01-15 EYLÜL 2015

Page 1

Sınıflı toplumun her çelişkisi bir mücadele mevzisidir

sf 12-13

Hopa felaketini yaratan sistemin ta kendisidir! Emperyalist-kapitalist sistem ve yerel gericilik hegemonya uğruna yürüttüğü talan, savaş saldırganlığı, askeri işgaller ve kaynağı olduğu ekonomik krizlerle insanlığı felaketlere sürüklemekle yetinmemekte; insana dönük kıyımına paralel yürüttüğü doğa tahribatıyla insan doğasını da yok etmektedir İşte bu paralelde AKP iktidarı Hopa’da yaşanan felaketin de sorumlusudur sf 4-5

Halkın Günlüğü

01-15 EYLÜL 2015 Yıl: 4 Sayı: 106 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Umudu büyütmeye devam edeceğiz f GÜNCEL

16-17

DHF’nin devrimci, halkçı yerel yönetimler perspektifi ile çalışmalarına devam eden Ovacık Belediye Başkanı M. Fatih Maçoğlu ve Mazgirt Mazgirt Belediye Başkanı Tekin Türkel ile hem ilçelerinde yapmış oldukları çalışmalara dair hem de genel siyasal sürece ilişkin bir röportaj gerçekleştirdik

Hasta tutsakların ölümünde artış var

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Halkların birleşik mücadelesini büyütelim Emperyalist/Kapitalist dünya gericiliğinin güdümündeki Türk hâkim sınıfları ve somutta ki temsilcisi AKP iktidarı tüm kirli politika ve araçlarını en etkili biçimde kullanarak Halklara saldırmaktadır. Başta Kürdistan olmak üzere ülke genelinde tam bir devlet terörü estiren AKP iktidarı, mayasında var olan katliamlarına vahşice devam etmektedir. Cellâtlarını Kürdistan’a salmış olan AKP iktidarı kana susamış bir barbarlıkla ezilen Kürt ulusu üzerinde tam bir vahşet uygulamaktadır. Çocukları katletmekle epeyce nam yapan Türk hâkim sınıfları Kürdistan’da çocukları katletmeye devam etmektedir. Son bir aylık zaman dilimi içerisinde Kürdistan’da onlarca çocuk AKP iktidarının zebanileri tarafından hunharca katledilmiştir.

04

Kürt ulusal mücadelesi ve halk gençliği

10

Yine AKP iktidarı gerici niteliğine uygun olarak aşırı kar hırsı ve sömürü politikaları doğrultusunda doğayı da barbarca katlederek felaketlere sebep olmaktadır. En son Artvin/Hopa’da meydana gelen sel felaketi tamda AKP iktidarının yarattığı yıkım ve talanın sonucu oluşmuştur. AKP iktidarı yarattığı baskı, katliam, yağma, talan ve bir fiil gerici savaş saldırganlığının bedelini halklarımızın öfkesinden almaktan kurtulamayacaktır. Gezide olduğu gibi halklarımızın öfkesi mayalanmaktadır. Tamda bu zorlu süreçte halkların birleşik devrimci mücadelesini örmek ve geliştirmek kaçınılmaz görevlerimizden biridir. Kürt ulusal hareketi başta olmak üzere tüm ilerici toplumsal güçlerle her alanda birlikte mücadeleyi geliştirme çabasıyla hareket etmeliyiz.

Ekin Wan savaşımızın çıplak yüzüdür

11


02 güncel haber

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Erken seçim üzerine kısa bir kritik Elbette Erdoğan/AKP her şeyi iradesi altına alıp mutlak biçimde belirleyip yönetme durumunda olamaz. Devrimci gerçekler Erdoğan’ın hesap ve entrikalarını ezip geçme dinamiğine sahiptir. Bunları mutlak yönlendirme gücü hiç bir gerici iktidar ve entrikalarında olamaz. Dolayısıyla başvurulan hile ve entrikalara, uyguladığı katliamcı teröre, baskı ve saldırganlığa karşın, erken seçim sonuçlarını mutlak biçimde değiştirip lehine çevirme garantisi elde edemeyecektir Erdoğan. Sonuçları belli oranda değiştirme, lehine dönüştürme etkisi gösterse de her şeyi belirleme şansına sahip değildir 7 Haziran genel seçimlerinde öyle ya da böyle ortaya çıkan kitlelerin tercihi ve iradesini hiçe sayarak kabul etmeyen AKP/Erdoğan’ın diktatörce yaklaşımı, erken seçim olarak yeni bir seçimi daha dayattı. Halk kitlelerinin iradesine saygısızlık yapılarak onlara dayatılan bu seçim ve söz konusu gerici dayatma ne kadar ‘‘meşru ve demokratikse”, gündemdeki erken seçim de o kadar meşru ve demokratiktir. Burjuva genel seçimlerin ortaya koyduğu sonuç, AKP‘yi tek başına siyasi iktidar\hükümet olamayacak düzeyde azınlığa düşürürken, AKP dışındaki siyasi partilerin toplam oyları fiilen toplumun çoğunluğunu teşkil etmektedir. Yani; HDP, CHP, MHP ve meclis dışı partilerin oy oranları toplumun çoğunluğunu oluşturmaktadır. AKP’nin aldığı oylar birinci parti olmasına karşın toplumda azınlığı oluşturmaktadır. Buna rağmen AKP/Erdoğan bu çoğunluğu alenen çiğneyerek azınlık olarak kendi istemlerini topluma dayatmaktadır. Erken seçim bir anlamda bu manaya gelmektedir. Erken seçimin Erdoğan/AKP istemi doğrultusunda ya da toplumsal nüfusunun azınlığı ölçü alınarak yapılan bir seçimdir. Dolayısıyla toplumsal nüfusun çoğunluğuna yapılmış bir darbedir. Toplumun çoğunluğuna yapılmış Erdoğan/AKP darbesidir. Bu çıplak gerçeğe rağmen erken seçime gidilmektedir. Erken seçime gidilme kararı, yine Erdoğan’ın Yüksek Seçim Kurulu’na darbe yaparak kararlaştırıp tarihini açıkladığı üzere tek adam sultasının diktatörlük mührünü taşımaktadır. Erken seçimlere gitme sürecinin bizzat Erdoğan/AKP tarafından planlı olarak

geliştirilen bir süreç olduğu alenen görüldü. CHP ile oyalamaya dönük yürütülen görüşmelerin uzatılması ve gerekli zaman tüketildikten sonra malum sonucun açıklanması, daha sonra Erdoğan’ın açık beyanları sürecin 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra planlanıp devreye sokulduğunu açıkça kanıtlamaktadır, kanıtlamaya yeterlidir. Erken seçimin katıksız bir Erdoğan/AKP oyunu olduğu aşikâr. Kısacası, Türkiye-Kuzey Kürdistan halk kitlelerinin iradesine-toplumsal kitlelerin çoğunluğuna karşın, Erdoğan tek başına her şeyi tayin ederek açık bir diktatörlük sergilemektedir. Bütün bunlar erken seçimlerin niteliği hakkında ipucu durumundadır. Yani; erken seçimlerin Erdoğan/AKP tarafından planlanan hile ve entrikalarla geçeceği açık. Elbette Erdoğan/AKP her şeyi iradesi altına alıp mutlak biçimde belirleyip yönetme durumunda olamaz. Devrimci gerçekler Erdoğan’ın hesap ve entrikalarını ezip geçme dinamiğine sahiptir. Bunları mutlak yönlendirme gücü hiç bir gerici iktidar ve entrikalarında olamaz. Dolayısıyla başvurulan hile ve entrikalara, uyguladığı katliamcı teröre, baskı ve saldırganlığa karşın, erken se-

çim sonuçlarını mutlak biçimde değiştirip lehine çevirme garantisi elde edemeyecektir Erdoğan. Sonuçları belli oranda değiştirme, lehine dönüştürme etkisi gösterse de her şeyi belirleme şansına sahip değildir. Erken seçimlerin ülke ekonomisine getireceği ağır yük ve ekonomik krizi derinleştirme gerçeği gözle görülen bir durumdur. Ancak iktidar-başkanlık uğruna ekonominin batması, ekonomik krizin derinleşmesini önemsemeyecek kadar gözü karardığı açıktır. Başkanlık uğruna yaptığı katliamlar gibi, yapmayacağı hiçbir şey yoktur. Üstelik ekonominin karşı karşıya kalacağı sonuçları bilerek erken seçime karar verdiği de bilinmektedir. Ancak ekonomideki dalgalanmadan da nemalanma şansı olduğu için, ekonomik krizi de önemsememektedir. Dolardaki rekor kıran yükselişler karşısında milyonlarca dolar alarak kar sağlayan Erdoğan ve şürekâsı, nasılsa ekonomik krizin faturasını halk kitlelerine yüklediği için krizde kaybeden değil, kazanandır. Yapılan anket sonuçları ekseriyetlen sürecin Erdoğan/AKP lehine gelişmediği, AKP’nin tek başına iktidar olamayaca-

ğını göstermektedir. Kumpas, komplo, entrika ve hile-hırsızlıkta uzman olan Erdoğan ve AKP ekibi, eğer büyük bir manipülasyon yaratarak seçmen oyunda ciddi değişiklikler yapacak kirli icraatlara imza atmazsa erken seçimde iktidar olma şansı yoktur, hatta sıfırdır. Ama seçim hükümeti kabinesi oluşturulurken başvurduğu yöntemle veya satın alarak MHP’den parça koparmada gösterdiği başarıyı daha geliştirerek farklı düzeylerde uygulama ihtimalinde ve özellikle basına ve iş dünyasına dönük düzenleneceği söylenen operasyonlar düzenleyerek belli sonuçlar elde etmesi durumunda erken seçimlerde şansını yükseltmesi mümkün olabilir. Ancak mevcut durumda Erdoğan/AKP’nin istediği sonuçlara ulaşması son derece zayıftır. Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi gibi partilerin, AKP tarafından ilhak edildiklerini düşünsek dahi, bu durum bile AKP oylarında ciddi bir artışa yol açmayacak, AKP açısından sonucu değiştirmeyecektir. AKP aslında kaybedeceği bir erken seçime gittiğini biliyor. Ya tutarsa mantığıyla hareket etmekten ve bir daha şansımı deneyeyim tercihini


01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

kullanmaktan başka bir umudunun olmadığı açıktır. Fakat erken seçimin kaybedilmiş bir seçimden sonra kendisine yaradığı, kendisine zaman kazandırdığı, açıklarını kapatıp prosedüre uydurma olanağı tanıdığı, bir kaç aylık da olsa iktidarını-borusunu öttürme anlamına geldiğinden, kaybedeceğini bildiği erken seçimi istemesini anlaşılır kılmaktadır. Erken seçimin MHP açısından negatif geçeceği açıkken, bunun da doğrudan Erdoğan/AKP oyunu olup onlara yaradığı saklı değildir. MHP’nin önemli bir oyunun AKP’ye kayacağı yaşanan gelişmelerle şimdiden anlaşılmış durumdadır. MHP baraj altında kalmasa bile ciddi bir oy kaybına uğrayacağı söylenebilir. CHP’nin klasik oy oranlarında seyretmesi, en iyi ihtimalle bir kaç puan bunun üstünde oy alması mümkündür. CHP, Kemalist oylarla birlikte, AKP karşıtlarının önemli bir merkezi olarak iş görmeye devam edecektir. Hatta bu kesimlerin bu erken seçimlerde daha fazla CHP’de toplanmasına tanıklık yapacaktır desek yanlış olmaz. HDP erken seçim kazananlarından olacaktır. Gelişen siyasi süreç ve bu sürecin kitleleri sarsan, hatta kırılma yaşamalarına yol açan etkileri AKP aleyhineyken, HDP’nin lehine bir zemin yaratmaktadır. Kürt ulusu üzerindeki acımasız baskı, zulüm ve katliamlar Kürt ulusunun kendi partilerinde kenetlenme reflekslerine yol açacak, erken seçim buna tanık olacaktır. HDP’nin baraj sorununun tarihe gömüldüğü söylenebilir. HDP’nin devam etmekte olan haksız savaş saldırganlığı sürecine karşı benimsediği siyasetin başarılı ve isabetli olduğu doğrudur. HDP devrimci ve ilerici güçlerle ittifak meselesini en azından bir önceki seçimde gerçekleştirdiği kadar güçlü işletmeli, geliştirmelidir. Bu politik yaklaşım HDP’yi ve toplamda devrimci ve ilerici güçleri gelişmekte olan süreç karşısında daha ileri kazanımları elde etmesine olanak sağlayacaktır. Erdoğan/AKP güruhu Kuzey Kürdistan’da yürüttüğü saldırganlıkla sandıkları manipüle edip Kürt seçmeninin oylarını etkisizleştirmez veya çalma mesleğini devreye koyarak çalmazsa HDP’nin bir önceki seçimden çok daha yüksek oy alması mümkündür. Ne var ki, ne HDP ve ne de ittifak güçleri asla rehavete kapılmamalıdır. Rehavet en sağlam yerlerde bile ters gelişmelere vesile olabilir.

güncel haber

03

Hasta tutsakların ölümünde artış var İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Merkezi, hasta tutsakların serbest bırakılması için, hasta tutsak listesini bir kez daha güncelleyerek Adalet Bakanlığı'na teslim etti. Listeye göre; Şu anda cezaevlerinde 649 hasta tutsak bulunuyor. Bu hasta tutsakların 247'si ise ağır hasta durumunda. Ayrıca listeye 198 hasta tutsak daha eklenirken, 82 hasta tutsağa Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim ve araştırma hastanelerinde "cezaevinde kalamaz" raporu verilmesine rağmen, ATK'ye gönderilen tutsakların tahliyeleri reddedildi. Geçen yıla oranla hasta tutsak ölüm sayısında artış var. Devlet bu yaşananlardan ders çıkararak sorunu çözme yerine baskıların dozunu artırarak sorunu daha katmerleştirmeyi seçmiştir. Osmanlı oyunlarıyla bir yere varamayacağını anlayınca çözüm süreci aldatmacasın da son vererek kanla beslenme yolunu tercih etti. Toplumun devrimci ve demokrat dinamiklerine karşı adeta savaş ilan Türk Devleti, bir yönüyle de her şeyin üstünü örtmeye çalışıyor.

Fakat tüm bu baskılara karşı devrimci, demokratik güçler hapishanelerde yaşanan hak gasplarına karşı ve hasta tutsakların durumuna dikkat çekmek amacıyla alanlara çıkıyorlar. Birkaç ilde hapishaneler için periyodik olarak yapılan eylemlerin yanı sıra hapishanelerle ilgili düzenlenen raporlar çeşitli eylemlerle kamuoyuna sunuluyor. CHP Ankara Milletvekili Ali Haydar Hakverdi, Adalet Bakanlığı’nın yanıtlaması istemiyle bir soru önergesi verdi. Önergede şu soruları yöneltti: – 1 Ocak 2015 ile 29 Haziran 2015 ve 1 Ocak 2002 ile 29 Haziran 2015 arasında hapishanelerde tutuklu ve hükümlü olarak bulunan vatandaşlarımızdan kaçı hayatını kaybetti? – Bunlardan kaçı intihar etmiştir? – Bunlardan kaçı 18 yaşından küçüktür? Adalet Bakanlığı’ndan verilen yanıta göre 2002’de 89, 2003’te 163, 2004’te 54, 2005’te 59 tutuklu ve hükümlü can verdi. Bu rakam 2006 yılından itibaren katlanarak arttı. 2006’da 157, 2007’de 178, 2008’de 211, 2009’da 287, 2010’da 307, 2011’de 321, 2012’de 345, 2013’te 316 ve 2014’te 380 hükümlü ve tutuklu cezaevinde öldü. 1 Ocak-29 Haziran 2015 tarihleri arasında 157’si hükümlü ve

19’u tutuklu olmak üzere 176 kişi öldü. Aynı tarihlerde 21’i hükümlü ve sekizi tutuklu olmak üzere 29 kişi ise intihar etti. Yedi hükümlü de başka şekillerde hayatını kaybetti. Toplamda, 61 hapishanede 212 kişi cezaevlerinde öldü. Bu arada 2009 yılından 29 Haziran 2015’e kadar. Cezaevlerinde 9 çocuk ta hayatını kaybetti. Adalet Bakanlığı'nın soru önergesine karşı verdiği yanıtta her şey ortada. Tabi Adalet Bakanlığı yaşanan ölümlerin hapishane koşullarından kaynakladığını es geçmiş. Fakat yaşanan ölümlerin yüzde doksanı devletin hapishane politikalarından kaynaklıdır. Gerçekleşen ölümlerin çoğunluğu sağlık sorunlarının çözülmememsi neticesinde oluştuğu Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın raporlarında mevcut. Hasta tutsaklardan Abdullah Kalay'ın kalbi çok zayıf. Kalbinin yüzde otuz beşi çalışıyor. Bu durumda hapishanede kalması çok riskli. Ama devlet Kalay'ı hapishanede tutmak için bindir gerekçe uyduruyor. Yılmaz Kahraman'ın beyninde tümör var. Hayati riski var, yani hapishanede tutulmaması gerekiyor. Kahraman bu sağlık sorunundan sonra görme yeteneğini yitiriyor. Duvarlara tutunarak yürüyor. Bu haliyle tek kişilik hücrede tutuluyor. Hasta tutsak Halil Güneş akciğer kanserine yakalanalı hayli zaman oldu. Kamuoyu tepkisine rağmen Güneş tahliye edilmiyor.

Cengiz Sinan Halis Çelik, Metris R Tipi Hapishanesi'nde kalıyor. Omurgada ve Başında şarapnel parçaları var. Epilepsi hastası. Sırtındaki parçalar yüzünden oturmada kalkmada ve temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekiyor. Başındaki parçalar yüzünden kısa anlık bilinç kaybı yaşıyor, el ve ayaklarında uyuşma oluşuyor. Erol Zavar, mesane kanseri tanısıyla iki kez ameliyat oldu. Fakat sağlık sorununda bir düzelme yok. Bu liste böyle uzayıp gidiyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Merkezi, hasta tutsakların serbest bırakılması için, hasta tutsak listesini bir kez daha güncelleyerek Adalet Bakanlığı'na teslim etti. Listeye göre; Şu anda cezaevlerinde 649 hasta tutsak bulunuyor. Bu hasta tutsakların 247'si ise ağır hasta durumunda. Ayrıca listeye 198 hasta tutsak daha eklenirken, 82 hasta tutsağa Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim ve araştırma hastanelerinde "cezaevinde kalamaz" raporu verilmesine rağmen, ATK'ye gönderilen tutsakların tahliyeleri reddedildi. İHD tarafından güncellenen hasta tutsaklar listesi tutsakların sağlık sorunları hakkında yapılan kısa açıklamayla Adalet Bakanlığı'na sunulmuştu.


04

güncel haber

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Hopa felaketini yaratan kapitalist sistemin ta kendisidir! Bütün bu gerçeklik karşısında emperyalist-kapitalist sistem başta olmak üzere, tüm gerici sistemlerin yıkılması insanlığın karşısında duran zorunlu bir görevdir. Bu bağlamda çevreci örgütlenmeler, doğaseverler, hayvan severler, demokratik, ilerici ve aydın güçler ile devrimci sınıf güçlerinin emperyalist-kapitalist sistem ve bilumum gericiliğe karşı ortak mücadelede buluşması zorunludur Hopa’da son elli yılda görülmemiş bir doğa felaketi yaşandı. Olağan dışı yoğunluk ve kuvvetle yağan yağmurun vesile olduğu felaket, sayıları onu geçen can kaybına neden oldu. Büyük maddi zarar ve yaşamı felç eden yıkım da tahribatın diğer parçasıydı. İlk bakışta söz konusu doğa olayının, sade bir doğa olayı olduğu ve doğanın normal tabiatından kaynaklandığı şeklinde bir yanılgıya düşülebilir. Hâkim sınıflar soruna tam da böyle yaklaşmakta, medyası aracılığıyla böyle sunmaya çalışmaktadırlar. Oysa Hopa halkı farklı düşünerek olayın gerçek nedenlerine işaret etmekte, haklı olarak suçlunun doğa olayı olmadığını, bizzat doğanın doğal dengesini bozup tahrip eden gerici sistemler ve bu sistemlerin gerici çıkarlar uğruna yürüttüğü talan ve tahribattan ileri geldiğini ortaya koymaktadırlar. Hopa’da yaşanan felaketi protesto eden tüm kitleler aynı bilinçle hareket etmektedirler. Ki bu bilinç ve yaklaşımın tamamen doğru olduğu açıktır. Kısacası olayın derin arka planına bakıldığında ilgili olayın doğanın normal tabiatının sonucu olmayıp, bilakis bu tabiatı bozan, doğayı talan ve tahrip eden kapitalist sistemin ürünü olduğu gün kadar açıktır. Bu anlamda, yağmur, sel, erozyon gibi faktörler sadece bir vesile ama kapitalist sistem ve tahribatları gerçek nedendir. Yağmurların tipik olarak değişikliğe uğramış olan yağış kuvveti ve yoğunluğunun bu denli yıkıcı bir biçime bürünmesinin nedeni, doğanın doğal dengesinin kapitalist kar ve projelere kurban edilerek bozulmasının sonucudur. Tüm coğrafyanın adeta barajlaştırılması, HES’lere boğulması, kapitalist karlar uğruna ormanların yok edilmesi vb biçiminde doğaya yapılan müdahaleler yağışların denge ve biçimini değiştirirken; küresel

ısınma ve iklimsel değişime yol açan kapitalist-emperyalist sistemin evrensel sonuçları bu doğa felaketlerine yol açan sebeplerin ta kendisidir. Erozyon denen toprak kaymaları; toprağın tutunduğu ağaç, orman ve tüm bitki türlerinin kapitalist karlar uğruna çoraklaştırılmasının sonucu olarak devası yıkım boyutlarıyla ortaya çıkmaktadır. İklim değişikliğine yol açarak olağan dışı yağışlara sebep olurken, bu yağışlar bitkiden yoksun bırakılmış topraklar üzerinde tam bir felaket nedeni olmaktadır. Kimyasal ve biyolojik silah üretimi ile birlikte sınırsızca çoğaltılan nükleer enerji santralleri, kapitalist karları karşılamak ve arttırmak üzere ihtiyaç duyulan enerjinin elde edilmesi amacıyla neredeyse her derenin üzerine yapılan HES ve barajlar, iklimlerin bozularak doğanın hırçınlaşmasına sebep olmakla birlikte doğanın bitki ve ağaç türlerinden yoksun bırakılmasıyla savunmasız hale gelip insanı yok eden doğa olayları-

na yol açmaktadır. Aynı kapitalist sistem ve gericilik, doğayı koruyan harcamalardan kaçınarak vahşi karlarını arttırmayı esas alan gerici çıkar merkezli anlayışla, insan yaşamını tehdit eden doğa olaylarına karşı önlem almadan ve gerekli alt yapı harcamalarından sakınarak insanların gruplar halinde ölmesine neden olmaktadırlar. İnsan yaşamını koruyan anlayıştan uzak ve sadece karlarını hesaplayan kapitalist sistemin, insan yaşamına önem vermeyen ve insanı kar hedeflerine kurban eden canavarca bir sistem olduğu su götürmez gerçektir. Hopa’da yaşanan felaket tam da bu köhnemiş sistem iken, ölen insanların sorumlusu da kuşkusuz aynı gerici sistem ve sahipleridir. Dolayısıyla yaşanan doğa felaketi değil kapitalist felakettir, kapitalist sistemin yol açtığı kıyımdır. Patronların, özellikle de yandaş patronların karları uğruna Soma’da 301 maden işçisini diri diri toprağa gömen AKP ikti-

darı ve komprador tekelci burjuva sistemleri Hopa’da yaşanan felaketin de sorumlusudur. Emperyalist-kapitalist sistem ve yerel gericilik hegemonya uğruna yürüttüğü talan, savaş saldırganlığı, askeri işgaller ve kaynağı olduğu ekonomik krizlerle insanlığı felaketlere sürüklemekle yetinmemekte; insana dönük kıyımına paralel yürüttüğü doğa tahribatıyla insan doğasını da yok etmektedir. Bütün bu gerçeklik karşısında emperyalist-kapitalist sistem başta olmak üzere, tüm gerici sistemlerin yıkılması insanlığın karşısında duran zorunlu bir görevdir. Bu bağlamda çevreci örgütlenmeler, doğaseverler, hayvan severler, demokratik, ilerici ve aydın güçler ile devrimci sınıf güçlerinin emperyalistkapitalist sistem ve bilumum gericiliğe karşı ortak mücadelede buluşması zorunludur.


01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

güncel haber

UFUK ÇİZGİSİ

05

≫ bakış can

KAN KIYIM SİYASETİ YAPAN ERDOĞAN/AKP GÜRÜHU KİTLELERİN DEVRİMCİ ÖFKESİYLE BOĞULACAKTIR

E

rdoğan/AKP güruhu, iktidar ve başkanlık sevdası uğruna Kürt ulusu ve emekçi halklarımıza ölümü reva gören pervasız bir saldırganlık uyguluyor, bedeli ne olursa olsun savaş ve çatışma dayatıyor. Kuşkusuz ki, mutlak egemenlik hırsıyla dayatılan bu savaş ve çatışmanın bedelini bu savaşın tek sorumlusu olan Erdoğan/AKP iktidarı da ödemek durumundadır, ödeyecektir de. Yapılan bombalamalar, katliamlar, büyük tutuklamalar ve baskılar darbeden daha masum değildir. Uygulanan sivil darbe ve sıkıyönetim koşullarının tüm sorumlulukları elbette bir fatura olarak geri dönecektir. Hangi demagojiye başvurulursa vurulsun, nasıl manipüle edilmek istenirse edilsin, fatura kime çıkarılmaya çalışılırsa çalışılsın, hangi yalan ve çarpıtmayla durumu izah ederlerse etsinler son derece anlamlı olan ölen asker ailelerinin öfke patlamasını saklayamaz, toplumsal gerilimin hedefini şaşırtamaz ve ekonomik gidişatın sarsıcı sonuçlarını boşa çıkaramazlar. Neredeyse her asker cenazesinde patlayan öfke toplumdaki birikimi ifade ediyor. Her gün insanlar ölürken, komprador tekelci burjuva egemen siyasetin ölümler üzerinden siyaset yapmaya çalışması toplumda kabul görmüyor. Artık gerici iktidar, toplumu kolayca gerici hesapları uğruna sürükleme yeteneğini yitiriyor. Bir avuç gerici egemen tarafından uyutulmak istenen toplum çıplak gerçekler karşısında küçümsenemez ölçüde ‘’uykudan’’ uyanıyor. Yaşanan acı ve gözyaşının toplumsal bilinç ve uyanış üzerinde büyük etkide bulunarak hızlı bir gelişim-değişime vesile oluyor. Özcesi; bir toplumsal uyanış sürecine tanık olmaktayız. Bu uyanış ve bilinçlenme sürecinde, kuşkusuz ki demokratik mücadele ve siyasetin payı, aydınların rolü, halk kitlelerinin ekonomik-demokratik-siyasi zemindeki devrimci muhalefetinin rolü, Kürt ulusunun büyük direnişinin rolü ve hatta komprador tekelci klikler arasında keskinleşerek yaşanan dalaş ve çelişkinin objektif olarak kendilerini teşhir eden etkisi inkâr edilemez realitelerdir. Buna Erdoğan/AKP güruhunun, toplumu yok sayarak kendi istem ve gerici çıkarlarını topluma dayatması ve alenen baskıda, keyfiyetçi yönetimde, yalanda, hukuk çiğnemede sınır tanımayan faşist bir diktatörlük uygulaması da eklenebilir. Ancak çok daha belirleyici olan bir unsur var ki, o silahlı eylemden, silahlı haklı savaştan başkası değildir. Toplumsal dönüşüm-değişimlerde ‘’zorlanmaların’’ genellikle rol oynadığı tüm tarihsel süreçlerde ispatlanmış doğrudur. ‘’Bana değmeyen yılan bin yaşasın’’ felsefi sefalet tarafından şekillenen toplumlarda ancak kendisine değinildiğinde duyarlılıklarının arttığı bir gerçektir. Silahlı eylem-savaş, kan ve can bedeli bakımından gerici egemen sınıfları doğrudan etkilemez. Zira onlar iktidarları uğ-

runa toplumları bir birine kırdırmaktan hiçbir zaman geri durmamış olup, esası halk kitleleri olmak üzere toplumsal kesimleri vuruşturarak hakem rolünde ya da kışkırtıcı pozisyonda durup saltanatlarını sürdürmeyi hesaplarlar. Çocukları savaş ve çatışmadan muaf olduğu gibi askerlik de yapmazlar. Yoksul emekçi halkların çocukları askerlik yapar, savaşır ve ölürler. Ölen asker sayısı küçümsenemez rakamlarda olduğu halde, bir bakan, başbakan, cumhurbaşkanı ve diğer kodamanların bir çocuğu bu ölümlerde yoktur. Bilakis, onların çocukları para saymakla, işletmeler kurup yürütmekle, tatiller yapmakla, eğlenmekle vb vs meşguldür… Toplumsal kitleler bütün bu gerçeği görme yeteneğinden yoksun mudur? Hayır! Dolayısıyla bir realitedir ki, keskinlikler ne kadar büyürse, acılar ne kadar his edilirse kandırılmış olan toplum o derece gerçeği hızlı görür ve düşünmeye başlarlar. Yaşanan acılar son derece büyük olup, bu acılar karşısında sevinç çığlıkları atılmasa da, dayatılan gerici savaş bu acıların yaşanmasını zorunlu kılıyor. Bu zorunluluk zemininde de olsa yaşanan acılar istenilen bir tercih olmamakla birlikte, daha büyük acıların yaşanmaması için toplumsal uyanışa vesile oluyor. Ne yazık ki, acılar yaşanmadan değişim ve ilerlemeler gerici iktidar şartlarında pek mümkün olmuyor. Acılar yaşayarak da olsa acıları önleyecek olan olumlu gelişmeler filiz veriyor. Bugün yaşanan tam da budur. Savaşı başlatan Erdoğan/AKP güruhu savaşın ölümcül bir etkisini yaşamazken, toplumsal kitleler bu savaşın en ağır faturasını çocuklarının ölümüyle ödüyor. O halde neden Erdoğan/AKP iktidarının yalanlarına, kirli oyunlarına inansın ki? Başlattıkları savaş asker olsun, gerilla olsun genel olarak halkın çocuklarına mal oluyor. AKP dâhil tüm gerici iktidarların üzerine oturduğu zemin de budur. Vatan-bayrak-millet safsatasıyla geri kitlelerin duygularına hitap edip onları manipüle ederek,6 tekçi ideolojilerine entegre etmekte ya da etmeye çalışmaktadırlar. Halkın çocuklarının ölmesi başlatılan haksız savaşa karşı haklı savaşın yürütülmesini yadsımaz. Tersine bu bir zorunluluktur. Gerici savaşın ortadan kaldırılması ve nihayetinde tüm savaşların ortadan kaldırılması için haklı savaşın verilmesi zorunlulukla gereklidir. Savaş devrede olduktan sonra askerler halkın çocuğudur gerekçesiyle haklı savaştan geri durulamaz. Savaş içinde karşılıklı güçlerin bir birini yok etmesi savaşın tabiatıdır. Savaş, yaşamak için öldürmeyi gerektirir. Savaşta karşına çıkan düşmanın kimin çocuğu olduğuna bakma şansın olmadığı gibi, düşman güç olarak karşına dikilen herkes silahının hedefindedir. Burada doğru sorgulama haksız savaşın parçası olmayı reddetme ve askere gitmeme tavrını benimseyip benimsememe üzerinden yapılmalıdır.

Kuşkusuz ki, ölen askerlerin anne-babalarının yaşadığı acıyı önemsiz görmek düşünülemez. Ancak askere giden-gönderilen çocukları özellikle savaş şartlarında ve/veya son tahlilde insan öldürmeye gidiyorlar. Öldürmeye gidenlerin de öldürülmek istenenler tarafından öldürülmesi son derece anlaşılır bir durumdur. Tam da bundandır ki, ölen asker aileleri mevcut iktidarı sorumlu tutup ona öfke göstermektedir. Özellikle barış isteyenlere karşı yürütülen bir savaşta ölen askerlerin veya ölen her kesin sorumluluğu doğrudan savaş yanlısı iktidardadır. Bu durumda savaş kışkırtıcısı ve yürütücüsü olan Erdoğan/AKP iktidarının kitlelerce hedeflenmesi isabetle gerekliyken, askere gitmeme-göndermeme tavrının geliştirilmesi son derece anlamlıdır. Haksız savaşı başlatan ve körükleyen gerici hâkim sınıflar ama savaşanlar yoksul emekçi çocuklarıdır. Zira zorunlu askerlik görevi denen zırvalık karşısında askere gitmekten başka çaresi olmayanlar paralı askerlik yapamayan yoksul halkın çocuklarıdır esasta. Parası olan büyük zenginlerin çocukları ve iktidar sahibi kodamanların çocukları bu zorunlu askerlikten her halükarda muaftırlar. Örneğin Erdoğan’ın oğlu Bilal’in neden askerlik yapmadığı açıklanabilir? Kısacası halkın çocuklarının Erdoğan/AKP veya diğer gerici hakim sınıfların çıkarları uğruna bir birini öldürmesi kabul edilmemeli, dolayısıyla askere gitme reddedilmelidir. Dahası büyük bir toplumsal muhalefetin geliştirilerek gerici savaş dayatmasının reddedilmesi şarttır. Ki bunun emareleri görülmektedir. Erdoğan’ın bencil hedefleri uğruna topluma dayatılan bu ağır sürecin evirileceği nokta yeni bir Gezi Ayaklanması sürecidir. Gelişmeler zincirinin tutarlı halkaları bunu işaret etmektedir. Asker ailelerine varan yelpazede gelişen tepki ve öfke, böyle bir direnişin toplumsal kitlelerde olgunlaşarak karşılık bulduğunu anlatmaktadır. Ki emekçi halk kitlelerinin ağır baskı, haksız savaş ve saldırganlık koşullarına karşı büyüyen hoşnutsuzluğu da küçümsenemez düzeyde birikmiştir. Bu zemini iktidar çıkarları uğruna kullanmak isteyen burjuva klik ve güçlerin olduğu da ayrı bir gerçektir. Bunlar, kendi iktidar hesaplarıyla Erdoğan/AKP iktidarını devirmek için halk kitleleri ve en geniş muhalefet kesimlerini manivela etmeyi benimseyeceklerdir. Gerek bu sürece geçiş anlamında, gerekse bu sürecin yaşanacağı ihtimali karşısında ve gerekse de halk kitlelerinin devrimci enerjisinin burjuva klikler tarafından kullanılma olasılığına karşı, devrimci hareketin gerekli hazırlıklarını yapması ve muhtemel gelişmelere hazırlıksız yakalanmayıp hazırlıklı olması şimdiden dikkate alınması gereken bir öngörü olarak elzemdir. Toplumsal öfke birikerek patlama noktasına gelmiştir. Bu patlama hem ekonomik sorunlar temeliyle ve hem de siyasal sürecin dinamikleri temelinde güçlü bir zemine sahiptir.


06 haber yorum

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Basit araçlarla siyaset yapmak Mücadele içindeki çoklu çelişmeleri dönemsel olarak rafa kaldırmak yerine, onları yönetme becerisinde ustalaşmak bizleri sağ ve sol savrulmalardan koruyacaktır. Gündelik yaşamda iç içe geçmiş ve durmaksızın değişen gündemleri neresinden yakalayacağını bilmez ruh hali siyasi olarak donmuştur

D

ünya üzerindeki devrimci muhalif hareketlerin gelişim seyrini mercek altına aldığımızda, doğru zamanda doğru yerde olmanın önemi çok açık gözlemlenebilir. Aynı zamanda, bu kaide bin yıllardır uygulana gelen bir doğa kanunudur da. Su başlarını tutan yırtıcılar, besin zincirinin en tepesinde her türlü doğal afetten en alt düzeyde etkilenerek soylarını devam ettire gelmiştir. Toplumsal yaşamın her alanda yeniden inşası iddiasındaki devrimciler olarak gelelim kendi gerçekliğimize. 2000’li yıllar sonrası, devrimci harekette mücadeleyi salt teknik donanıma indirgeyen sağ bir anlayış yükselişe geçti. Bunda 90-2000 arasındaki, düşmanı küçümseyen ve büyük kayıplara yol açan sol hatta tepki de yadsınamaz. Gelişen bu ‘yeni’ anlayış, en son model daktilo ile en güzel romanın yazılabileceğini savunmak kadar mesnetsizdi. Dünya devrim tarihi zorba iktidarları basit araçlarla alt eden yüzlerce örnekle doludur. Vietkong gerillası, ABD Emperyalizmini savaşı tünellere taşıyarak çaresiz kılarken; Peru’da Aydınlık Yol, el sapanları ile dinamit atarak karakol basıyor ve Halk Savaşını başlatıyordu. Çok uzaklara gitmeye gerek yok; İbrahim Yoldaş’ın Dersim faaliyeti bir elin parmağı kadar insan ve birkaç silahtan ibaretti. Silah bizim siyasetimizin amacı değil aracıdır. Biz, esasta siyasetimizin tarihsel haklılığına güveniriz ve gücümüzü buradan alırız. Köklü bir mücadele geçmişine sahip olmamıza karşın; bunun dünden bugüne pratik bağını yeterince kuramamış olmamız bizler açısından ciddi bir sorundur. Tecrübe, bedeli ağır bir kazanım iken bunun aktarım mekanizmalarının olmaması, her seferinde sıfırdan başlama ve aynı hatalar kısır döngüsünü beraberinde getirmektedir. Demokratik Kürt siyasetinin 25 yıllık tarihinde, ülke genelinde ulaşabildiği en yüksek oy oranı %6 iken; son seçimlerde izlemiş olduğu politik hat ile bunu %13’lere çıkarmış olması doğru siyasetin tayin ediciliğine somut bir örnektir. Maoistlerin devrimci ve demo-

kratik siyasette istenilen yerde olmadığı açıktır. Düşmanla çelişkilerimiz çoğu zaman içimizdeki çelişkilerin gerisinde kalmakta; alt üstü, üst altı sorumlu tutarak sorunları tahlil ettiğini varsaymaktadır. İmama kızıp oruç bozmak bizim topraklara has oldukça enteresan bir adettir. Devrim mücadelesi uzun bir yoldur. Bu uzun yol, yola düşenlerce dönem dönem sadece yolda olmaya indirgenmektedir. Nihai olarak insanın insanla arasındaki çelişkileri, sınıfları ve sınırları ortadan kaldırma iddiası unutulmaktadır. Eşitsiz gelişim yaşamın her alanında kendini gösterir. Buradan hareketle ileride ve geride olan arasında tercih yapmak yerine, ikisi arasındaki doğru ilişkiyi kurmak aslolandır. Mücadele içindeki çoklu çelişmeleri dönemsel olarak rafa kaldırmak yerine, onları yönetme becerisinde ustalaşmak bizleri sağ ve sol savrulmalardan koruyacaktır. Gündelik yaşamda iç içe geçmiş ve durmaksızın değişen gündemleri neresinden yakalayacağını bilmez ruh hali siya-

si olarak donmuştur. Takvimsel eylemli- görev biçmesi ve bunu kolektif ile ilişkilikler ve gerçekleşen katliamlara yönelendirme meselesini yolun başında netlik protesto eylemlilikleri ile günlerini leştirme gayreti oldukça önemlidir. Devdevirmektedir. Bu kısır döngünün fark rim net kafaların işidir. Sistemin çizdiği edilmesi, kırılması “bizden öncekiler yo- sınırları genişletmek onu görmekle rumladı, biz değiştireceğiz” gibi iddialı mümkündür. Bir atımlık barutu olan tabir söyleme sahip komünistler için habanca misali siyaset yapmak her koşulyatidir. Dünyayı değiştirme mücada kaybettirir. Akıl ve elin diyalektik delesi onu yorumlamayı bıilişkisini kuramayan bir devrakmayı getirmez. Prarimci ya lafazan olur ya Basmakalıp cümletik faaliyet süreci yeda memur. Devrimin nilgilerle sonlansa her ikisine de ihtiyaler üzerinden burjuvaziyi bile temel hareket alt etmemiz mümkün değildir. cı yoktur. Komünoktası “yeniden nistleri, diğer siKapitalizm dünya genelinde yaşa- yasi akımlardan yapalım ve daha dığı krizlere karşın hala dinamik ve ayıran temel niiyi yapalım” olmalıdır. Hakikendini yenileyebilen bir sistemdir. teliklerin başınkati görme beAz ya da çok potamıza giren niceli- da değiştirme cerisi kazanmaeylemi gelir. Basği bir niteliğe dönüştürmenin dan, egemen sımakalıp cümleler araçlarına kafa yormadan ge- üzerinden burjuvanıfların durmaksızın değişen günziyi alt etmemiz lişim ivmesi yakalayademlerinde etkin bir mümkün değildir. Kamayız. aktör olmamız imkânpitalizm dünya genelinde sızdır. Bireyin kendine bir yaşadığı krizlere karşın hala


dinamik ve kendini yenileyebilen bir sistemdir. Az ya da çok potamıza giren niceliği bir niteliğe dönüştürmenin araçlarına kafa yormadan gelişim ivmesi yakalayamayız. Gittikçe kendini tüketen kısır döngüler girdabında yitip gitmek istemiyorsak, zor olanı yapmaya soyunmalıyız. Burjuvazi

açısından sizin bulunduğunuz siperde ne yaptığınızın pek te önemi yoktur. İster patates soyun, ister mayın yapın burjuvazi nerede durduğunuzla ilgilenir ve buna göre yaklaşır. Devrimci siyaset attığı taş ile ürküttüğü kuş arasındaki ilişkiyi kurabilmedir. Canavar dişleri ekip, pireler biçmek istemiyorsak durduğumuz yerin hakkını verebilmeliyiz. Bir Arap atasözü; “Azrail Bağdat’a üç can almak için gitmiş, üç bin kişi korkudan ölmüş” der. Korku da, cesaret te bulaşıcıdır. İnsan öldürmede, deha düzeyine varmış faşist bir zihniyetle mücadele etmek ve onu tarihin çöplüğüne atmak için zor kelimesi basit kalmaktadır. 1939-1945 yılları arasında Sovyetler, Alman faşizmini yenme mücadelesinde 20 milyon yurttaşını kaybetmiştir. Bu, tüm savaştaki ölen insan sayısının neredeyse yarısı kadardır. Türk Devletinin, Nazilerden geri kalır bir yanı yoktur; tarihi halkların katliamları ile doludur. Yakın zamanda tanığı olduğumuz Suruç katliamı, IŞİD barbarlığına verilen açık

07

destek, Kürdistan coğrafyasındaki yargısız infazlar önümüzdeki dönemin siyasi hattının da nasıl olacağına dair kuvvetli verilerdir. Peki, mücadelenin her alanındaki komünistler, buna ne kadar hazırlıklıdır. Bunu sınıflar mücadelesi arenasın-

daki etkinliğimiz gösterecektir. Görev alma, ileri atılma, sorumlulukları paylaşmadaki tavrımız; kolektifin gelişimi ile doğru yönlü gelişim sergiler. Devrim adına on yıllardır gazete okuru olmaktan öteye gidememiş kişiliğin salt “eleştiri” tavrı ve bunun üzerinden “mücadeleyi bırakma” vb. baskılanma yaratmaya dönük söylemleri, en başta kendine karşı samimiyetsizliktir. Nerede, ne zaman, neye başlamıştın ki? Birey kendi içinde devrimi inşa iddiasını taşımıyorsa bunu örgütün “zorlaması” ile biçimsellikten öte yapamaz. Sosyalizm mücadelesinin hangi alanında ve ne konumda olursak olalım bir şeyler yapılmasının gerekliliğini hissettiğimiz her konuda sık sık şu soruyu kendimize sormalıyız: Ben değilsem kim, bugün değilse ne zaman?

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ refik demir

DEVRİMCİLİĞİ BİLİMSEL KAVRAYALIM CÜRETİ KUŞANALIM CİĞERLERİ ZORLAYALIM

D

evrim yâda devrimcilik yaşamakta olduğumuz dünya gerçekliğinde tamamen bilimsel ve zorunluluk denkleminde ele alınmalıdır. Özel mülkiyet dünyası ve onun sonuçları üzerinden cereyan eden sınıflar mücadelesi bugün her zamankinden daha katbekat kaçınılmaz bir zorunluluk halini almıştır. Yaşadığımız dünya realitesine kabaca baktığımızda dahi bu zorunluluğu net olarak görmüş oluruz. Emperyalist/Kapitalist gerici dünyanın barbarca halklara saldırdığı, soykırımlar ve katliamlar gerçekleştirdiği, sürgünler, işgaller ve doğanın kapitalist rant uğruna kıyımdan geçirildiği bir dünya gerçekliğinde devrimden ve devrimcilikten daha bilimsel ve zorunlu bir gerçeklik olamaz. Gerici erkek egemen zihniyetin prangaları altında adeta soykırıma maruz kalan kadınlar ve LGBTİ bireyler gerçekliği varken devrim ve devrimcilik yapmaktan daha doğal ve zorunlu bir durum olamaz. Başta Türkiye-Kuzey Kürdistan olmak üzere dünyanın değişik bölgelerinde dünya gericiliğinin halklara karşı yürütmüş olduğu gerici savaş sonucunda sistematik olarak körpecik bedenleri dağlanan ve umutları paramparça edilen çocuk katliamları yaşanırken devrim ve devrimcilik yapmaktan daha meşru bir durum olamaz. Yani toplamda insanlık ve doğa zebaniler tarafından yağma ve soykırıma uğratılırken buna karşı çıkmaktan ve devrimci bir zeminde devrim perspektifi ile mücadele etmekten daha bilimsel ve zorunlu bir şey olamaz. Bugün bu gerçekliği karartmaya ve silikleştirmeye çalışanlar niyetlerden bağımsız olarak devrim hareketini zayıflatan ve son tahlilde yukarıda özetlemeye çalıştığımız gerici ve barbarlık iklimini meşrulaştıran bir yerde durmaktan başka bir işe yaramamaktadırlar. Yani keskin sınıf çelişkilerini yok sayanlar yada silikleştirenler, halkların haklı mücadelesini yadsıyanlar, halkların devrimci öfkesini meşru görmeyenler, devrim hareketini ve silahlı devrimci savaşı miadı dolmuş bir olgu olarak ele alıp red edenler ve toplamda burjuva gerici egemenliğin zorla yani devrimci şiddetle yerle bir edilmesini unutturmaya ve silikleştirmeye çalışanlar iflah olmaz sınıf işbirlikçisi burjuva liberallerdir. Devrim hareketi dün olduğu gibi bugünde bu sınıf işbirlikçisi burjuva liberal çizgilere karşı keskin bir ideolojik kopuş ve mücadele düzleminde devrimci savaşı geliştirmekle yükümlüdür. Devrim hareketinin önündeki temel tıkaç noktaları bunlardır. dolayısı ile devrim hareketi bu noktada berrak bir içerikle bu zemini zayıflatmadan kendi önünü açamaz ve bugün devrim hareketinin önündeki en temel görevlerden biri bu burjuva zemin

ve çizgilere karşı açıktan ideolojik bir karşı saldırı gerçekleştirerek bu sisli atmosferi dağıtmak ve kitleleri devrim bilinciyle aydınlatmak olmalıdır. Devrim hareketi yada devrimcilik kaba anlamda sadece yaşanan sorun ve çelişkiler düzleminde ele alınamaz, tabiî ki devrim hareketinin beslendiği ve üzerinde yükseldiği zemin mevcut sorunlar ve çelişkiler gerçekliğidir. Fakat sadece bununla sınırlandırılan bir devimcilik algısı ve tasavvuru kesinlikle doğru değildir. Devrimcilik her şeyden önce bilimsel diyalektik tarihsel materyalizmden beslenen bir içeriğe sahiptir ve her koşulda bu zeminde ele alınmalıdır. Bundan kopuk ele alınan bir devrimcilik kaba küçük burjuva devirmeciliğidir. Sadece yaşanan sorun ve çelişkiler düzlemiyle sınırlı tutulan ve diyalektik tarihsel mataryalizmden gıdasını almayan bir devrimcilik son tahlilde zıttına dönüşür ve kendisine yabancılaşır. Gerek uluslar arası gerekse de ülke gerçekliğindeki devrim hareketlerinin tarihsel süreçlerine baktığımızda bunun yığınca örneğini açıkça görürüz. Günümüz gerçekliğinde bu durum daha ileri bir düzeyde cereyan etmektedir. Fakat geçmiş tarihsel tecrübelerde defalarca kez kanıtlamıştır ki bu tarz bir devrimcilik ilerleten değil, gerileten, üreten değil tüketen bir yerde durmaktadır. Dolayısı ile saflarımızda da önemli derecede etkili olan bu kaba küçük burjuva devrimcilik algısı kesinlikle yıkılmalıdır. buna karşı doğru bir zeminde ve doğru metotlarla ideolojik mücadele yürütülerek devrimcilik düzlemimiz ve algımız bilimsel diyalektik bir rotaya oturtulmalıdır. Bugün elzem olan ve bizleri ileriye taşıyacak olan olguların başında bu gerçeklik gelmektedir. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız bilimsel diyalektik gerçeklikle buluşmayan ve ondan kopuk ele alınan bir devrimcilik algısının ve kavrayışının sadece cüret, fedekarlık ve ısrar ile yürüyemeyeceği ve en küçük yaşayacağı sorunlar ve çelişkiler yumağı karşısında tökezleyeceği ve gerileyeceği aşikârdır. Dolayısı ile cüretimiz ve ısrarımız kesinlikle bilimsel diyalektik materyalizmden feyiz almalıdır ve bu düzlemde ete kemiğe bürünmelidir. Bugün yaşadığımız toplumsal gerçeklikler ve süreç bizlerden daha ileri düzeyde bir devrimci cüret ve fedakârlık beklemektedir. Mevcut gerçekliğimiz kesinlikle bu düzlemin oldukça gerisindedir ve bunun asla kabul edilir bir tarafı bulunmamaktadır. Ya koşullara teslim olacağız yada kendimizden başlayarak koşullara devrimci müdahalede bulunarak değiştireceğiz. Bugün sürecin bizlere dayattığı budur… Yıllar önce komünist önder Cüneyt Kahraman’ın o devrimci çağrısı temel referansımız olmalıdır. Yani var gücümüzle devrime sarılmalı ve ciğerleri zorlamalıyız.


08 güncel yorum

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Mevcut sürecin yönelimi

Özerklik ilanlarında noksanlıkların olduğu açık. Bu düzeyde ilan edilen özerklik iradesi, Kürt yerel yönetimlerinin tümünü değil, azını-bir bölümünü kapsamaktadır. Oysa DBP’li tüm belediyelerin özerlik ilan etmesi çok daha güçlü bir tesir yaratma pozisyonundadır. Ne var ki; Ulusal Hareket mevcut özerklik ilanlarını, bir manevra veya süreci zorlama kapsamında “Eğer çözüm sürecine dönülmezse biz de ‘bağımsız’ yönetimlerimizi ilan eder, fiilen devreye sokarız” mesajı verme biçiminde kullanıp taktik savaşın bir parçası olarak devreye sokmuş durumdadır Çözüm sürecinin yerini çatışma sürecine devrettiği malumun ilanı. Allı pullu çözüm-barış sürecinin neden tam karşıtına döndüğü bir sır olmamakla birlikte, Erdoğan’ın ayan beyan olan şahsi hesapları uğruna kan akıtmadaki bü-

yük gayreti dillere destandır. Erdoğan’ın bir silah olarak kullandığı ve etkin bir nüfuzla kontrol ettiği AKP ve iktidar erkine bir fiil komuta ederek ‘‘mahşere kadar savaş‘‘ şiarıyla barışçözüm sürecini buza gömüp savaş naralarıyla gerçekleştirdiği katliamlar, devreye koyduğu sivil darbe uygulamaları hangi sürecin işlediğini pratik olarak tanıtlamaktadır. Bunda lafı aşağı, yukarı çekmenin yeri yoktur. Erdoğan seçimlerde iktidar olma gücünü kaybetmenin öfkesiyle özellikle bunun sebebi olarak algıladığı Kürt ulusuna karşı amansız bir kinle intikam almaya karar verdi. Başkanlık yoksa savaş ve kan var dedi. Mevcut durumda yaşanan tam da budur. Sürecin nereden nereye kaydığı ve neden kaydığı konuları tüm gerici saldırganlık pratiği tarafından ortaya konurken, mevcutta hüküm süren bir savaş sürecidir. Kürt Ulusal Hareketi, bu savaş saldırganlığına yanıt vermek durumunda kaldı ve haklı olarak başlatılan gerici savaşa karşı haklı savaşla yanıt verdiveriyor. Reel olan budur. Çatışma veya savaş sürecinin tekrar barış sürecine dönmesi veya bu dönüşe açık kapı bırakılması bakımından diplomatik yok-

lamalar çekilip, nispeten kontrollü bir savaş ve eylem hali benimsense de yaşanan tamı tamına bir çatışma-savaş durumudur. Ancak bu süreçten çıkılması adına HDP’nin büyük gayretlerine rağmen, kararlaştırılan savaş döneminin planlandığı süre içinde sürdürüleceği muhakkaktır. Sürdürülen ve özellikle Erdoğan/AKP tarafından süreli olarak planlanıp kararlaştırılan bu savaş hali, Kürt silahlı hareketi tarafından dengeli modda da olsa karşı savaşla yanıtlanırken, demokratik siyaset sahasında HDP’nin yürüttüğü siyaset ve diplomatik adımlar özellikle kurulacak olan seçim hükümetinde yer alma politikasıyla önem kazanmakta ve muhtemel olan çatışmasızlık sürecine dönmenin zeminine hizmet etmektedir denebilir. Erdoğan/AKP gericiliğinin de son tahlilde, daha doğrusu süreli olarak kararlaştırdığı bu çatışma süreci sonunda yeniden çatışmasızlık veya barış sürecine döneceği açıktır. İki taraf da yürütülen silahlı çatışma ve sınırlı savaş pratiğine karşın çatışmasızlıkbarış sürecine dönmeyi düşünmektedir. Fakat işleyen veya işletilen bu sürecin esasta Erdoğan/AKP diktasının hedeflediği uygun şartlara varıldığında

veya kendileri için en uygun koşullarda sonuçlandırılacağı da ayrı bir gerçek olarak unutulmamalıdır. Kuşkusuz ki, Kürt ulusal hareketi Erdoğan’ın taktikleri-politikaları karşısında çaresiz değildir. Yani her durumu lehine kullanma, çevirme esnekliğine ve yeteneğine sahiptir esasta. Hem bu mecrada ve hem de en keskin savaş halinden geri durarak kontrollü olan zorunlu savaş durumunu yürütme pratiğine karşın, silahlı savaştan ziyade siyasi arenada Erdoğan/AKP iktidarını sıkıştırıp geri adım attırmaya dönük daha farklı bir savaşım pratiği sergilemektedir esasta. Kürt ulusal kitlelerini bu sürecin öznesi haline getirerek ulusal direniş realitesiyle savaşımı sivil kitlelerle birlikte örmeyi-geliştirmeyi öngörüp uygulamaktadır. Yani salt silahlı güçler ve onların savaş ve silahlı eylem kapasitesiyle sınırlı bir savaşı benimsememekte, bunun yanında geniş kitleleri tam bir ulusal bütünlük içinde ulusal bir ayaklanma modeli ortaya koymaktadır. Yerel yönetimlerin kendini yönetim ilanları da bu zeminde ve son derece isabetli, etkili politikalar ya da pratikler olarak devreye sokulmaktadır. Kitlesel veya esasta ulusal kitle bütünlüğüyle verilen bir savaşımın her halükarda çok daha etkili olacağı muhakkaktır. Ki silahlı savaş pratiği de bu genel savaş modeli dışında tasavvur edilmemekte, bilakis bütünlüklü bir savaş ve ayaklanma biçimi ortaya konulmaktadır. Bu ele alışın son derece etkili ve doğru bir yönelim olduğu söylenebilir. Erdoğan/AKP güruhu bir taraftan erken seçim kararı alıp dayatırken, diğer taraftan da Kürt ulusuna karşı haksız savaş yürütmeyi benimsedi. Savaş halini gerekçe göstererek güvenlikçi politikalar adına hareket edip Kürt ulusunu terörize edip korku ve baskı altına alarak ve seçimleri olağan dışı koşullarda gerçekleştirip bu koşullar altında seçim sonuçlarını her türlü hileyi kullanarak lehine çevirmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla yorumlandığı gibi, seçimlerden önce çatışmaları durdurma veya savaş durumundan çıkma gibi bir eğilim rasyonel görülmemektedir. Savaş-çatışma ortamında her türlü baskı ve hileyi kullanarak seçim sonuçlarını hedeflediği gibi neticelendirmeyi hedeflemektedir. Erdoğan/AKP güruhunun şimdiki egemen eğilimi ve siyaseti budur. Kürt belediyelerin, özerklik veya kendini yönetim ilanlarının vahşi baskı ve tutuklama terörüyle karşılanması da bunu işaret etmektedir. Kürt ulusunun yerel yönetimlerde kendisini yönetme iradesi ve tavrının ilanı son


güncel yorum

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

09

ve özerklik iradesi...

derece haklı ve meşru bir haktır. Lakin bunun Erdoğan/AKP güruhunu felç edeceği de ayrı bir gerçektir ki, buna dönük uygulanan baskı ve saldırılar bunu göstermektedir. Kürt cephesi etkili siyaset ve taktiklerle bu alandaki yeteneğini ve aynı zamanda direniş gücü ve kararlılığını alenen ortaya koymaktadır. Erdoğan/AKP diktası azgın saldırılarla Kürt ulusunu sindirip teslim almaya çalışsa da, neredeyse her Kürt şehri bir savaş cephesine dönüşmüş ve büyük bir karşı koyuş sergilemektedir. Kürt şehirleri veya Kuzey Kürdistan tam bir işgal kuşatması altına alınıp katliamlardan geçirilmekte fakat aynı düzeyde büyük bir Kürt direnişine, başkaldırısına da tanık olmaktadır. Kürt ulusu tüm savaş saldırganlığı ve katliamlara karşın, üstün bir taktik adımla durumu lehine çevirme başarısı sergilemektedir. Yürüttüğü silahlı savaş dışında, ilan ettiği özerklik iradesi baskı ve katliamlara verilmiş bir yanıt ve ileri bir adımdır. Sürdürülen vahşi saldırı ve katliamlar Kürt ulusunu geriletmemiş, bilakis daha ileri adımlar atmasına yol açmıştır. Zira özerklik ilanları tam da bu savaş saldırganlığı ve kuşatması altında gündeme getirilmiştir. Bu bir gerileme veya sinme değil, tersine daha fazla baskıya karşı daha fazla direniş ve mücadele anlamına gelmektedir. Özerklik ilanlarında noksanlıkların olduğu açık. Bu düzeyde ilan edilen özerklik iradesi, Kürt yerel yönetimlerinin tümünü değil, azını-bir bölümünü kapsamaktadır. Oysa DBP’li tüm bele-

diyelerin özerlik ilan etmesi çok daha güçlü bir tesir yaratma pozisyonundadır. Ne var ki; Ulusal Hareket mevcut özerklik ilanlarını, bir manevra veya süreci zorlama kapsamında “Eğer çözüm sürecine dönülmezse biz de ‘bağımsız’ yönetimlerimizi ilan eder, fiilen devreye sokarız” mesajı verme biçiminde kullanıp taktik savaşın bir parçası olarak devreye sokmuş durumdadır. Stratejik yönelim ve talebi özerklik(‘‘demokratik özerklik”) olmasına karşın bu yaklaşım ve talebine uygun bir özerklik ilanı yapmış değildir. Tamamen basınç oluşturma ve mesaj vermeye dönük taktik bir unsur olarak kullanmaktadır. Aksi durumda bütün HDP’li belediyelerin bu özerklik ilanında bulunması gerekirdi ki, böyle bir adım atılmış değildir. Fakat atılması gereken adımın bu olduğu açıktır. Savaş, çatışma ve kaos koşulları bu özerkliğin ilan edilmesi için uygun koşullardır. Rojava‘daki statü bahsini ettiğimiz şartlarda gerçekleştirildi. Kuzey Kürdistan’da da şartlar özerkliğin devreye sokulmasına uygundur. Yetersizliklerine karşın, mevcut özerklik ilanları ileri doğru adımlardır. Daha da güçlendirilerek geliştirilmelidirler. Fakat bir daha ekleyelim ki, Kürt cephesi denemekte olduğu veya sınırlı kullandığı yeni savaş modelini de belli bir seviyede yürütmekte ve çözüm-barış sürecine dönmenin kuvvetli ısrarıyla tavrını biçimlendirmektedir. Yakın tarihlerde barış-çatışmasızlık sürecine kapı aralayan birçok emareden söz etmek mümkün. Ve bu sürecin gündeme

gelmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Özerklik ilanları olarak ileri doğru atılan adımlara ve savaşı ulusal kitlelerle yürütülen bir ayaklanma biçiminde bütünlüklü yürütme yaklaşımına karşı, Kürt ulusal kitleleri henüz bu düzeyde bir ayaklanma durumuyla harekete geçirilmiş veya geçmiş değildir. Ancak bunun gelişmesi tamamen mümkün ve muhtemeldir. Elbette yürütülen direnişler ve mücadeleler kahramanca bir direnişi örneklemektedir. Kürt ulusu büyük bir direniş sergileyip reel olarak iyi bir mücadele tarihi yazmaktadır. Dolayısıyla mevcut direnişin küçümsenmesi asla söz konusu olamaz. Ancak topyekün bir ayaklanma veya ulusal kitlelerin bütünlüklü olarak harekete geçmesi henüz zayıflıklar taşımaktadır. Henüz şehirlere inmediğini ama gerektiğinde ineceğini ifade eden PKK, şehirlere inerek Kürt kitlelerini de topyekün seferber ederse AKP/Erdoğan güruhunun işi çok daha zor olacaktır. Ve eğer dört başı mamur bir Kürt ayaklanması gerçekleşirse Kürt ulusunun daha büyük kazanımlar elde etmesi kaçınılmaz olacaktır. Bunun tersine Erdoğan/AKP güruhu da kirli savaşına iyice batıp gerileyecektir. AKP/Erdoğan diktasının Kürt direnişi, ileri mücadele ve taleplerine karşı tahammülsüzlüğü en azgın saldırılara ulaştığı halde Kürt direnişini kırmaezme hedefine ulaşmaktan mahrumdur, mahrum kalacaktır. Aynı biçimde Kürt ulusuna açtığı savaş üzerinden planladığı erken seçim hesapları bu bölümde tutmayacaktır. Erken seçimin

Erdoğan/AKP için yeni bir hüsran olacağı açıktır. Erken seçime gitmede zaman kazanmaktan başka bir kazanımı olmayacaktır. Kürt ulusu/ulusal hareketi önemli bir süreçten geçmektedir. Hem maruz kaldığı gerici savaş saldırganlığı anlamında, hem de bu bastırma savaşı altında ileriye doğru attığı özerklik ilanları bakımından yaşanan sürecin önemli gelişmelere gebe olduğu söylenebilir. Böylesi önemli bir süreçte devrimci sınıf ve örgütlü hareketinin Kürt ulusuyla dayanışma içinde olması, ulusal hareketin haklı mücadele ve direnişine karşı sorumluluklarını yerine getirerek sürecin parçası olması son derece önemlidir. Bu anlamda bu destekleme ve dayanışma içinde olup Kürt direnişinin sahiplenilmesi tarihsel bir görev olarak sınıf hareketinin önünde durmaktadır. Kürt ulusal hareketi haklı mücadele zeminine sahip olmasıyla, ciddi silahlı güçlere sahip olmasıyla ve geniş Kürt kitlelerini kucaklamasıyla önemli bir avantaja sahiptir. Bu üç unsur da güçlü pozisyonda duran Kürt ulusal hareketinin yenilgiye uğratılması esasta olası değildir. Dolayısıyla AKP/Erdoğan diktatörlüğü Kürt Ulusal Hareketini teslim alma, ezme şansına sahip değildir. Ancak Kürt ulusal hareketinin ciddi stratejik siyasi hatalara düşmesi ya da düşmemesi son tahlilde belirleyici olacaktır.


10

gençlik haber

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Kürt ulusal mücadelesi ve halk gençliği DGH olarak gençliğin diğer sorunlarının yanında, Kürt gençliğinin yaşadığı ulusal baskıya karşı da yeni politikalar üretmek ve yeni yaklaşımlar geliştirmek çok önemli bir noktada durmaktadır. Özellikle üniversitelerde etkili bir çalışma planı yapılması ve katliamlara, infazlara karşı kamuoyu oluşturulması, bunun yanı sıra bu mesele üzerinden paneller, yürüyüşler, basın açıklamaları ve Kürtçe-Türkçe bildiriler yazılarak işe başlanması etkili ve somut bir adım olacaktır Hemen her gün Kürdistan’dan yeni bir infaz ve yeni bir kıyım haberi geliyor. Evet, bugün de geçmişte olduğu gibi Kürdistan’da caddeler, sokaklar gençlerin kanlarıyla sulanmış durumda. Son dönemde tekrardan vuku bulan bu meselelerin biz gençliğin ana gündemlerinin esası olması kaçınılmazdır. Elzem olan budur ki; savaşın bahane edilip insanların bu denli pervasız bir biçimde katledilmesi tali bir mesele olarak değerlendirilemez. Değerlendirilmemelidir. Evlerin havan toplarıyla, roketlerle ve en ağır silahlarla saldırıya uğraması ve isimlerini artık hafızamızda tutmakta dahi devasa derecede zorlandığımız birçok insanın alenen evlerinde, iş yerlerinde köşe başlarında infaz edilmeleri, çocukların göz göre göre acımasızca katledilmeleri faşist devletin faşist muhtevasını insanların iliklerine kadar hissettirmesinin teşhiridir. Herkes bilmedir ki; savaşın bile hali hazırda var olan burjuva kurallarını yerle yeksan edenler, en afili silahlarını üç yaşındaki bir bebeğe dahi doğrultmaktan çekinmeyenler kaybedecektir. Daha ilkokulda zorla, ceza ve dayak ile anadilinde eğitim görme hakkından muaf tutulan, horlanan, işkence edilen; liselerde, üniversitelerde zindan parmaklarıyla tanışan ve nihai olarak katledilen Kürt ulusunun ve onun yiğit gençliğinin maruz bırakıldığı bu tarihi zulme ve kıyıma karşı tekrar tekrar ifade etmekten geri durmuyoruz ki; bizler bu meselenin kenarında ya da dışında değiliz. Yapılan onca infazı, buğulu gözlerle izleyip üzülmek ve kendimizi bu meselenin dışında tutmak, vuku bulan birçok olaya karşın pasif bir konumda ilerlemek ve taziyeye giden dost havalarına bürünmek aleni bir hatadır. Ülke genelindeki tüm DGH faaliyetçilerinin meselelerde özne olma yolu açıktır. Yönelimimiz ve perspektifimiz de hali hazırda bu doğrultudadır. Bunun üzerinden politika üretip faşizmi bulunduğumuz

her alanda teşhir etmek kaçınılmaz bir sorumluluktur. Tarihsel eylem ve anmalar döngüsünden tüm devrimci ve demokrat kurumlar açısından sıyrılmanın tam da günüdür. Zira bugün bu meselelere sessiz kalanlar Koçgiri’de tecavüz edilip katledilen genç kadınların çığlığına sessiz kalanlardır. Dersimde süngülenen bebeğin iniltilerine kulak tıkayanlardır. Zilan’daki ölüleri görmeyenlerdir. Onlar dün aleni biçimde, bugünse utangaç ama içten içe bu kıyımları yapanların ideolojilerini ve muhtevalarını ilerici ve devrimci bulanlardır. Tarihimiz, bizlerin onlarla olan ayrımını keskin bir biçimde ortaya koyan bir pratikler silsilesine sahiptir. Dün de bugün de ve yarın da tavrımız, kirlenmemiş bir ırmağın berraklığı kadar nettir. Eğer, Kürdistan’daki ölümler Türkiye’de özellikle büyük şehirlerde halk nezdinde infial uyandırmıyorsa ve insanlar kayıtsız kalıyorsa bunda devletin Kürt ulusuna yönelik gerçekleştirdiği imha ve inkâr politikasının yanı sıra Kürt Ulusal Mese-

lesi’ni şoven bir tarzda ele alıp değerlendiren yaman “devrimci ve demokratlar”ın payı büyüktür. Bu yaman “devrimci ve demokratlar”la bu meseleler üzerinden ideolojik mücadele vermek te esas görevlerin başında gelmelidir. Çünkü büyükşehirlerde, toplumun her kesiminde infial yaratan durumlarda gündem yaratmak için bir birbirleriyle yarışanlar söz konusu üç yaşındaki Kürdistan’lı bir bebek olunca dili Sürmene Bıçağı ile orta yerinden kesilmiş laldan farksız olmaktadırlar. Gewer’de, Silvan’da, Lice’de, Silopi’de tetik çeken parmak ile Berkin Elvan’ı, Ethem Sarısülük’ü vuran parmak aynıdır. Dersim’de ormanları yakan, Şırnak’ta insanları dayaktan geçiren eller ve kollarla Ali İsmail Korkmaz’ı kuytu bir köşede linç eden eller, kollar aynıdır. Bu durumlar arasındaki bağlantıyı kuramayanlar çözüm üretmek şöyle dursun, çözümsüzlük denizinde kaybolup gitmeye mahkûm olmaktan öteye gidemeyecek olanlardır. Bundan neredeyse yarım asır

önce Kaypakkaya yoldaşın UKKTH ve Kemalizm noktasında ifade ettiği fikirler yine bu cenah tarafından şiddetle karşılanmış öyle ki; Kaypakkaya yoldaş o dönem deyim yerindeyse aforoz edilmişti. Bundan kaynaklıdır ki, Kaypakkaya yoldaş aynı kişiler tarafından ser verip sır vermeyen bir yiğit olmaktan öteye gidememektedir. Oysa Kaypakkaya yoldaşın gerçek muhtevası işkence hanelerde direnmesi değil, başta UKKTH ve Kemalizm meselesi olmak üzere, birçok meseleye dönem itibari ile ziyadesiyle ileri bir perspektif sunması ve o dönem içerisinde tabu sayılan birçok olguyu yıkıp atmasıdır. Elbette, işkencehanelerde direnmek önemli bir yerdedir lakin işkencehanelerde direnen ve ölümsüzleşen yüzlerce devrimci varken sadece Kaypakkaya yoldaşı bu direniş üzerinden şablonlaştırmak onun devrimci mirası ve yarattığı nicel ve nitel sıçramayı görmezden gelmektir. Gölgelemektir. İşte bunun altında yatan gerçeklik, mevzu bahis sosyal-şoven


kadın haber

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

yaklaşımlar ve ulusal mesele nezdinde öngörülen hatalı belirlemeler ve yaklaşımlardır. Gün itibari ile Kürt Ulusal Sorunu’na da bu biçimde yaklaşanlar, UKKTH yerine proleterya ve emekçilere kendi kaderini tayin hakkını öneren Buharin’in düştüğü durumdan farksız bir durumda değildirler. Hatalı ideolojik yaklaşımların dışında özellikle üniversitelerde devrimci-demokrat ve yurtsever gençlerin ortak bir mücadele perspektifi ile mücadele etmesi son derece olumlu bir gelişmedir. Özellikle son yıllarda mevzu bahis bu durum gözle görülür bir biçimde artmış, özellikle İstanbul Üniversitesi üzerinden IŞİD sempatizanı gericilerle yaşanan çatışmalarda net bir biçimde görülmüştür. Bu ortak mücadele ruhunun yalnızca üniversitelerde sınırlı kalmaması elzemdir. Bizler de bulunduğumuz bütün alanlarda ortak mücadele perspektifi doğrultusunda bu dayanışmayı arttırmalıyız. Gençliğin ve gençlerin yarattığı bu dayanışma ruhu umut ederiz ki; ilerleyen süreçlerde daha da büyür ve genişleyerek sürece daha azami düzeyde müdahil olur. DGH olarak gençliğin diğer sorunlarının yanında, Kürt gençliğinin yaşadığı ulusal baskıya karşı da yeni politikalar üretmek ve yeni yaklaşımlar geliştirmek çok önemli bir noktada durmaktadır. Özellikle üniversitelerde etkili bir çalışma planı yapılması ve katliamlara, infazlara karşı kamuoyu oluşturulması, bunun yanı sıra bu mesele üzerinden paneller, yürüyüşler, basın açıklamaları ve Kürtçe-Türkçe bildiriler yazılarak işe başlanması etkili ve somut bir adım olacaktır. Bunun üzerinden merkezi bir çağrıya gerek olmadığı gibi her yerel DGH örgütlenmesi, o anki koşullara göre sürece müdahil olup politika geliştirebilir ve bunları hayata geçirebilir. Somut adımlar atmak ve bunları pratiğe geçirmemek için bir neden yoktur. Öyle ki; bu meseleler üzerinden yaklaşımlar gayet net ve açıktır. Türk-Sünni eksenli devlet anlayışının kabulümüz olması şöyle dursun, en katı çelişkilerimizden biridir. Bu minvalde, her türlü şoven ve tekçi anlayışa karşı topyekün karşı çıkış kaçınılmaz ve son derece gerekli bir yönelimdir. Son kertede, milyon kere ifade ediyoruz ki Kürdistan’daki yargısız infazlara, işkencelere, tutuklamalara karşı safımız, saflarımız katledilenlerin ve mazlum Kürt ulusunun safıdır. Niyetimiz salt kuru propaganda yahut ajitasyon çekmek değil sürecin, koşulların ve tarihsel misyonun bize getirdiği görevleri yerine getirmektir. Evet bu açıktan bir konumlanıştır. Halk gençliği, dün de bugün de ezilenlerin safında yer almış ve bu konumlanma lafta değil bizzat pratiğin içerisinde şekillenmiştir. Yarın da şüphesiz ki böyle olacaktır.

11

Ekin Wan savaşımızın çıplak yüzüdür! Devlet, kadının bilincinden, kimliğinden ve bedeninden korkuyor. Yani devlet ‘ölü bedenlerimizden dahi korkuyordu.’ Fakat ifşa etmeye çalıştığınız kadın bedenleri üzerinden teşhir olan sizler, tahakküm kurmaya çalıştığınız kimlikler üzerinden hapsolan yine sizlersiniz. Kendi geleceğini ellerine alan ve mücadelede özneleşen kadınlar çıplak bedenlerinden asla ve asla utanmayacaklardır Tekçi-faşist T.C. Devleti’nin ezilen halklar ve milliyetler üzerindeki saldırı ve katliamları günbegün yeni boyutları ile sistematik bir biçimde karşımıza çıkmaya devam ediyor. T.C. Devleti- AKP Hükümeti’nin Türkiye Kuzey Kürdistan’da yoğunlaştırmış olduğu savaş politikası, tutuklama ve gözaltı saldırıları ve OHAL politikaları devletin faşist yüzünü ortaya çıkarmakla birlikte; devletin tekçi ve eril zihniyeti halk nezdinde teşhir olmaya

devam ediyor. Devletin soluksuz infaz girişimleri geçtiğimiz günlerde Muş’un Varto ilçesinde Faşist T.C. Devleti tarafından katledilen Ekin Wan’ın bedeninde bir kez daha ‘gözler önüne serildi.’ Bedenlerimize ve kadın kimliğimize tahammül edemeyen devlet, Ekin Wan’ın çıplak bedenini sanal alemde gezdirerek savaşın kadın bedenine ve kimliğine pervasızca yönelişini resmetmiştir. Kadın bedenini tahakküm alanı olarak gören eril zihniyet ve beslemesi havuz medya Ekin Wan’ın bedenini çarşaf çarşaf gezdirmiş ve teşhir etmişti. İnsanı insanlığından utandıran bu barbarlık örneği faşizm olgusundan başka hiçbir şekilde açıklanamaz; faşizmin ta kendisidir. Kadını dinamik bir güç olarak görmek istemeyen sistemin kapısını ilk olarak çaldığı ve sömürü çarkını işlettiği yine kadın bedeni oldu. Kadın bedenini metalaştıran ve rant alanı olarak gören devlet kadın kimliği ve mücadelesi ile dinamik bir özne olarak görmekten her daim tedirgin olmuş ve bu mücadeleyi baltalamaya çalışmıştır. Kadınları katletmiş ve bedenlerine insanlık dışı muameleler uygulamıştır. Çünkü devlet kadının bilincinden,

kimliğinden ve bedeninden korkuyordu. Yani devlet ‘ölü bedenlerimizden dahi korkuyordu.’ Fakat ifşa etmeye çalıştığınız kadın bedenleri üzerinden teşhir olan sizler, tahakküm kurmaya çalıştığınız kimlikler üzerinden hapsolan yine sizlersiniz. Kendi geleceğini ellerine alan ve mücadelede özneleşen kadınlar çıplak bedenlerinden asla ve asla utanmayacaklardır. Bütün korkulara hapsolan yine sizler, siz zebaniler olacaksınız! Yaratılmış olan tüm bu katliam ve insanlık dışı uygulamalara rağmen kadınlar kendi örgütlü gücünü nakış nakış örerek mevcut gerici kapitalist, emperyalist ve erkek egemen sisteme karşı yaşamın olduğu her alanda savaşmaya ve birer çığlık olmaya devam edecektir! Bedenlerimizi çırılçıplak yaparak servis etmeye çalışanların saltanatı er yâda geç yıkılacaktır! Şimdi biz kadınlar Ekin’den aldığımız bayrağı , cüretimizi ve bilincimizi kuşanarak daha yükseklere çıkarma sözümüzü yineliyor ve mücadelemizden aldığımız güç ile bir kez daha haykırıyoruz; ‘’Alınmadıkça bedenlerin bedeli Silinmeyecek zebanilerin kanlı ayak izleri...’’


01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Sınıflı toplumun her çelişki Genel prensip olarak devrime hizmet eden ve dolaylı-dolaysız sınıf çelişkileri zeminine bağlı olan her mücadelenin geliştirilmesi reddedilemez. Sınıf çelişkisini kabaca algılayan ve daralttığı sınıf çelişkileri tanımından hareketle toplumsal kitleleri doğrudan etkileyen bir dizi çelişkiyi görmezden gelen, dolayısıyla bunlara has siyaset ve örgütlemeleri hakir gören anlayışın bir arpa boyu yol alamayacağı açıktır. Salt sınıfçı yaklaşım ve anlayış tarzıyla yaklaşıp aktüel çelişki ve siyaset rolünü devre dışı bırakan, demokratik mücadeleyi öteleyen, reformlar için mücadeleyi es geçen, doğa ve çevre sorununu, cinsel kimlikler sorununu vb. vs. biçimindeki bir dizi çelişkiyi sınıf mücadelesinin saptırılması olarak algılayan, öte taraftan bütün bunların tersine reformlar için mücadeleyi önceleyen, yasal alan demokratik mücadelesini esaslaştıran, düzen içiliği kutsayan, devrimci eylemi bütün sorunların, hatta faşist saldırıların sebebi olarak değerlendiren en kaba reformist-revizyonist anlayışların hepsini boşa çıkarmak ya da bunların sakatlıklarına karşı savunma kalkanı oluşturmak için taktik siyasetin devrimci kavrayışını bilince çıkarmak ihtiyaçtır Siyasi iktidar perspektifi taşıyan proleter devrimci mücadele ideolojik-politik bakımdan ikili siyaset sahası üzerinden inşa edilir. Biri, genel

siyasi çizgi bağlamında kurgulanan stratejik yönelim veya siyasettir, diğeri de mevcut somut durum ve gelişmeler yelpazesinde izlenen siyasi etkinlik veya taktik siyasettir. Bunların ikisi de, sınıflar arası çelişkilerin genel-evrensel niteliği, bu çelişkilerin somut şartlarda aldığı biçim ve toplumsal yaşamı anda etkileyen güncel çelişkilerin reel politikte kazandığı özgünlüğü tanır. İster stratejik siyaset ve yönelim olsun, isterse güncele dair somut taktik siyaset olsun, iki durumda da ortak kapsam bilimsel sosyalizm teorisi tarafından tarif edilen sınıf çelişkilerinin evrensel karakteri ile somut toplumsal şartlardaki niteliğini, özgünlükleri de dikkatte alan diyalektik bağları içinde birleştirerek devrimci yoldan çözmektir. MLM bilimi, teori-pratik birliğinde vücut bulan devrimci çizgi ve çelişkilerin analize dayalı nesnel tespiti şeklindeki üç özellik toplumdaki devrimci değişimin vazgeçilmez ihtiyacıdır. Devrimci sınıf mücadelesi yukarıdaki ideolojik-politik nitelik ve yelpazeden muaf tutularak salt yasal demokratik zemine hapsedilirse reformist potaya sürülmüş olur. Günümüzde, yasalcı reformist eğilimin kuvvetli objektif baskısından söz etmek abartı olmaz. Toplumsal kitlelerin ilgisini çekmeyi başaran yasal alan demokratik mücadele realitesi kitleleri kuşattığı ölçüde devrimci hareket üzerinde de aynı ölçüde bir basınç gücü olmaktadır. Bütün bunlardaki terslik ancak devrimci hareketin ya da örgütlü sınıf hareketinin güven veren bir güce sahip olamamasıdır. Bunun ötesinde bir terslikten söz etmek siyasal atmosferin tesirini anlamamaktır. Sınıf mücadelesi cephesi adına veya demokratik mücadele adına etkin olan yasalcı reformist hareket olduğuna göre, kitlelerin bu atmosfere girmesi son derece anlaşılır bir durumdur. Mevcut gerici faşist iktidar ya da iktidardaki egemen sınıflara karşı mücadele sahasında esasta çıplak gözle daha çok görülür olan söz konusu mücadele biçimidir. Devrimci öz ve niteliğe sahip olan sınıf mücadelesi ise nispeten zayıf olmakla birlikte, bu mücadelenin açık alan demokratik mücadele ve örgütlenmeleri de objektif olarak yasal zeminde olup kit-

leler tarafından yasalcı reformist eğilimin birer parçası olarak algılanmaktadır. Açık alan, demokratik mücadele biçimlerinin genel olarak veya doğru çizgi temelinde geliştirilmedikçe sağ eğilim ve tehlikeyi besleme gerçekliği tam da buradan ileri gelir. O halde strateji ile taktiğin uyumunu tekrar tekrar tartışmak es geçilemez gereksinim iken, uyguladığımız taktik siyaset ve politikamızı kavramakavratma konusunda geniş çeperlerimize kadar kafa açıklığını sağlamamız gerekmektedir. Doğru çizgi ışığında doğru siyaset her türden ideolojik kuşatma ve baskıyı püskürtme gücüdür. Özellikle, taktik siyaset alanında doğru-yanlış eksenli bir münakaşayla burjuva ideolojik eğilimin objektif baskısına karşı göğüs gerilebilir, gerilmelidir. Sağ tehlikeye karşı olduğu gibi, sol eğilimlere karşı da bu kavrayışın derin-

leştirilmesi zorunludur. Meselenin bir kavrayışı; sınıf mücadelesinin tüm toplumsal çelişkileri kapsayan bir içeriğe sahip olduğunun ve/veya toplumdaki hiçbir çelişkinin sınıf çelişkilerinden muaf görülemeyeceğinin bilince çıkarılmasından geçmektedir. Sınıflı toplumlarda çelişkilerin siyasi zeminde aldığı biçim, nitelik ve özgünlük ne olursa olsun bütün çelişkiler son tahlilde sınıf zemininde ifade bulur. Öyle ki, formel olarak tamamen farklı olan milli çelişki bile son tahlilde sınıf mücadelesine bağlanır, sınıf çelişkilerinden mutlak biçimde bağımsız değildir. Sınıf mücadelesinin kapsamını çizmenin anlamı, yürütülmekte olan birçok taktik siyasetin devrimci mücadeleyi esneten taktikler olmayıp, bilakis onu geniş muhtevasıyla ele almanın gereği olduğunun görülmesi ya da gösterilmesinin sağlanmasıdır.


perspektif

isi bir mücadele mevzisidir

Devrimci taktik yeteneğini kullanmak zorundayız Tam da burada meselenin ikinci kavrayışı devreye girer ki; bu kavrayış stratejik ve taktik düzlemde seyreden çelişkileri devrimci amaç doğrultusunda kullanan siyaset yeteneği ve rolünün bilince çıkarılmasıyla alakalıdır. ‘’Kürt ulusal hareketinin niteliği şudur, varacağı yer budur’’ diyerek ulusal çelişkiyi önemsizleştiren ve daha da önemlisi sınıf mücadelesinin görevleri dışına iten, mezhep sorununu aynı bakış açısıyla sınıf mücadelesi için bir kambur olarak gören, cinsel kimlik sorununu hastalık olarak tarif eden, yerel yönetimlere kibirle burun büken, parlamentonun kullanılmasına reformistlik mührü basarak siyaset yapan bir dizi sığ anlayışa rastlamak hemen her yerde mümkün. Bu eleştirileri göğüslemek-

ten öteye doğru anlayışla kalıba dökmek örgütlü sınıf hareketinin önündeki bir görevdir. Genel prensip olarak devrime hizmet eden ve dolaylı-dolaysız sınıf çelişkileri zeminine bağlı olan her mücadelenin geliştirilmesi reddedilemez. Sınıf çelişkisini kabaca algılayan ve daralttığı sınıf çelişkileri tanımından hareketle toplumsal kitleleri doğrudan etkileyen bir dizi çelişkiyi görmezden gelen, dolayısıyla bunlara has siyaset ve örgütlemeleri hakir gören anlayışın bir arpa boyu yol alamayacağı açıktır. Salt sınıfçı yaklaşım ve anlayış tarzıyla yaklaşıp aktüel çelişki ve siyaset rolünü devre dışı bırakan, demokratik mücadeleyi öteleyen, reformlar için mücadeleyi es geçen, doğa ve çevre sorununu, cinsel kimlikler sorununu vb. vs. biçimindeki bir dizi çelişkiyi sınıf mücadelesinin saptırılması olarak algılayan, öte taraftan bütün bunların tersine reformlar için mücadeleyi önceleyen, yasal alan demokratik mücadelesini esaslaştıran, düzen içiliği kutsayan, devrimci eylemi bütün sorunların, hatta faşist saldırıların sebebi olarak değerlendiren en kaba reformist-revizyonist anlayışların hepsini boşa çıkarmak ya da bunların sakatlıklarına karşı savunma kalkanı oluşturmak için taktik siyasetin devrimci kavrayışını bilince çıkarmak ihtiyaçtır. Aksi halde yukarılarda işaret ettiğimiz gibi sağa tepkiden sol, sola tepkiden sağ savrulmalar döngüsü sürgit devam eder ki; bu durum sınıf mücadelesini felç ederek gelişimini baltalar. Çelişkiler zemininden yükselmek bir kuraldır. Toplumu değiştirmeyi hedefleyen devrim veya devrimci proje, toplumdaki çelişkileri isabetle analiz ederek siyasi-örgütsel eylem rotasını çizer. Eğer sadece “sınıf çelişkileri var” demek yetseydi ve “sınıf çelişkileri var” diyerek, bu tespit sınıf savaşının başarıya ulaşmasını sağlayan değerde olsaydı, ayrıntılı analizlere gerek kalmaz, çelişkilerin önemlerine göre belirlenmelerine ihtiyaç kalmazdı. Ne var ki; toplumsal devrim hedefiyle ortaya çıkan her iddia toplumdaki çelişkileri somut olarak inceleyip kategorik sınıflamalara girmekten haklı olarak geri durmamıştır. Daha somut olarak, sınıflı toplumun tezahürü olan sınıf çelişkileri ve toplumsal yaşamda etki gösteren

çelişkiler önemlerine bağlı olarak baş çelişki, temel çelişki, başlıca çelişkiler biçiminde ayrıştırılarak özellikle tespit edilirler. Bu çelişkilerin her biri nitelikleri veya önemlerine bağlı olarak toplumun değiştirilmesi pratiğinde yer tutar, rol oynarlar. Baş çelişme ve temel çelişmenin tespit edilmesi gibi, başlıca çelişmelerin tespit edilmesi de alelade bir iş, öylesine bir belirleme değildir. Aksine çelişkilerin devrimci yoldan tasfiye edilmesi için devrimci konumlanışın doğru inşa edilmesi ve devrim hedeflerinin birincil-ikincil sıralanmasının saptanmasında, devrimci siyasetin etkinleştirilmesinde, devrimci eylemin doğru hedeflere yönelmesinde vb. vs. doğrudan rol oynarlar. Merkezi görevin saptanması, merkezi halka etrafında onu besleyen halkaların örülerek geliştirilmesi ve kuvvetlerin merkezi görevde yoğunlaştırılarak çelişkiler yumağının doğru düğümden çözülmesi bu analizler sayesinde düzenlenebilir. Ne ‘’düşman, düşmandır’’ diyerek dört yana yumruk sallamak, ne de el yordamıyla bir mücadele pratiği sergilemek elbette benimsenemez. İsabetli darbeler indirmek, gelişmeyi nesnel gerçeğe uygun yönelimlerle başarmak ve sınıf mücadelesinin görevlerini etkili zeminde ele almak için hedeflerin doğru tespit edilmesi elzemdir. Çelişkilerin sınıflandırılarak belirlenmesi bu ihtiyacın sonuçlarındandır. Temel ve baş çelişmenin çözümüne dair stratejik çizgi ve askeri-siyasi yönelim, devrimci zor örgütlenmesi temelindeki mücadeleyle, somutta Sosyalist Halk Savaşı perspektifiyle biçimlenir, biçimlenmek durumundadır. Bu ne kadar gerekli ve doğruysa, başlıca çelişmelere dönük etkili bir siyasi hattın stratejik ve taktik siyaset araçlarıyla geliştirilmesi de esas halkanın hizmetinde küçümsenemeyecek derecede önemlidir. Burjuvaziye saldırılabilecek ne kadar mevzi varsa, o kadar mevziden saldırıda bulunmak devrim adına faydalı, doğrudur. Ne kadar çelişki varsa, hepsinin üzerinden toplumsal kitleleri düzenle çatıştırmak ve devrime kanalize etmek o kadar iyi ve devrimcidir. Baş çelişki temelinde belirlenen esas yönelim ve hedef, siyasi iktidar mücadelenin yaşamsal konusudur. Merkezi

yönelim kapsamında tüm mücadele ve örgütlenmeler bu esasa göre biçimlenir. Bunda sorun yok. Fakat baş çelişki dışında saptanan diğer çelişmeler sadece belirlenmiş olmak için belirlenen çelişkiler değildir. Dolayısıyla bu çelişkiler esasına dayalı siyaset ve pratik politikalar da ister taktik siyaset açısından, isterse stratejik siyaset açısından siyasi iktidar mücadelesi bütününde belli bir yer tutarlar. Bu bakımdan bahsi geçen diğer çelişkilerin ihmal edilmesi, önemsizleştirilmesi ve hatta bunlara dönük çalışmaların küçümsenmesi asla söz konusu olamaz. Bilindiği gibi, Türk hâkim sınıfları ile Kürt ulusu arasındaki çelişki başlıca çelişkiler arasında yer almaktadır. Devrim stratejimizi proletarya ve emekçi halk kitleleri ile burjuvazi arasındaki çelişki ekseninde belirlerken ve esas örgütlenme ve mücadelemizi buna uygun olarak belirleyip nitelerken, başlıca çelişmeler içinde olup reel olarak ülkedeki siyasi gündemi işgal eden durumdaki Türk hâkim sınıflarıyla Kürt ulusu arasındaki çelişkiyi veya Kürt ulusal sorununu görmezden gelebilir miyiz? Ya da baş çelişki tespitimiz vesilesiyle siyasi arenada nüfuz gösteren bu çelişkiyi önemsiz görerek atlayabilir miyiz? Ne adına olursa olsun aktüel siyasi gündem durumundaki bu çelişki veya soruna gözlerimizi kapayamayız. Meseleye yaklaşımımız, Kürt Ulusal Hareketi’nin doğru ya da yanlış politika ve yönelimine göre belirlenemez. Kürt Ulusal Hareketi’nin stratejik yönelimlerini gerekçe yaparak ilgili çelişki ya da sorunda izlenen devrimci siyaseti eleştirerek yadsımak doğru olamaz. Somut durum ve siyasette Kürt Ulusal Hareketi, Türk hâkim sınıflarıyla bir savaş veya çatışma içindedir. Türk hâkim sınıfları gerici savaş ve saldırganlık tarafıyken, Kürt Ulusal Hareketi haklı ve demokratik muhtevada bir mücadele tarafıdır. Pratik olarak, Türk hâkim sınıflarına darbe vurmakta vb vs… Bu koşullarda sınıf hareketinin seyirci kalması, tarafsız olması düşünülemeyecek kadar net iken, sürece Türk hâkim sınıfları aleyhine etkide bulunma ve devrimci kazanımları geliştirmeye dönük siyasetler gütme yaklaşımı tamamen devrimci tutumdur.


14

güncel analiz

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Savaş ve siyaset

Emekçi halklara ve ezilen mazlum uluslara dayatılan emperyalist savaş ve bilumum gerici savaşlara devrimci savaşla yanıt vermek ezilen yoksul dünyanın en tabii hakkı olup, gerici savaşa karşı geliştirilen haklı savaş devrimci sınıf tutumu olarak tarihsel bir zorunluluktur. Bundan şüphe duymak toplumsal gelişmeyi ve buna analık yapan sınıf savaşımını anlamamaktır. Toplumların gelişme tarihinin sınıf mücadelelerinden ibaret olduğu inkâr götürmez doğrudur. Savaş sözcüğünün geçtiği yerde alkış; barış sözcüğünün geçtiği yerde ‘’yuh’’ seslerinin yükseldiği günümüz koşullarında doğru ile yanlışı ayrıt etme çabasıyla savaş ve siyaset hakkında birkaç söz etmek yerinde olacaktır. Savaşın aktüel, barışın başat talep olması da bu tartışmayı ihtiyaç haline getirmektedir. Bugün savaştan yana olanların Erdoğan/AKP gericiliği, barıştan yana olanların ise mazlum Kürt ulusu ya da hareketi olması dikkate değer olup, siyaset açısından son derece öğretici ve

anlamlı bir tablodur. Sadece siyasettaktik siyaset anlamında. Taktik siyasetin doğrudan somut duruma bağlı olması, bugün HDP tarafından ‘’barış’’ eksenli güdülen taktik siyasetin öğretici olduğunu söylememize kuvvetle imkân tanır… Emekçi halklara ve ezilen mazlum uluslara dayatılan emperyalist savaş ve bilumum gerici savaşlara devrimci savaşla yanıt vermek ezilen yoksul dünyanın en tabii hakkı olup, gerici savaşa karşı geliştirilen haklı savaş devrimci sınıf tutumu olarak tarihsel bir zorunluluktur. Bundan şüphe duymak toplumsal gelişmeyi ve buna analık yapan sınıf savaşımını anlamamaktır. Toplumların gelişme tarihinin sınıf mücadelelerinden ibaret olduğu inkâr götürmez doğrudur. Sınıflar mücadelesinin değişen toplumsal aşamalara göre ilerici ve gerici olarak nitelenen toplumsal iki karşıt sınıf arasındaki savaş biçiminde cereyan ettiği göz önüne alındığında, gerici sınıfların haksız savaşına karşı devrimci sınıfların haklı savaşının toplumsal gelişmeye katalizör olduğu görülmüş olacaktır. Dolayısıyla haklı savaşları gerici-haksız savaşlarla aynı kefeye koymanın temel bir yanılgı olduğu, bu anlamda devrimci sınıf savaşının özgür bir dünya için kaçınılmaz olduğu geri kaygılara kurban edilmeden savunulmak durumundadır.

Devrimci sınıflar sebepsiz yere savaş yürütmeyi benimsemez-benimsememiştir. Bu savaşı koşullayan neden, gerici sınıfların gerici zor örgütü olan devleti elinde bulundurup iktidarı gasp ederek emekçi halklar ve mazlum uluslara karşı haksız savaşlara başvurması, gerici baskı ve zor yoluyla hak ve özgürlükleri yok edip emek gaspına dayalı gerici bir diktatörlük uygulamalarıdır. O halde ezilen emekçi sınıfların haklı savaşını gerici sınıfların haksız savaşıyla aynılaştırıp sınıfsal yaklaşımdan uzak tutumla ayrımsız bir savaş karşıtlığı gerçekçi olamayacağı gibi, devrimci kitlelere savaşmayın demek son tahlilde gerici diktatörlükleri onaylamaktır. Bütün bunlarda tereddüt taşınamaz. Ancak savaş savunusu, savaş dışı siyaset biçimlerini yadsıyan bir yaklaşımla kesinlikle ele alınamaz. Özellikle de somut durum ve somutta biçimlenen siyaseti göz ardı ederek savaş savunusu yapılamaz. En önemlisi de savaşa obje olmayan, savaşı pratik olarak göğüsleme ve katkı sunma durumunda olmayanların, bizzat savaş yürütenlerden çok daha savaşçı kesilip savaş propagandası yapması tutarlı olmadığı gibi, boş meydanda boş konuşmaktan öte bir şey değildir. Bizzat savaş yürütenlerin savaşı daha iyi bildiğini kabul edip, onlara savaşı öğretme boşboğazlığı yerine müte-

vazı olmak yeğ tutulmalıdır. Savaş, önce yapılıp sonra öğrenilen bir şey olduğundan, savaşı yürütenlere karşı savaş konusunda ahkâm kesme yerine, centilmence fikir beyanında bulunmak daha doğrudur. Bizzat savaşanlara öncelik tanıyan bu anlayışımız bir tepki değil; savaşla siyaseti karşı karşıya koyarak siyaseti öteleyen yanılgılı yaklaşımın dar ufkunu genişletme yaklaşımıdır. Elbette, herkes fikrini söyleme hakkına sahiptir. Doğruyu söylemek görev ve sorumluluktur. Fakat savaş hakkında bizzat savaşanlardan daha çok savaşçı kesilip vaaz vermek etik olmadığı gibi, kabul de edilemez. Hele doğrular adına sadece savaş lafını dillendirmek ve doğrular adına hatalı yaklaşımlar piyasaya sürmek hiç kabul edilemez. Savaş, siyasetin silahlarla yürütülmesi biçimi ise, o halde savaş; siyasetin kendisi olmakla birlikte diğer siyaset biçimlerini dışlamaz. Bilakis, savaş kendisini besleyen siyaset biçimlerine yaşamsal bir ihtiyaç duyar. Dahası, savaş görevini tamamladıktan sonra yerini silahsız olan siyasete terk eden bir süreçtir. Yani, silahlı siyaset olan savaş her aşamada mutlaka silahsız olan siyasete gereksinim duyar ve ekseri, ikisi aynı anda var olup birlik oluştururlar. Zıtların birliği tam da budur. Savaş barışa, barış da sa-


güncel analiz

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

vaşa dönüşür. Bunların tersini tasavvur etmek, ne savaştan, ne siyasetten, ne de diyalektik felsefeden anlamaktır.

Savaş siyaseti kaba ele alınamaz Savaş savunusunu silahsız siyaseti men eden anlayışla ortaya süren görüş, özünde ve objektif olarak savaşa karşı ya da savaşı kuşa çeviren bir görüştür. Savaşın her türlü mücadele biçimi, her türlü siyaset ve taktikle birlikte yürütülmesi etkili bir savaşın yürütülmesini mümkün kılar. Savaşı, diğer alan ve biçimlerden tecrit etmek objektif olarak savaşı tecrit edip desteksiz bırakarak güçsüzleştirmektir. Silahlı savaşla sıkıştırılan düşman, ‘’teslim ol çağrısı’’ siyasetiyle desteklenen savaş bütünlüğü içinde yenilir. Savaş esasta yok etmeye dayanır. Ne var ki, düşmanın her ferdini yok etmek olası değildir. Savaş gücü dışındaki düşman gücü başka araçlar, siyasetler vasıtasıyla yenilebilir. Medyada yürütülen gerici savaş veya gerici savaşın geri desteği olan tüm kuvvetler kuşkusuz ki bu alanda yürütülecek savaş dışı siyaset ve metotlarla karşılanmak durumundadır. Düşman sadece silahlı savaşla sınırlı bir savaş yürütmüyor. İdeolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel vb. vs. her biçimde savaş yürütüyor. O halde devrimci savaşın da bu sahalarda biçimlenerek gerici savaşa yanıt vermesinden daha isabetli bir tutum olamaz. Gerçekte terör uygulayan gerici iktidar ve sınıflar devrimci ve haklı savaşları, terör hareketi olarak dünya ve ülke kamuoyuna lanse ederek yürüttüğü manipülasyonla, devrimci savaşı tecrit etmeyi amaçlıyor, bu siyaseti yürütüyor. Buna karşı dünya ve ülke kamuoyu nezdinde yürütülecek etkili siyasetlerle gerçek terörist olanın bizzat gerici sınıf iktidarları olduğunu yaymak ve onları tecrit etmek sınıf savaşının önemli bir görev alanıdır. Bu görevi es geçme lüksümüz olamayacağına göre silahsız siyaseti kullanmaktan imtina edemeyiz. Sadece savaş diyerek diğer siyaseti yadsıyan anlayışın kendi söz hakkımızı kısıtlayan bir anlayış olduğu açıktır. Bugün Kürt cephesinin barış söylemleri veya çağrılarına üst perdeden yaklaşan anlayışlar siyaset yapma yeteneği olmayan yaklaşımlardır. Stratejik yaklaşım ve ilkeler ayrı ama siyaset daha ayrı ve esnektir. Yeter ki, siyaset stratejiyi kemiren zemine kaymasın. Son olarak, bir noktayı daha vurgulayalım ki; barışın taktik siyaset savunusunda dahi kesinlikle ezen lehine hüküm süren şartlarda ezen ile ezilen arasındaki bir barıştan, ezen ile ezilen eşitsizliğinin geçerli olduğu şartlardaki bir barıştan ve ezen ile ezilen arasında eşit şartlarda onurlu bir barışın mümkün olamayacağına inandığımız koşullardaki bir barıştan, son tahlilde iki karşıt-düşman sınıf arasında sınıf çelişkilerini yok sayarak sınıf işbirlikçiliğini onaylayan bir barıştan da asla söz etmiyoruz.

Ancak komprador tekelci burjuva sınıfların dayattığı gerici bir savaşın ya da bu savaş siyasetlerinin baltalanıp boşa çıkarılması, bu sınıfların gerici savaş saldırganlığının suçüstü yapılarak deşifre edilmesi, uluslar arası alan ve ülke halkları nezdinde bu gerici savaşı ve sahiplerini teşhir-tecrit etmek, dahası bu zeminde geliştirmek istedikleri somut siyaset veya planlarını ters yüz etmek, en önemlisi de kamuoyunda yaratılan manipülasyon ve algının haksız önyargılarını kırarak gerçekte kimlerin terörist olduğunu deşifre etmek üzere, taktik siyasette ‘’barışın’’ karşı siyaset olarak dillendirilmesinin isabetli olduğunu düşünüyoruz. Ki, stratejik gerçekte de gerçek barış savunucuları hiç şüphe yok ki proletarya ve emekçi halk kitleleridir. Yürüttükleri sınıf savaşımının son tahlilde barış ve kardeşlik dünyası olan büyük özgürlük dünyasını hedeflemesi tam da bu stratejik gerçek barış savunucuları olduğumuzun kanıtıdır.

Haklı-Haksız savaş çizgileri silikleştirilemez Mesele savaş meselesine gelince ve haklı-haksız nitelemeleri yapılmadan salt savaş karşıtlığı temelinde aktüel olan yaklaşımlara dair proleter sınıf bakış açısının ne olduğu sorusuna gelince; bilindiği gibi bizler haksız savaşlara karşı olup haklı savaşları benimseyen-destekleyen aleni bir sınıf tavrına sahibiz. Mevcut sınıflı toplum

realitesinde savaş karşıtlığının öz itibarıyla haksız savaşlara karşı çıkma olduğu anlaşılmak durumundadır. Zira gerici sınıfların gasp ettikleri devlet ve iktidarın geniş halk kitleleri ve ezilen mazlum uluslara baskı, zulüm, sömürü, katliam ve doğa da dâhil olmak üzere kıyım, tahribat ve felaket olduğu, son tahlilde tüm insanlığa ve insanlığın aydınlık geleceğine karşı bir köstek olduğu açıkken, bu gerici devlet ve iktidar mekanizmasının yıkılarak, komünist toplum perspektifine sahip proletarya ve emekçi halk kitlelerinin iktidarını, haklıdevrimci savaş hüneriyle kurmanın bir zorunluluk olduğu reddedilemez bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla sınıf nitelemesi veya haklı-haksız savaş ayrışımı yapılmadan sivil toplumcu, burjuva hümanizmi temelinde toptancı bir savaş karşıtlığını benimsemediğimiz gibi, haklı savaşlara karşı olmamız tasavvur edilemez bir tutumdur. Çünkü haklı savaşlar zorunlu gerekçelere dayanmayan keyfi tercihler değil, bilakis onu koşullayan gerici sınıf diktatörlüklerinin kaçınılmaz bir sonucudur. Bugün Sosyalist Halk Savaşı stratejisi temelinde örgütleyip geliştirmeye çalıştığımız devrim stratejisi doğrudan günümüz şartlarındaki toplumsal koşullarımızın nesnel bir gereksinimi olan devrim ihtiyacına dayanmaktadır. Sosyalist Halk Savaşı temelinde geliştirmeye çalıştığımız bu savaşa ve aynı zamanda bağımsız devletlerine sahip

15

olma hakkı gasp edilmiş olup milli baskı altında barbarca ezilen mazlum Kürt ulusunun, Türk hâkim sınıflarına karşı yürüttüğü haklı savaşa karşı çıkmanın, alenen Tük hâkim sınıflarının halk kitleleri üzerinde azgın sömürü ve baskıya dayanan gerici faşist diktatörlüğünü kutsamak ve aynı zamanda Kürt ulusu üzerindeki milli baskı ve zulmünü onaylamak anlamına geleceği tartışma götürmez bir doğrudur. Biz proleter devrimciler ne halk kitlelerinin üzerindeki faşist diktatörlüğü kabul etme ve ne de aynı diktatörlüğün Kürt ulusu ve diğer azınlıklar, kültür ve kimlikler üzerindeki gerici baskı ve egemenliğini kabul etme durumunda değiliz, olamayız. Dolayısıyla bu gerici sınıf diktatörlüğü ve tüm gericiliğin alt edilmesi uğruna yürütülen devrimci savaşı alenen savunmaktan ve yürütmekten sakınca duymamaktayız. Toplumsal çelişkiler reel politikte nasıl tarif edilirlerse edilsinler ya da hangi biçimler altında gündeme gelirlerse gelsinler, nihayetinde tüm bunların ezen-ezilen çelişkisinin günümüz niteliği olan sınıf çelişkilerinden ibaret olduğu açıktır. O halde; sınıf siyaseti ve tavrı anlamında devrimci sınıfların kurtuluşuna dayanan devrimci savaşla tüm sınıf farklılıklarıyla birlikte gerici sınıfları, devrimci yoldan tasfiye etmenin toplumsal ilerlemenin vazgeçilemez kanunu olduğu açıktır.


16

güncel haber

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Devrimci halk meclislerini inşa edeceğiz Devrimci halk meclisi henüz istediğimiz noktada değil, eksiklikleri var, toplumun duyarlılığıyla buluşmayan yanlarımız var.. Önümüzdeki süreçte halk meclisinin işlevini devrimcileştirecek, duyarlılığı arttıracak çalışmalara yoğunlaşacağız. Dersim/Ovacık’ta DHF’nin devrimci, halkçı yerel yönetimler perspektifi ile çalışmalarına devam eden Belediye başkanı M. Fatih Maçoğlu ile hem çalışmalarına dair hemde genel siyasal sürece ilişkin bir röportaj gerçekleştirdik

HG: Kamuoyuna yansıyan çalışmalarınız hakkında neler söylemek istersiniz? M.Fatih Maçoğlu: Üretime dönük yaptığımız çalışmalar kamuoyu tarafından sürekli yakından takip ediliyor. Klasik belediye anlayışının dışına çıkarak toplumsal ilişkilerin planlandığı, sosyal ilişkilerin düzenlendiği bir üretim çalışması için ilk adamı attık. Bu bir süreç işidir aynı zamanda. Bir iki yıl içinde bitecek Bir şey değil. Uzun vadeli bir çalışma planladık. Ekonomik alt yapıyı planlamak ve geliştirmek adına bazı girişimlerimiz oluyor, doğal olarak bu attığımız adımlar kamuoyunda bir karşılık buluyor. Kapitalizmin insanı bencilleştirdiği, sosyal ilişkilerini tarumar ettiği böylesi bir ortamda ilçemizde hayatın planlanması üzerine yürüttüğümüz bu çalışmalara duyarlı insanlarımızdan, dostlarımızdan hatırı sayılır destekler görüyoruz. Biz belediye çalışmasının yol, su, park, vb. Gibi hizmetlerin dışında yapabilecek şeyleri olduğunu geniş kamuoyuna gösterdik, göstermeye devam edeceğiz.

HG: Yerel yönetimler anlayışınızı meclisler perspektifi ile ele aldınız. Mevcut durumda halk meclisleri çalışmaları ne durumdadır? M.Fatih Maçoğlu: Devrimci halk meclisi henüz istediğimiz noktada değil, eksiklikleri var, toplumun duyarlılığıyla buluşmayan yanlarımız var.. Önümüzdeki süreçte halk meclisinin işlevini devrimcileştirecek, duyarlılığı arttıracak çalışmalara yoğunlaşacağız. Şu an işleyen bir meclisimiz var. Belediyenin topluma karşı ne kadar sorumluluğu varsa toplumun da kendisine ve belediyenin çalışmasına o kadar duyarlı olması gerekiyor. Toplumsal duyarlılığı geliştirmek bizzat halkın katılımıyla gerçekleşecek yönetim anlayışından geçiyor. Bu anlamda hala ağır yürüyen yanlarımız var. Ama şunu söyleyebiliriz, Belediyemizin toplumla ilişkisi şu an ileri bir durumdadır. Bir ma-

hallede oluşan herhangi bir sorunu belediyeye bildirerek sorumluluk sahibi olduğunu hisseden hatırı sayılır dostlarımız, arkadaşlarımız var. Mesele yaptığımız her çalışmaya ilçemizde yaşayan insanlarımızı dâhil etmekte. Bunu da önümüzdeki günlerde çok daha ileri bir noktaya taşıyacağımıza eminiz. Çünkü doğru iş yapıyoruz. Yaptığımız işin toplumdaki karşılığına bakıyoruz, ne kadar buluşmuştur, ne kadar eksiktir, eleştiriler nelerdir, bütün bunları toplayıp yeniden planlamalar yapmaya çalışıyoruz. Yerel yönetimler anlayışımız sadece bölgemizde belli bir coğrafya parçasına sıkışıp kalan değil, bizzat oradan beslenen ve bunu farklı alanlarda yaşayan insanlarla buluşturma görevimiz var. Mesela bölgemiz dışında elimizden geldiğince sosyal sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışıyoruz. DHF ve Mazgirt belediyesiyle birlikte Kobane'ye yardımlarda bulunduk. Kobane de savaş sonrası DHF’nin çağrısı ile yerel yönetimlerle birlikte gidip ziyaretlerde bulunduk, görüşmeler yaptık, Kobane’nin inşası için neler yapabileceğimizi oradaki yetkilerle konuştuk. Yine geçen günlerde Artvin Hopa’da sel felaketinden dolayı mağdur olan insanlara Mazgirt Belediyesi ile birlikte yardımlarımızı götürdük. Tarımsal çalışma sonucu elde ettiğimiz ürünümüzü götürüp Hopa halkıyla paylaştık. Şunu yapmaya çalışıyoruz; Yerel yönetimler belki de sınırları belli olan bir alanı çağrıştırıyor olabilir, ama bizim anlayışımızda etkin olan şey o sınırları da aşacak devrimci olan her çabayı devrimci bir sorumluluk taşıyarak halklarla buluşturmaktır.

HG: Devletin yeniden devreye soktuğu savaş konsepti denkleminde Dersim'de yeniden

OHAL uygulamaları başlatıldı. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? M.Fatih Maçoğlu: Tarihsel anlamda devletin bölgemizde bıraktığı ve de bırakmaya çalıştığı tahribat çok fazla. Her tahribat toplumumuzun kültürel ve ekonomik olarak kendi değerlerinden yani kendisinden uzaklaştırılması demek. Bu yönüyle hem toplum hem de doğamız siyasal baskının her zaman hedefi oldu. Olmaya da devam ediyor. Kendi toprağından kopan insanımız doğallığında üretimden uzaklaşıyor, OHAL uygulamaları hem insanımızda hem de doğamızda derin tahribatlar yaratıyor. Siyasal hedef haline getirilerek boşaltmaya yönelik çabalar gelecek kuşakların yarına uzanan düşlerini kopartıyor. Uzun yıllardır Kürdistan toprağı bu baskılardan çok etkilenen bir bölge oldu. Sistematik bir şekilde bu bölgelerde uygulanan bu siyaset tarzı devletin bakış açısının sürekliliğini gösteriyor. Bu uygulamaların hedefinde bölgenin kültürel, siyasal kimliğine ve doğasına yönelik bir tahribattı yaratmak vardır.

HG: Yapmış olduğunuz çalışmalardan kaynaklı sürekli adınız geniş kamuoyu nezdinde TKP'li başkan ve belediye olarak anılmaktadır. Bu durum DHF kitlesi başta olmak üzere devrimci kamuoyu tarafından farklı algılara yol açmaktadır. Bu durumla ilgili neler söylemek istersiniz? M.Fatih Maçoğlu: Geniş kamuoyu kesimlerinde “komünist başkan” tanımlaması TKP ile ilişkilendirilse de, biz her fırsatta TKP ismiyle seçime girdiğimizi

ama DHF'li bir belediye olduğumuzu özellikle belirtiyoruz. Kamuoyunun da önemli bir kısmı bu gerçeği bilmektedir. TKP ismiyle Türkiye genelinde ilk defa bir belediyenin kazanılması özellikle burjuva medyasında bir ilgiyle karşılandı. Doğallığında bizimde düşünmediğimiz bu ilgi yoğunlaşarak devam etti. Türkiye de solsosyalist belediyeler vardı ve bizim dışımızda da var. Mesela Mazgirt belediyesini yöneten yoldaşımız iki dönemdir orada kazanıyor. Bizim gibi onlarda DHF'nin yerel yönetimler programını Mazgirt halkıyla birlikte yaşamsallaştırmaya çalışıyorlar. Yine bizim dışımızda Kürdistan'ın birçok yerinde toplumsal ilişkileri planlanması üzerine çalışmalar yapan belediyelerin çalışmaları var, böyle örnekleri çoğaltabiliriz. 2014 yerel seçimlerinde DHF hem Dersim merkez hem de Dersim ilçelerinde halk dayanışmaları oluşturdu. Bu dayanışmalara geniş halk ve kite örgütlerinin katılımı sağlandı. Biz DHF'nin Ovacık ilçesinde oluşturduğu Ovacık Halk Dayanışmasının adayı olarak seçime girdik. Bu dayanışma kendi içerisinde oluşturduğu bir kurulu vardı. Bu kurul seçimlere parti ismi altında katılmasının daha doğru olduğuna karar verdi. DHF ile birlikte bir karar alındı. Örgütlenmesini tamamlayan TKP ismiyle seçime girdik ve kazandık. Seçim sonrası özellikle geniş kamuoyunda yer alan haberler TKP ismini öne çıkardı. Biz başından beri DHF'li olduğumuzu ve Ovacık halk dayanışmasının adayı olduğumuzu belirttik. Daha sonra yerel yönetimler programı dâhilinde yürüttüğümüz çalışmaların kamuoyunda gündeme gelmesi aslında toplumla birlikte geliştirmeye çalıştığımız, siyasal, kültürel ve ekonomik üretimlerin devrimci bir çabasının ürünüdür.


01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

güncel haber 17

Halkımızdan aldığımız umudu büyütmeye devam edeceğiz On yılların biriktirdiği sorunların karşısında halkın tarihine ve geleceğine sahip çıkma bilinci çalışan emekçilerimizin özverisi, Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu (ADHK ) ve Demokratik Haklar Federasyonu ( DHF) ‘un maddi ve manevi desteği ve ayın zamanda bir fiil çalışmalarımıza katılarak destek vermeleri ile ilçemizin temel eksilikleri tespit edilerek öncelik sırasına göre giderilmiştir İki dönemdir DHF’nin devrimci, halkçı yerel yönetimler perspektifi ile çalışmalarına devam eden Mazgirt Belediye başkanı Tekin Türkel ile hem çalışmalarına dair hemde genel siyasal sürece ilişkin bir röportaj gerçekleştirdik

HG: Mevcut çalışmalarınız hakkında neler söylemek istersiniz? Tekin Türkel: Öncelikle ezilen ve sömürülen halkların gözü, kulağı olduğunuz için ve bizlere karşı göstermiş olduğunuz duyarlılıktan dolayı Halkın Günlüğü çalışanlarının bir bütününe şahsım ve halkım adına teşekkür ederim. Başta bir şeyi kısaca belirtiyim yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı anlatmaya kalksam en az 3 sayının tamamını bana ayırmanız gerekmektedir ama yinede kısacası 3500 metre kanalizasyon, 3000 metre su şebeke İşi su depolarının yenilik çalışması, yeni su sondaj vurularak su sorununu çözümü, Nazım Hikmet belediye halk kütüphanesi, Ahmet Arif çocuk ve gençlik parkı, Muzaffer Oruçoğlu aile çay bahçesi, Hüseyin cevahir çocuk ve gençlik parkı olmak üzere 3 adet yaklaşık 2’şer dönüm olmak üzere sosyal ortak kulanım alanları yarattık. Ayrıca kadınların kolektif yaşam kolektif üretim ile ilgili Zarife ana kadın kolektif yaşam evi ile birlikte ücretsiz kadın misafirhanesi, ücretsiz halk misafirhanesinin açılması, yoksul ailelere giyim yardımı, ilk ,Orta ve Yüksek okul Öğrencilerine kırtasiye ve burs yardımı, yol kaldırım çalışması, yol stabilize ve asfalt çalışması, belediye iş makinesi ve donatım malzemesinin tamamlanması, En az 12 bin kilitli parke döşemesi, İlçemize kendi sürecimizde kapalı spor salonu Fitnes salonu, halı

saha cemevi ve Öğretmenevi gibi önemli yatırımlar yaptık. Söz, yetki, karar Mazgirt halkına şiarıyla çıktığımız yolda Mazgirt halkı 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde belediye yönetimini bizlere emanet etti. Gerçek anlamda ise söz ve yetkisini kazanıp kendisini yönetime taşıdı. Acılar, yoksulluklar, yok saymalar ve elbette ki tüm bunlar karşısında onurlu duruşundan taviz vermeyen, tarihiyle dersim coğrafyasının bir parçası olan Mazgirt, göçler ve sürgünlerle insansızlaştırılan bir coğrafyada payına düşeni fazlasıyla alan ve almaya devam eden bir ilçemizdir. Dili, kültürü, inancı ve yaşam tarzıyla bu zamana kadar kadim yaşanmışlıklarıyla kabesini insan eyleyen, aydınlık insanca bir dünya özlemi ve umudunu büyütüyorlar, bizde bu umdun meyveleriyiz. Onlardan öğrendik ve şimdide onlarla birlikte bu küçük ilçenin geleceğine umut taşımanın emeğini verdik ve vermeye devam edeceğiz. İlçemizin uzun yıllardan bu gün’e kadar çözülmemiş çok önemli sorunları bulunmaktaydı, bunlardan en önemlileri; alt yapı, içme suyu, kanalazisiyon ve sokaklardı. Biz belediye’yi devralırken sıradan bir köyün de çok gerisinde idi, olanaklarımız oldukça kısıtlı, belediyenin gelirleri giderlerini karşılamakta yetersizdi. On yılların biriktirdiği sorunların karşısında halkın tarihine ve geleceğine sahip çıkma bilinci çalışan emekçilerimizin özverisi, Avrupa Demokratik Haklar Konfe-

derasyonu (ADHK ) ve Demokratik Haklar Federasyonu ( DHF) ‘un maddi ve manevi desteği ve ayın zamanda bir fiil çalışmalarımıza katılarak destek vermeleri ile ilçemizin temel eksilikleri tespit edilerek öncelik sırasına göre giderilmiştir.

HG: Yerel Yönetimler anlayışınızı halk meclisi perspektifi ile ele aldınız, mevcutta halk meclisi çalışmalarınız ne durumdadır? Tekin Türkel: Halkımızın iyi niyetli beklentileri, akrabalık bağları ve yoksulluğu on yıllar boyunca gerici kesimler tarafında pervazsızca kullanıldı. Belediye yönetimine gelen bu geri çarpık anlayışın sahipleri kurdukları düzenin değişmez olduğunu halkın belediye yönetiminde söz sahibi olamayacağını aşiretlerin, kişilerin belirleyici olduğunu söyleyen bu çıkar gruplarına karşı Kendi sürecimizde bütün düzen parti ve hile oyunlarına karşı belediyesini kendi öz yönetimine alarak belediyesine sahip çıkan sorgulayan belediye çalışmalarına direk katılan ve özellikle Mazgirt gençliğinin sahiplenme duygusunun egemen olduğu, alınacak kararlarda sivil toplum, demokratik kitle kurumları, esnaf temsilcileri ve siyasi partiler AKP hariç ilçe temsilcileriyle kararlarımızı alarak yürüttük ve yürütmeye devam ediyoruz.

HG: Önümüzdeki dönem planlarınız nelerdir?

Tekin Türkel: Öncelikle belediyeyi devir aldığımız günden günümüze yapmak isteyip te belediyenin araç gereç ve ekonomik yetersizliğinden kaynaklı yapamadığımız eksik kalan kanalizasyon, kısmen su sorunu, yolların kilitli parke döşemesini tamamlanması, alt gelir gurubuna hitap eden 88 konut tamamlanmış olup ve 120 konut un daha ilçeye yapılması planlanmıştır. HG: devletin yeniden devreye soktuğu savaş konsepti denklemiyle dersim’de yeniden OHAL süreci başlatıldı. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Tekin Türkel: Kerbela’dan ,Çaldıran’dan, Zilan’dan, Koçgiri, Dersim’den Maraş, Sivas, Çorum, Malatya, Roboski, Şengal ve Suruç katliamları, 12 Eylül cuntasından geziye kadar olan katliamların sorumluları ve iktidarlarının büyük Ortadoğu projelerinin devamı olarak insan hak ve özgürlüklerinin askıya alınma ve halkların bir birine kırdırma politikaların sonucudur. Biz bu katliamların yabancısı değiliz, yapanları da yaptıranları da çok iyi biliyor ve tanıyoruz. Bu anlamda şahsım, taraf olduğum Demokratik Haklar Federasyonu ve halkım adına bu zihniyeti nefretle kınıyorum.


18

güncel haber

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Siyasal kampanyalarımızda özellikle tekçi faşist devletin temel referansı ve bekasını hedefleyen resmi her bir millet, dil, inanç, bayrak, tarih, felsefe, düşünce imtiyazı ve tekeline karşı, sınıfların ve sömürünün olmadığı Komünizme yürüyen tam hak eşitliği ve Komünizme kadar devrim-leri sürdürelim çağrısı olmalıdır. Ve Kürt ulusal sorunu özgülünde bütün ulusal sorun ve milli meselelere yönelik temel şiarımız ; bütün uluslar için tam hak eşitliği, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı, “bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” olmalıdır 7 Haziran genel seçimlerindeki sonuçlar, hali hazırdaki Türk egemenlik sistemini memnun etmemiş olacak ki aslında 30 Ekim 2014 yılındaki 10 saati geçen oldukça uzun MGK toplantısında kararlaştırılan topyekün askeri faşist saldırıların dozajını daha da arttırma konseptini durmaksızın devreye sokmuşlardır. Ancak başta kapalı kapılar ardında Waşhington misali gizli olarak kararlaştırılıp çok geçmeden de açık edilerek devreye sokulan bu konseptin öngördüğü gibi gelişmeler ve gerçek hayat birebir karşılık vermiyor. Bir başka deyişle tekçi faşist devletin evdeki hesabı çarşıya uymuyor. Bundandır ki egemenler A, B, C vs derken gece gündüz sürekli plan üstüne plan-lar hayata geçiriyor. Nitekim Beytüşşebap’da tekçi faşist devletin askeri olarak Kürt ulusu ve Kürt ulusal hareketine yönelik inkar ve imha amaçlı askeri saldırılarında ölen Ali Alkan’ın Osmaniye’de cenaze törenindeki yaşananlar bunun önemli bir göstergesi olarak gelişmiştir. Cenazede Erdoğan’ın gönderdiği çelenk parçalanırken özellikle Erdoğan başta olmak üzere bölge milletvekilleri özgülünde AKP’ye yoğun tepkilerin dillendirildiği göze batıyordu.

Katil aranıyor!

Cenazelerdeki tekçi faşist devlete tepkiler güçlenen eğilime işarettir Ava giderken avlanan tekçi faşist ordunun ölen askeri Alkanın cenazesinde yine aynı faşist ordu da görevli abisi yarbay Mehmet Alkan’ın ‘’Bunun katili kim, sebebi kim? Düne kadar çözüm diyenler ne oldu da şimdi savaş diyor. Sırça saraylarda 30 tane korumayla gezip zırhlı arabalara binip de ‘şehit olmak istiyorum’ diye bir şey yok. Git o zaman, oraya git’’ diyerek tepkisini gösterdi. Ve aslında katilin de bir yönüyle adresini veriyordu. Ancak kimi eksiklikleriyle. Zira bizzat emperyalist devletleri tarafından Türkiye-Kuzey Kürdistan’da tekçi faşist devletin inşa ve icrası, ezilen ve sömürülenlerin inkârı ve

imhası üzerinden şekillendirilerek ayakları üzerine dikilmesi sağlanmıştır. Başta Ermeni, Rum, Asuri, Suryani olmak üzere Ezidi, Keldani, Kürt, Dersim, Alevi vd milliyetler ve ezilen inanç kesimlerine karşı topyekün kırımdan geçirme, bu da tam başarılamazsa aynı stratejik ve kapsamlı bir seferberlikle tehcir, sürgün, asimilasyon ve tekleştirme konseptiyle maddi ve manevi bir çökertme operasyonu genel bir çizgi ve yönelimle ele alınarak hayata geçirilecekti. Ve öylede oldu. Tekçi faşist devletin daha ilk sürecinden itibaren faşist Kemal ile başlayıp İnönüler, Karabekirler, Bayarlar, Menderesler, Ecevitler, Demireller, Evrenler, Özallar, Türkeşler, Çillerler, Mesutlar, Baykallar, Bahçeliler, Erdoğanlar, Kılçdaroğlular, Davutoğlular ile bu stratejik yönelim sürgit devam etmiştir. Dolayısıyla bugün yaşanan karşı-devrimci savaşı salt Erdoğan ve Davutoğlu ile sınırlayıp meseleleri darlaştırmak ve kişiselleştirmek doğru olmayacağı gibi aynı zamanda kişisel ihtiraslar bağlamında da değerlendirmek doğru ve yerinde bir tahlil olmaz. Zira şimdiki süreç ve karşı-devrimci gelişmeler ilk olarak geçmişin ideolojik, siyasal, sınıfsal, örgütsel ve kültürel bağlamda tekçi faşist devletin niteliğinin bir devamıdır. Diğer yandan uluslarası emperyalist sermayenin hali hazırdaki merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına uygun olarak yeniden yukarıdan aşağıya dizayn edilen devletin uygulamaları mahiyetindeki gelişmelerdir. Yoksa Erdoğan ve Davutoğlu’nun salt kişisel ihtirasları olarak

telak ki edilemezler. Elbette bu yönlü kişisel ihtiraslar ve hatta Osmanlı’ya öykünme mahiyetinde şatafatlı saray ve çeşitli endamlar söz konusudur. Ancak bunlar içerisinden geçilen verili objektif koşullar ve bizzat uluslararası emperyalist sermayenin şimdiki durumdaki ihtiyaçlarına göre yapılandırılan tekçi faşist devletin var olan özünün ve niteliğinin tamamlayıcıları yâda somuttaki bazı görünümleri olarak ifade edilebilirler. Bütün bunlardan hareketle Beytüşşebap’da ölen Alkan’ın katili de kolaylıkla cevaplandırılabilir. Evet katil ne tek başına Erdoğan, Davutoğlu ne de tekçi faşist devletin herhangi bir şahsiyeti değil-elbette bunlarda dahil olmak üzere- bizzat tekçi faşist devletin kendisi ve ona niteliğini veren yukarıdan aşağıya egemen sınıflardır. İşte burada emperyalizme yarı-sömürge temelinde bağımlı tekelci komprador burjuva diktatörlüğü karşımıza çıkmaktadır. Ve tabi ona da yön veren emperyalist kapitalist sistemdir. Bu bağlamda ortada bir ölüm söz konusuysa bunun doğrudan katili emperyalist dünya sistemi ve ona niteliğini veren özel mülkiyet çıkarları ve bu temel üzerinden devleti ve her şeyiyle kendini var eden uluslararası emperyalist sermayedarlar ve iktidarlarıdır. TürkiyeKuzey Kürdistan’daki tekçi faşist egemenlik sistemi de emperyalizmin stratejik uşağı olduğu için onun bir memuru olarak işlev görmektedir.

Katil ve suçlu, Erdoğan ve AKP özgülünde, emperyalizm ve ona

bağımlı stratejik uşak tekçi faşist devletin ta kendisidir! Elbette Erdoğan’da katil ve suçludur. Ama ipin ucunu kaçırıp kişiselleştirmelere girmeden doğru bir yaklaşımla olguyu ele alarak değerlendirme yapılması doğru olandır. Çünkü bu emperyalist kapitalist dünya sistemi ve onun stratejik uşağı Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki tekçi faşist devletin klikleriyle birlikte egemen sınıflar iktidarı, tıpkı Osmanlı’da oyun çoktur misali oyun içinde oyunlar çevirerek kendini allayıp pullamayarak yine umut ve gelecek olarak oyalama, kandırma ve manipülasyonlarda etkili olurlar. Zira Menderes’i idam edip sonra da kahraman ilan edenler yine onlardır. On yıllarca muhafazakâr Kemalist klik tarafından kuşatılan İslamcı kesimlere mağduriyet rolü biçerek etkide bulunanlar yine onlardı. Topal Osmanları önce kullanıp sonra da ortadan kaldırılması için harekete geçenler onlardı. Önce Mehmet Ağarlar’a bin operasyon yaptırıp sonra da sözde hapse atma ve yargılama görüntüsüyle hesap sordukları numaralarını çevirenler onlardı. Önce Ağcaları, Kırcıları, Nurişleri, Parsadanları, Çakıcılar vs kullanıp sonra da katil ilan edenler onlardı. Önce Çatlı, Bucak, Kocadağlara onlarca ilerici, demokrat, yurtsever, devrimci ve komünisti katlettirip sonra da Susurluk ‘’kazası’’ ile defterlerini dürenler onlardı. Önce Cem Erseverlere JİTEM’i kurdurup sonra da infaz edenler onlardı. Önce her türlü askeri faşist saldırı ve kıyımda ser-


güncel haber

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

best kırakıp sonra da kaza görüntüleriyle ortadan kaldıranlar onlardı. Yüzlerce yargılı, yargısız infaza onay verip de sonra Ergenekon vs yargılamaları altında hesap sorduğu yalanları ve aldatmacaları gerçekleştirenler onlardı. Önce Gülen cemaati ile kol kola verip karşı-devrimci politikalar ve katliamları gerçekleştirip akabinde rantiye savaşına girince Gülen’i paralelci ilan edenler yine onlardı.

Manipülasyonlara karşı teşhir ve aydınlanmak için siyasal kampanyalar örgütleyelim Ve tabi ki bu durumu daha ilk adımlarda sorgulamaya başlayan kesimlerin susturulmasına yönelik girişimlerde gecikmeden devreye sokuluyordu. Erdoğan önderlikli AKP hükümeti-iktidarına mensup uşak medya organları Alkan ailesine yönelik manipülasyonlara hemen başlıyordu. Kendi yandaş medyası mensuplarına yönelik bir yandan ‘’saldırı’’ olduğu tertipleriyle etkisi ve tirajını arttırmak isterken diğer yandan ise aslında aynı manipülasyon temelinde özellikle askeriye içerisinde Erdoğan ve AKP’ye tepkilerin önünü kesmek için harekete geçmekten gecikmeyeceklerdi. Bu temelde psikolojik de dahil özel savaş konseptinin hemen tüm türevlerini de kullanmaktan bir an olsun geri durmayacaklardı. Alkan ailesi paralelci, Alevi vs olduğuna yönelik algı operasyonlarıyla yanılsama yaratılarak manipülasyonlara tabi tutuluyordu. Osmaniye’de 23 Ağustos’da ki bu cenaze süreciyle ilgili iki kişiye yönelik tutuklama devreye sokulurken abi Alkan’a ise tekçi faşist devletin ordusu tarafından soruçturma açılıyordu. Hatırlanırsa bundan bir hafta kadar önce 16 Ağustos’da tekçi faşist

ordu mensubu uzman çavuş Musa Saydam’ın Kırıkkale’deki cenazesinde de Yalçın Akdoğan kovalanmış ve korumalarınca aracına alelacele bindirilip kaçırılmıştı. Tekçi faşist devletin askeri saldırıları karşısında faşist ordu, polis ve özel savaş birimleri unsurlarından ölenlerin sayısı arttıkça öncelikle şöveinizmin etkisiyle bilinçleri karartılan kitlelerin belli kesimlerinin tekçi faşist devlete güveni sarsılıp tepkisi artarken, Türk hakim sınıf klikleri arasındaki çelişkiler ve dalaş da artma göstermektedir. Zaten hakim sınıf kliklerinin var olan çelişkilerine yeni çelişkiler ve dalaşlar eklenerek tekçi faşist devletin ve düzen partilerinin teşhiri de artmaktadır. Tekçi faşist devletin yalan ve demagojilerle on yıllardır şövenizm zehiriyle etkilediği ve bu temelde şırınga ederek mutantlaştırdığı kitlelere yönelik ilerici, demokrat, devrimci ve komünistlerin siyasal kampanyalarla özgür aydınlanma faaliyetleri de son derece gerekli ve ertelenemez görevleri arasındadır. Türk hakim sınıflarının Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki Türk-İslam(Sünni) sentezli faşist niteliği diğer ulus, milliyet ve inanç gruplarına baskı uygulamaktadır. Ezilen ulus, milliyet ve inanç kesimlerine baskı, şiddet ve katliam devletin egemen niteliği durumundadır. Yani tekçi faşizm, bizzat devletin temel niteliği yada temel karakteristik özelliğidir. Bu temeldeki devletin faşist niteliği başından bu yana değişmemiş aksine sürgit devam ederek bugünlere kadar gelmiştir. Sadece ama sadece sürekli uluslararası emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak ortaya çıkan ve gelişen yeni koşullara göre yapılandırılmış yada tahkim edilmiştir. Şimdiki durumda da bizzat uluslararası emperyalist serma-

yenin ihityaçlarına göre yapılandırılması bağlamında katı merkeziyetçi ve tekçi faşist paradigmasında gemi azıya almış bir şekilde yoğunlaşması gibi devletin faşist karakteri özünden hiçbir şey kaybetmeden sürgit devam etmiştir. Bu anlamda her kim ki devletin azıcık da olsa demokratikleştiği vs söylüyor yada iddia ediyorsa kendini kandırıyor demektir. Var olan somut ve objektif güncel gelişmeler gerçekliği bu durumun tam aksini göstererek adeta körün bile inkar edemeyeceği son derece somut maddi verilerini yeterince sunmaktadır. Siyasal kampanyalarımızda özellikle tekçi faşist devletin temel referansı ve bekasını hedefleyen resmi her bir millet, dil, inanç, bayrak, tarih, felsefe, düşünce imtiyazı ve tekeline karşı, sınıfların ve sömürünün olmadığı Komünizme yürüyen tam hak eşitliği ve Komünizme kadar devrim-leri sürdürelim çağrısı olmalıdır. Ve Kürt ulusal sorunu özgülünde bütün ulusal sorun ve milli meselelere yönelik temel şiarımız ;

19

bütün uluslar için tam hak eşitliği, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı, “bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” olmalıdır. Bütün milletlerin ve dillerin tam hak eşitliğinin garanti edileceği; hiçbir zorunlu resmi dilin tanınmayacağı; halklara bütün yerli dillerin öğretildiği okulların sağlanacağı; devletin anayasasının herhangi bir milletin herhangi bir imtiyaza sahip olmasını, milli azınlıkların haklarına tecavüzü kesinlikle yasaklayacağı; her ulusa kendi kaderini tayin etme hakkının tanınacağı; bütün uluslara bölgesel özerklik, azınlık milliyetler için ise özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim sisteminin oluşturulacağı; böylesi özerk ve kendi kendilerini yöneten bölgelerin sınırlarının ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb temeli üzerinde bizzat yerel nüfus tarafından tayin edileceği Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne yürüyelim haykırışıyla siyasal kampanyalar örgütleyelim.

YOLA YOLCU

≫ hıdır uludağ

MÜCADELE BİÇİM VE YÖNTEMLERİN DİYALEKTİK BÜTÜNLÜĞÜ

K

onu, bir köşe yazısına sığdırılamayacak kadar geniş. Böyle de olsa; sağa sola çekiştirmeden, marksist bir yaklaşımla konuyu özetlemek mümkün. Elbette ki, devrime hizmet edecek olan hiçbir mücadele biçimi, yöntemi ve mücadele aracı reddedilemez, ötelenemez. Bu, herkesin kabul edebileceği genel bir doğrudur. Buradan hareketle, günübirlik mücadele biçim ve yöntemleriyle de yola çıkılamaz. Bazı yol, yöntem ve biçimler esas iken; bazıları bu yol ve yöntemlere hizmet edenler olmak durumundadırlar. Yani; tali mücadele biçimleridirler. Önemli olan esas ve tali arasındaki ilişkiyi doğru kavramak, birini diğerine feda etmemek, aralarındaki diyalektik bağı doğru algılayabilmektir. Esas olanın sağlıklı büyümesi, tali gıdalarla doğru beslenmesine bağlı olduğu kadar; bundan da daha önemli olanı tali gıdalarla beslenirken, esas olanın yüzünün perdelenmemesidir. Burada, altı çizilmesi gereken şey şudur; iki durumu aynılaştırmamak, birini diğerinin yerine koymamak ve asıl olanı esas almak; tali olanı ise yok sayıp ötelemeden asıl ola-

nın hizmetine sunmaktır. Böyle bakılmazsa, günübirlik siyaset ve politikalarla kendiliğindenci bir yola düşülür, devrim imkânsızlaştırılır. Esas olanın yerine, tali olanın üstünde yoğunlaşılarak, “sonradan esas olanla buluşuruz” anlayışı, mantığı tersten işletmek olur. Oysa esas üzerinde yoğunlaşıp, tali olanı reddetmeden, ötelemeden, onun öneminin bilincinde olarak esas olanın hizmetine sokmak marksist bir ilkedir. Reddedilemez. Sanıyorum ki, her devrimci ve komünist bu ilkeyi bu biçimiyle kabullenir ve hayata geçirmeyi bir görev olarak bilince çıkartır. Zaten tersi durum kişinin, kurumun devrimciliğini, komünistliğini tartıştırır. “Barışçıl yollarla gerilla savaşına hazırlık”, “temkinli ilerleme”, “geri çekilme”… Elbette ki; bunların hepsi birer taktik ve tali mücadele biçimleridir. Somut duruma göre, esas mücadeleyi geliştirmek, iktidar mücadelesini büyütmek amacıyla kullanılabilecek mücadele biçim ve yöntemleridirler. Fakat; kesinlikle mantığı, yukarıda altını çizdiğimiz gibi tersten işletmemek kaydıyla. Yani, bu mücadele biçimlerini kesinlikle reddetmeyeceğiz; somut durumun somut

koşullarından hareketle kullanmaktan imtina etmeyeceğiz. Bunları kullanırken, asıl görev ve sorumluluklarımızı da kulak ardı etmeyeceğiz. Tam aksine, esas olanı doğru taktik mücadele biçimleriyle besleyip, onu bir üst boyuta sıçratmanın çabaları içerisinde olacağız. Mesele bu kadar basit. Yeter ki bilincimiz kararmış olmasın. Asıl olana sarılıp, tali olanı bunun hizmetine sunmak iddiasında olanlara, “ solculuk” yaftası yapıştırıldığında, sorulması gereken soru haklı olarak şu olmayacak mıdır; mantık tersten çalıştırılarak, kafa üstü dikilen teorilerin ayakları üstüne dikilmesi gerekmiyor mu? Bu mantık silsilesi içerisinde izlenen tarihsel sürecin masaya yatırılması ve gelinen aşamanın, yaşanan deneyimlerin yeniden ve yeniden gözden geçirilmesi bir zorunluluk değil midir? Hiç sağa, sola çekiştirmeden asıl olanla tali olan arasındaki diyalektik bağın doğru kavranması ve kurulması göreviyle karşı karşıyadır komünistler.


20 güncel haber

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

Bolşevik devrimcilik üzerine Nihai olarak iktidarı yıkma ve yeniyi kurmaya hizmet etmeyen faşizmden hoşnutsuz kitlelerin gazını alan bir emniyet sübabı ‘sol’ devrim iddiasını bolşevik içerikten arındırsanız işte tam olarak böyle bir sol çıkar karşınıza. MK’sı, üyelik sistemi olmayan kongre, konfrerans, irade kaygısı taşımayan, proleter aydınlarını yaratamayan sadece kas, sadece şiddet esaslı ‘akılsız’ ve ‘beceriksiz’ bir sol. Burjuvazi için bundan daha ideali düşünülemez. Siyaseti ekonominin yoğunlaşmış biçimi olarak tanımlayan komunistler açısından güne dair ürettikleri siyasetin hizmet ettiği sınıfı doğru tahlil etmek hayati olduğu kadar üzerine sıkıca tartısılan bir konudur da. İşci Sınıfı ve emekçilerin siyasal temsilcisi olma gibi cüretkar bir iddaya sahip olmak güne ve geleceğe dair gelişmeleri doğru okuma sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Devrimci siyaset sahnesinin bizim gibi çok başlı ve çok parçalı olduğu ülkelerde bu konu daha karmaşık olabilmektedir. Kendine Komunist ve Devrimci diyen onlarca Parti ve Örgütün siyasal çizgisi içerisinde gerçeği bulma arayışı (ki mutlaka biri doğrudur beklentisi de gerçekçi değilken) bile başlı başına zaman ve emek işidir.Emekçi sınıfların sel olarak baktığımızda 1925’lerde sömürü çarkları içerisinde yitip giden CHP’ye yedeklenen TKP, 1950’lerde zamanı düşünüldüğünde bu konunun önce Menderes’i sonra 27 Mayıscıları çok gündemlerinde ya da yakınlarında destekleyen Kıvılcım’lı ve benzerleri, 12 olduğunu söylemek gerçeklikten Eylül’e karşı Özal’a yedeklenen ‘komükopuk bir yaklaşım olacaktır.Tüm bu nistler’ ve yakın zamanda AKP’ye koiçsel çelişmelerin yanında esas ve yarosunda en gür sesi ile bağıran Roni kıcı olan ise egemen sınıfların emekçi Marquiles, Murat Belge, DSİP vb ‘sol sınıflar cephesine sızmış sosyalist’ çevreler..Burjuva ideolojisi ve bunun En siyaset denizinin dibi bu ve binbir haldeki anbenzeri pekçok batıkla ateşli AKP karşıtı bir sımalarıdır.Burjudoludur.Faşizmin vazi bulanık ‘sol’ siyaset AKP saltanayapısal olduğu ve süsuda siyaset reklilik arzettiği tını sarsabilecek bir sol ittifak yapmakta ülkelerde mufazlasıyla olasığında, ittifaka katılmak bir halif olmanın bedeneyimliyana bu ittifakı zayıflatmak için deli herzaman dir.Kendine ağır olmuştur.Burgösterdiği çaba ile misyokarşıt görjuvazinin sistem düğü tüm nunu açık edebilmektekarşıtları ile mücaakımlarıda delesi pekçok farklı dir mesela.. herdaim bu sulara biçim ve yöntem içerçekme gayreti içerimektedir. İdeojik netliğe sindedir. yönelik saldırı esasen iki temel Türkiye-Kuzey Kürdistan’da sabaşlık altında ayrıntılandırabiliriz; dece son 100 yıllık siyasi tarihe yüzey-

1-Yedeklenebilecek düşünce akımlarını yörüngesindetoplama ve dönem dönem dağıtma pratiği Reformist ve revizyonist siyasi hattın iradi olarak ya da yanılgılarla çekildiği tuzak daha çok burası olmaktadır. Buna havuç ve sopa siyaseti de diyebiliriz. Bu katagori içerisinde yeralan reformistler ideolojik muğlaklıklarından kaynaklı burjuvazinin reform vaatlerine her seferinde kanarken, revizyonizme evrilen hareketler doğrudan işçi sınıfı düşmanlığının ideologlarına dönüşmektedir. En ateşli AKP karşıtı bir ‘sol’ siyaset AKP saltanatını sarsabilecek bir sol ittifak olasığında, ittifaka katılmak bir yana bu ittifakı zayıflatmak için gösterdiği çaba ile misyonunu açık edebilmektedir mesela..Ya da tüm emek güçleri Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlama noktasında eğilim içerisine girdiğinde bunu engellemek için siyasi safsatalar üretmek, bol ama’lı fakat’lı analizler kasmaktadır.. Bu siyasi hattın

devrime ilişkin pespektifi ise ; ‘ne yerdedir ne gökte,ne yer ne içer,ne önceli vardır ne sonrası’ modundadır. Özcesi bu bir hayaldir ve imkansızdır. Lokomotifi olmayan boş vagona doldurduğu insanlarla arada Çuf Çuf sesi çıkarıp trencilik oynamaktır. Bu dikensiz gül bahçesinde sosyalizm güzellemeleri yapmak çok zor olmasa gerek.. Devrimin zor araçlarından korkan fikir cimnastiği işletmelerinin İşçi Sınıfının kavgasına sadece zararı vardır.

2-Zora dayalı devrim iddiasında olan silahlı hareketlerin çıkmaz yollara itiklenmesi ya da yönlendirilmesi Bir devrimci hareket açısından burjuvazinin çizdiği hatta yol almasından daha kötü birşey varsa o da bunun farkında olmamasıdır. Bunun içindir ki Bolşevik Parti ve Bolşevik devrimciliğin altını kalın çizgilerle çiziyoruz. Bolşevik devrimcilik: Parti içi temsiliyet araçlarını yaratma, Demokratik Merkeziyetçilik mekanizmasını işler


güncel haber

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

kılma, Demokratik danışma kültürüne süreklilik kazandırma, ademi merkeziyetciliği doğrudan demokrasinin önceli görme tarzıdır. Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketi demokrasi dinamiklerinin lokomotif gücü olma sorumluluğunu unutmuştur. Kendi içinde farklı fikirlerin temsiliyet hakkını garanti altına almayan devrimci bir hareketin siyaset yapma zemini oldukça zayıftır. Burjuvazi sömürü ekonomisine yönelik silahlı karşı çıkışlar olabileceği öngörüsüne sahiptir. İktidarını ayakta tutan yegane güç olan zorun, zorla yıkılabileceği gerçekliği onu kabül edilebilir devrimci şiddet sonucuna götürmüştür. Nihai olarak iktidarı yıkma ve yeniyi kurmaya hizmet etmeyen faşizmden hoşnutsuz kitlelerin gazını alan bir emniyet sübabı ‘sol’ Devrim iddiasını bolşevik içerikten arındırsanız işte tam olarak böyle bir sol çıkar karşınıza. MK’sı, Üyelik sistemi olmayan Kongre, Konfrerans, İrade kaygısı taşımayan, Proleter Aydınlarını yaratamayan sadece kas, sadece şiddet esaslı ‘akılsız’ ve ‘beceriksiz’ bir sol. Burjuvazi için bundan daha ideali düşünülemez.. Yarım asır yaklaşan devrimci mücadele tarihimizde burjuvazinin Devrimci Harekette yarattığı en büyük tahribat ‘Devrime karşı olmayı saklamada usta kişilik’lerin saflarda yaşam alanı bulması olmuştur. Her devrim kendi kişiliğini ve devrimcisini yaratır. Diyalektik bir zorunluluk olarak doğru karşıtı yanlışla birlikte gelişecektir. Sorun bu ikisi arasındaki çatışmayı yürütme be-

cerisidir. Bir Parti’yi güçlü ya da zayıf kılan esasta budur. Grup narsizmi ile gözleri kör olmuş bir solun bunu görmesi ve düzeltmesi imkansızdır. Türkiye siyasi arenasında yokmuş gibi davranma oldukça yaygın bir çizgidir. Yok sayalım yok olsun. Fakat kendine devrimci diyen bir siyasi akımın böyle bir lüksü elbette olamaz. Siyasette sorunları yok sayma sadece iç oportünizmi kronikleştirir. verilen onca emek, ödenen onca bedele karsın sistematik bir şekilde birşeyler ters gi diyorsa bunu çözümleme araçları bizim can simidimiz olur. Bilimsel Sosyalizmi, burjuva ideolojisinden ileri kılan eleştiren-yargılayan ve bilimsel olgulara dayalı evrensel doğrular ortaya koyan aklıdır. Bir devrimici hareketi çürütmek istiyorsanız öncelikle onu bu akıldan mahrum bırakmalısınız.Ya da bir devrimci hareket gelişmek istiyorsa öncelikle bu aklı hakim kılacak örgütlenme araçlarını yaratmaktan başlamalıdır işe. MLM akıl burjuvazi ile mücadelede cüretkardır, yapılan devrimci ittifaklarda ‘bizi içlerinde eritecekler’ kaygısından uzaktır. Bilme ve yapma arasındaki diyalektik kavrayış düzeyi ile bulunduğu her alanı devrimin bir mevzisine dönüştürebilir, siyasetine kaygılar korkular değil, ne

getirir ne götürür sağlaması yön verir. Bolşevik örgütlenme en ilerideki bireylerden devrimci bir çekirdek yaratma, bu çekirdekle ortadakileri ileri, geridekileri ortaya çekme hareket tarzını yaygınlaştırma olarak özetlenebilir. Kapitalizm ‘bireyin özgürlüğü’ demogojisi ile insanoğlunun kolektif iradesine saldırmaktadır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli öğelerden biri de sosyalliğidir. Tükettiğin kadar varsın ve paran kadar özgürsün acımasızlığına evrilmiş kapitalist dünyada, Bankaların , patronların kölesi olmuş milyonların özgürlük yanılsaması zirve noktasındadır.’Hayatta başarılı olduğunu göstermen için mülk edinmelisin’ algı yönetimin ağlarına düşen milyonlarca işci emekçi 10-15

ANTAGONİZMA

21

yıla kadar uzayan ağır borçlar altında modern çağın ücretli köleleri olarak sefalet ücretiyle prangalanmaktadır. İnsanın düşünce yapısını onu çevreleyen maddi koşullar belirler. Bu koşullar düzeldiğinde insan da düzelir. Bireyin gerçek anlamda özgürleşmesi noktasında atılacak ilk ve en önemli adım onu barınma, sağlık, eğitim, beslenme vb kaygılardan kurtarmaktır. Bu ilk adımdan sonra ancak insanın bilim, sanat, felsefe, spor, edebiyatta ki atılımı gerçekleşir. Dünya üzerinde yaşayan 7 milyar insanın yarısının toplam geliri kadar varlığı 80 insanın elinde toplayan kapitalizme ilericilik misyonu yükleyen her türden safsatanın panzehirin dün olduğu gibi bugünde Bolşevik Devrimciliktir.

≫ muzaffer oruçoğlu

ZOR VE ANLAMLI İŞ GÜZELDİR!

E

gemen sınıflar içinde, AKP'nin temsil ettiği ve şefliğini Erdoğan'ın yaptığı klik, diğer klikleri sindirme ve tek başına egemenlik kurma politikasını sürdürüyor. Kürt ulusuna karşı başlatılan topyekün savaş da bu egemenliğe hizmet edecek bir anlayışla yürütülüyor. Gelgelelim ki mevcut koşullar, bu egemenliği gerçekleştirecek imkânları pek sunmuyor. Ekonomi, yükselişi değil, durgunluğu yaşıyor. Halk, savaş istemiyor. AKP'nin karşısındaki muhalefet oldukça güçlü. AKP, orduya tam hâkim değil. Şu anda her istediğini yaptıramıyor orduya. AKP, güçlü iç müttefiklere sahip olmadığı gibi, dış müttefiklerini de önemli ölçüde kaybetti ve ABD'ye daha çok yamanmak zorunda hissetti kendini. Kürtler, bu savaşta güçlü ve tutarlı bir aktif savunma çizgisi izlerlerse, iyi olacak. Tabi buna bağlı olarak HDP, şehirlerde geniş katılımlı barış mitingleri düzenler ve Kürt halkını, barış şiarıyla özellikle şehirlerdeki direniş yığınaklarına yönelik olarak

başlatılan saldırılara karşı etten duvar örme şeklinde seferber edebilirse, AKP kliği çok daha büyük bir darbe almış olacak. Savaş alanında başarılı olamayan bir hareket, siyasette ve diplomaside başarılı olamaz; problemi ve acıyı uzatır. Komünistler, HDP ile ittifakı sürdürmeliler. HDP'nin uzlaşıcı pasif politikasını eleştirerek tabi. 1 Kasım’da HDP ile birlikte hareket etmek doğrudur. Komünist hareketin yeni bir sosyalizm programına ihtiyacı vardır. Eski devletçi komünistlerden kendisi ayırmak zorundadır yeni komünist hareket. Eski sosyalist resmi devlete, onun toplumu bir ağ gibi saran sivil devletine karşı çıkmak zorundadır. Devletsiz bir devletin siyasetini, programını nasıl inşa edecek yeni komünist hareket? Bunu düşünmek, irdelemek, tartışmak zorundadır. Eski anarşistler ahlakçı ve küçük mülkiyetçi idiler. Yeniler, özellikle bu iki noktada, eskilerden köklü bir kopuş içinde olamadılar. Ayaklarımız, asıl zengin mirasa, modern komünizme basmalıdır. Anarşizm, yararlanılması gereken önemli bir kaynaktır. Tüm bunların

beslendiği bir ana kaynak daha vardır ki, o da insanlığın yaşayan derin, ileri kültürüdür. Mevcut komünistler, çoğunluk itibari ile devletçi ve ahlakçıdırlar. Bu bakımdan büyük, yerleşik sistemin, tarihsel sistemin dışında ve karşısında değil, içindedirler. Onların özgürlük anlayışları sınırlıdır, ahlak ile maluldür, hayatın tüm alanlarını kapsamıyor. Mülkiyetçi olduklarının farkında değiller. İnsanın insan üzerindeki mülkiyet hakkına saygılıdırlar. Modern sanayi proletaryasından gelmiyorlar. Ülkenin az sayıdaki ileri entelektüel güçlerinden de kopukturlar. Köylülük ve varoş kültürü kırıp geçiriyor bizleri. İşler oldukça zordur. Zor ve anlamlı işler güzeldir ama. Yeni hayat sadece iktidarda mı kurulur? Yeni hayatı, muhalefetteyken, tabandan kurmanın bir yolu yok mudur? En altta kalanların, en acil, en somut ihtiyaçlarından başlayarak kurmanın bir yolu yok mudur yeni hayatı?


22

güncel haber

01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

10 insan hayatı kaç para ediyor ey AKP Kapitalist akıl için her şey maddi bir değerle tanımlanır, akarsu, ağaç, insan sadece rakamsal verilerdir. Bunun maddi karşılığının ödenmesi sonrası kimsenin itiraz hakkı kalmaz. Devletin yaptığı orman kesim ihalesine en yüksek fiyatı veren firmaya o ormanın yanındaki köy halkının erozyon vb kaygıları ile karşı çıkması bu akıl için yasadışıdır. Çünkü yapılan iş tamamen ‘yasaldır’. Fakat Hopa özgülünde yaşananlar bu itirazın ne kadar meşru ve haklı olduğunu gösteriyor Geçtiğimiz hafta içinde Artvin’in Hopa ilçesinde meydana gelen ve 10 insanın yaşamını yitirmesine yol açan toprak kayması ve sel baskınları Kapitalizmin yarattığı doğal tahribatın sonuçlarını bir kez daha gündeme getirdi. AKP hükümetine göre yaşananlar takdiri ilahi, fıtrat, kader, doğal felaketti her zamanki gibi. Hopa’da ‘Nuh Tufanına’ yol açan yağmurların 16 km ve 30 dk mesafe ötedeki Gürcistan’da herhangi sıkıntı yaratmaması bu dramın gerçek nedenlerini açık ediyordu. Dünyamız Globalleşme ile çokuluslu şirketlerin talanına uğrarken yeni krizleri de bağrında büyütüyordu. Tüm eko-sistemlerin devam bir edebilirlik sınırı vardır. Bu sınır göz ardı edildiğinde sistem kendini yenileyemez ve çöküş başlar. Küresel ve yerel olarak bizlerin yaşadığı da tam olarak budur: EKOLOJİK KRİZ. Bu kriz insan topluluklarının geçmişte yaşadıklarından farklı olarak bir bütün olan gezegendeki yaşayan tüm canlıları doğrudan etkilemektedir. Doğal hayatımızın temel yapı taşı olan tatlı su kaynakları gezegendeki tüm suyun %3’ü seviyesindedir. İnsan topluluklarının kapitalizmle birlikte durmaksızın artarak büyük kentlerde birikmesi devasa enerji ve su ihtiyacını beraberinde getiriyordu. Bu çelişik durum kapitalizmin ‘maksimum kar minimum maliyet dışında hiçbir şeyin önemi yok ‘ piyasacı yaklaşımıyla yönetilmeye çalışıldığında ‘doğal felaketler’ ülkeleri bir bir vurmaya başlıyordu. Sorunun temeli üretim biçimdir. Enerji, Maden, HES şirketlerinin kar hırsları için yaptıkları ekolojik talan AKP iktidarı ile doruk seviyesine varmıştır. Kapitalist akıl için her şey maddi bir değerle tanımlanır, akarsu, ağaç, insan sadece rakamsal verilerdir. Bunun maddi karşılığının ödenmesi sonrası kimsenin itiraz hakkı kalmaz. Devletin yaptığı orman kesim ihalesine

en yüksek fiyatı veren firmaya o ormanın yanındaki köy halkının erozyon vb kaygıları ile karşı çıkması bu akıl için yasadışıdır. Çünkü yapılan iş tamamen ‘yasaldır’. Fakat Hopa özgülünde yaşananlar bu itirazın ne kadar meşru ve haklı olduğunu gösteriyor. Metin Hoca’nın, Kazım Koyuncunun ve binlerce Karadeniz insanının denizin doldurularak sahile yapılan bu yolun felakete davetiye çıkarmak olduğu feryadı bugün 10 insanın ölümü ile acı bir şekilde doğrulandı. Yaşananlar doğal bir afet değil adım adım örülen bir cinayettir. Küresel ölçekte insanlığı felakete ve yok oluşa sürükleyen Eko-faşizme karşı mücadele için kaybedebilecek zaman kalmamıştır artık. Yaşanacak ekolojik felaketlerin ilk olarak dünyanın yoksullarını vuracağı açıktır. Dünya genelinde küresel ısınmaya yol açan karbon salanımın %75’i çokuluslu 90 şirket tarafından yapılmaktadır. Çokuluslu şirketlerin ucuz iş gücü pazarı Çin’de yaşanan ölümlerin %20’si hava kirliliğine bağlı sebeplerden gerçekleşmektedir. Ormanların kereste için kesilmesinin, maden şirketleri tarafından hafriyat alanına çevrilmesinin ya da HES projeleri ile yaşam kaynağı olan su kaynaklarından mahrum bırakılmasının buralarda yaşayan insanlara maddi hiçbir katkısı yoktur. Bu talandan karlı çıkan sadece kapitalist şirketlerdir. AKP iktidarı bu talanı durdurmak bir yana talancı şirketlerin hamisi rolüne soyun-

muştur.’ Su akar Türk bakar’ gibi safsatalarla algı yönetimi yapmakta ekoloji mücadelesi verenleri düşman görmektedir. Emperyalist devletler her geçen gün daha da yakınlaşan eko-kıyamete karşı iki farklı duruş benimsemektedir. ABD’nin başını çektiği ve Türkiye’nin de dâhil olduğu bir kesim inkâr yolunu seçip ‘Böyle bir kriz yok’ derken. Kuzey Avrupa ülkeleri bu sorunu kabul ederken teknolojik gelişmelerin felaketlere bir çözüm olacağı, doğayı çok kirleten daha çok vergi alınarak bu sorunların aşılabileceği gibi özünde ilk yaklaşımdan farkı olmayan bir tavır sergilemektedirler. Endüstriyel et üretimi, büyük petrol tekellerinin fosil yakıtların tüketilmesi baskısı vb etkenler ile atmosfere salınan karbon okyanuslarca emilerek suların asitlenmesine ve yaşam için elverişli şartların yok olmasına sebep olurken,diğer taraftan karbon aynı zamanda atmosferi incelterek güneş ışınlarının gezegene daha fazla ulaşması ve küresel ısınma, su seviyesinin yükselmesine sebep olmaktadır.Dünya üzerindeki pek çok ada ülkesi yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır.Global Kapitalizmin ekolojik talanı bu hızıyla devam ederse 2020 yılında Filipinler, Malezya, Marş Adaları, Mikronezya, Singapur, Hawai, Kirbati, Samoa, Tuvalu, Tonga,Vanuatu, Papua Yeni Gine, Endonezya, Bali, Komodo Adası, Sumbawa Adası’nın sular altında kalacağı beklenmektedir. Bu ülkeler uluslararası arenada ekolojik felakete

zemin hazırlayan çokuluslu şirketlerle mücadele etmeye çalışmaktadır. Hopa’da yaşanan katliamda yukarıdaki gerçeklikten bağımsız değildir. Derelerin denize varmasına engel olmamak için diğer ülkelerde olduğu gibi yolların tepelere yapılması gerekirken maliyeti düşürmek adına yolların sahile doğru ile yapılması ve orman yapısının talan edilmesi ve bu arazinin çöple doldurulması yaşanan insan ölümlerinin birincil sebebidir. Ormanlar suyun hızını kesip toprağı tutmaktadır. İlkokul seviyesindeki bu bilginin bu şirketlere uygunluk raporu veren iktidar tarafından bilinmemesi kabul edilebilir değildir. Bir insanın evinin salonunda otururken boğularak ölmesi kaderle açıklanamaz. Kentlerin her türlü yapılaşması oradaki yerel ve merkezi devlet birimlerinin imar planları ile düzenlenmektedir. Dere yataklarında imara izin veren ve bu yerleşim yerlerini kapitalist talana açan iktidarlar felaketlerin birincil sorumlusudur. Unutmayalım ki bu dünya bize gelecek kuşakların mirasıdır. Doğa bizim mazeretlerimizi önemsemez ve kendi yasalarını uygular. Bir insanın hayatının maddi karşılığı yoktur. Meseleye bu mantıkla bakan serbest piyasacı Neoliberal zihniyet yanlış ve yapılmaması gereken ne varsa yaparken buna seyirci kalmak felaketi baştan kabul etmektir.


01-15 EYLÜL 2015 Halkın Günlüğü

güncel haber

TUTSAK PARTİZAN

23

≫ cafer çakmak

DEVRİMCİLER SAFLARINDA BİLİMSEL EĞİTİMİ KUŞANMALIDIR!

H

er defasında, kadrolarımızın ve aktivistlerimizin siyasal seviyelerinin istenilen ve umulan düzeyde olmadığının tespitinde bulunuyoruz. Hay hay! Doğruya, kibre düşmeden hürmet etmek erdemliliktir. Bu tespiti zarfa koyalı da küre-i arzın her dönüşünde zarf yerinde kalıyorsa, tozlanmış bir sorunumuz yerli yerinde bulunuyor demek. Sorunu çözmek, yönelim oluşturmak ve müdahalede bulunmayı elzem kılar. Entelektüelin görevi, kriz yaratmak ise politik öznenin görevi de krizi çözecek yönelimi oluşturup eylemde bulunmaktır. Her dönem aynı tespiti tekrarlamak istemiyorsak, yönelim oluşturup eylemde bulunmamız gerekir. Kadrolarımızın ve aktivistlerimizin siyasal seviyesinin istenilen ve umulan düzeyde olmadığının tespitini yineliyorsak; eleştirici, nitelik çıtasını merhale merhale yukarı çıkartan cevher ve potansiyelleri kendi başlarına işleten genel ve özel eğitim programlarını yaratmak, bunu diyalektik yaratıcılıkla birçok yöntem ve aracı kullanarak işlevselleştirip kitleleri de dâhil edip süreklileştirmeliyiz. Bütün pedagojiler belirli bir toplumsal formasyonu yeniden ve yeniden üretecek bilinç\kültür yaratmayı amaçlar. Tek başına zor aygıtları ve ceza-i müeyyideleri kapsayan yaptırımların akıllara saldığı korkularla bir sistem ayakta kalamaz. Bekasını devam ettirecek ideolojik kodlarını, kültürünü yaratır. Toplum bireylerine bunu empoze ettirdiğinde varlığını sürdürür. Burjuvazi bugün ideolojik aygıtlarını daha yetkinleştirip işlevselleştirdiğinden başarı oranı geçmişe kıyasla daha fazla. Ama üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin bölüşümündeki çelişki, eşitsiz ve rekabete dayalı olması kapitalizmin sürdürülemezliğini ortaya koyarken iktisadi yapı üzerinde gelişen kliklerin makro düzeydeki siyasal çelişkileri, iktisadi, tarihsel, siyasal, sosyal çeliksiler pedagojide ve bir bütünüyle ideolojik aygıtlarıyla yoğunlaştırılmış ve yaygın burjuva bilinci\kültürü ne kadar başarılı üretip topluma empoze etse de yazgısından kurtulamaz. Burjuvazi eğitim de empozeyi temel alır. Eğitim dokusuna yön veren ideolojik angajmandır. Çocukluktan erişkinliğe kadar eğitim tüm safhalarında tek yanlı empoze devam eder. Bireylerin zihinlerine zerk edilen bu ideoloji onların dünya görüşünü, politik seçimini, yaşam rotalarını ve kültürlerini şekillendirmede etkili olur. Bu tek yanlı empoze eğitimde, birey çok yönlü, mukayeseli, çapraz düşünüp sorgulayamaz ve özneleşemez. Nesnelliğin ve tarihin arı bilgisine ulaşana kadar örülen bu zarda kalır. Empoze edici eğitimin izdüşümüne saflarımızda da rastlıyoruz. Devrimci cenahın monolitik ve farklılıkları yadsıyan parti modeli ve işleyişinde empoze eğitim esas alınıyor. Komünizm teorisi-felsefesinden uzaklaşmanın tezahürleridir bunlar. Komünistlerin, toplumun zihnine çöreklenen, onları özgürce düşünüp sorgulamalarına beis olan, araştırma ve incelemelerine bariyer oluşturan, özne olmalarını engelleyen tüm ideolojik ve kültürel bariyerlerin ortadan kaldırılmasını hedefleyen perspektifinin doğru olduğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda, özellikle geçmişte saflarımızda görülen ve hala izleri bulunan sistem içi empoze eğitimden köklü kopuşlar sergilemeliyiz. Eğitimde yoldaşlarımıza felsefi-teorik ve poli-

tik belgelerimizi kuru kuru anlatıp ya da okutup ezberlemelerini istemek doğru bir yöntem değildir. Felsefi-teorik ve politik belgelerimizi okuyup ifade ettiklerinde kavrandığı anlaşılmasın. Kavrayış anlama, yorumlama ve pratik deneyimle geliştirmeyle açığa çıkar. Sistem içi empoze eğitimde, düşünce bütünlüğünden, evveliyatından, neden sonuç ilişkisinden, alt yapısından, iç dinamiklerinden ve dış etkilerden kopartılarak zerk edildi. “İnsanoğlu ahlaklıdır”, “gelenek ve örflerimize bağlı olmalıyız”, “askerlik vatan borcudur, yaşı gelen her Türk erkeği askere gidip vatan borcunu ödemelidir”, “hepimiz Müslüman’ız”, “çalışmak kutsal bir ibadettir, çalışın”, “evlilik öncesi cinsel münasebet zinhar günahtır”…vs. vb. “İnsanoğlu” kavramı, buram buram eril cinsiyetçi zihnin ürünüdür. “Oğlu” doğuran da kadındır. İnsanın kadını da erkeği de var. İnsan demek neyinize yetmiyor… Tarihten toplumlardan/toplulukların sosyolojisinden koparılmış tek bir ölçüye ve mutluluğa dayanan ahlak var mı? Ahlaktan da kasıt muktedirin dikte ettiğidir. “Şükür etmek” de ahlaka içkindir. Sefalete şükür diyebilmek niye bizim ahlakımız olsun. Örneğin“Gelenek ve örflerimize bağlı olmalıyız” kapsamında berdel de bir gelenektir. Kadının sevme, seçme hakkını elinden alan bu geleneğe saygı duymayı değil, isyan etmeyi salık vermeliyiz. Çalışmak kutsal mıdır? Yeryüzünde eleştirinin tornasından geçmeyen bir tek kutsal dahi bulunmuyor. Çalışmayı /işi yüceltmek sömürenlerin özelde de modernitenin uydurması, zenginliğini/sermayesini büyütme perspektifidir. Karınca ve ağustos böceği masalı modernitenin bekası için küçük yaşta empoze edilir. “Karınca felsefesi” kapitalizme içkindir. Doğada tüm canlıların, çalışma hakkını kullanan ağustos böceklerinin de yeme hakkı bulunuyor. Kıt koşullarda yaşamayı tercih ediyorsa bu ağustos böceğinin sorunu, karıncaya ne? Karınca da maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayacak değerde çalışmalı, bu değer birimi ne kadar azsa yani emeğin üretkenliğiyle ihtiyaçlarını ne kadar kısa sürede karşılayabiliyorsa bu o kadar iyidir. Geri kalan zamanını felsefi, sanatsal ve artistik üretimle geçirebilir. Çalışmanın kutsal ibadet olduğunu buyuran muktedirler önde buyurup ayakkabı kutularının koleksiyonunu yapan çocuklarını maden ocaklarına göndersin. Bu sistem içi eğitim izleri devrimci-sosyalist saflarda da görülüyor. Öğrenci öğretmen biçiminde tezahür edip, öğretmenin müfredatı yüklediği, öğrencinin de yüklenen niteliğinde sunulanı olduğu gibi aldığı format bunun bir versiyonudur. Geçmişten bir örnek verelim; öğretmen “bu ülke yarı-feodaldir. Bu tek doğru ve bilimsel gerçektir” dediğinde öğrenci de bunu olduğu gibi kabul ediyordu. Kabul edişte güvenin yanı sıra, öğretmenin buyurganlığı/kültürü ve sorgulamayı yaratacak donanıma haiz olmaması da vardı. Ekonomi-politik bilimine en azından asgari düzeyde vakıf olmayan birinin bırakın sosyo-politik yapısını tahlil edip hükme varmasını mahallesinin sosyo-politik yapısını çıkaramaz. Sunduğumuzun nesnel mesnetleri olmalı ki ekonomi-politikte buna bilimsel denilebilsin. Bütünlüklü bir araştırmanın verileri olmadan ve bir takım gözlem, yalınkat donelere ve iktisatla kültür alt başlığa indirgeyerek hipotez

oluşturamayız. İlla oluşturmak istenirse bilimi ters yüz edip kıymeti kendinden menkul ayakkabıya göre ayak arayışıyla yaratırız. Bazıları bunda pek “mahir”dir. Komprador tekelci burjuva Sabancı Holding’i toprak ağası yapacak yetenekteydiler. Eğitimimizde bir önermeyi sunarken alt yapısını, tarihsel sürecini, içkinliğini ve yan kuvvetlerini, çapraz önermelerini genişçe sunarak muhakeme yapılmasını, sorular sorarak derinlik kazandırtmalı, araştırma yapılmasını teşvik ederek yargılara varılmasına yardımcı olmalıyız Eğitim kavramı zikredilince, zihinde uyanıp parlayan kitap oluyor. Yerleşik kanıyla çok kitap hatmeden rafine ve doğru bilince sahiptir. Geçmişte bu konu daha bir yaygındı. Mektepli muallime münevver, münevvere filozof payesi biçilir, hürmet-i ikramda kusur edilmezdi. Hiç kuşkusuz kitap okumak, okumayı ekmek gibi, su gibi temel bir gereksinim görmek olumluluktur, ama kitabi bilgi edinmek, eş deyişle ansiklopedik bilgiyle küpünü doldurmak ne rafine ve doğru bilince sahip olduğumuzu ne de toplumsal konumlanışımızın doğru olduğunu gösterir. Tek başına kitabi bilgi kâfi olsaydı, komünizm bayrağını Kaypakkaya yoldaş değil, Hikmet Kıvılcımlı dalgalandırırdı. Kıvılcımlı yaşı itibariyle de Kaypakkaya’dan kat be kat fazla kitap hatmetmişti. Ama Kıvılcımlı her fırsatta Kemalizm’e asker selamı çakmaktan, aydınlanmacı felsefeyle ordudan ilerici bir darbe yapmasını ummaktan, Kürt isyanlarını “feodal gericilik” ile damgalayıp şovenizme dümen kırmaktan ve Sovyet revizyonizminin yolunu yol bellemekten hiç geri durmadı. Kitabi bilgiyi doğru yanlış bağlamda tahlil edebilmeli, deneyimlerimizden ve okuyarak öğrendiklerimizi bütünleştirerek bilgiyi mukayese edip yorumlamalı, tezin anti-tezini de okumalı, elde edilen bilgiyi nesnelliğe yeniden daha üst biçimde geliştirmeliyiz. Bu bilginin işlevliliğinin ve bilimsel/yaşamsal deneyime yani pratiğe açık olduğu anlamına gelir. Örneğin eğitimde “tahlil” konusu irdelendiğinde her aktivist herhangi bir olgu ya da olayı tahlil ederek kuvvetlendirmeli, praksis yapabilmelidir. Bu eğitim metodolojisi; kavrayışımızı derinleştirip perçinlerken, çözümleme, çözüm üretme, çözümü hangi yöntem ve araçlarla işlevselleştirme yetilerimizi de geliştirecektir. Eğitimde diyalog yöntemini öne çıkarmamız gerektiğinin kanısındayım. Diyalog yöntemi, eğitimde bir kişinin müfredatvari sunum yaptığı diğerlerinin kuru kuru dinlediği empozeci yöntemi dışlar. Diyalogda eğitime katılanların birikim ve tecrübelerini canlı bir tartışma atmosferinde sunup fikirlerini, fikirle/yorumla ve de sorularla çatıştırıp sentezleme sürecine çekip örneklemeler ve pratik sergilemelerin çözümlemesiyle öğrenme ve öğretme, dönüşme ve dönüştürme ilişkisini bir arada yürüten bir metottur. Diyalogda, “devrim ve özgürlük senin için elzemdir, devrimci olmalısın” kipli belirlemeler yapılmaz. “Devrim ve özgürlük senin için neden gereklidir” sorusuyla yol alınarak düşünmeye, empoze edileni sorgulayıp araştırmaya, yorumlamaya tahlil edip senteze çıkılmaya çalışılır. Bugün eğitim olanaklarımız ve araçlarımız geçmişe nazaran oldukça fazla. Atölyeler ve akademiler kurulabilinir. Bürolarımız, derneklerimiz, kültür merkezlerimiz vs. birer eğitim alanı. İnternette konferans sistemiyle aynı anda bulunduğumuz yerde yüzlerce kişiyle eğitim toplantılarına katılabiliriz.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Dewletê ku bi kuştina zarokan xwe heyî dike

Dewleta Faşîst ê T.C.’yê ku di xwezahiya xwe de xêynî qetlîam, komkujî, xwîn û zilmdarî tu tiştek nîn e, bi destê nûnera xwe ya vê deme desthilatdariya AKP’ê ve li ser gelan qetlîaman pêk tîne û bi vî hawî hebûna xwe didomîne. Ew zebaniyên paşverût, di van demen dawî de jî taybet ji bo kuştina kesê ciwanan çendîn bûyer çêkirin, kuştin û qetilkirin, ku ew zarok ji bo pêşerojê bi hêviyên jiyanê ve tijî bûn. Rasteqîniya dewlet a rojane ew e ku, hebûna xwe temam li ser xwînrijandin û zilmê ve heyî dike. Ew rasteqîniya

dewletê tiştekî wisa ye ku, bi hemû demên xwe ve pêvajoya jiyana siyasî timî li ser zilmê hatiye avakirin. Hebûn û tebiyeta dewletê, ji hemû nirxên mirovî re dûr e, têde tu nirxên însanî nîn e. Jixwe tu car jî dewlet xwe li ser nirxeke mirovî heyî nekiriye. Çi ku di kewneşopiya ev dewletê de kuştina zarokan wek şêwazeke rewa cih girtiye ji xwe re. Dewlet jî bi xwîna ew zarok û bi kuştina gelan ve xweyî bûye. Di serî de Kurdistan, li hemû welêt, di hemû pêvajo yên tekoşîna gelan de kuştina zarokan xwedî ciheke sereke girtiye. Ku ew zarok bi laşen xwe yên biçûk ve perçe perçeyî bûne û hatine qetilkirin. Hemû ew zarok jî, hê nû dest bi jiyanê kirîbûn, hê ji jiyan hin tişt fêhm diikirin û hê nû tama jiyanê digirtin. Lêbelê ew zebaniyên paşverûtiyê, ew hêviyên piçûk pûç kirin, hêviyên

wan dizîn, kuştin, qetil kirin û hê jî ew çalakiyên xwe didomînin. Çi ku, wekî helbestvanê mezin jî gotî; “ew dijminê jiyanê ne, ji kedê re dijmin, ji xwezayê re dijmin û ew ji azadiyê re dijmin in.” Desthilatdariya AKP’yê, di vê pêvajoya dawî ya paşverûtiyê de jî, proseseke nû xiste rojevê. Di naveroka wê prosesê de, di serî de Kurdistan, ji bo hemû gelên Tirkiyê êrişeke hovane heye. Ew pêvajo hê berdewam e. Bi vî hawî, ew êrişên zebanî yên paşverûtîyê, zirarên xwe yên herî mezin jî didin zarokan. Êşên herî giran zarok dikşînin. Ger em li ser bîlanço ya şerê ya mehê dawî jî bisekinin û lê binerin, emê bi awayekî zelal dikarin ev yek bibînin... Di vî meha dawî de, ew şerê qirêj ku tê domandin, di vî şerî de bi dehan zarok bi şêweyên hovane hatin qetilkirin. Wekî ku doh jî wisa kirîbûn, îro jî li ser ew

zarokan lîstikan leyîstin û ew zarokana wek “terorîst” binavkirin, bi vî hawî xwestin ku li ber çavên civakê meşruiyeta kuştinên xwe ava bikin. Dixwazin wekî ku zarok nekuştine, ew "terorîst kuştine", qirêjiya xwe bi vî hawî ber çavê gel bişon... Lêbelê ev hewldan hewldaneke vala ye, çi ku di vî welatê de tu derew, tu serobinokirin, tu manîplasyon ew kesayetî ya dewletê ku kujerê zarokan e paqij nake û kes jî êdî jê re ne bawer e. Tu demogojî ya dewletê nikare rasteqinî ya kuştina zarokan ji holê rake û ew dewletê ku li ser laşên ew ciwanana xweyî ye, ev rastî veguherîne... Ji ber van yekan, ew dewletê hanê ku li ser laşê ew ciwanana xwe xweyî dike, tekoşîna li hemberî dewletê jî pêywireke rojane û pêywireke mezin e ji bo me hemûyan.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.