlik olarak gördüğünü, barış, demokrasi ve çoğulculuğu ne denli önemsediğini gösteriyor aslında. Özetlersek; özellikle demokratlıktan dem vuran kesimlerin, bırakın LGBTİ bileşenleri ve örgütsel yapılanmasına karşı çıkmayı, onların mücadelesine destek vermeme veya tarafsız durma gibi bir lüksü kesinlikle yoktur, olmamalıdır. Çünkü bu sorun bir insan hakları sorunudur ve LGBTİ’nin mücadelesi kimlik mücadelesinin yanı sıra, hak arama ve demokrasi mücadelesidir. Bu açıdan da kendisine insanım diyen her bireyin, bu insan hakları mücadelesini sahiplenme gibi bir sorumluluğu vardır.

Rima Güneş


18 İşçi sınıfı mücadelesi ve güncel yorum

Sınıf mücadelesinin özgün koşulları ve çelişkileri gereği, her mücadele koşulu ve hedef uygun örgütlenme modeliyle karşılık bulmak durumundadır. Yani ekonomik demokratik mücadele ona uygun örgütsel kurumların önderliğiyle, siyasal iktidar mücadelesi ise ona uygun örgütsel kurumun önderliğiyle olanaklıdır. İşçi sınıfı mücadelesi açısından bunun somuttaki örgütsel karşılığı, ekonomik mücadelede sendikalar iken, siyasal iktidar mücadelesinde, işçi sınıfının en bilinçli, devrimci militan çizgisinde iradeleşmiş proletarya partisidir Uluslararası emperyalist hegemonya, kapitalizmin derinleşen tarihsel krizlerinin yarattığı yıkıcı sonuçlarla, işçi sınıfı ve ezilen halklar üzerinde, tarihin en kapsamlı zorbalığı olarak kendini organize ediyor. Emperyalist hegemonya, merkezileşen sermaye hareketinde, dünyanın dört bir yanında, gerici kurumlarla egemenlik kurarken, ürettiği her politika kapitalizmin yapısal krizleriyle "vahşi kapitalizmin" çeşitli düzeylerdeki barbarlığına dönüşmektedir. Sorunların temeli olan kapitalist modernist sistemin, yarattığı sorunlara ürettiği hiçbir siyaset çözüm olmamakta, her siyasetinde sistemsel sorunları daha da ağırlaşmaktadır. Kapitalizmin bu sistemsel sorunları, emperyalist saldırganlık ve kapitalist sistemin sömürü çarkı, uluslararası alanda olduğu kadar, bölgesel ve ulusal sınırlar içinde de başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen sınıf ve halk katmanlarında öfkeye dönüşmekte ve bu haklı öfke, dünyanın çeşitli noktalarında ekonomik demokratik hak arama eylemlerinde ciddi bir devrimci dinamiğe dönüşerek, yeni bir sürecin habercisi olmaktadır. Son gelişmelerde gösteriyor ki, işçi sınıfı, işçi hareketindeki gerilemeye, sistem tarafından yaratılan gerici baskıcı otoriter yapıya tavır alarak, irili ufaklı düzeyde de olsa neşter vurmaktadır. Kuşkusuz yaşanan bunca devrimci deneyimlere karşın, sınıfın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmek, devrimci bilinç ve örgütlülükle süreci karşılamak bakımından istenilen düzeyde bir sınıf hareketinden söz edemiyoruz… Ancak nesnel durumdaki değişim, sınıf çelişkilerinde yaşanan derinleşme proleter devrimcilerin, sınıfın siyasal ideolojik temsilini güçlendirme konusunda önemli avantajlar yaratıyor. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyamız açısından da durum bu genel çerçevedir. Kapitalist sömürü, Türk tekelci komprador burjuvazinin gerici hakimiyetinde, faşist devlet aygıtları kanalıyla toplumu her an-

lamda kuşatmış durumdadır. Büyük sanayi kollarından yan sanayi alanı olarak kurumsallaştırılan organize sanayi bölgelerine, KOBİ’lerden, fason çalışan işletmelere kadar, kapitalist sömürü yukardan aşağı en barbar şekilde toplumu bir ahtapot gibi sarmalamış durumdadır… Bu barbar sömürü çarklarına karşı, irili ufaklı direnişlerle başlayıp Ocak ayında birçok üretim alanlarına yansıyan ve en son Otomotiv sanayi merkezli Metal iş kolunda yaşanan işçi direnişi, kapitalist sömürünün faşist bir devlet niteliğiyle uygulanışında yarattığı sosyal, siyasal, ekonomik sonuçların nasıl olduğunu bir kez daha gündemleştirirken, işçi sınıfının önderliksizliği, "sarıdan" öte "beyaz" sendikaların sınıfa ihaneti bağlamında da çok büyük bir sorunu gündemleştirmiştir. Somut durum çok net olarak devrimci ve komünistleri, sınıfı örgütleme konusunda göreve davet etmektedir. Kuşkusuz işçi sınıfının en geniş şekilde örgütlenmesi konusunda, tek araç olmasa da en temel araç sendikalardır. Bu anlamıyla sendikal mücadele ve mevcut sendikaların durumu doğal olarak tartışmamızın merkezine oturmaktadır. Sendikalarda işçi sınıfının örgütlenmesi ve sendikal mücadelede izlenmesi gereken siyaset ve mücadele çizgisi, politik anlayışlardaki farklılıklardan dolayı hep tartışma konusu olmuştur. Her siyasal ve ideolojik duruş, proletaryanın, gerek siyasal iktidar mücadelesinde gerekse de demokratik ekonomik haklar mücadelesinde kullandığı araçları kendi dokusuna göre ele alır. Ekonomik ve demokratik hak arama mücadelesinde proletaryanın önemli bir örgütlenme organları olarak gündeme gelen sendikalarda, bu genel doğrudan muaf değildir. Mevcut durumda, genel olarak sendikalara hakim olan çizgi ele alındığında, sınıf mücadelesi tarihinde defalarca tartışma konusu olmuş bu konu, günümüzde de öneminden bir şey yitirmiş değildir. Özellikle işçi sınıfı hareketinde yaşanan gerileme ve sınıfın toplumsal olaylarda oynaması gereken rolün gerisindeki bir hareketin, bugün sınıfın her alanda olduğu gibi sendikal alanda da, mevcut durumunu gözden geçirmesini ihtiyaç kılmıştır. Kuşkusuz sorunun analizinde de, hangi ideolojik dokudan beslendiği önemlidir. Burjuva kuşatmanın şu ya da bu düzeyde işlevsizleştirdiği sendikaların mevcut durumunu, hakim olan bu işlevsiz anlayışla sorgulamak işçi sınıfının lehine olan sentezler ortaya çıkarmayacaktır. İşçi sınıfının ekonomik demokratik mücadelesini, sömürü sistemine karşı mücadelede birleştiren ve militan bir mücadeleyi güçlendiren değerlendirmelere ve siyasal duruşa ihtiyaç vardır. Ki bu konuda işçi sınıfı mücadelesi ve sendikal hareket yığınlarca tarihsel deneyime sahiptir. Yani yol yordamıyla yürünecek bir yoldan öte, olumlu olumsuz deneyimlerle döşenmiş bir tarihsel birikimin üzerinden yürümekteyiz. Bu durum devrimci-komünist gelenek açısından, sendikal mücadeleyi ele almada doğru görüş ve

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

taktiklerle donanmada avantajlı kılıyor. Somut olarak, dünyada ve ülkemizde, işçi sınıfının mücadelesi ve bu mücadelede sendikaların rolü ve önemi konusunda yığınlarca deneyim, sürecimizi nasıl ele almamız gerektiği konusunda muazzam bir güç olma fırsatı yaratıyor. Süreç itibarıyla, devrimci ve komünist harekette taktiksel bağlamda yaşanan örgütsel ideolojik ve siyasal gerilemeler, işçi sınıfı hareketine de yansımış durumdadır. Devrimci ve komünist geleneğin tarihsel mücadele deneyimleri olarak ortaya çıkardığı birçok değer, mücadele pratiğinde örgütlenemediği gibi, bu önemli değerleri yaratan siyasal, ideolojik, örgütsel tarzdan da genel hareket bağlamında bir uzaklaşma yaşanmaktadır. En anlaşılır anlatımla, söz konusu değerler işçi sınıfının kitlesel hareketinde özneleşememekte, devrimci ve komünist hareketin dar örgütsel bileşeniyle sınırlı kalmaktadır. Oysa kapitalist sömürüye karşı cepheden tavır, kapitalist sömürünün cenderesinde ezilen yığınlarla buluştuğunda, ezilenler açısından sonuçlar yaratacaktır. Ezilenlerin ortak hareketi ve dayanışma bilinçlerinde militan dövüşkenlikle nitelik olan duruş, ekonomik, demokratik haklardan, siyasal taleplerimize kadar sonuç alıcı olabilir. İşte sınıf hareketinde bulanıklaştırılan bu devrimci öğeler sendikal mücadelede de bir eksiklik olarak kendisini hissettirmektedir... Çözüm açıktır; İşçi hareketini her alanda güçlendirilmek, sınıf içinde doğru bir mücadele anlayışının ve çalışma tarzının kök salması örgütlenmesine önem vermektir. Bu önemin ilk adımı, öncelikle var olan durumu analiz etmek ve bilimsel sentezlere ulaşmaktır. Bugün işçi sınıfının örgütlenme kurumlarının başında gelen sendikaların başına çöreklenmiş, sarı sendikaların "niteliğinden" öte, kapitalist egemenlik sisteminden "pay" alan ve kapitalist sömürü ve egemenlik sisteminin bir aracı haline dönüşmüş "sendikaları" tartışma dışında tutsak dahi, işçi sınıfının sendikal mücadelesinin sorunları çerçevesinde, ele alınışında ve örgütlenmesinde yığınlarca anlayış farklılıkları bulunmaktadır. Mevcut sendikaların ve sendikacıların esasta sistemin bir parçası olması gerçekliğini gerekçe olarak gösterip sendikal mücadeleye gerekli önemi vermemek hatalı yaklaşımın bir yanını oluştururken, sendikal mücadelenin önemini abartıp, sendikal hareketi işçi sınıfının tüm siyasal sorunlarını çözmenin aracı olarak gören

yaklaşımda bir diğer hatalı yaklaşımdır. Biri işçi sınıfını en geniş biçimde örgütlenmesini yadsıyan sol sekter anlayış iken, bir diğeri de işçi sınıfının mücadelesini sendikaların kuyruğuna takan, reformist anlayışın egemenliğinde boğan, revizyonist sağ tasfiyeci anlayıştır. Bu iki anlayış arasında yolunu bulamayan, güçler dengesine göre iki anlayış arasında sallanan ama özünde sınıfı örgütleme konusunda kararsız kalan başka bir görüş açısını da ifade edebiliriz. Hepsinin somut karşılığı, işçi sınıfının örgütsüz ve sosyal gelişmelerde işlevsiz kalmasıdır. Demek ki, işçi sınıfının stratejik kurumları ve bu kurumların soluk borusu olan taktiksel kurumlarında örgütlenmesinin yanında, sendikal mücadeleye yaklaşım gibi bir konuda bile ne denli derin bir karmaşanın egemen olduğu orta-

dadır. Son işçi eylemleriyle birlikte bir kez daha su yüzüne çıkan karşı karşıya bulunduğumuz bu gerçekler, sendikal mücadeleye yaklaşımda devrimci ilkelere sadakatle sahip çıkılmasını zorunlu kılmaktadır.

Bir kez daha proletarya partisi ve sendikalar üzerine Bir kez daha diyoruz, lakin bu konudaki tartışma ne yenidir ne de ilk olarak gazetemizin sayfalarına taşınmaktadır. Anlayış olarak gerek sendikal çalışmalarda ve gerekse işçi sınıfının örgütlenmesi meselelerinde, parti ile sendikalar arasındaki farklar ve aynı zamanda örgütlenmede aralarında var olan diyalektik bağlar ve daha da ötesi, proletarya partisinin siyasal ve örgütsel önderliği konuları defalarca tartışılmış ve bu zeminde çalışmalara dönüştürülmüş meselelerdir. Burada bu meseleyi sadece konunun bütünlüğü ve bir kez daha hatırlatılması bağlamında kısaca değinmeyi gerekli görmekteyiz. Sınıf mücadelesinin özgün koşulları ve çelişkileri gereği, her mücadele koşulu ve he-


19 mevcut sendikalar üzerine(1) 01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

def uygun örgütlenme modeliyle karşılık bulmak durumundadır. Yani ekonomik demokratik mücadele ona uygun örgütsel kurumların önderliğiyle, siyasal iktidar mücadelesi ise ona uygun örgütsel kuru-

mun önderliğiyle olanaklıdır. İşçi sınıfı mücadelesi açısından bunun somuttaki örgütsel karşılığı, ekonomik mücadelede sendikalar iken, siyasal iktidar mücadelesinde, işçi sınıfının en bilinçli, devrimci militan çizgisinde iradeleşmiş proletarya partisidir. İkisi farklı düzeylerdeki örgütsel ihtiyaçlardır ve aynılaştırıldığında veya aralarındaki diyalektik bağ koparıldığında sınıf açısından tehlikeli sonuçlar yaratacaktır. Devrimci militanlık adına sendikalara siyasal öncülük misyonunun yüklenmesi ne kadar hatalıysa, kapsayıcılık ve esneklik adına siyasal örgütlülük olan partiye “sendika” rolünün yüklenmesi de bir o kadar hatalıdır. Soldan ve sağdan tasfiyeci anlayışların işçi sınıfının mücadelesini zayıflatması ve bilinç çarpıtması yaratması, doğru devrimci zeminde meseleyi ele almakla aşılabilinir. İşçi sınıfı içinde örgütlenmenin tek aracı sendikalar değildir. İşçi sınıfının mücadelesinde ekonomik demokratik taleplerin ötesinde, siyasal iktidar perspektifi taşıyan proletarya partisinin bilinç ve militanlık düzeyi bakımından sendikalardan var olan farkı dikkate alarak örgütlenmesi, işçi sınıfının mücadelesine sınıf çıkarları ekseninde nitelik katacaktır… Sınıfın ileri ve

devrimci bilinçle donatılmış öncü unsurları üzerinde yükselen parti örgütlülüğü amaca uygun sınıfın hareketinde doğru rol oynar. İşçi sınıfının çeşitli alanlardaki ve iş kollarındaki güncel ekonomik taleplerini, siyasal iktidar mücadelesiyle birleştirmek, proletarya partisinin sınıf içindeki bu ko-

numlanışı sayesinde gerçekleşebilir. Bu anlamıyla işçi sınıfının politik duruşunu sendikal sınırlar içindeki bir konsepte ifade etmek, işçi sınıfının mücadelesini geriye düşürmektir. Sendikal mücadele ile kapsayıcılığı genişleyen sınıf hareketi, devrimci teori ve devrimci eylem bilinciyle donanmış unsurları birleştiren bir parti örgütlülüğüyle tarihsel görevini yerine getirebilir. İşçi sınıfının geniş kitlesini, dönemsel ekonomik talepleri üzerinden, sorunların ana merkezi olan kapitalist sisteme karşı etkin bir mücadelenin içine çekmek, ancak ki bu organlarla sağlanabilir. Doğru devrimci siyasal çizgi ile ele alındığında İşçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesinde önemli rolü olan ve sınıfın ekonomik, sosyal haklarının mücadele örgütü olan sendikalar ise, işçi sınıfı içindeki kitlesel örgütlü gücüyle söz konusu mücadelede etkin olabilir. İşçi sınıfının kendi sınıf bilincini kavrayış düzeyi ve anlayış farkı gözetilmeden, üretim içindeki konumu esas alınarak en geniş şekilde işçileri örgütleyen sendikalar, sadece günlük ekonomik demokratik mücadelenin yürütülmesi babında değil, devrimci savaşın kitle zemininin genişlemesi ve bu kitle zeminiyle devrimci siyasetin buluşmasının araçlarıdır aynı zamanda. Gerek partiyi ve gerekse de sendikaları, ezilen sınıfların kurtuluşu veya sınıf düşmanları ile herhangi bir kesitte cereyan eden çatışmada özgün taleplerin elde edilmesi araçları olma işlevinden uzaklaştıran bürokratik kurumlara dönüşme tehlikesine karşı direk kitlelerin harekete geçirilmiş örgütlü gücüyle mücadele etmek gerekir. Devrimci mücadele ve onun kurum-

güncel yorum

larının anlayışı, iktidar hırsıyla muzdarip, sınıfın ve halkın çıkarlarını kendi bireysel ihtiraslarına peşkeş çeken anlayış sahiplerinin kendini var etme zeminini köklü olarak ret eder. Proletaryanın sınıf davası ve öncüsünün dünya görüşü, sömürü ve baskı koşullarına isyan eden işçi ve emekçilerin tarihsel çabalarının içinden süzülüp gelen bir dünya görüşü, eylem ve örgüt anlayışıdır.

Proletaryanın sınıf mücadelesinde sendikalar önemli bir araçtır Sınıf mücadelesinde her özgünlük, uygun araçla örgütlülüğe dönüşmek durumundadır. Doğru analiz, her olguyu parçalarında aldığı biçim üzerine yapılmalı, sentez, parça ile bütün ilişkisinde tanımlanmalıdır. Konumuz babında somut tanımlama olarak, işçi sınıfının ekonomik, demokratik ve siyasal mücadelesi konusunda parçada bir ayrım yapmak gerekli olduğu kadar, bu iki mücadele arasındaki tarihsel ve diyalektik ilişkiyi kavrayarak sonuçlar ve hareket planı çıkarmakta bir o kadar gereklidir. Siyasal iktidar mücadelesi meselesi, devrimci partinin görevidir. Ve tüm proletaryanın ana yönelimidir. Fakat bunun için işçi sınıfının belirli bir düzeye ulaşması gerekiyor. Tarihsel sınıf mücadelesinin deneyimi göstermiştir ki, hiçbir yerde proletaryanın sınıf hareketi aniden ortaya çıkmamış ve aniden siyasal iktidar düzeyindeki bir bilince ulaşmamıştır. Toplumsal koşulların verili durumunda somut ve direk olarak işçi sınıfının yaşamına yönelen sömürü aygıtlarına karşı verilen ekonomik mücadele ve bu mücadelenin yarattığı uyanış, siyasal kavrayış ve mücadelenin zemini olmuştur. Ki ekonomik hak almak ve bunu almak için örgütlenme ihtiyacı bir siyasal mücadeleyi doğurur. Sorun bu siyasal mücadeleyi, ekonomik mücadele üzerinde uygun yöntemle inşa etme ustalığıdır. Tam da burada sendikalar ciddi bir rol ve görev üstlenmektedir. Nesnel olarak sendikaların sınıf mücadelesinin arenasında var olmaları bu rolün diyalektik sonucudur. Kapitalizmin gelişim çizgisine paralel olarak, fabrikalarda işçilerin fiili mücadelesinden doğan sendikalar, sınıf mücadelesinin yükseliş çizgisiyle, genişlemeleri birbirini doğru orantılı etkileyerek gelişmişlerdir. Finansmanını sağlayan tek kaynak işçi yardımıydı ve olumsuz anlamda bir bürokratlaşma sürecine girmediği için, nitelik olarak sınıfın hizmetindeydi. Ama sendikalar süreci bu eksende gelişim göstermedi. Burjuvazinin bu kurumlara özel yönelimi, zamanla bürokratlaşan ve burjuva kapitalist sistemin alışıldık araçlarına dönüşen “sendikacılık” anlayışıyla, işçi sınıfının çıkarlarından uzaklaşan bir rotaya girdiler. Bu tehlike veya bazı sendikaların burjuvaziyle kol kola girmesiyle yaşanan “mutlu son”, bugünün sorunu değil, tarihsel bir olgudur. Burjuvazinin desteği ve yönlendirmesiyle sendikaların başına çöreklenen “aristokrat” bürokrasi, işçi

sınıfının mücadelesinden sendikaları her yönlü uzaklaştırdı ve yoz birer kurumlar haline çevirdi. Bu tehlike tarihler boyu süregelen tehlikedir ve Lenin başta olmak üzere birçok Marksist önderler tarafından ifade edilmiştir. Devrimci bir pratiker olarak Amerikan Sosyalist Hareketinin devrimci önderi Daniel de Leone, Amerika Emek Federasyonu’nun nazarında, sendikalar alanındaki burjuvazinin kurumsallaşmasını tarihsel belleklere kazınırcasına daha etkili ifade etmiştir. O yozlaşan sendikalar için “Kapitalistler sınıfının işçi teğmenleri diyordu”… 19 yy. sonunda bu tehlikeyi ifade etmesi, sendikal alandaki yozlaşmanın tarihsel boyutu açısından öğreticidir. Aynı tarihsel süreç Türkiye-Kuzey Kürdistan sendikal hareketi içinde geçerlidir. Tarihin belirli kesitlerinde DİSK gibi konfederasyon ve Deri iş, Belediye İş, Yol İş, Limter-İş, Tarım-İş, Maden İş ve ismini sayamayacağımız bir çok iş kolu sendikalarının belirli şubelerinde devrimci çizginin dönem dönem hakim olduğu sendikal mücadele süreci yaşanmıştır. Ve dönem dönem gerek devrimci çizginin hakim olduğu sendikaların önderliğinde gerekse burjuvazinin uşağı haline gelmiş sendikal bürokrasinin çizgisini parçalayan işçi sınıfının tabandan gelen gücüyle, işçi sınıfı mücadelesinde önemli deneyimlerin yaşandığı bir coğrafyayız. Bütün bu pratik ve eylemliliklere rağmen, sisteme yedeklenmiş, bürokrat teslimiyetçi “sendikal” ihanet, işçi sınıfının mücadelesinin önünde ciddi bir engeldir. En sıcak ve güncel örnek olarak, otomotiv sanayinde başlayıp metal iş kolunu, oradan yan sanayi dallarındaki üretim alanlarına kadar etkili bir eyleme dönüşen işçi sınıfının grevleri ve fabrika işgallerinde Türk Metal-İş in ihanet tavrı en taze hafızamızdır. Sendikanın ihanetine karşıda direnişi kuşanan işçiler, görkemli bir tavır almış fakat önderlik zafiyetlerinden kaynaklı, çok güçlü bir dinamik taşımasına karşın, ekonomik ve siyasal mücadelede sınıfın tavrını örgütleyememiştir. Bütün bu gerçekler, devrimci proletarya açısından sendikaların gereksiz olduğunu değil, işçi sınıfının mücadelesinde hala en temel araçlardan biri olduğu gerçeğini ortaya koyar. Devrimci militan mücadelenin kabarma dönemlerinde aynı düzeyde gelişim gösteren sendikalar, devrimci militan mücadelenin alçalma dönemlerinde gerileyen durumunu nesnel bir gelişim ve gerileme olarak kabul etmeliyiz. Proleter devrimciler, devrimci hareketin öznel hareketindeki bu yükselme ve gerileme reflekslerinin ötesinde sendikal alanda daha planlı ve programlı sürecin ihtiyacı olan devrimci sendikal anlayışı örgütlemek durumundadır.


20

kültür sanat

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Grup Yorum susturulamaz! Grup Yorum devletin tüm engellemelerine rağmen 30'uncu yılında Bakırköy Halk Pazarı'nda on binlerce kişinin katılımıyla konser verdi. Konsere ABD'li folk müzisyeni Joan Baez de katıldı Grup Yorum 30'uncu yılında "5 kent 5 büyük konser" sloganıyla yola çıkmış, Adana ve İzmir'de bu kapsamda yüz binlerce kişinin katıldığı konserler vermişti. Ancak Grup Yorum'un Ankara ve İstanbul konserleri Valilikler tarafından "Konser toplumun bazı kesimleri tarafından tepki toplayabilir" denilerek 'yasaklandı'. Grup Yorum üyeleri 28 Haziran'da İstanbul Bakırköy Meydanı'nda vereceği konserin Valilik tarafından engellenmesi karşısında mahkemeye başvurdu ve Yenibosna'daki İstanbul İdare Mahkemesi önünde oturma eylemi başlattı. 4’üncü İdare Mahkemesi ise yasak kararına ilişkin yürütmeyi durdurma talebini kabul etti. Kararın ardından on binlerce kişi Bakırköy Halk Pazarı'na akın etti. Coşkulu geçen konserde Gezi Ayaklanmasının görüntüleri de verildi. Bu sırada kitle “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”, “Berkin Elvan 15’inde bir fidan”, “Grup Yorum halktır, susturulamaz” sloganları attı. Joan Baez sahne aldı Amerikalı ünlü folk müzisyeni Joan Baez de Grup Yorum konserinde sahne aldı. Baez konuşmasında; "20 Yıl önce de Grup Yorum'un yanındaydım. Şimdi de yanlarındayım” dedi. Grup Yorum Baez'e polis tarafından kırılmış bir gitarını da hediye etti.

Keyfi tutuklamalar devam ediyor Komünist önder İbrahim Kaypakkaya, Ali Haydar Yıldız ve Mahir Çayan başta olmak üzere sayısız komünistin, devrimcinin katili olan, JİTEM ve Kontrgerilla gibi kanlı ölüm mangalarında aktif görev yapan Fehmi Altınbilek 7 Haziran günü İstanbul Beşiktaş’ta Maoist Komünist Partisi (MKP)’ne bağlı Partizan Halk Güçleri (PHG) tarafından cezalandırılmıştı. PHG’nin yaptığı bu eylem sonrası 14-15 Haziran tarihlerinde, polis sözde bu eylemi gerçekleştirenlere yönelik baskınlar düzenledi ve bu baskınlarda 4 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar polis sorgularının ardından savcılığa sevk edildi. Gözaltına alınlara ilişkin hazırlanan asılsız ve komplocu polis fezlekelerini dayanak gösteren savcılık, 4 kişiyi tutuklama talebiyle mahkemeye sevk itti. Mahkemeye sevk edilen 4 kişi tutuklanarak Silivri L Tipi Hapishanesine gönderildi.

PUSU Haziran güneşi Mercan Dağları'ndan şavkıyordu ormanın derinliklerine. Güneşin ısısı hareket halindeki karıncayı dahi terletiyordu. Taşıdığı buğday tanesini güçlükle sürüklüyordu peşinden. Taşıdığı yükün bedeninden büyük olmasına aldırış etmeden tüm gücünü çenesinde topluyordu siyah karınca. Uzun ve zorlu yolları aşmak onun işiydi. Bunun farkında olan siyah karınca yükün ağırlığına ve yolun uzunluğuna aldırmadan ulaşmak istiyordu varacağı yere… Taylan’ın sürekli yaptığı şeydi bu; hareketsiz ve nefessiz dakikalarca karıncaları izlemek… Taylan elleriyle çoğu zaman karıncaların yolunu temizler ve engelleri kolay aşmasını sağlardı. Daha öncesinden karıncayı avuçlayarak yuvasına yakın bir yere bırakmıştı. Lakin karınca bu yardımı kabul etmemiş olacak ki taşıdığı yemi bırakıp başka arayışlara girmişti. Bu durum bir iki tekrar edince Taylan da eliyle yolu temizleyerek ona yardım ediyordu. Karınca da bu yardımı geri çevirmiyor, onun açtığı yolda ilerliyordu. Boş zamanlarında bu uğraş keyif veriyordu kendisine. Karınca bazen yoldan çıkınca “dinine yandığım diyerek” serzenişte bulunuyordu. Yılmaz, Taylan’ın bu uğraşını tebessümle izliyor, ondaki bu sabra hayret ediyordu. Yılmaz yavaşça yaklaşarak Taylan’a “Nasıl bizimkiler kışlık üstlenmeye iyi hazırlanıyorlar mı?” diye sordu. Taylan gülümseyerek “Ha bire buğday tanesi taşıyorlar biraz helva ver yuvalarına dökelim, değişiklik olsun” diyerek Yılmaz’a takıldı. Bu isteği ciddiye alan Yılmaz, komüncü olan Fecir’e seslenerek biraz helva vermesini istedi. Fecir Taylan’ı karıncalarla uğraşırken gördüğü için durumu anlayıp “Alın ancak kimse görmesin” dedi gülerek. Büyük bir mutlulukla helvayı alan Taylan, avuç içinde ufalayarak helvayı yuvaya döktü. Gerilla birliği yaptığı toplantı ile faaliyet planlaması

yaptı. Bu toplantıdan sonra farklı bölgelere birlikler yollanacaktı. Taylan, Fecir ve Yılmaz aynı birliğe düşmenin hayallerini kuruyorlardı fakat açıklanan karar ile Fecir’in başka bir birlikte kalacağı kesinleşmişti. Bu duruma her ne kadar üzülmüş olsalar da faaliyet heyecanı daha ağır basmıştı. Yaprak kokusu yükseliyordu ormandan. Taylan ayakkabılarını komüncü Fecir’e göstererek “Bu yırtık mekapla beni yolcu ediyorsun alacağın olsun” diyerek takıldı kendisine. Fecir bu ani çıkışa şaşırarak nasıl cevap vereceğini düşündü ve söyleyecek bir şey bulamayınca kendi ayakkabılarını çıkarıp Taylan’a uzatarak “Sen al bunları hem sizin yolunuz uzun ben buradan aldırırım” dedi. Taylan Fecir’in paylaşımcı yönünü bildiği için ‘yok’ demenin bir karşılığı olmayacağını bildiğinden ayakkabıları alarak ayağına geçirdi. Taylan ve Fecir’in yanına sokulan Yılmaz yarın yola çıkacaklarını ve gerekli hazırlıkların yapılmasını söyledi. Ancak söylediği kişi Taylan olunca biraz mahcup oldu çünkü onun her daim hazırlıklı olduğunu biliyordu. Rüzgar yanaklarını okşuyordu gerillaların. Koyu karanlığa inat gökyüzünü renge boğuyordu yıldızlar. Rüzgardan kıpırdayan yapraklar sabırsızca bekliyorlardı rüzgarın dinmesini. İt yokuşunu güneş gibi aydınlatan dolunay gömülmek istiyordu bulutların arkasına. Doğanın eşsiz güzellikteki bu halini şiire dökerdi çoğu zaman Taylan. Bugünde öyle yaparak barut kokulu dağlardan halaya duran şiirler döküldü kaleminden: “Işıldar karanlık doruklarda sesimizde Dağlar dize gelir sevdamız büyür Döverken geceyi silah sesleri Bozulur pusular düşerim gözlerine Halaya durur seninle ellerimiz Yüreğimiz kan kızıl bir sevdadır” Gerilla birliğinin kaldığı arazi güvenli bir yerdi. Bağlamanın teline dokunup türküler söylemeye başladılar. Rüzgarla savrulan türküler dağlardan, fabrika ve tarlalara ulaşıyordu. Karanlıktan faydalanarak yazdığı şiirleri utangaçça okudu Taylan.


kültür sanat

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Her birinin yüreğinde son gecenin hüznü, heyecanı ve coşkusu vardı. Taylan yürünecek iki günlük yolun planını kuruyordu kafasında. Karanlık arazide yol çıkarmak güç olur çoğu zaman. Buna rağmen ezberindeydi her patika ve her pusu yeri. Yılmaz ve Taylan yarınki yolculuk üzerine konuşmaya başladılar. Yılmaz’ın ısrarına rağmen Taylan öncü olmak istiyordu. Yılmaz’da bu ısrarı kabullenip “Ama bir dahaki sefere ben öncü olurum” diyerek konuşmaya noktayı koydu… Birlik komiseri tarafından son hazırlıklar gözden geçirildi. Kalanlarla vedalaşıp yola düşüldü. Öncü olarak Taylan ve Yılmaz hızlı adımlarla karanlığı yarmaya, tepeleri aşmaya başlamışlardı bile. Taylan’a yetişmek zordu, bundan ötürü aynı birliğe düşenler onun öncü olmasını pek istemiyorlardı. Öyle ki birkaç kez birlik kendisini kaybetmişti. Ormanın derinliklerinden ilerliyordu gerillalar. Düşmanın pusu attığı yere yakınlaşınca araziyi iyice gözden geçirdi ve temiz olduğunu anladı Taylan. Arkadan gelenlere parolayla dikkatli olmaları yönünde işaret verdi. Arazinin temiz olmasına rağmen bunu hep yapardı. Pusu yerini sorunsuz aşan gerilla birliği hızlı adımlarla yola devam ettiler… Beyaz Dağ gökyüzüne uzanan heybetli duruşuyla karşıladı gerilla birliğini. Bu gece burada kalacaklardı. Taylan ve Yılmaz birliğin geri kalanını beklemeye başladılar. Beyaz Dağ’ın kızıla boyandığı, Hüseyin Gözlü ve iki yoldaşın şehit düştüğü bu dağın isminin Kızıldağ olması gerektiğini düşündüler. Birliğin geri kalanı da geldi. Taylan’a yine hızlı geldiği için veryansın ediyorlardı. Taylan bu duruma alıştığı için gülerek karşılıyor ve hemen kendini ‘affettiriyordu.’ Birlik kısa bir toplantı yaptı. Daha öncesinden HES’lere karşı eylem yapılması gerektiği yönündeki kararı, artık pratiğe geçirme zamanıydı. Dinar’da yapılan HES’te kızıl kurşunlardan payına düşeni alacaktı. Eyleme dair planlama komutanlık tarafından hazırlanarak gerekli bilgiler paylaşıldı. Savunmada kalacaklar ve saldırıya

katılacaklar netleştirildi ve hemen yola düşüldü. Gerilla birliği Zargovit’in sığ ormanında güçlükle ilerliyordu. Düşman bu bölgede sürekli pusuda olurdu, bundan kaynaklı dikkatli olunması yönünde çokça uyarı yapıldı. Taylan ve Yılmaz dürbün çekerek ilerliyorlardı. Çiçekli Karakolu görülünce hareketliliği gözlemlediler ve anormal bir durum olmadığını anladılar. Sabaha karşı Dinar bölgesine vardılar. “Her yerde şehitlerimizin ayak izleri var” dedi Taylan. Yılmaz merak edince Didar ve Manuel yoldaşların şehit düştüğü yeri gösterdi. Yine Alişer ve Aynur yoldaşların panzeri imha ettikten sonra düştükleri yeri de anlattı kendisine. Yılmaz, Taylan’a dönerek “Öyleyse bu eylemi düşen yoldaşlara adayalım” dedi. Taylan olur anlamında başını salladı... Gün yavaştan ağarıyordu. Güneş Taptik üzerinden şavkıyordu Dinar üzerine. Ilık bir rüzgar ıslık çalışıyordu gerillalara. Robayik her ne kadar karşısına inşa edilen karakolun gözetiminde olsa da saklıyordu gerillaları kanatlarının altına. Karıncalar son yüklerini almışlardı omuzlarına, karanlığa kalmadan varmak istiyorlardı toprağın derinliklerine. Karıncaların bu hareketliliği gerilla birliğini de harekete geçerdi. Birlik komutanı tarafından son kontroller yapılarak bölgedeki hakim tepelere gerillalar konuşlandırıldı. Planlamaya göre Taylan ve Yılmaz’da HES’e girecekler arasındaydılar. Karakol HES’e yakın olduğundan eylem hızlıca gerçekleştirilecek ve geri çekilecektiler. Her ihtimal göz önüne alınıp belirli yerlere mayınlama yapılmıştı. Yaprakların halaya durması rüzgarın şiddetini arttıracağını gösteriyordu. HES’e doğru harekete geçen gerilla grubu, yamaçlardan sızarak HES binasına yaklaştı. Her ihtimale karşı temkinli hareket ediyorlardı. Taylan ve Yılmaz koşar adımlarla HES binasına girdiler, ardından diğer gerillalar geldiler. HES’te çalışanlar bir yandan korkuya kapılırken diğer yandan gerillaları gördüklerine mutlu oldular. Hızlı hareket etmeleri gerekiyordu. Yılmaz işçileri bina dışına çıkararak HES’lerde çalışma-

ANTAGONİZMA

21

maları yönünde uyarılar yaptı. Taylan ve beraberindekiler de kumanda sistemini yakarak kurşunladılar. Telsizden hızlı olmaları yönünde uyarı aldılar. Taylan birliği toplayarak ormanlık alana yöneldi. Çekilme yönleri farklıydı. Koşar adımlarla geceye karıştılar. Aştıkları tepenin ardında düşman gerillalardan habersiz pusudaydı. Öncü olan Taylan aldığı sesle yere yattı. Arkadan gelenlere işaret vererek dikkatli olmalarını söyledi. Nefes alsan duyulacak kadar sessizlik hakimdi. Yılmaz sürünerek Taylan’a yaklaştı. Yılmaz’dan dürbünü alan Taylan ses aldığı bölgeye dürbün çekerek bölgede düşmanın olduğunu gördü. Gerilla birliğinden habersiz aval aval etrafı gözetliyordu düşman. Taylan ve Yılmaz göz göze geldiler. “Ne yapalım” diye sordu Yılmaz. “Yapılacak şey belli” dedi Taylan. Yılmaz bu cevaptan sonra “Dikkatli olun” diyerek diğer yoldaşlarını da uyardı. Gerekli uyarılar yapıldıktan sonra Taylan kendinden emin sürünerek yaklaştı düşmana. Yılmaz el tetikte namluyu düşmana çevirmiş, bir yandan Taylan’a öbür yandan düşmana bakıyordu. Taylan düşman askerinin elinde silahı olmadığını görünce teslim almak istedi onu. Alnından akan teri şalıyla sildi, yüreği küt küt atıyordu. “Teslim ol” diye haykırdı Taylan. Bu ses karşısında şaşkına dönen asker, kurşun değmeden ölmüş gibi oldu. Bir an dünyası kararan asker ani bir hareketle silahına davranmak isteyince silahını ateşledi Taylan. Kurşun sesi gecenin sessizliğini bozdu. Taylan düşmanın silahını almak için tam harekete geçecekken Yılmaz buna engel oldu. Gecenin sessizliğini, şaşkına dönmüş rastgele kurşun sıkan düşmanın silah sesleri bozuyordu. Gerillalar karanlığa karışarak kamp alanına ulaşmışlardı bile… Bedel ödemekten çekinmeyip savaşmaya cüret eden Abidin Demir (Taylan), İsmail Perktaş (Fecir) ve Ozan Derman’ı (Yılmaz) savaşçı yönleriyle hatırlayıp savaşarak analım! Öner Yeşil Kandıra 2 No'lu F Tipi Hapishanesi

≫ muzaffer oruçoğlu

KÜRESEL GÜÇLER VE KÜRTLER

K

ürdistan’ı kendi aralarında bölüştürüp sömürgeleştiren dört sömürgeci devlet, bugün bu parçalarda bağımsızlığa ve parçaları birleştirmeye yönelik direnişlere karşı tek bir yumruk halinde hareket etme kabiliyetini gösteremiyorlar artık. Küresel güçler, küresel sermaye açısından kritik önem arz eden Ortadoğu’daki mevcut durumun, eskisi gibi süremeyeceğini biliyor ve buradaki küresel sermayenin istikrarına, güvenliğine büyümesine hizmet edecek politikalar izliyor. Sermayenin, çok uluslu tekeller olgusuyla birlikte küreselleşmesi, arkaik yapıların, zoraki birliklerin, katı inançların, düşüncelerin parçalanmasını beraberinde getirir. Sermaye girdiği yere kendi aşüfte ruhunu yayar, dolaşımını, serbest akışını engelleyen her şeyi yıkar. Arkaik yapılar, inançlar, düşünceler ya ona teslim olur, onun bekçi köpeği haline gelirler, ya da varoluş ve savunma güdüsüyle ona karşı birleşir, tanrıları ve peygamberleriyle birlikte umutsuz, yarı-uhrevi ve haşin bir mücadeleye atılırlar;

tarih onlara sadece haklı oldukları noktada destek sunar. Bununla birlikte, küresel sermayeye karşı bir başka direniş daha ortaya çıkar tabi. Küresel sermayenin, insanın ve doğanın yıkımı temelinde, insanlığa sunduğu yaşam projesini reddeden ve gelmiş geçmiş tüm kültürlerin derin özümlenmesine dayanan yepyeni bir yaşam projesiyle onu aşan; aşmakla kalmayan, onu ve onun arkaik müttefiklerini topyekun tarihe gömen bir hareket, yani devrim. Kim ne derse desin, tarih parçalı Kürdistan'ı birleşmeye zorluyor. Kürdistan'ın parçalı hali, küresel sermayenin akışını ve güvenliğini tehdit ediyor. Kürtler parçalarda direniyorlar. Küresel sermayenin metropollerde çizilen politikaları, direnen parçalarda daha bir yoğunlaşıyor. En sıcak direniş şu anda, Ortaçağ barbarlığı ile modern barbarlığı ruhunda birleştiren sömürgeci Arap faşizminin koçbaşı DAİŞ'e karşı cereyan ediyor. Kürtleri ve Şiileri baş düşman ilan eden DAİŞ, sadece ayaklanan kendi kölelerine yani Kürtlere karşı değil, bölge devletleriyle birlikte kendisini yaratan küresel güçlere

karşı da savaşıyor. Kürtler, bağımsızlıkları için, küresel güçler ise kendi pazarlarının güvenliği için savaşıyorlar DAİŞ'e karşı. Tarihin cilvesine bakın. Kuzey ve Batı Kürdistan’daki direnişi terörist ilan eden küresel güçler, DAİŞ'e karşı onlarla birlikte hareket etmek zorunda kalıyorlar. Bu durum, bir zamanlar İngiliz-Fransız-ABD emperyalizminin, Nazilere karşı SSCB ile birlikte hareket etmesini çağrıştırıyor. Teşbih bu, hata olmaz. Rakka korkusundan dolayı DAİŞ saldırıyor. Koalisyon ise, Arap ve Türk kuşatması altında nefes almaya çalışan Rojava'daki Kürt direniş güçlerinin, ÖSO ile birlikte, DAİŞ'in Suriye'deki koluna karşı tüm cephelerde savaşmalarını istiyor. Kürtlerin, DAİŞ'in merkezine, Rakka'ya yürümesi, kendi cephe gerisini zayıflatmakla kalmayacak, Arap milliyetçiliğini güçlendirecek, Kürtleri Esat'la ya da Esat'ın diğer silahlı muhalifleriyle karşı karşıya getirecektir. En güzeli, asli ve meşru zeminde kalmak, yani Rojava'da kalmak, bu zemini, halkın genel silahlanmasına dayanan bir sistemle savunmaktır.


22

dünya haber

01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Ortadoğu ve son güncel gelişmeler üzerine!

Kobanê’ye yapılan son saldırı ve katliamlardan, IŞİD’i palazlandırıp destekleyen tüm emperyalistler ve onların uşak rejimi devletlerin sorumlu olduğunun altını özellikle çizmek isteriz. Bu noktada bütün yaşanan gerçekliklere ve gelişmelere rağmen tekçi faşist Erdoğan’ın utanmadan sıkılmadan hala “IŞİD, Baasçı Esad ve PYD, PKK aynıdır ve hepsi de teröristtir” argümanlı açıklamalarıyla anlaşılmaktadır ki ezilen ve sömürülenlere yönelik tekçi faşist paradigmada ısrar edilmektedir. Yoksa faşist Erdoğan “PYD, IŞİD’ den daha tehlikelidir” gibi beyanlarda bulunmaz ve Rojava ilerici statüko gerçekliğine düşmanlığını deklare etmezdi. Bu bağlamda T.C. devletinin de Kobanê’de gerçekleştirilen katliamın suç ortaklığından kurtulamayacağı anlaşılmalıdır

Bu seferki analiz yazımızı özellikle Rojava ve Suriye'deki son gelişmeler, YPG'nin Girê Sipî’yi ele geçirmesi, IŞİD'lilerin mülteci kılığında T.C.’ye “sızması” ve Kobanê'ye yönelik katliam saldırıları gerçekleştirmesi, Suriye'deki mevcut iktidar sorunu ve ABD eksenli emperyalizmin YPG ve Burkan El-Fırat'ı desteklemesi, tekçi faşist T.C.'nin YPG'ye yönelik tutumu gibi gelişmelere ayıracağız.

Gitti Tel-Abyad, geri geldi Girê Sipî... Dört parçaya bölünerek tarihi haksızlığa uğrayan Kürt ve Kürdistan gerçekliği bununla da bitmemiş, her bir bölge, şehir, ilçe, kasaba ve köylerine kadar emperyalizmin uşak rejimleri tekçi egemenler tarafından iç edilerek adları da değiştirilmiştir. Bırakuji denilen konsept temelinde hücrelerine kadar böl-parçala-yönet çizgisi ve politikası bugüne kadar sürgit devam etmiştir. Girê Sipî de, Tel Abyad olarak tekçi Suriye rejimi tarafından değiştirilen yerlerden biridir. Kobanê’ye de “Ayn El Arap” demiyor muydu zatı muhterem tekçi faşist Erdoğan! Kuşkusuz ki bu durumun tarihsel arka planı söz konusuydu. Girê Sipî, 1962-63’den beri Arap Kemeri

denilen projenin önemli bir parçası olarak ele alınmıştır. Bu tarihlerde yapılan nüfus sayımıyla birlikte on binlerce Kürt vd. kesimler kayıttan çıkarılarak “vatandaşlık” haklarından mahrum bırakıldılar. Böylelikle tekçi gerici rejim tarafından kamulaştırılan topraklarda 99 yıllığına yaklaşık 11 köye yerleştirilen Araplara dağıtılmıştır. İşte kısa bir süre önce YPG ve Burkan El-Fırat ittifakı güçlerinin IŞİD (namı diğer DAİŞ)’i Girê Sipî’den alaşağı ederek aslında Tel Abyad’a da veda ediliyordu. Bu noktada yenilen sadece IŞİD teröristleri değil aynı zamanda onun bizzat bir üstü ya da efendisi mahiyetindeki Erdoğan-Davutoğlu-ÖzerFidan özgülünde T.C.’nin Kürt ve Kürdistan ile Suriye politikasının yenilgisidir. Girê Sipî (egemenler tarafından Tel Abyad), kısa bir süre önce düşmesine kadar DAİŞ’in “merkez-odak” konumundaki Rakka’nın bir numaralı “lojistik üssü” olarak işlev gördü. Ve bütün bu zaman diliminde T.C.’nin Akçakale- Girê Sipî sınır kapısı hiçbir zaman kapanmadı. Akçakale, tıpkı bir dönem Ceylanpınar’ın Serekaniye’ye ilişkin olarak “Nusra’nın destek üssü” rolünü üstlenmiş olması gibi, Girê Sipî’de IŞİD’in uzun süre “destek üssü”

gibi konuşlandırıldı. Kısa bir süre önce Girê Sipî, ABD emperyalizmi önderlikli koalisyon güçlerinin hava operasyonları ve YPG ile müttefiki Burkan El- Fırat güçleri tarafından DAİŞ’in elinden kurtarıldı. Tam da böyle bir anda T.C. devleti o zamana kadar doğru düzgün dillendirmediği ve aslında istediği şekilde rahatlıkla yönlendirdiği ve iletişim halinde olup sürekli takviye ettiği IŞİD kontrollü sınırı, yerine denetleyemediği YPG ve Burkan El- Fırat güçlerinin kontrolüne geçince “sınırda tehdit ve karışıklık- telaş vs. var” argümanlarına sarılmış durumdadır. Bizzat uşak medyası üzerinden yoğun bir algı yönetimine başvurarak güvensiz ve kaos politikalarının yollarını döşemektedir. Böylesi bir süreçte Obama’dan T.C.’nin sınırda IŞİD’e karşı yeterli önlem almadığı eleştirisi geliyordu. Bu durumla birlik de TC’nin iyice sıkıştığı da görülmek durumundadır. Girê Sipî’nin YPG ve müttefik güçlerinin eline geçmesi akabinde rahatsızlığını dışa vuran Erdoğan durmaksızın "İşte buyurun, bakın sınırımızda Tel Abyad’da, Arapları ve Türkmenleri uçaklarla vuran Batı, ne yazık ki onların yerine terör örgütü PYD ve PKK’yı yerleştiriyor. Buna biz nasıl olumlu bakabiliriz? Bu Batı’ya biz nasıl samimi olarak


01-15 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

bakabiliriz" demiştir. Girê Sipî’den IŞİD’in uzaklaştırılmasıyla, Kobanê ve Cizire Kürt kantonları arasındaki coğrafi kesinti de ortadan kaldırılmıştır. Ve T.C. sınıra yaklaşık 200 kilometre boyunca, karşı karşıya HDP ile müttefik olan PYD’nin etkili olduğu bir “Kürt idaresi” ile nasıl olacaksa “komşu” oluvermiştir. Cumhurun başı Erdoğan, “Kuzey Suriye’de böyle bir oluşuma izin verilmeyeceğini” bir süre önce dillendirmişti. Fakat yaşanan gerçekler Erdoğan ve tabi ki T.C.’yi de aşacak cinsten gelişmelerdir. Demek ki niyetlerle olmuyor somut ve nesnel gelişmeler! Tekçi faşist T.C.’nin Rojava ve Suriye’ye yönelik evdeki hesaplarının tutmadığı ve şaşırıp kaldığını vurgulayalım. Erdoğan-Davutoğlu-Özel-Fidan özgülünde tekçi faşist T.C.’nin “Kürt karşıtı ve somut gerçeklik anındaki IŞİD yanlısı” genel Suriye politikası, Tel Abyad’ın “düşmesi”yle çöktüğü söylenebilir.

Kobanê’deki ne ilk ne de son katliamdır, suç ortaklarını tanıyalım! Girê Sipî’nin IŞİD’ten kovulmasıyla birlikte faşist çete üyelerinin sınırdan T.C. sınırlarına ve oradan da mülteci kılığında T.C.’ye sığındığı edinilen bilgiler arasındadır. Zaten bazı IŞİD üyelerinin sınırda yakalanma görüntüleri de medya organları üzerinden kamuoyuna yansımıştı. Ve çok zaman geçmeden IŞİD’in Kobanê’ye kapsamlı saldırısı ve katliamına yeniden şahit oluyoruz. IŞİD’in bu son vahşi katliam saldırısında şu ana kadar 200’ü aşan ölü ve daha fazla sayıda yaralı söz konusudur. Girê Sipî’nin IŞİD’ten temizlenmesine hazmedemeyen Erdoğan önderlikli tekçi faşist T.C.’nin hiç kuşkusuz ki Kobanê’deki son katliama sevindiği bir gerçektir. Zira T.C. yaklaşık iki yıldır IŞİD Suriye'nin "kuzeyini" işgal durumundayken ve buna karşı hiçbir söz söylemezken, şimdiki durumda YPG/YPJ güçlerinin ilerleyişi olunca bu yaşanan tabloyu hazmedememiştir. Nitekim tekçi faşist Erdoğan "Suriye’ye silah gönderenlerin, bomba gönderenlerin bu fakir fukaraya zerre kadar bir desteği var mı? Yok. Bunun bedelini er geç ödeyecekler" diyerek IŞİD’in gerçekleştirdiği katliamların bizzat fitilleyicisi olmuştur. Tabi bütün bu gelişmeler yaşanırken aynı faşist Erdoğan, Girê Sipî’nin YPG ve müttefik güçlerinin eline geçmesi akabinde devamla "Suriye'nin kuzeyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun buna engel olacağız, biz bölgedeki demografik yapının değişmesine göz yummayacağız…" diyerek aslında çok daha önceleri ve net olarak bilinen durumu ve niyetini daha da açık ederek ifadelendiriyordu. PYD lideri Salih Müslim IŞİD’in bu katliam saldırılarının -her ne kadar tekçi faşist T.C. devleti bunu kabul etmeyip inkar etse de- T.C. sınırları üzerinden

gerçekleştirdiğini ve T.C.’nin yalan söylediğini kamuoyuna açıklamasıyla durum daha da ayanlaşmış oluyordu. Yakalanan IŞİD elemanının ifadeleri ve itirafları da bunu doğrular niteliktedir. Bu gelişmeler karşısında epeydir PYD’nin de zaten Batı Kürdistan’da bir Kürt devleti gibi bir oluşuma gitmeyecekleri ve böyle bir planları-politikaları olmadıkları durumunu da göz önünde bulundurduğumuzda tekçi faşist Erdoğan özgülünde T.C.’nin yukarıdaki ifadeleri ve tehditlerinin de gerçek amacı daha iyi anlaşılmaktadır. IŞİD’in son Kobanê’ye yönelik eşgüdümlü katliam saldırılarını aslında bizzat ABD ve AB emperyalist blok güçlerinin Ortadoğu’daki yerli uşak rejimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı planları ve destekleriyle yenilgi üstüne yenilgi alan faşist çete IŞİD’in iyice köşeye sıkıştığının bir göstergesi olarak değerlendirmek gerekmektedir. IŞİD’in bu son katliamında faşist çete üyelerinin Özgür Suriye Ordusu giysileriyle "sızarak" gerçekleştirmesi de yeni bir gelişme olarak ele alınmalıdır. Özellikle Kuzey Kürdistan’da özel savaş konseptinin bir parçası olarak gerilla giysileriyle kontrgerilla katliamlarının

dünya haber yabancısı değiliz. Bunun T.C. sınırları dışında da partnerleri uygulandığı görülmektedir. Zaten T.C. sınırlarından geçerek bunu yapması durumu çok da garipsenecek ve şaşırılacak bir gelişme olarak görülmemelidir. Ki daha önceki hemen birçok katliam ve çeşitli saldırılarını, hatta başta lojistik olmak üzere birçok olanak-kaynakların Suudi Arabistan, Katar ve T.C. tarafından bizzat T.C. sınırlarından geçerek IŞİD’e kanalize edilmesi bilinen bir durumdur. Kobanê’ye Ramazan ayında saldırarak sivil halkı vahşice katletmesiyle IŞİD’in peş peşe aldığı ağır yenilgileri karşısında giderayak katliam gerçekliği karakterli tekçi faşist yüzüyle anılmayı bir kere daha hak etmiştir. 25 Haziran sabahı biri T.C. sınırı, diğeri ise güneybatısından olmak üzere Kobanê’ye iki koldan "sızarak" saldırı ve katliamların gerçekleştirmesi ile IŞİD’in önemli oranda gücü zayıflatılsa da aslında hala belli bir gücünü koruduğu ve dinamik durumda olduğunu da göstermektedir. Kobanê’ye yapılan son saldırı ve katliamlardan, IŞİD’i palazlandırıp destekleyen tüm emperyalistler ve onların uşak rejimi devletlerin sorumlu olduğunun

23

altını özellikle çizmek isteriz. Bu noktada bütün yaşanan gerçekliklere ve gelişmelere rağmen tekçi faşist Erdoğan’ın utanmadan sıkılmadan hala “IŞİD, Baasçı Esad ve PYD, PKK aynıdır ve hepsi de teröristtir” argümanlı açıklamalarıyla anlaşılmaktadır ki ezilen ve sömürülenlere yönelik tekçi faşist paradigmada ısrar edilmektedir. Yoksa faşist Erdoğan “PYD, IŞİD’ den daha tehlikelidir” gibi beyanlarda bulunmaz ve Rojava ilerici statüko gerçekliğine düşmanlığını deklare etmezdi. Bu bağlamda T.C. devletinin de Kobanê’de gerçekleştirilen katliamın suç ortaklığından kurtulamayacağı anlaşılmalıdır. Bu noktada Türkiye-Kuzey Kürdistan ve özellikle Amed’de HDP’ye yönelik son seçim mitingindeki katliam saldırısıyla Kobanê’ye yapılan bu katliam gerçekliğinin nedenleri itibariyle örtüşen yanları içermesidir. Dolayısıyla IŞİD’in Kobanê’ye yönelik katliam saldırılarının bizzat arkasında emperyalist güçler ve onun bölgedeki uşak rejimleri olduğu gerçekliğini görmeli ve buna karşı son derece haklı ve meşru devrimci savaşı geliştirme durumunda olmalıyız.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Pêşketinên tevger ên Çînî û pêwrirên me

Li Tirkiye-Kurdistana Bakûr, çendîn sal e ku çîna karkeran paşve diçû û wek di nav bêdengiyê de mabû, div an salên dawî de rabû li ser xwe û xaliya mirinê li ser xwe avêt. Di serî de biçûk an jî mezin çendîn berxwedaniyê ve dest bi rabûna li ser pî çêbûn, tevgerên cûr be cûr hatin holê, di necamê de jî di navbera 2 salê de seranser mezinahiya xwe domand û şiyariyek lidarxist û nîşan da. Destpêka pêşveçûyîna tevgerê çînî, taybetî bi çalakiya Greifê ve kete rojevê û di çileyê 2015’ê de jî bi greva xebatberdan a karkerên metalê ve hê mezin bû. Bi grevên qada metalê ve xwe diyar kir û seranser nasnameya xwe hê pêş xist. Taybet jî di qada me-

talê de karker sedî sed bi biryar tevgeriyan, bi vî hawî xwe birexistin kirin, ev berxwedanî jî di demeke kurt de bandora xwe gihand di qadên xebatkari yên din û bi tevahî di tevgera çînî de dêrî ji pêvajoyeke nû re vekirin. Ev pêvajo bi tevahî bandoreke erenî li ser tevgera çînî danî û di çîna karkeran de ji hêzên xwe re baweriyeke xurt damezrand. Ev rewşa hanê, him li himberî rêxistina karsazên metale (MESS), him jî bi tevahî li himberî xwedî milk hêzek derxist holê. Di heman deme de jî ew rêxistinên karkeran ku wek “sendîkayên zerîn” tên binav kirin û di rastiyê de ne betjewendiyên kedkaran berjewendiyên karsazan diparêzin re bu bersivek. Naveroka ev bûyerê, rêxistina kedkaran a bi naverokeke vî rengî nîşan da. Ev rastî ji bo sendîkayên kedkaran, ji bo sendîkayên çînî, ji bo tevgerên şoreşger jî bi giştî dersên gelek bi bandor re

têr û tijî ye. Divê her rêxistin û tevger bi van pratikan sûdên erenî derbixin û ji xwe re bikin wek rêzanî. Bi vî wateyê ve girêdayî em dikarin bêjin gelek şêwaz û tarzên qedîm û kewnerêzik têk çûne, ji şûna wan gelek tarzên nûjen û bi çalak hatine, ji bo pêşveçûyîna çîna kedkarî jî ev yek gelekî girîng e. Ev pêşveçûyînên ku di qada tevgera çînî de diqewimin, bêguman bandora xwe bigihîne li ser hemû hêzên civakî û renge xwe bide civak. Ew şoreşgerên proleter ku xwedî hişmendiya çînî ne, divê ev pêşveçûyînan bi rengeke berpirsyar bixwînin, dersen cûr be cûr jê derxin û ji bo bi tekoşîneke civakî ve li hev bînin, tekoşînên k udi çendîn qadan de tên meşandin tekiliyên wan çêbikin. Çi ku, tekoşînên civakî heke bi tevgerên çînî ve li hev neyên û di navbera xwe de tekiliyeke çînî ya xurt û binaverok danemezrînin, ew tekoşîn

bi tu carî naçe serî û sernakeve, serketfineke bêdawî nikare bidest bixe. Misogeriya serkettina tevgerên çînî ku di qadên cûr be cûr de tevdigerin, têdikoşin, teqez li hevhatin e, li hevhatina tevahî tekoşîna civakî û rêxistinên çînî ye. Û divê siyaseteke şoreşgerane ya proleter jî rêbertiya ev tevgera çînî bike. Migogerî ya serkeftinê tenê bi vî hawî pêk tê. Li himberî tevgerên çînî û pêşveçûyînên ku me li jor qala wan kir, li himberî van yekan şêwazên şoreşgerên proleter ya bi awayekî “xwebixwe” bi tu şiklî nayê pejirandin. Hêzên me yê birêxistinî, divê li gor pêşveçûyînên tevgerên çînî ji nû ve xwe birêxistin bikin, tekiliyên xwe ji nû ve damezrînin û li gor aso ya çînî tevbigerin. Ramanên paşverûtiyê ku niha li ser mêjî û hişmendiya gelek tevgerên şoreşvaniyê de desthilatdar û bibandor e, divê were rexne kirin û were berdan.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.