1-15 OCAK 2016

Page 1

İhtilalci proletarya ve ezilenlerin başkaldırı ruhunu kuşan

sf 12-13

Suriye ve “T.C”nin iflas eden “kırmızı çizgileri” Fırat’ın batı yakasına yapılan hamle tarihsel bir hamledir. Fırat’ın batı yakasındaki hamle, Fırat’ın doğu yakasındaki direnişle birlikte özgür birleşik sosyalist bir Kürdistan’ı müjdeliyor. Kürt ulusunun kendi kaderinin tayin hakkı stratejik yönelimiyle, bu müjdeyi gerçekleştirmesi için, koşullar, tarihin her kesitinden daha da devrimcidir sf 18-19

Halkın Günlüğü

1-15 OCAK 2016 Yıl: 4 Sayı: 114 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

DTK deklarasyonu üzerine f GÜNCEL

10-11

Demokratik Toplum Kongresi (DTK) gerçekleştirdiği olağanüstü kongrede sonuç bildirgesini 14 madde halinde özetleyerek kamuoyuna deklare etti. Atılan bu adım yoğun ve ciddi tartışmalara vesile oldu. Kuşkusuz ki, bu önemli gelişme karşısında bizler de nitelik ve sorumluluklarımız bağlamında kayıtsız kalamayız. Toplumsal mücadelenin bir parçası olarak; açıklanan bildirgeyi siz okurlarımız için değerlendirdik. Yoğun bir tartışma sürecinden sonra açıklanan bildirge de ilerici adımlar olmakla birlikte bir dizi eksiklikler de mevcut

Toplu katliamlarla ‘Yeni Türkiye’

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

faşizmin imha ve inkar saldırılarına karşı

Direnişi kuşanalım Yaşamın her alanında direnişi örgütlemek, katliamları boşa çıkaracak eylemleri pratiğe dökmek bugünün en temel birincil görevdir. Basit araçlarla sistemin sinir uçlarını hedef alan pratikler bugün hiç olmadığı kadar zorunluluk arz etmektedir. Devletin hayata geçirdiği topyekûn katliam ortamında günlük hayatın hiçbir şey olmuyormuşçasına devam etmesine müdahale edecek araçlar geliştirmeliyiz. Burjuvazinin diğer ülkelerdeki isyanlardan öğrendiği gibi bizler de direnişlerden öğrenmeliyiz. Kesin olan şudur ki, faşizm iktidarını korumak için ‘Bu kadarını da yapamazlar’ dediğimiz her şeyi yapacak bir cinnet hali içerisindedir. Devletin son dönemde Kürdistan’da ve

06

Emekçilere azami sömürü asgari ücret

yine kadınlar şahsında hayata geçirdiği ev baskınlarında, sokak ortalarında infaz politikası, Kürt halkının özyönetim ilanlarıyla birlikte Cizre, Sur, Silopi ve diğer yerlerde hayata geçirdiği katliam saldırıları, kadınlara, LGBTİ’lere dönük cinsiyet eşitsizliği ve nefret söylemleri politikası, gözaltı ve tutuklama furyası, işçi ve emek emekçilerin can ve kan bedeli elde ettikleri hakları baskıyla tırpanlamaya çalışması ancak ve ancak militan bir çizgi ve komünist kararlılık kuşanılarak geri püskürtülebilir. Zira 2016’nın, umudun dağlarda, barikatlarda göndere çekileceği, direnişin büyütüleceği bir yıl olacağı gün gün barikatlarda yazılmaya devam ediyor

08

Hâkim sınıflara karşı söz şimdi gençlikte

14


02

güncel haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

Birleşik mücadele hattı ve perspektifimiz

Proleter devrim hareketi Kürt Ulusal Hareketi ile bu stratejik düzlemde ilişkilenmek durumundadır. Mücadelenin esas alanları başta olmak üzere tüm mücadele mevzilerinde Kürt Ulusal Hareketi ile stratejik olarak ilişkilenmek ve birleşik devrimci bir direniş hattı örmek bugünün esas devrimci görevlerinden biridir. Bu anlamda Kürt Ulusal Hareketi ve temsilcilerinin bu noktadaki çabaları ve çağrıları oldukça yerinde ve anlamlıdır. Proleter öncü başta olmak üzere tüm devrimci ve ilerici güçler bu çaba ve çağrılara asla kayıtsız kalmadan cevap olmalıdır Sınıflar mücadelesi gerçekliğinde birlik, birleşik mücadele, devrimci cephe gibi politikalar ve tartışmalar tarihten günümüze kadar hep tartışıla gelmiştir. Bu politik yaklaşımlar ve zorunluluklar her tarihsel süreçte doğal olarak farklılıklar ve özgünlükler taşımıştır. Ya da devrim ile karşı devrim arasındaki siyasal mücadelenin seyrine göre bu ihtiyaçlar ve tartışmalar önem kazanmıştır. Sonuçta her siyasal tavır ve örgütlenme bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkar ve mutlak biçimde içinde biçimlendiği ideolojik ve politik konjonktürün etkisini taşır. İçinden geçmekte olduğumuz tarihsel

süreci ve bu minvalde biçimlenen ve öngörülen birlik ve birleşik cephe gibi tartışmaları ve yaklaşımları da bu çerçevede değerlendirmek en doğru olandır. Nihayetinde her olgu ve olay kendi tarihsel sürecinin koşulları içinde ele alınmalıdır. Bu tarihsel gerçeklikten kopuk olarak ele alınan siyasal belirlemeler ve tartışmalar son tahlilde nesnel durumdan azade, toplumsal karşılığı olmayan altı boş bir içerikten öteye gidemez. Dolayısı ile her politik tavır ve belirlememiz ve bu düzlemde cereyan eden tüm somut adımlarımız mutlaka nesnel gerçeklikle uyumluluk arz etmelidir. MLM’nin tüm tarihsel devrimci serüveni ve bilimselliği bunu bizlere defalarca kez kanıtlamıştır MLM’nin devrimci diyalektik zemininde hayat bulan proleter devrim hareketi nesnel toplumsal gerçekliklerden kopuk ve kendinden menkul sığ yaklaşımlarla sınıflar mücadelesine önderlik edemez. Sınıflar mücadelesi düzleminde cereyan eden tüm toplumsal sorun ve çelişkilerde olduğu gibi birleşik mücadele ve birlik gibi temel meselelerde de proleter devrim hareketinin gayet berrak devrimci yaklaşımları ve çözüm perspektifi bulunmaktadır. Bu öylesine soyut olarak söylenen ve karşılığı olmayan bir beyan değildir kesinlikle. MLM’min tüm tarihsel süreci başta olmak üzere ülkemiz devrim hareketi tarihide bu noktada bizlerin temel aldığı devrimci referanslardır. Ki enternasyonal proletaryanın coğrafyamızdaki temsilcisi Maoist hareketin kırk yılı aşan mücadele seyrindeki birlik ve birleşik cephe gibi meselelerdeki belirlemeleri bugün daha da ilerletilmiş biçimiyle bu noktadaki temel ölçü-

lerimiz olmaktadır. Tüm politik belirlemelerimizde olduğu gibi bu meseledeki yaklaşımlarımızda da dayandığımız esas etken kuşkusuz ki tarihsel devrimci geçmişimiz ve birikimlerimizdir. Tarihin devrimci aynasından geleceği inşa etmek ve kazanmak proleter devrimcilerin temel devrimci yaklaşımıdır. Gelecek ancak devrimci tarihiyle diyalektik bağı kurulduğunda kazanılabilinir. Bu anlamda bütünlüklü devrimci tarihsel sürecimiz olumlulukları ve olumsuzlukları ile muazzam tecrübeler sunmaktadır. Diğer tüm meselelerde olduğu gibi birlik ve birleşik cephe gibi politik meselelerdeki yaklaşımlarımız da kesinlikle geçmiş tarihsel sürecimizin devrimci muhasebesi ve birikimleri düzleminde biçimlenmek zorundadır. Proleter öncü tarihsel devrimci sürecin ve birikimlerin bütünlüklü devrimci muhasebesi ve eleştirisi düzleminde bu noktada oldukça ileri bir yerde durmaktadır. Gelecek toplum projemiz olan sosyalizm anlayışımızın berrak bir içeriği olarak, çok partili sistem, sosyalizmin güçleri, Sovyet, konsey ve komünler perspektifi ile devrimde çıkarı olan tüm toplumsal güçleri komünist bir önderlikle birleştiren ve özneleştiren bir yaklaşımı geleceğe ertelemeden şimdiden inşa etmenin çabası içindedir. Bu perspektif doğrultusunda proleter öncü tüm devrimci ve ilerici toplumsal güçleri birleşik bir mücadele hattıyla örgütleme ve harekete geçirme politik yükümlülüğünü pratikte yaşamsallaştırmalıdır. Yaşanan keskin süreç artık sadece doğru olan bazı siyasal belirlemelerin bıkkınlık

yaratacak boyutta teorik olarak tekrarlanmasının bir hükmünün ve karşılığının olmadığını açıkça göstermektedir. Dolayısı ile süreç bizlere doğru olan teorik ve politik belirlemelerin devrimci pratikte sınandığı ve karşılık bulduğu bir zorunluluğu dayatmaktadır.

Birleşik devrimci bir direniş cephesi yaratma zorunluluğu Sınıflar mücadelesi gerçekliğinde cereyan eden birlik ve birleşik cephe noktasındaki genel yaklaşımlarımızı proleter devrim hareketinin tarihsel devrimci süreci ve birikimleri düzleminde ifade etmeye çalıştık. Bu doğrultuda somutta cereyan eden bu noktadaki tartışmalara ve yaklaşımlara kısacada olsa değinmekte fayda vardır. Her şeyden önce yukarıda da açıkça vurguladığımız gibi sınıflar mücadelesi gerçekliğinde burjuvazi karşısında değişik sınıf ve tabakalardan toplumsal güçlerin birleşik mücadele perspektifini geliştirmek ve örmek proleter devrimciler başta olmak üzere tüm devrimci ve ilerici güçlerin kaçınılmaz görevlerinden biridir. Özellikle yaşadığımız siyasal gelişmeler bağlamında ve keskinleşen sınıflar mücadelesi gerçekliğinde bu ihtiyaç kendisini zorunlu olarak dayatmaktadır. Dolayısı ile proleter devrim hareketi başta olmak üzere tüm devrimci güçler bu tarihsel devrimci ihtiyacın zorunluluğunu kavrama ve yaşamsallaştırma bilinci ve devrimci sorumluluğu ile hareket etmelidir. Hem uluslararası ölçekte hem de ülke düzleminde enternasyonal proletarya ve dünya halklarının ve onların örgütlü devrimci ve komünist güçlerinin enter-


03

nasyonal, bölgesel ve yerel antiemperyalist ve antifaşist birliklerini oluşturmak kaçınılmaz görevlerimizden biridir. Bu doğrultuda geçmişin birikimleri ve tecrübelerinin ışığında yeni bir komünist enternasyonal inşa etmek sürecin tersine çevrilmesinde ve devrimci bir merkez oluşturulmasında tayin edici bir yerde durmaktadır. Sınıf mücadelesinin her alanının özgünlüklerine göre birleşik devrimci bir direniş hattı yaratılmalıdır. Açık alanda tamamen meşruluğu esas alan bir içerikle devrimci güçler başta olmak üzere tüm toplumsal devrimci ve ilerici dinamikler bir araya gelerek her yerde birleşik direniş mevzileri örmelidirler. Mücadelenin esas alanlarında ise daha ileri bir konumlanışla silahlı devrimci birleşik direniş odakları yaratılmalıdır. Özellikle devrim yapma iddiası ile hareket eden devrimci ve komünist güçlerin bu noktada kendilerini sorgulamaları ve sınıf mücadelesinin keskinleşen çelişkileri ve ihtiyaçlarına uygun olarak konumlanmaları ve hareket etmeleri temel görevlerden biridir.

Kürt Ulusal Hareketi devrim hareketinin stratejik bir müttefikidir Ezilen Kürt ulusunun Türk egemenlik sisteminin milli zulmü ve barbarlığına karşı tarihsel devrimci direnişi yeni boyutlar kazanarak devam ediyor. Milli zulme karşı mücadeleyi Kürdistan’ın dört parçasına yayan Kürt Ulusal Hareketi özellikle Batı Kürdistan’da yarattığı politik kazanımlarla ve gericiliğe karşı yürütmüş olduğu tarihsel devrimci direnişle Ortadoğu sınırlarını da aşan ve enternasyonal bir muhtevaya dönüşerek dünya halklarında umut ve coşku yaratmıştır. Kuzey Kürdistan’da da milli zulme karşı ezilen Kürt ulusunun tarihsel onurlu başkaldırısı ve direnişi güncelde de ödenen ağır bedeller ve yaratılan devrimci kazanımlarla devam ediyor. Mevcutta gerici iktidar karşısında en örgütlü ve halklara karşı saldırıların önündeki frenleyici temel öğe hiç tartışmasız olarak Kürt ulusal hareketidir. Dolayısı ile tüm bu gerçekliklerden kaynaklı Kürt Ulusal Hareketi sınıf mücadelesine kan taşıyan ve devrimci olanaklar yaratan bir zeminde durmaktadır. Ki bu yönü ile Kürt Ulusal Hareketi devrim hareketinin stratejik bir müttefiki durumundadır. Bu noktada proleter devrim hareketi Kürt Ulusal Hareketi ile bu stratejik düzlemde ilişkilenmek durumundadır. Mücadelenin esas alanları başta olmak üzere tüm mücadele mevzilerinde Kürt Ulusal Hareketi ile stratejik olarak ilişkilenmek ve birleşik devrimci bir direniş hattı örmek bugünün esas devrimci görevlerinden biridir. Bu anlamda Kürt Ulusal Hareketi ve temsilcilerinin bu noktadaki çabaları ve çağrıları oldukça yerinde ve anlamlıdır. Proleter öncü başta olmak üzere tüm devrimci ve ilerici güçler bu çaba ve çağrılara asla kayıtsız kalmadan cevap olmalıdır.

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

YENİ YILIN DOĞRU OKUNMASI SOYUT MANİPÜLASYONLARA KARŞI DEVRİMCİ GÖREVLERE İŞARETİ GEREKTİRİR

Y

eni yıla girmiş olmakla birlikte önceki yılın eskitildiği biçimsel olarak doğrudur. Rakamsal göstergeler de bu formel doğruyu onaylayan gerçeklerdir. Ancak bu biçimsel doğruya karşın, yaşamın özsel gerçeği eskitilmiş olan yılın, nitelik ve karakterini tipik olarak yeni atfedilen yıla devrettiği bilimsel gerçektir. Beşin yerine altının yazıldığı doğru fakat gerici sınıf egemenliklerin, faşist diktatörlüklerin, gerici dünya sistemi ve bundan kaynaklı tüm toplumsal, sınıfsal çelişkilerin, gerici savaş ve kıyımların dört başı mamur biçimde devam ettiği yalın gerçektir. O halde yeni olan nedir, eski olan nedir? Açık ki, rakamlar dışında ve zamanın durdurulamaz ilerleyişi dışında gerçek manada bir yenilik yoktur. Kokuşmuş ve köhnemiş gericilik hükmünü koruyarak sürdürmekte. Egemenler aynı egemenler, sınıf iktidarları aynı iktidarlar… Sömürü, zulüm, baskı, katliam ve vahşi kapitalizm emperyalist aşamasıyla derinleşerek devam etmekte, mazlum ulus ve ezilen emekçi halklar ile proletarya yarı aç yarı tok biçimde ücretli köleliliğin ağır boyunduruğu altında inlemekte, büyük acılara gömülmektedir... Yeni yıl kutlamaları vesilesiyle teşvik edilen büyük harcamalar, aşırı tüketim ve büyük israf çılgınlığının emperyalist kapitalist sömürü ve karlara payanda edilmesi de işin cabası… Gerici sistem ve gerici egemenliklerin devam etmesiyle birlikte, mazlum ulus ve emekçi halkların emperyalist gerici çıkarlar uğruna gerici savaş ve saldırganlık altında katliamlardan geçirilmesi de devam etmektedir. O halde yeni olan ve değişen bir şey yoktur özünde… Eski yılın tüm garabetlerini yeni yıla devredeceği bir rastlantı ve kader değil, emperyalist gerici dünya sisteminin bağrında taşıdığı, sınıfsal çelişkilerin koşulladığı olgu ve emarelerin doğruladığı gerçektir. Dünya gericiliği ve bilumum gericiliğin doğası ve gerçeğidir. Bu gerçek ne temennilerle ne kutsala atfedilen dua ve ilahi güce yalvarışlarla ne de tesadüfî gelişmelerle değiştirilemez. Gerici gerçeği değiştirecek olan; devrimci gerçekler üzerinde yükselecek olan insanın bilinçli dinamik rolü ve son tahlilde devrimci sınıf mücadelesinin ta kendisidir. Sınıf kavgası zemininde gerici sınıf egemenliği ve siyasi iktidarlarına başkaldırarak kaderini ellerine alan ezilen emekçi halklardan başka bir güç bu gerçeği değiştiremez. Bu kavganın Maoist komünist nitelikte proletarya partisi önderliğinde biçimlenmesi ise ayrı bir zorunluluktur… Bizler için yeni yılın doğru okunması, geçmişin hatalarını muhasebe ederek devrimci çizgi ve duruşun geliştirilerek güçlendirilmesiyle anlamlıdır. Sınıf mücadelesi ve görevlerinin, yeni bir mücadele yılında geçmiş tecrübeler ve daha ileri bir kavrayışla pratik çabaya dökülüp başarı yolunda geliştirilmesinin sağlanmasından başka kaygımız olamaz. Bunun için yeni mücadele yılını vesile ederek tecrübe birikimi üzerinden hata ve

eksikliklerin giderilip daha keskin donanıma ulaşma, dolayısıyla sınıf mücadelesinin karşımızda dolu dolu duran görevlerini omuzlama konusunda pratik irade ortaya koymaya yoğunlaşmamız elzemdir. Kuşkusuz ki, yeni yıl bizler için sadece yeni bir mücadele yılı olarak anlamlıdır. Ve yoğunlaşmamız gereken tek şey de, sınıf mücadelesinin geliştirilmesi olmalıdır. Daha dar içerikte yeni yılın anlamı, geçirilmiş zaman diliminin bizlere sağladığı tecrübe birikimidir. Bu birikim örgütsel pratikten teorik birikime, sınıf hareketi deneyimlerinden gerici dünyanın görev bilincimizi koşullamasına kadar bir dizi teorik-pratik sosyal eylemin derslerini ihtiva eder. Bu bakımdan yeni yıl biçimsel yenilik yanıyla birlikte, daima ileriye doğru dönen tarih tekerleğinin yaşanan ilerleme seyrinde insan ve toplumsal bilincini geliştiren özelliğiyle de anlamlıdır. Evet gerici dünya sistemi ve bilumum gerici iktidarlar yerinde durmakta, dünya proletaryası ve halklarına, mazlum uluslarına tahakküm etmektedirler. Ancak küçümsenemez ki, yoksul halk kitlelerinin ve mazlum ulusların ileriye dönük mücadelesi kesintisiz olarak gündemde olup ağır da olsa ilerlemekte, bir dizi kazanım ve birikimler sağlayarak gelişmektedir. Nicel birikimlerin büyük nitel patlamalara zemin hazırlayarak onları koşulladığı unutulamaz. Tecrübe ve deneyimlerle sağlanan birikimler ve bu birikim üzerinde yürütülen mücadeleler elbette sonsuz bir döngü ve tekerrürden ibaret değildir, olmayacaktır. Özellikle günümüzde mazlum Kürt ulusuyla Türk hâkim sınıf iktidar(lar)ı arasında keskinleşen savaş, Kürt ulusunun kahramanca direnişiyle büyük gelişmelere gebedir. Bu doğum; Kürt ulusunun esaretini en azından hafifleteceği gibi, toplumsal çehre ve bilinci uyarıp değiştirerek devrimci sınıf hareketine büyük katkılar sunma niteliğindedir. Tam da burada toplumsal çelişki ve çatışmaların devrimci gelişmeler lehine olan özelliği dikkate alınarak, sınıf mücadelesi görevlerinin daha sıkı çalışma ve fedakârlıkla yürütülmesi benimsenmek durumundadır. Her türden zaaf, yetmezlik ve sorunlarımıza neşter vurarak devrimin ileri mevzilerinde görev başına geçmenin tam zamanıdır. Devrimin mükâfatı kadar bedeli de ağırdır. Bu bedeli göze alamayanlar mükâfatı da bulamazlar. Yeni mücadele yılında kavga ruhunu kuşanıp keskin devrimci duruşla görevlerimizi omuzlayıp Sosyalist Halk Savaşı’nı ilerletelim!


04

güncel haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

Erdoğan’ın İsrail Siyonizm’ine muhtaçlık ve dostluk itirafı

Kürtlere amansız düşmanlık fermanı O biraz IŞİD kuryesi, biraz silah ve para destekçisi, biraz hasta bakıcısı ve biraz da eğitimcisi! O biraz TOMA’cı, kuşatmacı, ablukacı, işgalci, kıyımcı! O biraz Osmanlı sultanı, biraz tiran, biraz cumhurbaşkanından başkan! Daha çok bir başbakan! Değil mi acaba? O dik duran mı, yoksa İsrail Siyonizm’i ve ABD emperyalizmi önünde eğilip el-pençe amade duran mı? O ezilen emekçi halka ve mazlum Kürt ulusuna karşı dik duran ama emperyalistlere, Siyonistlere karşı dikine kırılan mı? Onun ne olduğu belli ama ne olacağı belli değil! Erdoğan’ın açıklama yapmadığı bir tek gün, müdahale etmediği bir tek gündem ve mesele yoktur denirse durum abartılmış olmaz. Bu, onun “Bildik Cumhurbaşkanı olamayacağımı söyledim”, “Değişimi fiili olarak yaparım-yapıyorum” sözünün içeriği ya da sözündeki saklı olmayan gerçeğin gereğidir. Fiili olarak hayata geçirdiği “partili cumhurbaşkanlığı” ya da keyfine uygun olarak ve fiilen “yetkileri genişletilmiş cumhurbaşkanı” (fiilen devreye sokulmuş başkanlık/yarı-başkanlık) pratiği portresine uygun olarak yürütmenin, yargının ve yasamanın görevlerini kendisinde merkezileştirdiği için, her meseleye müdahale etmekte, siyaset dâhil her konuya doğrudan müdahil olup dolaylı ya da doğrudan talimatlar vererek siyaset dâhil, devletin temel kurum-kuruluşları hakkında tek adam inisiyatifini kullanmaktadır. Siyasete, ekonomiye, dış politikaya, muhalefete, eleştirilere, yargı-hukuksal alanına, hükümetin görev ve yetki alanlarına ve hatta intihar eden adama kadar her şeye karışan bir yetki kullanmaktadır. Bu yetki ve otoriteye fiilen sahip olan Erdoğan elbette burayla yetinmeyip Suriye iç meselelerine, Irak’a, Mısır’a-Nursi’ye, Filistin’e, IŞİD’e, muhtelif parçalardaki Kürdistan coğrafyasına, Rusya’nın Suriye hava sahasındaki uçaklarına kadar her şeye müdahale edip “maydanoz” olmaktadır. Her soruna ve her gün açıklama yapmasına alışkın olunan Erdoğan, performansını sürdürmektedir. Yaptığı en son açıklamalar da Erdoğan’ın kişisel keyfiyet ve dayatmayla, kendisini sınır tanımayan yetkilerle donatmasının yansıması olmakla birlikte, ırkçı-milliyetçi faşist karakterini ve ikiyüzlü niteliğini ortaya çıkaran türdendir. Bu zeminde önemlidir. Erdoğan son açıklamalarında veya gazete-

cilere verdiği mülakatta da fiili dayatma ve keyfiyetle kendisine sınırsız yetki alanı açıp kurumlar üstü davranarak HDP Eş Genel Başkanları’nın suç işlediklerini ilan edip yargı ve savcılara talimat vermekte, verdiği talimatların itirazsız uygulanacağını bildiğinden parti kapatmaya varmamalı uyarısını yaparak gerekli soruşturma ve yargılanmaya tabi tutulmalarını buyurmuştur. HDP Eş Genel Başkanları’nın açıklamalarını suç ve ihanet biçiminde değerlendirerek yargıya iş bırakmadan gerekli fezleke ve kararı vermiş, söz ve işaretiyle hareket eden denetimindeki yargıyı prosedürü yerine getirmeye çağırmıştır. Dahası, suç ve ihanetle itham ettiği ilgili kişileri bir kez da hedef göstererek, başarısız kalan suikast girişimlerinin tamamlanması için de gerekli buyruğu vermiş, suç ve ihanet ithamıyla siyasi linçe maruz tuttuğu Eş Genel Başkanların hedef haline gelmesi için gerekli zemini fazlasıyla hazırlamıştır. Böylece Erdoğan kin ve nefret duygularını tahrik etmekle birlikte, başkanların hedef haline getirilmesi suçlarını bizzat işlemiştir. Erdoğan Kürt düşmanlığını bir kez daha teyit ederek çıplak biçimde ortaya koymuştur.

Soruşturulup yargılanması gereken bizzat Erdoğan’ın kendisidir Cumhurbaşkanlığı zırhını giyen Erdoğan her türlü suçu çekinmeden işlemekte, toplumsal kutuplaşma ve çatışmaları tetikleyerek geliştirmektedir. Ne yazık ki, suç işlemekte pervasız olan Erdoğan’ı yargılayacak bir yargının olmadığı açıktır. Dahası mevcut yargı Erdoğan’ı yargılama bir yana, yargılanması gereken Erdoğan’ın mutlak denetiminde hareket ederek onun işaretiyle hareket etmekte ve ona hakaret davaları açmakla meşgul olmaktadır.

Kürt ulusuna uygulanan soykırımcı katliamlar, kuşatma ve saldırılarla yetinmeyen Erdoğan ve dümenindeki AKP iktidar güruhu, Kürt ulusunun yasal sınır ve normlara uygun faaliyet yürüten siyasi parti ve seçilmişlerine karşı da susturma, sindirme ve yörüngesine alma politikası güderek büyük bir baskı ve terör uygulamaktadır. Belediye başkanları tutuklanmakta, milletvekilleri asker polisler tarafından tartaklanmakta ve bu milletvekillerinin kendi görüşlerini açıklamaları faşist baskı türleri ve şantajlarla engellenmektedir. Yargılanma ve dokunulmazlıkların kaldırılması tehdidi HDP Milletvekilleri ve Eş Genel Başkanları’nın başında “demoklesin kılıcı” misali sallandırılmakta, hatta bu tehdit baskısı pratiğe dökülerek cumhurbaşkanlığı düzeyinde yargıya talimatlar verilmektedir. Tankı topuyla aciz kalan Erdoğan/AKP iktidarı yargı gibi diğer baskı araçlarını, kurumlarını da devreye koyarak Kürt ulusunu kesin biçimde susturup teslim almaya çalışmakta, bir tek eleştiri, talep ve fikrine dahi tahammül etmemektedir. Savcılar, hâkimler, mahkeme ve yargı kurumları yokmuş gibi, Erdoğan bunlar yerine harekete geçiyor, ne yapmaları gerektiğini talimatla açıklıyor, yargının rolü ve yetkisini yargıdan önce o kullanıyor. Kürt ulusu üzerinde kurulmak istenen basınç, anayasal zeminde siyaset yapan HDP ve Eş Genel Başkanları’na karşı uygulanan bu politikalarla en pervasız boyutlara çıkarılmıştır. HDP ve onun vekillerine uygulanan baskılar, ulusun yasal siyasetteki iradesine ipotek koymanın ötesinde fiilen ve doğrudan Kürt ulusuna uygulanan baskıdır. İşte ırkçı-faşist tekçiliğin tek adam sultası formatına çıkarıldığı bu koşullar fiilen uygulanan ve yasal zeminde getirilmek istenen başkanlık sisteminin dev aynasıdır.

Nafile ki, Kürt ulusunun direnişini kırmaya dönük tüm faşist saldırı ve katliamlar gibi, bu baskı ve şantajlar da sökmeyecektir. Sur’a, Cizre’ye, Silopi’ye giremeyen devasa ordularınız ve teknolojiniz, yarın Kuzey Kürdistan’ın tamamına giremeyecek duruma gelecektir. Erdoğan/AKP iktidar güruhunun yasal siyaset zemininde uyguladığı baskılara karşı, bu zeminde siyaset yapan Kürt ulusunun siyasi partisi de aynı zeminde keskin yanıtlar vermelidir. Eş Genel Başkanları’nın dokunulmazlıklarının kaldırılması, yargılanması tehdidi veya uygulamasına karşı, HDP tüm milletvekilleriyle istifa edip parlamentodan çekilmeyi gündeme getirerek yanıt vermelidir. Erdoğan/AKP güruhunun bu baskıları şantaj ve basınç oluşturmakla sınırlı görülemezler. Bunların pratik adım ve uygulamalara dönüşmesi, yani dokunulmazlıkların kaldırılarak yargılamaların, tutuklamaların gündeme gelmesi tamamen mümkündür. Ki, çok geçmeden yargı cephesinde Erdoğan’ın talimatları doğrultusunda atılacak adımlar görülecektir.

Kürt düşmanı, İsrail Siyonizm’inin dostu, halk düşmanı faşist hâkim sınıfların iktidarı AKP Kürt ulusuna karşı yeminli düşmanlığını her vesilede ortaya koyan bu Erdoğan, daha düne kadar sözüm ona düşman dediği ve trajik çıkışlarıyla karşı durduğu, manipülasyonunu yaydığı, Mavi Marmara olayıyla birlikte halkı kandırarak ilişkilerini kestiğini söyleyip el altından ilişki sürdürüp anlaşmalar yaptığı İsrail Siyonizm’i ile dostluklarını teyit etmiş, muhtaç olduklarını itiraf etmiştir. Yani, Erdoğan/AKP iktidarının İsrail Siyonizm’ine karşı tamamen kamuoyunu manipüle etmeye dönük kof


05

kabadayılık ve danışıklı dövüş esasında sergilediği tüm ucuz “kahramanlıkların” yalandan ibaret olduğu, İsrail Siyonizm’inin Filistinlilere uyguladığı katliam ve zulüm vesilesiyle İsrail Siyonizm’ine karşı tavır aldıklarının ne kadar iki yüzlüce olduğu bu son açıklamalarla gün yüzüne çıkmıştır. Erdoğan/AKP iktidarının Rusya ile yaşadıkları kriz ertesi İsrail(İsrail Siyomizm’i) ile ilişkilerin düzeltilmesi görüşmelerinin sürdüğü ve ilerlemelerin kaydedildiği haberlerinden hemen sonra, bu iktidar güruhunun yetkili sözcüsü, aynı zamanda Erdoğan’a yakınlığı ile bilinen bakanın “İsrail dostumuzdur” sözleri ve ardından “büyük şefin” (Erdoğan’ın) “İsrail’e ihtiyacımızın olduğunu kabul etmek durumundayız” minvalindeki açıklaması Erdoğan/AKP güruhunun tüm iki yüzlü burjuva politikasını, yalan ve sahtekârlığını açığa çıkmıştır. Kuşkusuz ki, İsrail ile veya başka herhangi bir ülke, ırk, din, ulus ile dost olabilirler, bunda bir sorun yoktur. Kaldı ki İsrail devleti ile “TC” devleti ya da Erdoğan/AKP iktidarı son tahlilde sınıf kardeşleridir de. Bir ulusun başka bir ulusla, bir ırk veya dinin başka bir ırk ve din ile dost olması, hatta herhangi iki ülkenin dost olmasında esasen bir problem yoktur. Dolayısıyla, bir ülke ve bu ülkenin milleti anlamında olmak kaydıyla İsrail ile dost olunmasında da bir problem yoktur, karşı çıktığımız bu değildir. Karşı çıktığımız veya çıkılması gereken şey İsrail hâkim sınıfları, gerici devleti ve İsrail Siyonizm’i ile dostluk veya muhtaçlık durumudur. Dahası karşı çıktığımız şey, Erdoğan/AKP iktidarının göstermelik İsrail Siyonizm’i düşmanlığıdır, yalan, manipülasyon ve iki yüzlülüğüdür. İsrail Siyonizm’ine düşmanlık üzerinden prim yapan bu güruhun nasıl manipülasyon yaptığı, özünde Siyonist iktidar-devletle dost oldukları bugün itiraf edilmiş durumdadır. Erdoğan/AKP güruhunun kimliği, gerçek yüzü biz kez daha saklanamaz biçimde açığa çıkmıştır.

Kimdir bu Erdoğan? İsrail Siyonizm’inin dostu mu, düşmanı mı? İsrail Siyonizm’inin katliam ve zulümden geçirdiği Filistinlilerin yanında mı, yoksa İsrail Siyonizm’inin yanında mı? Kürt ulusuna uygulanan imha-inkar, asimilasyon ve soykırım politikalarına son vererek Kürt-Kürdistan sorununa çözüm getiren mi, yoksa Kürt düşmanlığını en vahşi katliamlarla uygulayıp imha-inkarı en vahşi boyutlarda uygulayan mı? İsrail Siyonizm’inin dostu, Kürt ulusunun düşmanı değil mi? Kim bu Erdoğan? Demokrasi ve özgürlüklerden yana mı, yoksa farklı fikir ve eleştiriye dahi tahammül göstermeyen, her türden demokrasi ve özgürlüklere düşman bir gerici, halk düşmanı azılı faşist bir diktatör mü? Barış ve demokrasi yanlısı mı, yoksa haksız gerici savaş yanlısı, milli baskı ve katliamlar şampiyonu bir soykırımcı mı? Cumhurbaşkanı mı, yoksa başbakan mı? Cumhurbaşkanı mı, yoksa fiili başkan mı? Cumhurbaşkanı mı, yoksa aktif siyaset içinde aktif bir siyasetçi mi? Cumhurbaşkanı mı, yoksa şirket yöneticisi mi? Cumhurbaşkanı mı, yoksa muhtar mı? Cumhurbaşkanı mı, yoksa savcı, hâkim ve tüm devlet kurumlarına vekâlet etmiş tam yetkili vasi veya avukat mı? Cumhurbaşkanı mı, yoksa her konuşana hakaretten dava açan müzmin bir davacı mı? Dürüst mü, yoksa iyi bir manipülasyoncu ve demagog mu? Milli iradeci mi, yoksa milli irade düşmanı mı? Milliyetçi mi, yoksa her türden milliyetçiliği ayakları altına alan mı? Doğrucu mu, yoksa bir yalancı mı? Kim bu Erdoğan? Dindar mı, yoksa din sömürüsünden palazlanan bir sahtekâr mı? Dindar mı, yoksa bir hırsız mı? TL’den sıfırları atan mı, yoksa milyon dolarları oğul Bilal’e sıfırlatan mı? Yaratılışı yaratandan ötürü seven mi, yoksa sultasına itiraz eden herkesi hapse koyan ve kendine has haklarını talep eden ulus ve emekçi halkları katliam ve kıyımdan geçirerek köleleştiren mi? O biraz IŞİD kuryesi, biraz silah ve para destekçisi, biraz hasta bakıcısı ve biraz da eğitimcisi! O biraz TOMA’cı, kuşatmacı, ablukacı, işgalci, kıyımcı! O biraz Osmanlı sultanı, biraz tiran, biraz cumhurbaşkanından başkan! Daha çok bir başbakan! Değil mi acaba? O dik duran mı, yoksa İsrail Siyonizm’i ve ABD emperyalizm’i önünde eğilip el-pençe amade duran mı? O ezilen emekçi halka ve mazlum Kürt ulusuna karşı dik duran ama emperyalistlere, Siyonistlere karşı dikine kırılan mı? Onun ne olduğu belli ama ne olacağı belli değil!

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

SÜRGÜN İŞKENCESİ MAĞDURU TUTSAK KADINLARIN BAŞ EĞMEZLİĞİNİ SELAMLIYORUZ

M

KP davasından yargılanan dört tutsağın neredeyse her hafta sürgün edildiği haberi gündeme gelmektedir. Gittikleri her hapishane idaresi, kadın tutsakları sürgün etme işkencesiyle üzerlerinde baskı kurmaya, somutta da adı geçen davadan tutsak kadınları sindirip teslim almaya çalışmaktadır. Kadın sorunu konusunda ahkâm kesen burjuvazinin gerçek yüzü bu sürgün işkencesiyle açığa çıkarken, kadın mücadelesi ilgili örgütlenmelerin vurdumduymazlığı da ayrı bir ironi olarak dikkat çekicidir… Sınıf çatışmasının orada da son derece canlı ve yakıcı bir kuvvetle devam ettiği her açıdan görülmekte, bilinmektedir. Öyle ki, dört tutsak mümkün olan en kısa zaman diliminde o zindandan o zindana sürgün edilmekte, insanlık dışı muamelelere karşı direndikleri için yapılan işkence ve baskılara yeni eziyetler eklenmektedir. Sürgün işkencesi ile yalnızca ilgili kadın tutsaklara baskı yapılmamakta, imkânsızlıklar içindeki aileleri de büyük zorluklarla karşı karşıya getirilip aynı işkenceye maruz bırakılmaktadır. Oradaki baskı, işkence ve zulüm elbette dört tutsağa yapılan sürgün işkencesi politikasıyla sınırlı değil. Hasta tutsaklara uygulanan politika da, zindanlarda yapılan işkencenin, baskının ve nihayetinde sınıf çatışmasının başka bir boyutu olarak yaşanmaktadır. Ağır hastalıklarına rağmen hapiste tutularak tahliye edilmeyen tutsaklar, bilinçli bir politikayla ölüme sürülmektedir. Sürgün politikası, MKP davasından yargılanan dört tutsağa neredeyse tüm zindanları gezdirme biçiminde vuku bulurken, hasta tutsaklar şahsında ise bu sürgün politikası ölüme sürgün etme biçiminde gerçekleşmektedir. Kuşkusuz ki, zindanlarda yapılan işkence ve süren sınıf çatışması salt sürgün ve hasta tutsakların tedavilerini yapmama veya yapmaları için tahliye edilmemeleriyle sınırlı değildir. Bilakis, insanlık dışı en aşağılık uygulama ve işkenceler yapılmakta, bunlara karşı onurlu direniş tutumu nedeniyle sürgün peşine sürgün kararları verilip uygulanmaktadır. Yani sürgünden önce ve sürgüne de yol açan, faşist baskı, tecrit-tredman uygulayarak teslim alma, insan onuruna aykırı muamelelere tabi tutma ve daha farklı işkenceler yapma ile bütün bunlara karşı insanlık onuru ve siyasi kimliğin korunması adına direnme tavrının sergilenmesi vardır. Yani, sürgün sadece baskı, işkence ve zulmün sonucudur, elbette özel bir işkencedir, içkence politikasının yansı-

masıdır. Klasik işkence ve insan onuruna aykırı tüm baskılarla yetinmeyen ya da çare bulamayan hapishane yöneticileri ve elbette siyasi iktidar, çareyi sürgün işkencesinde aramakta, kadın tutsakların onurlu direniş tavrı karşısında acizleşerek keyfi sürgünlere başvurmaktadır. Toplumsal yaşamda olduğu gibi, zindanlarda da sesi yeterince duyulmayan kadınların sesi olup onlarla dayanışmada bulunmak görevdir. Bu görev sadece tutsak kadınların yoldaşlarının değil, insanlık onurundan yana olan herkesin, her aydın, demokratın da görevidir. Gerçek duyarlı tavır; salt isim sahibi popüler şahsiyetlere karşı hassasiyet gösteren değil, ayrımsız olarak mazluma, ezilene, zulme uğrayana, işkence ve haksızlığa maruz kalana ve özellikle de zindana hapsedilerek işkencenin alasını yaşayan tutsak kadınlara, hastalanma koşullarında tutularak hasta edilen ve kendi başına bakımlarını yapamayacak düzeyde hasta olup tedavilerini yapabilmeleri için tahliye edilmeyip ölüme itilen tutsaklara karşı gösterilen duyarlılık ve hassasiyettir. Dolayısıyla ikiyüzlü burjuva tutuma karşı, gerek kronik sürgün işkencesinden geçirilen kadın tutsaklarla ve gerekse de bilinçli politikayla tahliye edilmeyerek ölüme itilen hasta tutsaklarla dayanışmayı büyütmek, bu dayanışmayı tüm tutsaklara yayarak gündemleştirmek devrimci görevdir. Bu görevin bir ayağı da, hasta tutsakların tahliye edilmelerini engelleyen yönetici ve sorumlular ile kadın tutsakları aşağılık uygulama ve işkencelere tabi tutmakla birlikte, bununla yetinmeyip sürgün işkencesi uygulayan yönetici ve sorumlulardan hesap sorma tavrıyla yerine getirilmek durumundadır. Hasta tutsakları ölüm yatağına yatıranlar huzur içinde yatmamalıdır. Kadın tutsakları her türlü işkence ve onur kırıcı muameleden geçirip yetmiyormuşçasına bir de sürgün işkencesinden geçirenler elbette evlerinde rahat etmemelidirler! Yoldaşlarımıza sahip çıkmak ve yoldaşlarımıza uygulanan zulüm sahiplerinden hesap sorma ötelenemez zorunlu bir görevdir!


06

haber analiz

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

İnfazlar ve toplu katliamlarla ‘Yeni Türkiye’ Yaşamın her alanında direnişi örgütlemek, katliamları boşa çıkaracak eylemleri pratiğe dökmek bugün birincil görevdir. Basit araçlarla sistemin sinir uçlarını hedef alan pratikler bugün hiç olmadığı kadar zorunluluk arz etmektedir. Böylesi bir katliam ortamında günlük hayatın hiçbir şey olmuyormuşçasına devam etmesine müdahale edecek araçlar geliştirmek zorundayız. Burjuvazinin diğer ülkelerdeki isyanlardan öğrendiği gibi bizler de direnişlerden öğrenmeliyiz. Kesin olan şudur ki, faşizm iktidarını korumak için ‘Bu kadarını da yapamazlar’ dediğimiz her şeyi yapacak bir cinnet hali içerisindedir. Böylesi bir vahşet, devletin son dönemde hayata geçirdiği ve topluma kabullendirmeye çalıştığı infaz politikası, Dilek Doğan, Dilan Kortak, Günay Özarslan, Yeliz Erbay, Şirin Öter ve Kürdistan’da yaşanan infazlar üzerinden militan bir çizgi ve komünist kararlılık kuşanılmadan geri püskürtülemez Her devlet öldürür. Komünistlerin nihai olarak devleti ortadan kaldırma öngörüsünün içeriğini dolduran sebeplerden biri de budur. Burjuva devlet aygıtları ülkeden ülkeye nüans farklılıkları gösterse dahi, öz itibariyle emekçiler ve halklar için katliam makinesidirler. Egemen sınıfların çıkarları söz konusu olduğunda milyonlarca insanın hayatı onlar için bir rakamdan öte anlam taşımaz. Son yüzyıla iki dünya savaşı sığdıran emperyalist barbarlığın vicdanı sadece paradır. ABD’nin soğuk savaş döneminde Hiroşima’ya atılan atom bombasından 3800 kat daha güçlü füzyon bombasını SSCB’ye karşı kullanma planları bugün 50 yıl zaman aşımı kalktığı için kamuoyuna açıklanan belgelerde net bir şekilde görünmektedir. Böylesi bir silahın yaratacağı yıkımın boyutları bile bizlerin hayal gücünü zorlarken, burjuvazi açısından öğle yemeğinde çorba içmek kadar normaldir. Gezi Ayaklanması devlete ve devrimcilere çok önemli bir gerçeği bütün çıplaklığıyla gösterdi. Faşizmin sistematik gerici eğitim

sistemine, devrimci fikirleri toplumsal hayatın dışına itme çabasına ve örgütsüzlük dayatmasına karşı kimsenin ciddiye almadığı, apolitik diyerek önemsemediği bir nesil ‘Ben de bu oyunda varım’ diyerek güçlü bir şekilde siyaset arenasına çıkıyordu. Orantısız zekâ, yaşam tarzına sahip çıkma temelinde organize oluyordu. Sokağa taşan bu itirazın politikleşmesi ve devrimci bir özne ile buluşması ihtimali egemen sınıflar açısından ciddi bir tehlike olarak birinci gündem haline gelmişti. Egemenler, 7 Haziran seçimlerini bu yeni muhalefet dinamiğinin sağlaması olarak değerlendirdiler. Gezi ile açığa çıkan yeni jenerasyon politik arenada da yerini almaya başlıyordu.12 mart ve 12 Eylül de olduğu gibi bu nesilde bir şekilde yok edilmeliydi. Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci dinamiklerinin birleşme eğilimi içerisine gir-

melerinin yarattığı sinerji ve dış politikadaki ‘emperyal’ hayallerin Kürt direnişi ile yerle yeksan olması egemen sınıfları konsept değişikliği arayışına itmiştir. Halklar eskisi gibi yönetilmek istemediklerini artık yüksek sesle ve sokakta dillendiriyordu. Kürt Ulusal Hareketi ile yürütülen ‘çözüm süreci’ ise oyalamacadan öte bir anlam taşımıyordu. Kültürel ve siyasi olarak tek bir somut adımın atılmadığı bol yaldızlı, boyalı cilalı bu balon patlamıştı. Uzunca bir dönem CHP’nin yedeğinde kalan seküler kesimlerin şoven kalıpları dahi çatırdamaya başlamıştı. İslamcı gericilik merkez sağı kendi etrafında likidite ederken karşıtı olan daha dinamik bir solun da fitilini ateşliyordu. Tüm işaretler bir isyanı ve militan demokrasi mücadelesinin ilmek ilmek geliştiğini gösteriyordu. Toplumsal ayaklanmaları bastırmada yüzlerce yıllık deneyi-

mi olan burjuvazi, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci dinamiklerinin olası isyanını olgunlaşmadan tarumar etme zorunluluğunun farkındaydı. Bugün Kürdistan’daki katliamlara gerekçe gösterilen hendeklerden çok daha önce, bu askeri operasyonların planlarının yapıldığı yüksek sesle ifade edilmektedir. Bu imha operasyonu sadece Kürt halkına yönelik değildir, batıdaki şehirlerde yaşanan infazlar da işin diğer ayağını oluşturmaktadır. Egemen sınıflar böylesi bir yok etme operasyonunu belli bir zamandan beri planlamaktaydılar. Ülke içinde iktidarın pekiştirilmesi ve sorun yaratabilecek kliklerin etkisiz kılınması işin bir yönüyken, ülke dışında uygun konjonktür yakalanması da diğer yönüydü. Cemaate karşı ulusalcı faşist dinamiklerle (Ergenekon) girilen ittifak, bu sürecin gidişatında


07

önemli dönemeçlerden birisidir. Elindeki tek enstrüman çekiç olan devlet aygıtı için yeni dönem siyasetinde tüm sorunlar çivi olarak görülmektedir. Uluslararası arenadaki konjonktür da böylesi bir faşizan saldırganlık için fazlasıyla uygundur. ABD emperyalizmi tarihsel olarak bu ülkede demokrasinin gelişmesinin her dönem karşısında olmuştur. Burjuva demokrasisinin vardığı en ileri nokta ve ‘medeni dünya’ AB’nin yegâne gündemi ise Suriyeli mültecilerdir. 3 milyar Euro rüşvet ve vize serbestliği vaadi ile yapılan anlaşma sonrası “TC”nin mülteciler için ‘güvenilir ülkeler’ statüsünde yer alması gerektiği konusunda bir mutabakat sağlanıyordu. Yazının başında da belirttiğimiz üzere burjuvazinin ahlakını evrensel insani etik kuralları değil, sadece çıkarları belirler.

‘Ey komünistler ve devrimciler siz bu işe karışmayın’ Kürdistan’da keskin nişancıların sivillere yönelik sistematik katliamları ve ordunun direniş güçlerine karşı ağır silahlarla şehir içinde başlattığı operasyonlar, batıda yaşanan yargısız infazlar, Suruç, Ankara ve Amed katliamları, ilan edilen imha konseptinin son ayağıdır. Böylesi bir saldırı karşısında direniş yegâne seçenektir. Çok açıktır ki Kürdistan’da direnişin yenilmesi demek ülke genelinde katliamların katmerleşmesi demektir. Bu yönüyle direnişle dayanışmaya dönük her yönelim en katı şekilde bastırılmaktadır. Türkiye-Kuzey Kürdistanlı komünistlerin süreci doğru okuması ve doğru konumlanması da hayati önemdedir. Bugün Kuzey Kürdistan’daki direniş ile devrim mücadelesi arasındaki diyalektik bağı kuranlar ve bunun gereğini yerine getirenler yarının kazananları olabilir. Yargısız infazlar bu yönüyle devletin bir anlamda ikaz lambasıdır. Verilen mesaj tam olarak şudur: ‘Ey komünistler ve devrimciler siz bu işe karışmayın’ Faşizmin bu ihtarı karşısındaki konumlanış sınıf hareketinin yarınını belirleyecektir. Yaşamın her alanında direnişi örgütlemek, katliamları boşa çıkaracak eylemleri pratiğe dökmek bugün birincil görevdir. Basit araçlarla sistemin sinir uçlarını hedef alan pratikler bugün hiç olmadığı kadar zorunluluk arz etmektedir. Böylesi bir katliam ortamında günlük hayatın hiçbir şey olmuyormuşçasına devam etmesine müdahale edecek araçlar geliştirmek zorundayız. Burjuvazinin diğer ülkelerdeki isyanlardan öğrendiği gibi bizler de direnişlerden öğrenmeliyiz. Kesin olan şudur ki, faşizm iktidarını korumak için ‘Bu kadarını da yapamazlar’ dediğimiz her şeyi yapacak bir cinnet hali içerisindedir. Böylesi bir vahşet, devletin son dönemde hayata geçirdiği ve topluma kabullendirmeye çalıştığı infaz politikası, Dilek Doğan, Dilan Kortak, Günay Özarslan, Yeliz Erbay, Şirin Öter ve Kürdistan’da yaşanan infazlar üzerinden militan bir çizgi ve komünist kararlılık kuşanılmadan geri püskürtülemez.

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ refik demir

KÜRDİSTAN’DAKİ TARİHİ DİRENİŞ VE İFLAH OLMAZ SOSYAL ŞOVENLERİN HEZEYANLARI

K

uzey Kürdistan’da tarihi devrimci bir direniş yaşanmaktadır. Türk hâkim sınıflarının, kuruluşundan bugüne dek ezilen Kürt ulusuna karşı uyguladığı milli zulme karşı Kürt ulusunun onurlu direnişi ve başkaldırısı da hep var olagelmiştir. “TC” tarihi, aynı zamanda ezilen Kürt ulusu üzerinde milli zulüm ve barbarlık tarihidir. Ve tabii ki ezilen Kürt ulusunun milli zulme karşı başkaldırı ve direniş tarihidir aynı zamanda. Ki Cumhuriyet tarihi milli zulme karşı onlarca Kürt isyanına tanıklık yapmıştır. Bir kez daha açıkça vurgulamak isteriz ki, ezilen Kürt ulusunun milli zulme karşı yönelmiş olan tüm isyanları ve mücadelesi, tartışmasız olarak meşru ve demokratik bir muhteva taşımaktadır. Bu anlamda da burjuva aydınlanmacı paradigmadan kopamayan çevrelerin Kuzey Kürdistan ve Kürt ulusu üzerinde uygulanan milli zulmü alkışlamaları ve Kürt ulusunun milli zulme karşı gelişen meşru isyanlarını “gericilik” olarak nitelemeleri tarihe kara bir sayfa olarak geçmiştir. Devrimcilik ufku burjuva aydınlanmacılığını aşamayan bu çevrelerin aynı hezeyanları günümüzde de devam etmektedir. Hümanist bazı duyarlılıkların dışında malum çevreler, Kürt Ulusal Hareketi ve Kürt ulusunun, onların gerici ve sosyal şoven zihinlerinin sınırlarını aşan beyanlarda bulunması ve politik refleksler geliştirmeleri karşısında hemen feryat-figanda bulunarak bildik egemen gerici bir yönelime girmektedirler. Çünkü bu zavallı iflah olmaz sosyal şovenler ezilen Kürt ulusu, diğer ezilen milliyet ve inançların mücadele sınırlarını ve taleplerini kendi kabul edilebilinir çizgileri ile makul görmektedirler. Fakat Kürt ulusu başta olmak üzere ezilenlerin tarihi devrimci başkaldırısı ve direnişi bu beyhude sosyal şoven zırvalıkları ve bentleri şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da parçalamaya devam edecektir. Dün olduğu gibi bugün de tarihin devrimci değiştirici hükmü bunu herkese gösterecektir. Özellikle son dönemlerde Kürt Ulusal Hareketi’nin milli zulme ve barbarlığa karşı geliştirdiği tarihi devrimci direniş ve savaşı şehirlere yayarak daha ileri bir düzeye taşıması; faşist diktatörlüğü, onun burjuva milliyetçi çizgisinden beslenen bilumum gericiliği ve sosyal şoven sülaleyi adeta felç etmiştir. Mesele Kürdistan ve Kürt ulusu olunca, sözüm ona devrimci, demokrat, aydın olarak geçinen ve bu unvanları adeta kendi tekelinde gören iflah olmaz bazı sosyal şoven çevrelerin gözleri kör ve kulakları sağır olmaktadır. Sessiz kalmakla da yetinmeyen bu güçler Kürt ulusuna karşı gerçekleştirilen milli zulüm ve barbarlık karşısında “Misak-ı millicilik”, “Üniter devletin bütünlüğü” gibi gerici zırvalarla hâkim ulus milliyetçiliğinin safında sıraya girmektedirler. Devletin Kürdistan’da Kürt ulusuna yönelik gerçekleştirdiği devlet terörüne ve milli zulme bir tek ses dahi çıkarmayan malum güçler, mesele Kürt ulusunun direnişi ve devrimci başkaldırısı olunca hemen “terör ve şiddet” demagojilerine sarılarak, direnişi manipüle etmeye ve direnme haklarını elinden almaya çalışmaktadırlar. Devlete her türlü şiddeti ve zorbalığı yapmayı hak olarak gören bu iflah olmaz sosyal şoven milliyetçilerimiz, ezilen Kürt ulusunun tartışmasız olarak meşru olan şiddet ve direnişini ise “terör” olarak damgalamaktadırlar. Onların tüm devrimciliği, demokratlığı ve ilericiliği ancak ve ancak burjuva diktatörlüğün çizmiş olduğu sınırlara kadardır. Bu vesile ile bir kez daha berrak biçimde vurgulamak isteriz ki; Türk egemenlik sisteminin Kürt ulusuna yönelik gerçekleştirdiği milli zulüm ve barbarlığa karşı, Kürt hareketinin sergilemiş olduğu silahlı-silahsız tüm direnişi ve mücadele biçimleri tartışmasız olarak meşrudur, haktır. Meşru olmayan devletin Kuzey Kürdis-

tan’daki milli zulmü ve zorbalığıdır. Milli zulme ve zorbalığa karşı çıkmak ve direnmek; meşru, demokratik bir hak ve devrimci görevdir. Bu anlamda faşist “TC” devleti, başta ordusu olmak üzere tüm gerici kurum ve mekanizmalarıyla Kürdistan’dan defolmalıdır. Yaşanan tarihi direniş ile paralel biçimde gündemleştirilen ve kamuoyuna deklare edilen DTK Olağanüstü Kongre Sonuçları ve Demokratik Özerklik beyanı, faşist diktatörlüğün ve bilumum burjuva gericiliğin uykularını iyice kaçırarak Tüm hâkim gerici paradigmalarını adeta yerle bir etmiştir. Kürt Ulusal Hareketi’nin bütünlüklü olarak topyekûn bir direniş geliştirmesi ve kendi toplumsal projelerini gündemleştirmesi, burjuva gericiliğini ve tüm kurumlarını adeta teyakkuza sürüklemiştir. Ki tehditler, fezlekeler, soruşturmalar, devletin tüm kurumlarının art arda açıklamalarda bulunmaları ve burjuva medyanın kan kusan hezeyanları, korkularının ne kadar büyük olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu anlamda demokratik özerklik toplumsal projesine yönelik devletin ve bilumum burjuva gericiliğinin tüm gerici saldırılarına karşı, Kürt Ulusal Hareketi’nin bu yönelimi ve talebi desteklenmelidir. İçerik olarak tartışılması ve eleştirilmesi gereken yönleri olmakla birlikte Kürt Ulusal Hareketi’nin mevcut öz yönetim ve demokratik özerklik talepleri tartışmasız olarak meşru ve ilericidir. Proleter devrim hareketinin bir müttefiki olan Kürt Ulusal Hareketi’nin mevcut tarihsel devrimci direnişi ve ortaya koyduğu tüm demokratik talepleri kayıtsız şartsız olarak proleter devrimciler tarafından desteklenmelidir. Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin Kürt ulusuna yönelik topyekûn geliştirdiği milli zulüm ve barbarlığına karşı proleter devrim hareketi tartışmasız olarak mazlum Kürt ulusunun yanında yer almalıdır. Silahlı-silahsız, esas-tali tüm mücadele alanları ve biçimleri ile proleter devrim hareketi devrimci isyan cüretini kuşanarak sahnede yer almalıdır. Ulusal meselede devrimci fenerimiz olan ve kaldırdığı komünizmin şanlı kızıl bayrağı ile bütün burjuva milliyetçi, sosyal şoven ve oportünist anlayışlara neşter vurarak yerle bir eden komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın devrimci diyalektik metodunu ve devrimci cüretini kuşanarak, bugün de bilumum burjuva gericiliğine ve iflah olmaz sosyal şovenizme karşı keskin bir ideolojik mücadele yürütmeliyiz. Bugüne de devrimci anlamda bir cevap olan Kaypakkaya’nın şu tarihsel belirlemesi ile yazımızı sonlandırıyoruz: “Bu hâkim millet şovenizminin ta kendisi değil midir? Sözde milliyetlerin eşitliğinden yana görünüp, gerçekte devlet kurma imtiyazını sadece Türklere tanıyarak, Kürtlerin devlet kurma hakkını “ulusal birlik” “toprak bütünlüğü” gibi demagojik burjuva sloganları ile ortadan kaldırmak en adi bir tarzda milliyetler arasındaki eşitsizliğin ve Türk burjuvazisinin imtiyazlarının savunuculuğunu yapmak değil midir? Sosyalistler, herhangi bir ulus lehine en ufak bir imtiyaza, bir eşitsizliğe dahi karşıdırlar. Oysa Türkiye’de ulusal devlet kurma bugüne kadar bir ulusun Türk ulusunun bir imtiyazı olagelmiştir ve durum halende böyledir. Biz komünistler, hiçbir imtiyazı savunmadığımız gibi, bu imtiyazı da savunmayız, savunmuyoruz. Kürt milletinin devlet kurma hakkını olanca gücümüzle savunuruz ve savunuyoruz. Biz bu hakka sonuna kadar saygılıyız; biz Türklerin Kürtler üzerindeki (ve başka milliyetler üzerindeki) imtiyazlı durumlarını desteklemeyiz, biz kitlelere bu hakkı tereddütsüz tanımayı öğretiriz, devlet kurma hakkının her hangi bir ulusun tekelinde imtiyaz olmasını reddetmeyi öğretiriz.”


08

emek haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

Emekçilere azami sömürü asgari ücret Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, asgari ücretin 2016 başından itibaren 1300 TL’ye çıkarıldığını açıkladı. Ayrıca artışın yüzde 40’ı devlet tarafından karşılanacak. Yani işçi ve emekçilerden alınan vergilerle patronların “yükü” hafifletilecek. Böylece 7 Haziran seçimleriyle birlikte gündeme gelen “asgari ücret zammı” ile açlık sınırının 1400 TL olduğu Türkiye-Kuzey Kürdistan'da asgari ücret 1300 TL oldu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, asgari ücretin 2016 başından itibaren 1300 TL'ye çıkarıldığını açıkladı. Böylece açlık sınırının 1400 Lira olduğu Türkiye-Kuzey Kürdistan'da asgari ücret 1300 TL oldu. Ancak yapılan asgari ücret zammının yüzde 40'ı devlet tarafından karşılanacak. Yani işçi ve emekçilerden alınan vergilerle patronların "yükü" hafifletilecek. Buna göre, asgari ücretin aylık net 1300 lira olmasındaki yükün 110 lirası devlet tarafından karşılanacak. Bu destek sadece 2016 için geçerli olacak. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Yönetimi bir ay önce yaptığı açıklamada, kişi başı milli gelirden, patronların artan kârlarına, çalışma sürelerine kadar her şeyin 1900 liralık asgari ücretin ödenebileceğini açıklamıştı. Geçen yıl bilim insanlarının katılımıyla yaptıkları çalıştay sonrası asgari ücret için 1800 lira talebini belirlediklerini hatırlatan Beko, “Bu rakamı hesaplarken Türkiye’de büyüme oranlarının ücretlere yansımasını, kişi başına düşen milli geliri, yoksulluk sınırını ve Cumhurbaşkanı bütçesine yapılan zammı dikkate almıştık” dedi. Verdikleri mücadele sonucu 7 Haziran seçimleri öncesi AKP dışındaki tüm partilerin asgari ücreti programlarına dâhil ettiklerini, asgari ücret vaatlerini sermaye temsilcilerine şikâyet eden AKP’nin ise 7 Haziran’da tek başına iktidarı kaybettikten sonra bu konuyu gündemine aldığını belirtti.

DİSK-AR: Asgari ücret yerinde sayıyor Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) Araştırma Enstitüsü (AR) 2015 Asgari Ücret ve Ekonomi Büyüme Raporu'nu açıkladı. Rapora göre, asgari ücretin uzun gelişme seyrine bakıldığında 36 yıllık bir dönem için ekonomi sabit fiyatlarla yaklaşık 4 kat, kişi başına düşen milli gelir 2,4 kat büyürken, asgari ücretin yüzde 17'lik gelişme ile neredey-

se yerinde saydığı belirtildi. Raporda, “AKP hükümetlerinin her türlü yolsuzluğu meşrulaştırma ve her türlü denetim aygıtını kendi kontrolüne alma çabası yine emekçilerin milli gelirden aldıkları payı sınırlandıran unsurlardır. Asgari ücret artışı üzerinden sermaye temsilcileri ve destekçileri kıyametler koparır iken, IMF veritabanı verilerine göre 2015 yılı için kişi başına aylık milli gelirin 2 bin 129 TL olacağı tahmin edilmektedir. Bunun yanında asgari ücretin uzun gelişme seyrine bakıldığında 36 yıllık bir dönem için ekonomi sabit fiyatlarla yaklaşık 4 kat, kişi başına düşen milli gelir 2,4 kat büyürken, asgari ücretin yüzde 17'lik gelişme ile neredeyse yerinde saydığı görülmektedir. Hâlbuki asgari ücret kişi başına milli gelir oranında bir artış kaydetseydi bugün brüt 2 bin 142 TL, net bin 690 TL olacaktı.” denildi. Türkiye'de kişi başına düşen milli gelirin 2015 yılı itibarıyla aylık 2 bin 129 TL'nin üzerinde ve 4 kişilik hane için işçilerin payına düşenin sadece birini talep etmenin en tabi hakkı olduğunun belirtildiği raporda, hane başına milli gelirden düşen payın aylık en az 8 bin 516 TL olduğu ifade edildi. Asgari ücret için belirlenmesi gereken gerçek tutarın yoksulluk sınırının üzerinde olduğunun vurgulandığı raporda, “Yoksulluğa mahkûm eden ücrete asgari ücret denmez! Asgari ücretlinin İki kişi çalışmasına rağmen çocuklarını yoksulluğa mahkûm etmemesi için kimi sosyal desteklerle birlikte en az 1900 TL şarttır” ifadelerine yer verildi.

HDK: Asgari ücret en az 2000 TL olmalı Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Emek Meclisi, asgari ücret tartışmalarına değin yazılı bir açıklama yaparak, açlık sınırının 1391 TL olduğunu hatırlattı ve asgari ücretin 2000 TL olmasını istedi. Yapılan açıklamada; “İşçilerin alacağı en düşük ücretin kaç lira olacağı yanında, işsizlik ödeneğinden emekli maaşlarına, SGK primlerinden, evde bakım ücretine kadar birçok alanda sonuç doğuran ve milyonlarca işçi ve emekçiyi ilgilendiren asgari ücretin, AKP hükümeti tarafından net 1300 lira olmasına ilişkin seçim vaadinin nasıl gerçekleştirileceği kamuoyu tarafından merakla beklenirken, patronlar bir kez daha bunu işçi haklarına saldırı amacı ile kullanmak istiyor” ifadelerine yer verildi. Açıklamada 1300 TL'nin çalışanı aç bırakmak olduğu vurgulandı ve şunlar söylendi; “2016 yılı için beklenen asgari ücret zammı %10 civarındaydı ve asgari ücret 1000 TL olacaktı. Asgari geçim indiriminin de eklenmesiyle bu miktar 1100 TL olacak ve yılın ikinci yarısında yeniden bir artış yapılacaktı. Oysa şimdi yıllık olarak 1300 TL olacak, ikinci bir artış yapılmayacak ve dolayısıyla beklentilere uygun bir oranda artış söz konusu olmayacak. Patronlar artışı bahane ederek, kıdem tazminatı fonunun kurulması, başta işçi kiralama olmak üzere esnek çalıştırma biçimlerinin yaygınlaştırılması, iş güvencesine ilişkin düzenlemelerde geri adım atılması, kamu çalışanlarının başta iş güvencesi olmak üzere sahip olduğu kazanımların ortadan kaldırılması

ve prim oranlarında yeni indirim ve teşvik uygulamaları talep etmektedir. Oysaki işveren kesimine, özellikle SGK üzerinden yapılan sermaye transferi ölçüsüzce devam etmektedir. Bu konuda, % 5’lik prim teşvik, 48 ay süreyle primlerin İş Kur tarafından karşılanması, iş kazası ve meslek hastalıkları prim oranlarında yapılan kademeli düşüşler sonucunda % 5,50’a varan oranda indirimler söz konusudur. Aldıkları teşviklere ek olarak SGK priminin bir bölümünün devlet tarafından karşılanmasına yönelik hazırlıklar yapılmaktadır. Kamu kaynaklarının patronlara teşvik adıyla aktarılması sonrası patronların kasalarından önemli bir para çıkmayacağı görülmektedir" Asgari ücretin en az 2000 TL olması gerektiğini vurgulayan HDK, “Asgari ücretin, en azından net 2000 TL olması gereklidir. Bugünkü koşullarda sendikaların yaptığı değerlendirmeler de göz önüne alındığında insanca-asgari koşullarda yaşanabilecek ücretin 2000 TL’nin altında olamayacağı kesindir. 2000 TL asgari ücret hem çalışanın açlığa mahkûmiyetini kısmen ortadan kaldıracak, hem de gelir dağılımındaki bozulmanın nispeten azaltılmasını sağlayacaktır. İşverenlere bu kadar kolaylık sağlayan hükümetten, asgari ücreti 2000 TL’ye çıkarmasını istemekten daha doğal bir şey olamaz. Diğer yandan asgari ücretin tespitinde, işçi temsilcilerinin eşit katılımının sağlandığı, toplu iş sözleşmesi uygulamalarını esas alan bir yöntemin uygulamaya konulması bundan sonraki asgari ücret tespit süreçlerinde temel yöntem olarak belirlenmelidir.” ifadelerine yer verdi


emek haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

09

Emekçiler savaşa karşı hizmet üretmedi DİSK, KESK, TMMOB ve TTB “Savaşa karşı barış için” 29 Aralık'ta bir günlük greve gitti. İşçiler ve emekçiler bir gün boyunca hizmet üretmedi ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın dört bir yanında eylemler düzenledi DİSK, KESK, TMMOB ve TTB ortak bir karar alarak 29 Aralık'ta “Savaşa karşı barış için” iş bırakacaklarını duyurdular. 29 Aralık'ta ise Türkiye-Kuzey Kürdistan'ın dört bir yanında emekçiler savaşa karşı greve gitti ve hizmet üretmedi. Sendika ve meslek örgütlerinin ortak yaptıkları açıklamayı okuyan Kani Beko; “Doğu ve Güneydoğu'da uygulanan sokağa çıkma yasakları, savaş halini andıran askeri yığınaklar, okulların, hastanelerin ve devlet dairelerinin karargâhlara dönüştürülerek çatışmaların bütün bölgeye yayılmasıyla birlikte ilçeler, şehirler abluka altına alınıp boşaltılmakta, yüzlerce insan evlerinden alınarak kapalı spor salonlarına hapsedilmekte, çocuklar ve kadınlar hedef alınarak katledilmektedirler. İnsan cesetleri günlerce bırakılmakta, almaya çalışan yakınlarına ateş açılmaktadır. Artık miting yapmanın sokağa çıkmanın hatta pencereden dışarıya bakmanın dahi ölümü göze almakla eşdeğer olduğu bir Türkiye'de yaşamaktayız. Yaşam güvencenizin ortadan kaldırılması için artık karakollara götürülmeniz de gerekmiyor. İstanbul metropolünde son tarihlerde Dilek Doğan, Yeliz Erbay ve Şirin Öter sabah baskınlarında sorgusuz sualsiz katledildiler.” dedi. 29 Aralık günü ise işçiler ve emekçiler savaşa karşı hizmet üretmedi, alanlara çıktı.

“Savaşa karşı barışı savunacağız” Ülkenin dört bir yanında emekçiler savaşa karşı greve gitti, 29 Aralık günü hizmet üretmedi ve eylemler düzenledi. İstanbul, Ankara, İzmir, Gebze, Adana, Mersin ve Kürdistan'ın farklı noktalarında eylemler düzenlendi. Eylemlerin şiarı ise "Savaşa karşı barışı savunacağız" oldu. İstanbul'da yapılan eylem için emekçiler Kadıköy Belediyesi önünde toplandı ve Boğa'ya yürümek istedi. Ancak çevik kuvvet ve TOMA ile barikat kuran polisler yürüyüşe izin vermedi. Bunun üzerine Belediye önünde bir basın açıklaması yapıldı. Yapılan açıklamada konuşma yapan KESK Eş Genel Başkanı Şaziye Köse ve DİSK Ge-

nel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu yaptıkları konuşmalarda AKP'nin işçi ve emekçilere savaş açtığı, kıdem tazminatının gaspının, istihdam bürolarının, bölgesel asgari ücretin önünün açılmak istendiğini ve bunun bir savaş hükümeti olduğu vurguladılar. Ankara'da da greve giden işçi ve emekçiler Sakarya Meydanı'nda buluştu. Meydanda yapılan basın açıklamasını KESK Genel Başkanı Lami Özgen okudu. Açıklamada son 5 ayda 45’i çocuk yüzlerce sivil yurttaşın hayatını kaybettiği, cenazelerin sokak ortasında çürümeye, yaralıların kan kaybından ölmeye terk edildiği, tam 7 il 17 ilçede yaşanan vahşet tablosuna işçilerin ve emekçilerin sessiz kalmasının; 3 bin 800 öğretmenin “hizmet içi eğitim” yalanı ile ilçelerden çıkarılarak 40 bin öğrencinin kaderlerine terk edilmesini, sağlık emekçilerinin hastanelere hapsedilmesini bu ülkenin emekçilerinin görmezden gelmesinin istendiği ifade edildi. İzmir'de de emekçiler Eski Sümerbank önünde toplanarak basın açıklaması düzenledi. Basın açıklamasını okuyan DİSK Genel Başkanı Kani Beko, “AKP devletinin savaş politikalarına dur demeyi örgütlü mücadelemizle başarmak zorundayız. Çünkü savaş sürdükçe onlar kasalarını doldurmaya devam edecek, işçiler emekçiler yoksulluğa mahkûm olacaktır. 2016 yılının esnek çalıştırmanın, güvencesiz çalıştırmanın, performansa göre değerlendirmenin başlayacağı bir yıl olmasını ancak işçilerin emekçilerin ortak mücadelesi durdurabilir. KESK, DİSK, TMMOB olarak bugün hizmet üretmeyerek ‘Savaşa Karşı Barış’ diyoruz. Barış diyoruz, çünkü Sur’a, Cizre’ye, Nusaybin’e barış gelmeden İzmir’e barış gelmeyeceğini biliyoruz. Çünkü savaşın emekçilerin hak arayışını engelleyen, demokratikleşmeyi engelleyen, yoksullaşmaya neden olan yüzünü görüyoruz. Türkiye’nin Suriyeleşmesine hayır demek için acil barış istiyoruz.” dedi. İstanbul, Ankara, İzmir'in yanı sıra Türkiye'nin pek çok şehrinde de işçiler, emekçiler greve giderek iş bıraktı ve eylemler düzenledi. Mersin, Adana, Gebze ve birçok ilde hizmet üretilmedi.

Kürdistan savaşa karşı iş bıraktı İlan edilen grev için Türkiye'yle birlikte Kürdistan'ın da pek çok ilinde grev vardı. 29 Aralık'ta Kürdistan'da işçiler, emekçiler hizmet üretmedi ve alanlara çıktı. Dersim’de Sanat Sokağı'nda bir araya gelen emekçiler bir

yürüyüş düzenledi. Yürüyüşün ardından ise bir basın açıklaması düzenlendi. Basın açıklamasında, “Hükümet yaklaşık 3600 öğretmeni savaş boyutundaki operasyon öncesi hizmet içi eğitim adı altında ilçelerden çıkarırken 40 bin öğrenciyi kaderlerine terk etmişlerdir. Tarihi eserlerin bile tahrip edildiği bu süreçte ardı ardına yapılan operasyonlarla elektriksiz susuz kalan açlık tehlikesiyle burun buruna gelen evleri kurşunlanan bombalanan insanlarımızı çok daha büyük tehlikeler beklemektedir. Tüm dünya halkları bu barbarlık tehdidi altındadır. IŞİD ve benzeri cihatçı örgütleri besleyen politikaların bedelini tüm insanlık ödemektedir. Daha kaç kez söyleyelim. Savaş ölüm acı gözyaşı ve yıkım demektir. Savaş emekçilerin emeğinin küçülmesi zenginlerin kasalarının dolması demektir. Savaş insan haklarının hukuk ve adaletin hiçe sayılmasıdır. Savaş çevrenin doğanın tahrip edilmesi demektir. Gün savaşı durdurma barışı inşa etme günüdür.” ifadelerine yer verildi. Dersim’in Hozat ilçesinde de emekçiler sokaklara çıktı. Devletin katliam politikalarının sonlandırılması talebiyle REMAR önünde başlayan yürüyüş cumhuriyet meydanında sona erdi. “Savaşa değil yaşama destek ” pankartı arkasında başlayan yürüyüş boyunca ‘Katillerden hesabı emekçiler soracak’, ‘Katiller halka hesap verecek’, ‘Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez’ sloganları yükseldi. Amed’de de Diyarbakır'da Büyükşehir Belediyesi önünde toplanan binlerce kişi, greve gitti ve sokağa çıkma yasaklarının ve saldırıların devam ettiği Sur'a yürüdü. Polisin barikat kurması üzerine Şeyh Sait Meydanı'nda oturma eylemi yaptı. Burada yapılan konuşmaların arından emekçiler Ofis semtine doğru yürüyüşe geçti. Diyarbakır'ın Lice ve Silvan ilçelerinde de açıklamalar yapıldı. Diyarbakır Bismil'de, Kürdistan'da “sokağa çıkma yasağı” adı altında devletin halka yönelik katliam girişimlerine karşı bir günlük grev kapsamında Devlet Hastanesi önünde açıklama yapıldı. Çok sayıda sağlık emekçisinin katıldığı eylemde konuşan SES Temsilcisi Necip Ertuğrul, bölge halkına yönelik şiddete dikkat çekerek, 16 Ağustos'tan bu yana yaşanan katliam ve hak ihlallerine vurgu yaptı. Kürdistan'da Dersim ve Amed'in yanı sıra, Batman'da, Şırnak'ta, Mardin'de, Siirt'te, Antep'te, Urfa'da, Van'da, Muş'ta, Hakkari'de Bitlis'te ve Iğdır'da da greve gitti hizmet üretmedi ve sokaklara çıktı.


10

güncel analiz

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

DTK’nın 14 maddelik deklarasyonu İşgal ve ilhak edilen bir Kürdistan parçası söz konusudur. Burada Kürt ulusuna milli baskı, zulüm ve soykırım uygulanmaktadır. Sorun Kürt ulusunun kaderini tayin etme hakkının gasp edilmesi ve tanınmamasıdır. Sorun Kürt ulusunun köleleştirilmesi, bağımlı bir ulus olarak tutulması ve Kuzey Kürdistan’ın zorla “TC” devleti sınırlarına dâhil edilerek tutulmasıdır. Milli zulüm, imha-inkârın uygulanmasıdır… Ortada açıktan bir milli sorun dururken, sorunu milli sınırlardan çıkarmak ne adına yapılırsa yapılsın Türk hâkim sınıflarının Kürt ulusuna uyguladığı milli baskı ve zulmü inkâra düşmektir. DTK gerçekleştirdiği olağanüstü kongrede “Demokratik Özerklik, Özyönetimler ve Yerel Demokrasi” temalı toplantı sonuç bildirgesini 14 madde halinde özetleyerek kamuoyuna deklare etti. Bu adım yoğun ve ciddi tartışmalara vesile oldu. Kuşkusuz ki, bu önemli gelişme karşısında bizler de nitelik ve sorumluluklarımız bağlamında kayıtsız kalamayız. Dolayısıyla açıklanan bildirge hakkında kısa bir değerlendirme yaparak, bildirgenin başarılı yanları ile başarısız-zayıf gördüğümüz yanlarını özetlemeye çalışacağız. Yapılan kongre ve açıklanan sonuç bildirgesini selamlamak öncelikle gereklidir. İleride ifade edeceğimiz eksiklikler ve eleştirilerimize rağmen atılan adımı selamlıyoruz! Kongre ve sonuç bildirgesinin demokratik, ileriye dönük, meşru ve haklı niteliği gereği selamlanması muhtemel eleştirilerden bağımsız olup öncelikle gereklidir. Kuzey Kürdistan Kürtlerinin yasal temsil düzleminde resmen talep ettiği en ileri talep olması ve aynı zeminde açıktan ortaya koyduğu somut irade bakımından önemlidir. Bu bildirgenin Kuzey Kürdistan Kürtlerinin iradesini esasta temsil ettiğini ifade etmek isabet olur. Kürt orijinli siyasi parti, kurum, kuruluş ve tüzel kimlikli yapıların esasının, söz konusu kongrenin parçası, bileşeni, katılımcı ve örgütleyicisi olması kongrenin irade temsilini yeterince açıklamaktadır. Deklare edilen sonuç bildirgesi hakkında bir dizi eleştiri gibi bir dizi övgü de yapılabilir. Her şeyde olumlu ve olumsuz yanların olması diyalektiğine uygun olarak ilgili sonuç bildirgesinde de doğru ve

yanlışlar vardır. İleri yanlar ile geri yanlardan, güçlü yanlar ile zayıf yanlardan söz etmek tamamen mümkün. Kamuoyuna açıklanan deklarasyon “dinamik bir tartışma ve uzlaşma arayışıdır” vurgusu ve “Demokratik Özerklik, Özyönetimler ve Yerel Demokrasi” içeriğiyle Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın merkezi devlet esasına dayalı olarak anayasal demokrasi çerçevesinde genel muhtevada demokratikleşmesini öneren-öngören bir bildirge olmasına karşın, kamuoyunun algısı Kürtlerin “Demokratik Özerklik” ilanında bulundukları biçiminde oldu. Olması gereken de bu algıya uygun bir adımın atılması, bir kararın alınmasıydı… Kürt ulusu acımasız katliamlardan geçip barbar kuşatmalar altında en ağır bedelleri göğüsleme pahasına ilan ettiği özyönetimlerde kahramanca bir direniş sergileyerek iradesini ortaya koymuşken, siyasi irade ve temsilcilerinin direniş doğrultusunda adım atması geç kalmanın ötesinde elbette gerekli ve isabetlidir. Bildirge ülkede gündemin ilk sırasına oturup lehte ve aleyhte olmak kaydıyla

büyük bir alaka gördü. Kuşkusuz ki tahammülsüz ve saldırgan olan; komprador tekelci burjuva klik siyasi partileri ve bilumum burjuva gerici cephe, olumlayanlar ise tabiatıyla demokratik, devrimci ve sosyalist cephe oldu. Uluslararası cereyanı henüz tam tesirine ulaşmadı. Ne ki, bu süreç uluslararası alanda da gerekli yankıyı bularak meşruluğuna dayalı destek bulacaktır. Kısacası siyasi konjonktürün, esasta Kürt ulusu ve ortaya koydukları adımın lehine olduğu söylenebilir. AKP iktidarı altındaki “TC” devleti (ve elbette özellikle de Erdoğan/AKP güruhu) her bakımdan sorun ve sancılarla çevrelenmiş olup sıkışmış durumdadır. Kürt Ulusal Hareketi’nin tüm iradesiyle süreci zorlaması isabetli olacaktır. Kürt Ulusal Hareketi’nin bu konularda gerekli belleğe sahip olduğuna da inanmaktayız. Gündemi belirleme başarısı sonuç bildirgesinin etkili ve isabetli bir adım olduğunu tartışmasız olarak ortaya koymaktadır. Erdoğan ve şürekâsı gündemi belirleyerek toplumu tartıştırıp manipüle etme durumundan, önlerine koyulan gündemi tartışıp savunmaya

geçme durumunda kalmışlardır. Kongre ve konusu ile konu muhtevalı sonuç bildirgesinin siyaseten başarılı bir adım olduğu muhakkaktır. Eksikliklerine rağmen objektif durumun bu olduğu inkâr edilemez. Özellikle içinden geçilen süreç göz önüne alındığında kongrenin gerçekleştirilmesi, Amed’de gerçekleştirilmesi ve açıkladığı sonuç bildirgesi başarılı bir adımı ifade eder. Tank-topun, ateş ve barutun altında bir kongreyi gerçekleştirmek anlamlıyken, “PKK’yi terör örgütü olarak görmüyorum” demenin karşılığının katledilmek olduğu şartlarda atılan siyasi adım, direnen Kürt ulusunun cüretini ifade etmektedir. Ve elbette bilinen süreçte bu deklarasyon siyaseten iyi bir çıkıştır… Değişik klik ve siyasi partilerden “TC” devleti hâkim sınıfları ya da komprador tekelci burjuva klikler tabiatına uygun reflekslerini ırkçı-milliyetçi ve tekçi-faşist karakterde ortaya koydular. Tersi de beklenemezdi… Tüm tarihi faşizm, soykırım ve katliamlar olan, ırkçı milliyetçilikle tekçilik kuramını maya edinmiş olan ve kendilerini de faşist darbe ana-


01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

güncel analiz

11

üzerine kısa bir değerlendirme yasası dedikleri anayasaları ile dokunulmazlık zırhına alarak egemen ulus şovenizmini övgüyle savunup uygulayan Türk hâkim sınıflarının hiçbir açıdan demokrasiyle bağdaşamayacakları sır değildir. Yeni anayasa tasarımı da aynı zeminde seyreden bir süreçtir. Yeniden yapılmasından bahsettikleri anayasa da, ırkçı milliyetçi, şoven, inkârcı, tekçi ve faşist bir anayasadır. Tersi doğalarına aykırıdır. Demokratik anayasa ancak halkların mücadelesi ve iradesiyle mümkündür. Faşist hâkim sınıfların demokratik anayasa yaptıkları görülmemiştir, görülmeyecektir de… Bildirgenin belli kaygı ve ideolojik dokudan ileri gelen dilindeki muğlâklık, ifadedeki belirsizlik ve zayıflıklar taşıdığı

anlaşılır olan bu realite, meşru hak ve taleplerin siyaset zemininde savunulmasından sakınılıp tamamen burjuva yasal şartların gericiliğine hapsolmaya vardırılmamalıdır, vardırılamaz. Tam da bu noktada deklarasyonun zayıflıklarından söz etmek gerekli ve mümkündür. Bizce Kürt ulusunun en tabii hakkı bağımsız devletine sahip olmaktır. Bunun yolu ise burjuva yasal zemin ve burjuva anayasa çerçevesinden değil, devrimci kurtuluş savaşından geçer. Sosyalist çözüm kapsamında geniş bölgesel özerklik ve kendi kendini yönetme-yerinde yönetim biçimidir. Bunun mevcut faşist iktidar ve devlet niteliği şartlarında gerçekleşmesi mümkün ve olası değildir. Devlet ve yönetimde sürekli fa-

anayasayla çözülebilir görmesi ya da ona havale etmesi, yapılan ilanın zayıflığını göstermektedir. Deklarasyonun asıl zayıf ve belirsiz olan ya da kaygıların gölgesinde kaybolarak silikleştirilen yanı şudur: Deklarasyon, 14 madde sıralamış fakat Kürt ulusuna özerklik (ister bölgesel, ister demokratik) statüsünü ifade etmemiş, net olarak belirtmeyerek belirsiz bırakmıştır. Oysa bu deklarasyonun can alıcı ve olmazsa olmaz ilk(önemli) maddesi, Kürt ulusuna özerklik talebi biçiminde ifade edilmeliydi. Elbette bağımsız devletine sahip olma hakkı saklı kalmak koşuluyla ve buna doğru giden ilerleme yolunda, özerklik, eski ya da mevcut statüye göre ileri bir adım olarak ifade edilmeliydi.

Kürt siyaseti, son derece mütevazı olan tartışma ve uzlaşma arayışına dönük öneri deklarasyonuna karşı, bilumum Türk hâkim sınıf kliklerinin gösterdiği reaksiyonun siyasi linç, davalar açma ve yeni savaş tamtamları çalma tavrından ders çıkarmak durumundadır. Direniş çizgisini sürdürdüğü müddetçe Türk hâkim sınıflarının diz çökmesi kaçınılmazdır. İşte mahalle mahalle sergilenen direnişlerin başarısı ortadadır. Tüm militarist güçleri, tankı topu ve katliam vahşetine rağmen direniş mahallelerine girememesi büyük bir tecrübe, iyi bir derstir. Deklarasyonda Kürt ulusu yerine Kürt halkı ifadesinin kullanılması ulusal sorun realitesi ve milli baskıyı gizleyen

açıktır. Nedeni açık kaygılardan hareketle yumuşatılan ifade ve zayıflatılan vurgular, burjuvazinin gerici hezeyan ve saldırgan tahammülsüzlüğünün önüne geçememiştir. O halde daha net-keskin, daha açık-kaygısız ve ideolojik cesaretle gerçeklerin ifade edilmesi benimsenmeliydi. Sorunun ideolojik yanı ise aşılması gereken problemdir. Ki burjuvaziden beklentilerin anlamsız olduğu, dünün tecrübeleri kadar, bugün bütün burjuva cephenin bildirgeye karşı aldığı tutumla bir kez daha kanıtlanmıştır. AKP’den MHP’ye ve sözüm ona “sol” geçinen CHP’ye kadar burjuva cenahın bildirgeye aldığı tavır, burjuvaziye karşı berrak bir tutum ve fikre sahip olunması gerektiğini doğrulamaktadır… Kuşkusuz ki, tüm bileşenleriyle DTK, bulunduğu zemine (yasal siyasi statüsüne) uygun bir jargon ve siyaset kullanmaktadır. Bu bakımdan belli kaygı ve hukuksal realiteyi dikkate alması belli bir yere kadar anlaşılırdır. Fakat kısmen

şizmin söz konusu olduğu şartlarda yapılacak bir anayasanın sosyalist çözüm modeline uygun bir statü ve çözüm getirmeyeceği açıktır. Deklarasyonun zayıf yanlarından biri burada göze batmaktadır. Deklarasyon, demokratik özerklik ve yerel demokrasinin yeni anayasa ile sağlanmasını tasavvur etmekte, beklemektedir. Bu başından itibaren yanılgılı yol ve beklentidir. Yapılacak bir anayasanın bu taleplerle uyum sağlaması ya da bu taleplerin gerçekleşmesine uygun zemin yaratması mevcut devlet ve yönetim şartlarında olası değildir. Deklarasyon tüm talep, tartışma ve önerilerini yeni anayasaya endeksli ele almaktadır, yeni anayasadan beklemektedir. Bu yanılgıdır. Yapılacak yeni anayasa bu talep ve tartışmalara uygun olmayacaktır, mevcut devlet yapısı ve hâkim sınıflar niteliği koşullarında olamaz. Kısacası, DTK’nın yeni anayasaya endeksli tartışması ve bildirgeye konu meseleleri yeni

Kaygılardan hareketle bu hakkın yumuşatılması, muğlâklaştırılması ve belirsizliğe boğulması benimsenemez. Yasal zemin ve siyaset birebir burjuva lütuflara uyma alanı değildir. Burjuva muhalefet bile yeri geldiğinde tanınan yasal hak ve koşulları zorlayan pozisyona geçmekte, iktidarın kendisi dahi anayasanın paçavradan ibaret olduğunu söylemekte, cumhurbaşkanı fiilen değiştirme pratiği ve savunusuna girmektedir. Bu zeminde demokratik muhalefet ve mücadelenin burjuva yasallığa mutlak uyumu ve burjuvazinin icazetine uygun davranması beklenemez, uygulanamaz. Dolayısıyla Kürt ulusunun kendi kendini yönetmesi, özyönetim uygulaması, özerklik ilanı ve hakkı evirilip çevrilmeden savunulmak durumundadır. Deklarasyonun 14 maddesinde Kürt ulusuna (demokratik veya bölgesel) özerklik tanınmalıdır, kendi kendini yönetme hakkı vardır gibi bir ibare-madde yoktur.

ifade olarak hatalıdır. İşgal ve ilhak edilen bir Kürdistan parçası söz konusudur. Burada Kürt ulusuna milli baskı, zulüm ve soykırım uygulanmaktadır. Sorun Kürt ulusunun kaderini tayin etme hakkının gasp edilmesi ve tanınmamasıdır. Sorun Kürt ulusunun köleleştirilmesi, bağımlı bir ulus olarak tutulması ve Kuzey Kürdistan’ın zorla “TC” devleti sınırlarına dâhil edilerek tutulmasıdır. Milli zulüm, imha-inkârın uygulanmasıdır… Ortada açıktan bir milli sorun dururken, sorunu milli sınırlardan çıkarmak ne adına yapılırsa yapılsın Türk hâkim sınıflarının Kürt ulusuna uyguladığı milli baskı ve zulmü inkâra düşmektir. Son olarak; hata, eksik ve zayıflıklarına rağmen DTK’nın deklare ettiği bildirgeyi ve bildirgede ileri sürülen hak ve talepleri destekliyor, Türk hâkim sınıflarının ırkçı-faşist saldırılarına karşı mücadele görevini sahipleniyoruz.


01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

İhtilalci proletarya ve ezilenle Gerekli olan militan direniş çizgisinin yaygınlaştırılarak büyütülmesi, daha fazla silahlı eylem pratiğinin devreye sokulması, sınıf hareketi cephesinden devrimci savaşın dinamikleştirilmesi ve özelde de Sosyalist Halk Savaşı’nın yükseltilmesidir. Bütün bunlar için bilinçli-örgütlü sınıf hareketinin tutuk ve pas tutmaya yüz tutmuş radikal-pratik bilincine neşter vurması ve proleter ihtilal çizgisini pratiğe dökmesi gerekmektedir. Hiç abartı değil ki, süreç ve gelişmeler proletarya ve emekçilerin ihtilalcı atılımını davet etmektedir. Sorun bu davete icabet etmesi gerekenlerin edip etmeyeceğidir! Komprador tekelci burjuva Erdoğan/AKP iktidarının topyekûn savaş saldırganlığı ilanıyla başta Kürt ulusu olmak üzere, tüm ülke halklarına dönük gerçekleştirdiği koyu faşist baskı ve büyük kitlesel katliamlarla karakterize olan vahşet dolu bir yılı geride bıraktık. Her türden muhalefet ve mücadeleyi faşist baskıyla sindirmeyi hedefleyen iktidar, Kürt ulusuna dönük işgalci ve ilhakçı kuşatmayla Kürt ulusunun demokratik mücadele ve direnişini amansız katliam saldırıları eşliğinde soykırımcı terörle boğmaya çalıştı, çalışıyor. Demokrasi düşmanı muhalefete tahammülsüz bu iktidar, Kürtlere uyguladığı barbar katliam, siyasi suikast ve cinayetlerle tüm toplumu korku ikliminin basıncı altına alarak mutlak egemenliğini pekiştirmek, sultanlık özlemine dayalı tek adam sultasını yaşatmak hayalindedir. 7 Haziran Genel Seçimleri yenilgisinden sonra tehlikeye düşen iktidar eksenli gerici düşlerini yeniden diriltmek ve gelişen demokratik muhalefeti ezerek geriletmek için seçim sonuçlarını ve halkların ira-

desini fiilen yok sayarak 1 Kasım Erken Genel Seçimleri’ni topluma hukuksuzca dayattı. 1 Kasım seçim sonuçlarını lehine çevirmek, bu anlamda seçimleri kazanarak iktidarını sağlama alıp düşlerini hayata geçirme yolunda topyekûn savaş ilanıyla korkunç katliamlara girişip büyük bir faşist terör dalgası estirdi. Katliam ve faşist baskılarla yarattığı kaotik koşullar üzerinden topluma mesaj vererek can güvenlikleri adına vahşi diktatörlüğüne rıza göstermelerini görece sağladı. Ne var ki, faşist baskı ve katliamlarla elde ettiği kanlı başarı suların durulmasına yetmedi, sular durulmadı. Toplumsal hoşnutsuzluk ve çelişkiler daha keskin ve daha derin sulara çekilerek dinamik olmaya devam etmektedir. Özellikle Kürt Ulusal Hareketi, Kürt ulusu tüm katliam ve kıyımcı kuşatmaya rağmen diri bir direniş ve mücadele cephesi olarak aktüel durumdadır. Öyle ki, işgalci faşist kuşatmanın tank-topları, bebek katliamlarına varan vahşi kıyımı Kuzey Kürdistan’ın direniş kaleleri karşısında aciz içinde çaresiz kalmaktadır. Bu anlamda iktidarın barbar katliamlarına karşın Kürt ulusunun yükselen kahramanca mücadele ve direnişi de geride bıraktığımız yıla damgasını vuran önemli gelişmedir. Kürt ulusunun kahraman direnişine yol açan ihtilalcı dinamiği ezilen emekçi kitlelerin ihtilalcı ruhunu besleyen bir unsur olarak da büyük bir öneme sahiptir. Daha da önemlisi bu kahraman direniş ve ihtilalcı dinamiğin geride bıraktığımız yılda kalmadan girdiğimiz yıla da taşınıp nüfuz etmesi gerçekliğidir. Yani, geride bıraktığımız yılın karşı-devrimci faşist karakteri gibi, Kürt ulusunun kahraman direnişinde ifade bulan ihtilalcı dinamik de girdiğimiz yeni yıla taşınmış olup devam etmektedir. Devam ediyor olması ilgilenmemiz gereken en önemli halkadır. Bu direniş ruhu ve dinamiğinin derinleştirilerek yaygınlaştırılması temel görevdir. Bu görev salt Kürt ulusunun kazanımlar sağlaması için değil, demokratik, devrimci ve sosyalist mücadelenin geliştirilmesi için de mutlaka benimsenmesi ve pratik-

leştirilmesi gerekmektedir. Hatta emperyalist çatışma ve çıkarlar uğruna zorla mültecilik yollarına sürülüp Aylan bebeklerin denizlerin soğuk sularında boğulmasını önlemek için de bu dinamik ve diri ruhun tüm sınıf mücadelesine kazandırılması şarttır.

Kürt ulusunun kazanımı sınıf mücadelesinin de kazanımıdır Kürt ulusunun ihtilalcı direniş ruhunun bütün ülke halklarının mücadelesine kazandırılması bu mücadele yılının önemli bir görevi olarak alınmak durumundadır. Elbette bu görev Kürt ulusunun sergilediği kahramanca direnişle birleşme görevini de elzem kılar, kılmaktadır. Kuzey Kürdistan halkasından gerici faşist iktidarın kırılması veya geriletilmesi Kürt ulusunun önemli kazanımı olduğu kadar, sınıf mücadelesinin de devrimimizin de kazanımıdır. Gerici sınıf iktidarının her gerilemesi ve demokratik güçlerin her kazanımı sınıf mücadelesi lehine gelişmedir. Bu bağlamda

Kuzey Kürdistan’daki direniş ve mücadelenin sahiplenilerek desteklenmesi ve ilerletilerek kazanımlara taşınması salt Kürt ulusunun değil, sınıf hareketinin de görevidir. Kuşkusuz ki devrim ve sınıf hareketinin tüm yönelim ve temel konusu Kürt ulusal sorununa endeksli olamaz. Ne var ki, keskin çatışma boyutunda seyredip reel politikte tuttuğu yer ve siyasi açıdan taşıdığı önemle birlikte, fiili savaş çelişkisi haliyle aktüel sorun olması itibarıyla Kürt ulusal hareketi sınıf hareketi ve mücadelesinden tecrit edilemez, böyle ele alınamaz. Bilakis sınıf perspektifiyle Kürt ulusu direniş ve mücadele hareketinin kazanımlara taşınarak ilerletilmesi kilit bir yerde durmaktadır. İdeolojik-siyasi çizgi sorunlarına karşın faşizme, faşist saldırganlığa karşı direnen ve etkili mücadele pratiği ortaya koyan Kürt ulusal hareketidir. Devrimci siyaset ve tavır adına, ‘Kürt ulusu kendi davası uğruna direniyor-savaşıyor’ diyerek kayıtsız kalma aymazlığı benimsenemez. Proletarya enter-


perspektif

erin başkaldırı ruhunu kuşan

nasyonalizminden fersah fersah uzak olduğu kadar devrimci doğa ve fikirlerle de bağdaşmayan bu tutum olsa olsa Türk hâkim sınıfları milliyetçiliğinin lekesini taşıyan şoven bir anlayış olabilir… Kürt Ulusal Hareketi karşısındaki sorumluluklarını yerine getiremeyen sınıf hareketinin, bilinçli Kürt Ulusal Hareketi devletle uzlaşıyor eleştirisinde yeterince samimi olamaz. Kürt Ulusal Hareketi’nin devrimci zeminde kalmasını isteyen ve devletle uzlaşmasını istemeyen sınıf hareketi bu istemlerine uygun olarak Kürt ulusunun direnişini aktif olarak desteklemesi, kendi perspektifiyle de olsa direnişte yer alarak onunla birleşmesi zorunludur. Kürt ulusunun ağır şartlar altında ağır bedeller pahasına sürdürdüğü kararlı direniş ve mücadele devrimci hareketi müspet yönde etkilemektedir. Bu görülmek durumundadır. Yaşanan direniş pratiği uygun nesnel şartlara nüfuz ederek militan devrimci gelişmelere yol açmaktadır. Bireysel olarak ‘Ben Kobanê’ye gitmek, Şengal’e gitmek, Rojava’ya gitmek savaşmak istiyorum’ söylemlerin-

den, örgütlü yapıların savaş siperlerindeki konumlanma pratiklerine ve Sosyalist Halk Savaşı saflarına katılma şeklinde yoğunlaşarak artan ilgiye kadar tüm realite bu ekti ya da nüfuzu yansıtmaktadır. Silahlı eylem ve mücadele ülke devrimci hareketinde en yaygın kabul seviyesine çıkmış durumdadır. Pratik yetersizlik ve örgütsel zayıflıklara karşın objektif durum tam da budur. Bu olumlu etkilenme kaçınılmazdır. Fakat bu etkilenme realitesinin kendiliğinden bir eğilimden çıkarılarak bilinçli bir tutum ve yönelim çitasında daha kararalı pratikle geliştirilmesi şarttır. Gerek karşı-devrimci sınıfların gerici savaş saldırganlığı konseptiyle yürüttüğü azgın faşist baskılar ve faşist darbe koşullarıyla birebir örtüşen katliamcı faşist dalganın tüm toplumu tesir altına alan terörü, gerekse de Kürt Ulusal Hareketi’nin demokratik cepheden yükselttiği kahramanca direniş pratiğinin ülke devrimci hareketi ve halk kitlelerine yansıyan pozitif etkisi devrimci sınıf hareketinin boy vermesine uygun

şartlar sunmaktadır. Faşist baskılar anlık veya kısa vadeli bir bastırma etkisi yaratsa da, bu baskı ve katliamların stratejik açıdan devrimci durum lehine zemin geliştirdiği inkâr edilemez. Kürt ulusunun kelimenin tam manasıyla kahramanca ve kararlıca sergilediği fedakâr mücadele ise, tüm devrimci güçleri doğrudan etkileyerek olumlu rol oynamakta, devrimci koşulları geliştirerek devrimci hareketin keskinleşmesine katkı sunmaktadır. Bu tespit salt teorik bir doğru değil, pratik doğrudur da. Özcesi süreç ikili özelliği açısından da devrimci koşulların gelişmesine uygun olup bilinçli sınıf hareketinin devrimci biçimlenişine uygundur. Salt bu değil, aynı zamanda bu süreç, devrimci gelişmelerle güçlü kazanımların elde edilmesi için de sınıf hareketine, proletarya ve emekçi halkların ihtilalcı mücadelesine ihtiyaç duymaktadır. Sınıf hareketi cephesinde gelişme sağlanmadan ne Kürt ulusunun haklı direnişi gerçek anlamda desteklenmiş olur, ne de sınıf hareketinin devrimci kazanımlar elde ederek ırkçı-tekçi faşist diktatörlüğü geriletmesi veya darbeleyerek zayıflatılması söz konusu olabilir. Gerici sınıf siyasi iktidarının alaşağı edilerek proletarya ve emekçi halk kitlelerinin sosyalist iktidarlarının kurulması ise hiç söz konusu olmaz. O halde Kürt ulusunun bağımsızlığı doğrultusunda kazanımlar elde ederek ilerlemesi, devrimci sınıf hareketinin siyasi iktidar perspektifli mücadelesinin ciddi kazanımlarla ilerletilmesi ve bütün bunların ön şartı olan gerici-faşist iktidar(lar)ın geriletilerek zayıflatılması (ve giderek yıkılması) için, kitleleri birleştiren ve kitlelerle birleşen militan mücadele ruhuyla devrimci savaş saflarını sıklaştırmanın, gerici-haksız savaş ile haklı savaş şartlarında haksız savaşa karşı haklı savaştan yana pratik irade ortaya koyarak ilerici savaşla birleşmenin tam zamandır. Sözün hükümsüz kaldığı savaş şartlarında salt konuşup eleştirmekle yetinen irade yaşamın gerçeği karşısında boş ve anlamsızdır esasta. Andığımız bu şartlarda pratiğin dili geçerli tek dildir. Teorik tezler ve for-

mülasyonlarla pratik savaş yürütülemez, bu savaşın görevleri icra edilemez. Bu, teorinin küçümsenmesi değil, bilakis teoriyle pratiği birleştirmeyen boşboğazlığın ve lafazanlığın eleştirisidir. Bir tek pratik davranışta bulunmayıp kitaplar dolusu boş “bilge” laflar etmenin konuşan silahlara ve can bedeli çatışmaya ne gibi bir hükmü olabilir ki? Unutulmasın ki, savaşmadan savaş kazanılamaz. Tam da burada savaşın da salt söylem ve keskinlik nakaratı tekrarından çıkarılıp hayata geçirilmesi zorunlu olup kaçınılmazdır. Yeni mücadele yılının ağır faşist saldırılara tanıklık edeceği mevcut gelişmeler ışığında açıkken, sınıf çelişkilerinin keskinleşerek derinleşeceğine de tanıklık edeceği bir o kadar açıktır. Gerici savaş konsepti temelinde Kürt ulusuna karşı geliştirilen soykırımcı katliamlar bu sürecin özel karakterini tayin etmektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nin direniş ve mücadele çizgisinin başarısı faşist saldırganlık ve gerici savaşın iflas etmesi anlamına gelecektir. Bu anlamda Kürt ulusunun sürdürdüğü direnişin başarıya taşınması tam manasıyla bir kırılma noktası olacaktır. Dolayısıyla direnişin desteklenmesi ve birleşilerek başarıya taşınması ertelenemez bir görev olarak hayati önemdedir. Öte taraftan Erdoğan/AKP iktidar güruhu açısından da bu süreç iç açıcı değildir. Söz konusu faşist iktidarın su alan gemi misali iman gücüyle yürütüldüğü ve birçok açıdan kıskanca alındığı, hatta çıkılmaz bir batağa sürüldüğü bir gerçektir. Gerekli olan militan direniş çizgisinin yaygınlaştırılarak büyütülmesi, daha fazla silahlı eylem pratiğinin devreye sokulması, sınıf hareketi cephesinden devrimci savaşın dinamikleştirilmesi ve özelde de Sosyalist Halk Savaşı’nın yükseltilmesidir. Bütün bunlar için bilinçliörgütlü sınıf hareketinin tutuk ve pas tutmaya yüz tutmuş radikalpratik bilincine neşter vurması ve proleter ihtilal çizgisini pratiğe dökmesi gerekmektedir. Hiç abartı değil ki, süreç ve gelişmeler proletarya ve emekçilerin ihtilalcı atılımını davet etmektedir. Sorun bu davete icabet etmesi gerekenlerin edip etmeyeceğidir!


14

geçlik haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

Hâkim kliklere ve onların egemenliğine karşı söz şimdi gençlikte… Belli kalıplara sıkışmış, alışılagelmiş faaliyet anlayışının dışına çıkmama/çıkamama bizleri günden güne tüketecek ve kati suretle ileriye taşımayacak olan bir durumdur. Son süreçte belli sorunlar üzerine atılan somut adımlar ve o adımların getirdiği mütevazı kazanımlar DGH için olumlu bir yerde durmaktadır Gençlik mücadelesi üzerine sayfalar dolu yazılar ya da uzun uzun anlatımlar özellikle belli dönemlerde yetersiz kalabilir. Üzerinden geçtiğimiz zaman dilimi tam da mevzu bahis döneme tekabül ediyor dersek yanılmış olmayız. Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın dört bir yanından gençler, söz birliği etmişçesine yaşanan adaletsizliğe ve ezilen emekçi yığınlar üzerinden süregelen sömürü ve zalimliğe karşı geliyorlar. Bizler açısından son derece önem teşkil eden birçok meseleye hâkim olmak ve o meseleler, sorunlar üzerinden aktif bir şekilde politika üretmek için yönelimlerimizi net bir şekilde ortaya koymak ve daha somut adımlar atmak elzemdir. Şunu ifade edebiliriz ki, geçmişin deneyimi ve yeninin yol göstericiliği ile işe koyulmak için geç bile kalmış sayılırız. Belli kalıplara sıkışmış, alışılagelmiş faaliyet anlayışının dışına çıkmama/çıkamama bizleri günden güne tüketecek ve kati suretle ileriye taşımayacak olan bir durumdur. Son süreçte belli sorunlar üzerine atılan somut adımlar ve o adımların getirdiği mütevazı kazanımlar DGH için olumlu bir yerde durmaktadır. Bir sonraki adımımızı hedefi daha da büyütüp, genişleyerek ve nicel-nitel seviyeyi daha ileriyi taşıyarak atmaktan başka seçenek yoktur. Evet, yoktur çünkü hâlihazırda var olan mevcut tablo olması gerekenden bir tık daha uzaktadır. Dolayısıyla karşımızda duran görev ve yükümlülükler bir bütün olarak her birimizin en birincil görevidir. Bunun dışında Gençlik Hareketimiz, oportünizm, liberalizm ve türevleri ile dar grupçu-klikçi anlayışları başını çıkardığı yerde ezmekle yükümlüdür. Bu akımlara öykünen anlayışların heveslerini kursaklarına tıkamakta ise mahirdir. Böylesi durumlarda tereddüt etme gibi bir zafiyete düşmeyeceği gibi bu akımları asla ve asla saflarında barındırmayacaktır. Var olan mevcut tablo şu anki durumuyla, tüm bu zararlı akımlardan uzak, bütün samimiyeti ile her zaman daha ileriyi

düşleyen ve bu gerçeklik üzerinden kendine hareket alanı sağlamaya çalışan umut verici bir yerde durmaktadır. Öncelikle dağınık ve koordinasyon noktasında yaşanan bir takım sorunları nihayete erdirecek adımlar bizler açısından ziyadesiyle olumlu olacaktır. Son dönemlerde özde koordinasyon sıkıntısı olmak üzere birçok sorunun üstesinden gelmek için çeşitli adımlar atmış bulunmaktayız. Belli noktalarda yönelimlerimizi somutlaştırıp o minvalde pratik atağa geçmek bizler için faydalı olacaktır a-)Örgütlenme meselesi- Örgütlenme perspektifimizi belli istisnai durumlar dışında her zaman geniş tutmak durumundayız. Hareketimizde faaliyet yürütmek isteyen kişilerin hukuklarının işletilmesini çok uzun bir zaman dilimine yaymak; onları aylarca hatta yıllarca sözüm ona “gözlemlemek” DGH’nin durduğu yerin ve konumunun çok ötesinde bir pratiktir. Zira DGH dar kadro hareketi ya da arkadaş kulübü değil; yoksul halk gençliğinin hepsine kapılarını ardına kadar açmış ve onlara bu çatı altında meşru mücadeleye çağıran bir kuruluştur. Muhtevası budur. Bununla beraber kendi misyonunun dışında sol sekter ya da tam tersi yaklaşımlara kapısı kapalıdır. Bu düşünceden hareketle faaliyetçi prototipimizi ve faaliyet alanlarımızı daha geniş tutmaktan başka bir seçenek mevcut değildir. Belli emekçi mahallerde ve üniversitelerde var olmakla beraber bu durumun dışına çıkmak, hangi ulustan, hangi cinsten ya da hangi inançtan olursa olsun daha da daraltarak ele alacak olursak; ne tarz müzik dinlediği, saçlarını nasıl taradığıkestiği, nasıl giyindiği vs. fark etmeksi-

zin tüm bu katmanları örgütlemek, onları devrimci bir zemine çekmek en birincil yükümlülüğümüzdür b-)Öğrenci gençlik- Üniversiteler üzerinden ise belli başlı tarihsel günlere odaklanmış, bunlar üzerinden kendine faaliyet alanı sağlayan anlayışların miadı dolmuştur. Her bir sorun için ayrı ayrı yeni politikalar üretilerek işe koyulabilir ki, bu mesele üzerinden her üniversite bağlı bulunduğu alanın özgün durumuna ya da gündemine göre politika yürütmede sonuna kadar serbesttir. Belli durumlar dışında, tabii olarak her yerel merkezi politikanın dışında yönelim belirleyip uygulamaya geçirebilir. Bununla beraber üniversitelerde var olan öğrenci kulüplerinde aktif olarak yer alınıp konumlanabilir. Tüm bu alanlar üzerinden geniş gençlik meclisleri kurulabilir. Gün itibari ile son derece önem teşkil eden öğrenci gençlik hareketleri içerisinde gençlik mücadelesinin şah damarı olma gibi bir gerçeklik barındırmaktadır. Bundan kaynaklı bu meselenin üzerinde durmayı ziyadesiyle önem taşıyan elzem bir görev olarak kabul etmek durumundayız c-)Semt gençliği /işçi gençlik- Halk gençliği toplamının çoğunluğunu oluşturan semt gençliği, mahalleler üzerinden bu bölgelerdeki semt-gençlik faaliyetçilerini birincil olarak önüne koymalıdır. Birçoğu işsiz olan, uyuşturucu batağına saplanmış, çetecileştirilen bu geniş toplama yönelik politikalar üretmek elzem olandır. Tersi olarak bunlara karşı anlık gazlarla hareketlenme yaratıp hakarete ya da şiddete varan pratikler geliştirmek onları kazanmak şöyle dursun, daha da kötü bir noktaya itebilir. Kişileri halk nezdinde

teşhir edip ötelemek yerine, daha çok mevcut düzeni ve onları bu noktaya iten meseleleri irdelemek ve bu minvalde politikalar geliştirmek daha doğru olur. Bu noktada tıpkı üniversitelerdeki gibi geniş gençlik meclisleri kurup, bu meclisleri semt ya da mahalle nezdinde geliştirip işlevsel hale getirmek önemli bir yerde durmaktadır. Tüm bu saydığımız durumlar arasında belki de en önemli yerde duran işçi gençlik toplamıdır. Ancak bu alanda gençlik hareketimizin durumu genel durumdan farksız değildir. Buralar üzerinden de fabrika, atölye vb. birçok alanda çalışan ve sayıları milyonları bulan birçok genç işçi mevcuttur. Bunlar esas olarak sendikal alanda örgütlenmeli ancak DGH ile genç olmalarından kaynaklı koordinasyon halinde olmadırlar d-)Köylü gençlik- Diğer alanlara nazaran her ne kadar nicel olarak daha az bir rakama tekabül etse de özellikle mevsimlik işçi olarak çalışan birçok genç mevcuttur. Fabrika vb. gibi alanlara nazaran daha kötü şartlara ve ağır iş yüküne rağmen yok pahasına çalışan bu toplam üzerinden de ileriki dönemlerde somut politikalar belirleyip bu alana yönelmek ziyadesiyle elzemdir.


gençlik haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

15

ODTÜ tarihimizdir, faşizme terk etmeyeceğiz! Başta ODTÜ olmak üzere üniversitelerde yaşanan bütün bu zorbalığa karşı safları daha da direngen ve kararlı bir biçimde sıklaştırmak ve bundan bir an dahi tereddüt etmemek; günün ve tarihin bize dayattığı bir zorunluluktur Geçtiğimiz günlerde ODTÜ’de yaşananlar uzun bir aradan sonra ODTÜ’yü tekrardan gündeme getirmiştir. Yaşanan olayların burjuva basına yansımasının akabinde AKP/Erdoğan iktidarının alışılagelmiş bir biçimde ODTÜ’deki olaylar üzerinden mağduriyet edebiyatına sarılması ve zift medyası aracılığı ile ODTÜ’yü hedef göstermesi elbette tesadüf değildir. ODTÜ yaklaşık yarım asırdır ülkemiz gençliğinin direniş alegorisi olmuştur. Devrimci, ilerici ve yurtsever öğrencileri namaz kılan öğrencilere saldıran azgın bir güruh olarak göstermenin ve ODTÜ’yü “şer” odaklarının karargâhı, “marjinal” örgütlerin ise onların deyimi ile eleman devşirme merkezi olarak lanse etmelerinin elbette kendileri için birçok sebebi vardır. Daha önceki yazılarda da belirttiğimiz gibi direnişlerin ve ayaklanmaların şah damarı olan üniversiteler, özellikle son dönemlerde iktidarın baskı ve tahakkümünü azami dereceye çıkarttığı alanlar

oldu. Bunun ilk adımı İstanbul Üniversitesi’nde afiş bahanesi ile başladı. Polisin ÖGB ile beraber okula yapılan baskınları olağan hale getirmesi, en ufak hak arama talebinin dahi azgın bir biçimde saldırıyla karşılık bulması, gözaltılar ve tutuklamalar bunun en somut örneğidir. Tüm saldırılara karşın öğrencilerin bu tahakküm girişimine karşı direnmeleri ve irade savaşı verip geri adım atmamaları sonucunda bu sefer de faşist çeteler devreye girmiş, polis ve ÖGB’de bu bahane ile beraber tekrar baskınlara başlayıp üniversitede terör estirmeye devam etmiştir. Bu baskı ve terör, okuldaki karşıt görüşlü öğrencilerin yarattıkları “gerginliği” engelleme çabası olarak kılıflandırılmış ve üniversitede devrimci, ilerici ve yurtsever öğrenciler üzerinde amiyane tabiri ile sürek avı başlatılmıştır. Yine Kocaeli Üniversitesi’nde vuku bulan olaylar silsilesi son kertede Roboski anması ile iyice ayyuka çıkmış, anmaya saldıran polis 28 kişiyi gözaltına alıp 5 kişiyi tutuklamıştır. Aynı bahane ile Uludağ Üniversitesi’nde ise 3 kişi tutuklandı. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde ise stant açmaya dahi tahammülü olmayan polis birçok kez gözaltı gerçekleştirmiş, en son iki yoldaşımız gözaltına alınıp savcılık tarafından tutuklama talebi ile mahkemeye sevk edilmiş ve denetim serbestlik kaidesi ile serbest bırakılmıştır. Uzun uzun örneklerle anlatmak beyhude bir çaba olacak-

tır. Zira hâlihazırda mevcut olan tablo gün gibi aşikârdır. Var olan tüm gücüyle ezilen emekçi yığınlara yaşamı zindan etmeye ant içmiş mevcut iktidar, üniversitelerde de bu pratiğini sonuna dek sürdürüyor. Kâh Cumhurbaşkanı’na hakaret bahanesi kâh gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet yasası gerekçe gösterilerek onlarca öğrenci tutuklanıyor. ODTÜ’de yaşanan olaylar ve ODTÜ’nün hedef gösterilmesi tüm bu nedenlerden bağımsız bir durum değildir. Mesele, namaz kılan Müslüman gençleri engelleyip onlara ibadet ettikleri için saldıran öğrencilerle-muhafazakâr öğrenciler arasında yaşanan bir gerginlikten ziyade, geniş vadede ODTÜ’de yaşanması olasılık dâhilinde olan bir saldırıya bahane üretme ya da buradaki tahakkümü sağlamak için başvurulacak yöntemleri meşru kılmaya yönelik adımlar atmadan başka bir şey değildir. Bunun için ODTÜ’nün seçilmesi tesadüf değil; bilakis plan ve program dâhilinde gerçekleşen bir pratiktir. Bunun dışında tabii olarak bizler için belirleyici olan insanların etnik kimliği, dini ya da mezhebi değil sınıfsal karakteridir. Bunun dışında baskıcı ve öteleyeci yaklaşımlar sosyalistlerin ya da ilericilerin değil bilakis ulusalcıların ve bu mesele üzerinden Kemalizm’in etkisinden sıyrılamamış belirli oluşumların yaklaşımıdır. Bundan kaynaklı ODTÜ’de yaşananların müsebbibi OD-

YOLA YOLCU

TÜ’lü öğrenciler değil, siyasal İslam silahını kullanarak üniversitelerdeki direnişi ve devrimci geleneği alaşağı edip kendi anlayışını hâkim kılmak isteyen iktidardır. 15 tane mescit ve bir camiinin bulunduğu ODTÜ’de Müslüman öğrencilerin ibadetlerinin engellenmesi gibi bir durum mevzu bahis olmadığı gibi, bu minvalde bir yaygara kopararak IŞİD çetesinin etkisinde olan bir takım grupların bu meseleyi propaganda haline getirip kendilerine yeni faaliyet alanı açarak çalışma yürütme gayretleri de ortadır. Gençlik olarak üniversiteler üzerinden yaşanan tüm bu pespaye pratiklere karşı sonuna kadar meşru demokratik mücadelemizin savunucusu olup, üniversitelerde yaşanan tüm olumsuzluklara karşı direneceğiz. Kürdistan’ı cehenneme çeviren, aleni infazları en olağan biçime büründüren, hapishaneleri öğrencilerle doldurup onları mesnetsiz iddialarla hukuksuz bir şekilde tutuklayan, işçileri en zor şartlarda altında çalıştırarak onları katleden bu sömürü düzenine karşı çıkmak elzem olandır. Başta ODTÜ olmak üzere üniversitelerde yaşanan bütün bu zorbalığa karşı safları daha da direngen ve kararlı bir biçimde sıklaştırmak ve bundan bir an dahi tereddüt etmemek; günün ve tarihin bize dayattığı bir zorunluluktur. Üniversiteleri AKP/Erdoğan iktidarına ve onun polisine terk etmeyeceğiz.

≫ hıdır uludağ

DEVRİLEN YILLARDAN DOĞAN YILLARA

Z

amanı durdurmak mümkün değil. Ama zamanı geçmişiyle, günüyle ve geleceğiyle irdelemek pekâlâ mümkün. Zaman, umut ve özgürlükler için yürütülen kavgaların yanı sıra, köleliklerin, zincire vuruluşların ve yağlı urganların hüküm sürdüğü sınıf mücadeleleri tarihi olarak akıp geldi ve akıp gitmeye devam ediyor. Yıllar yılları, asırlar asırları devirdi. Şimdi 2016’nın eşiğini adımlıyoruz. Her yeni yıl “umut ve kardeşlik” yılı olsun denir ya… Umudu yitirmemek adına bir kez daha demeyi es geçmeyelim. Kuşkusuz insanlık tarihi bunu inkâr etmeyecek kadar güzel yaşanmışlıklarla doludur. Zincire vurulu kölenin kükreyişi ve zincirlerini kırması böyledir. Ya da serfin proleterleşmesi, proletaryanın yakın geçmişte iktidara el koyması ve yürünen zaman tünelinde insanlık adına yaşanılan başka başka güzellikler inkâra gelmez. Ama 2015 yılı, dipsiz bir kuyuya düşmüşlüğün hissini veren yıl oldu. Haramilerin, çarmıha gerdikleri Ortadoğu coğrafyasında cehennem ateşleri hala harıl harıl yanmaya devam ediyor. Halklar, kelle bir yana, gövde bir

yana vahşetiyle yüz yüze. Ölüme şapka çıkartıyor sokaktaki aç insanlar. Pazar pazar satılıyor kadınlar, gencecik çocuk yaştaki kızlar. Şehirler kuşatılıyor, şehirler kan revan içinde. Binlerce yıllık tarih, binlerce yıllık kültür mirası tarumar ediliyor. Yanık insan kokuları dünyanın burnunun direğini kırıyor. Beyaz bayrak çekmiş yaralı bebelere bile yaşam hakkı tanınmıyor. Hamile kadınlar, doğmamış bebeleriyle toprağı yorgan eylemek zorunda bırakılıyor. Halaya durmuş gençlerin bombalanan bedenleri yaprak misali ağaç dallarında sallanıyor. Hangi birini söylesek bilemiyorum. Zulümkarın zulmünü anlatmaya ne ömür yeter ne de sabır dayanır. Dünyanın bütün nimetlerini midelerine indiren üç beş haydut doymak bilmiyor. Omuzlarına taktıkları bolca apoletli ve göğüslerine astıkları bolca madalyalı katiller sürüsünü sürüyorlar dünya halklarının üstüne bu haydutlar. Acının ve zulmün bini bin para Filistin de, Irak da, Suriye de, Libya da, Afganistan da, Somali de. Ne Sivaslar ne Maraşlar, ne Şengaller, Kobanêler, Amedler, Cizreler, Parisler, Dersimler gördük. Bunlar gördüklerimizin binde biri, yaşadıklarımızın devede kulağı. Her doğan gün,

güneş bile utancından kızararak doğuyor. Özlemini duyuyoruz Çin Seddi’ni aşarak dünyayı sarıp sarmalayan şanlı dünya proletaryası ve ezilen halklarının coşkun nehirler gibi akan şahlanış yıllarını. Talan ve sömürünün belinin kırıldığı, emeğin özgürleştirilmek istendiği, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanların iktidar yürüyüşlerinin özlemini duyuyor, umudunu yaşıyoruz. Tarihin bu yakın geçmişinde olduğu gibi, umudu çoğaltarak, ne emperyalist haydutlara ne de onların çanak yalayıcılarına biat etmeden onların hanlarını, hamamlarını kırlardan kentlere doğru kuşatma sırasını biz emekçiler devralacağız. İktidarlarını başlarına yıkacağımız günler hiç de uzak değildir. Talanın, yağmanın, acının ve ızdırabın son bulacağı, barışın, özgürlüğün ve kardeşliğin hüküm süreceği günler kaçınılmazdır. İşte o zaman her yol Marks’ın, Lenin’in, Mao’nun ve Ho Amca’nın işaret ettikleri yola çıkacak. İşte o zaman bizler, HOŞ GELDİN YENİ YIL, HOŞ GELDİN ÖZGÜRLÜK, HOŞ GELDİN BARIŞ deme mutluluğunu yaşayacağız. Nice nice sömürüsüz, sınıfsız ve sınırsız özgür yıllara yoldaşlar!


16

dünya haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

Suriye’de emperyalist dalaşın “yeni” Emperyalist paylaşım hamlelerinden dolayı, Suriye’de ve Ortadoğu’da suların durulmayacağı açıktır. Suriye’de örgütlenmeye çalışılan “geçiş” dönemi; Rakka’ya uzanacak askeri operasyonların ve savaşın ön hazırlığıdır. Bölgede, emperyalist kirli savaş, yerli işbirlikçi güçler üzerinden tüm barbarlığıyla yaygınlaşacaktır. Kürt ulusu başta olmak üzere, bölgesel ilerici güçlerin bu konudaki siyasal duruşu, sürece farklı bir nitelik verecektir. Emperyalistler, kendi süreçlerine uygun hangi kesimi “terörist” olarak görmelerinin, ezilen halklar açısından bir anlamı yoktur. Bugün “terörist” olarak gördükleriyle, farklı bir konseptte gerici çıkarları gereği uzlaşacaklardır, birleşeceklerdir. Ezilen halkların ve mazlum ulusların tescilli teröristi, emperyalizm, kapitalizm, feodalizm ve her türlü gericiliktir. Ezilen ve sömürülen halkların tarihsel öfkesi, bu güçleri tarihin karanlığına gömmeye muktedirdir Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Gennadiy Gatilov’un, “Ortadoğu’da hangi grupların terörist olarak tanımlanacağı konusunda ABD ile ortak bir anlayışa sahibiz” açıklaması, Suriye’de, Rusya ile ABD’nin ortak irade ile “çözüm” üretmesi olarak uluslararası kamuoyuna deklere edildi. “Hangi örgütlerin terörist sayılacağı konusunda mutabık olma ve Suriye hükümeti ile siyasal diyalogun başlatılabilmesi için muhalefeti temsil edecek bir gurubu belirleme” hedefi üzerinden “ortaklaşılan” bu konu, birçok burjuva kesim tarafından büyük “uzlaşma” olarak lanse edildi. Ukrayna ve Kırım meselesinde ABD ile uyuşmazlık gösteren Rus politikaları, Putin’in Ortadoğu’daki çıkarlarını koruma ve geliştirme, Esad “dostu” tutumu ile zirve yapmıştı. ABD ve Rusya son olarak Türkiye sınırlarını taciz eden uçaklarının düşürülmesine ilişkin gelişmede de Rusya’yı haksız bulmuş ve ilişkiler oldukça gerilmişti. Bölgede bu iki emperyalist gücün çatışan çıkarlarının gölgesinde, bu “uzlaşma” büyük bir ge-

lişme olarak açıklandı. Oysa kısa bir haber olarak ajanslara düşen bu gelişmenin, hemen alt paragrafındaki bilgi notu, Suriye ve Ortadoğu üzerinde, bu kulvarda da, emperyalist ve gerici bölgesel işbirlikçilerinin arasında cereyan edecek çatışmayı ifade etmekteydi. Viyana Görüşmeleri kapsamında, Ürdün’ün hazırlayıp Rusya’ya sunduğu ve 160 örgütün bulunduğu listede, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan’ın açık olarak desteklediği Ahrar-uş Şam, Ensar’uş Şam, Sukur eş-Şam gibi örgütlerin adının zikredilmesi, aslında var olanın bir uzlaşı değil, var olan gerici çatışmaların karşılıklı hamleleridir.

Suriye’de geçiş dönemi Gerici çatışmaların, Ortadoğu ve Suriye’de sürecin esas yönü olması, dönemsel bazı “uzlaşıların” olmayacağı

anlamına gelmeyeceği açıktır. Suriye ve Ortadoğu özgülünde kendi çıkarlarını, bölgesel çatışmalar üzerinden inşa eden emperyalistler, bazı ana hedef güçlere karşı, bazı güçleri uzlaştırma yoluna gidebilirler, gitmektedirler. Somut olarak IŞİD tehdidine karşı, Esad ve “ılımlı” Suriye muhaliflerinin, Viyana Görüşmeleri eksenindeki planlar çerçevesinde “uzlaştırılarak” sürecin örgütlenmesi, emperyalist blok olarak, farklı kutupta yer alan ABD-AB ve Rusya’nın dönemsel siyaseti açısından zorunlu görülmektedir. Ortadoğu ve Suriye’deki “terör” örgütleri listesindeki “uzlaşıda”, bu olgu üzerinden şekillenmektedir. Mevcut çatışmalı ortam ve Suriye’deki siyasal belirsizlik, Rusya ve ABD-AB emperyalistlerinin bölgesel çıkarlarını tehdit etmektedir. Yoksa sorun bölge

barışı meselesi değildir. Rusya’nın askeri hamlesine rağmen, ABD ve AB emperyalist güçlerinin bölgedeki konumlanışı, IŞİD başta olmak üzere, cihadist örgütlenmelerin bölgedeki rolü, Kürtlerin kendi coğrafyasındaki somut hâkimiyeti, tek taraflı bir emperyalist gücün sürece hâkim olmasını olanaksız kılmaktadır. Emperyalist kampların ve bölgesel güçlerin, kendi aralarında var olan her çelişkiyi, askeri çatışmalar yöntemiyle çözmek, emperyalistler açısından onarılmaz sonuçlar yaratacaktır. Bundan dolayı, karşılıklı emperyalist strateji, yakın tehlike-uzak tehlike, esas yön-tali yön, belirlemesi üzerinden siyaset belirliyor, askeri ve diplomatik müdahalelerini buna göre şekillendiriyor ve Suriye özgülünde Viyana Görüşmeleri’nde, “geçici çözüm” olarak planladığı


01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

dünya haber

17

yol haritası ve “terör” örgütleri listesi duruma uygun karşılıklı adımlar atıyor. Hatırlanacağı gibi, esas olarak çözümsüzlük üreten Viyana Görüşmeleri’nde, Suriye’de bir “geçiş dönemi” konusunda “uzlaşı” sağlanmıştı. Geçiş döneminin rolü gelişmelere göre biçimlendirilecekti. Geçiş döneminin kendi içindeki çözümsüzlüğü meselenin bir yanı iken, özellikle “muhalif” kanat olarak ifade edilen kesimin kendi içinde yaşadığı temsil sorunu, bu sürecin bile başlatılmasını imkânsız kılmaktaydı. Suriye’deki “terör” guruplarının tanımlanması ve “muhalif” kesimin temsil sorununun çözülmesi bu anlamıyla önemliydi, ABD ve Rusya’nın bu konudaki “ortaklaşması”, bu süreçlerinin başlatılması ve kendi çıkarları açısından bir adımdır. Suriye’deki “muhalif” kanadın kendi içinde temsil sorunu hala günceldir. Riyad Konferansları bu konuda bir çözüm olarak örgütlense de, Suriye’de varlık gösteren birçok örgütsel yapılanmanın dıştalanması açısından problemlidir. Bunun dışında, özellikle “terör” guruplarının “kim” olacağı konusu, kendi içinde derin bir çatışma konusudur. Taliban, ElKaide, El Aksa Şehitleri Tugayı, IŞİD, İzzettin El-Kassam Tugayları, Hareket El-Mukavvama El-İslamiye, vb. gibi radikal cihadist örgütler konusunda, her emperyalist ya da bölgesel gerici devletin farklı yaklaşımı ve ilişkisi olsa da, emperyalist stratejinin genel süreci esas alınarak bir “uzlaşı” yakalanabilinir. Ama sorun bununla bitmiyor. Bünyesinde, Tevhid Tugayı, Ahrar-uş Şam, Hakk Tugayı, Sukur eş-Şam, Ceyş’ül İslam, Ensar’uş Şam, Kürt İslam Cephesi gibi gerici cihadist örgütleri barındıran İslami Cephe ve El-Nusra somut olarak Katar, Suudi Arabistan ve “TC” tarafın-

dan desteklenmekte ve finanse edilmektedir. Bu ülkeler üzerinden ABD’nin de bu örgütlerle dirsek teması olduğu aşikârdır. “Geçiş dönemi” olarak ifade edilen sürece dâhil edilmesi planlanan güçler, ABD’nin sürecine uygun olarak benimsediği “Ilımlı İslam” çizgisidir. Onunda Suriye’deki mevcut temsili, ÖSO, Suriye Devrimciler Cephesi (Maruf, Hareketi Hazm gibi) ve Mücahitler Ordusu’dur. Esad’la “geçiş” döneminde “ortaklaştırılmaya” çalışılan çizgi esasta budur. Yine özellikle Rusya’nın “kırmızı çizgileri” olan ve ABD’nin bugüne kadar belirli rol verdiği bir başka güç, Muhacir ve Ensar Ordusu, Cund’uş-Şam, Cund’ül Aksa, Ömer Tugayı vb. güçlerdir. Ağırlıklı Çeçen güçlerden oluşan bu örgütler, Çeçenistan’da Rusya’ya karşı savaşmış komutan (Ebu Ömer El-Şişam gibi) ve askeri güçten oluşmaktadırlar. Kürt Ulusal Hareketi’nin, PYD-YPG önderliğinde Suriye’deki meşru duruşu ve Demokratik Suriye Güçleri olarak oluşturduğu ittifak, emperyalist güçler ve yerli gerici işbirlikçileri arasında bir başka çatışma vesilesidir. “TC” Kürt ulusunu her tarafta katletmek, ezmek istiyor. ABD ve Rusya, “ehlileştirilmiş” bir Kürt ile yürümeyi esas alsa da, mevcut durumda devrimci-diri Kürt ulusunu karşısına almak istemiyor. Hatta bunun üzerine belirli planlar yapıyor. Böylesine bir karmaşık konsept ve ilişki yumağı içinde, emperyalist blokların, yerli gerici işbirlikçisi devletlerin,”terör” listesi konusunda, birbirlerinin “kırmızı çizgilerini” aşmaması olanaksızdır. Suriye’deki “geçiş süreci”, özgülünde, bir “uzlaşı” konsepti yakalansa da, bu durum ilerisi açısından yeni çatışmaların ve derin çözümsüzlüklerin “dinamiklerini” barın-

dırmaktadır. Suriye’deki “muhaliflerin”, “Ilımlı İslam” çizgisinde temsilini merkezileştirerek, Esad’la bir geçiş hükümetinin kurulması, Suriye’de çok güçlü bir olasılıktır. Rusya, İran-Esad konusunda geri adım atmayacaktır ve ABD-AB bloku bunu kabul etmiş durumdadır. Sürecin ilerisi açısından nasıl gelişeceğini yaşanacak çatışmalar ve karşılıklı hamleler belirleyecektir. Ama bilinen şu ki, gerek Suriye’deki “muhaliflerin” temsili sorunu, gerek yerli işbirlikçi geri devletlerin konumu, gerek Rus ve ABD-AB emperyalist barbarlığın çıkarları ve bölgeyi dizayn etme stratejisi, Esad’ın geleceğiyle, derin gerici çatışmaların üzerinden “ilerleyecektir.” Uluslararası alanda manüpile edildiği gibi, “geçiş” sürecinin ardından planlanan serbest seçimler yolu, burjuva gericiliği anlamında dahi “demokratik” bir ortamda olmayacağı açıktır. Esad’ın ve Suriye’nin geleceği hakkında Suriye halkının kendisinin karar vereceği söylemi, koca bir yalandır, emperyalist egemenliğin, bu araçlarla tesis edilmesini gizleme amaçlıdır. Ülke nüfusunun büyük bir bölümünün göç yollarında olduğu, emperyalist talan savaşının ülkeyi kan gölüne çevirdiği ve yerli gerici kişi ve örgütlenmelerin ülkenin tüm dinamiklerini dağıttığı, yerli gerici bağnaz devletlerin gizli kontra ilişkilerle kendi çıkarlarını katliamlarla ördüğü bir ortamda, bir halkın özgür bağımsız iradesiyle seçimlere katılmasını beklemek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Seçimlerle emperyalist planlar ve bu planları hangi kesimin üzerinden hayata geçirileceği, halka onaylatılmak isteniyor. Önümüzdeki süreçte gerçekleşmesi muhtemel

olan Suriye’deki seçimlerin özü budur.

Emperyalistler Suriye ve Ortadoğu’yu “yeniden” dizayn ediyor Emperyalist egemenlik ve emperyalist sermayenin özgün çıkarları, Suriye’yi ve Ortadoğu’yu “yeniden” dizayn ediyor. Askeri, ekonomik, politik ayaklar üzerinden işletilen bu süreç, emperyalist blokların yerli gerici işbirlikçilerine dayanarak, karşılıklı hamlelerle, çatışmalı bir şekilde ilerleyecektir. Bu çatışmalı esas durum, bazı noktalarda göreceli ortaklaşmaları da yaratacaktır. IŞİD varlığı ve içerdiği tehdit, ABD ve Rusya’nın ortak tehdididir. Şam’ın tam olarak yıkılmaması ve “Ilımlı İslam” çizgisiyle bütünleştirilmesi, iki emperyalist blokun işine gelmektedir. Uygulama modellerinde aynı olmasalar da, Kürt ulusunun statü alması, iki gücünde karşı çıktığı bir mesele değildir. Ama nasıl bir statü meselesi derin bir çatışma konusudur. Sadece iki emperyalist blok arasında değil, Kürt ulusal dinamiğiyle, emperyalizm başta olmak üzere tüm gerici güçlerle derin bir çatışma meselesidir. Ve Kürt ulusunun kaderini, esasta Kürt ulusal dinamiğinin siyaseti belirleyecektir. Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki askeri varlığı ve güçlü aktör olma rolü, ABDAB’nin bölge stratejisi açısından ciddi bir risktir. Rusya’nın ve ABD’nin karşılıklı hamleleri boyutlanacak çatışmaların habercisidir. Diğer taraftan özellikle ABD-AB bloğunun yanında yer alan yerli işbirlikçi devletlerle, sürtüşme ve sorun yaşayacağı açıktır. En basitten “terör” örgütleri listesinde, ABD müttefikleriyle uzlaşamamaktadır. Bütün bunlar ve Emperyalist paylaşım hamlelerinden dolayı, Suriye’de ve Ortadoğu’da suların durulmayacağı açıktır. Suriye’de örgütlenmeye çalışılan “geçiş” dönemi, Rakka’ya uzanacak askeri operasyonların ve savaşın ön hazırlığıdır. Bölgede, emperyalist kirli savaş, yerli işbirlikçi güçler üzerinden tüm barbarlığıyla yaygınlaşacaktır. Kürt ulusu başta olmak üzere, bölgesel ilerici güçlerin bu konudaki siyasal duruşu, sürece farklı bir nitelik verecektir. Emperyalistler, kendi süreçlerine uygun hangi kesimi “terörist” olarak görmelerinin, ezilen halklar açısından bir anlamı yoktur. Bugün “terörist” olarak gördükleriyle, farklı bir konseptte gerici çıkarları gereği uzlaşacaklardır, birleşeceklerdir. Ezilen halkların ve mazlum ulusların tescilli teröristi, emperyalizm, kapitalizm, feodalizm ve her türlü gericiliktir. Ezilen ve sömürülen halkların tarihsel öfkesi, bu güçleri tarihin karanlığına gömmeye muktedirdir.


18

güncel haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

Fırat’ın iki yakası, Suriye ve Türk devletinin iflas eden

“kırmızı çizgileri” Fırat’ın batı yakasına yapılan hamle tarihsel bir hamledir. Bu hamle Fırat’ın doğu yakasındaki (Sur, Nusaybin, Cizre, Dargeçit, Amed) direnişle birleştirildiğinde, tarihsel ve stratejik olarak çökecek olan sadece bölge gericilikleri değildir. Aynı zamanda, emperyalist haydutların bölge üzerindeki egemenlik stratejileri de çökecektir. Fırat’ın batı yakasındaki hamle, Fırat’ın doğu yakasındaki direnişle, özgür birleşik sosyalist bir Kürdistan’ı müjdeliyor. Kürt ulusunun kendi kaderinin tayin hakkı stratejik yönelimiyle, bu müjdeyi gerçekleştirmesi için, koşullar, tarihin her kesitinden daha da devrimcidir Yakın tarihin tanıklık ettiği en kirli savaş, bugün Suriye’nin merkez üs olduğu Ortadoğu’da yaşanmaktadır. Kendi içinde savaşın bin bir türlü “hilesine” sahne olan, dengelerin günlük olarak değiştiği bir coğrafyada; emperyalist güçler, bölgesel gerici aktörler, yerel-bölgesel örgütlenmeler, gerici bağnaz cihadist örgütler, gerici çıkarları ekseninde rol almaya çalışmaktadırlar. Gerici emperyalist dünyanın aktörleri olarak bölgede vahşet uygulayan güçlerin karşısında, ulusal ve sosyal özgürlük mücadelesine göre mevzilenen ulusal ve sosyal güçlerin mevcut konumlanışı, bölgedeki gelişmeleri belirleyen dinamik olmaları konusunda, başka bir gerçekliktir. Aylık, haftalık hatta bazı düzlemlerde günlük değerlendirmelerin, gelişmeler karşısında eskidiği, kendine has dinamiklerin ve gerici emperyal güçlerin anlık değişimlere yol açtığı, Ortadoğu ve somutta öne çıkan ülke Suriye’de, Halep ve Rakka saldırıları hazırlıkları ekseninde, DSG (Demokratik Suriye Güçleri)’nin, Fırat’ın batı yakasına geçmesiyle, süreç güçler dengesi açısından yeniden şekillenmeye başlandı. Mevcut durumda Suriye’de şekillenen ve bölge üzerindeki stratejik hamleleri içeren cepheleri birkaç ana başlıkta toparlamak, konunun anlaşılması açısından faydalı olacaktır. Öncelikli olarak; Rusya, İran, Esad, Bağdat yönetimi ve Lübnan Hizbullah’ı ittifakının kontrol kurduğu, Suriye’nin Kuzey batı bölgesini ele alalım. Burası aynı zamanda Rusya’nın havadan

vurduğu ve askeri teknik donanım sağladığı, Esad, İran ve Hizbullah (Lübnan) güçlerinin karadan ilerlediği Şam-Halep cephesidir. Rusya’nın aktif müdahalesinden önce, durumu koruma için, “savunma” içinde olan bu cephe, Rusya’nın aktif askeri müdahalesiyle bölgede stratejik saldırı hamlesine geçmiş ve Suriye’de önemli mevzileri denetimi altına almıştır. Kazanılan bu mevziler, sadece askeri stratejik hamlelerdeki üstünlük değil, bölgenin paylaşımı ve denetim altına alınması konusunda, Rusya merkezli gerici güçlerin politik stratejik hamlelerinde önemli üstünlüğü eline geçirmesi anlamına da gelmektedir. Halep, Hama, Humus ve Şam’a kadar olan Akdeniz’in yakın batı bölgesi merkezli bu konumlanış, Şam yönetimiyle stratejik ittifak içinde Rusya’nın “kırmızı” hattını oluşturmaktadır. Rusya emperyalizmi, Suriye ve Ortadoğu üzerindeki emperyalist planları, coğrafik olarak tuttuğu bu stratejik bölgeler üzerinden, sürdürdüğü askeri konumlanışla korumakta ve yaymaktadır. ABD’nin askeri, politik stratejileriyle öncülük yaptığı, AB emperyalist güçleri,

Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi gerici devletlerin yanında, bölgedeki monarşilerin ve gerici aşiretlerin ittifak bileşeni olduğu, Kuzeydoğu-Güney hattı, Suriye coğrafyası özgülünde, Ortadoğu üzerinde stratejik plan yapan bir başka cephedir. Aynı zamanda Rusya’nın başını çektiği emperyalist blokun, karşı bloku olan ABD-AB merkezli bu emperyalist kamp, kendi içinde yaşadığı çelişkiler ve bölge üzerinde çatışan çıkarları konusunda, Rusya bloku kadar “ortaklaşamamıştır.” Özellikle Türk devletinin, bölge üzerinde çizdiği bazı “kırmızı hatlar”, Suudi Arabistan ile geliştirdiği ikili ilişkiler, ABD-AB emperyalist blokunun hareketinde engelleyici rol oynamaktadır. Dönem dönem, stratejik ittifak olarak görülen ABD’nin, Türk devletinin “kırmızı çizgilerini” hiçe sayması; hem ABD’nin bölgedeki çıkarları konusunda Türk devletine verdiği rol açısından hem de Türk devletinin ABD’ye rağmen farklı bir siyaset üretememesi konusunda nihai bir sonuçtur. Son tahlilde, Türk devleti, ABDAB merkezli stratejik plana bağlı olarak konumlansa da, bölge üzerinde “neo-Osmanlıcı” heveslerle belirlediği planlarını

gündeme getirmesi, bazı askeri-politik adımlar atması, bu emperyalist bloğun içinde, günden güne derinleşen çelişkili durumu ifade etmektedir. Emperyalist blokların yerli işbirlikçileri üzerindeki bu stratejik konumlanışı, statik bir durumu ifade etmemektedir. Emperyalist blokların karşılıklı hamleleri, bölgede var olan ulusal-sosyal dinamiklerin ve yerli gerici güçlerin askeri-politik yönelimleri, bölgede “yeni” durumlar ortaya çıkarmakta ve “yeni” dengeler oluşturmaktadır. Jeopolitik öneme sahip, Fırat nehrinin iki yakasında yaşanan gelişme, mevcut dengeleri değiştirecek, “yeni” dengelerin oluşmasını sağlayacak bir gelişmedir. YPG’nin asli unsuru olduğu, YPJ ve Suriye Arap Koalisyonu’nu oluşturan, Ceyş el Suvar, Burkan El-Fırat, El Sanadid, El Cezire Tugayları ve Süryani Askeri Konseyi’nin yer aldığı Suriye Demokratik Güçleri, AKP-Erdoğan diktatörlüğü özgülünde merkezileşen Türk hakim sınıflarının “kırmızı hat” ilan ettigi, Fırat’ın batı yakasına geçti. Ülkemiz devrimci hareketinden MLKP, TKP-ML TİKKO, BÖG başta olmak üzere, devrimci güçlerin bu


01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

savaş mevzisinde yer alması, Kobanê merkezli devrimci dinamiğin bölgede yaygınlaşması açısından önemlidir.

YPG ve Fırat’ın ötesi YPG ve Arap müttefiklerinin Fırat’ın batı yakasına geçmesi, sadece geriletilen IŞİD barbarlığı açısından bir hamle değildir. Tişrin Barajı’nın alınması, Mınbic-RakkaCerablus hattının kesilmesi anlamına gelmektedir. IŞİD’in stratejik bağlantılarının kesilmesi bağlamında hayati öneme sahip bu gelişme, aynı zamanda neo-Osmanlıcıların, Azez-Cerablus hattında planladıkları “tampon bölge” kurma hayallerinin de bitmesi anlamına gelmektedir. Bu, bölge üzerindeki stratejik planı açısından, Türk devletinin ikinci dibe vuruşudur. Tişrin Barajı’nın YPG’nin kontrolüne geçmesi, sadece Türk devletinin stratejik “tampon bölge” siyasetinin suya düşmesiyle sınırlı değildir. IŞİD’nin elinden Fırat’ın batı yakasının alınması stratejik öneme sahiptir. Kobanê’nin güneyindeki Tişrin Barajı, Cerablus ile Rakka arasındaki bağlantı noktasıdır. Her şeyden önce bu hamle ile IŞİD’in elinde olan kuzeydeki Mınbic ve güneydeki Rakka’yı kuşatmak, daha olanaklı hale gelmiştir. İkinci ve en önemli olarak; Türkiye üzerinden Rakka’ya yapılan lojistik askeri yardım ve cihadist savaşçı sevkiyatı bu hamle ile kesilmiş olacaktır. Üçüncü olarak; Tişrin, Halep-Kobanê-Rakka üçgeninin ortasında yer almaktadır. Bu bölgenin YPG’nin önderlik ettiği DSG’nin eline geçmesi, IŞİD’in merkezlerinden Mınbic ve Cerablus’a ulaşmak anlamına gelmektedir. Kobanê’nin güneyinde Sırrin kasabasının Temmuz ayında alınması hesaba katıldığında, Kobanê’nin güneyinden kuzeye stratejik bir hattın PYD’nin denetimine geçtiği anlamına gelecektir. Bölgedeki tüm güçlerin konumlanışını “yeniden” belirleyen bu somut gelişme, Afrin Kantonu’nun doğusundaki Mare hattındaki olası gelişmeyle sürece farklı bir boyut kazandıracaktır. Gelişmeler, Azez-Cerablus arasındaki bu bölgede kanlı bir çatışmanın haberlerini vermektedir. Rusya’nın öncülüğünü yaptığı Esad, İran, Hizbullah güçleri güneyden, YPG ve ittifak güçleri kuzeyden, Selefilerin elindeki Mare Hattı’nı kuşatmak için harekete geçmeye hazırlanmaktadırlar. Bu Kobanê ile Afrin’in birleşmesi anlamına gelecektir. Kürt ulusal güçlerinin denetimine geçecek olan bu koridor, hem Türk devletinin Suriye ile bağlantısını kesecek hem de “tampon bölge” siyasetinin tüm maddi temellerini ortadan kaldıracaktır. Rusya stratejik çıkarlarını, kuzey-batı hattındaki stratejik askeri konumlanışla somutlaştırırken, ABD kuzeydoğuya olan özel ilgisini stratejik olarak örgütlemektedir. Rakka, Deyrizor, Haseke ve Qamişlo’nın ADB-AB emperyalistlerinin merkez üssü yapılması için özel hamleler geliştirilecektir. İki emperyalist blokun dönemsel bir “denge” olarak belirlediği bu bölgelerde, birbirlerinin alanlarına açık askeri güçlerle girmemeye özen göstermeleri, oluşmuş bir statüko değil-

güncel haber

dir. Bu durum izafidir, emperyalist dadüşürürken, kendi iç pazarında petrol ve laşta farklı çatışmaların doğmasına gepetrol ürünlerine zam yapmıştır), “İslam bedir. Rusya’nın hamlesinin, bölgedeki İttifakı” adı altında cihadist gerici örgütdengeleri temelden değiştirdiğini, gazelenmelerle kurulan köklü ilişki ve İsrail ile temiz sayfalarında gelişmelerle beraber sağlanan “barış”, Türk hâkim sınıflarının defalarca ifade etmiştik. Askeri müdabölgede rol kapmak için belirlediği mahale ile Esad rejimine nefes aldıran nevralardır. Rusya, aynı zamanda bölge Süreç cepheleri netleştirip, çatışŞimdi üzerindeki stratejik maları derinleştirerek gelişeplanlarını da adım cektir. Derinleşecek bu Türk devleti yeni adım genişletiyor. çatışmada, ABD ve hamle peşindedir. CeRusya askeri müRusya’nın başını çektiği rablus’un IŞİD’ten temizle- karşılıklı emperyalist dahalesinde, Türk nip, PYD’nin kontrolüne devletinin üzebloklar arasında, yeni rinde şekillendiği geçmesi, fiilen Türk devleti- hamlelerle devam edebazı güçleri bomnin Suriye bölgesinde strate- cektir. Rakka ve Cerabbalaması (ki bu lus hattında ABD jik ilişki kurduğu güçlerle güçler Türkiye öncülüğünde, güncel hal ilişkisinin kesilmesi üzerinden ABD’nin alan askeri müdahalede, de üzerinde plan yapkara hareketi bağlamında anlamına geletığı güçlerdi) ile düşürübölgedeki güçler üzerinden cektir. len uçak krizi Rusya ve şekillenecektir. Türk hâkim sıABD güçlerinin konumlanışında nıfları havadan veya karadan ABD’nin avantajlı durumlar yaratsa da, aynı planlarında yer alan bir güçtür. “TC”nin durum Türk devleti için mevzubahis deböyle bir plan içinde yer almasının hevesi ğildi. AKP-Erdoğan iradesiyle temsil edimalum. Yeni Osmanlıcılar, sabah sınır len Türk hâkim sınıflarının tüm “kırmızı kapısında girip, öğlen Şam’da namaz çizgileri”, gelişen süreç tarafından tasfiye kılma beyhude hayalindeler hala. Fırat’ın ediliyor. Bu Türk devletinin bölge üzerinbatı yakasında stratejik planlarını boşa deki gerici planlarının, başka bir gericilik çıkaran gelişme bile hâkim sınıfların bu olan emperyalist güçler karşısındaki poisteğini söndürmeyecektir. litik çapsızlığıdır. Şimdi Türk devleti yeni PYD önderliğindeki Kürt Ulusal hamle peşindedir. Cerablus’un IŞİD’ten Direnişi ve emperyalist planlar temizlenip, PYD’nin kontrolüne geçmesi, Rojava devrimi önderliğinin, emperyalist fiilen Türk devletinin Suriye bölgesinde planları görerek ve emperyalist stratejik stratejik ilişki kurduğu güçlerle ilişkisinin planların değirmenine su taşımayarak bir kesilmesi anlamına gelecektir. ABD’nin politik hat belirlemesi ve bu politik hattı Rakka hamlesinde, Türkiye askeri bir poısrarla sürdürmesi, Kürt ulusu açısından tansiyeldir. Barzani ile görüşmede Türk tarihsel öneme haizdir. Gerek ABD’nin Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu’nun, gerek Rusya’nın bölge üzerindeki strate“IŞİD’e karşı önümüzdeki süreçte askeri jisi, hem bölgedeki güçler özgülünde hem olarak harekete geçme planımız var” de Kürt ulusu özgülünde çok yönlü planaçıklaması, ABD’nin sponsorluğunda yalanmaktadır. Bu stratejik plan Rusya ile pılan bir açıklamadır. Arka planda ise, ABD arasında bir Kürt rekabeti de yarathem bölgede askeri güç olarak var olmak mış durumdadır. Gelişmeler ve bölge nahem de IŞİD’ten geri alınan bölgelerde, zarında çöken ABD’nin stratejik özellikle PYD-YPG önderliğindeki Kürt planlarının ardından, ABD, Kürtleri, “kaulusal güçlerinin konumlanmasını engelzanmak” istediği stratejik güç olarak ele leme amacı yatmaktadır. Türk hâkim sıalmaktadır. Ama bunun için Türkiye ve nıflarının neo-Osmanlıcı hayallerine, KDP başta olmak üzere, bölgedeki bazı yeni bir “umut” olarak planlanan bu dumüttefiklerini ikna etmesi gerekiyor. ruma, ABD emperyalistleri başta olmak “TC” YPG konusunda “kırmızı çizgilere” üzere, gerici ittifak güçleri ne kadar olasahiptir. YPG’yi IŞİD barbarlığıyla aynı nak tanır, tartışmalıdır. Tartışmasız olan kefeye koyup “terör” statüsü ile mesetek gerçek, ABD stratejik çıkarlarını zora leye bakmaktadır. Tam da burada AB’nin sokacak hiçbir hamleye müsaade etmeince planı devreye giriyor. ABD’nin “ılımlı” yeceğidir. Bunun karşısında Türk hâkim diye tanımladığı “muhalifleri”, Esad’da sınıfları da elinde bazı pazarlık güçlerini karşı tutumda “güçlü” kılmak adı altında, merkezileştirmek istemektedir. Türk PYD-YPG ile ittifak düzeyinde de olsa orhâkim sınıflarının, Erdoğan üzerinden, taklaştırmak istiyordu. Bununla hem Suudi Kralı Salman bin Abdülaziz âl Suud “TC”nin olası tepkisini, ‘Ben “muhalif” ile görüşerek, “Yüksek Düzeyli Stratejik güçleri destekliyorum’ söylemiyle nötrize İşbirliği” anlaşması yapması, bölge üzeediyor, hem de bileşenin içinde PYD’nin rindeki bu planlarının bir ayağıdır. Ekoiradesini zayıflatarak, ABD siyasetine ennomi, ticaret, enerji başta olmak üzere, tegre olmaya açık bir ittifak bileşeni yaikili ilişkilerin geliştirilmesi denen meratmaya çalışıyordu. Bu plan hala sele, bölge üzerindeki siyasal ittifaktır. günceldir. Bölgedeki gerici cihadist örgütlerin Suudi Ama Rusya’nın açık askeri Arabistan’daki konferansı da aynı siyasal müdahalesi,”ılımlı” diye Suriye’de koittifakın sonucudur. Rusya’nın doğalgaz numlanan “muhalif” güçleri de vurması, üzerindeki uluslararası avantajını kırmak ABD’nin kartlarını zayıflatmıştır. Eğitiçin petrol fiyatlarının düşürülmesi (Suudi Donat projesinin iflası da buna dâhildir. Arabistan dış satımda petrol varil fiyatını Tam da burada, ABD, bölgedeki stratejik

19

planları için can simidi gibi Kürtlere sarılmaktadır. “TC”nin, kuzeyde Rojava’da, yani Fırat’ın iki yakasında kitlesel katliamlarla imha etme hayali beslediği Kürt ulusal dinamiğinin Şam yönetimi üzerinden Rusya ya kaymasını engellemek istiyor. ABD, bunu “TC”yi de yanında tutarak yapmak istiyor. Bu paradoksal durum ABD’yi ileride bir tercihe zorlayacaktır. Bu tercihte, Kürtlerin siyasal yönelimi de belirleyici olacaktır. Bu gelişmeler ekseninde iki emperyalist blok arasında, iradeleri dışında, nesnel dinamik gücüyle rekabet unsuru olan Kürt ulusu, Rusya içinde önemli bir güç olarak yer almaktadır. ABD’nin stratejik planı; Kürt ulusunu sahaya sürülecek bir savaş gücü olarak kullanmaktır. Bunun karşısında, Rusya stratejik planları için, Kürt ulusu konusunda daha “kazanıcı” davranmaktadır. Kürtleri yeni koalisyonun önemli gücü olarak tanımlaması, Suriye’de gündeme gelecek anayasada Kürtlere anayasal güvenceleri tartıştırması, Rusya’nın Kürt ulusal dinamiğini yanına çekme konusunda, ABD karşısındaki bir diğer hamle üstünlüğüdür. Tam da burada PYD’nin izleyeceği çizgi, Kürt ulusunun özgürlüğü açısından tarihsel önemdedir. Emperyalist blokların çelişkilerinden devrimci yöntemlerle faydalanıp, taktiksel ve stratejik devrimci hamleler yaratmak, devrimci siyasetin gereğidir. Ama unutulmamalı ki, IŞİD belasına karşı, ABD ve NATO’nun havadan müdahalesi ve askeri yardımı ile Rusya’nın Kürt ulusuna “anayasal” statü vaadi, özünde aynı gerici merkezli hamlelerdir, emperyalist hegemonya siyasetinin somut örgütlenmesi faaliyetleridir. IŞİD gericiliğinin tasfiyesi ya da geriletilmesinden sonra, bugün ittifak güç olarak PYD’nin yanına monte edilen bazı bölgesel örgütlenmeler üzerinden, Kürt ulusunun bölge iradesinin zayıflatılması veya dağıtılması, emperyalist siyasetin önümüzdeki süreçte benimseyeceği muhtemel siyasettir. Onun egemenliğini sekteye uğratan bir Kürt ulusu dinamiği, tarihsel gelişmeler ve öncelik sıralamasına göre hedef bir dinamik olacaktır. Kürtler tarihsel olarak uğradıkları haksızlıklarla, bu öngörüye sahiplerdir. Önemli olan sahip oldukları bu tarihsel birikimi, güncel, taktiksel meselelere tercih etmemeleridir. Fırat’ın batı yakasına yapılan hamle tarihsel bir hamledir. Bu hamle Fırat’ın doğu yakasındaki (Sur, Nusaybin, Cizre, Dargeçit, Amed) direnişle birleştirildiğinde, tarihsel ve stratejik olarak çökecek olan sadece bölge gericilikleri değildir. Aynı zamanda, emperyalist haydutların bölge üzerindeki egemenlik stratejileri de çökecektir. Fırat’ın batı yakasındaki hamle, Fırat’ın doğu yakasındaki direnişle, özgür birleşik sosyalist bir Kürdistan’ı müjdeliyor. Kürt ulusunun kendi kaderinin tayin hakkı stratejik yönelimiyle, bu müjdeyi gerçekleştirmesi için, koşullar, tarihin her kesitinden daha da devrimcidir.


20 güncel haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

Değişen coğrafyalarda kıyıya vuran yaşam (2) Gerçek, bir avuç talancının insanlığı topraklarından etmesi ve göçmen durumuna düşürmesidir. Üzerine kafa yorulması gereken bu noktaları açtığınızda, emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadelenin kaçınılmaz olduğu gerçekliği bir kez daha bizler gibi emekten yana, hak ve özgürlükleri savunanlara daha ivedi sorumluluklar yüklüyor. Doğallığında sağlanması gereken insani koşullar için ısrarlı olmamız gerekiyor. Hükümetlere baskı yapılmalı ve insanların yaşamak zorunda bırakıldıkları koşullar teşhir edilmelidir. İnsanların güvenli koşullarda gelişleri sağlanmalıdır. Ege ve Akdeniz’de her gün devam eden boğulmalar önlenmelidir. Sınırların olmadığı başka bir dünyanın mümkün olduğu gerçekliğinden yola çıkarak, yeni insanı yaratma ideamızı elden bırakmamalıyız. Ortadoğu’da şiddet ve savaş gerçekliği arttıkça ve insanların can güvenliği kalmadıkça başka yerlere göç olgusu da artarak devam ediyor. Bir önceki yazımızda göçün tanımı, gidilen ülkeler, rakamlar konusunda bilgiler vermiştik. O yazımızda verdiğimiz rakamlar bugün değişmiş durumda ve gün geçtikçe de değişiyor. Gerek Türkiye-Kuzey Kürdistan ve gerekse Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yeniden hayata tutunmaya çalışan bu insanların özelde de kadınların son durumunu açıklarsak, durumun insanlık açısından bir kez daha sınıfta kaldığı gerçekliği ortadadır. Türkiye’nin gelen göçmenler noktasındaki tutumuna bakarsak; gelen Suriyeli kadınların yerleştikleri şehirler genelde Antep, Urfa ve Hatay olmakta. Ayrılmak zorunda bırakıldıkları topraklara yakın yerlerde kalmaları aslında bir gün geri dönebilme umudunu barındırıyor içinde. Son rakamlara göre Urfa’da 4 merkezde bulunan kamplarda kalan kadın göçmen sayısı; 73.739. Bunların % 4’ü 1 yaş ve altı bebekler, %17’si 7-12 yaş arası çocuklar, %17’si 13-18 yaş arası kızlar, %53’ü ise 18 yaş ve üstü kadınlar. Bu kadınların okuma-yazma oranları erkeklere oranla düşük. 15-18 yaş arası genç kadınların %14’ü evli, her 100 kadından 15’i evli. Gelen kadınların tutuklanma, yakınla-

rını kaybetme, fiziksel ve ekonomik şiddet gibi zorluklara maruz kalma, eğitimden yoksun bırakılma, erken yaşta evlendirilme ve bunun sonucunda yaşanan hamilelik gibi sıkıntılar, yaşamlarında izler bırakarak onları bu topraklara getirmiş. Gelen kadınların %94’nün geliş nedeni can güvenliklerinin olmayışı. Çünkü her zaman vurguladığımız gibi, işgalci güçlerin ilk hedefi, kadın bedeninin işgali oluyor. IŞİD gerçeğinde gördüğümüz gibi bu gerici çetelerin de ilk hedefi kadınlar olmuştu ve olmaya devam ediyor. Kadınların yaşadıkları, kaçırılma, cinsel şiddet, köle olarak satılma ve öldürme gerçekliğidir. Bahsettiğimiz bu illerde yaşamaya çalışan kadınlar için bu travmaları atlatabilmeleri adına sosyal ve psikolojik destek ise yok denecek kadar az. Gelen insanlar ve özelliklede kadınlar hala kendilerini güvende hissetmiyorlar (IŞİD’in kampları basabilme ihtimali ki bu ihtimal de olası). Bir diğer konu ise kadınların eşleri tarafından veya yalnız kadınların çeteler tarafından fuhuşa zorlanması sorunudur. Türeyen bu fuhuş çetelerinin insanların zor durumlarından ve maddi yetersizliklerin-

den faydalanmaları müdahale edilmesi gereken bir durumdur. Bu anlamda insanları buralara gelmek zorunda bırakan devletler ve bunlardan biri olan “TC”, gelen insanların yaşam koşullarını düzeltmek noktasında üzerine düşeni yapmadı, yapmıyor. Aylan bebeğin ardından mültecileri gündemine alan ve sözde kapılarını açan AB ülkelerindeki göçmenlerin durumuna gelirsek; Avrupa’nın göbeğinde en kötü koşullarda yaşam mücadelesi verdikleri yaptığımız ziyaretlerde de görülmüştür. Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü (UNHCR) 2015 yılında Avrupa’ya kaçan mülteci ve göçmen sayısının 1 milyona ulaştığını en az 3600 kişinin de Avrupa’ya geçiş sırasında öldüğünü veya kaybolduğunu bildirdi. UNHCR’ın 21 Aralık 2015 itibarıyla açıkladığı rakamlara göre, 972,500 kişi Akdeniz’i geçti, Uluslararası Göç Örgütü (IOM) rakamlarına göre de 34 bin kişi kara yoluyla Türkiye’den Bulgaristan ve Yunanistan’a geçti. Toplam rakam 1.006.500 oldu. AB ülkeleri bu göç akışını nasıl durduracaklarına yönelik tartışmalarını da sürdürüyor. Gelen bir öneri, kota sisteminin uygulanması, yani alınacak göç-

menlerin sayısı o ülkenin, nüfusu, GSMH (Gayri safi milli hâsıla) ve işsizlik oranına göre belirlenmesidir. Bu öneriye Almanya, İsveç ve İtalya sıcak bakarken, Britanya, Fransa, Macaristan, Slovenya ve İrlanda ise karşı çıkmaktadır. Özünde genel anlayış gelişlerin durdurulmasıdır. Geçtiğimiz ay yapılan G20 “zirvesi”nde gelişlerin TürkiyeKuzey Kürdistan’da durdurulması ve bunun için 2 yıllığına 3 milyar avro para verilmesi önerildi. Pratikte burada nasıl işleneceği zaman içinde görülecektir. Avrupa’ya gelen göçmenlerin durumuna gelirsek; Fransa sınırında Calais şehrindeki kampta İngiltere’ye gitme amacıyla bulunan göçmen sayısı Eylül ayında 1500 iken, bugün 7000 olmuştur. The Jungle adı verilen bu kampı ziyaret eden kurumlar arasında bulunan Londra YÇKM’nin izlenimlerine göre 7000 insan Avrupa’nın göbeğinde insanlık dışı koşullarda yaşamakta. İnsanların çadırlar ve derme-çatma barakalarda yaşadığı, yoğun çamur ve pislik içinde oldukları, salgın hastalıkların baş gösterme tehlikesi olduğu, su ve elektriğin olmadığı, insanların çoğunluğunun günde bir kez yemek yediği, fuhuşun, kavgaların yaşandığı


güncel haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

koşullarda kadınların birçok sorun altında yaşamaya çalıştıkları belirtiliyor. Sadece İngiliz ve Fransız gönüllü kuruluşlarının verdikleri destekle yaşamaya çalışan bu insanlara ne İngiltere ne de Fransa gerekli sorumluluğu göstermiyor. İnsan tacirlerinin İngiltere’ye kaçak yollarla ve büyük olasılıkla da ölüm koşullarında geçirme bedeli ise 4000 sterlin. Bu parayı verebilme koşulu olmayanları ise bir tırın, geminin altında veya Euro Tunnel’dan kendi yöntemleriyle geçmeye çalışıyor ve bu geçişler sırasında bugüne kadar yüzlerce insan hayatını kaybetti. Daha da vahim olanı ise bazı insanlar bu parayı denkleştirmek için kadınları fuhuşa zorluyorlar. Bugün itibariyle bu kampta kalan insan sayısı hala aynı. Son dönemde Lille Belediyesi göçmenlerin durumunun iyileştirilmesi için, su merkezleri açma ve çöplerin toplanması gibi belli kararlar aldı, fakat bunlar henüz hayata geçirilmiş değil. Almanya’da göçmenler birçok şehirde kamplarda yaşıyorlar. Sınırların açılmasından sonra yoğun bir geliş yaşandı. Sayıları yüz binleri bulan göçmenler kamplarda sıkıştırılmış hayatlar yaşıyorlar. 500 kişilik kamplarda 3000 kişi yaşıyor. Welcome sloganıyla başlayan “Hoş Geldin” kültürü ise devletin değil, gönüllülerin yürütmeye çalıştığı bir kampanya. Devlet mülteci alımını istiyor gibi görünse de, özünde genel olarak Almanya’da dâhil hiçbir AB ülkesi mülteci alımlarını istemiyor. Almanya’nın mülteciler konusundaki politikası değişmediği gibi iltica başvu-

rularına da kısıtlamalar getirildi. Bir şekilde kontrol altında tutulan bu insanların geleceği muğlâk. “TC”ye verilen para nedeniyle bu insanların geri gönderilmesi de ihtimal dâhilinde. Çeşitli kamplarda çalışan gönüllü kurumların yaptıkları açıklamalarda, kamplarda yaşam koşullarının iyi olmadığı, insanların sürekli baskı altında tutulduğu, kamplara ırkçı saldırıların yapıldığı, kadın ve çocukların geçirdikleri zorlu süreçlerin yol açtığı travmaları atlatmaları için gereken desteklerin yetersiz olduğu ve sağlıksız koşulların yaşandığı belirtiliyor. Meselenin özü ve temeli; vurguncu, talancı, insan, emek ve doğa düşmanı emperyalistkapitalist sömürü sistemidir. Hedefe alarak teşhir etmemiz gereken budur. Mevcut egemenlik sisteminin bugüne kadar yerkürenin canlılarına yıkım ve zulümden başka bir şey sunmadığı gün gibi aşikârdır. Gerçek, bir avuç talancının insanlığı topraklarından etmesi ve göçmen durumuna düşürmesidir. Üzerine kafa yorulması gereken bu noktaları açtığınızda emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadelenin kaçınılmaz olduğu gerçekliği bir kez daha biz-

ler gibi emekten yana, hak ve özgürlükleri savunanlara daha ivedi sorumluluklar yüklüyor. Doğallığında sağlanması gereken insani koşullar için ısrarlı olmamız gerekiyor. Hükümetlere baskı yapılmalı ve insanların yaşamak zorunda bırakıldıkları koşullar teşhir edilmelidir. İnsanların güvenli koşullarda gelişleri sağlanmalıdır. Ege ve Akdeniz’de her gün devam eden boğulmalar önlenmelidir. Sınırlar koyarak insanların yaşam hakkı engellenemez. İnsanlığı rehin almış özel mülkiyet

ANTAGONİZMA

21

dünyasını, onun kültürünü ve yaşam alışkanlıklarını ortadan kaldırmak adına mücadeleyi daha da büyütmeliyiz. Sınırların olmadığı başka bir dünyanın mümkün olduğu gerçekliğinden yola çıkarak, yeni insanı yaratma ideamızı elden bırakmamalıyız. Emperyalistlerin yarattıkları savaşlar sonucu yerlerinden edilen insanlar kendi kapılarına dayandığında “düzenimizi bozuyorlar” diyemezler. Onlar burada çünkü siz oradasınız!

≫ muzaffer oruçoğlu

HENDEK BİRLİĞİ

K

ürt halkı iyi direniyor. Kitleler şehirlerde kendilerini savunmak istediklerinde, zorunlu olarak barikata ve hendeğe başvururlar. Bazı aydınların hendeklere karşı çıkmasının, hendeklerin kapatılmasını talep etmesinin hiçbir anlamı yoktur. Kürtler hendeklerde sadece kendi ulusal hakları için değil, Türkiye’nin demokratikleşmesi için de direniyorlar. Devrimciliğin ve demokratlığın bugünkü mihenk taşı hendeklerdir. Hendeğin hangi tarafında duruyorsun? Hendeği kazanların tarafında mı, kapatmak isteyenlerin tarafında mı? Her devrimci, mevzisini ister sabit, isterse gerilla gibi hareketli bir zeminde kursun, son tahlilde bir hendektir. Önce kendi iç dünyasına, sonra kendini kuşatan dış dünyaya karşı bir hendektir. Tembelliğinin, alışkanlıklarının, kurallar ve kalıplar sisteminin, yani ahlakının ve metafiziğinin, yani kendi iç

devletinin saldırısına karşı bir hendektir. Sınıflı toplumun, devletin ve halkın, dilin ve kültürün, inancın ve tarihin saldırısına, yani dış dünyaya karşı bir hendektir. Devrimcilerin büyük bir bölümü ne yazık ki, kazdığı hendeğin hendek tarafında değil, karşı-hendek tarafındadır. Halisane niyetine rağmen, bu ters duruşunun farkında bile değildir. Sistem içinde, “sisteme karşı” olma durumudur bu. Kürtlerin hendek savunmasında temel bir güdü ve vazgeçilmez bir var olma çığlığı vardır: “Ben bir ulusum. Özgür bir irade ve özgür bir dil ile kendi özgür yaşamımı kurmak ve bastırılmış, küllenmiş kültürümü açığa çıkarmak, inşa etmek hakkım vardır. Bu hakkı yok sayan hiçbir ulus, kendi özgürlüğünün sesini duyamaz ve yaşam haline getiremez onu.” Kürdistan’daki direniş güçleriyle Türkiye’deki devrimci demokratik güçlerin daha fazla zaman geçirmeden, bir hendek birliği, bir cephe birliği kurmaları

gerekiyor. Böylesi bir cephenin, emeğin, ezilen dillerin, inançların, kadınların, çocukların ve yaşlıların çok daha demokratik ve ileri bir yaşam şartına kavuşmaları temelinde, ortak bir programla mücadele sahasında yerini alması gerekiyor. Kürdistan’ın tam hak eşitliği uğruna verdiği mücadele ile Türkiye devrimci demokratik güçlerinin demokrasi mücadelesi, kesinlikle güçlü bir mücadele aracını, geniş, birleşik bir cepheyi emrediyor. Gerçek hiçbir bir devrimci, hiçbir komünist bu görevden kaçamaz. Halk, parçalı güçlere güvenmez ve kendini bu parçalı güçlere doğru parçalamaz. Direnmeyi her alanda, özgürlük ve barış şiarıyla sürdürecek olan birleşik bir cephenin, içte ve dışta tecrit olan AKP hükümetine karşı, halkın önemli bir bölümünün sempatisini ve desteğini almaması için hiçbir neden yoktur.


22

güncel haber

01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

Avrupa’da “olağanüstü” haller ve körüklenen ırkçılık Emperyalist kapitalist sistemin iktisadi-siyasal bunalımı, emperyalist savaşları ve faşizmi, sermayenin hareketi ekseninde güncel bir sorun haline getirmiştir. Din, ırk, soy, mezhep, kültürel ve inançsal farklar üzerinden toplumsal dinamiklerin parçalanması, böyle dönemlerde gerici sistemlerin en çok kullanıp geliştirdiği yöntemlerdir. Ezilenlerin ve emekçilerin, ulusu ve coğrafyası neresi olursa olsun, hem gerici emperyalist savaşlara hem de gericiliğe nefes borusu olan ırkçı-faşist örgütlenmelere karşı mücadele etmesi, tarihin, ilerici insanlığın temsili olan sınıf ve örgütlenmelere yüklediği esas roldür. Başta işçi sınıf olmak üzere, tüm ilerici toplumsal dinamiklerin, Avrupa başta olmak üzere, insanlığın ve insanlığı özgürleştirme mücadelesinin en büyük düşmanı olan ırkçılığa, faşizme, emperyalizme, kapitalizme karşı mücadelesini aksatmadan sürdürmesi, tarihsel öneme haiz güncel bir meseledir “Terör” ve “terörizmle” mücadele yanılsaması altında, “güvenlik sorunları” veya “kamu güvenliği” söylemiyle, toplumsal dinamiklere karşı geliştirilen saldırı, Avrupa topraklarında yeni gündeme gelen bir saldırı değildir. AB emperyalist güçleri, “terörizmi” tanımlamak ve ortak yöntemler geliştirmek konusunda, her tarihsel dönemin gelişmelerine paralel olarak, kendi sınıfsal çıkarlarına uygun konsept geliştirmişlerdir. “Terörle” mücadele altında, AB üye ülkelerde veya işgal edilen coğrafyalarda, gelişen ulusal mücadeleleri boğma yönelimleri, daha önceleri, daha çok ulusal sınırları içinde tek tek ülkelerin askeri-politik yönelimi olarak geliştirilmiştir. Mesela, Fransa, İspanya, İngiltere, İtalya bu içerikteki yönelimleri en çok geliştiren ülkeler statüsündedirler. BASK bölgesinin bağımsızlığı için savaşan ETA’ya karşı İspanya, Cezayir işgalini gerçekleştiren Fransa, sömürgeciliğin tarihsel egemenliği İngiltere, iki dünya savaşının fitilini ateşleme siyasetini üreten Almanya, ilk başlarda kendi coğrafyalarındaki sosyal-toplumsal olayları, ulusal sınırlarındaki askeri-politik yöntemlerle bastırma siyaseti benimsemişlerdir. Fakat geli-

şen toplumsal-sosyal olayları denetim altına almak için ulusal sınırlarda alınan tedbirlerin yeterli olamayacağını anlayan emperyalist güçler, AB bünyesinde bölgesel çalışmalar yapmaya başlamışlardır. Avrupa bölgesinde ve uluslararası alanda, toplumsal-sosyal gelişmeleri ve mücadeleyi bastırma yöntemi olarak geliştirilen bu ortak konseptin tüm tarihsel sürecini inceleme, bu yazımızın konusu olmasa da, kısa başlıklarla gerici emperyalist devletlerin ortak örgütlenmelerini sıralamak konumuzun anlaşılması açısından yararlı olacaktır. 1949 NATO, 1954 BAB (Batı Avrupa Örgütü),1984 Roma Deklerasyonu, 1987 Lahey Plartformu, 1993 Maastricht Anlaşması ve ODGB (Ortak Dış ve Güvenlik Politikası)’nin kurulması, 1998 AGSP (Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası)’in oluşturulması, 1999 Helsinki “zirvesinde”Acil Müdahale Gücü’nün kurulması, 2001’de Avrupa Konseyi Kararı ve Avrupa Birliği Genelkurmaylığı’nın ilanıyla, CADEXTER (Terörizm Uzmanlar Komitesi), EUROPOL (Avrupa Polis Teşkilatı), EUROJUST (Avrupa Adli İşbirliği Birimi) gibi savaş birimlerinin yeni sürece göre yeniden merkezileştirilmeleri, Avrupa devletlerinin “güvenlik “ adı altında, varlıkları için “risk” olarak gördüğü toplumsal sınıf ve katmanlara saldırılarını ifade etmektedir. Avrupa sınırlarında ve uluslararası alanda, emperyalist sermayenin çıkarlarını korumak ve yaygınlaştırmak için kurulan bu kurumlar, ekonomik, siyasi ve askeri ayaklarıyla, emperyalist savaş stratejisinin kurumlarıdır. İçeriği güncel ve somut olarak Maastricht Anlaşması’yla daha net ifade edilmiştir. Bu anlaşma; a) Roma ve Paris Anlaşmaları ile kurulan Avrupa Topluluğu içinde parasal, vatandaşlık birliği başta olmak üzere, üretim ve pazar gibi ekonomik ortaklığın sürece uygun örgütlenmesini, b) Avrupa çapında bir “savunma” (özü emperyalist saldırganlıktır yn.) politikasının oluşturulması amacıyla Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nın oluşturulmasını c)“Adalet” ve iç işlerini kapsayıp, “hukuk”

ve militarize güçlerin organize edilmesinde işbirliği ve ortaklaşmayı içermektedir. Her tarihsel koşulda gelişen toplumsal muhalefete karşı, sınıflar mücadelesinin tarihsel deneyimlerinden karşı devrimci gerici güçlerin örgütlediği bu kurumlar, sürecin özgün ihtiyaçlarına göre emperyalist güçler tarafından devreye konulmakta ve saldırgan emperyalist siyaset için uygulama alanı yaratma rolü güncellenmektedir. Doğmasında, gelişmesinde ve örgütlenmesinde, emperyalist egemenlik sisteminin birinci derecede rolü olduğu cihadist gerici örgütlenmeler,11 Eylül, Madrid, Londra ve son olarak Paris’te gerçekleştirdiği saldırılarla emperyalist egemenlik kurumları üzerinden yeniden ısıtılarak, ivedilikle devreye sokulmuştur. Paris saldırısı ardından yeniden güncellenen bu saldırılar, somut olarak eylemi gerçekleştiren gerici örgütlenmeleri hedef almaktan öte, toplumu sindirme, baskı altına alma hedefi gütmektedir. Yani Avrupa emperyalizmi, kendi gerici ekonomik, siyasi, askeri yönelimini yaygınlaştırmak için, bu saldırıları “meşru” gerekçeler haline getirmektedir. “Olağanüstü hal” uygulamalarıyla kapatılan sınırlar, “özgürlükleri savunma adına”, sınırlandırılan, kuşatmaya alınan yaşam hakları, sokaklarda tüm birimleriyle askerileştirilen devlet denetimleri, savaşta olduğunu deklare eden Fransa’dan başlayıp, Avrupa’nın geneline yayılan uygulamalar olmuş durumdadır. IŞİD gerici teröründen çok, “İslam” ve onun yanına “terörün sosyal dinamiği” olarak monte edilen göçmen ve mültecilere saldırıyı planlanmış, tasarlanmış, içte ve dışta desteklenmiş “savaş eylemiyle” birleştiren Fransa, tüm AB emperyalist ülkeleriyle bu zeminde ortaklaşıyordu. Gerek Fransa ve gerekse de Avrupalı emperyalist haydutlar, içte ve uluslararası alanda ve özellikle Ortadoğu hattındaki emperyalist hegemonya savaşında, bu saldırıların kendilerine tanıdığı imkânı sonuna kadar kullanmak istiyordu. Saldırının ardından Türk devletinin hava sahası üzerinden Rak-

ka’nın Fransız uçaklarınca bombalanması, ardından Fransa’dan başlayıp AB ülkelerine referans teşkil eden “olağanüstü hal”, “kuşatma” ve devletin egemenlik gücünü tek elde etkili ve sınırsız kullanmayı sağlayacak anayasal değişiklik çalışmaları, Avrupalı emperyalist barbarlığın ”demokrasi” maskesinin arka planında duran faşist zihniyetin tarihsel koşullara göre harekete geçirilmesidir.

“Olağanüstü hal”, operasyonlar, toplumu korku siyasetiyle sindirme siyasetidir Paris katliamı üzerinden, terör tehdidi sadece Fransa için değil, tüm Avrupa için geçerliydi. Düşman sadece dışta değil, içtedir. Tehdit eden güçler sadece dışarıdan vurmuyor, içerden de vuruyor. Medyanın desteğiyle yaratılan korku siyaseti ve savaş hali, devletin askeri operasyonlarıyla birleşerek, somut hedef dışında, “potansiyel olarak suçlu” görülen toplumsal sosyal kesimleri kitlesel olarak kapsaması, yaratılan bu manipülasyon üzerinden “meşrulaştırılmıştır.” Avrupalı emperyalist egemenliklerin bu savaş dili, “İslamcı terörün” yuvası haline gelmiş banliyöleri, mülteci kamplarını, göçmenlerin çalışma ve yaşam alanlarını kuşatmaya almıştır. Apokaliptik bir içerik verilerek, beyaz adam kötü karanlık insanların hedefi halindedir imgesi, emperyalist saldırgan siyasete içte ve dışta toplumsal destek yaratma ve kitleleri bu siyasete yedekleme amaçlıdır. Kuşkusuz Paris katliamı insanlığın, dünyanın metropol sayılan ülkelerine vurmuş trajedisidir. Ama bu trajedi, dünyanın geri kalan, gerici emperyalist savaşların asıl olarak sürdüğü mekânlardaki katliamlarla ele alındığında, doğru okunabilecek bir trajedidir. Böyle bir ele alış, gerici emperyalist güçlerin, içerde ve dışarda sürdürdükleri gerici politikaları sorgulamaya götüreceğinden, emperyalist egemenler, savaşın asıl mekânlarını unutturarak, Paris acısı, şoku ve yası üzerinden anlaşılmaz bir hal yaratarak, bir Paris simu-


01-15 OCAK 2016 Halkın Günlüğü

lacrumu yaratmaktadırlar. Gerçeği gizleyen bu hava üzerinden yaratılan korku “terör” dür. Kitleler nazarında da “kabul gören” bu durumda çözüm açıktır: Güvenlik arttırılacak, olağanüstü hal olağan hale gelecek, ”terörün” iç ve dış kaynakları vurulacak... Yani Ortadoğu başta olmak üzere, emperyalist dalaşın sürdüğü alanlara bombardıman, içeriye özel yetkili militarize güçlerle operasyon, Avrupa çapında EUROPOL dâhil polislerin ve militarize güçlerin yetkilerinin arttırılması, bu operasyonların sadece bir ayağıdır. Artırılan bu yetkiler içinde savcılık izni olmadan arama yapabilme ve gözaltına alma, kamu düzenini ve güvenliği tehdit ettiği düşünülen kişilere ev hapsi uygulanması veya elektronik kelepçe takılması, kamu düzenine tehdit oluşturan grup veya derneklerin kapatılması, üyelerinin ev hapsine alınması, terörü teşvik eden internet sitelerinin kapatılması, askerin sivil alanlarda varlığının artırılması, gözetimin artırılması, gözaltı süresinin, kişinin hakkında bir suçlama olmamasına rağmen uzatılmasına ilişkin olan yeni düzenlemeler Türkiye’deki yeni İç Güvenlik Yasası’ndan farksızdır. Pratik sonuçları envanterleriyle çarpıcıdır. Son bir ayda Fransa’da 1233 arama yapıldı. 165 kişi tutuklandı. 300’e yakın kişi ev hapsinde. Ve çarpıcı olan bu uygulamalar, terörist diye deşifre edilen cihatçı guruplarla bağlantılı olan kişilere yapılmamaktadır. Tüm toplumsal muhalefeti hedef alarak gerçekleştirilen bu polisiye uygulamalarda, iklim zirvesini protesto eden aktivistlerin olduğunu hatırlatmamız, meselenin içeriği konusunda yeterli veriyi vermektedir. Bütün bu saldırıları anayasal statüye kavuşturmak için, anayasa değişikliği, Fransa özgülünde Avrupalı emperyalistlerin önümüzdeki siyasal yönelimini teşkil etmektedir. Uzatılan “olağanüstü” hal bitmeden Fransa’nın anayasanın 36. ve 16. maddelerini değiştirme gayreti, süreklileşecek askeri operasyonların tam donanımlı hale getirilmesi çalışmasıdır. Kuşatma, saldırı veya silahlı ayaklanma (buna demokratik hak arama faaliyetlerini özellikle eklemek gerekir) durumunda, hükümetin yetkilerini askeriyeye devretmesini ve sivil hakların askıya alınmasını içeren 36. madde ile Fransa kurumlarına ve sınırlarına ciddi bir saldırı durumunda devlet başkanına “istisnai” önlemler alma hakkını veren 16. madde, mevcut durumda “olağanüstü” halin 12 günden fazla uzatılmasını, parlamento onayıyla mümkün kılıyor. Ve hazırlanan değişiklik, hükümete ve devlet başkanına, parlamento onayı olmadan, olağanüstü hali uzatma ve yetkileri askeriyeye devretme hakkı tanıyor. Yani parlamento maske olarak dahi kullanılmazken, tek elde gerici uygulamalar merkezileştiriliyor. Hitler 12 yıl boyunca Almanya’yı “olağanüstü” yasalarla “yönetirken”, Carl Schmitt, buna yasal zemin sunmak için doktrinini, Alman emperyalizminin ihtiyacı için formüle etmişti. Şimdi Fransa özgülünde AB emperyalistleri de aynı amaçla, olağan dışı uygulamaları anayasal statü ile olağan uygulamalar haline getirmek istemektedirler. Bu korku yaratma ve “güvenlik” siyaseti-

nin, sadece Fransa ile sınırlı olmadığını, yazımızın içinde vurguladık. Bu Avrupa Birliği emperyalist ülkelerin yeni konseptidir. Paris saldırganlarının Belçika bağlantısı üzerinden, ablukaya alınan Brüksel sokaklarının ardından, Belçika Federal Meclisi’nde, “teröre” karşı mücadele yasasının onaylanması, devlet egemenliğinin farklı kulvarlarda “yeniden” tesis edilmesidir. Charlie Hebdo saldırılarının ardından, her olayda sıradanlaşan helikopter ve siren seslerine askeri operasyonların eşlik etmesi, Avrupalı emperyalistlerin “terör” bahanesiyle, toplumsal muhalefete yönelmesi ve demokratik hakların gasp edilmesi hedeflidir. Bu proje tüm Avrupa devletlerinin ortak projesidir. Göçmenler, mülteciler, farklı din ve inanç grupları, işçiler, emekçiler ve ezilen halklar, ortak olarak merkezileştirilen bu saldırı projesinin hedef kitlesidir. Ekonomik, demokratik haklardan, özgürlük haklarına kadar, mevcutta geri olan sosyal koşulların, daha da geri bir statüye çekilmesi ve bütün bunların militarize güçlerle ve “yasal” statüleri oluşturularak gerçekleştirilmesi, bu projenin ana kodlarını oluşturmaktadır.

Emperyalist-kapitalist sistemin gerici saldırılarında kirli bir silah olarak ırkçılık Emperyalist-kapitalist sistemin dünyayı kuralsızca yağmalaması, “yeni dünya düzeni” denilen gelişmeler ve sermayenin ulusal sınırları aşarak merkezileşmesi, devletler arasındaki ekonomik ve siyasal sorunları temelde birbirine endekslemiştir. Artık ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, bir ülkenin sınırlarıyla sınırlı kalmıyor, başka ülkelerdeki krizi ya da istikrarsızlığı tetikleyen rol oynuyor. Emperyalist çağın sendromu olarak ifade edebileceğimiz “domino efekt” denen bu süreç, emperyalist egemenlik ve sermaye hareketinin basit birer sonucudur. Emperyalist egemenlik ve sermaye hareketinin bu gelişimi, krizler, bunalımlar, bölgesel savaşlar, mezhep çatışmaları, ulusal istilalar, işgaller olarak süreci derinleştirme ve burjuva egemenlik merkezinde ırkçı-faşist partilerin çoğalmasına zemin yaratmıştır. Cihadist gerici örgütlerin saldırılarının ardından Müslüman nüfusa sahip ülkelerde “İslamofobi” adı altında geliştirilen ırkçı-faşist saldırganlık ötekileştirilen göçmenler üzerinde “güvenlik sorunu” olarak polisiye yönelimlerle icra edilmektedir. 1950’li yıllar öncesi, Sosyal Darwinizm ile temellendirilip, esas olarak biyolojik ayrımlar üzerinden örgütlenen ırkçılık ve faşizm, bugün esas olarak kültürel, ulusal, sınıfsal, mezhepsel farklılıklar üzerinden örgütlenmektedir. Bütün bunların esas nedeni; emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı ekonomik siyasal krizler ve çözümsüzlüklerdir. Artan işsizlik, düşen yaşam standartları, mevcut siyasal devlet iradesinin toplumsal sorunları çözememe durumu, toplumsal arayışları arttırır. Yani somut olarak Avrupa’da sağ ve ırkçı partilerin yükselişinin, emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı “gelişmelerle” birebir ilişkisi vardır. Emperyalist kapitalist sistemin bunalımlarında derinleşmenin yaşandığı

güncel haber 2000’li yıllar ve sonrasında Avusturya’da Heider’in, Fransa’da Le Pen’in, Hollanda’da Geert Wilders’in yükselişi ve Avrupa’da ırkçılığın toplumsal tabanını arttırması tamamıyla bu gelişmeler üzerinedir. 11 Eylül saldırısı, 2004 Madrid Banliyö katliamı,2 005 İngiltere Metro saldırısı, Fransa’da Charlie Hebdo ve son Paris katliamı gibi saldırılar kullanılarak “İslamofobi” ve yabancı düşmanlığı üzerinde sürdürülen kampanyalar, ırkçılığın geliştirilmesinin faktörleri olmuştur. Emperyalist-kapitalist sistemin siyasal ve askeri bir güç olarak kullandığı ırkçılık ve faşizmin bu faktörler üzerinden temellendirilmesi, ırkçılığı yaratan ögelerin bu saldırılar olduğu anlamına gelmez. Bu saldırılar, emperyalist kapitalist sistemin geliştirmek istediği ırkçılığa zemin yapılmıştır. En yakın örnek olarak, Dresden’de 300 kişilik gurup olarak çıkan PEDİGA’nın, kısa zamanda on binlerce insanı mobilize ederek Almanya başta olmak üzere Avrupa’da kitleselleşmesi, merkezi olarak sistem tarafından örgütlenip geliştirilmesine açık bir örnektir. Hitler faşizmine ait her türlü siyaseti ve sembolü kullanan Neo-nazi partilerden, kültürel ve kimlik merkezli yabancı düşmanlığı yapan parti ve örgütlenmelere kadar, ırkçı-faşist parti veya “masumane halk hareketleri” olarak manipüle edilen (AFD, PEGİDA gibi) gerici gruplar, sistemin ezilen halklara yönelim siyaseti içinde bir yerde durmaktadırlar.

Irkçılık ve faşizmin toplumda yarattığı zehirlenmeyi aşmak ezilen halkların omuzlarındadır Emperyalist-kapitalist sistemin derinleşen yapısal krizi, bölgesel savaş ve yağmalarla hafifletilmeye çalışılsa da, çözümsüzlük esas durumdur. Çünkü emperyalist kapitalist sistem içinde alınan her tedbir, yeni krizleri tetiklemekte, gelişmeler ise sermaye için krizler ve bunalımlar döngüsü olarak gelişim göstermektedir. Bu durumdan dolayı, gerici emperyalist haydutlar, dışarıya karşı sınır tanımayan saldırganlıklar gerçekleştirirken, kendi coğrafyalarında oluşan sınıf hareketine, toplumsal itiraz dinamiklerine karşı tahammülsüz bir pozisyonda toplumsal hareketlenmeleri bastırmak için savaş pozisyonu almaktadır. Avrupa devletlerinde son yıllarda, çalışma ve yaşam alanlarında sosyal hakların budanması, sınıf hareketlerinin sendikal bürokrasi ve yasalarla kuşatılması, göçmenler üzerinden yabancı düşmanlığının geliştirilmesi, toplumdaki direnç alanlarına karşı bir operasyondur. Özellikle yaşam standartlarının gerilemesinin, toplumun alım gücünün düşmesinin ve emek gücünün ucuzlatılmasının sistemin yapısal krizlerinin ve emperyalist sömürünün sonucu olduğunu manipüle etmek için krize göçmen işçilerin neden gösterilmesi, ırkçılığı ve faşizmi geliştiren bir başka kirli propagandadır. Emperyalizm ve ideologları, hem toplumsal olayların nedenleri konusunda hem de toplumsal çelişkiler üzerinden eyleme dönüşen toplumsal hareketler konusunda, göçmenleri, “öteki” inanç gruplarını ve genel anlamda ezilen halkları suçlu ilan ederek; hem sisteme karşı gelişecek tepkiyi nötrize

23

etmekte hem de bu tepkinin karşısında ırkçılığı ve faşizmi örgütleyerek, geri kitleleri sistem için bir kalkan olarak kullanmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin kirli bir planı olarak örgütlenen ve yükselme eğrisi gösteren ırkçılık ve faşizmin toplumda yarattığı zehirlenmeyi aşmak, Avrupa’daki devrimci, aydın, ileri insanların ve işçi sınıfı başta olmak üzere, ezilen halkların omuzlarındadır. İşçi sınıfı başta olmak üzere, göçmenler ve geniş ezilen halk sınıf ve katmanlarının örgütsüz olduğu dönemlerde, ırkçılık ve faşizmin sokakları teslim alması daha kolay olmaktadır. Avrupa coğrafyası bu konudaki olumlu ve olumsuz örnekleriyle, köklü tarihe sahip bir coğrafyadır. Bugün durağan ve “ölü sessizliğinde” olsa da, Avrupa işçi sınıfının tarihsel deneyimlerine sahip çıkarak örgütlenme siyaseti belirlemesi, mücadelenin ufkunu anti-küresel sınırlarda güdükleştirmeden, kapitalist sisteme yöneltmesi, meselenin ilk adımıdır. Emperyalist saldırganlık ve ırkçılık üzerine ADHK’nın , “Biz buradayız, çünkü siz oradasınız” şiarıyla başlatmış olduğu siyasal kampanya, içerik ve hedef olarak anlamlıdır. Ama bunun bir slogan olmaktan, dönemsel bir propaganda olmaktan çıkarılıp, göçmenler, mülteciler, “ötekileştirilen” dinler-mezhepler ve Avrupa işçi sınıfı, aydın ilerici toplumsal dinamikleriyle birleştirilerek örgütlenmesi, sürecin ihtiyacı olan esas hareket tarzıdır. Sınıf mücadelesinden koparılarak, kendi içinde ırkçı-faşist hareketlere karşı tavırla sınırlandırılan bir hareket ve eylem, toplumda kitlesel karşılığını bulamamakta, emperyalist sistem tarafında krimanilize edilerek tasfiye edilmektedir. Irkçı faşist mücadele, emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadele çizgisiyle ele alındığında etkilidir. Sosyal ve demokratik alanda toplumsal dinamikleri örgütleyen her çalışmanın sistemin hedefi haline geldiği bir ortamda, mücadeleyi parçadaki bir çatışmaya hapsetmek, bazı ilerici sosyal sonuçlar yaratsa da, esas alınmamalıdır. Esas olan, emperyalist-kapitalist dünya ile köklü hesaplaşma, alternatif sosyalizm projesidir. Emperyalist kapitalist sistemin iktisadi-siyasal bunalımı, emperyalist savaşları ve faşizmi, sermayenin hareketi ekseninde güncel bir sorun haline getirmiştir. Din, ırk, soy, mezhep, kültürel ve inançsal farklar üzerinden toplumsal dinamiklerin parçalanması, böyle dönemlerde gerici sistemlerin en çok kullanıp geliştirdiği yöntemlerdir. Ezilenlerin ve emekçilerin, ulusu ve coğrafyası neresi olursa olsun, hem gerici emperyalist savaşlara hem de gericiliğe nefes borusu olan ırkçı-faşist örgütlenmelere karşı mücadele etmesi, tarihin, ilerici insanlığın temsili olan sınıf ve örgütlenmelere yüklediği esas roldür. Başta işçi sınıf olmak üzere, tüm ilerici toplumsal dinamiklerin, Avrupa başta olmak üzere, insanlığın ve insanlığı özgürleştirme mücadelesinin en büyük düşmanı olan ırkçılığa, faşizme, emperyalizme, kapitalizme karşı mücadelesini aksatmadan sürdürmesi, tarihsel öneme haiz güncel bir meseledir.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Cizîr 21 roj in li dijî tank û topên dewletê li ber xwe dide

malan xisar dîtin, malên bi hezaran mirovan bûn ku nema karibin lê bimînin. Di dema êrîşê de hêzên dewleta Tirk şebekeyên av û elektrîkê hedef girtin. Hedefa destpêkê ya maşînên zirxî depoyên avê

û trafoyên elektrîkê bû. Anonsên 'navçeyê biterikînin' ên ji maşînên zirxî di dema êrîşê de hatin kirin, îspata polîtîkaya dewletê ya xalîkirina herêmê ji mirovan e. Tevî van hemû êrîşên dijwar û giran, gelê Cizîrê li pişt xendek û bendan hem qadên xwe yên azad parast, hem jî jiyana xwe ya rojane birêxistin kir. Li hemberî dengên tank û topan ji taxên Cizîrê dirûşmên "Bijî berxwedana Cizîrê" bilind bû. Berxwedan bi ruhekî mezin ê piştgirî û alîkariyê meşiya. Li her kolanê pêwîstiyên şêniyan li malekê hatin tedarikirin. Ji bo bi madeyên xwarinê yên heyî re jiyana xwe ya rojane îdare bikin, li her kolanê 4 an jî 5 malbat li malekê li hev civiyan û hem ji xwe re hem jî ji berxwedêrên li pişt bend û xendekan xwarin çêkirin. Li taxan jiyana komun serdest e. Parastin jî bi pêşengiya jin û xortên ciwan tê kirin. Yekîneyên Parastina Sivîl (YPS) ên hatin ragihandin, ev sê hefte ne Cizîrê ji êrîşên hêzên dewletê diparêzin.

birin Mala Cem a Gaziyê heta serê sibehê hevalên wan û malbatên wan li ber serê wan bûn. Bi boneya merasîma cenaze, li ser tevahî Cadeya Îsmetpaşa alên sor hatin daliqandin. Pankartên silavkirina helwesta rêxistinên şoreşger û jinên komunîst li pêşberî polîsan hatin vekirin. Dema ku welatî ji bo merasîma cenaze diherikîn ber mala cem, polîs ji bo tehrîkê bi wesayîtên zirxî li dora mala cem digeriyan. Gel bi dirûşmên "Polîsên qatil ji Gaziyê derkevin" ve bertek nîşandan. Di merasîmê de Seroka Giştî ya ESP'ê Sultan Ulusoy û Hevseroka Giştî ya HDP'ê Figen Yuksekdag, Parlamenter Garo Paylan, xizmên kesên di qirkirina Pirsûsê de jiyana xwe ji dest dane û xizmên kesên di berxwedana Rojava de jiyana xwe ji dest dane jî amadebûn.

Rêveberên HDP û HDK'ê, rêveberên Partîzan û partiyên şoreşger jî ji bo beşdarbûna merasîmê li mala cem amadebûn. Di ketina mala cem de Figen Yuksekdag daxuyanî da çapemeniyê. Yuksekdag diyar kir ku di nava 5 mehan de 5 jinên şoreşger hatin înfazkirin û wiha domand: "Ser malan de digirin û mirovan qetil dikin. Li gel wan jî çekan dihêlin û ji bo wan dibêjin terorîs." Yeliz û Şirin bi alên MLKP û KKO yê hatin pêçan û jinan hilgirtin ser milên xwe. Bi dirûşmên "Bijî Partiya Me MLKP" cenaze ji mala cem derxistin û bi tevlîbûna hezaran welatiyan merasîma cenaze destpê kir. Piştî merasîmê cenaze birin Goristana Gaziyê. Piştî cenaze anîn goristanê û li gel çepik û sirûdan, spartin axê.

Gelê Cizîrê ev 21 roj in li dijî tank, top û zêdeyî 10 hezar leşkerên dewleta Tirk li ber xwe dide û rêveberiya xwe diparêze Berxwedana Cizîra Botan a li hemberî terora dewleta Tirk, di roja 21. de ye. Dewleta Tirk bi tank, top û zêdeyî 10 hezar leşkerên xwe, ev 3 hefte ne êrîş dike, lê nikare berxwedan û vîna gel bişikîne. Li navçeya ku di asta komkujiyê de dewlet êrîşan dike, tevî pitika 7 mehî ya di zikê dayika xwe de û Mîray a 3 mehî, 29 kes ji aliyê hêzên dewletê ve hatin qetilkirin. Hêzên dewleta Tirk gava ketin nava navçeyê, maşînên zirxî û tankên xwe li cihên bilind ên li hemberî taxên Cûdî, Nûr, Sûr û Yafesê bi cih kirin. Li ser girê Aşk ê li pêşberî taxa Nûrê, li ser girê Cahferî yê li ser rêya Cizîr-Hezexê ye, ku li pêşberî taxên Cûdî û Sûrê ye, tank, maşînên zirxî yên bi tîpa kobra û kepçeyên zirxî hatin bicihirin. Mal û dibistanên li Girê Cahferî Sadik hatin valakirin û leşkerên Tirk lê bi cih bûn. Ji vê derê gule li qadên xwerêveberiyê hatin reşandin. Piştî ku bersiv ji wan re hat dayîn û êrîş

Erbay û Oter ji aliyê hezaran hat oxirkirin

hat şikandin hêzên dewletê dest bi hilweşandina abajêr û êrîşên ji bo koçberkirina gel kirin. Li taxên ku tank lê daketin kolanan, car carna bênavber top hatin barandin. Ji ber topbaranê bi sedan

Jinên şoreşger, Yeliz Erbay û Şirin Oter ên ji alîyê polîsên Tirk ve hatin qetil kirin, ji aliyê hezaran kesî ve hatin oxirkirin Li Stenbolê Yeliz Erbay û Şirin Oter ên ji aliyê polîsan ve hatîn înfazkirin hatin defnkirin. Di merasîma cenaze de Hevseroka Giştî ya HDP'ê Figen Yuksekdag got: "Ser malan de digirin û mirovan qetil dikin. Li gel wan jî çekan dihêlin û ji bo wan dibêjin terorist." Ji bo Yeliz Erbay û Şirin Oter ên li Taxa Karadeniz a navçeya Gaziosmanpaşa ya Stenbolê ku polîsan bi ser mala wan de girtîn û ew înfaz kirîn, li Mala Cem a Gaziyê merasîma cenaze hat lidarxistin. Cenazeyên Yeliz û Şirin ên ku duh bi şev


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.