2009_198_8688

Page 1


şubat 2009

KOCAELİ

BÜYÜK ŞEHİR BELEDİYESİ

DERVİŞ VE ÖLÜM

Yazan Uyarlayan Çeviren Yöneten

KOCAELİ BÜYÜKSEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI

ÇATIŞMALAR

: Meşa SELİMOVİÇ : Nebojşa BRADİÇ : Bilge EMİN : Nurullah TUNCER

Yazan: Jean-Michel RİBES ve Roland TOPOR Çeviren ve Yöneten : Arzu BİGAT BARİL

RİTA

pe cy

a

MASKELİLER

Yazan : İlan HATSOR Çeviren : Nebil TARHAN Yöneten : Veysel Sami BERİKAN

Yazan : Willy RUSSELL Çeviren : Sevgi SANLI Yöneten : A. Nejat BİRECİK

BENİM GÜZEL PABUÇLARIM

Yazan Yöneten

Dersu Yavuz ALTUN Zuhal ERGEN

Gişe

HOŞU'NUN UTANCI

Yazan Yöneten

: Şinasi EKİNCİOĞLU : Zuhal ERGEN

PİNOKYO

Yazan Yöneten

: Carlo GOLDONI : Veysel Sami BERİKAN

S D K M Y a h y a k a p t a n / İZMİT 0 262 311 59 01 / 2306 Halkla İlişkiler: 2 3 4 6 - 2 3 4 7 Fax: 0 262 311 59 15 Halk Eğitim Sahnesi / İZMİT Gişe : 0 262 325 53 16 www.kocaeli.bel.tr/e-posta:sehirtiyatrosu@kocaeli.bel.tr


ISSN 1 3 0 0 - 7 9 6 3 Şubat

2 0 0 9

S A Y I : 1 9 8 Yedi l i r a

tiyatro A Y L I K

T

İ

Y

A

T

R

O

D E R G İ S İ

Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu (Çocuk Tiyatrosu Editörü) Sündüz Haşar, Şenay Gürler, Üstün Akmen, Vecdi Sayar Yazı İşleri Müdürü: Ayşe Nalân Özübek Yayın Sekreteri: Vuslat Taş ;izmir Temsilcisi: Gürol Tonbul Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (57 elliyedi.com) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Fotoğraf/Dağıtım: Deniz Demirkanlı (denizdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Baskı: Stil M a t b a a c ı l ı k İbrahim Karaoğlanoğlu Cad. Yayıncılar Sok. Stil Binası No.5 Seyrantepe / İST. Tel:0212. 281 92 81

Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti.: Dolapdere Cad. No: 2 0 5 (245) Pınar Apt. Kat 2 D. 6 Pangaltı- İstanbul Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 3 3 16 2 6 - 4 4 Fax: (0212) 233 16 07 e-posta:tiyatrodergisi@gmail.com Abonelik İçin: (0212) 233 16 44 - e-posta: abone@tiyatrodergisi.com.tr Yıllık Abone Bedeli 84 YTL/ Yurtdışı Abone Bedeli: 100 EURO Hesap No: T. İş Bankası-Cihangir - Tiyatro Yapım ve Yay. Tic ve San. Ltd. Şti. Şube Kodu: 1014 Hesap No: 0197245 Kapak Tasarımı: Genco Demirer Kapak Fotoğrafı: Gülay Ayyıldız Yiğitcan

Yayın Türü: Yerel Süreli

pe cy a

EDİTÖRDEN: Zafer Ergin / S. 3 HABERLER/S. 4

USTALARA SAYGI: Dikmen Gürün, Tiyatroya Ödüldür / Pınar Erol / S. 6 ELEŞTİRİ: "Sokrates'in Son Gecesi" / Üstün Akmen / S. 16 FOTOĞRAFLARIN DİLİ: Eskişehir'de Festival Heyecanı / S. 19 SAHNE TOZU: Haluk Bilginer ile Aynı Sahnede Aynı Hayata Bakmak / Özlem Özdemir / S. 22 ELEŞTİRİ: Tiyatro - Yaşamın Bir İzdüşümü / Robert Schild / S. 34 ELEŞTİRİ: "Altı Haftada Altı Dans Dersi" / Eser Rüzgar / S. 37 DOSYA: "Yedi Tepeli Aşk"ın Başına Gelenler / S. 40 KIRK YILDA BİR: Sansür mü? İdari Karar mı? / Mustafa Demirkanlı / S. 50 SADIK SEYİRCİ: Anlatımcı Tiyatronun Bunaltısı, Anlamlandırıcı Tiyatronun Uçuruculuğu... I M. Sadık Aslankara / S. 52 ÇOCUK TİYATROSU: "Sokak Kedileri"/Nihal Kuyumcu / S. 56 TANITIM-SÖYLEŞİ: Okuma Tiyatrosu'nda Bir Gezinti /A. Nalân Özübek / S. 58

1


pe cy a

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi 41 Ä°nisiyatifi EditĂśrler Kurulu


Editörden

Zafer Ergin

Merhaba! Dergimiz Tiyatro... Tiyatro... bu sayısıyla 18. yılını bitirip 19. yılına girdi. İlk sayının kapağı karşımda duruyor. Sayı 1, Şubat 1991. Sevgili Mengü Ertel'in o nefis çizgileriyle çok anlamlı bir kapak. 'TİYATROCULAR BARIŞA EVET DİYOR.' Demek o yıl dünyadaki en önemli gereksinimiz barış. İnsanlar barış için uğraş veriyorlar. Sayı 198, Şubat 2009.

Değişen bir şey yok!..

a

Aradan geçen o kadar yıldan sonra insanlar hâlâ barış için uğraşıyorlar.

pe cy

198. sayının kapağı da ilk sayı gibi mi olsa acaba?..

Ama dergimiz Tiyatro... Tiyatro... 18. yaşını bitirip 19'a girdi. Bu süre içinde birçok tiyatro kuruldu, birçok tiyatro kapandı. Birçok tiyatro salonu her zaman, tiyatrocuların alışık olduğu biçimde, nedensiz nedenlerle kapandı, kapatıldı. Veee, biz tiyatrocular yersiz yurtsuz kalmış kuşlar gibi, iki göz odanın arasındaki duvarı yıkıp gene de 'Burası Tiyatro'dur,' deyip oynamaya çalışıyoruz. Bu geçen 18 yıl, tiyatromuz bakımından birtakım yenilikler, atılımlar getirdi. Ama bunları seyirciyle kucaklaştıracak mekânlar, yeni tiyatro salonları bakımından pek verimli olmadı.

Ama Tiyatro Dergisi bakımından bu 18 yıl, büyük zorluklara, ekonomik güçlüklere, ülkedeki itiş-kakışa karşın, verimli, olgunlaştırıcı, övünç duyacağımız bir süreç oldu. Oldu... oldu... ama tabii, bir de bu süreç içinde, bütün bu olumsuzluklara rağmen Tiyatro Dergimizi bugüne taşıyan FEDAKAR - CEFAKAR - AZİMKAR dostlarımızı hiç unutmuyoruz. Onların çabalarının 18 yıldır dergimize yansıyan ışığı, hepimizi aydınlatıyor. Sağ olsunlar... Nice nice tiyatro dolu, başarılı, barış içinde aydınlık yıllara...

3


Haberler Dikmen Gürüne TEB'den Onur Ödülü UNESCO'ya bağlı bir kuruluş olan Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Türkiye Merkezi (TEB)'nin "2008 Onur Ödülü'ne değer gördüğü Prof. Dr. Dikmen Gürün'e ödülü, 13 Ocak 2009 Salı akşamı verildi. Ödülün birliğin tüm üyelerine açık oylamayla saptandığını açıklayan birliğin Türkiye Merkezi Başkanı Üstün Akmen, Gürün'ün tiyatro dünyasına katkılarının, alanındaki başarılarının ve topluma karşı sorumlu bir akademisyen-yöneticieleştirmen kimlikleriyle yaşamı boyunca tiyatro dalında üzerinde yürüdüğü tutarlı çizgisini sürdürmesinin ödül almasındaki başlıca sebepler olduğunu belirtti. Akmen: "Dikmen Gürün'ün yerli tiyatro topluluklarını ve sanatçılarımızı dünyaya tanıtmayı amaçlayan çalışmaları, genç tiyatrolara yeni açılımlar sağlaması, ortak-yapımlarla uluslararası ilişkileri güçlendirecek zeminler oluşturması ve her geçen yıl çıtasını yükselterek İstanbul Tiyatro Festivali'ni dünyanın saygın festivalleri arasına sokması ödülün gerekçeleri arasındadır," dedi.

Kocaeli Şehir Tiyatroları nda Masal Odası

a

Kocaeli Şehir Tiyatrosu ödenekli tiyatrolarda bir ilk olacak olan "Masal Odası"nı gerçekleştiriyor. " Küçük Altın Balık" adlı oyun ile çocuk oyunlarını izlemek için henüz küçük olan 18 ay ile 3 yaş arasındaki çocuklara, gölge tiyatrosu oyunları ile masallar anlatılacak. Kocaeli Üniversitesi çocuk psikiyatristi Prof. Dr. Ayşen Coşkun'un da pedogojik onay verdiği masal için Süleyman Demirel Kültür Merkezi'nin içinde özel bir mekân oluşturuldu. Çocuklar isterlerse anne veya babalarının kucaklarında, isterlerse onlar için hazırlanmış yer minderlerinde masal izleyebilecekler... Masal'ın süresi 20 dakika.

Tiyatro Eleştirmenleri Birliği: "Sanatçılar! Kendinize Gelin! Tepkinizi Gösterin!"

pe cy

Tiyatro sanatı ortamında üç farklı gündem hüküm sürmesine karşın, medya ve meslek kuruluşlarının durum karşısında içinde bulundukları vurdumduymazlığı şaşkınlıkla izlemekteyiz. "Bugün" gazetesinin magazin yazarı Aykut Işıklar; mankenlerin, şarkıcıların, türkücülerin gece yaşamlarını izlemeyi sürdürmek yerine, (bizce malûm olan "nedenlerle") bu kere her nedense Türkiye'de tiyatroların sorunlarına eğilen, bu konuda düşünceler üreterek, yazarak ve olanakları dâhilinde uygulayarak katkı sağlamaya çabalayan tiyatro sanatçısı Nedim Saban'ı hayli basite indirgenmiş magazinci ağzıyla hedef almıştır. Işıklar, Nedim Saban'ın duyarlılığını Musevi olmasını bahane ederek konu edinmiş, Saban'ın ticari yaşamını da olmayan, oluşmamış yazı üslubunun içine katarak kendince aşağılamıştır. Aşağılamakla da kalmamış, yazısında hedef göstermiş, alenen ırkçılık yapmıştır. Tiyatro meslek kuruluşlarından vazgeçtik, duruma Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Basın Konseyi'nin şu ana kadar müdahil olmamasının üzüntüsü yüreklerimizi sarmıştır. Star Televizyonu muhabiri ise, basında bir diğer densizlik örneği yaratarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nca sahnelenmekte olan Nâzım Hikmet'in "İnek" başlıklı oyununun afiş tasarımında oyunun adını "İnek Nâzım Hikmet" olarak okumuş ve haber editörü de muhabirin cehaletini yepyeni bir "gaflet ve delalet" örneği göstererek: "İstanbul Şehir Tiyatroları Nâzım Hikmet'e İnek dedi" diye haberleştirmiştir. Tiyatro meslek kuruluşları, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Basın Konseyi bu ikinci skandalda da ne yazık ki kendilerini kenara çekmiştir. Diğer skandal ise, tiyatro ve seslendirme sanatçısı olmakla beraber, bir televizyon dizisinin "kurt"larmdan da olan Atilla Olgaç'ın, Kıbrıs'ta askerlik yaparken Rum asıllı 19 yaşındaki bir esirle birlikte 9 kişiyi daha öldürdüğünü itiraf etmesi ve bununla övünmesidir. Atilla Olgaç, uluslararası diplomatik skandala yol açan bu itirafından sonra her nasılsa durumun ciddiyetine varmış ve söylediklerini: "Senaryomdan bölümler" olarak açıklamıştır. Sorunun hukuk boyutunu elbette hukukçular düşünürler, bilirler, ama bir sanatçının ya da sıradan dahi olsa bir insanın hiç utanıp sıkılmadan üstelik esir bir çocuğu öldürmekle övünmesi ruh sağlığının yerinde olmadığını açıkça sergilemektedir. Konunun, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nün de zerre kadar dikkatini çekmemesi hayli ilginçtir. Bize göre, Olgaç'ın sahneyi derhal bırakması, kameraların önünden ivedilikle çekilmesi ve yaşadığı travmayı elan atlatamaması nedeniyle tedavi görmesi gerekmektedir. Devlet Tiyatroları ya da televizyon dizisinin yapımcı şirketinin olanakları kısıtlı olduğu takdirde Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Türkiye Merkezi, Atilla Olgaç'ın tedavi giderlerini gerekirse üstlenecek düzey ve güçtedir. Son üç olay, UNESCO'ya bağlı; hem mesleki hem de toplumsal sorumluluklar taşıyan bir sivil toplum kuruluşu olan birliğimizce, aslında sadece tiyatro camiamız adına değil, toplumumuz açısından da dikkatle izlenmekte; vaki skandallar tarafımızda, toplumumuzun kendi içinde giderek ne kadar çok psikopat yetiştirdiği ve beslediğinin kanıtı olarak değerlendirilmektedir. Bu durum karşısında medya kurumlarımızı duyarlı olmaya; basın meslek kuruluşlarımızı gerekli önlemleri almaya davet ediyoruz. Sadece tiyatro sanatçılarını değil; sessiz, sakin, tepkisiz ortamlarını koruyan tüm sanatçıları her üç skandal için: "Sanatçılar! Kendinize gelin! Tepkinizi gösterin" sloganıyla göreve çağırıyoruz.

4


a

pe cy


Ustalara Saygı

Pınar Erol

pe cy

a

Dikmen Gürün, Tiyatroya Ödüldür

Fotoğraflar: Gülay Ayyıldız Yiğitcan

pinarerol@tiyatrodergisi.com.tr

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi 'nde çalışmak için ilk başlıyor ilk katkılarınız. Akis, Kim, Dünya, Yön adımımı atalı altı sene olmuş, aralıklarla da devam gibi dergilerdeki tiyatro eleştirilerinize 82'de ediyor birlikteliğim. Bunu hesaplıyor değildim. Cumhuriyet'te başladığınız tiyatro yazıları Gerekli de değil biliyorum ama bu sayı için Dikmen ekleniyor. Peki, "eleştiri" yazmak neyi Gürün 'le söyleşi yapacağımız belli olunca işte o gerektiriyor? günlere gittim. Aslında Uluslararası Çocuk Festivali 'nde süreli görev almak için başlamıştım Eleştiri, kısaca, bir eserin teori ve pratikte dergiye. Sonrası malum, festival gerçekleşemedi ama değerlendirilmesidir diyebiliriz. Yapıtın içindeki enerjinin, ben ayrılmadım; göndermedi Mustafa Demirkanlı. Üstüne üstlük röportaja gönderdi beni. Dikmen tartışmanın dışavurum biçimini bir bütün olarak Gürün 'le Pina Bausch hakkında bir röportajdı. Benim değerlendirmek... ilk röportajım. Dikmen Gürün ise ilk gözağrım. Ondandır hakkında ne zaman bir şey işitsem, haberini Eleştiri, kısaca, bir eserin teori ve pratikte okusam, ismini duysam yüzüme enikonu yayılan değerlendirilmesidir diyebiliriz. Yapıtın içindeki gülümseme. Hem eskilerden dost bir ses hem de enerjinin, tartışmanın dışavurum biçimini bir bütün ilkokul öğretmeninin karşısında yıllar sonra sınanmak olarak değerlendirmek... Bu değerlendirmeyi gibidir onunla söyleşmek... yapacak kişinin, yani eleştirmenin her anlamda Çok yönlü, çok kimlikli bir tiyatro insanısınız. Tiyatroya farklı düzlemlerde hizmet ediyor, katkı sağlıyorsunuz. Sırasıyla ele almak istersek güçlü bir akademik kariyerle birlikte yayın yoluyla

6

donanımlı olması gerekir. İngiliz eleştirmen Terry Eagleton'un tanımıyla; bir eserde sanat ve güç, sanat ve savaş ya da sanat ve terör, sanat ve siyaset, sanat ve aşk arasındaki ilişkileri tartışmanın bir ayağını da eleştiri oluşturur. Bu açıdan baktığınızda, kendi


alanı dışında da geniş bilgi sahibi olmak durumundadır eleştirmen. Yine Eagleton diyor ki, "eleştirmen, toplumsal görevlerini dillendirdiği ve gücünü hakkıyla kullandığı sürece bu alanda doğru şeyler yapıyor demektir". Eleştirmenin salt üniversite bünyesinde kapalı kalmasından, bir anlamda salt akademik takılmasından, öte yandan da tamamen aksi bir yönde, sahne ile seyirci arasında köprü işlevi görmesinden yana değil. Onun, Shakespeare oyunları üzerine yazdığı eleştiriler bu anlamda önemli aslında. Sonuçta, eleştiride metni kendi içinde ve sahne üzerinde okuma biçimine yönelik satır başları ve eleştirmenin durduğu yer önemli benim için.

Haldun Taner'in çok istediği bir şeydi İstanbul Üniversitesi bünyesinde bir Dramaturji Bölümü kurmak. Bu konuda çok uğraştı. Hatta bana daktilosunda yazdığı bazı notlarını vermişti, bir gün benim orada ders vereceğimi bilir gibi...

1960'lar ve 1970'lerin ilk yansı tiyatro anlamında hareketli yıllar. O günlerden bu günlere üç darbe yaşadık. 1970 ve özellikle de 1980 darbeleriyle ortaya çıkan resim, tutucu partilerin önlenemez yükselişinin işaretlerini de veriyordu. Böyle bir gelişim özgürlüklerin kısıtlanmasıyla, eğitim sisteminde açılan gediklerle gösterdi kendini. Giderek suskun bir topluma dönüştürüldük. İstisnalar kaideyi bozmaz; 1980'lerde tiyatro enerjisini kaybetti. Eleştiri mekanizmasında da buna bağlı olarak bir tıkanma yaşandı. Ama her şeye karşın, son yıllarda gözlemlediğimiz tiyatro hareketi eleştiri alanında da verimli sonuçlar doğuracaktır. Yetişmekte olan genç eleştirmenler yeni kapılar açacaklar bu alanda. Haldun Taner'in çabaları yetmedi ama Zehra İpşiroğlu'nun girişimleriyle birlikte yapılanan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü'nün kuruluş ve gelişim aşamasında görev almanız, alanındaki eksikliği gideren yeni eleştirmen/dramaturg kazandırdı mı bize? Evet, Haldun Taner'in çok istediği bir şeydi İstanbul Üniversitesi bünyesinde bir Dramaturji Bölümü kurmak. Bu konuda çok uğraştı. Hatta bana daktilosunda yazdığı bazı notlarını vermişti, bir gün benim orada ders vereceğimi bilir gibi... O yazıyı "Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü Dergisi"nde yayımladım. Önemli bir belgeydi benim için. Zehra, bu bölümün kurulması için çok uğraştı. Ben de ona el verdim, verebildiğim kadar. Eğitime yüksek lisansla başladık. Şimdi bölümü götüren

pe

cy

a

Eleştirinin işlevinden bahsedersek, tiyatronun gelişimine katkısı nedir? Bir süredir farklı isimlerin de eklendiği ancak genelde Türkiye'de azlığından ya da yetkinsizliğinden yakınılan bir şey tiyatro eleştirmenliği. Sebeplerini siz nasıl ortaya koyarsınız? Az önce de değindim bu konuya; bir sanat eserini incelemek ve bunu yaparken olabildiğince eleştirel bakmak, duyguları tamamen bir yana bırakmak anlamına gelmiyor. Kuru bir didikleme ya da oyunu anlatma operasyonu değil eleştiri. Bilakis, çok yönlü açılımlar sağlamalıdır hem sanatçılar hem seyirciler anlamında. Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü'nde üç yıl okutuyoruz 'Eleştiri Kuramları' dersini. Tiyatro ve eleştiri arasındaki etkileşim tarihsel süreç içinde incelendiğinde resim çok daha net çıkıyor ortaya

tabii. Tiyatro ve eleştirinin birbirini nasıl tetiklediği görülüyor. Katkıdan çok, karşılıklı etkileşim diyebiliriz belki.

7


fonların gücünü arkasına alırken sizin sponsorlarla halletmeye çalıştığınız bütçe, dilediğiniz festivali yapmanıza olanak sağlıyor mu? Tiyatro Festivali parasal anlamda destek bulmakta zorlanan bir festival. Bu galiba genelde bizim ülkede tiyatronun kaderi. İKSV olarak festivali gerçekten

cy

a

genç ekip ilk öğrencilerimizdi. Sonra, lisans bölümü oluştu ve özel yetenek sınavıyla öğrenci almaya başladık. Genel kültür, yabancı dil sınavları, mülakat... Donanımlı eleştirmen ve dramaturg yetiştirmek için çok önemli aşamalardı bunlar. Maalesef bir süre sonra YÖK'ün azizliğine uğradık ve sınav sistemi kalktı. O sırada Zehra da Almanya'ya gitmiş ve ben Bölüm Başkanı olmuştum. Tabii ki öğrenci düzeyinde bir düşüş yaşandı. Çok uğraştık. Hatta bir kurul toplantısında rektör yardımcılarından biri "eleştirmen olmak için dil bilmek gerekmez," demişti. Ne cevap verirsiniz bu saptamaya? Yine de dersleri çok sıkı tuttuğumuz için 25 kişilik sınıflardan pırıltılı gençler de yetişti. Bu arada, doktora programını başlatmıştık ve hem yüksek lisans hem doktorada gerçekten bilgili, pırıl pırıl gençlerle çalıştık ve çalışıyoruz. Bu sene Bölüm Başkanlığı görevini Doç. Kerem Karaboğa'ya devrettim ve aynı zamanda da bir mucize gerçekleşti, yedi yıllık mücadelenin sonunda Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü yine sınavla öğrenci almaya başlıyor. Hepimizi çok mutlu kılan bir gelişme. Az önce de söylediğim gibi, her şeye karşın, bizim bölümden değerli gençler yetiştirdik. Bunların bir kısmı çeşitli üniversitelerde ders veriyor, ödenekli ve özel tiyatrolarda dramaturg olarak çalışıyorlar, oyun yazarlığına yönelmiş olanlar, tiyatro kuranlar var. Bunlar tabii olumlu gelişmeler ama kuşkusuz iş bulmakta zorlananlar ya da tamamen farklı alanlara yönelenler de var ki bu da maalesef bir Türkiye gerçeği.

İKSV olarak festivali gerçekten ciddi maddi sonullarla mücadele ederek gerçekleştiriyoruz. Festival yaklaşırken başlıyor yürek çarpıntısı. Ama benim en büyük şansım,

pe

başta Şakir Eczacıbaşı olmak üzere İKSV'de çalışan herkesin, her birimin Tiyatro Festivali'ne destek olması, inanması.

ciddi maddi sorunlarla mücadele ederek gerçekleştiriyoruz. Festival yaklaşırken başlıyor yürek çarpıntısı. Ama benim en büyük şansım, başta Şakir Eczacıbaşı olmak üzere İKSV'de çalışan herkesin, her birimin Tiyatro Festivali'ne destek olması, inanması. Bu çok önemli bir nokta. O inançla, o enerjiyle ve o çılgınlıkla yapıyoruz elimizden gelenin en iyisini. Bu arada şunu da söylemeliyim, sanatçılarımız da bize enerji veriyor. Festival için hep birlikte seferber oluyoruz. Tabii ki bu festivale inanan sponsorlarımıza, yabancı kültür ofislerine de teşekkür borçluyuz.

Yurtdışındaki festivallere baktığınızda devletten, Uzun zamandır İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nda yerel yönetimlerden alınan katkı %35'lerden Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali başlayarak %90'a kadar tırmanıyor. O zaman her Direktörlüğü'nü yürütüyorsunuz. Adınızla birlikte şey daha farklı oluyor tabii. Türkiye'de ise devlet anılan oldukça önemli bir festival. Aynı ölçekteki bütçesinden kültür sanata ayrılan pay zaten o kadar yurtdışı festivalleri devletten aldığı destek ve düşük ki...

8


a

pe cy


Her festivalde bir yenilik müjdeliyorsunuz. Ortak yapımlar, yeni buluşmalar, iddialı yapım ve isimlerin yanı sıra ismini ilk defa duyduğumuz topluluklar da oluyor. Festival için yaptığınız seçimler çok önemli ve sorumluluk yükleyici, çünkü yönlendirici oluyor. Belirleyici olan ne? Ortak yapımlar, bu tür ilişkiler hem seyircinin

pe cy

a

Bu festival; tiyatronun kalbi, müthiş bir buluşma ve alışverişin gerçekleştiği, sabırsızlıkla, heyecanla beklenen bir etkinlik. Tabii biz perde arkasını bilmiyoruz. Ne gibi sorunlarla karşılaşıyorsunuz? Mekân problemini nasıl aştınız? Yıkılan tiyatrolar festivalin gerçekleşmesini nasıl etkiledi? Sorunları halletmede gerekli yardım ve desteği alabiliyor muşuz?

Altyapı ve mekân sorunu, Tiyatro Festivali'nin bu anlamda başta gelen problemleri. İstanbul gibi bir şehirde her şeyden önce doğru dürüst sahne yok. Var olanları, yani AKM ve Şehir Tiyatroları sahnelerini de paylaşmak durumundasınız. Her iki kurum da bize karşı çok olumlu bir duruş sergiliyor, yardımcı olmaya çalışıyor ama yine de yaşanıyor bu tür sorunlar. Şimdiden düşünüyorum 2010'da hangi salonda ne gibi bir üstüstelik yaşanacak diye... AKM zamanında tamamlanacak mı diye. Pina Bausch geliyor mesela 2010'da ve benim yüreğimde bir çarpıntı, AKM Haziran ayında hayatımızda olacak mı acaba diye. Mekân bağlantılı bir diğer problem de konvansiyonel olmayan mekânların yokluğu. Bu tür, hangardan, depodan bozma sahneler yok bizde. garajistanbul tarzı, ondan daha büyük ve daha yüksek bir mekândan söz ediyorum. Geçen yıl, sırf bu nedenle çok iyi iki oyunu son anda geri çevirdik. Dün, onlardan birinden, The Wooster Group'tan 2010 yılında yapacakları yeni çalışma için öneri geldi. "Pardon, mekân yok," demek, alay eder gibi, ne kadar fena bir duygu! Böyle bir mekân hem yılın 12 ayı bizim sanatçılarımıza yarayacaktır hem de iki yılda bir, üç hafta için Tiyatro Festivali'ne. 2010'a bu bağlamda öneri götürdüm. Sıcak bakıyorlar, iyi niyetle yaklaşıyorlar konuya. Umarım en azından bir tane böyle bir mekân verebiliriz İstanbul'a ve bu da 2010'un kalıcı katkılarından biri olur kente.

10

Pina Bausch geliyor mesela 2010'da ve benim yüreğimde bîr çarpıntı, AKM Haziran ayında hayatımızda olacak mı acaba, diye. Mekân bağlantılı bir diğer problem de konvansiyonel olmayan mekânların yokluğu. Bu tür hangardan, depodan bozma sahneler yok bizde.

vizyonunu geliştiren hem de sanatçılarımızın önünü açan olaylar. Elbette tiyatro topluluklarımız kendi girişimleriyle de yurtdışı temasları geliştiriyorlar ama şunu da kabul etmek gerekir ki Tiyatro Festivali sağlam bir uluslararası buluşmalar zemini oluşturdu. Bir trafik yaşanıyor. Öte yandan, alanlarında söz sahibi topluluk ve sanatçıları getirdik İstanbul'a. Bizim seyircimiz gerçekten şanslı ki bu grupları iki yılda bir de olsa, üç haftalık bir zaman dilimi içinde peş peşe görebiliyor. Üç yıl önce Amerika'da dünya festivalleri üzerine bir kitap çıkmıştı ve o kitapta İstanbul Tiyatro Festivali'nden yaratıcılığı destekleyen iddialı bir festival olarak söz ediliyordu. Evet, yaratıcılığı, yeniliği destekliyor ve olabildiğince farklı, söyleyecek sözü olan uluslararası sanatçıları, toplulukları sunuyoruz. Tadashi Suzuki'den William Forshyte'a, Piccolo Teatro'dan Jan Fabre'a, Eumintas Nekrosius'a uzanan bir çizgi bu. Yerli yapımlarda da aynı çizgi üzerinde ilerlemeyi amaç edindik. Sonuçta, geldiğimiz nokta güzel bir nokta. Demek ki bugüne kadar doğru adımlar atmışız.


Festival seyirci profili yıldan yıla farklılık gösterdi mi yoksa artık tanımlanabilen bir sınıfa girdi mi? Genç bir izleyicimiz var. Yaptırdığımız istatistikler gösteriyor ki festival seyircisinin yüzde sekseni 18 - 30 yaş arasında değişiyor. Bu, tabii çok güzel bir şey. Dinamik, ilgili, açık bir seyirci. Bu seyirci yıllar içinde oluştu. İlk senelerde bu hareketlilik yoktu. Zaman içinde, festival bünyesinde yapılan değişikliklerle, festivali zenginleştiren atılımlarla ilgi de büyüdü. Şimdi bakıyorum, gençlerin yanı sıra her kesimden seyirci festivalde neler olup bittiğini merak ediyor ve geliyor. Dolu salonlara oynuyor oyunlar. Yerli-yabancı tüm oyunlar ilgiyle izleniyor. Ayrıca, yurtdışından da İstanbul seyahatlerini festival tarihlerine denk getirmek isteyenler oluyor. Bu ilgi, umalım ki zamanla daha da artsın. Kültür sanat

Hiç unutmuyorum, bir kış günü ve de bir pazar günü, Mustafa gitmiş dergiye "Dikmen Hanım nasıl olsa gelmez bu havada," diyerek memnun mesut otururken zınk diye beni karşısında buldu ve adeta hayalet görmüş gibi oldu. Kar yoğun olduğu için yürüyerek gitmiştim... Şimdi her aklımıza geldiğinde o gün, güleriz.

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptınız ve sizin döneminizde dergi içerik olarak kuramsal anlamda zenginleşti. Farklı açılımlar ve değişiklikler oldu. Evet, beş yıl çalıştım Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nde ve o dönemde, tam anlamıyla kuramsal olmasa bile bugünden daha farklı bir çizgide ilerledik. Çeviri, araştırma, inceleme yazılarına da yer verdim ve Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü'nde öğretim üyesi olan gençlere, yüksek lisans, doktora öğrencilerine yazma alanları yarattım. Polemiklerden kesinlikle uzak durdum. Sevmiyorum sen-ben kavgalarını. Mustafa Demirkanlı da hiçbir şekilde karışmadı bana. Tevazu bir yana, o beş sene boyunca dolu dolu bir dergi çıkardık. Severek çalıştım. Derginin her işine burnumu sokuyordum,

a

hareketlerinin deniz ve güneş pazarlamaktan daha etkin olduğunu gördüğümüz gün her anlamda dünyaya açılımlar daha güçlenecektir diye düşünüyorum.

aklında olan bir projeyi yazılarımla tetiklemiş oldum," diyeyim. Belgesel tiyatro ve Sivas olayları ile ilgili daha önceden de yazmıştım. Son iki yıl, bu katliamla ilgili belgesel oyun yazılması için ısrarcı oldum. Görünen o ki Genco Erkal'ı harekete geçirdi bu yazılar ve beklemektense kalemi kendisi aldı eline. Çok da iyi yaptı. Biz, çabuk unutan bir toplumuz. O nedenle de bu tür oyunlar önemli belgeler. Suskunlukları kıracak, insanları kendileriyle hesaplaşmaya zorlayacak çalışmalar. Aslında Türkiye'de belgesel tiyatroya konu olacak o kadar çok şey yaşanmış, yaşanıyor ve yaşanacak ki maalesef. Bunlar, tiyatro aracılığı ile ve "Sivas 93"te olduğu gibi, ciddi bir araştırmayla, yoğun arşiv çalışmasıyla insanların zihinlerine yerleştirilmeli diye düşünüyorum. Bu anlamda da çok sağlam bir ekiple çalıştı Genco. Henüz gidemedim ama Maraş olayları üstüne de bir oyun yapıldı geçtiğimiz aylarda. Bu tür oyunlarda önemli olan, her anlamda sağlam bir altyapıdan hareketle taşları yerine koymak.

pe

cy

16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nde de gösterilen "Sivas 93"ün yaşama geçmesi aslında sizin çağrılarınızla olmuş. Belgesel tiyatroya bir örnek kazandırmış. Niçin böyle oyunlar yapılmıyor? "Benim çağrımla" demeyeyim de "Genco'nun zaten

11


başvurusu var. Kent Kültürü Yönetmenliği ile birlikte değerlendiriyoruz. Çocuklarla ilgili çok proje geliyor 2010'a. Bu tür geniş kapsamlı eğitim programlarında ve etkinliklerde 2010 süreklilik ve kalıcılık üzerinde duruyor. Bu açıdan bakınca, bu tür çalışmaların başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere, Milli Eğitim Bakanlığı, üniversitelerin tiyatro bölümleri (konservatuvarlar) ve ödenekli tiyatroların birebir destekleriyle hayata geçirilmesi, süreklilik sağlanması açısından önemli.

cy

a

kılı kırk yarıyordum. Tüm yazılan satır satır okurdum düzeltmen gibi. Biliyorum, Mustafa zaman zaman baygınlık geçirirdi. Hiç unutmuyorum, bir kış günü ve de bir pazar günü, Mustafa gitmiş dergiye "Dikmen Hanım nasıl olsa gelmez bu havada," diyerek memnun mesut otururken zınk diye beni karşısında buldu ve adeta hayalet görmüş gibi oldu. Kar yoğun olduğu için yürüyerek gitmiştim... Şimdi her aklımıza geldiğinde o gün, güleriz. Karikatürlük bir resimdi. Ne yapayım, ben genelde böyleyim. Festival sırasında da, mükemmel bir ekiple çalışıyor olmama rağmen hemen hemen hiç oturmam. Yine dergiye dönecek olursak, o beş yıl boyunca iyi bir iş yaptığımıza inanıyorum ama her şeyin bir akışı, bir zamanı var. Benim İKSV ve üniversite işlerim yoğunlaştı. Mustafa'nın belki içeriğe yönelik başka düşünceleri vardı ve beş yılın sonunda yollarımızı ayırdık.

pe

Ama Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin bu sorumluluğu tek

Derginin organize ettiği "1. Türkiye Çocuk Tiyatrosu Kurultayı", "Çocuk Tiyatrosu Eğitim Programı" ve "1. Uluslararası İstanbul Çocuk Tiyatrosu Festivali" düzenlendi. Onların önemi neydi? Ben ne Kurultay ve Eğitim Programında ne de Çocuk Tiyatrosu Festivali'nde yer almadım. Başka bir ekip yapıyordu bu işi Mustafa ile birlikte. Belki de ben ayrılmak üzereydim dergiden, tam bilemiyorum. Bu etkinlikler paketinin önemi tartışılamaz. Ama Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin bu sorumluluğu tek başına üstlenmesi, elini tek başına taşın altına koyması maddi sorunlara yol açtı. Yanılmıyorsam, Kültür Bakanlığı söz verdiği maddi desteği sağlamadı. Bu noktadan sonra ne denebilir ki? Şimdi, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'na yine "Çocuk Tiyatrosu Eğitim Programı" ve "Çocuk Tiyatrosu Festivali" ile ilgili bir proje

12

başına üstlenmesi» elini tek başına taşın altına koyması maddi sorunlara yol açtı. Yanılmıyorsam, Kültür Bakanlığı

söz verdiği maddi desteği sağlamadı. Bu noktadan sonra ne denebilir ki?

2010 için "Geçmişten Geleceğe Perde Açan Gelenek"te, geçmişten günümüze İstanbul'da geniş bir tiyatro haritasında yer alan tiyatro salonlarına, tiyatro binalarına yönelik alan çalışmaları yapılacak... Nereden nereye geldiğimizi görmek adına çok faydalı bir kaynak olacak. Çalışmalar ne aşamada? Çalışmanın sonunda neyle yüzleşmiş olacağız? Bu, 2010 Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetmenliği'nin projesi. Projeyi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü ile birlikte yürütüyoruz. Bu ekibe Yeditepe Üniversitesi'nden Prof. Dr. Metin Balay ve dışarıdan da Jaklin Çelik katıldılar. Doktora ve yüksek lisans öğrencilerimiz de araştırmalarda bizlere yardımcı oluyorlar. Şimdi, Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans yapan ve 2010'da benimle çalışan Ümit Özdemir de bu ekibe


a

pe cy


buluşmalara, farklı açılımlara zemin hazırlayacak ve 2010'dan sonra da devam edecek. Amaç, bu devamlılığı sağlayarak İstanbul'u üniversite tiyatrolarının buluşacağı bir kültür ve sanat merkezi haline getirmek, genç yaratıcıları desteklemek. Bu yıl şenlik 20-30 Nisan tarihleri arasında yapılacak. Aynı dönemde iki günlük bir Tiyatro Eğitimi Sempozyumu da gerçekleştirilecek.

cy

a

dâhil olacak. Giderek genişliyoruz, çünkü çok ilginç bir konu. İstanbul'u bölgelere ayırarak başladık işe. Tabii ki Tanzimat'tan bu yana İstanbul'daki tiyatro mekânları ile ilgili hem Metin And Hocamızın hem Refik Ahmet Sevengil'in, Burhan Arpad'ın yazıları, kitapları var. Bizler, bilinen mekânların dışında belki daha önce sözü edilmemiş sahneler, tiyatro mekânları arasında dolaşacağız. Bugünlere de uzanacağız. Tapu kayıtlarına gireceğiz. Nereden nereye geldiğimizi göreceğiz. Geçmişe, eskiye kıymet vermeyen, eskiyi korumayan bir toplumuz. Siz hatırlar mısınız bilmem ama bir zamanlar tarihi evlerin oymalı tahta kapıları sökülüp antikacılar çarşısında masa üstü olarak satıldı! O denli kıymet bilmiyoruz. Şimdilerde, daha yeni yeni bir bilinçlenme sürecine giriyoruz galiba... "Geçmişten Geleceğe Perde Açan Gelenek"te sadece mekânlar üzerine odaklanmayıp, elimizden geldiğince o sahnelerden kimlerin ve hangi oyunların gelip geçtikleri üzerinde durmayı da planlıyoruz. Umarım ki sonuçta iyi bir kitap çıkacak ortaya ve hem Türkçe hem de İngilizce olarak basılacak.

pe

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Gösteri ve Sahne Sanatları Yönetmenliği, 2008 Avrupa Kültür Başkenti Liverpool'un davetiyle "Dünya ile Temas/Contacting the World" projesine katılmıştı. Liverpool'daki etkinliğe bizden de genç bir grup katıldı. O dönemde internet üzerinden çağrı yaptık

2010 Avrupa Kültür Başkenti Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetmenliği tarafından gerçekleştirilen "İstanbul Üniversiteleri Tiyatro Şenliği"yle 2010 etkinliklerinin somut örnekleri verilmeye başlandı. Bu kapsamda gençlik tiyatrolarının öneminden bahseder misiniz? İstanbul - Türkiye - Avrupa Üniversiteleri Tiyatro Şenliği sürecini başlatmamızın bir nedeni Türkiye'de 60'larda patlayan özel tiyatroların, 1950'lerin sonlarında yaşanan üniversite tiyatroları, amatör tiyatrolar hareketinden enerji alması. Bir anlamda, gençlik tiyatroları, bu toplulukların düzenledikleri festivaller itici güç oluşturdular. O nedenle, 2008'de İstanbul Üniversiteleri Tiyatro Festivali, 2009'da Türkiye Üniversiteleri Tiyatro Şenliği ve 2010'da Avrupa Üniversiteleri Tiyatro Şenliği yeni

14

0 nedenle, 2008'de İstanbul Üniversiteleri Tiyatro Festivali,

2009'da Türkiye Üniversiteleri Tiyatro Şenliği ve 2010'da

Avrupa Üniversiteleri Tiyatro Şenliği yeni buluşmalara, farklı açılımlara zemin hazırlayacak ve 2010'dan sonra da devam

ama ilgi düşük oldu. Başvurular doğrudan Liverpool'a yapıldı ve Tiyatro 0.2 seçildi. Bu gençler için bulunmaz bir fırsattı. İki asistanım da, Verda ve Ümit, Liverpool'a giderek yerinde gördüler neler olup bittiğini. Liverpool, 2010'da aynı şeyi İstanbul'da yapmayı önerdi. On iki ülkeden, ki bu ülkelerin altısı AB üyesi ülkeler olacak, diğer altısı ise dünyanın çeşitli ülkelerinden, 15-25 yaş arası gençlerin buluşacağı bir şenlik yapacağız. Farklı kültürlerden; Hindistan'dan Güney Amerika'ya kadar gençlerin buluşup, birlikte bir oyun ya da dans, performans sergileyecekleri bir etkinlik olacak "Dünya ile Temas". Ayrıca eşleşen gruplar


birbirlerinin yaşadıkları şehirlere giderek oralarda da çalışacaklar. Bu şenlikte grupların birlikte çalışma ve yaratma süreçleri önemli. 2012'de de hangi kent Kültür Başkenti oluyorsa, orada gerçekleşecek olay. Sürekliliği olan bir proje.

Başka ödülleriniz de var ama bu sene aldığınız, UNESCO'ya bağlı bir kuruluş olan Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Türkiye Merkezi (TEB)'nin "2008 Onur Ödülü" size çok yakıştı. Gerekçe; tiyatro dünyasına katkılarınız, alanınızdaki başarılarınız ve topluma karşı sorumlu bir festival yönetmeni-akademisyeneleştirmen kimliklerinizle yaşamınız boyunca tiyatro dalında üzerinde yürüdüğünüz tutarlı çizginizi sürdürmeniz. Ayrıca Zeynep Oral'ın vermek istediği ve Üstün Akmen'in de katıldığı, Emek, Sabır, Sağduyu, Terbiye ve Nezaket, Hoşgörü, Sükûnet Ödülleri var. Ödül almak güzel bir duygu. Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Onur Ödülü'nü, sizin deyiminizle, bana yakıştıran herkese çok teşekkür ederim. Festivaller ekip işidir. O nedenle elde ettiğim başarılarda İKSV ailesinin payı büyük. Konuşmamızın başında da söylediğim gibi, yanımda bana destek olan, inanan İstanbul Kültür Sanat Vakfı olmasaydı bu yapılanlar kolay gerçekleşemezdi. Bunlar, bu paylaşımlar güzel sonuçlara yol açıyor. Geri dönüşleri de çok değer verdiğim ödülümün yanında, dostluklar, arkadaşlıklar, saygı ve sevgi olarak belirleniyor.

pe

cy

a

Tiyatronun toplumu etkileme gücü var. Festivaller ise her ülkeye ayna tutan bir etkinlik. Yanı sıra katıldığınız Tiyatro Olimpiyatları, Delfi ve benzeri buluşmalar festivallerarası nasıl bir iletişim ve köprü kuruyor? Genelde bu tür uluslararası buluşmalar önemli. Çünkü farklı ülkelerin, farklı kültürlerin sanatçılarını, kuramcılarını bir araya getirmenin ötesinde ortak üretimler destekleniyor. İşbirliği zeminleri oluşturuyor. Farklı diller aynı masa çevresinde ya da aynı sahnede buluşuyor; bir anlamda tiyatronun birleştirici gücü de denebilir buna. Festivallerde de birbirine el uzatmak gibi oluşumlar hız kazanıyor. Sanıyorum biz de Tiyatro Festivali olarak 1997'de başlattığımız bu tür çalışmaları daha da geliştireceğiz, maddi olanaklarımız el verdiğince. 2006'da Tiyatro Olimpiyatları bizde yapıldı, şimdi Seul'da yapılacak ve biz de yer alacağız orada. Yine bu sene Avignon, Atina, Barselona Festivalleri ile bir birlik oluşturmak yönünde sanıyorum ki ilk adımı atacağız. Tiyatro Festivali'nin bu tür önemli etkinliklerde yer alması elbette ki bizim tiyatromuza, bizim sanatçımıza da birtakım yeni alanlar açacak. Umarım, her şey yolunda gider de, İKSV olarak gerçekleştirebiliriz bu projeleri.

"Özel Tiyatrolara Devlet Desteği"ni yürürlükten kaldıran yeni yönetmelik karşısında ilk ses veren siz oldunuz. Bu konuda bıkmadan usanmadan yazılar yazdınız. Sesiniz ne kadar yankı buldu? Niçin bir tiyatro yasası çıkmıyor? Oldukça eski bir olaydan söz ediyorsunuz. Üstünden o kadar zaman geçti ve o kadar çok şey yaşandı ki ve o kadar çok polemik konuları oluştu ki... Senelerdir bu konuda toplantılar yapılır, konuşulur, yazılır çizilir ama bir türlü bir sonuç alınmaz. Sistemde birtakım şeylerin değişmesi isteniyorsa buna ödenekli veya özel tüm tiyatroların sanatçıları sahip çıkacaklar. İşin ucunu ciddi tutan, direnen, işi kendi aralarında kavgaya dökmeyen, bölünmeyen sağlam bir baskı grubundan söz ediyorum.

Beykent Üniversitesi'nde de ders veren, yeni festivalin üzerinde çalışan, 2010'a hazırlanan ve "Eleştirilerle" adlı kitabı üzerinde çalışan Prof. Dr. Dikmen Gürün'den duyacağımız başkaca bir haber var mı? İstanbul Üniversitesi'nde Bölüm Başkanlığı'nı Doç. Kerem Karaboğa'ya devrettim ama oradan kopmadım. Benim ilk göz ağrım. Yüksek lisans ve doktora dersleri vermeye devam ediyorum. Beykent Üniversitesi ise hayatıma yeni girdi. Yeni bir deneyim benim için. Son sınıf öğrencileriyle çalışıyorum. Öte yandan da 2010 ve Festival... Hayat bu şekilde akıyor. "Eleştirilerle Türk Tiyatrosu" kitabıma yeterince eğilemiyor olmam beni üzüyor ama en kısa zamanda ona da bir çözüm bulacağım herhalde... 2010 yılına yetiştirmek istiyorum... Sizinle tekrar görüşmek beni sevindirdi. Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

15


Eleştiri Sorgulanmayan Yaşam, Yaşam Sayılmaz:

Üstün Akmen

Fotoğraflar:

Müjdat Çoban

pe

ustunakmen@tiyatrodcrgisi.com.tr

cy a

"Sokrates'in Son Gecesi"

Elbette biliyorsunuzdur ama ben yine de yinelemiş olayım, Bulgar oyun yazarlığının dünya edebiyat tarihinde yaklaşık yüz elli yıllık bir geçmişi var. İkinci Dünya Savaşı sonrası karşıt bloklarda yer alan Türkiye ile Bulgaristan arasında sanatsal ve kültürel bağlan ağza almak olanaksızken, son yıllarda özellikle tiyatro alanındaki işbirliği ve ilişkilerin "düşman çatlatacak" boyutlarda can bulması hiç kuşkusuz son derece sevindirici. Yıllara tortusunu bırakmış önyargıların aşılmasını sağlayan bu zorlu süreçte, iki ülkede de oyun sahneleyerek kurulan köprüleri deneyim-paylaşım yoluyla sağlamlaştıran yönetmenlerin emek ve katkılarınaysa elbette minnet borçluyuz. Onlar aracılığıyladır ki Ivan Vazov (1850-1921) Ivan Radoev (1927-1994), Stefan Tsanev (1936), Stanislav Stratiev (1941) ve Hristo Boyçev (1950) gibi Bulgar yazarları ülkemizde tanındı ve sevildi. Bizim "cenahımızdaysa", Aziz Nesin'in "Hadi Öldürsene Canikom"u, Tuncer Cücenoğlu'nun "Matruşka"sı; Bilgesu Erenus'un "Arka Bahçe"si; Civan Canova'nın "Erkekler Tuvaleti"; Behiç Ak'ın "Fay Hattı" ve Özen Yula'nın "Gayri Resmi Hürrem"i

16

var. Son olarak, Tuncer Cücenoğlu'nun (1944) "Çığ (Lavina)"ı Kırcaali'de, Dimitır Dimov Devlet Dram ve Kukla Tiyatrosu'nda, ünlü yönetmen Plamen Panev'in rejisiyle "el-an" sahnelenmekte.

Tsanev tekstinde, Sokrates'in bilinçli ve ahlâki kişiliğin bulunduğu yer olarak ruh kavramını öne çıkarmasını sivriltmiş. Sokrates etiğinin en temel tezi ya da önermesi olan, bir insanın en önemli faaliyetinin ruhuna gereken özeni göstermesi olduğunu da bir güze! vurgulamış. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun başarılı sanatçısı Metin Belgin de yeni bir köprü kurmuş. Stefan Tsanev'in "Sokrates'in Son Gecesi"ni almış, İstanbul Devlet Tiyatrosu repertuvarı dâhilinde sahnelemiş. Stefan Tsanev'i iki-üç yıl öncesinden, yani Tiyatro Atölyesi yapımı olarak izlediğimiz, Jeanne d'Arc efsanesinden yola çıkarak kaleme almış olduğu;


insanın, bireyin, din ve milliyetçilik gibi egemen ideoloji tarafından nasıl abluka altına alındığını öykülediği "Jeanne d'Arc'ın Öteki Ölümü" adlı oyundan tanıyoruz. Günümüzdeki siyasi rejimlerin "çoğulcu" yaklaşımdan uzak, halktan kopuk politikalarını, halkın sıradanlığını ve pısırıklığını ve Tanrı'nın, kendi yarattığı insanların yaptıkları karşısında yaşadığı çaresizliği irdeleyen bir yapıttı "Jeanne d'Arc'ın Öteki Ölümü" ve de anımsayacaksınız, pek beğenmiştik. Tsanev'in bu kez ele aldığı konuysa M.Ö. 469-399 yılları arasında yaşamış olan ünlü mü ünlü Yunanlı düşünür Sokrates. Görüşleri, tartışmaları yeni iktidarın temsilcileri tarafından beğenilmediği için, yeni tanrılar icat ettiği, görüşleriyle gençleri baştan çıkardığı gerekçeleriyle ölüme mahkûm edilmiş olan

Onlar da, bizler gibi insanın insana kulluğuna, 2400 yıl sonra dahi düşüncenin özgürlüğe kavuşamamasına, yasaklara, baskılara, düşünen insanların öldürülmelerine, işkencelere, ilkelliğe, cehalete hayıflanıyorlar.

Oyunu dilimize kazandıran İsmail Bekir Ağlagül'ü Yuriy Daçev'in "Dünkü Öpücükler" ve Ivan Vazov'un "Koltuk Düşkünleri" çevirilerinden anımsıyoruz. Gerek teknik alanda, gerekse yazınsal alanda konusunu iyi bilen bir çevirmenin rahatlığı ve yalınlığı var Ağlagül'ün bu çalışmasında. Temiz güzel bir Türkçe, titizlikle seçilmiş sözcükler... Daha ne olsun ki! Ali Cem Köroğlu, Metin Belgin'in sahneye koyuş kavramına hizmet eden bir kavrayış geliştirmiş. Hiç kuşkum yok, içgüdüsel bir yaratıcılığı var Ali Cem Köroğlu'nun. "Sokrates'in Son Gecesi"nde de öyle olmuş. Hem çok işlevsel hem de çok güzel ve çok özel bir dekor... Ali Cem

pe

cy

a

Sokrates... Stefan Tsanev, oyununu işte tam da bu noktadan başlatmış. Sokrates'in, baldıran zehrini içmeden önce gardiyanla arasında geçen diyaloglarda kimi kavramları seyircinin önünde tartışmaya açmış. Gece boyunca süren konuşmalarda Sokrates ve gardiyanın düşünsel yaşamları, dönüşüme uğrayan hoca-öğrenci ilişkisi, bilgelik-sıradanlık olgusu, ölüm-yaşam üzerine düşünceler Tsanev'in kaleminde dillenmiş. Giderek gardiyan-tutsak kimlikleri bile yer değiştirmiş.

Tsanev tekstinde, Sokrates'in bilinçli ve ahlâki kişiliğin bulunduğu yer olarak ruh kavramını öne çıkarmasını sivriltmiş. Sokrates etiğinin en temel tezi ya da önermesi olan, bir insanın en önemli faaliyetinin ruhuna gereken özeni göstermesi olduğunu da bir güzel vurgulamış. Sorgulanmamış bir hayatın yaşanmaya değer olmadığı tezinin altını çizmiş. Kahramanlarına: "... insanlar toplumun ideallerini ve değerlerini olduğu gibi benimserler", "... çoğunluğun gücü bizi yok etmeye yeter", "... kötü monarşi, kötü demokrasiden yeğdir", "... kendi cellatlarımızı kendimiz yetiştiriyoruz", "... birinin bozduğunu bütün bir halk topluluğu onaramaz ", "... bir halkı bir şeyin doğruluğuna inandırmanın en kolay yolu onu komikleştirerek söylemektir ", "... kim özgür, kim tutsak? Parmaklığın ardında olan kim? Hangimiz? " dedirtmiş. İçinde bulunulan sosyal atmosferin neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğuna karar vererek, ahlâklı olmakla ilgili birtakım fikirleri insanlara aktardığını söylemiş. Aynı sosyal atmosferin, ahlâklılıkla yakından ilişkili olan dini düşünceler ve bu arada kişisel hedeflerle ilgili beklentiler sergilediğini anlatmış.

17


Köroğlu'nun tasarımı oyunu yorumluyor, oyundaki karanlık noktalara ışık tutuyor, aydınlığa kavuşturuyor; üstüne üstlük neredeyse oyuncuya mizansen veriyor. Soyut bir biçem, ama gerçek bir mekân yaratımı... Bu yaratıcılığın var mı başka izahı? Gene Ali Cem Köroğlu'nun imzaladığı giysiler de, Antik Çağ Atinası'na cuk oturan, tam anlamıyla imbikten geçirilmiş zevk ürünleri. Diğer taraftan Yüksel Aymaz'ın ışık tasarımı da Ali Cem Köroğlu'nun dekorunun üstüne "iyilik perisi" gibi iniyor. Yüksel Aymaz dekora atmosfer, renk, derinlik veriyor.

Bakmayın siz onların oyunun sonunda seyirciyi selamlarken elde ettikleri başarının mutluluğuyla gülümsemelerine. Onlar da, bizler gibi insanın insana kulluğuna, 2400 yıl sonra dahi düşüncenin özgürlüğe kavuşamamasına, yasaklara, baskılara, düşünen insanların öldürülmelerine, işkencelere, ilkelliğe, cehalete hayıflanıyorlar. Hiç meraklanmayın siz! İki bin dört yüz yıl öncesinden günümüze dek bütün bunlara neden olanlara, onlar da bizim gibi kalayı basıyor; bizimle aynı ağızdan lanet yağdırıyorlar. "Sokrates'in Son Gecesi" oyununun galasından çıkarken, Zeki Alasya, magazin medyamızın mümtaz mensuplarına beyanat vermiş ve "2000 yıl öncesi Atinası 'nı ve demokrasiyi anlatan bu oyunlar günümüz Türkiyesi sorunlarından çok uzak. Bu gibi oyunlar, her şeyi üstü kapalı ve yüzeysel anlatıyor. Oysa günümüzde açıkça bir şeyleri anlatmaya ve halkımıza belli etmeye ihtiyacımız var. M.Ö. 2000'de yaşamıyoruz, günümüz Türkiyesi'ndeyiz. Böyle tiyatroculuk olmaz," demiş, daha doğrusu mümtaz(!) medyamıza "fetva" vermiş. Zeki Alasya malûm, 1967'de Haldun Taner'in öncülüğünde Ahmet Gülhan ve Metin Akpınar ile birlikte İstanbul'da "Devekuşu Kabare"yi kurmuş olan; sevdiğimiz, saydığımız bir tiyatrocumuz. "Devekuşu Kabare", kendine özgü biçemiyle türünün elbette ki Türkiye'deki önemli temsilcilerindendir, asla yadsıyamam. Gel gelelim, (on dört yılı Haldun Taner ve Ahmet Gülhan'sız) çeyrek yüzyıl toplumsal ve politik taşlamalarla başarı kazanıp; "Devekuşu Kabare"den sonra tiyatro sahnesinden çekilen Sevgili Alasya'nın, bugünkü şeyhülislamca davranışını anlamlandıramıyorum, anlamıyorum.

a

Metin Belgin, (büyük olasılıkla dramaturg Şafak Eruyar'ın edebi danışmanlığı ve sanatsal coşkusuna da yaslanarak) yazarın alt metin olarak yaydığı açık ve sürükleyici öykünün homojen cephesini çok iyi kavramış. Yazarın tragedya ekseninden uzaklaşmadığı gibi, komedyanın ironisini abartmamış, oyuncularına da abarttırmamış. Yazarın çeşitli diyaloglardaki gerilimlerde herhangi bir tempo düşüşünden kaçınma amacıyla kodlayarak gizlediği düzenekleri pek güzel sezmiş, açığa çıkarmış. Tarihte geçimsizliğe, hırçınlığa örnek gösterilen kadınların başında gelen Sokrates'in karısı Xanthippe karakterini "hırçınlık" savının arkasına taşıyarak çeşitli felsefi bakışları, akımları yazarın isteği doğrultusunda Xanthippe karakterinin indinde mükemmelen ortaya çıkarmış.

metni, zengin sanatçı dağarcıklarında karıyorlar, sonra esas metnin içine süzüyorlar. Böylelikle 2008-2009 sezonunun en önemli oyunlarından birini çevirmeniyle, yönetmeniyle, dramarurgisiyle; dekoru, kostümü, ışığıyla el ele verip, İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı olarak sunuyorlar.

pe cy

Oyunculara gelince: Gardiyan'da Mustafa Uğurlu, bedeninin iplerini yönetmenin eline vermeyen oyuncugillerdendir, bilirim... Bir kukla gibi yönlendirilmek istemez o! Yönlendirilmek istemediğinden yönetim merkezi olarak gene kendini seçmiş ve emirlerini yine kendi içinden kendi kendine veriyor. Görsel ya da görselleştirilebilen bir yörüngenin güvenlik rayına tutunuyor; Gardiyan'ı oluşturmak amacıyla kendisi için önce geleni araştırıyor, an,lamlama, fiziksel durum ve bedeni üzerine temellendiriyor. Xanthippe'de Melek Baykal, canlandırdığı karakterin işaret ve dayanak noktalan üzerine eklemlenmiş. Yarattığı ve betilediği, ancak seyircinin düşüncesi ve bedeninin katılımıyla kendini belli eden yönlendirici devinduyumsal ve duygulanımsal bir şema içinde Xanthippe'yi çiziyor.

Şu tarihe dek, daha sıradan/yukarıdan, hangisi olursa olsun herhangi bir oyunda kötü rol verdiği anımsanmayan Mehmet Ali Kaptanlar ise Sokrates'e can veriyor. Sokrates'in her dışavuruşunu, içinde oluşturduğu bir "işlem merkezi"nden yönetiyor. Sokrates'in duygularını, duygulanımlarını orada biriktiriyor, her bir devinimini oradan yola çıkarıyor, oraya geri döndürüyor. Dış "çeper" için gerekli önemi orada üretiyor. Ürettiği önemi, odağından milim kaydırmadan kendi dış çevresine, cephesine yediriyor, yerleştiriyor. Diğer taraftan, üç oyuncu da kendi kendilerine ve hep birlikte alt-metnin metnini oluşturuyorlar. Alt-

18

Zeki Alasya, o günden bu güne hiç mi tiyatroya gitmedi ne? O günden bu güne, abuk sabuk TV dizilerinden başını kaldırıp, tiyatronun nereden nereye geldiğini hiç mi izlemedi mi ne?

Hal böyleyse sorarım size: Zeki Alasya'nın "fetva"smdan bize ne?

Yazan: Stefan Tsanev Çeviren: İsmail Bekir Ağlagül Yöneten: Metin Belgin Sahne - Giysi Tasarımı: Ali Cem Köroğlu

Işık Tasarım: Yüksel Aymaz Oyuncular: Melek Baykal, Mustafa Uğurlu, Mehmet Ali Kaptanlar


a

cy

pe


cy

pe

Her yıl katılımın biraz daha arttığı festival, bu yıl 7 yabancı 5 yerli tiyatro topluluğunun yanı sıra 5 ayrı atölyeden oluşan workshop çalışmalarına da evsahipliği yapıyor. Boya Stars Company (Fildişi Sahili) Topluluğu, geleneksel danslarını sergileyecekleri bir sokak gösterisi ile Eskişehir'e misafir olurken, Danny&Dessi Theatre (Bulgaristan) Topluluğu "Küçük Damla Prenses" adlı oyunla; Demilun Chişianu (Moldova) Topluluğu, "Parmak Kız" adlı oyunla; State Puppet Theatre Dora Gabe Dobrich (Bulgaristan) Topluluğu "Yıldız Çocuk" adlı oyunla; Sakhalin's Puppet's Theatre (Rusya) "Kaderin Çizgileri" adlı gençlik oyunuyla; Theatre Nouvelle Generation (Fransa) "Pencereler" adlı oyunuyla; Mityshy Puppet Theatre Ognivo (Rusya) Topluluğu "Yarın Dünde Başlar" adlı gençlik oyunuyla festivale katılıyor.

a

Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından düzenlenen 4. Uluslararası Eskişehir Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali, birbirinden renkli konukları ve etkinlikleriyle tiyatroseverlerle buluşuyor.

Eskişehir Şehir Tiyatroları Festival açılışını, Antoine De Saint Exupery'nin dünyaca ünlü romanından uyarlanan "Küçük Prens" adlı oyunuyla yapacak. Mavi Sahne Tiyatrosu, "Alemin En Güzel Hikayesi" adlı gençlik oyununu; Bursa Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, "Deli Dumrul" adlı oyununu, Uçan Eller Kukla Evi (Lüleburgaz), "Düş Gemisi" adlı oyununu; Tiyatro

20


Tem, "Nasıl Anlatsak Şunu" adlı oyununu; Tiyatro Tempo, "Beyaz Kalemin Renkli Dünyası" adlı oyununu sahneleyecek..

pe

cy a

Festival süresince Feridun Akyürek, "Senaryodan Filme" adlı workshop çalışmasını; Demilun Chişianu Tiyatrosu, "Kendi Bedenini Kukla Olarak Kullanmak" adlı workshop çalışmasını, Sakhalin's Puppet's Theatre, "Black-Light Tekniği ve Kullanımı" adlı workshop çalışmasını; Haluk Yüce "Kukla Atölye Çalışması" adlı workshop çalışmalarını gerçekleştirecekler. Festival bu yıl, sinema ve çocuk ilişkisi üzerine yeni bir çalışma başlatıyor. Türkiye İletişim Araştırmaları Merkezi, "Çocuk Filmleri Festivali Film Gösterimi" ile sinema ve çocuk ilişkisinin ele alındığı "Çocuk Filmleri Atölyesi" çalışmasını yürütecek. 10-15 Şubat tarihleri arasında 5 ayrı sahnede gerçekleştirilecek olan festival, geçen sene olduğu gibi bu yıl da ASSITEJ Türkiye Merkezi ile birlikte organize edilen, Ortadoğu Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Sanatçıları Birliği (AMECYT) buluşmasına ev sahipliği yapıyor. Yurtiçinden ve yurtdışından birçok gözlemcinin katılacağı festivalin, uluslararası bir şenliğe dönüşmesi hedefleniyor. Uluslararası Eskişehir Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali, yoğun programı ve yabancı tiyatro topluluklarının ilgisinin her geçen yıl artması nedeni ile ülkemizin en büyük festivallerinden biri haline gelmiştir...

21


Ustalara Saygı Haluk Bilginer ile...

Özlem Özdemir

pe

ozlemozdemir@tiyatrodergisi.com.tr

cy

a

Aynı Sahneden Aynı Hayata Bakmak

Fotoğraflar: Gülay Ayyıldız Yiğitcan

Az sonra okuyacağınız söyleşi; uzun zamandır kızmaz sanırım) pamuklara sardığım ender düşlenen ama uygun koşulların bir araya gelmesi oyunculardan biriydi. Dergi ile kopan iletişimin için beklenen bir söyleşidir. Beklediğime de değmiştir. yeniden kurulması için adımların atıldığını Üstelik Ocak ayında çıkması planlanmış ama öğrendiğimden röportaj için şansımı denemenin de fotoğraflar içimize sinmediğinden Şubat ayına vakti gelmişti. O da kabul etti ama bu konuda ertelenmiştir. Bu da benim onunla fotoğraf için aynı söyleyecekleri vardı, hiç dokunmadan aynen sahnede olmamı sağlamıştır. Fotoğraf için nerede aktaracağıma söz verdim. Oyun Atölyesi 'nin "Antre durmasını istediğimi sorunca; "aslında sizinle Kafe "sinde onun oyundan çıkıp gelmesini beklerken sahnede röportajımızı oynamayı önerecektim, " heyecanımı yatıştırmaya kırmızı şarap bile yetmedi. deyivermiştim. Bu fikri sevmiş olmalı ki benden önce Ve geldi, kapıdan içeri girdi. Bu kadar zamandır sahneye ulaşmıştı. Üstelik sahne ateşi içinde pek çok değerli insanla söyleşi yapmış biri olarak sönmeyen bendeniz onunla aynı sahnede olmanın kendimi bu kadar acemi hissettiğim sayılı röportaj hazzını size hiçbir kelime ile anlatamam! olduğunu itiraf etmeliyim. Cümleler kaybolur mu Unutulmayacak anılar hanesine bir resim daha hiç önünüzdeki kâğıttan? Kaybolurmuş... Ama o atmışım, ne kadar zenginim bir bilseniz... yüksek algısı ile demek istediğimi hemen anlayıp beni tamamladı. Akışı sağlayarak beni rahatlattığı Onunla röportajdan bir hafta önce "Evlilikte Ufak için ona teşekkür etmeliyim. Çok az soru var bu röportajda, düpedüz sohbetimizi yazıyorum size. Tefek Cinayetler" oyununun çıkışında tanıştım. Yazılarımı okuyanlar zaten heyecanlı biri olduğumu Birlikte aynı soruları sorduğumuz ve aynı cevapları bilir. Onunla da bu heyecanımı paylaştım. Ne de olsa verdiğimiz bir söyleşi olduğu için keyifliyim. Hele o; benim ayırdığım ve Üstün (Akmen) Ağabeyimin o de soru sormanın oldukça gerekli olduğu çok sevdiğim cümlesini bir kerelik kullansam bana bugünlerde... Cinayetlerin yalnızca fiziksel olduğunu

22


düşünüyorsanız, bir kez daha düşünmenizi öneririm, her gün kaç duygu cinayeti teşebbüsünde bulunuyoruz kim bilir? Bu röportaj; kim olduğunu arayan, hayatı sorgulayan ve gerçeklerden kaçmayan tüm cesur insanlar içindir. Ama öncelikle, benim aşağıdaki cümleleri kurabilen Özlem 'i keşfetmem için sonsuz emek veren ve bana gerçeklerden kaçmamayı öğreten biricik Meltem (Arıkan) 'edir... Haluk Bey; öncelikle bu oyunda Gilles Andari adlı bir adamı canlandırıyorsunuz. Bu adam size göre nasıl bir adam? Bu adam yaptığı işi ve karısını çok seven ama belli etmeyi bilmeyen, aslında tipik bir erkek. Tipik erkek olması özellikle seçilmiş bir durum bence. Yazar erkek ve kadın konusunda ev ödevini çok iyi yapmış.

Aşk da bizim tahayyülümüzle ilgili. Aşkı başka bir şey zannediyoruz. Romanların, filmlerin etkisinde çok fazla kalmışız. Aşkı oralarda gördüklerimiz gibi bir şey zannediyoruz. Oysa aşk; gerçek bir insanla karşılaştığımızda nasıl bir şey olacağı ile ilgili provamızdır!

Evet, bunu hep söylüyorsunuz, seviyorum bu söyleminizi. Oyun Lisa ve Gilles'in hastaneden eve dönüş sahnesiyle başlıyor. Adam hafızasını kaybetmiş ve her şeye yabancı. Hafızasının geri gelmemesi ile ilgili haklı endişeleri var. Nasıl bir adam olduğunu kadının ona anlatmasını istiyor. Bu durumda kendini kadına teslim etmesi gerekiyor. Ona inanmak zorunda... Kadın ona kendi istediği gibi birini tarif ediyor. Ama adam hafızasını kaybetmiş olsa bile öyle biri olamaz ki, adam neyse o, yapacak bir şey yok. Yani zaten ilişkilerde göz ardı edilen şey de bu. İlişkilerde yapılan en büyük hata karşımızdakini değiştirmeye çalışmak. Benim istediğim gibi biri olsun! Aslında insanlar biraz düşünseler kafalarındaki model gibi birini yarattıkları zaman o insandan sıkılacaklar, farkında değiller. Kadın da erkek de farkında değil çünkü kadın da bunu yapıyor. Ben benim gibi biriyle daha yaşamak istemem ki, ne yapayım bir tane daha Haluk'u, ben çok sıkılırım. Ben Haluk olarak var olayım o da Ayşe, Fatma olarak var olsun. Biz eğer kendi var oluşlarımız içinde birbirimizi bir şekilde çekiyorsak; bu ruhsal çekim, tensel çekim, şanslıysanız hepsi bir arada olabilir, bundan daha güzel bir şey yok ki! Üstelik kendi kafamızda istediğimiz insan çok da doğru bir insan değil, olamaz. Çünkü biz var olanla birlikte olmak yerine hayalimizdeki insanla birlikte olmaya çalışıyoruz. Aslında aşk da böyle bir şey. Aşk da bizim tahayyülümüzle ilgili. Aşkı başka bir şey zannediyoruz. Romanların, filmlerin etkisinde çok fazla kalmışız. Aşkı oralarda gördüklerimiz gibi bir

pe cy

a

Erkek-kadın olmanın ve birlikte yaşamanın handikaplarını çok iyi kavrayabilmiş. Adam biraz entelektüel çünkü yazar, polisiye romanlar yazıyor, karısı yazar değil ama aydın bir tip. Evlilikleri ağır bir kriz yaşıyor. Bu kriz, kadının çok sevdiği kocasını fiziksel olarak incitmeye kadar getirebilen bir cinnet anı yaşatıyor. Adam sadece neden böyle bir şey olduğunu merak ediyor. Öncesini düşünmemiş, öncesiyle ilgili açık ve samimi davranmamış, erkek olmanın verdiği bazı tuhaflıklara ve salaklıklara "biz erkeğiz, kusura bakma salağız," (e salak olma diyor!) gibi şeylere sığınmış bir adam.

Bir erkek olarak bu adamın kendinizle özdeşleştirdiğiniz yönleri var mı? Çok yok. Çünkü ben erkeklerin salak olduğunu biliyorum zaten!

23


çalışıyor. Aslında o biçtiği adamla mutlu olamaz, o da onun farkında değil.

cy a

şey zannediyoruz. Oysa aşk; gerçek bir insanla karşılaştığımızda nasıl bir şey olacağı ile ilgili provamızdır! Biz hayatın burasını prova etmemişiz maalesef. Birdenbire doğaçlama bir oyun gibi karşımıza çıkıyor ve doğaçlama sırasında ne yapacağımızı bilemiyoruz. Beceriksizleşiyoruz, salaklaşıyoruz, ya aldatıyoruz ya da istemediğimiz bir ilişki içinde kendimizi esir ediyoruz vs... Asıl dert şu: Sizin istediğiniz gibi birinin olmaması! Aslında sizin istediğiniz kişinin ne olduğunu da bilmiyorsunuz.

Kadının ne iş yaptığını bilmiyoruz değil mi? Kadın bir ihtimal avukat ama mesleğini yapmamış bir avukat, hukuk okumuş diyelim ona. Çok fazla bir ipucu yok.

pe

Adam kitaplarından birini karısına ithaf etmiş ama "...aşkım, vicdanım, vicdan azabım, karıma..." gibi bir ifade kullanmış. Kadına adadığı tek kitap o ve kadın bundan belli ki rahatsız. Bu da iki insanın birbirinden hem çok beklentileri hem de birbirinden sakladıkları da çok şey olduğunu gösteriyor. (Bu arada ben yer yer nasıl devam edeceğimi bilemiyorum, cümlelerim bana geri gelin diyorum, neyse ki o imdadıma yetişiyor) Burada sizin bana çağrıştırdığınız şey üzerine şöyle bir şey söyleyebilirim. Beklenti, aslında çok doğru bir şey değil. Bizi çok yoran ve üzen bir şey. Hâlbuki hiçbir beklenti olmasa her şey sürpriz olacak. Kötü bir şey gördüğümüz zaman da "aa bir de böyle bir şey var," deyip onunla baş etmeye çalışacağız. Aslında güzel, yaşam gibi bir şey. Yaşam böyle değil mi zaten? Yaşamda başımıza ne geleceğini planlayabiliyor muyuz? Biz o başımıza gelenlerle baş etmeye çalışıyoruz! İlişkide de aynı şey olması gerekirken biz maalesef bazı beklentiler içinde sürekli hayal kırıklığına uğruyoruz. Hayal kırıklığı kaçınılmazdır. Biz bile bile niye böyle bir salaklık yapıyoruz kendimize? Beklentinin olmayacağı belli. O zaman niye beklentin var? Şu beklentilerinden bir sıyrılsana. Bir dur bakalım ne olacak? İnsanın kendi kaderini çizmek gibi tuhaf bir arzusu var, insan kendi kaderini tayin edebilir, seçimleridir

Biz kim olduğumuzu bilmiyoruz ki ne istediğimizi bilelim... Benim ömrüm yetmez kim olduğumu anlamaya, bırak karşıdakinin kim olduğunu anlamaya yetsin.

Dolayısıyla insan kendini bilmeyince istediği de doğru bir şey olamıyor... Hiç olmuyor. Kendimizi bırakamıyoruz bir türlü, o ilişkiyi yaşamaya kendimizi bir bırakabilsek aslında yaşam gibi bir şey olacak! Yaşamda da ne olacağını bilmiyoruz, başımıza bin tane şey geliyor. Ama biz bilmemekten ürküyoruz, güvende olmak istiyoruz... O yüzden hiçbir an'ı aslında gerçekten yaşayamıyoruz. Evet! Aynen öyle. Aslında biz Türkiye'de yaşayan insanlar olarak hakikatle baş edemeyen insanlarız. Biz gerçeği sevmeyiz, gerçekle baş edemeyiz...

Çok doğru. Kadın, adamla ilgili bilgileri anlatırken huzursuz ve gergindi. Madem adam böyleyse niye bu kadar tedirgin? Kadının insanı şüpheye düşüren tarafları vardı. Çünkü o da kendi kafasında bir adam biçmeye

24


zaten onu belirleyen ama bir de "bana çok güzel şeyler olacak şimdi, çünkü karşımdaki neler yapacak neler?" hali var. Bir bekle, önce sen ona bir şeyler yapmayı dene. Sen bir sürpriz yapmaya çalış da onu mutlu et. Sen niye mutlu olmayı bekliyorsun? Birileri gelsin beni mutlu etsin, yok ya! Hem cam kenarı olsun hem 25 kuruş olsun, var mı öyle dava? Onun için başta da söylediğim gibi yazar, insanların bu zaaflarını çok iyi irdelemiş. Gerçekten çok iyi bir metin. Bu arada kadının bir içki sorunu olduğunu anlıyoruz. Kocasının yüzünden. Aslında kendi yüzünden! Ama o kocasının yüzünden sanıyor. "Senin yüzünden ben böyle oldum, sen sürekli şüpheler yarattın benim kafamda, o yüzden ben kendimi içkiye verdim, sen başka kadınlarla birlikte oluyordun, " diyor. Oysa adamın kimseyle birlikte olduğu yok. Adamın becermeye çalıştığı tek şey var, o da yazarlık. Yazarlığı becermeye çalışırken aslında becermesi gereken başka şeyi, karısını ihmal ediyor. Çocukları olsaydı onları da ihmal edecekti. Hayatı farklı yerlerden algılamış, farklı pencerelerden bakmış ve aslında yaşamın onlara sunamayacağı şeyleri bekleyen insanlar... Böyle milyarlarca insan var.

Peki, yakınlaştıkları bir anda adam ilk seviştikleri yerin adını söyleyiveriyor: "Portofino". Oysa kadın İtalya demişti. Burada aslında adamın hafızasını kaybetmemiş olabileceğini anlıyoruz. Bunun üstüne yalan söyleme hesaplaşmaları başlıyor... Evet, meğerse adam hatırlıyormuş. Sonrasını iyi dinlememiş, kötü aktör gibi. Dinleseydi İtalya diyecekti. Gilles aslında bu ilişkinin nasıl bir ilişki olduğunu ve nasıl bir adam olduğunu karısından duymak istiyor. Hafızasını kaybetmesi, kaybetmiş gibi yapması o yüzden. Çok trajik. Son derece trajik! Sonunda öğrendiğimiz kadarıyla o sadık bir erkek, eğer bu bir şey demekse... Karısını aldatmamış ama bunun böyle olduğunu da karısına hiç belli etmemiş. Karısına böyle bir sadakatin varlığını söylemenin onun erkeklik gururunu incitecek bir şey olduğunu düşünmüş. Çünkü erkek eşittir çapkın. Erkek altı milyar insanın üç milyarı kadınsa, üç milyarla birden birlikte olmak ister. Derdi odur. Ama adam sadakatini karısıyla paylaşmamış. Karısı da bunu bilmesine rağmen aynı zamanda onu aldattığını düşünüyor. Ve içinden çıkılamaz bir çelişki var burada. Aslında yok öyle bir şey ama kadın olduğunu zannediyor.

cy

a

Pek çoğumuz öyleyiz zaten. Başından beri konuştuklarımızın bana göre eşittiri şudur: "Sorumluluk almak istemiyoruz! Ne kendimizin sorumluluğunu almak istiyoruz ne de hayatımızdaki başka birinin..." Aynen öyle. Hep bize bir şey olsun, birileri bize bir şey yapsın istiyoruz.

yapamayız çünkü! Herkes hayata böyle bakınca zaten hangi birliktelikten söz edebiliriz? Zaten birlikte olmamız mümkün değil. Birlikte yaşamak da mümkün değil. Bu sadece kan koca ile sınırlı bir durum değil. Hal böyleyken arkadaşınızla, annenizle, kardeşinizle de yaşayamazsınız ki! Hep onlar bana bir şey yapsın, ben yapmayayım, ben bu sorumluluğu üstlenmeyeyim...

Kendini buna inandırıyor yani. Adamımız kadına

pe

Evet, hep birileri bir şey yapsın ve hata olduğunda da hep o birilerinin hatası olsun, biz hata

25


pe cy a

son günü hatırlayamadığını ama gerisini hayatının bundan sonrasını benden özür dilemekle hatırladığını söylüyor. Oyunun adı "Evlilikte Ufak geçirsin, diyor. Şahane, bundan daha iyi ne var, Tefek Cinayetler", adamın yazdığı kitabın adı da hayatı boyunca kul köle olacak bir adam! Ama bu aynı ki o kitap onların da hayatını şu anki hale nasıl ilişkidir güzel kardeşim? Böyle yaşayabilir getiren kitap nerdeyse. misin, sana kul köle olacak bir kadınla ya da adamla Çünkü kadın, kocasının yazdığı kitapta ilişkisiyle yaşanır mı? Sonunda ona acımaya başlarsın ve nefret ilgili duymak istemediği şeyler duymuş ve bunun edersin. Bu sevgi falan değildir. gerçek olduğunu düşünüyor. Kitapta "Aşk zaten ölmeye mahkûmdur, ağaç kurtları kemirir bina kalmaz Kesinlikle. Bir şekilde adam ikna oluyor ve ortada, insanlar mezara tek başına gitmekten kalıyor. Madem devam ediyoruz o halde korktukları için bir aradalar, " gibi şeyler yazıyor. Kadın da "bu adamın kendi düşüncesi, bana Bugüne kadar sevgisini dile getirmeyi ihmal etmiş insanlar söyleyemediği için hikâyesinde yazmış, " diye düşünerek kendi evliliklerine de aynı senaryoyu bunu bir kere denesinler, bîr telefonda "Annecim, babacım, yazıyor. Demek bizim ilişkimiz de böyle diye seni çok seviyorum," desinler ve reaksiyonu görsünler. düşünüyor ama öyle olabilir de olmayabilir de. Kitap adamın aslında ne düşündüğünü çok açıklamıyor Bunun tuhaf, bir anlama gelmeyen sözler olduğunu bize, adam yazar ama yazarlar illa kendi düşüncelerini sanıyoruz. Hayır, çok anlama geliyor. Bu yazıyı okuyanlar yazmazlar, olasılıklardan da yola çıkarlar. Kadın buna kafayı taktığı için kendini yiyip bitiyor, üstüne bunu bir denesin! Bıraksınlar yazıyı burasında, sevdiklerine de içki eklenince... "İçki dertleri azaltmak yerine arttırır." O laf çok güzel ve doğru. Ama işte insanoğlu, seni seviyorum, desinler. Tanılıyorsam ben hiçbir şey yapıyoruz böyle şeyler. bilmiyorum! Çok doğru. İçki konusunda hesaplaşmaları başlıyor zaten. Kadın adamın son geceyi hatırlamadığına inanarak şöyle bir şey açıklama yapıyor: "O gece sen beni öldürmeye çalıştın!" Adam bunu duyunca sarsılıyor ve "O halde gitmem gerekiyor," diyor. Ama kadın kalması için uğraşıyor. Kadın bana çok tutarsız geldi. Size göre kadın nasıl biri, çabaladığı şey ne? Kadın aslında kocasını seviyor. Ama kocasının onu sevmediğini düşünüyor. Sevgisinin boşa gittiğini, böyle bir aşkın ziyan olduğunu düşünüyor. En iyisi ben buna kötü bir şey yaptığını söyleyeyim ki

26

kutlamak için dışarı çıkalım, diyorlar. Kadın hazırlanmaya gittiğinde adam bir plak koyuyor. Kadına bu şarkının ona bir şey ifade edip etmediğini soruyor, kadın hatırlamıyorum, diyor. Adam her şeyi anlatacak artık. Biz de öğreniyoruz ki aslında kadın adamı öldürmeye çalışmış! Evet. Öldürmeye çalışmasının nedeni aslında öldürmek değil. "Acılarıma bir son vermek istedim, " gibi çok arabesk bir cümle kuruyor. Adama dolmuş dolmuş, bu adam biraz önce başka bir kadınla


birlikteydi diye düşünüp kafasına heykelle vurmuş. Adamın bir kadınla birlikte olduğu yok, editörüyle birlikte ve kitapla ilgili bir şey konuşuyorlar. Ayrıca adam başka biriyle olsa da kadının böyle bir hakkı yok ki! Cezayı herkes kendi verecek olsaydı... Hakkı yok tabii. Adamın bütün bu yaptığı numara, sadece karısının niçin onun kafasına vuracak kadar ondan nefret ettiğini öğrenmek için. Adam hakikaten bilmiyor, adam da salak. Çünkü yıllarca kadını ihmal etmiş farkında bile değil. Çünkü "nasıl olsa var, nasıl olsa burada, elde etmek için bir çaba sarf etmem gerekmiyor," diyerek işin kolayına kaçmış. Bu en tehlikeli nokta, her iki taraf için de. Adam sonunda diyor ki: "Ben sana tapıyordum ama bunu söylemeyi unutuyordum." Bu söylenmez mi? Her gün söyle,

Kadınla erkeğin sevişmesi, birbirine âşık olması doğal bir şey ama evlenmesi doğal bîr şey değil. Evlenmek bize devletin dayattığı bîr şey çünkü evli insanları yönetmek kolaydır. Oysa bekâr insanı yönetmek zordur. Ortalıkta evli insan olması devletin, iktidarın çok işine gelir, o yüzden evlilik diye bir korum yaratılmıştır.

"Nasıl olsa biliyorsun" kolaylığı... Herkesin, biliyor olsa da, bunu duymaya ihtiyacı var. Biz bence bu cümleyi çok az kullanıyoruz. Sadece sevgililerimize değil annemize, babamıza, çocuğumuza da kullanmıyoruz. Ben bunu fark ettiğimden beri, yaklaşık 20 yıl oluyor, her defasında annemle telefonla konuşurken onu sevdiğimi söylüyorum, kız kardeşime, ağabeyime, yeğenlerime... Bu çok güzel bir şey. Söylemek sizi de mutlu etmiyor mu hem? Etmez mi? Bir deneyin, annenize, babanıza, kardeşinize... Benim 22 yaşında bir kız kardeşim var ve özellikle yanımda olduğu zamanlar ona kaç defa onu sevdiğimi söylediğimi sayamam bile, hatta bazen o kadar abartıyorum ki "sıkılıyorsan lütfen söyle," diyorum. Ama içimden gelen geliyor ve bunu söylemek beni o kadar mutlu ediyor ki. Kimse sıkılmaz bundan. Bugüne kadar sevgisini dile getirmeyi ihmal etmiş insanlar bunu bir kere denesinler, bir telefonda "Annecim, babacım, seni çok seviyorum, " desinler ve reaksiyonu görsünler. Yemin ediyorum % 99.9 gözyaşlarıyla karşılaşacaksınız! Garanti ediyorum size. Çünkü anneniz bunu sizden duymamış, çünkü Türkiye'de böyle bir gelenek yok. "Nasıl olsa annem, nasıl olsa oğlum, seviyorum zaten," diyoruz. Annem de bana her defasında seni çok seviyorum Haluk'cuğum diyor. 300 km. uçup sarılıp öpmek istiyorum onu inanın. Bunun tuhaf, bir anlama gelmeyen sözler olduğunu sanıyoruz. Hayır, çok anlama geliyor. Bu yazıyı okuyanlar bunu bir denesin! Bıraksınlar yazıyı burasında, sevdiklerine seni seviyorum, desinler.

pe

cy

a

bıktırana kadar söyle. Üstelik insanın hoşuna gider bunu duymak. Çevremizde duyduğumuz bazı diyaloglar var: "beni seviyor musun?" diyen birine karşıdaki "bu soru da sorulur mu?" diyor. Bu soru soruluyorsa sana, sen bir şeyi eksik yapıyorsun. Bir şey söylemediğin için kadın sana soruyor. Sen vaktiyle bunu söylemiş ya da tavırlarınla belli etmiş olsaydın kadın böyle bir soru sormazdı ki! Beni seviyor musun sorusu çok zavallı bir sorudur. Demek ki hiçbir beklenti karşılanmamış, adam sevdiğini

söylememiş. Adam da sonunda itiraf ediyor bunu, söylemeyi unuttum, diyor.

27


Peki, bütün bu düşünceleri savunan biri olarak siz niye iki defa evlendiniz? Tam da bu yüzden! Çünkü siz çocuğunuzu düşünerek evleniyorsunuz aslında. Bazı gelişmiş ülkeler size pek çok hakkı verse de bu ülkede bu yok. İngiltere'de evli olmasanız bile birkaç yıldır birlikte yaşadığınız biri varsa, evli birinin yararlandığı haklardan kadın da erkek de yararlanır. Dolayısıyla çocuk da sizin çocuğunuz olarak yazılabilir. Bazı ülkelerdeki gibi "piç" olmaz. Yani suda yaşıyorsanız solungaçlarınızın olması lazım. Solungaç edinmek için evleniyorsunuz yoksa boğulursunuz, başka bir açıklaması yok.

cy a

Yanılıyorsam ben hiçbir şey bilmiyorum. (Onu bunları söylerken görmenizi dilerdim, gözündeki parıltıyı ve buna inancını. Ben yazıyı yazarken yaptım bile, çok sevdiğim bir dostumu aradım. Sevildiğimizi duymayı istemek kadar bizim de söylememiz gerekmiyor mu? Bunun için doğru zaman; akla gelen her zaman... Bizden önermesi, sizden denemesi)

Bizim çiftimize dönersek, bu gerçekle beraber belki de birbirleriyle ilk defa konuşuyorlar, ilk defa çıplak kalıyorlar? Adam kadına "neden bunu yaptığını anlamak için" oyun oynadığını söylüyor, kadının da kendisiyle ilgili ciddi itirafları oluyor. Ayrıca kadın pek çok kadının yaşadığını gördüğümüz "yaşlanıyorum, artık beni sevmeyecek endişesi," taşıyor. Günümüzde yaşlı bir adam genç bir kızla birlikte olabilirken yaşlı bir kadının genç bir delikanlıyla birlikte olması çok zor. Kadının işin özünde kendisiyle ilgili ne kadar çok endişesi olduğunu görüyoruz. Adamı suçlarken aslında kendisini suçluyor. Şunu unutmamak lazım: Erkeğin doğasından gelen bir dürtüsü var; her yere döl bırakmak! Bunu biliyoruz ama insan olmanın da bir özelliği var. Erkek insan buna gem vurabilir. Bunu kafasıyla, aklıyla çözebilir. Eğer gerçek bir birliktelik kurmak istiyorsa testosteronundan gelen birtakım şeyleri engelleyebilir, hayvanlar yapamaz ama insanlar yapabilir. Kaldı ki bazı hayvanlar bile yüzde yüz sadıktır. Örneğin güvercinler, kumrular tek eşlidir. İşte erkek, aklıyla bu dürtüsünü engellemeyi bilse, bu dürtünün çok da önemli bir şey olmadığını fark etse...

pe

Buradan şuraya bağlamak istiyorum. Evlilik diye benim hiç inanmadığım bir kurum var. Evliliğin yaratılmış bir düzen olduğunu düşünüyorum. Maalesef. Zaten evlilik bizim istediğimiz bir şey değil. Kadınla erkeğin sevişmesi, birbirine âşık olması doğal bir şey ama evlenmesi doğal bir şey değil. Evlenmek bize devletin dayattığı bir şey çünkü evli insanları yönetmek kolaydır. Onlara sorumluluk yüklersiniz, onlar baş kaldıramaz ve soru soramaz. Çünkü soru sordukları anda sorumluluklarını yerine getiremeyeceklerdir, kirayı ödeyemeyecek, çocuğunun mamasını alacak parayı kazanamayacaklardır. Amaç; 'onlar o derde düşsün, biz burada rahat rahat ne yapacaksak yapalım'dır. Oysa bekâr insanı yönetmek zordur. Ortalıkta evli insan olması devletin, iktidarın çok işine gelir, o yüzden evlilik diye bir kurum yaratılmıştır. Size tamamen katılıyorum. Bu da; bize anlatılan kutsal aile kavramının koca bir yalan olduğunu gösteriyor! Hele Türkiye'yi ele alırsak burada insanların evlenme nedenleri bir yere kadar anlaşılabilir. Özellikle kadınlar için hâlâ pek çok zorluk varken... Çünkü devlet özellikle öyle kanunlar çıkarıyor ki evliliği cazip kılıyor. Evlenmeyenlere o haklar verilmiyor. Siz de doğal olarak bir ülkenin vatandaşı olduğunuz için bu zorluklara katlanmak istemiyorsunuz. Sonunda siz de evleniyorsunuz ki o haklardan yararlanın. Bu üçkağıdın içine siz de girin, bu üçkağıttan sizde nemalanın istiyorlar.

28


Evet ama erkekler bunu çok doğal kabul ettikleri gibi maalesef kadınlar da bunu doğal buluyor... Erkektir, elinin kiridir... Asıl sorun burada. Şunu unutmamak lazım, biz erkeklere yüklenirken şu gerçeği göz ardı ediyoruz; erkekleri yetiştiren kadınlar, yani anneler! Evet, aynen öyle. Yani değişimin kadında olması gerekiyor ilk önce! Kesinlikle. "Biz niye kadın haklarından konuşuyoruz ki!" cümlesi bana çok aşağılık geliyor. İyi buyur erkek haklarından konuşalım. Ama yok konuşamıyoruz. Kimsiniz ya, siz sadece erkeksiniz diye bu ne cüret? Biz kadının ezilmişliğinden, kadının haklarından konuşma cüreti buluyoruz kendimizde...

"Oyuncunun er meydanı tiyatro sahnesidir!" Benim

Sonra da biz bu erkeklerden şikâyet ediyoruz değil mi? Evet, sonra da ömrümüzü bunlardan kurtulmak için çabalamakla geçiriyoruz. 40 yaşına filan gelince aklımız başımıza geliyor. Çok ikiyüzlüyüz işte. Hepimiz böyle konuşuyoruz ama hiçbir şey yapmıyoruz. Devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz. Toplumsal devrime inanmıyorum artık. Ancak kişisel devrimlerle toplumsal değişimler yaratılabilir... Tabii! Siz kendinizi eğitirseniz, siz kendi sorularınızı sorabilirseniz eğer, zaten sizi yönetenler işsiz kalacak. Onlar ordayken size soru sordurmazlar. Yoksa onlar iktidarsız ve işsiz kalır.

anladığım oyunculuğun tek test yeri sahnedir. Çünkü Tamamen katılıyorum. Pekâlâ, ben bu konularda oyunculuk kendimize öğrettiğimiz bir şeydir, bize oyunculuğu sabaha kadar konuşabilirim ama oyuna geri

dönüyorum. Sonuç olarak bütün o yüzleşmelerin

kimse öğretemez. Eğitim mutlaka gerekiyor ama eğitim ardından kadın artık gitme sırası bende, diyor. alırken sizi eğitenlerin yaptıklarını taklit ederek değil, Ve adam çözülüyor.

kendinizi bulmanızı sağlayacak bireylerin gözleminde Kadına "uyuyan evliliği uyandırdığı için" kendinizi eğitmeniz en doğrusudur bence. teşekkür ediyor, "gitme," diyor. Kadının "ya seni

pe

cy

a

Kadınlar böyle bir şey diyor mu erkek hakları diye, o halde bizim ne haddimize! Kim oluyoruz da kadın haklarını savunmak için uğraşacağız? Kadınlar kendileri yapacak bunu, erkeklerin kafasına vura vura... Anne oldukları zaman da oğlan çocuklarını eğitirken çok dikkat edecekler. Sen erkeksin mutfağa giremezsin dedin mi, geçmiş olsun, rolleri belirledin. Yaş gününde erkeğe tabanca, kıza bebek aldığında geçmiş olsun.

öldürürsem?" sözüne bile "Başka katil istemiyorum," diye cevap veriyor. Peki bütün bu yaşadıklarını unutabilirler mi? Unutamazlar. Onunla yaşamayı öğrenecekler. Bu belirsizliği kabullenecekler, başka çaresi yok. "Birlikte savrulacağız, bazen boğulma tehlikesi atlatacağız, bazen huzurlu olacağız ama inatla devam edeceğiz, " diyor ya adam, onun hemen arkasından benim eklediğim bir laf var: "Sevgi varsa inat edeceğiz. " Tekstte yok bu, bence tekstin eksik bıraktığı şey de bu. Niye devam edeceğiz,

29


devam etmek zorunda değiliz ki? İstemiyorsak zaten devam etmeyeceğiz. Eğer ilişkinin o şekilde devam etmesi sizi mutsuz edecekse zaten devam etmemelisiniz. Çocuk yüzünden biz beraberiz filan koca bir yalandır.

pe

cy

a

Kesinlikle, o çocuğa ne kadar büyük bir haksızlık. Çocuğa yazık, o çocuk anası babası boşanan ne ilk ne de son çocuk olacak. Bir çocuğun evde sürekli kavga eden, birbirini sevmeyen ana baba ile birlikte olmasındansa annesi babası ile ayrı ayrı birlikte olması çok daha iyidir. Anne ve babalar sürekli böyle bir yalanı söylerler. (Burada kızından sonra neler hissettiğini, çocuk sahibi olmakla ilgili düşüncelerimizi uzun uzun konuştuk. Paylaşmayı istememe rağmen sayfa sayımı fazlasıyla aştığım için yer veremiyorum.)

Tiyatroda olmak ile televizyon ve sinemada olmak, sizin için duygu karşılıklarını merak ediyorum? Benim yıllar önce söylediğim bir laf vardır, o da anonim oldu ve bu çok hoşuma gidiyor. "Oyuncunun er meydanı tiyatro sahnesidir!" Ne zaman ve niye söylediğimi de çok iyi biliyorum. Doğrusu da bu çünkü oyunculuğunuzu test edebileceğiniz, kendinize öğretebileceğiniz tek yer tiyatro! Televizyonda oyunculuk öğrenmiş herhangi birini gösteremezsiniz bana dünyada, sinemada da yoktur. Ama hemen şunu söylemeliyim, sinemayı aşağıladığım için söylemiyorum. Tam tersine sinemayı çok seviyorum. Belki sinema oyuncusu diye bir ayrım yapmak gerekebilir çünkü sinemada çok iyi olan ama sahneye çıkmaktan ödü patlayan oyuncular tanıyorum. Namuslu olanlar bunu itiraf ederler. Ama benim anladığım oyunculuğun tek test yeri sahnedir. Çünkü oyunculuk kendimize öğrettiğimiz bir şeydir, bize oyunculuğu kimse öğretemez. Birileri refakat edebilir, size yol gösterebilir. Ama bu asla eğitimi yok saydım anlaşılmasın. Çok tehlikeli bir şey olur o. Eğitim mutlaka gerekiyor ama eğitim alırken sizi eğitenlerin yaptıklarını taklit ederek değil, kendinizi bulmanızı sağlayacak bireylerin gözleminde kendinizi eğitmeniz en doğrusudur bence. Kamera yönetmenin sanatıdır, oyuncunun değil. Ayılarla da film çektiler çok da güzel oldu. Ayıları sahneye çıkaramazsınız ve lütfen çıkarmayın artık, ben çok sıkılıyorum. (Çok gülüyorum burada gözümün önünden geçen ayılar ve onun sesindeki ince alay.)

Kendilerine yalan söylüyorlar çünkü bedelini göze alamıyorlar. Çünkü cesaret ister. Ve kadın evden gidiyor, adanı sarsılıyor. Ama sonra kadın geri dönüyor. Tanıştıkları günkü sahneyi canlandırıyorlar ve buradan yeniden başladıklarını anlıyoruz. Ama bu tecrübeleri arkalarına alarak. Umuyoruz bir daha aynı hataları yapmayarak. Bilemiyoruz. Neden Vahide Gördüm? Çünkü Vahide Gördüm iyi bir oyuncu. Neden bu oyun? Biz oyun seçerken genellikle şuna bakıyoruz: "Biz bu oyunu sevdik mi, bu oyun iyi yazılmış bir oyun mu, biz bu yazarın kurduğu cümleyi sahneden de kurmak istiyor muyuz? Biz bu cümleye inanıyor muyuz, biz de böyle bir cümle kurmalı mıyız? " Tek kıstasımız budur. Oyunu sevdiğimiz için seçtik, başka hiçbir nedeni yok.

30

Aklınıza tiyatro nasıl düştü? Galiba 16 yaşında kesin olarak oyuncu olacağımı biliyordum ben. Çünkü 16 yaşında lisenin tiyatro kolunda oynamaya başlamıştım. Daha önce doktor, kimya mühendisi ya da tiyatrocu olmak istiyordum. Aradan yıllar geçtikten sonra kendime şöyle dedim, "ne kadar alakasız gibi görünen üç meslek." Hâlbuki çok alakalılar. Doktor olsaydım kanserin tedavisini


bulmak için çalışacaktım, kimya mühendisi olsaydım başka bir şey, yani merak merak merak... Tamamen insanla ilişkili bir işin içinde olmaktan mutlu olup, öğrenip sonra da öğrendiklerinizi geri vermek istediğinizden belki de? Aynen öyle. Sonra niye oyuncu olmaya karar verdim? Baktım ki sahnede mutluyum. Lise son sınıfta da bir tiyatro yarışmasında "en iyi erkek oyuncu" seçildim. Demek ben yaparken mutlu olduğum gibi beni seyredenler de mutlu oluyor, ilginç... Demek ki beğenmişler, bak sen, hımm, o zaman ben bu işi meslek olarak seçebilirim, dedim. Liseden sonra Akademi'yi kazandım ama gitmedim. İzmir Devlet

Kendimi anlamak, insanı anlamak için tiyatro yapıyorum. Ben tiyatronun benim için çok büyük bir lüks olduğuna inanıyorum. Ben meraklı bir insanım. Bir karakteri oynarken o insanın gizli bahçelerinde ne kadar çok şey olduğunun farkına varıyorum ama böyle bir tiyatro yaparsam! Tiyatrosu'nda çalıştım, sonra Ankara Devlet Konservatuvarı'na gittim. Beş yıl orada okudum sonra da İngiltere'ye gittim.

Nedir nedeniniz? Kendimi anlamak, insanı anlamak için tiyatro yapıyorum. Ben tiyatronun benim için çok büyük bir lüks olduğuna inanıyorum. Ben meraklı bir insanım. Bir karakteri oynarken o insanın gizli bahçelerinde ne kadar çok şey olduğunun farkına varıyorum ama böyle bir tiyatro yaparsam! Eğlence yaparsam o bu amaca yönelik bir şey olmuyor. Sadece eğlence üretiyorum ve para kazanıyorum. Ben bunu amaçlamıyorum... Ben Oyun Atölyesi'nde 200 kişiye tiyatro yapmayı Londra'da 2000 kişiye tiyatro yapmaya tercih ediyorum ve bunu çok bilerek, seçerek yapıyorum. Hatta "niye geldin, orada meşhurdun hem," diyorlar. İyi de ben orada tiyatroya giriyordum, benim soyunma odam farklıydı, birlikte oynadığımız arkadaşın soyunma odası iki kat aşağıdaydı. Biz aynı pub'da içki içmezsek birbirimizi görmüyorduk bile, bu tiyatro mu? Hayır, bu eğlence. İnsanlar eğlence ile sanatı birbirine karıştırıyorlar. Eğlence ile sanatı ayırmak için ne yapmam lazım diye kendime sorduğumda şu yanıtla karşılaşıyorum: "Eğlence de gerekli tamam, iki saat eğlendiniz çıktınız o kadar. Ama sanatla karşılaştığınızda değişim, dönüşüm oluyor. Yani siz bir sanat eseriyle karşılaştığınızda, konser, sergi, tiyatro, eğer kafanıza bir sora işareti takıldıysa, sizde bir değişim olduysa, o zaman sanatla karşı karşıyasınız demektir. Ben sizin beyin kıvrımlarınızdan birine öyle bir soru işareti takarım ki otuz yıl kurtulamazsınız ondan. Tam da bu yüzden "buza yazı yazmak" diye tanımlanan tiyatro çok

pe cy

a

İngiltere'de ne kadar kaldınız? 1977'de gittim. 1992'ye kadar sadece tatiller için geldim, nerdeyse on beş yıl sürekli kalmışım. Şimdi ara sıra gidiyorum ama daha çok Türkiye'de olmaktan daha mutluyum.

her türlü tiyatroda oynadım. Burada aldığım zevki orada almadığımı itiraf etmeliyim. Her gece 2500 kişiye bir "show business" yapmak benim için tiyatro değil. Çünkü ben tiyatroyu farklı bir nedenle yapıyorum.

Neden orada kalmadınız? Çünkü burada yaşadıklarım, burada tiyatro yapmaktan aldığım tatmin bambaşka. İngiltere'de

31


daha kalıcı bir sanattır. Çünkü tiyatro, anı gibi bir şeydir. Örneğin; ilk öpüşmenizi, ilk sevişmenizi unutamazsınız. Videosu mu var, yoo sadece anı. Tiyatro da böyle işte.

pe cy

a

Anlattıklarınızla hemfikirim, bir izleyici olarak aradığım tam da bu ama bunu o kadar az buluyorum ki! Maalesef ben de artık tiyatro seyretmekten sıkılıyorum, bunu itiraf etmek zorundayım. Artık fiziksel tepki duyuyorum üstelik. Öfkeleniyorum. Sevmemekten, sıkılmaktan daha derin bir şey yaşıyorum. Ne haddiniz var, sizin o sahnede ne işiniz var? Çünkü sahneye çıkmak ciddi bir iddia işidir, bir oyuncu "ben iki saat burada bulunacağım siz de beni kıpırdamadan izleyeceksiniz," iddiasını taşır. Eğer sen onu yerine getiremiyorsan ne yapıyorsun orada?

Artık haberlerde yemek yiyebiliyoruz biliyorsunuz. Anlamaya çalıştığım şey şu: Böyle bir ülkede bu işi yapıyorsunuz, popüler olmakla derdiniz olmadığını biliyorum, neden bu çaba? Çünkü burada "rağmen" bir şey yapmak var ya, o zor ya, onun için o daha çok hoşuma gidiyor. Öteki çok kolay. Ben hâlâ İngiltere'de olsaydım Oyun Atölyesi gibi bir yeri yapma olanağım yoktu. Çünkü orada zaten var. Ben bu ülkede, ne devlet ne özel, kimseden destek almadan bu tiyatro binasını yapmış olmanın tecrübesini hiçbir şeye değişmem! İngiltere'de kalsaydım böyle bir mutluluktan mahrum kalmış olacaktım. Bu zevki hiçbir şeye değişmem, onun için buradayım.

Oyun Atölyesi iyi ki var olan bir yer. Buraya geldiğimde hep şunu hissediyorum: Bir tiyatro kursam ve her oyun dolu oynasa herhalde mutluluktan havalara uçardım! Kendimi sizin yerinize koyduğumda ne kadar mutlulardır, diyorum. Bu ülkede çok yaşanan bir durum değil ya! Çünkü tiyatro, genel anlamıyla da sanat bu ülkede bir ihtiyaç değil. Şimdi siz 500 lira ile yaşayan bir insana "niye tiyatroya gitmiyorsun?" derseniz adamı döverler. İngiltere gibi ülkelerde deseler ki artık tiyatro yasak, ortalık ayağa kalkar. Türkiye'de böyle bir şey söyleseler hiçbir şey olmaz. Çünkü tiyatro bizzat var olmak için gerekli bir şey değildir, merak için, kendini geliştirmek için gereklidir. Açılın tiyatrocuyum, diye cümle duymazsınız ama açılın doktorum, diye bir cümle duyarsınız. Çünkü doktor lazımdır. Yirmi yıldır savaş var bu ülkede kimsenin kılı kıpırdamıyor, tiyatro olmasa niye kıpırdasın? Bizim savaştan haberimiz yok, İstanbul'da yaşıyoruz ya! O şarapnel bizim beynimize saplanmıyor ya, bizim kanımız akmıyor ya!

32

Orada kalsaydınız biz de sizden mahrum kalacaktık. Pekâlâ, son olarak Tiyatro... Tiyatro... Dergisi ile ilgili söylemek istediklerinizi kayda alalım, söz sizin... Tiyatro Dergisi çok ciddi bir haber atladı. Nasıl oldu, niye oldu bu tamamen derginin iç sorunudur. Fakat arşivlere bakarsanız Türkiye'nin tek tiyatro dergisi olan derginin Oyun Atölyesi'nin kuruluşundan haberi yoktur, vardır da yoktur! Kaldı ki Kenter Tiyatrosu'ndan beri ilk kez böyle bir yer yapılıyor ama tek tiyatro dergisi bunu yok sayıyor. Tiyatro Dergisi bunu açıklamak zorundadır. Bunu Mustafa Demirkanlı'ya da söylediğim için rahatlıkla söyleyebilirim. Bir ay kadar önce buraya geldiler, birlikte konuştuk bu konuyu. Ama "siz gelmediniz, randevu vermediniz," gibi şeyler asla bahane olamaz, bir basın organı olarak bunu takip etmek görevinizdir. Sorun randevu alamadık olamaz, öyle bir şey de olamaz. Ayrıca kimseye ulaşmak gerekmiyor ki otobüse bineceksin, bir akbille geleceksin, gerekirse kapıda yatıp bekleyecek ve tiyatro salonu yapılıyor diye haber yapacaksın. İşin bu, bu bize kıyak değil ki! Biz senin için yapmıyoruz tiyatro salonunu, bu senin görevin ve sen görevini ihmal etmiş bir dergisin.


niye sormadı bunu merak ediyorum. Bu insanlar bir tiyatro binası yapılıyor, niye dergide haberi yok diye sormadılar mı toplantıda, ona da şaşar kalırım, ölünceye kadar da şaşıp kalacağım. Birileri açıklayacak umarım. Bizim derdimiz haber olamadık değil. Başka bir şey söylüyorum: Tiyatro Dergisi'ne görevini niçin ihmal ettiğini soruyorum ve cevabını

pe cy

a

Yolsuzluk yapanlar haber mi veriyor da siz gidip onu buluyorsunuz? Bu ülkede tiyatro adına bir şey yapılıyorsa, kaldı ki bir bina inşa ediliyor, bunu duyurmak zorundasınız. Üstelik o dönem Tiyatro Dergisi'nde bunu aslında kendisine sorun edecek, bunun eksiklik olduğunu hissedecek insanlar yazıyordu. Ve de yönetim kurulundaydılar. Onlar

Özlem 'ce Haluk Bilginer: On altı yaşında ilk ödülünü kazanan bir genç bu yolda yürümeyi seçmez mi? O da seçmiş pek tabii! Ankara Devlet Konservatuvarı 'nın ardından İngiltere 'de Londra Müzik ve Drama Sanatları Akademisi 'nde (LAMDA) ileri tiyatro eğitimi almış. 1980-1991 yılları arasında İngiltere 'de pek çok tiyatroda çalışmış, sinema ve dizi projelerinde yer almış. 1992 yılında Türkiye 'ye dönmüş. Tiyatro Stüdyosu 'nun kurucuları arasında yer almış. 1999 yılında Zuhal Olcay ile birlikte Oyun Atölyesi 'ni kurmuş. Oynadığı pek çok oyun ve sinema filmleriyle ödül almış. Hayatında, iki yıldır, ilk sırada kızı Nazlı yer alıyor. Ondan bahsederken gözleri parlıyor, sesinin rengi değişiyor ve ona duyduğu sevgi atmosfere hâkim oluyor. "Ölmeden önce yaşanması gereken bir duygu, anlatılmıyor, sadece hissediliyor," diyor. Bana Nazlı 'nın saklambaç oynayışını izlettiriyor, anlıyorum ki kızının varlığı ona çok iyi geliyor. Eskiden daldığı zamanlar suyun altında kendini iyi hissedermiş. Şimdilerdeyse doğaya yönelmiş. Bahçe ve hayvanlarla ilgilenmek ona iyi geliyormuş. Mesela kuş besliyormuş, kanarya, güvercin, muhabbet kuşu... Bahçeyle ilgilenmeyi ise kendini bulabildiği daha doğrusu kendiyle kalabilmeyi sağladığı için seviyormuş. Yemek pişirmek de ona iyi gelen bir diğer uğraş. "Terapi gibi, mutfakta olmayı çok seviyorum, bir şey yaratıyorsun. Örneğin ben bir gün revani yapayım derken şambali yaptım," diyebiliyor neşeyle. Bana ikisi arasındaki yapılış farkının sırrını da anlatıyor ama size söylemeyeceğim. Eğer öğrenmeye açık biriyseniz, ondan çok şey öğrenebilirsiniz. Meraklı biriyimdir ben diyor, doğru olduğunu her cümlesinde kanıtlıyor. Çünkü ilk kez bir röportajımda karşımdaki biri beni tanımaya çalışıyor. Bir bakıyorum ki ona kardeşimi, yaptığım işi, neden yazı yazdığımı kısaca hayatımı özetleyivermişim. Çünkü o da merak etmiş, soru sormuş ve beni dinlediğini hissettiren bir alan yaratmış. Ve sohbetimizde diyalektik yerini almış. Her ne kadar konuşmanın kolay, asıl önemli olanın konuştuğunu yapmak olduğunu öğrensem de, yaşadığımız erkek dünyasındaki bir erkek olarak, hayatımızdaki sorunlara benimle aynı pencereden baktığını duymak güzel... Eğer biz, bu röportajla bir kişinin bile aklına bir soru takabil irsek, ne mutlu bize...

33


Eleştiri

pe cy a

Tiyatro - Yaşamın Bir İzdüşümü...

Saatleri Ayarlama Enstitüsü İBBŞT

Robert Schild

robertschild@tiyatrodergisi.com.tr

Tiyatro hakkında kalem oynatmaya başladığım yılların ilk heyecanıyla -ki bu heyecan asla dinmemiştirtiyatro olgusunun tüm sanatları birleştirdiğini savlarken, şöyle yazmıştım bir kez: "Tiyatro'da öykü var, şiir var, görsel sanat (dekor, kostüm) var, felsefe var, gerektiğinde müzik veya dans, ancak her şekliyle beden ile anlatım var - tiyatro güldürdüğü kadar üzünç verebilir, salt simgesel olduğu gibi, bizzat gösteri sırasında da - dahası; gösteriden sonra da düşündürür, eğitir. Ancak en önemli olanı, tiyatro canlıdır. Sahnede 'rol yapılır', ancak yanlış yapılamaz. Oyuncu ile neredeyse 'soluk yakınlığında' bulunan seyirci, yanlışlıkları affetmez çünkü... Kısacası, tiyatro özünde bir maske yöntemi uygulamakla birlikte, burada 'dublör' yoktur; son yıllarda sinemada yoğunluk kazanmış olan 'efektler' veya yapay ortamlar kullanılmaz ve bu bağlamda tiyatro, gerçeğe belki de en yakın olan sanattır!.. " (Şalom Gazetesi; 5 Kasım 1997). Gerçeğe olan asal yakınlığını ise yaşam ile arasındaki kesintisiz ilişkiden alır tiyatro... Bu ilişki, hiç

34

kuşkusuz bundan 2600 yıl öncesi Atinası'nda Thespis'in koronun karşısına kanlı-canlı oyuncuları çıkarmasıyla başlamışsa da, kanımca ancak son yüzyılda olgunlaşmış, dahası, "arıtılmış" bulunuyor. Şöyle ki, Antikçağ tiyatrosundan başlayarak,

Sahnede 'rol yapılır', ancak yanlış yapılamaz. Oyuncu ile neredeyse 'soluk yakınlığında' bulunan seyirci, yanlışlıkları affetmez çünkü...Kısacası, tiyatro özünde bir maske yöntemi uygulamakla birlikte, burada 'dublör' yoktur; son yıllarda sinemada yoğunluk kazanmış olan 'efektler' veya yapay ortamlar kullanılmaz ve bu bağlamda tiyatro, gerçeğe belki de en yakın olan sanattır!.." Shakespeare üzerinden Brecht'e değin sahnede görünen oyuncular, salt yazarın yarattığı kişileri oynuyor ve simgeliyorlardı - ve bu bağlamda sergilenen oyun / ortam çerçevesi, sahnede gösterilen


olayların felsefi çevresini sınırlamaktaydı adeta... İşte ancak 1930'larda ortaya çıkabilecek Brechtsel tiyatro anlayışı, değişik bir "sahne felsefesi"ne yol açacaktı - bu felsefe ise, soyut olmaktan çok, belirli bir toplumsal çevrede yaşamakta olan insanoğlunun somut sorunlarını birer örnek olarak gösterecek ve böylece (Aristoteles'in mythos/öykü anlayışının çok ötelerinde), sahnede takınılan "roller-üstü" devinmenin getirdiği mesel tiyatro doğacaktı!.. Ne var ki, 20.yüzyıhn başdöndürücü teknolojik evrimine sanki koşut olarak, tiyatro anlayışı da çok hızlı biçimde değişecek ve daha 30 yıl geçmeden, mesel tiyatronun yeterince etkili olmadığını savlayan bazı oyun yazarları, iletilerini sahneye daha dolaysız biçimde getirmeyi yeğleyeceklerdi: Buradan hareketle, 1960'lı yıllarda özellikle Kipphardt ve Weiss gibi Alman oyun yazarları, yakın tarihin bazı

Tiyatro, yaşamın "izdüşümü"yse, "şablonlaşmışlığı" olmamalıdır!..

Gene Şehir Tiyatrosu'nda yıllar önce Arsen Gürzap / Cüneyt Türel / İsmet Ay ile izlemiş olduğumuz o

pe cy

a

esef verici olaylarını sahneye getiren belgesel tiyatroyu yaratacaklardı - gezengedeki yaşamı gittikçe daha çok tehdit eden soykırım girişimlerini, nükleer savaş hazırlıklarını, halk kitlelerinin baskı altında tutulmalarını izleyicilere görsel/işitsel biçimde sunarak/"kamtlayarak"... Öte yandan, içinde bulunduğumuz elektronik / sibernetik / sanal toplumun oldukça durağan bulduğu bu "belgesel" yaklaşıma, genç tiyatrocuların yeğin yanıtı çok geçmeden geldi: 1990'ların başlarında Büyük Britanya'nın sadece sahnelerine değil, tiyatro izleyicilerinin "suratlarına bir tokat" gibi patlayan In-Yer-Face tiyatrosu bir yandan küçük kentsoyluluğun çıkmazı ile aşın tüketim güdülerini, sıradan cinsel yaşamın yavanlığını sorgularken, beri yandan savaş, terör, sadizm gibi öğeleri, çarpıcı sahne teknikleriyle izleyiciye neredeyse fiziksel biçimde hissettiriyor bugün...

duyduk... Gerçekten de, Kurdoğlu'nun bu oyunu kaleme almayı ne zaman düşündüğünü merak etmedim değil - ne var ki, suçsuz (veya suçlu?) bir kişinin, kendisine ayrıntı verilmeden gözaltına alınması veya tutuklanması, hiç de olağandışı değildir, nice demokratik rejimlerde bile... Kerem Kurdoğlu bu olguyu, bana kalırsa son derece "çağdaş" (= tele/pop/arabesk-metro/plaza/trendy) biçimde sahnelerken, hem Brechtsel biçimde eğlendiriyor/uyarıyor hem de içinde bulunduğumuz o acımasız dünyayı sevimli/grotesk bir ayna ile yansıtmasını biliyor - Aynı başarıyı, Sadri Alışık Tiyatrosu'nda izlediğimiz "Yeşil Papağan Ltd."te gözlemleyemedik ne yazık ki... Oysaki, Memet Baydur gibi seçkin bir yazarımızın kara güldürüsünü, hele son yıllarda gittikçe büyük bir beğeni ile takip ettiğim Yiğit Sertdemir'in yönettiğini öğrenince, bu oyuna büyük ümitlerle gitmiştim! Ancak, belki yazıldığı 1992 yılında daha ilginç bulunabilmiş bu konu, günümüzde özgünlüğünü artık yitirdi bence - kaldı ki, rollerin hemen tümü tam anlamıyla "klişeleşmiş" biçimde sunulduğundan, iki saati geçen oyunun sonunu zor getirdik, açıkçası... Tiyatro, yaşamın "izdüşümü "yse, "şablonlaşmışlığı" olmamalıdır!..

İşte, Thespis'ten Brecht'e uzanan iki bin altı yüz yıl boyunca geleneksel, ardında ise otuzar yıl aralıklar ile mesel, belgesel ve "tokat "sal biçime bürünen dört ayrı tiyatro türünün tümü, kendi yöntemlerine göre yaşamın birer izdüşümünü getiriyorlar sahnelere - tabii ki, bizi önce (Brecht'in de altını çizdiği gibi!) eğlendirmek, ancak aynı zamanda uyarmak ve eğitmek üzere... İstanbul sahnelerinde ise -güzel bir rastlantı olarak, aynı sezonda!- Sophokles'in bir uyarlaması olan "Philoctetes "inden, Mark Ravenhill'in on altı kısa oyun, bir radyo oyunu ve bir epilog'dan oluşan "Vur/Yağmala/Yeniden" dizisine değin, bizlere yaşamın (az) iyi ve (bol) kötü yanlarını gösteriyor, çok yönlü genç tiyatrocularımız... "Şablonlaştırma" Tuzağına Dikkat!.. 2008 İstanbul Tiyatro Festivali'nde garajistanbulpro'dan izlemeye başladığımız, Kerem Kurdoğlu'nun Kafka'dan uyarladığı "İstanbul'da Bir Dava" müzikli oyunundan çıkarken, birçok izleyicinin "Ergenekon " sözcüğünü mırıldandıklarını

"Philoctetes " / Tiyatro Z (Foto: Ozan Morgül)

35


unutulmayan "Vişne Bahçesi" ülkemizin tiyatro tarihine geçmişken, üstat Ali Taygun'un işi tabii ki çok zordu! Rus devrimi öncesi yozlaşmış aristokrasi karşısında kurnaz burjuvazinin sermaye gücünün altı çizilip aydın kesimin ne denli başarısız kaldığı gösterilirken, birçok gelişmekte olan toplumda gittikçe "vahşileşen" kapitalizmin bu üç kutbu simgeleniyor - ve burada bana kalırsa, Çehov'a layık biçimde sahnelediği bu önemli oyunda Ali Hoca'nın da belirttiği gibi, "Erenköy Köşkleri "nin bahçelerine kurulan gökdelen siteleri ve benzerlerini anımsamadan edemiyoruz... "Tarih, tekerrür" müdür, bilemiyorum - ancak şurası kesindir ki, insanoğlu her yerde aynıdır - ve dolayısıyla onu "sahnede oynatmak", aslında o denli zor da olmasa gerek..."

sıradan insanları - ve bize gösteriyor / öğretiyor ki, a) savaşlarda büyük kârlar, küçük insanlar tarafından yapıl(a)mıyor; ne var ki b) büyük/küçük - kâr ve kudret peşinde koşanların gözü doymuyor, türlüçeşitli felaketlerden ders almıyorlar ve dolayısıyla c) savaş sürdüğü müddetçe insanlık erdemlerini yok eden işlerin haddi hesabı olmuyor- özetle: "Savaşla tüm bu nedenlerle savaşılması gerekir, " diyor Brecht, 17. yüzyıl Otuz Yıl Savaşları'na taşıdığı bu ilk mesel oyununda...

pe cy

a

Gelelim "tokat"lava... Bana kalırsa, son yılların en heyecan verici tiyatro topluluğu olan dot'un "dotbilsarda" projesinde her ay ikişer "tokat" yiyoruz: "In-Yer-Face" akımının önde gelen yazarlarından Mark RavenhilPin 2007'de yazıp ilk İşte hırs, ihtiras, taklitçilik, sonradan görmüşlük, kez Edinburgh Tiyatro Festivali'nde "RavenhillFor dalkavukluluk - İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun bu Breakfast" adıyla her gün sunulmuş toplam 18 kısa yıl az sayıdaki yeni yapımlarının arasında yer alan, oyunundan oluşan "Vur / Yağmala / Yeniden " A. Hamdi Tanpınar'ın kült romanı "Saatleri Ayarlama ("Shoot/Get Treasure/Repeat") projesi, bugüne Enstitüsü"nün Özgür Yalım tarafınca uyarlanmış dek izlediğim Kasım/Aralık/Ocak'taki (=3 x 2=) oyunu, yazarın hicvettiği Cumhuriyet'in ilk yıllarında altı kısa oyununda, izleyicileri yaşam ile iç içe süregelen Batılılaşma ile Özal dönemindeki "çağ sokuyor... Her şeyden önce, daha sonra o küçücük atlama" olguları arasındaki ilginç koşutlukları sahnede karşımıza çıkacak olan oyuncular ile gösteriyor... Öte yandan, şiirlerinde simgeciliği gösteriler başlamadan (belki de farkında olmaksızın) yeğleyen Tanpınar'ın romanda yarattığı tüm kişileri, dirsek temasında kahve içmek olgusuna bayılıyorum, oyun uyarlamasında gerektiğinden ileriye gidilerek açıkçası... Ardından sahnede kitle psikozunu ve neredeyse insan değil de, birer "marka" olarak muhbirlik sorunsalını ("Dün Meydana Gelen Bir karşımıza çıkarmak, yukarıda eleştirdiğim Olayda ") yaşıyoruz - veya kentsoyluluğun, korumuş "şablonlaştırma "ya benzemiştir ki, tiyatro "site"lere karşın, terör ile iç içe yaşadığını ("Korku izleyicilerinin birazcık da düşgücüne yer bırakmak ve Sefalet") - dahası, üzerinde titrenen bir çocuğun, gerekir, kanısındayım... kafası kopmuş bir asker ile karşılaşabileceğini ("Savaş ve Barış ") görebiliyoruz... Veya dünyada oluşan vahşete karşı burjuvazinin sahteciliği, timsah Kaçınılmaz "Tokat'lar... gözyaşlarının dökülebilirliğine tanık oluyoruz Savaş olgusu - soyut güçlerin savaşacak somut tarafları belirlemesi; bireyin öldürmeye zorlanması; ("Troyalı Kadınlar"), ırkçılığa varabilecek acımasız toplumun korku ve dehşet içine düşmesi - işte bu üç ayrımcılık ("Dünyalar Savaşı") ile karşı karşıya etmen, binyıllar boyunca sayısız oyunların yazılması kalıyoruz... Dahası da gelecek, bu epik dizi ve sahnelenmesine yol açmıştır... "Geleneksel" tiyatro ilerledikçe!.. Ravenhill, bana Bertolt Brecht'in 1930 yapıtları arasında gördüğümüz, Sophokles'in aynı yapımı "Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti" başlıklı, isimli tragedyasından Bengi Heval Öz'ün uyarladığı 24 kısa sahneden oluşan kısa sahneler dizisini "Philoctetes - Bir Medeniyet Entrikası" (Tiyatro anımsattı - tabii ki, çok daha çarpıcı, tabiri caizse Z), önce Limni Adası'nda kendi kaderine terk edilmiş çok daha "cart" biçimdeki üslubuyla... Murat ok ustasını çeşitli hilelerle Truva'da savaşmaya ikna Daltaban'ın yönettiği bu oyunlar dizisi, çağdaş edecek genç Neoptolemus'un şahsında bireyin vicdan insanın içinde yaşadığı kaosu değişik açıdan ele /görev çatışmasını irdeliyor... Nice genç asker alıyor ve sahneyi dört yandan çerçeveleyen gerek Irak'ı işgal edenlerden, gerekse Gazze'deki izleyicileri de, gerektiğinde fiziksel eylemlerle, bu sivil hedefleri bombalayanlardan olsun - "ben neden kargaşanın içine almayı başarıyor, ustalıklı biçimde... buradayım?" diyorlardır kendilerine ve ellerinde tuttukları silahları, ölüm kusan roketatarları acaba Özetle: Gerçek tiyatro, bizi yaşamın tüm iyi ve (ne ne tür bir hisler yumağı ile ateşliyorlardır?.. Jose yazık ki çok daha yoğun olan) kötü yanları ile Rivera'nın kaleminden "Salvador Dali Göndermeleri sarmalıyor - gerek bizi sanal olarak içine almaya İçimi Isıtıyor" oyununda (Akbank Yeni Kuşak çalışan (Aristotelik) yapay öyküleriyle gerekse Tiyatrosu), 1. Körfez Savaşı cephesinden izinli gelen izleyiciyi koltuk mesafesi'nden "yabancılaştırıp" ABD askeri, onu yanında isteyen eşine ne denli de gözlemci kılarak veya sahnede olup bitenleri, bir yabancılaşmıştır!.. - Bu oyundan 60 yıl önce / çeşit film şeridiyle önüne sererek ("Sivas '93") veya Sophokles'ten 2400 yıl sonra, Dünya Savaşları'nın - bence en önemlisi - bizzat sahnenin içine oturtarak, birincisi ile ikincisinin arasında kaleme aldığı gerektiğinde gösterinin ardından yönetmen ve "Cesaret Ana ve Çocukları" başlıklı ilk başyapıtında oyuncularla tartışmaya yönlendirerek... Bertolt Brecht, 12 sahnelik bir olaylar dizisi ile savaşın aktörlerini karşımıza çıkarıyor: Gaddar İşte - gerçek tiyatro bu olmalıdır: Kendine özgün komutanları, saf askerleri, sefil halkı ve savaştan türde, yaşamın irdenlenmesi / tartışılması gereken nemalanmak üzere büyük kârların peşine düşen bir "izdüşümü"!..

36


Eleştiri "Altı Haftada Altı Dans Dersi" mi

Eser Rüzgar

pe

eserruzgar@tiyatrodergisi.com.tr

cy

a

Yoksa İnsanlık Öğretileri mi?

Bir tiyatro oyununda, metin seçiminin çok mühim bir mesele olduğu su götürmez bir gerçektir. Metin önemlidir; çünkü iskelet odur, onun üzerine ete kemiğe bürünerek bir oyun ortaya çıkar. Bazı metinlerin anlattığı izleyiciye geçmez, bazıları tıkanır kalır ilerlemez, bazıları sabun köpüğüdür ki değerlendirmeye bile alınmaz. Bazen de öyle metinler çıkar ki karşınıza, beklentinizin çok üstünde bir dolulukla çıkarsınız oyundan.

2001 yılında yazmış olduğu oyunun dünyanın her yerinde oynanmasının ve beğenilmesinin en önemli nedeni; insanlık hallerini anlatıyor olması ve bunu anlatırken de dans gibi eğlenceli bir disiplinden beslenmesi.

Tiyatro İstanbul'un yeni oyunu "Altı Haftada Altı Dans Dersi" de böyle bir oyun. Oyunu Cihan Ünal, Londra'da izlediğinde çok zevk almış ve Türk izleyicisine de bu zevki tattırmayı düşünmüş, çok da iyi etmiş.

yazarlığı dışında yazmış olduğu film senaryoları ve rol aldığı sinema filmleri

Oyun; Stuttgart, Tel Aviv, Salzburg, Viyana, Madrid, Helsinki, Berlin, Tokyo, Broadway, Sydney, Bonn, Amsterdam gibi şehirlerde halen oynanmakta. Oyun metni Richard Alfieri'ye ait. 1952 doğumlu Amerikalı yazar Alfieri'nin oyun yazarlığı dışında yazmış olduğu film senaryoları ve rol aldığı sinema filmleri de var.

Oyun; Stuttgart, Tel Aviv, Salzborg, Viyana, Madrid, Helsinki, Berlin, Tokyo, Broadway, Sydney, Bonn, Amsterdam gibi şehirlerde halen oynanmakta. Oyun metni Richard Alfieri'ye ait. 1952 doğumlu Amerikalı yazar Alfieri'nin oyun de var. Genellikle "Bulvar Komedisi" türünde oyunlar sahneleyen Tiyatro İstanbul, bu oyununda klasik bulvar komedisi kalıplarının dışına çıkıyor. Daha çok seyirciyi güldürmeyi, eğlendirmeyi amaçlayan bir türdür bulvar komedisi fakat "Altı Haftada Altı Dans Dersi" bu tanımın oldukça üstünde kavramları taşıyor izleyiciye. Gülmek mi? Evet, ikilinin birbirini iğneleyen zekice yapılmış esprilerine gülüyorsunuz. Eğlenmek mi? Evet, belli ki uzun bir koreografı

37


çalışmasının ürünü olan danslardaki ritimle eğleniyorsunuz. Üzülmek mi? Evet, Lili ve Michael'in geçmişlerindeki acılarına ve şimdiki yalnızlıklarına üzülüyorsunuz. Sorgulamak mı? Evet, "insan yaşlanınca gerçekten gözden kaybolur mu?" sorusuyla yaşamınızın sonunu sorguluyorsunuz. Bilgilenmek mi? Evet, çok ayrıntıya girilmese de dans türlerinin tarihi hakkında bilgiye sahip oluyorsunuz. Valsin, ortaya çıktığı yıllarda kadın ve erkeğin sarılması nedeniyle skandal olarak kabul edildiğini veya tangonun Arjantin'deki toprak işçilerinin bar eğlenceleri sırasında ortaya çıktığını öğreniyorsunuz.

Nevra Serezli, sahne üzerindeki zorlu dans koreografîierinin altından başarılı bir şekilde kalkıyor. Oyun finaline doğru rock'n'roll, monkey, twist, çaça gibi dansların olduğu sahnede ise ikilinin performansı zirve yapıyor.

Türk izleyicisinin hafızasına 4. Murat karakteriyle kazınan Cihan Ünal, bambaşka bir karakterle çıkıyor izleyicisinin karşısına. İtalyan kökenli eşcinsel bir dans eğitmenini oynarken rolünün ince ayarını çok iyi yapıyor. Bu tarz rollerde önemli bir risk, ince bir ayar vardır. Eğer o ayar kaçarsa rol gerçekçilikten çıkıp basitliğe kayar ama usta oyuncu uzun saçları, jean pantolonu ve gözlüğüyle sahneye giriş yaptığı andan itibaren karakterini o kadar sahici oynuyor ki Michael'in eşcinsel kimliğinden çok, insan kimliğini ön plana çıkarıyor.

pe

cy

a

Bu arada 10 Kasım 2008'de Los Angeles'te yayımlanan BC Culture adlı dergide oyun için yeni bir tiyatro deyimi kullanıldığını da belirtmek gerek; "dramedy" yani "yarı drama yarı komedi". Yine aynı derginin yazdığına göre metin sinemaya da uyarlanacak pek yakında.

Oyun, Güney Florida'da okyanus manzaralı şık evinde altmışlarında olduğunu iddia eden ama aslında yetmişlerinde olan yalnız bir kadının bir dans okulunu arayıp dans eğitmeni istemesiyle başlıyor. Lili Harrison gerçek yaşını söylemiyor çünkü "gerçek yaşını yüksek sesle söylersen yüzün duyar," gibi masumane bir savunması var kendince. Anlaşmaya göre dans hocası Michael Minetti, Lili Harrison'a swing, tango, vals, foxtrot, çaça ve modern dans öğretecektir, ama dersler başlayınca görülür ki Lili bu danslara hiç de yabancı değildir ve asıl mesele de dans öğrenmek değildir. Bir dans eğitmeni ve öğrencisi ilişkisi şeklinde başlayan oyun, daha soma bu dersler sırasında ikilinin yakınlaşması, birbirlerine söyledikleri yalanlarla ve geçmişleriyle yüzleşmeleri, yalnızlıklarını paylaşmalarıyla devam eder.

38


a

Işık Tasarımı: Yakup Çartık Görüntü Tasarımı: Fırat Giraygil Projeksiyon: Aytekin Saday Efekt: Cafer Hekim Oyuncular: Nevra Serezli, Cihan Ünal

pe cy

Yazan: Richard Alfieri Çeviren: Yücel Erten Yöneten: Cihan Ünal Sahne Tasarımı: Nilgün Gürkan Giysi: Faruk Saraç Koreoerafi: Mikel N. Vidhi

Nevra Serezli'ye gelince; yıllarca bir papaz karısı kalıplarında yaşamaya çalışmış, ailesinin başına gelen trajediye engel olamamış ve bu ruh haliyle yıllardır hayata tutunmaya çalışan Lili Harrison'u izleyiciye aktarmakta hiç zorlanmıyor. Sahne üzerindeki zorlu dans koreografilerinin altından da başarılı bir şekilde kalkıyor. Oyunun finaline doğru rock'n'roll, monkey, twist, çaça gibi dansların olduğu sahnede ise ikilinin performansları zirve yapıyor. Lili Harrison'un salonunun penceresi okyanusa açılıyor ve projeksiyon yardımıyla oluşturulan manzara oyuna estetik bir görüntü katıyor. Manzara, dansların içeriğiyle ve karakterlerin ruh halleriyle örtüşüyor. Neşeli dans swing sırasında aydınlık olan manzara, tango sırasında kullanılan dalgalarla Arjantin erkeğinin tavlamaya çalıştığı kadın kaprisini yansıtıyor. Gün batımıyla da yaşamın sonunu anlatma fikrini destekliyor. Açık mutfaklı, okyanus manzaralı, hasır oturma gruplu salon; dansların rahat sergilenmesi için ayrılmış alanla oyuna uygun bir dekor tasarımı olarak göze çarpıyor. İkilinin giysi tasarımları da oldukça şık ve özenli. Dans türlerine uygun olarak oluşturulan kostümleri iki oyuncu da pek güzel taşıyor. Tango sırasındaki kırmızı kemerli siyah kostümden tutun da vals yaparkenki eflatun uyumuna veya foxtrot sırasındaki

ışıltılı elbiseden modern danstaki "bağıran" gömleğe kadar hepsi çok şık ve oyun içeriğine uygun. Aksamayan ışığa, aksamayan koreografı de eklenince ayrıca şarkı seçimleri de yerinde olunca oyunun zevki katlanıyor elbette. Oyunda; swing dansında The Andrews Sisters'tan Bei Mir Du Schön, tangoda Hugo Winterhalter'den Blue Tango, valste Johann Strauss'a ait olan Die Fledermaus Operası'ndan "The Laughing Song", foxtrotta Tony Bennet'ten The Best Is Yet To Come, çaçada Eydie Gone'dan La Ultima Noche, çağdaş dansta The Beach Boys'tan Surfın USA ve oyun sonuna doğru yine The Beach Boys'tan bir öncekinin aksine daha yavaş bir şarkı olan God Only Knows'la keyifli bir müzik seçkisine yer veriliyor. "Altı Haftada Altı Dans Dersi", dans öğretmenin ötesinde bir oyun. Anne-baba olma sorumluluğu, evlat olma vefalılığı, komşuluk duyarlılığı, kadın erkek dostluğu, eşcinsellik hoşgörüsü, ihtiyar yalnızlığı gibi konularla dopdolu metnin, her satırından bir yaşam dersi almak mümkün. "Günbatımı sırasında güneş, tüm ışıklarını ve renklerini yansıtırmış," oyunda böyle deniyor. Siz de bir tiyatro oyunun tüm renklerini, ışıklarını bir arada görmek istiyorsanız "Altı Haftada Altı Dans Dersi"ni kaçırmayın.

39


Soruşturma

pe cy a

"Yedi Tepeli Aşk"ın Başına Gelenler

"Şehir Tiyatrolarında 'Alevi' Tartışması "Yedi Tepeli Aşk" adlı oyunda, bakireliğini kaybetmiş bir kızın yaşadıkları anlatılırken, karakterin Alevi olduğuna vurgu yapılması tartışmaya yol açtı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) bünyesindeki Şehir Tiyatroları'nda oynanan "Yedi Tepeli Aşk" adlı oyunda, bakireliğini kaybetmiş bir Alevi kızın, Sivaslı Alevi bir adamla evlendirilme aşamasında duyduğu endişelerin müstehcen şekilde anlatılması tepkilere neden oldu. Oyun, özellikle Alevi seyirciler tarafından şikâyet edildi. İBB Sanat Danışmanı Kenan Işık, şikâyetleri doğruladı ve oyunu "faşizan ve incitici" olarak değerlendirdi. Nezihe Meriç, Ayşe Kilimci, Nevra Bucak(Melisa Gürpınar olmalı-e.n.), Seray Şahiner ve Evrim Yağbasan'ın beş öyküsünden uyarlanan "Yedi Tepeli Aşk", "Genç Günler" kapsamında Mayıs 2008'de Şehir Tiyatroları'nda gösterilmeye başlandı. Beş öyküden biri olan "Gelin Başı" bölümünde anlatılanlar, oyunu izleyenlerin tepkisine neden oldu.

40

Oyunda, bakireliğini kaybetmiş, evlenmek üzere olan bir kızın ailesinden gizlediği durumu ve evleneceği adamın anlamaması için çektiği sıkıntılar anlatılırken, hem kızın hem de evleneceği erkeğin Sivaslı ve Alevi olması, buna sürekli vurgu yapılması, özellikle oyunu izleyen Alevi vatandaşların tepkisini çekti. Şehir Tiyatroları'na tartışma ve şikâyetlerin ulaşmasının ardından 7 Ocak'ta Fatih Sahnesi'nde gösterime girmesi planlanan oyunun, iptal edilmesi gündeme geldi. Şikâyetlerin kendisine de ulaştığını söyleyen, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın Sanat Danışmanı Kenan Işık, şöyle konuştu: "Oyunlara müdahale etme yetkimiz yok; sanat yönetmeninin inisiyatifinde. Durumu genel sanat yönetmenine bildirdim. Oyunu izledim. Oyunu faşizanca, itici, belli kesimleri rencide edici buldum. Müstehcenlik de var. Karımla bile konuşamayacağım kadar açık konuşuluyor. Alevi bir arkadaşımla


izlesem sıkılır, utanır ve kendimi savunamam. İncinirler. Her genç kız bakire olmadan evlenebilir, endişeler duyabilir. Burada karakterin ille de Alevi olmasının vurgulanması gerekmiyor. Hikâyenin sonu 'İktidarsız çıksa da anlamasa' sözüyle bitiyor. Yani buradan Sivaslı ve Alevi olmasını çıkar, hikâyede hiçbir şey değişmez." Yazar: 'Ben de Aleviyim' Öykünün yazarı Seray Şahiner ise kendisinin de Alevi olduğunu söyleyerek, "Alevi kesimi rahatsız edecek bir şey yapmadım. Sivaslı meselesi son oyunda kaldırılmıştı. Alevi bölümünün kaldırılmasını istemem. Alevilik meselesi çıkarılırsa mevzu tamamen cinsel bir meseleye döner. Kız bakire olmadığı için bunu bir Alevi'ye verelim gibi bir durum yok. Çünkü ailesi kızın bakire olduğunu biliyor. İnsanlar zamanında Alevi olduğunu bile söyleyemedikleri için bunun sonucu bir reaksiyon gösteriyor olabilir."

Bu, tehlikeli sonuçlar doğurmaya aday provokasyon ortamında, tiyatromuzu, seyircimizi ve ekibimizi koruma amacıyla, "Yedi Tepeli Aşk" oyunumuzu oynamaya ara verdiğimizi, özellikle Şehir Tiyatroları seyircilerinden özür dileyerek kamuoyuna duyururuz. Orhan Alkaya (Yönetim Kurulu Başkanı), Mehmet Acarca, Süha Volkan Sağırosmanoğlu, Tülay Erünsal, Mustafa Güveli, Can Başak, Hakan Arlı" Bu bildirinin ardından yoğun bir tartışma başlamış, tepkiler art arda kamuoyuna yansımıştı. İŞTİSAN, Belediye Başkan Danışmanı Kenan Işık'ı suçlarken, oyunun yazarları ve eleştirmenler ise oyunun kaldırılmasına tepki verdi. İBBŞT Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya, Milliyet Gazetesi Muhabiri Ömer Erbil'in sözlerini çarpıttığını iddia ederken, Ömer Erbil ise konuşmanın bant kaydının olduğunu ve en küçük bir çarpıtma olmadığını iddia etti.

pe cy a

Yönetmenin endişesi Oyunun kaderini belirleyecek kararı verecek olan Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya ise şunları söyledi: "Belediyeden de oyuna tepki var. Hayatta en son düşüneceğim şey sansür ama Alevi toplumunun tepkisi beni ürkütüyor. Sivas kısmı rahatsızlık yaratır diye o kısmı kaldırttım. Benim algımla baktığımda bir sorun göremiyorum. Kadını savunan bir hikâye bu. Ama tedirgin oldum. Yedi ağlı don hikâyesinden dolayı İslami kesimden de tepki aldı. İş daha fazla büyütülür mü, bundan endişe duyuyorum. Bu ülkede tiyatrolar yakıldı. Fatih tiyatromuz 1978'de bombalandı. Doğrusunu söylemek gerekirse, güvenlik endişesi duymaya başladım." ÖMER ERBİL, Milliyet, İstanbul"

Tiyatrosu Sahnesi'ni açmaya, İstanbul'a yeni tiyatro binaları kazandırmaya hazırlanan ve genel başarı grafiği hızla yükselen İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, ne yazık ki, basınımızın saygın gazetesi Milliyet'te yayınlanan söz konusu haber ile, nesnel anlamda tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir provokasyon ortamının içine çekilmiş bulunmaktadır.

Yukarıdaki haber Milliyet Gazetesi 'nde 3 Ocak Cumartesi günü yayımlandı ve aynı gün İ.B.B. Şehir Tiyatroları Yönetim Kurulu olağanüstü toplanarak, akşam üzeri şu basın bildirisi ile "Yedi Tepeli Aşk" oyununun sahnelenmesine ara verdiğini duyurdu. "Milliyet gazetesinin 03.01.2009 tarihli nüshasının 4. sayfasında, "Şehir Tiyatroları'nda 'Alevi' Tartışması" başlıklı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'ın suçlayan bir haber yayınlanmıştır. İçeriğinde saptırılmış ve abartılmış yakıştırmaların yer aldığı bu haber, "Genç Tiyatro" repertuarımızda yer alan ve gerek izleyici çoğunluğu gerek seçkin eleştirmenler tarafından beğeni ile karşılanmış "Yedi Tepeli Aşk" oyunumuzun bir bölümü ile ilgilidir. Haberde yazılanın aksine, oyunda "Alevi" sözcüğü sadece bir kez geçmekte ve kesinlikle olumsuz anlam içermemektedir. Haberde Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni'nin sözleri de çarpıtılmış ve anlamından uzaklaştınlmıştır. 2008-2009 tiyatro sezonuna 20 yeni oyunla ve büyük bir seyirci artışı ile başlayan, Türkiye'nin ilk Çocuk

Daha geniş açıklama yapması için başvurduğumuz İBB Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya'dan ise bir yanıt alınamamıştır. Konu ile ilgili herkese soruları yönelttik. 1. İBBŞT, "Yedi Tepeli Aşk" oyununun oynanmasına 3 Ocak 2009 tarihli Yönetim Kurulu kararıyla ara verdiğini duyurmuştur. Bu kararın ardından kamuoyunda "Sansür" tartışması başladı. Siz, İBBŞT'nin bu uygulamasını nasıl değerlendiriyorsun uz ? 2. Bu tür uygulamalar ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, sanatsal anlamda bir tehlike oluşturur mu? Oluşturursa ne gibi sakıncalar doğurur?

"Yedi Tepeli Aşk" oyununun yedi öyküsünün dört yazarının görüşlerini aldık, Nezihe Meriç hastanede olduğu için görüşünü iletemedi. Melisa Gürpınar: 1- Ben sanatla ilgili konularda gereken tepkiyi verebilecek duyarlı bir kamuoyunun büyük şehirlerde bile henüz oluşmadığına inanan biri olarak, burada "sansür" sözcüğünün biraz da 'sansasyonel' amaçlı olarak kullanıldığını sanıyorum. Evet, bir oyunun

41


sahneden kaldırılması gerçeği var ortada ama ben o gerekçeleri de önemsemiyorum. Bu olay değişik türleriyle sıklıkla karşılaştığımız bir iş kazasıdır olsa olsa. Tartışma melekelerimizi ve gücümüzü gene incir çekirdeği doldurmayan bir olaya odakladık galiba.

yandaşlık ve adamsendecilik. Böylesine yaralı egolarla, maskelerle, bir özgürlük ortamı yaratılabilir mi hiç? Özeleştirisiz sanatsal üretim yapılabilir mi?

Milliyet ve Cumhuriyet'te ve belki başka gazetelerde de yayımlanan, "Yedi Tepeli Aşk" oyununun sahneden kaldırılması haberinin ardından, gene Cumhuriyet'te Kenan Işık'ın da oyunla ilgili olarak duyduğu rahatsızlığı dile getiren bir demecini okudum ben. İBBŞT'nin bir ödenekli kurum olarak daha üst düzey bir -denetim demeyeyim ama- değerlendirmeye kayıtsız kalması mümkün müdür sizce?

Ben derginizde özenilecek güzellikler, başarılı çalışmalar görmekten yanayım hep. Çünkü biliyorum ki çok kırılgan olan sanat kavramının içi bu tartışmalarla dolmuyor.

Ben söz konusu oyunu kendi sağlık engelimden ötürü gala gecesinde izleyemedim. Sonrasında da perde kapandı zaten. Bu nedenle de metin üzerine söyleyecek bir sözüm yok. Ama tam da bu noktada özel ya da ödenekli olsun, tiyatromuzun tarihine bir katkıda bulunmak için, bütün tiyatroların ve tiyatrocularımızın artık zihniyet devrimi yapmasında sayısız yararlar var. Değişmesini istediğim zihniyet genel olarak tiyatroların yazara bakışında gizlidir. Ve yazarların da tiyatroya bakışında düzeltilmesi gereken pek çok yan vardır kuşkusuz.

Ayşe Kilimci: 1- Hem ayıplıyorum hem kınıyorum hem hesap soruyorum. Bu yargıya seyirci varmıyor da, sanat kişisiyken sanat yargıcı olmaya yazılanlar neye dayanarak varıyor ve oyunu asıp kesip sürgüne gönderiyor? Oyun basılıp, görüş yazılan defter denetleniyor, izleyiciler sorguya çekiliyor, hikâyeler faşist bulunuyor. İki öykü suçlanıyor, diğer öyküler de yardım ve yataklık etmiş olmalı.

a

Şöyle ki, "Genç Tiyatro"nun çalışmaları kapsamında repertuvarda yer alan bu oyun geçtiğimiz tiyatro mevsiminin sonunda sahneye konulmuştur. Oyun metni, beş yazarın yapıtlarından alman bölümlerle oluşturulmuş bir kolajdır ama örneğin benim ve Nezihe Meriç'in katkıda bulunduğumuz bu çalışmadan kısa bir süre önce haberimiz olmuştur. İzin ve telif hakları gibi olayları bir yana bırakın, bakalım bu yazarlar bir araya gelmekten ve de elde edilen karma metinden hoşnut mudurlar acaba diye, hiç düşünülmemiştir bile. 'En iyi yazar ölü yazardır' zihniyeti bütün zamanlarda yürürlüktedir çünkü. Hazırlanan oyun metninin bir dosyası herkese gönderilse ve gelen değerlendirmelerden de Genç Tiyatro'nun yararlanması sağlansaydı bu üzücü sonuç çıkmazdı ortaya belki de. Ben kendi adıma içinde yazar olarak adımın geçtiği bir oyunun, ileri geri suçlamalarla karşı karşıya kalmasından üzüntü duydum ve utandım ayrıca.

"Yedi Tepeli Aşk"m serüveni, bir örnek bile sayılamaz günümüzde yaşanılanları hesaba katarsak.

cy

Sonra da, cesaret katsayısı aşağılarda seyreden erkek milletince sansür kılıcı çalınıyor, görüntüde, 'yok canım ne yasaklaması, ara verdik, ara' diyor, korkak kahramanlar...

pe

Bir öyküyü suçlamak, ahlâk darasına vurmak, ceza kesmek kimsenin haddi değildir! Siz önce iyi okur olun hele. En zor yazın türü olan öykü, yazandan da okuyup izleyenden de zekâ ister, zekâ! Hem vasat değil, adamakıllı zekâ ister. Bunca zaman oynandı, akıllar fikirler nerdeydi? Demek bu kadar kolay, önce uygun sonra sakıncalı ve faşist olduğundan uygun değil demek, sanatçıların ve yazarların emeğini sağdıç emeği etmek.

Benim de oyun yazarlarının bir ölçüde dışlanmasına ilişkin kendime göre ufak tefek bireysel deneyimlerim oldu tabii. Ancak bugün şaşırmamayı öğrenmiş bir yazar olarak, kurumlara, İBBŞT'ye bir suçlama getirmenin gereğine inanmıyorum. Anlamı da yok tartışmayı uzatmanın. Nasıl olsa sonunda bütün sular denize akar. 2- Sanatsal anlamda 'tehlike' dediğiniz şeyler yalnızca yasaklamalar değildir. Sanat ortamında var olmayı kolaylaştırdığı sanılan kemikleşmiş davranışlar vardır. Ve hepimizin üstüne sinmiştir biraz. Buyurganlıkla, eğilip bükülme arasında gidip gelmeler, küçük çıkarlar, yersiz korkular, gizli tembellik, sorumsuzluk,

42

Çok şükür şimdi daha ahlâklıyız, zaten biz cümleten sütten çıkma ak kaşığız. Siz öyle sanın. Ey kadınlar, bilip gördüğünüzün hepsini yazın! Çatılar uçmuş gibi yazın. Ev içleri ayan beyanmışçasına, ne gördünüz ne duydunuz ne yaşadıysanız, hepsini yazın, dünyayı erkekler ateşe veriyor görüp bilindiği gibi, bu yangın yerini yaşanır hale getirmek için yazın... Görülen yazılırsa, neşter vurulursa, öyküler doğru algılanırsa düzelir kamburlarımız. Yoksa Yedi Tepeli Aşk derken, Yetmiş Yedi Kamburlu Memleket'i seyredersiniz ki o daha evlere şenliktir. Bizden söylemesi...


2- Sanatsal anlamda tehlike büyüktür. Hem korkuyu yeşertir hem yazanda kırgınlık, izleyende kamplaşma ve ihbarı getirir, kısacası demokratik duruşun köküne kibrit suyu eker. Ne gereği var? Bütün ayıplar silindi de bu mu eksik kaldı? İdare-i maslahatçılığın anlamsız ve çirkin bir iş olduğunu ne zaman öğreneceğiz? Kendi bindiğiniz dalı nasıl kesersiniz? Kadının cüret ve terbiyesine nizamat vermek size mi kalmış? Böyle ettiniz de pir-ü pak mı oldu ortalık? Beyler, sizin dünyadan haberiniz yok. Ben yazar olduğum kadar sosyal hizmet uzmanıyım da. İnsanı ve toplumunuzdaki defoları bilmiyor olabilirsiniz, olur a, çok steril ortamlarda yetişmişsinizdir, gelin de öğreteyim. Hoş, koymaca akıl da kuşluğa kadar ya... Ayıbı silmek, yanlışı düzeltmek, yarayı sağaltmak polisiye önlemlerle olmaz! Üstüne üstüne giderek olur, göstererek olur. Sanat kuşu ürküntü, korkutma, ceza kesmeye gelemez, o zaman sanat olmaktan çıkar yahut alıp başını gider, çok ararsınız. Bırakın sanat kendi doğrusunda, kendi ufkunda göre göstere, güzelcene işini yapsın. Öğreticilik, polisçilik oynamak da şöyle dursun. Bu insanlar sizin sandığınızdan ileri sağduyuludur, merak buyurmayın. Maraza çıkartan sizsiniz, seyirci değil.

a

Sahneden ve sanattan korkarsanız, acınacak hale düşersiniz.

Benim bu öykülerin yazarı olarak sahnelenmesi yönünde' bir talebim yoktu. Onaylayan da kaldıran da aynı yetkili merci. 3 Ocak günü çıkan haberde yapılan açıklamalarda oyunumuz yanlış aksettirildi, çarpıtıldı ve 'henüz seyretmemiş kişilerce' yanlış anlaşılması sağlandı. Ancak bu haberlerden sonra oyunun yeterince arkasında durulmadığı kanaatindeyim. Oyuna olası tepkilerden ötürü (ki haber çıkana kadar "Gelin Başı'yla ilgili Kenan Işık dışında bir seyirciden tepki almadım) "ara verildikten" sonra yetkililerce yapılan açıklamalar, oyunu savunmaktan ziyade (Oyunun "ara verilerek" savunulamayacağı kanaatindeyim) sansür yapılmadığını savunuyordu. Ancak bu aranın ne kadar süreceği ile ilgili bir bilgi yok elimizde. Ocak ayında sahnelenmedi, Şubat programında da yok. Bu durumda benim sormak istediğim şu, oyun Mart ayında tekrar programa alınsa bile (ki bunun olup olmayacağıyla ilgili bir açıklama yok) Ocak ve Şubat ayındaki seyircinin seyretmesinin önüne geçilmiş olmayacak mı? Neticede Şehir Tiyatroları salonlarının koltuk sayısı belli ve 2 - 3 bin kişi seyredememiş olacak. 'Sansürlendi mi, çarpıtıldı mı, kaldırıldı mı, ara mı verildi', tartışmalarının yanı başında çok bariz bir sonuç var: oyunumuz sahnelenecekti, sahnelenmiyor. Bir yayın kuruluşunun yayına 2 ay ara vermesi ne anlama geliyorsa, oyuna dair ara verilme kararı da benim için aynı anlama geliyor. Kurumun başta verdiği desteği -çarpıtma olduğunu kendilerinin de belirttiğibu haberlerden sonra da vermesini çok isterdim. Oyunun arkasında durulması konusunda yeterli dirayetin gösterilmediğine inanıyorum. Sansür yok diyebilmeyi çok isterdim ama dilim varmıyor.

pe cy

El insaf! Âlemi üstümüze güldürdünüz, el insaf...

HAMİŞ: Bu gerekçe oldu, biz kadınlar, yani toplumun cesur kesimi, 'sakınca öyle olmaz, işte böyle olur' diyerek, kadın yazarlarımızın verdiği sakıncalı öykülerden bir antoloji hazırlıyoruz. Oyundaki öykülere 35 yeni öykü eklendi şimdiden ve adını da:' Kadından, sakıncalı' koyduk, bizler kadar cesur bir yayınevi arıyoruz şimdi. Duyurulur... Seray Şahiner:

1-Yedi Tepeli Aşk geçtiğimiz sezon "Genç Günler" etkinlikleri çerçevesinde sahnelenmişti. Beş kadın yazarın, Nezihe Meriç, Ayşe Kilimci, Evrim Yağbasan, Melisa Gürpınar'ın öyküleri ve benim "Gelin Başı" isimli kitabımdan alınan üç öyküden oluşan, farklı kesimlerden kadınların hayatlarından kesitler sunan, sorunlarını dile getiren bir oyun. Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği bu son duruma kadar oyunu ve ekibi destekliyordu. Oyunu 'Genç Günler' bünyesinden repertuvara alan ve içine "Gelin Başı" isimli öykünün de eklenmiş haliyle onaylayan, Şehir Tiyatroları'nın bu konuyla ilgili yetkili merciidir.

2- Oyunu oluşturan öykülerden üçünün yazarı olarak benim vicdanım rahat, sütten ağzım yandı diye yoğurdu üfleyecek değilim. Bugüne kadar nasıl yazıyorsam bundan sonra da öyle yazmaya devam edeceğim. Yalnız gözden kaçan bir noktaya dikkat çekmek istiyorum, ben herhangi bir kuruma-kuruluşa bağlı çalışmadığımdan, kendim dışında bakmakla sorumlu olduğum kimse bulunmadığından, vicdanımdan başka kimseye yükümlülüğüm olmadığından bu konuda bir özgürlüğüm var. Yazdıklarımdan dolayı karşılaşacağım maddi manevi zararlara katlanacak tek kişi benim. Başka yükümlülükleri de olan insanların sanatlarını diledikleri gibi icra ederken, kendilerini kısıtlamasalar dahi akıllarına gelecek örneklerin içine böyle bir durumun eklenmesi, sözlerini "...rağmen" söylemeleri, en başta onların sanatlarına haksızlıktır. Bundan sonra bir oyun yazarının yahut tiyatroyla uğraşan kişilerin, bir metnin yazım veya sahnelenme aşamasında bizim oyunumuzun akıbetini düşündüğünde bir adım geri durmayı aklından geçilmeyeceğinin bir garantisi var mı? Bu durumun, eserin sansürlenme aşamasına varmadan daha hazırlık aşamasında yaratıcılarını otosansüre sevk etme tehlikesi var. Bir metinde geçen bir kelimenin 'cesaret gösterisi' yahut onu kaldırmanın 'ayağını denk alma durumu' haline gelmesine karşıyım. 'Yedi Tepeli Aşk' oyununu özelinde

43


alırsak, bir mezhepten ya da bir şehirden bahsetmek gayet doğal bir şey, bu kelimelerin bahsedilip bahsedilmeyeceğini tartışmak, savunulduğu söylenen o mezhebi ötekileştirmektir. Haberlerden sonra oyunla ilgili alınan "ara verme" kararının, örnek teşkil etmemesini umuyorum.

oyunumuzu Türk edebiyatının beş değerli kadın yazarının Nezihe Meriç, Ayşe Kilimci, Melisa Gürpınar, Seray Şahiner ve Evrim Yağbasan'ın öykülerinden yola çıkarak oluşturdum.

Evrim Yağcılar:

Cumhuriyet'in kurulduğu yıllardan (Nezihe Meriç1925) günümüz kuşağına (Seray Şahiner-1984) uzanan, kronolojik bir sıraya sahip olan oyunumuzda üç kuşağı birlikte göstermeye çalıştım. İstanbul'da beş kadın... İlk aşkını İstanbul'da yaşayan, İstanbul'a âşık bir kadının evlenerek taşraya göç edişi ve yıllar sonra döndüğünde hatıralarına yer etmiş İstanbul'u arayan kadının öyküsü; ailesinin kendisine uygun bulduğu kişiyle evlenmek zorunda bırakılan ve bir yandan da evleneceği adama bakire olmadığını nasıl açıklayacağının endişesini yaşayan bir kadının öyküsü; kocasından boşanmış, üç çocuğuna bakmak zorunda kalan ve tarikat için 'Yedi Ağlı Don' dikerek ekonomik özgürlüğünü kazanmaya çalışan kadının öyküsü; iki aşk arasında kalmış bir genç kızın öyküsü... Hepsinin de ortak özelliği kadın olmak ve İstanbul'da yaşamak ama her şey kartpostallardaki İstanbul manzaraları kadar güzel değil, bu öykülerde kadınların eşleriyle yaşadığı problemler, ilişkilerinde çektikleri acılar, metroda, otobüslerde yaşadıkları sıkıntılar, tacizler, yani İstanbullu kadınların düş kırıklıkları, korkuları, hayalleri vardı oyunumuzda.

cy

a

1. Öncelikle yapılan açıklama ile alman karar çelişkili. Olumsuz anlam içermediği düşünülen bir tek kelime yüzünden oyun sansüre uğratılmaz. Aleviler "Alevi" kelimesinin kullanılmasından rahatsız olmak şöyle dursun, bundan mutluluk bile duyabilirler. Yok sayılmaktansa ya da günümüzde felsefesinden ziyade dinsel öğeler öne çıkarılarak sadece iftarlar ile gündeme gelmektense bu toplumun bir parçası olduklarının, sıkıntılarının herhangi bir sanat dalı aracılığı ile dile gelmesini yasaklamak değil desteklemek gerekir. Seray Şahiner'in "Gelin Başı" öyküsünü okuyan insanlar öykünün bütününde asla böyle bir rencidenin söz konusu olmadığını açıkça görebilir. Savunma olarak "tepkilerinden ürkülen" Alevilerin tiyatro bombaladığı, insanları öldürdüğü şimdiye kadar görülmemiştir ki asıl bu senaryo rencide edicidir. Ayrıca oyun müstehcen de bulunmuştur. Günümüzde hâlâ tabu olan bekâret meselesinin erkekler tarafından müstehcen bulunması hâlâ konuya olan yaklaşımın değişmediğini göstermektedir ki işte zaten bu yüzden oyun oynanmalıdır. Bir kadının yazıp diğer kadının oynadığı bir öykü tiyatrosundan yine erkekler rahatsız olmuşlar, konuyu karara bağlayıp kapatmışlardır. Eleştirmeden, yüzleşmeden, sorgulamadan hasıraltı edilen ve ortaya çıktığı anda susturulmaya çalışılan aslında kadının sesidir, çünkü görmezden gelmek en kolayıdır. Yani tehlike anında acil durum tabuları olan "Alevilik ve bekâret" ziline basılmış, insanlar yangından kaçar gibi kaçışmıştır.

Ersin Umulu, oyunun yönetmeni "Geçtiğimiz sezon Şehir Tiyatroları'nın düzenlediği 'Genç Günler' kapsamında sahnelenen, 2008-2009 sezonunda İBBŞT'nin 'Genç Tiyatro' repertuvarına alınan ve seyircisiyle buluşan 'Yedi Tepeli Aşk'

'Yedi Tepeli Aşk' adlı oyunumuza ara verilmesi beni ve ekibimizi çok ama çok üzdü, oyunumuzun bunu hak etmediğini düşünüyorum, hele hele 2010 kültür başkenti seçilen İstanbul'da... Oyunumuzun tekrar seyircisiyle buluşması dileğiyle."

pe

Oyunun dört kadın yazarının tepkilerinin ardından oyunun yönetmeni Ersin Umulu'nun görüşleri ise şöyle:

'Yedi Tepeli Aşk' sahnelenmeye başladığı ilk günden bu yana seyircinin beğenisini kazanmış ve övgü dolu eleştiriler almıştır. Ayrıca gala gecesi izleyen eleştirmenler de bana ve oyuncu arkadaşlarıma bire bir beğenilerini dile getirmişlerdir. Bütün bunlara rağmen oyunumuzun herhangi bir mezhebi ve dini grubu rencide ettiği ve faşizanca bulunduğu düşüncesine çok şaşırdım ve üzüldüm. Oyunumuzun ara verilmesine neden olan kadın karakter alevi de olabilir, hıristiyan da, sünni de, musevi de, yani özellikle seçilip rencide edilmeye çalışılan bir grup yoktu. Kadın karakterlerin belirleyici özelliği asla dinleri ve mezhepleri değildi. Ne yazık ki görsel ve yazılı basında bunu mezhep eksenine çekip rahatsızlık duyanların aleviler olduğu söylendi. Ama bütün bunların alevilerin tepkisiyle uzaktan yakından alakası yoktu. Amacımız kimseyi kızdırmak değildi. Yaşanan fakat üzeri örtülen konular konuşulmadıkça daha büyük sorunlar oluşturur kanısındayım. Amacım diyalog oluşturmaktı.

2. Sanat yapan bir kurum için gerçekten kaygı verici bir tutum. Tehlikeyi bertaraf etmeye çalışırken başka büyük bir tehlike yaratılmıştır. Bu sansürün uygulanması diğer sansürlerin yolunu açacak ve sahneye özgürce oyun konulmasını engelleyecektir. Korku sanata egemen olacak, sanat amacından sapacak, siyasete teslim olacaktır. Baskı altında yapılan tiyatronun ne kadar yaratıcı, çağdaş ve yenilikçi olması beklenebilir?

44


"Yedi Tepeli Aşk" oyununun beş kadın oyuncusundan biri, Hasibe Eren ise "Oyunumuzu izlemeyenler için kısaca özetlemek isterim: "Yedi Tepeli Aşk", kadın oyuncular tarafından yedi öykünün art arda oynanmasından oluşan bir öykü tiyatrosu formudur. İlk ve son öykü tüm ekip tarafından oynanmakta, diğer öyküler kısa birer tek kişilik performans niteliği taşımaktadır. İstanbul'da yaşayan, eğitimli/eğitimsiz farklı sosyo-ekonomik düzeyden beş kadının hikâyesi... Aşk yarasının, geçim sıkıntısının, hâlâ tartışmalar yaratabilen bekâret sorununun, aile ve çevre baskısına karşı tercihler için verilen kavganın, İstanbul'un olağanüstü hızlı değişiminin yarattığı kargaşanın farklı kadınlardaki izdüşümlerine tanık olduğumuz bir oyun. "Kadın 01mak"la ilgili güzel sorular soran, önemli konuları tartışan bir oyun olduğunu düşünüyorum. Özellikle çağdaş Türk tiyatro yazınında günümüz kadınlarının sorunları ve kaygılarıyla ilgili ne kadar az metin olduğu göz önünde bulundurulursa önemi daha da artıyor.

İBBŞT'nin "Yedi Tepeli Aşk"ın oynanmasına ara verilme kararına tiyatro dernekleri de görüşlerini şöyle belirtti. İŞTİSAN (İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği) adına Başkan Haşmet Zeybek: Söz sanatları üzerindeki tehlike ve söz sanatlarının önemi dünya var olduğu sürece iktidarların önündedir. Herkes sözünden yaralanmıştır. İnsanın gözü çıksa yaşar da sözü çıksa yaşayamaz. Tiyatro denen meslek, sözel sanatlar olduğu için kutsaldır. Hiçbir balerin muhalefet yaptığı için tutuklanmamıştır bugüne kadar, hiçbir bale oyunu yasaklanmamıştır. Söz sanatları böyle tehlikeli bir iştir. Sözün üzerinde her zaman göz vardır. Peki, nasıl olur; söz allayıp pullayıp görünmez hale getirilebilir. Estetik sanat dediğimiz de budur, sözü gizleme biçimidir. Bu arada muhbirlerin işi de o gizlenen şeyi ortaya çıkarmaktır ve bu yasaklar, sanat hayatına başladığım 1966 yılından 2008 yılına kadar artarak geldi. Neler oldu; sözün içeriği boşaltıldı. Eğer içerik yoksa söz uçmaz. Her darbede sözün içi boşala boşala içeriksiz bir sanat yapılır hale geldi ve bunun adı ölü sanattır. Biraz canlı olduğu zaman bir yerlere dokunur.

pe

cy

a

"Yedi Tepeli Aşk"m sahneleme anlayışı, oyunculuk kalitesi ve diğer tüm sanatsal unsurları elbette eleştiri konusu olabilir. Ama iki yazarı ve bir oyuncusu Alevi olan bir oyuna "Aleviler rahatsız olabilir," denmesi kabul edilemez. Hele hele faşizan bulunması bu oyuna yapılamayacak tek eleştiridir. Hatta hakaret sayılabilir. Alevi kimliğimi ve bu konudaki hassasiyetimi bir kenara bırakalım. Akademik eğitimimi dramaturji ve tiyatro eleştirisi üzerine yaptım. Takdir edilmesi gerekir ki değil ana izlek, yan izlek; herhangi bir alt anlam ya da ima bile en başta beni rahatsız eder. Bekâret sorununu tartışan "Gelinbaşı" (Yazan: Seray Şahiner) adlı öyküde, basında da daha önce açıklandığı üzere "Alevi" sözcüğü bir kez geçmektedir. ('Babam beni bizden olmayan birine vermek istemiyor. Bizden dediğim Alevi yani' cümlesinde) "Geçmeseydi olurdu"yu kabul edemiyorum çünkü öykünün çatışma noktalarından birini kızın, ailesinin onu Alevi olmayan birine vermek istememesi oluşturuyordu.

Özetle, biz "Yedi Tepeli Aşk"m kadınları olarak üzgünüz, haksız eleştirilere maruz bırakıldığımız için. Üzgünüz, asıl tepkiyi uyandıranın ne olduğunu bildiğimiz halde susmak zorunda bırakıldığımız için. Üzgünüz, günümüz kadınlarının hikâyelerini, sorunlarını sahneye taşıyamadığımız için. Üzgünüz..." diye görüşlerini belirtti.

Oyunun tüm öykülerini defalarca deşifre etmiş biri olarak esas sorunu analiz etmek benim için çok kolay. Daha derinlemesine fikir sahibi olmak isteyenlere Can Yayınları'ndan Seray Şahiner'in "Gelinbaşı" adlı kitabından "Yedi Ağlı Don" isimli öyküyü okumalarını öneririm. Oyunumuzun üçüncü bölümünü oluşturan Terzi Fidan'ın hikâyesini yani. Kocasından boşandığı ilk yıllarda üç çocuğunu geçindirebilmek için yedi kat ağlı donlar dikiyor. Fidan, ürettiklerini sattığı kesime ait kadınların nasıl hızlı bir değişime uğradığını olaydan yıllar sonra müthiş komik ve ironik bir dille kendi özeleştirisini yaparak anlatıyor. Asıl dikkati çeken ve eleştirilere hedef olan öykü budur. Bazı kesimleri rahatsız etti. Ama hedef şaşırtıldı.

Söz sanatlarında ustalaşmış olarak bizim işimiz, görevimiz şu; Gençlerimize diyeceğiz ki, oyunlarınızı özgürce yazınız, sonra onları korumaya alacağız. Şöyle söylerseniz olmaz, deyip detayıyla uğraşacağız. Buradaki sansür detayadır. Eğer çok üstüne gidilmeseydi, oradaki bir iki cümle kaldırılabilirdi ve oyun oynanabilirdi. Sözel sanatlarla iş yapan insanlarımız 'nasıl ben bunu etik, estetik hale getiririm de anlatacağımı anlatırım'ı bilmeli. Bu bir savaş, yoksa sözün üstünde özgür, sonsuz, dilediğin gibi yap, diye bir şey yok. Adamın söyleyecek sözü yoktur o başka, karnından konuşan serbest, beyninden konuşan yasaklıdır. Sanat danışmanı olan arkadaş buradaki koruyucu kollayıcı görevim yerine getireceğine olayı açığa çıkartmıştır. Şehir Tiyatroları Yönetimi de işin üstüne gidememiş, oyuna kaldırmıştır. TEB (Türkiye Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Türkiye Merkezi) adına Başkan Üstün Akmen: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya'nın "Yedi

45


Tepeli Aşk" oyununun sahnelenmesine ara verilmesini "sansür değil, sıcak ortam nedeniyle alınmış idari bir karar" olarak değerlendirmesi; idari midari, her neyse ne, ama özetle bir gaflet kararıdır. Bu karar, 20082009 tiyatro sezonuna yirmi yeni oyunla ve büyük bir seyirci artışı ile başlayan, Türkiye'nin ilk Çocuk Tiyatrosu Sahnesi'ni açmaya, İstanbul'a yeni tiyatro binaları kazandırmaya hazırlanan ve genel başarı grafiği gerçekten de hızla yükselen İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Yönetim Kurulu'na, onun başarılı Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya'ya, belediyenin kültür-sanat danışmanı Kenan Işık'a yakışmamıştır.

TOBAV (Devlet Tiyatrosu Opera ve Balesi Çalışanları Yardımlaşma Vakfı) adına Başkan Tamer Levent 1- Şehir Tiyatroları bu oyunla ilgili bir açıklama yapmıştı. Alevi sözünün bir kere geçtiği ve olumsuz anlamlar çağrıştırmadığı ifade edilmişti. Ben oyunu görmedim. Ama Şehir Tiyatrosu'nun açıklamasına inanmak istiyorum. Çünkü onlar gerek bu oyunu seçerken, gerek sahneleme çalışmaları yapılırken, gerekse dramaturgi aşamasında alevi vatandaşlarla ilgili yanlış anlaşılmalar varsa bunların rahatlıkla düzeltilebileceği bir süreç geçirdiler. Bu süreçte, böyle bir durum varsa onu fark edip neden değiştirmesinler? Bu tiyatro yönetiminin kendi sorumluluğunda olan bir şeydir! Ancak, bizde en büyük tehlike, kimse ödenekli tiyatro yöneticilerine kendi yönetimini gerçekleştirme şansı vermiyor, herkes sanki sürekli bir açık arıyor. Hiçbir şey yapmasalar "milletin vergilerinden kesilen paralar" diye başlıyorlar... Evet, bu paralar demokrasi kültürünün gelişmesi için tiyatroya harcanacak, bu önemli değil mi?.. Medyanın bir bölümü linç etmeye her zaman hazır zaten!.. Ben tiyatro yöneticilerinin kendi sorumluluklarının farkında olacağını ve böyle bir yanlış yapmayacaklarını düşünüyorum. Ancak oyunun kaldırılmaması gerekirdi. Aksine oynatılmalıydı. İzleyiciye gösterilmeli. Eleştirmenlerin görüşlerine açılmalı. Aynı spekülosyanlar Devlet Tiyatroları'na da yapılıyor.

cy

a

Kamuoyuna duyurulan Yönetim Kurulu kararının içeriği de esef vericidir. Genel Sanat Yönetmeni'nin sözlerini çarpıttığı ve anlamından uzaklaştırdığı; yaptığı haber ile Şehir Tiyatroları kurumunu nesnel anlamda tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir provokasyon ortamına sürüklediği iddia edilen bir basın organından, yani Milliyet Gazetesi'nden "basınımızın saygın gazetesi" olarak söz etmek de İBBŞT Yönetim Kurulu'nun eyyamcılığını ifade etmektedir. Bu eyyam ağalığı tavrı, üzgünüm ama imzalayan sanatçıların sanatçı kimliklerine halel getirmiştir. Beyanat verenin sözlerini çarpıtan, o sözlerden başka anlamlar çıkarılmasına neden olan, bilerek ve isteyerek provokasyon ortamı yaratan gazete değil "saygın" olarak anılmak, protesto edilmeye müstahak, tam anlamıyla "gayrimuteber" bir yayın organıdır.

getirenlerse, ne yalan söyleyeyim, hiç mi hiç umurumda değildir.

2- Buna sansür denir mi bilmiyorum? Bu oyunda alevi vatandaşlarla ilgili bir gerçek mi aydınlığa kavuşturuluyor da ona mı izin verilmiyor? Ya da hiç gereği yokken alevi vatandaşları üzeceği düşünülen bir söz kullanıldığı için yasaklama mı yapıyorlar ? Bu yasaklamayı kim yapıyo? Tiyatro Yönetim Kurulu mu, yoksa Belediye mi ? Ya da belediyenin emri-isteği üzerine mi yapıyor bunu Tiyatro? Bu sorulara verilecek doğru yanıtlar olayın nasıl adlandırılması gerektiğini ortaya çıkaracaktır.

pe

Diğer taraftan, "erteleme" uygulaması adıyla sanıyla bal gibi sansür uygulamasıdır ve sanatsal anlamda yarınlar için gerçek bir tehlike işaret fişeğidir. Bu fişeği ateşleyenler olarak iki değerli sanatçı Kenan Işık ve Orhan Alkaya'nın adlarının anılmasıysa hazindir. Nedim Saban'ın dediği gibi, içinde ensest ilişki var diye yarın "Hamlet'in de "ertelenmesi" hiç kuşkunuz olmasın mukadderdir. "Provokasyon ortamındayız, oyun da toplumu sınıflandırıyor," diyerek "Vişne Bahçesi"nin de sahnelenmesi "idari bir karar"la her an "ertelenebilir". İçinde "Alevi" sözcüğü geçti diye, "tarikat" sözcüğü anıldı diye, "kızlık zarı", "bekâret" dendi diye birileri "provokasyon ortamı" yaratabiliyor, "Yedi Tepeli Aşk" oyununun sahnelenmesi engelleniyorsa, yarın öbür gün, içinde orospular var diye "Üç Kuruşluk Opera"nın da "ertelenmesi" pekâlâ mümkündür, daha doğrusu "idari karar" alanların işlerinin gereğidir. Son sözüm şu ki, Kenan Işık dostumun biraz daha vicdan muhasebesi yapması, Orhan Alkaya kardeşimin o ünlü "idari karar"ı bir kez daha ve de "aklıselim" ile yeniden gözden geçirmesi samimi dileğimdir.

Galalarda, oralarda, buralarda rastlanıldığında göz göze gelmekten, selam vermekten, telefona yanıt vermekten kaçınarak konuyu şahsi kompleks haline

46

DETİS (Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği) adına Başkan Alper Dal: Bilindiği gibi, İstanbul Şehir Tiyatrolarında "Yedi Tepeli Aşk" oyunu sezon başında seyirciyle buluşmuştu. Yönetmenliğini 'nun yaptığı, beş kadın yazarın hikâyelerinden- ve - yola çıkarak uyarlanan oyun geçtiğimiz aya kadar yoğun bir ilgiyle karşılanmış, bunu kimi olumlu eleştiri yazıları da takip etmişti.


Ancak oyunun birtakım talihsiz açıklamalar doğrultusunda repertuvardan kaldırılması, son derece rahatsızlık veren bir durum oldu. Oyunda söz konusu hikâye, Seray Şahiner tarafından kaleme alınan, "Yedi Ağlı Don", daha önce Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü'nü kazanmış, kitap Can Yayınları tarafından yayımlanmıştı. Bu süre içinde yapıt, okurdan ve eleştirmenlerden tatsız bir eleştiriyle karşılaşmamıştı. Dolayısıyla yazar - okur ilişkisinde de yazar Seray Şahiner bir anlamda eksi puan almamıştı. Buradan yola çıkarak göz önünde bulundurulması gereken genel yaklaşım bizce şu olmalıydı: İstanbul Şehir Tiyatroları da, bizim bağlı olduğumuz Devlet Tiyatroları gibi tüzel kişiliğe haiz bir kurum olduğundan, bir oyunun repertuvara alınması için, benzer uygulamalardan geçilmekte olduğu vurgusuna gidilmeliydi.

Örgütlerin görüşlerinden sonra iki eleştirmen de konuyla ilgili görüşlerini şöyle ifade etti: Seçkin Selvi: 6 ay önce oynanmaya başlayan ve Yönetim Kurulu'nun belirttiği gibi izleyiciler ve eleştirmenler tarafından olumlu değerlendirilmiş olan bir oyunun niteliği ancak belediye protokolü izlediği zaman belirlenecekse vay halimize. Biz sözümüzün ve seçimlerimizin arkasında durmayı ilke ediniriz. O nedenle şu ya da bu kaygıyla alınan bir karar tabii ki sansürdür. Dediğim gibi, nedeni ne olursa olsun, bir kez ödün verildi mi, belirli yapıdaki iktidarlar bunun arkasını getirir. Dilerim, İBB Şehir Tiyatroları'nın yalnızca dışı (binası) yıkılmakla kalsın, içine sahip çıkalım.

pe cy a

İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda da bir oyunun genel repertuvar havuzuna alımında, önce dramaturglar, oyun metnini inceliyorlar, hakkında rapor yazıyorlar, bunun sonucunda ancak "Repertuvar Kurulu" tarafından kabulü gerçekleşiyor. Seray Şahiner'in yazmış olduğu metnin de aynı güzergâhlardan geçmiş olduğunu düşünmek, bizim nasıl bir sansür uygulamasıyla karşı karşıya olduğumuzu bir kere daha gösteriyor.

ve otosansür girişimlerine karşı çıkmaktayız. "Yedi Tepeli Aşk" oyununun, repertuvardan kaldırılmasını, hem de bir sanatçı eliyle, arkasına kamuoyu baskısı üretilerek alınmaya çalışılan sansür girişiminin bir parçası olarak görmekteyiz ve bu tavrın bir an önce değiştirilerek, oyunun yeniden İstanbul Şehir Tiyatroları repertuvarına ivedilikle sokulmasını arzu etmekteyiz.

Oyun, "Repertuvar Kurulu"nda kabul edildiğine göre, İstanbul Şehir Tiyatroları dramaturgları tarafından, metinle ilgili olumlu raporlar yazılmış olduğu kolaylıkla anlaşılıyor. Oyunun, bu işleyişe göre "Repertuvar Kurulu"nda kabul edilerek seyirci karşısına çıktığı söylenebilir. Yine Devlet Tiyatroları'nda olduğu gibi, İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda da, seyirci karşısına çıkan her oyunda iki koltuk boş bırakılması zorunluluğu var. Bu koltuklardan biri Emniyet Müdürlüğü, diğeri de Cumhuriyet Savcılığı için hazır bulundurulmaktadır. Aynı durumun bu oyun için de söz konusu olduğunu bürokratik açıdan biliyoruz, bunun karşılığında ne Emniyet'ten ne de Savcılık'tan "Yedi Tepeli Aşk" için, ters bir görüşün iletilmediği de anlaşılmaktadır.

Hasan Anamur:

S

İki sorunuzu birleştirerek yanıtlamak isterim: eyircisi olan bir oyunun

şu ya da bu nedenle geçici olarak da olsa sahneden çekilmesi, bunun da İstanbul Şehir Tiyatroları gibi tiyatroyu | gerçek boyutuyla temsil etmek üzere var edilmiş bir kurumda yaşanmış olması, her bakımdan kaygı verici bir gelişmedir, daha doğrusu gerilemedir.

Bir sanat, yazın ya da tiyatro eserini değerlendirecek, Bununla birlikte yinelemek gerekirse, oyunun ne bir esere ömür biçecek olanlar o alanın sanatçıları, anlattığı, neyi vurguladığı dikkate alınmadan oyuna okurları, seyircileri ve eleştirmenleridir, "dıştan" yönelik dedikoduların üretilmesine yönelik geldiği söylenen baskılar değil. Ne okur aptaldır ne yaklaşımları hoş görmemek gerekmektedir. Yanı sıra de seyirci. Değerlendirmesini kendisi yapacak kimi gazetelerin sanat editörlerinin de, sanatçılardan yetkinliktedir. Bir oyun ancak seyirci gitmezse bile geliyor olsa, kişisel kaygılar, kişisel görüşler kalkar. Farklı uygulamanın adı da farklı olur. olarak ortaya atılan düşüncelerden oluşturulan haberlere daha serinkanlı yaklaşmalarını arzu İBB Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Orhan etmekteyiz. Bu durum zaman zaman sanat kurumlan Alkaya 'nın dışında konu ile ilgili kişi ve kurumların çalışanlarına, arkaplanında örtük ya da örtük olmayan, görüşlerinden sonra İBB Başkan Danışmanı Kenan ideolojik dayatmaları barındıran, direten bir Işık'ın görüşlerini aktarıyoruz, Sayın Işık'a iki mekanizmanın varlığını da düşündürmektedir. Bunu sorunun dışında tiyatro kulislerinde dolaşan bir kendi içimizden olarak kabul ettiğimiz sanatçı soruyu daha yönelttik. "Yedi Tepeli Aşk" oyununun arkadaşlarımızın kullanması da ne yazık ki, kaldırılmasını sizin önerdiğiniz konuşuluyor. Siz kabullenilemeyecek bir durumdur. böyle bir öneride bulundunuz mu? Toparlayacak olursak, biz DETİS olarak bütün sansür

47


Kenan Işık:

Her neyse!..

Beş yıla yakın "İBBŞT"de Genel Sanat Yönetmenliği yaptım. Repertuvar oluşturmaktan oyunların sahnelenmesine kadar yetkim dahilinde olan hiçbir alana siyasi bir iradenin müdahalesine ne fırsat verdim ne de izin. O süre içinde belediyeye bir kez bile gitmedim. O dönemde yüzlerce yönetim kurulu kararı -Zuhal Ergen'in kanımca sanatsal olmaktan öte şahsi bir şerh'i dışında- tek bir şerh bile konmadan hep oybirliği ile alındı. Karar defterleri orada duruyor. Dileyen gidip inceleyebilir. Bu arada zahmet edip İBBŞT tarihinde böyle bir dönemin olup olmadığına da bakmalarını tavsiye ederim. Yine sırası gelmişken o dönemde yönetim kurulu üyeliği yapmış bütün arkadaşlara teşekkür ederim. Ayrılırken edemedim çünkü Genel Sanat Yönetmenliği'nden ayrılmamın ana nedeni dönemin Kültür İşleri Daire Başkanı'yla Mehmet Ulusoy'un sahneye koyduğu "Woyzcek"

48

oyunu ile ilgili görüşleri yüzünden yaptığım tartışmadır. Bu tartışmanın tanıkları yaşıyor (Muharrem Ergül, Abdullah Kaplan). Şenol Demiröz'e söylediğim tek söz şuydu " Sen tiyatrodan anlamazsın. Bu nedenle de bu oyunu seninle tartışmam. Ama büyü bozuldu. Lütfen göreve gelirken tarihini boş bırakarak sana verdiğim istifa dilekçesine bugünün tarihini at ve istifamı kabul et." Sonradan olanları düşünüyorum da beş yıl sağdan soldan gelen bütün eleştirilere göğüs gererek bu eleştirileri bize bir kere bile yansıtmayan Şenol Demiröz'e, "tiyatrodan anlamazsın," diyerek haksızlık etmişim. Yine sırası gelmişken bir özür ve teşekkür de ona... İstifamın ertesi günü Devlet Tiyatroları'na döneceğimi sanmıştım. Çünkü kadrom oradaydı. Bu kadro durumu da dırdırlandı yıllarca... Yok efendim ben çift maaş almak için bu görevi kabul etmişim filan. Rahmi Dilligil de buna inanmış olacak ki bana bazen günde iki kere gönderdiği soruşturmaların birinde bunu da dile getirmişti. Yahu dırdır edip duracağınıza İBBŞT'nin maaş bordrolarına bakın olsun bitsin. Olmadı telefonla sorun... Dedim ya, "Linç mantığı"... Danimarka ille de kokuşacak. Devlet Tiyatroları'na dönemedim. Çünkü Rahmi Dilligil beni Konya'ya gönderiyordu. Akıllı ya! Ben Konya'ya gitmeyeceğim o da sözleşmemi feshedecek... İstifa ettim. Ona bir gazete röportajında yalaka ve yeteneksiz dediğimi iddia ederek beni mahkemeye verdi. İstediği 10.000 liralık bir tazminattı. Öderim, dedim kendi kendime ve hâkime neden böyle dediğimi avukatlarım aracılığıyla ilettim ve beraat ettim. Başka bir duruşmada da yüzüne karşı söyledim. (Ayla Algan ve Yekta Kara tanıktır.) O sırada Can Gürzap birilerine diksiyon, fonetik ve beden dili dersleri veriyordu özel stüdyosunda... Aynı zamanda özel tiyatrolarda oynayarak...

pe cy a

Öncelikle, nereden ve kimden gelirse gelsin bir siyasi iradenin sanata müdahalesine karşı olduğumu beni tanıyan herkes bilir. Bilmeyen varsa da orada burada dırdırlamadan önce yazılı ve görsel medyada defalarca dile getirdiğim bu görüşlerimi ihtiva eden kaynaklara ulaşır. Kuşkusu varsa benden ister, gönderirim. Ah o linç duygusu!.. "Dünyayı aldatmak için dünyanın rengine bürünen" Lady Macbeth psikozu. Yeri gelmişken Türk tiyatro tarihinde bir oyunda belki de ilk kez göğüslerini açmıştı bir oyuncu (Sumru Yavrucuk - Lady Macbeth). TV ekranına benim genelde sansüre meyilli olduğumu rahatlıkla ve hiç yüksünmeden iddia eden Can Gürzap da "Vay be," demişti bana, "Valla iyi cesaret." O günlerde Sumru'nun sadece oyunculuğu konuşulmuştu, göğüsleri değil. Oysa şu günlerde magazin basını Can'ın partnerini nasıl öptüğünden dem vuruyor sadece. Can'ın nasıl oynadığından değil... Valla ne diyeyim Can. Seni en son gördüğümde (Park Kafe) Mine Acar'ın genel müdürlüğünü içine sindiremediğini söylüyor, tiyatronun ağabeyi olarak rejisörlerin oyunlarını çekmelerini teklif ediyordun bizlere. Ben çektim (Ölümsüz Öykü - AKM) peki sen?.. Rahmi Dilligil'in genel müdürlüğü sırasında da sağa sola sallayıp duruyordun, biz de sana inandık ardın sıra gittik. Biz tiyatrodan atıldık ama sen?.. Sonradan Rahmi Dilligil ile aranızda bir "Diyalog" kurup karşılıklı anlaşmışsınız diye duyduk. İtiraf edeyim, Amedeus'u seyrettiğimde Salieri'yi bu kadar içselleştirdiğin pek anlaşılmıyordu. Ama hakkını teslim etmek gerek, özel hayatında bu rolü acayip oynuyorsun.

Ben ayrıldıktan sonra İBBŞT'den iki rejisör oyunlarına müdahale ettiğimi dıdırlamışlar. Bilenler bilir. Ben yanlış anlaşılmasın diye oyunların genel provalarına bile gitmiyordum. Daha önce Devlet Tiyatrosu'nda sahneye koyduğum "Derya Gülü" oyununa biraz da meraktan gittim. Final sahnesi oyunun temasına o denli ters düşüyordu ki söylemeden edemedim. Söyledim ama nihai kararı, bu durumu eğer sorarsa yazara da açıklamasını rica ederek rejisöre bıraktım. Bana hak vermiş olmalı ki ben provayı terk ettikten sonra "patron istiyor," diyerek sahneyi değiştirmiş. Eee! Ne yapsın rejisörcağız "patron haklı," diyemezdi ya onca oyuncunun içinde... Patronun daha sonra tiyatrodan koptuğu altı yıl boyunca üniversitede "dramatik doğaçlama", yüksek lisans öğrencilerine "metin çözümlemesi" dersleri vereceğini nereden bilecekti. Bunu bilecek donanımı olsa oyunun temasını böyle çarpıtmazdı zaten. Gelelim Mustafa Demirkanlı'nın sorusuna...


Danışmanlık karar veren ve uygulayan bir merci değildir Sevgili Mustafa. Bunu benden iyi bilirsin. Danışmanlar eğer sorulursa -tıpkı Orhan Alkaya'nın Genel Sanat Yönetmenliği'ne atanmasında olduğu gibi- sadece fikrini söyler. Uygulayıp uygulamamak atama kararını verecek resmi yetkiliye aittir. Atadıktan sonra da Genel Sanat Yönetmeni'nin uygulamalarına müdahale etmez ya da etmemesi gerekir. Şikâyetler olur. Daha önceki örneklerinde olduğu gibi eskaza oyunda görevini ihmal eden bir hemşire karakteri varsa bütün hemşireler ayağa kalkar. "Mesleğimiz kutsaldır biz asla görevimizi ihmal etmeyiz," diye. Hemşireler, bakkallar, avukatlar ya da polisler ya da alevi yurttaşlar... Gazetelere fakslar çekilir, telefonlar edilir filan... Bu durumda muhatap belediye başkanı ya da danışman değil, doğrudan doğruya Genel Sanat Yönetmeni'dir. Oyunu repertuvara alan, rejisörü, dekoratörü atayan, gerektiğinde rol dağılımına da müdahale eden Genel Sanat Yönetmeni.

Gazetecinin teyp kayıtları duruyor olmalı. Bu kayıtlarda benim Genel Sanat Yönetmeni'nin uygulamalarına karışmak, müdahale etmek adına yetkim ve sorumluluğumun olmadığına, ayrıca Genel Sanat Yönetmeni'nin uygulamalarına müdahale etmeyi ayıp ve yakışıksız saydığıma ilişkin sözlerim mevcut. Değilse gazetelerde mevcut... O da görülmediyse -görmek istemeyen göz görmez çünkü-Orhan Alkaya'nın oyunu ertelemenin bizzat kendi kararı olduğuna ilişkin gazete beyanları var ortada. Eğer o da görülmediyse oyunun ertelenmesine ilişkin Yönetim Kurulu'nun kararı var, basına ve bana gönderilen. Buna rağmen birileri hâlâ oyunu benim sansürlediğime dair orada burada dırdırlanıyorsa ben ne diyebilirim ki Sevgili Mustafa Demirkanlı? Üstelik oyunun bizzat Orhan Alkaya'nın sansürlendiğini ima eden yazın Tiyatro Dergisi web sitesinde kapı gibi duruyorken.. Yine o mahut linç psikozu işte. Saçma da olsa, mesnetsiz de olsa bana bu dırdırlara cevap verme fırsatı verdiğin için bir teşekkür de sana... Neyse olan oldu. Keşke olmasaydı. Bu meselede en çok "Tiyatro" hırpalandı. Sonra da öykünün yazarı, Orhan Alkaya ve ben... "İŞTİSAN" bildirisindeki bir cümleye çok üzüldüm ve kırıldım. Orhan Alkaya gazetelerdeki beyanlarının çarpıtıldığını ve anlamından uzaklaştırıldığını söylüyor. Aynı şey benim için de geçerli olabilir mi acaba Sevgili Haşmet Zeybek? Beş yıla yakın süre onurla Genel Sanat Yönetmenliği'ni yaptığım İBBŞT'yi faşistlikle suçladığıma dair kaleme aldığın (!) bildiri, beni en can alıcı yerimden vurmak adına kasten ve isteyerek çarpıtılmış ve anlamından uzaklaştırılmış olmasın sakın?

pe

cy a

"Yedi Tepeli Aşk" oyunu için de bazı şikâyetler olmuş. Bu şikâyetler bana yansıtıldığında, itiraf edeyim, önce "Repertuvarda böyle bir oyun yok," deme gafletinde bulundum. Oysa varmış. Gençlik festivalinde iki kez oynanan bu oyun -ki bu oyunda tartışmalara konu olan "Gelin Başı" öyküsünün olmadığı söyleniyor- daha sonra repertuvara alınmış. Orhan ile konuşup oyuna gittim. Sonrasında buluştuk ve daha öncesinde de olduğu gibi iki tiyatro adamı olarak konuştuk. Benim eleştirilerim daha çok oyunun estetik kalitesi ile ilgiliydi. Sonrasında oyundaki bir tek cümlede geçen "Sivas" ve "Alevi" vurgusunun aleviliği ötekileştirerek alevi yurttaşları inciteceğini, bu nedenle de faşizan bir içerik taşıdığını, böyle anlaşılmasının da Şehir Tiyatroları'na yakışmayacağını söyledim. Orhan Alkaya onca yıllık arkadaşım. Genel Sanat Yönetmeni olmasa da söylerdim bunu... Orhan; ezcümle "Ben alevileri severim. Oyunun böyle anlaşılmasını da asla istemem," diyerek oyunun rejisörü ile konuşup bu iki kelimeyi oyundan çıkarmayı teklif etmeye karar verdi. Sadece teklif etmeye... Teklif de etmiş. Rejisör ya da yazar hangisi bilmiyorum, "Sivas" lafı çıkabilir ama "Alevi" lafı kalsın demişler. Orhan da "Siz bilirsiniz her halükarda arkanızdayım," diyerek ayrılmış... Bunu bana söylediğinde "Herhalde bu uyarını sansür olarak algılamamışlardır," dedim. "Hayır," dedi. "Kararı ben onlara bıraktım." Böylece mesele kapandı. Daha doğrusu Milliyet Gazetesi muhabirinin telefonuna kadar ben kapandı zannettim. Gazetecinin sorularından anladım ki mesele kapanmamış, tam tersi açılmış ve daha da açılmaya aday. Gazeteci alevi yurttaşların gazeteye telefonla ve faks çekerek oyunu şikâyet ettiklerini, benim bu konuda ne düşündüğümü sordu. Ben de söyledim. Gazeteciye söylediklerimi daha önce bir danışman olarak değil, bir sanatçı olarak soran herkese söylemek zorunda olduğumun altını çizerek Orhan Alkaya'ya da

söylemiştim. "Keşke söylemeseydi," onun düşüncesi...

Ah!.. Sevgili Haşmet ya da Sevgili Orhan, Sevgili Mustafa Demirkanlı!.. Ne diyordu Oğuz Atay "TUTUNAMAYANLAR"da: TURGUT- Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın, kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. ACI!.. Hepsi bu... Not: Bu konuda son kez konuştum ve kim ne derse desin, artık tek bir kelime bile söylemeye ne niyetim var ne de takatim... "Yedi Tepeli Aşk" oyununun sahnelenmesinin öyküsü ve tepkilerini aktarmaya çalıştık, kararı herkes kendi verecektir. Yayın Yönetmeni Mustafa Demirkanlı ise görüşlerini "Kırk Yılda Bir " köşe yazısında aktarıyor, aynı yazı Dergi 'nin portalında da yayımlanmıştır.

49


Kırk Yılda Bir

Mustafa Demirkanlı / mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Sansür mü? İdari Karar mı? Bu soru her zaman sorulur ve "Yedi Tepeli Aşk" oyununun belirsiz bir süre sahnelenmesine ara verildiği süreç gibi süreçlerde de hep bu biçimde tartışılmıştır. Kararı verenler "idari karar" olarak niteler, karşı çıkanlar da bunu her zaman "sansür" olarak niteler, Orhan Alkaya da böylesi bir karar almadan önceki gerek sanat yaşamında gerekse politik yaşamında ikirciklenmeden "sansür" diyenler safında olmuştur her zaman. Yargımı başta aktardıktan sonra olayın biraz daha detayına girerek görüşlerimi açmak istiyorum. Öncelikle neden on gün kadar uzun sayılabilecek bir süre görüş belirtmeden sadece izlemekle yetindiğimi açıklamakla başlayayım. Tek gerekçesi var; inandığım ve hâlâ inanmak istediğim, aynı dergide 17 yılını birlikte geçirmiş, oğlumun kirvesi, arkadaşım, hâlâ dostum olduğunu düşündüğüm Orhan'ın yaptığı yanlışı göreceğini ummam ve bu yazıyı yazmaktan kurtulacağımı düşünmemdi, yani kaygım mesleki değil sadece duygusaldı, mesleki anlamda olmaması gerekendi anlayacağınız. Ama olmadı, -amiyane tabirle- sıyıramadım. Orhan Alkaya yanlışında direndi.

pe cy

a

Bu tür idari görevler -ki ödenekli kurumlar Sanat Yönetmenlikleri, sanatsal olmaktan çok idari görevleri ağırlık kazanan kurumlar oldu uzun süredir, bu nasıl oldu, nasıl bu noktalara gelindi sorusu çok daha uzun, bir başka tartışma konusu, bunu şimdilik geçelim- hata kabul etmeyen, hataya izin vermeyen hassas görev noktaları oldu. Yumurta küfeleri artık sadece "sanatsal" yumurtalarla dolu değil, daha da kırılgan "politik" yumurtaların ağırlıklı olduğu küfeler olduğunu unutmadan adımların atılması gereken, bir anlamda artık cambazlık maharetinin öne çıktığı ömür törpüsü süreçler. Önemli olan bu süreci "tiyatro" adına doğru yönetebilmek. Uzun gevezelik gibi görünecek olan bu girişten sonra sadede geleyim. Her "sansür" bir "idari karardır", yani "idari kararlara" sanatın penceresinden bakılan adıdır, "sansür". Bugüne kadar hiçbir idari makam "sansür" uyguladım dememiştir, demez de. Her kararın ardında: "Bu, tehlikeli sonuçlar doğurmaya aday provokasyon ortamında, tiyatromuzu, seyircimizi ve ekibimizi koruma amacıyla, 'Yedi Tepeli Aşk' oyunumuzu oynamaya ara verdiğimizi, özellikle Şehir Tiyatroları seyircilerinden özür dileyerek kamuoyuna duyururuz," benzeri gerekçeler olduğunu Orhan Alkaya benden daha iyi bilir. Eminim ki bu duruma verebileceği örnek birikimi, benimkinden birkaç kat daha fazladır, her idari kararın ardında "kamu güvenliği", "genel ahlâk", "gençleri korumak", "provokasyona izin vermemek" yani son tahlilde "hamilik" yatmamakta mıdır? Biz bu "hamilikleri" her zaman "sansür" diye adlandırmadık mı? 3 Ocak ve öncesine dönersek. Orhan Alkaya, Milliyet muhabiri Ömer Erbil'in ilk haberinde geçen "Belediyeden de oyuna tepki var. Hayatta en son düşüneceğim şey sansür ama Alevi toplumunun tepkisi beni ürkütüyor. Sivas kısmı rahatsızlık yaratır diye o kısmı kaldırttım. Benim algımla baktığımda bir sorun göremiyorum. Kadını savunan bir hikâye bu. Ama tedirgin oldum." (Milliyet, Ocak 2009) açıklamasının ve diğer açıklamalarının tam olarak bu olmadığını, çarpıtıldığını söylüyor. Telefonla görüştüğüm Ömer Erbil ise haberini savunuyor, yazılanların aynen Orhan Alkaya'nın cümleleri olduğunu iddia ediyor. Bu durumda iki tarafa da inanmak zorundayız. Bu "tahrifat" meselesi -var ise- önemli olmakla birlikte, konunun özünü değiştirmiyor, aslında tedirginlik, Milliyet'in haberinden önce başlamış, buna politik baskı diyemeyiz, belediyeden resmi bir tepki yok, desek desek "mahalle baskısı" diyebiliriz. Gazete haberinden 5-6 gün önce Başkan Danışmanı Kenan Işık oyunu izliyor, bekaret ve kızlık zarı dikme konusunda kahramanın "Alevi ve Sivaslı" olarak belirtilmesinin ayrımcılık olduğunu ve faşizan bulduğunu bizzat Alkaya'ya iletiyor ama Başkan Danışmanı sıfatıyla değil meslektaşı olarak. (Kenan Işık tepkisinin bu biçimde olduğunu söylüyor.) Alkaya da bu görüşü kabul ediyor ve yönetmenle konuşarak "Sivaslı" tanımlamasını oyundan kaldırıyorlar. Ama "Belediyeden de oyuna tepki var," kuşkusu hâlâ belleklerdeki yerini koruduğu için, 3 Ocak tarihli Milliyet Gazetesi'nin haberi üzerine aynı gün (Cumartesi) Yönetim Kurulu acilen toplanıyor ve oyuna belli olmayan bir süre için ara verildiği duyuruluyor. Ama haberin (Alevi toplumunun tepkileri) gerçeği yansıtıp yansıtmadığı tam olarak bilinmiyor. "Yedi Tepeli Aşk" örneğine dönersek, "Yedi Ağlı Don" öyküsüyle başlıyor tepkiler aslında, oyunun galasında (23 Aralık 2008) Belediye'den iki kişi "Yedi Ağlı Don" öyküsüne tedirginliğini belirtiyor, oyunu izleyen arkadaşımız Nalân

50


Özübek'in yanında oturan bu kişiler daha oyun sırasında sağa sola mesajlar gönderiyor, biri oyunu terk etmeyi öneriyor, diğeri karşı çıkıyor... Zaten Alkaya da yukarıdaki açıklamasının devamında: "Oyun, 'Yedi Ağlı Don' hikâyesinden dolayı İslami kesimden de tepki aldı. İş daha fazla büyütülür mü, bundan endişe duyuyorum. Bu ülkede tiyatrolar yakıldı. Fatih tiyatromuz 1978'de bombalandı. Doğrusunu söylemek gerekirse, güvenlik endişesi duymaya başladım." diye açıklamasını detaylandırıyor. Bu endişeleri duymuş Orhan Alkaya ve "Hayatta en son düşüneceğim şey sansürdür," diyen Orhan Alkaya'nın samimiyetine de inanırım, hatta eminim, ama başta söylediğim gibi "sanat yönetmenliği" ile "idari görev" arasındaki dengesizlik, "idari kriz"i yönetebilme "cambazlığı"nda yatmıyor mu? "İdari kararlardaki" algıyı "sanatsal pencereden" bakarak yorumlamak ve karar vermekte değil mi "sanat yönetmenliği" becerisi? Çok geriye gitmeye gerek yok, Dostlar Tiyatrosu, kısa bir süre önce Kahramanmaraş'ta "Sivas '93"ü "idari makamların", "idari kararı" ile engellendi ve sahnelenemedi, bu "idari karar"ı verenlerin de kaygısı "tiyatromuzu(yu), seyirci-mizi(yi) ve ekibimizi koruma amacıyla," diye açıklanmamış mıydı? Ve daha yüzlerce örnekte olduğu gibi gerekçeler bunlar değil miydi? Bu kararı Cengiz Semercioğlu şu soruyla yorumluyor: "Yani gerçekten Aleviler'in tepkisi yüzünden mi yasaklanıyor Yedi Tepeli Aşk yoksa müstehcen olduğu için mi?.." Bu soru herkesin kendine sorduğu bir soruydu, yine Semercioğlu'nun şu sorusunu da sordu herkes kendine: "Yaksalardı zamanında Star televizyonunu yakarlardı, oysa onlar sadece demokratik bir baskıyla Güner Ümit'i ekrandan uzaklaştırdılar."

cy a

3 Ocak'a kadar Aleviler'in bilinen bir tepkisi, ne Şehir Tiyatroları'na ulaşmış ne de biz dahil herhangi bir basın kuruluşuna ulaşmış durumdaydı, sadece Milliyet Gazetesi'ne (söylendiğine göre) birkaç tepki gelmiş, belki başka yayın kuruluşlarına da münferit tepkiler gelmiştir. Orhan Alkaya da zaten bunu "var ise" parantezi ile açıklıyor.

pe

Şimdi eldeki bu veriler ile meseleye tekrar bakalım. 1. Sahnelenen bir oyunun, gösterimine ara verilmesi veya kaldırılması Sanat Yönetmeni veya Yönetim Kurulu kararı ile yapılmalı mıdır? Bence olabilir, bu Sanat Yönetimi'nin sorumluluğundaki tasarruftur, sonuçları ve sorumluluğu taşınabildiği sürece. 2. Sahnelenen bir oyunun, gösterimine ara verilmesi veya kaldırılması münferit tepkilerle gerçekleştirilebilir mi? Bence bu da anlaşılabilinir bir durum, sonuçları ve sorumluluğu taşınabildiği sürece. 3. Sahnelenen bir oyunun, gösterimine ara verilmesi veya kaldırılması, bağlı olunan kurumun tepkileri dikkate alınarak yapılabilir mi? Bence bu bile olabilir, sonuçları ve sorumluluğu taşınabildiği sürece. 4. Sahnelenen bir oyunun, gösterimine ara verilmesi veya kaldırılması "Alevi toplumunun böyle bir tepkisi var ise eğer, bundan sanat özgürlüğü adına korkarım," diye açıklanarak yapılabilir mi? Bence yapılamaz, "var ise", yani olduğu bile belli değilken veya emin değilken bir oyunun sahnelenmesine ara verilebilir mi? Bence verilemez, verilmemeli. 5. Sahnelenen bir oyunun, "mahalle baskısı" veya "bağlı kuruluşun" tepkileri nedeniyle gösterimine ara verilmesi veya kaldırılması sanatın özgürlüğünü savunanlar tarafından kabul edilebilir mi? Bence edilemez. Edilmemeli. Orhan Alkaya'nın, İBBŞT Sanat Yönetmenliği'ne atandığının ikinci günü yaptığım söyleşinin sonunu şöyle bitirmişim:".. .İşin zor, meşakkatli, ama tanıdığım Orhan Alkaya 50 yılını Sanat Yönetmenliği için feda etmez, bunu biliyorum ve başarılar diliyorum, sabırla yüklü bir süreçten alnının akıyla çıkacağına da hiçbir kuşkum yok." (Ocak 2008, sayı 185) ve hâlâ buna inanıyorum ama Orhan Alkaya da şuna inanmalı "mahalle baskısı" veya "bağlı kurum" tepkileriyle bir oyunun sahnelenmesine belirsiz bir süre ara verilmesi "mahalle baskısı"na ve "bağlı kurum" tedirginliğine teslim olmaktır ve bunun adı da her yerde "sansür"dür. Alkaya'nın söylediği "Hayatta en son düşüneceğim şey sansürdür," cümlesine tüm yüreğimle katılıyorum ama bu konuda acele ettiğini ve yanlış yaptığını da belirtmek istiyorum. Orhan Alkaya da bu kriz yönetiminde acele davrandığını ve yanlış yaptığını kabul ederse hedeflerine daha sağlam adımlarla yürüyecektir, bunu bekliyor ve bunun böyle olacağına inanıyorum. Türk tiyatrosunun, özellikle İBBŞT'nin Orhan Alkaya'ya daha çok ihtiyacı var, Alkaya'nın da ileriye dönük yapacağı çok işler var. Not: "Sansür mü? İdari karar mı" başlıklı yazım, Dergi'nin portalında da yayımlanmıştır.

51


Sadık Seyirci

M. Sadık Aslankara

pe

sadikaslankara@tiyatrodergisi.com.tr

cy a

Anlatımcı Tiyatronun Bunaltısı, Anlamlandırıcı Tiyatronun Uçuruculuğu

Mevsim başından bu yana sergilenen oyunlara gereğince yer açamadığım duygusunun ezikliğini yaşıyorum son sıralar "Sadık Seyirci"deki yazılarımda...

Azımsanmayacak sayıda oyun izledim ama bunlara ne gönlümce değinebildim ne de gereğince eğilebildim. Sanatta güncelliğe, popülerleştirilip öğütülen, kitleselleştirilip tüketilen yaklaşıma sırt dönmüş biri olarak izlediğim oyunları ileri kaydırmalar ya da geri sarmalar, sıçramalar eşliğinde "Sadık Seyirci"de yeniden yeniden ele alabileceğimin bilinmesini isterim bu nedenle... Daha öncelerde bir biçimde yer açtığım kimi oyunları yeni yazılarımda farklı sahne çalışmalarıyla harmanlayabileceğim demektir bu. Oyunlar arasında gezilere çıkıp birbirleri arasında koridorlar açmıyor muyum zaten? Öyleyse gidip gelmelerim doğal karşılanmalı... Şu geçtiğimiz haftalar içinde hangi oyunları izledim?..

52

"Cesaret Ana ve Çocukları" /Semaver Kumpan

İBB Şehir Tiyatroları yapımları Reşat Nuri Güntekin'den Nedret Denizhan'ın yönettiği Balıkesir Muhasebecisi, Stanislav Stratiev'den Özdemir İnce'nin çevirip Arif Akkaya'nın yönettiği Deri Ceket, Anton Çehov'dan Belgi Paksoy'un çevirip Ali Taygun'un yönettiği Vişne Bahçesi, Kafka'dan Ümit Denizer-Turgut Denizer kardeşlerin uyarlayıp yönettiği Dönüşüm, Kent Oyuncuları yapımları olarak Güngör Dilmen'den Yıldız Kenter'in sunduğu Ben Anadolu, Charles Fariala'nın bir öyküsünden Dulcinea Langfelder'in oyunlaştırıp Yıldız Kenter'in Türkçeye uyarladığı, Defne Halman ile Engin Hepileri ikilisinin oynadığı Zafer (Victoria), Bertolt Brecht'in yazıp çevirisini ve dramaturgisini Yavuz Pekman'ın üstlendiği, Işıl Kasapoğlu'nun yönettiği Semaver Kumpanya yapımı Cesaret Ana ve Çocukları, Kemal Gökhan Gürses'in yazıp çizdiği, Övül Avkıran-Mustafa Avkıran'ın tasarlayıp yönettiği, Roza Erdem ile Memet Ali Alabora ikilisinin oynadığı garaj istanbul yapımı Histanbul, Gazanfer Özcan'ın uyarlayıp Engin Gürmen'in yönettiği Gönül Ülkü-Gazanfer


Özcan Tiyatrosu yapımı Bak Sen İşin Tuhafına, Richard Alfieri'den Yücel Erten'in çevirip Cihan Ünal'ın yönettiği Nevra Serezli ile Cihan Ünal ikilisinin oynadığı Gencay Gürün Tiyatro İstanbul yapımı Altı Haftada Altı Dans Dersi, Sadık Şendil'den Abdullah Şahin ile Sümer Tilmaç'ın yönettiği Abdullah Şahin Halk Tiyatrosu yapımı Çılgın Yenge, Mario Fratti'den Özcan Özer'in çevirdiği, Yunus Emre Bozdoğan'ın yönettiği Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı İhanet, geçtiğimiz iki ay boyunca izlediğim oyunlar oldu.

Sanatta güncelliğe, popülerleştirilip öğütülen, kitleselleştirilip tüketilen yaklaşıma sırt dönmüş biri olarak izlediğim oyunları ileri kaydırmalar ya da geri sarmalar, sıçramalar eşliğinde "Sadık Seyirci"de yeniden yeniden ele alabileceğimin bilinmesini isterim "Ben Anadolu'nun Bize Anlattığı, Yıldız Kenter'e Bakarak Bizim Anlamlandırdığımız...

Ben Anadolu'yu belki de yirmi yıl sonra bir kez daha izlerken, oyunla seyirci bütünleşmesinden sızdırmaya çalıştığım gözlem-izlem olanaklarına dayanarak satır aralarıyla art alanları, oyuna yerleştirilen farklı imler-simgeler vb. içindeki katmanlarla yan anlamları da notlamaya çalıştım bu arada. Oyun üzerine söylenebilecek söz bulamıyorum, daha doğrusu çok söz var da bunlar övgü anlamında tümceler olacağından yinelemenin gereksiz kaçacağından korkuyorum... Yine de Yıldız Kenter'de somutlaşan Güngör Dilmen metni, Yücel Erten yönetimi, Osman Şengezer çevre düzeni ile Durul Gence müziğinin altını çizmemiz zorunlu. Bence mükemmel bir işbirliği bu. Ben Anadolu, Anadolu'nun ana tanrıçası Kybele'den başlayarak, sonra da onun süreğeni bağlamında simge olarak dile getirilen pek çok kadınla bütünlenerek onların öznel anlatımlarıyla gelişen bir oyun. Özetle anlatımcı bir oyun. Ama Yıldız Kenter, yaslandığı işbirliğinin de desteğiyle oyunu anlamlandırma boyutuna taşıyor ustalıkla.

cy

a

Türk tiyatrosunda sergilenişleri bağlamında çeyrek yüzyıla dayanmış kaç oyundan söz edebilirsiniz? Bu bağlamda üç oyunun adı birlikte anılabilir sanıyorum: Yıldız Kenter'in sunduğu Ben Anadolu, Zafer Diper'in sunduğu Yargı, İBB Şehir Tiyatroları'nın sergilediği Lüküs Hayat. Andığım bu oyunların şunca yıl seyirciyle buluşması üzerinde ne ölçüde duruldu bilmiyorum ama bunun toplumsal bir olay olarak, tiyatro toplumbilimi bağlamında da büyük önem taşıdığı ortada. Ne var ki andığım bu oyunların seyirciyle alışverişi üzerine odaklanmış toplumbilimsel bir araştırma

yapıldığına değgin herhangi veri ulaşmış değil kulağıma. Bir açıdan tiyatro sanatı kadar bunun toplumla ilişkilenişi açısından da anlam taşıyan olgunun tiyatro toplumbilimini de o ölçüde ilgilendireceği kesin... Bu çerçevede ileride böyle bir olanak yakaladığımda bu üç oyunun çeyrek yüzyıl boyunca süren seyirci ilişkileri üzerinde durarak bir yaklaşım denemesine girişmek isterim kendi payıma.

pe

Oyunun anlatmadığı ama Yıldız Kenter'le seyircinin anlamlandırmaya giriştiği yanların neler olduğuna bir göz atalım:

"Bak Sen İşin Tuhafına " / Gönül Ülkü & Gazanfer Özcan Tiyatrosu

53


1. Dişi varlık olarak kadının gücü, azmettirici, yönlendirici yanlarıyla uygarlıkların temelinde önemli paya sahiptir, 2. Kadın, gözden uzak tutulmaya çalışılsa da evrensel barışın kurulması sürecinde önemli bir konum sergiler, bu yönde bir işlev yerine getirir, 3. Bizim seyirci olarak, kendi kadınımızla, öteki kadınlarla ilişkimiz nedir, oyundaki simge kadınlarla nasıl bir ilişki içindeyiz; o halde bu sorularla da yüzleşmeliyiz... Kent Oyuncuları, Zafer / Victoria'da anlatımcılığı yine geride tutup seyirciyi doğrudan anlamlandırmayla yüz yüze getiriyor. Böylelikle seyirci kendi alımlama olanaklarıyla etkin hale gelirken oyun, anlattıklarıyla değil sustuklarıyla kendini gösteriyor enikonu. Buna göre bir oyun ancak seyircide kendini var ederek ayakta kalabiliyor demek ki. Bu tür anlamlandırma oyunlarına Altı Haftada Altı Dans Dersi de eklenebilir. Nevra Serezli, Cihan Ünal oyunculuklarının güzelliğiyle birlikte... Yukarıdaki örnekler, oyun yazarlığında varılması gereken aşamayı da işaret ediyor kuşkusuz. Öyle ya, yazılan oyun, seyircinin metnini okuduğu değil kodlarını algıladığı yapıta dönüşmek zorunda artık ya da seyircinin bir oyun yazarı olarak işe katılıp oyunu yeniden yoğurarak yaratmasının kaçınılmazlığı ortada.

Ancak en başta şu ayrımı koymakta yarar var: Verimlenen her sanat türünde, işlenen ürün izdüşümü değil bir soyutlamadır başlangıçta. Ne var ki soyutlamayı düz bir değiştirim karşılığı alan oyunlar da olabilir; gerek metin gerekse sahneleme bağlamında. O halde soyutlayım, dönüştürüm denildiğinde, düz değiştirimin çok ötesinde bir sanatsal durumu kavramak gerekiyor.

pe cy a

Bu çerçevede Balıkesir Muhasebecisi, Bak Sen İşin Tuhafına, İhanet, Çılgın Yenge kendilerini, anlattıklarıyla, öyküleriyle ayakta tutabilen oyunlar olarak görünüyor daha çok. Sözgelimi İhanet, ne denli psikolojik oluntuya yaslanıyormuş gibi izlenim bıraksa da kaba bir polisiye öyküsüne bağlı kalmaktan kendini kurtaramıyor. Ötekiler de ne denli dolantı komedisinden yararlanırsa yararlansın, ne denli işlek sahneleme düzeni içinde kıvrak bir oyunculuk sergilenirse sergilensin, hep anlattıklarıyla ayakta kalmaya çalışan oyunlar olarak kendilerini ortaya koyuyor.

"Ben Anadolu " /Kenter Tiyatrosu

Anlatımdan Anlamlandırmaya İki Aşama: Soyutlayım, Dönüştürüm Bir oyunun, anlattıklarından kendini sıyırarak suskunluğa ulaşabilmesi, seyircinin etkin olacağı bir anlamlandırmaya varabilmesi ancak soyutlayımla, dönüştürümle olası. Anlatan oyunlarda, seyirci işin kolayına kaçarak oyun evreniyle, olaylarla, karakterler ya da tiplerle bir özdeşleyime girebilir, oysa anlamlandırma, farklılık içeren yönelişiyle seyircinin etkin olmasını sağlıyor, bu da özdeşleyimden kopmasını olanaklı hale getirip böylelikle soyutlayıma ulaşmasına yol açıyor.

Böylesi oyunlar artık öykü anlatmıyor, bunu seyirciye yazdırıyor tersine, sonuçta alımlanan şey her ne ise bu, seyircinin yazdığı öykünün kendisi olup çıkıyor... Deri Ceket, Histanbul, Cesaret Ana ve Çocukları, Dönüşüm, düzeyli, yüksek soyutlayımı, dönüştürümüyle öne çıkan örnekler olarak alınabilir pekâlâ.

54

Öyleyse nasıl bir değiştirim? Çok katmanlı, yan anlam zenginlikleriyle bezeli, sımsıkı dokusuyla yine de geçirgen, işlevsel ayrıntı odaklı anlamlandırışıyla boşluk bırakmayan, bütün bunlara oyunun evreninde birebir karşılıklar bulan, sonuçta dönüştürüme giden bir değiştirim... Ama bütün bunları giysi gibi sırtına şöylece alıvermiş değil, tersine tüm gereksinirlikleri açısından bununla örtüşmüş bir soyutlayımla değiştirimden söz ediyoruz burada... Stanislav Stratiev, sosyalist toplumdaki işleyişe yönelik kendisinden önce eleştiri getiren, örneğin Pasternak, Bulgakof, Soljenitsin, Kundera vb. yazarların ardından bu sorunsalı ne denli içselleştirmiştir bilmiyorum. Farklı duruşuyla bunlara Nâzım Hikmet de eklenebilir. Bu yönde ürün verenlerin yapıtları ortadayken buna koşut bir verimlemeye gitmek için, bunların düzeyinin altına inmemek, hiç değilse bu düzeyle örtüşmek zorunda değil midir bir yazar? Stratiev'in anlattıklarının bize bildik gelmesi olağan. Biz Nâzım'ın İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?, Aziz Nesin'in Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı verimlerinin ardından Deri Ceket'e yakınlık duymayabiliriz. Bulgar yazarın bu sorunsalı ne ölçüde içselleştirmiş olduğuna bakılması


gerekiyor o zaman. Bütün bunlar göz önüne alındığında Stratiev'in oyunu, hicvin temelinde yer alması gereken eleştirel derinliğe inememiş, bir ölçüde çizgisel kalmış çalışma bağlamında alınabilir herhalde. Arif Akkaya sahneleyişinin fışkıran güzelliklerine, Hikmet Körmükçü'nün yetkin oyunculuğuna karşın Deri Ceket'in sabun köpüğü gibi tangır tungur sahneden yuvarlanıp kayboluşu bu nedenle olağan sayılmalı.

çok güzel olmakla birlikte çizgiyle durmadan lekeleyip gölgelendirmesine, bütün bunları ses bombardımanıyla kirletmesine karşın önemli bir çalışma. Övül Avkıran'la Mustafa Avkıran'ın her zamanki yaratıcı, özgün, şaşırtıcı yönetimi, Roza Erdem ile Memet Ali Alabora ikilisinin sıcacık oyunculukları da eklenebilir bunlara. Yüksek düzeyli soyutlayımı, dönüştürümüyle dikkati çekiyor çünkü Histanbul.

Öyle ya, yazılan oyun, seyircinin metnini okuduğu değil

Dönüştürümde Evrensel Açılım: Kavramlaştırma Ama iki oyun var ki, soyutlayımla dönüştürüm düzeyini bir üst aşamaya çıkarıp tam anlamıyla kristalize olmuş, erdenleşip saydamlaşmış, alımlayıcıyı saltık somutlukla karşılar hale gelmiş yapıtlar olarak çıkıyor karşımıza: Cesaret Ana ve Çocukları ile Dönüşüm.

kodlarını algıladığı yapıta dönüşmek zorunda artık ya da seyircinin bir oyun yazarı olarak işe katılıp oyunu yeniden yoğurarak yaratmasının kaçınılmazlığı ortada.

Vaclav Havel'in de melodram yazarı gibi bir ara görünüp sonra kayboluşu da buna bağlanabilir sanıyorum.

pe cy a

Histanbul'da ise, Kemal Gökhan Gürses'in durmadan anlatmasına, üstelik bu anlatımını, çok

Brecht'in sahne metni Işıl Kasapoğlu'nun yorumuyla, ayakları mıh gibi yere çakılı uyumla geliyor sahneye. Bu güzelliğe Yavuz Pekman'ın dramaturgluğunun, Paul Dessau'nun müziğinin, Cem Yılmazer'in sahne, ışık tasarımının güç kattığı çok açık. Ama topluluğun yıllardır "grup" anlayışı sergileyen oyuncularının da bunda çok özel bir yer tuttuğunu belirteyim: Ahmet Kaynak, Burcu Doğan, Bülent Çolak, Nadir Sarıbacak, Öyküm Elif Erdoğan, Özlem Durmaz, Sarp Aydınoğlu, Serkan Keskin, Tansu Biçer, Tilbe Saran, Ümit İlban... Dönüşüm'de de Denizerler, olağanüstü güzellikte bir "dönüştürüm" örneği sergiliyor denebilir. Kafka'nın bu çarpıcı anlatısını böylesi düzeyli bir soyutlamayla, dönüştürümle verebilmek ustalık diyeceğim. Bunda, onca yılın birikimi de rol oynuyor hiç kuşkusuz. Bu güzelim çalışmaya, erkeleriyle eklemlenen genç oyuncuların adlarını da sıralamalıyım: Ceren Hacımuratoğlu, Şeyda Aslan, A. Yağmur Ulusoy, Zeynep Göktay, Nazan Yatgın, Seza Güneş, Ömer Barış Bakova, Özgür Atkın, Mert Aykul, Çağatay Çakıroğlu, Murat Yatman, Can Alibeyoğlu. Andığım topluluklar, emekçileriyle birlikte bu oyunları soyutlayımın, dönüştürümün üzerine çıkarıp kavramsallaştırmayı hakkıyla başarıyor. Bu oyunların hiç söz kullanmadığı anlamında alınmamalı bu. Ancak kavramlaştırmada seyircinin etkin rol oynadığı da unutulmamalı.

Her iki oyunun da birer gençlik oyunu gibi izlenebileceğini ekleyeyim bu arada. Semaver Kumpanya'nın böyle bir anlayışla tiyatro yapmayı sürdürdüğünü biliyorum zaten. Bu kez buna benzer bir yaklaşımı Ümit-Turgut Denizer kardeşlerin yönlendirmesinde İBB Şehir Tiyatroları topluluğundan izlemek, doğrusu ya, çok sevindirdi beni. Bu oyunlar üzerine önümüzdeki sayılarda da sürdüreceğim yazmayı, düşünceler üretip bunları birbirine çatarak... "İhanet"

/Ankara Devlet Tiyatrosu

55


Çocuk Tiyatrosu Günümüzün Çocukları İçin Nasıl Bir Tiyatro?

pe cy

a

"Sokak Kedileri"

Kâğıthane Sahnesi oldukça büyük ve geniş salonu, geniş sahnesi ve otopark alanı ile -ki İstanbullu sürücüler için arabayı nereye park edeceğini düşünmeden tiyatroya gitmek büyük nimet- Şehir Tiyatroları'nın son zamanlarda devreye soktuğu ve yakın çevresi tarafından da yoğun ilgi ile karşılanan bir sahnesi. Ne zaman gitsek salon ya dolu ya da doluya yakın. Çocuk oyunlarında bile durum aynı, belki sondan bir iki sıra boş. Tiyatroların seyircisizlikten dolayı ayakta durmakta zorlandığı günümüzde bu ilginin, bu potansiyelin, bu fırsatın iyi kullanılması, seyirciye hak ettiği değerin verilmesi Türk tiyatrosunun hem bugünü hem de yarını açısından çok önemli.

Peki, bu fırsatın iyi değerlendirilmesi için nasıl bir tiyatro, konumuz bağlamında nasıl bir çocuk tiyatrosu? Günümüz çocuklarını düşünelim, nelerle vakit geçiriyorlar? İlgi alanlarını, oyuncaklarını, oyunlarını, yaptıklarını ve yapamadıklarını, kendimizle, kendi çocukluğumuzla karşılaştırarak

56

Editör: Nihal Kuyumcu nihalkuyumcu@tiyatrodergisi.com.tr

düşünelim. Evet, kendimizle karşılaştıralım. Örneğin cep telefonlarının birçok fonksiyonunu biz yetişkinler doğru dürüst bilemezken, onlar telefonlarını tüm fonksiyonlarıyla kullanıyorlar. Bilgisayar oyunlarında yıldız savaşları için strateji geliştiriyor, en ince savaş tekniklerini, en ince hesaplamalarını yaparak eğleniyorlar. Sohbet odalarında dünyanın öbür ucuna ulaşıyor, öbür ucundaki insanlarla arkadaşlık kuruyorlar. Kabul etmeliyiz ki teknolojiyi bizden iyi biliyor, iyi kullanıyorlar. Oysa o yaşlardayken bizlerin teknoloji ile tek bağlantısı radyo, televizyon düğmesini açıp kapamak bir de telefon numarasını çevirmekti. Günümüz çocukları teknoloji ile iç içe büyüyor, televizyonda haberleri izleyip Gazze'de yaşananlar için kaygı duyuyorlar. Üzerinde düşünüyor, eleştiriyorlar. Doğal olarak araç/teknoloji yeni insan tipleri yaratıyor. Algıları açık, olayları çok yönlü inceleyebilen, değerlendirebilen, kendisinin ve çevresinin farkında, cin gibi çocuklarla kuşatılmış durumdayız.


Bizler bu çocuklara nasıl bir çocuk oyunu sunuyoruz? Kâğıthane Sahnesi'nde izlediğimiz "Sokak Kedileri'ni ele alalım. Oyunu Reha Bilgen yazmış, Ragıp Yavuz sahnelemiş. Oyunun konusu kısaca şöyle: Topaçlar ve fırıldaklar birbiriyle geçinemeyen iki sokak kedisi grubu. Sürekli kavga ediyorlar. Küçük kız Aslı, onlarla arkadaş olmak istiyor ama birbirleriyle kavga ettikleri için bir türlü bir araya gelemiyorlar ve sürekli birbirleri hakkında konuşuyor, birbirlerini kötülüyor. Bu duruma çok kızan Aslı, Çöpçü Baba'nın da yardımıyla bir plan yapar. Yapılan plana göre çöpçü kılık değiştirerek bir kutuya girer, saklanır. Aslı kutuyu alır, her iki grubu da çağırarak kendilerine hediye vereceğini söyler, kutuyu bırakır gider. Heyecanla kutuyu açan kediler, kutudan çıkan Çöpçü Baba'yı tanımaz, Çöpçü Baba "Azman" köpek kılığında boksör eldivenleri ile sağa sola yumruklar savurur. Çok korkan kediler çil yavrusu gibi dağılır. Aslı'dan yardım ister. Aslı da iyi geçinmeleri koşuluyla onlara yardım eder. Birlikte dostluk barış şarkıları söyleyerek oyunu bitirirler.

a

Oyunumuz bu... Yıldız savaşlarında strateji geliştiren çocuklardan söz etmiştik. Bu oyunla, bu çocukları bir iki yumrukla korkutarak, dostluk şarkıları söyletmeye çalışıyoruz. Onları bu kadar basit bir yöntem kullanarak aptal yerine koyuyoruz. Bu durumu birkaç açıdan daha eleştirebiliriz. Birincisi kedilerin korkutularak yola getirilmesi, şiddet kullanarak mutlu sona varılması, ikincisi ise kavgacı kedilerin karşısına ortak bir düşman çıkarılmasına rağmen bir değişim, bir dönüşüm süreci gösterilmemesi. Ortak düşmandan kurtulmak için kediler farkında olmadan birbirlerine yardım ederek, giderek bilinçli bir yardımlaşma ile düşmandan kurtulup değişim gösterebilirdi. Böylece kediler, bu süreci yaşarken birlikte bir şeyler başarmanın birlikte hareket etmenin, barış içinde yaşamanın keyfini seyircilerle paylaşabilirdi. Kaldı ki, metni incelediğimizde Reha Bilgen'in bize çok kısa da olsa bir sürece yer verdiğini görüyoruz. Yönetmen, bunun altını biraz daha çizebilirdi. Kediler korku belası diğer grupla dost oluyor. Biz ulus olarak tehdit edilmeden bir şey yapamaz mıyız? Korkutularak, tehditle mi hizaya geliyoruz. (Kim bilir belki de öyledir, tiyatro hayatın aynası değil mi?) Bir başka eleştireceğimiz nokta kedilerin bu ortak düşmanla başa çıkmak için kendi aralarında bir arayışa gitmemesi, doğrudan Aslı'ya başvurması. Yani, kendilerini kurtaracak bir kahraman aramaları... Bekçi baba, Aslı'ya şarkısında "Çocuklar da isterse başarabilir her şeyi/ İsterlerse dünyayı değiştirebilirler/ Sen de istersen eğer değiştirebilirsin kedileri," diyerek çocuklara da bir şeyleri değiştirebilecekleri mesajını veriyordu. En azından Aslı bunu denedi, ama kedilere de bu fırsat verilmeliydi. Oyunun bütünü içinde herkesin bir şeyler yapabileceği gösterilerek mesaj pekiştirilebilirdi.

Sahne üstüne gelince... Oyuncular gerçek kediler gibi çevik hareketlerle sahnede oradan oraya koşturarak, büyük çabalarıyla salonla hiç iletişimlerini kesmeden çocuk tiyatrosu için bir dezavantaj olan büyük salon faktörünü etkisiz hale getirdiler. Oyuncuların gayretiyle seyirciler hiç ara verilmeden sahnelenen oyunu ilgiyle sonuna kadar izlediler. Çok basit bir kırmızı çatının önünden sallanan iki pencere, çamaşırlar, birkaç çöp bidonu ve merdiven basamağı ile dekor, sahneyi çok doldurmadan da, canlı renkleriyle ama renk karmaşası yaratmadan olması gereken ortamın çok güzel oluşturulabileceğini gösterdi. Kostümlerde hepsi sokak kedisi olmakla birlikte sanki bir grup daha şık, daha temiz görünümleriyle ev kedilerini andırıyordu. Belki de olması gereken buydu, böyle bir ayrımla ev kedileri ile sokak kedilerinin kavgası daha mantıklı bir çerçeveye otururdu. Son olarak geçen yıl broşürlerde afişlerde çok küçük de olsa yaş sınırına yer verilirken bu uygulama kaldırılmış. Birinin yaptığı bir şeyi sonradan gelen doğru da olsa neden kaldırır gerçekten anlamak zor. Yaş sınırı koyma kültürünü ancak ödenekli tiyatrolar yerleştirebilir. Özel tiyatrolar gişe kaygısı ile yapmıyorlar. Ama velinin böyle bir ayrıntıya dikkat etmesi sağlanırsa yavaş yavaş bu konuda talep de oluşacak, hem küçükler hem de büyükler rahatlayacaktır. Aslında yönetmenin de işi kolaylaşacaktır.

pe cy

Oyun böyleydi, çocuklarınızı götürüp götürmeme kararı siz sevgili büyüklerin. Bizden anlatması...

Yazan: Reha Bilgen Yöneten: Ragıp Yavuz Müzik: Burçak Çöllü Sahne Tasarımı: Tomris Kuzu Giysi Tasarımı: Duygu Türkekul Koreografı: Yasemin Gezgin

Oyuncular: C. Ahhan Şener, Ceylan Çete, Seda Fettahoğlu, Aslıhan Kandemir, Zümrüt Erkin, Caner Çandarlı, Volkan Ayhan, Gün Koper

57


Tanıtım - Söyleşi

A. Nalân Özübek

pe

nalanozubek@tiyatrodergisi.com.tr

cy a

Okuma Tiyatrosu'nda Bir Gezinti

Ülkemizde tiyatro adına eksik olan şeylerden biri de "okuma tiyatrosu" formatında yapılan sergilemelerdi. Bir oyun için "görücüye çıkmak" olarak niteleyebileceğimiz okuma tiyatrosu, son dönemde bireysel ve kurumsal çabalarla Türk tiyatro camiasına da adım attı.

Okuma tiyatrosunun önemi nedir peki? Okuma tiyatrosu, metnin sahneyle ilk buluşmasıdır. Yazara ve yönetmenlere kelimeleri sahnede görme, eseri tekrar değişik bir gözle değerlendirme olanağı sağlar. Normal sahnelemeye göre çok daha rahat ve bir nebze de olsa düşük maliyetli bir sunum olduğu için, dünyanın her yerinden yeni yazarlarla tanışma olanağı sunar, özellikle yeni dönem deneysel tiyatro akımı içerisinde önemli bir yer tutar. Yeni yazarların yetişmesi için şart olan birikimi sağlar. Genelde yazarlar da okumalara katıldığı için sunumun ardından konuşmalara geçilir, fikir alışverişi yazar ve seyirciler arasında en doğal şekliyle sağlanır. Daha önce de söz edildiği gibi, son dönemde okuma tiyatrosunda bir canlanma görüldü. Bu canlanmayı sağlayanlardan biri dramaturg, eğitmen Sibel Arslan Yeşilay. Özellikle Goethe Enstitüsü'yle beraber çağdaş Alman yazarların Türkiye'ye gelip seyircilerle buluşmasını sağlayan Yeşilay, okuma tiyatrosuyla 2000 Bonn Bienali kapsamında

58

Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) Almanya Merkezi'nin düzenlediği bir çeviri atölyesi sayesinde tanıştı. Ülkemizde devamlı sorulan "Bizde neden tiyatro yazarı yetişmiyor" sorusunun cevabının aslında biraz da diğer ülke yazarlarını tanımakta ve onların eserlerini görmekte yattığını düşünen Yeşilay, Goethe Enstitüsü işbirliğiyle çağdaş Alman yazarlarından çeviriler yapıp, bu oyunların okuma tiyatrosu formunda sunulduğu ve oyun yazarlarının katıldığı tartışmaların yapıldığı etkinlikler düzenleme fikrini gündeme getirdi. Marius von Mayenberg, Roland Schimmelpfennig ve Thomas Jonigk gibi yazarları ülkemiz seyircisiyle buluşturan Yeşilay, en son olarak Kristof Magnusson'u Türk seyircisinin karşısına çıkardı. İlk romanı "Zuhause" ile 2005 yılı Ingeborg Bachmann ödülüne aday olan ve oyunlarıyla Almanya'da büyük takdir toplayan Magnusson, "Erkek Parkı" (Mânnerhort) oyununun okuması için Türkiye'ye geldi ve sunumun ardından seyircilerle bir söyleşi gerçekleştirdi. Romanoyun ayrımına dikkat çeken yazar, oyun yazımında oyuncudan dramaturga pek çok şeyi göz önünde bulundurmak gerektiğini, romanda ise yazar ve okuyucu arasına kimse girmediğinden daha içsel şeyler yazılabildiğini söylüyor. Son dönemde okuma tiyatrosu çalışmalarının ilerlemesi

fotoğraf: Deniz Demirkanl


için çaba sarf eden bir grup da "Ve Diğer Şeyler Topluluğu". Topluluk bünyesindeki "Yeni Metin Yeni Tiyatro" projesi kapsamında oyun okumaları yapılıyor. Projenin Genel Sanat Yönetmeni Yeşim Özsoy Gülan, "Günümüzde tiyatro nasıl olmalıdır?" sorusundan yola çıkmış ve "Günümüzde oyun yazımı nasıl olmalıdır" sorusuna giden yolda dünyadan çeşitli yazarları Türk seyircilerle buluşturmaya çalışıyor. Bu sırada yalnızca yazar boyutuyla değil, oyun yazarının sahnelemeyle, rejiyle, tasarımla, dramaturjiyle olan ilişkisinin yenilik anlamında nasıl bir noktada olması gerektiğini göz önünde bulundurarak yazarla beraber çalıştığı bir yönetmeni, dramaturgu ya da bu konuda yazı yazmış bir teorisyeni de beraberinde getirme konusuyla da ilgilenen proje kapsamında en son İspanyol yazar Rodrigo Garcia'nın "Agamemnon-Süpermarketten Döndüm ve Oğlumu Bi Temiz Dövdüm" ve "Küllerimi Mickey'nin Üzerine Savurun" oyunlarının okuması yapıldı. Son dönemde sahnelemeleri çok ilgi toplayan Garcia, Mark Levitas'ın kelimeleriyle "Oyunculara sahne üzerinde

Okuma tiyatrosu, metnin sahneyle ilk buluşmasıdır. Yazara ve yönetmenlere kelimeleri sahnede görme, eseri tekrar değişik bir gözle değerlendirme olanağı sağlar.

Oyun yazarlarını seçerken nasıl bir yöntem izlediniz? "Merkezkaç" diye bir konsept oluşturduk. Türkiye'deki çağdaş metinlere baktığımızda daha çok İngiltere kaynaklı, kimi zaman Almanya ve üçüncü olarak da daha çok Fransa olduğunu gördük. Bu da bize göre bir nevi Avrupa merkeziyetçi zihniyetin tezahürü oluyor, biraz da aslında bence konsoloslukların, kültür bakanlıklarının, kültür merkezlerinin gücüyle alakalı oluyor. O zaman da belirli bir hükmetme gücü oluşuyor. Bunun da sakıncalı bir mayın tarlası olduğunu düşündüğümüzden bunun karşısında ne var, bizim gibi merkez noktasında olmayan ülkelerde neler oluyor noktasına vardık. Merkezkaç noktasında olan ülkelerde neler oluyor yolundan gittiğimizde belirli ülkeler çıktı önümüze. Bu ülkeleri de belirlerken açıkçası kendi dağarcığımıza, kendi araştırmalarımıza güvendik. Örneğin Rodrigo Garcia bizim ekibimizde çalışan Mark Levitas'ın önerdiği bir yazardı, aynı zamanda İspanya'yı seçtiğimizde önümüze çıkan bir yazardı. Fransa'da özellikle çok ünlenmiş bir yazardı. Bizim için büyük bir merak söz konusuydu, aynı zamanda bahsettiğim gibi Avignon'da ve pek çok festivalde sahnelenmiş olan, metinleri de tercüme edilen önemli bir yazar olduğunu gördük.

a

çok sert şeyler yaptırmaktan çekinmemekte, sertlikten, çıplaklıktan, cinsellikten ve insana ait birçok şeyden bir şiirsellik yaratma isteğindedir. Seyircide yaşadığımız çağa ve dünyaya ilişkin birçok konuda farkındalık yaratmaya çalışır ve bunları onların suratına tokat gibi çarpar." Sahnelemeleri genellikle "vahşi" olarak nitelenen Garcia, yazdığı oyunları öncelikle kendisi sahneliyor, bazı eserlerinin yönetmenler tarafından "katledildiği" için sahnelenmesini artık kabul etmiyor.

İstanbul'daki yönetmenlerle, oyuncularla karşılaştırıp Galata Perform'da oyun okumaları yaptık. 2008-2009 sezonunda, yurtdışından oyun yazarları davet edip oyunlarının Türkçe'ye çevrilmesini sağlayarak aynı zamanda yine oyun okumalarını, söyleşilerini yapıp bir atölye çalışması yoluyla Türk yazarlarla, Türkiye'deki tiyatrocularla karşılaşmalarını sağlamak amacıyla yola çıktık. Genel olarak projenin bütününe baktığımız zaman şöyle bir endişeyle de karşılaştık, Türkiye'de çağdaş tiyatro metni denince biraz sığ bir noktadan bakmaya başladığımızı düşündük. Ya performans metni olarak oyunlara bakıldığını ya da son dönemde epeyce popüler olan "in-yer-face" akımı yoluyla insanların kendilerini bulmaya çalıştığını gördük. Bunun da sakıncalı olduğunu düşündük, aynı zamanda bir de realist bir akımın da olduğunun farkına vardık. Sosyal gerçekçi, realist bir noktadan oyun yazma konusunda insanların yönlendirildiğini gördük, bunların dışında bir alternatif oluşturmak, insanların Türkiye'de yaşayan bir yazar olarak kendi yolunu bulması adına, bizim de kendi yolumuzu bulmamız adına bir araştırma gibi düşündük bu projeyi ve bu hedefle bu yolda yürüyoruz.

cy

Ve Diğer Şeyler Topluluğu

pe

"Yeni Metin Yeni Tiyatro" projesine başlama fikri nasıl oluştu? Yeşim Özsoy Gülan: Biz 2006 yılında projeye başlarken hedefimiz daha çok Türkiye odaklıydı. İlk sene daha çok bu araştırma üzerine konumlandı proje ve bir dizi söyleşi şeklinde geçti. Bu söyleşilerde oyun yazarlığında neredeyiz, ne yapıyoruz, çağdaş bir tiyatro anlayışının içinde metni düşününce aklımıza ne geliyor, şu anda güncel oyun yazarlarımız ne noktada, neler eksik, neler yapılabilir gibi konulardan yola çıktık. Bu söyleşiler çok zihin açıcı oldu çünkü neredeyse her söyleşide dönüp dolaşıp aynı yerlere takılır hale geldiğimizi gördük. Bu sorunlardan biri, dönem yazarlarının, güncel olanla net bir bağlantısının tam kurulamadığı, güncel hayatla tam örtüşemediğiydi. Bu suçlama anlamında değil, bir tespit anlamındaydı daha çok. Tespitler arasında yazarların çoğu zaman tiyatro dilinde kendilerini ifade ederken iki kutuplu alanlara daldıklarıyla ilgiliydi. Ya çok soyut noktalardan yola çıkarak oyunlar yazılıyor ya da çok fazla realist, klasik formlar kullanılıyordu.

İlk sene gerçekleşen bu söyleşiler dizisi sonucunda çağdaş oyun yazımının yurtdışındaki örnekleriyle de bir araştırma içine girmek istedik. İkinci sene daha çok oyun yazarlarıyla bağlantı kurmak, onların oyunlarının okumalarının yapılması üzerine bir yönelimimiz oldu. Ama projenin başından beri hep istediğimiz şey yurtdışındaki çağdaş oyun yazımı örneklerini Türkiye'ye getirebilmek, burada onları tartışabilmek, Türkiye'de neler oluyor dışında, İspanya'da neler oluyor, Afrika'da neler oluyor gibi noktalardan, belki kendi yolumuzu bulmakla ilgili bir şeydi. Oyun yazarlarıyla kurduğumuz bağlantılar sonucunda üç, dört tane oyun yazarının oyunlarından seçimler oldu ve bu oyunları yine Türkiye'deki, daha çok

59


Ceren Ercan: İlk sene konuştuğumuz, tartıştığımız şeylerin arasında yazarların, yönetmenlerin ve dramaturgların kendi içlerinde problem olarak gördükleri alanlar vardı. Örneğin farklı biçimsel denemelerin metin olarak bizim tiyatromuzda çok da fazla karşılığını bulamaması, çeviri ile ilgili yaşanan eksiklikler, uluslararası arenaya kapalı olmakla ilgili bir algı yanılsaması içinde olma hali gibi sorunlar üzerine odaklandık. "Merkezkaç" konseptini oluştururken amacımız bu algı yanılsamasını kırmaktı. "Yeni metin" üzerine çok tartıştığımız bir kavram, yeni metin nedir, yeni metinden ne anlıyoruz? Aslında tiyatro oyunu yazmak roman yazmak gibi evde oturarak yapabileceğiniz bir şey değil, bir şekilde sahneyle yakın bir temas içinde olmanız gerekiyor ya da oyununuzun sahnelendiğini görmeniz gerekiyor ki sonraki işlerinizde kendinizi geliştirebilesiniz. Okuma bile o kadar yararlı oluyor ki yazarlar için... İkinci sene yaptığımız okumalarda, seyirciyle karşılaştıktan sonra insanlar metinlerinde bazı noktaları, zaafları görüp değiştirdiler. Ayrıca gençler tiyatroya ne kadar yakın dururlarsa dursunlar, yazmaya başladıklarında farklı edebi türlere yöneliyorlar ya da daha ticari alanlara kayıyorlar. Bu alanda ne yapabiliriz diye düşündüğümüzde lisede tiyatro yapan gençlerle böyle bir ilişki geliştirebilirsek, onların kendi dertlerini tiyatro yoluyla ifade edebilecekleri bir alan yaratabilirsek, bu bir şekilde geleceğe yatırım olarak yeni yazarların Türk tiyatrosuna kazandırılması açısından önemli olabilir diye düşündük.

Sibel Arslan Yeşilay

cy

a

Okuma tiyatrosu sahneleme fikri nasıl oluştu? Benim okuma tiyatrosuna başlamam aslında 2000 yılında Bonn Bienali kapsamında Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) Almanya merkezinin düzenlediği iki haftalık bir çeviri atölyesine davet edilmemle ortaya çıktı. Bu atölyeye katılan farklı ülkelerden 15 çevirmenle yaptığımız çağdaş oyun metinlerinden çeviriler ve Bonn Bienali kapsamındaki sempozyum çalışmalarında, her ülkenin kendi yazarlarını başka ülkelere tanıtmak için ne tür çalışmalar yaptıklarını izlerken, ülkemizde de hep 'niçin oyun yazarı yetişmiyor bizde?' sorusunun sorulduğu geldi aklıma. Ve Goethe Enstitüsü işbirliğiyle çağdaş Alman yazarlarından çeviriler yapıp, bu oyunların okuma tiyatrosu formunda sunulduğu ve oyun yazarlarının katıldığı tartışmaların yapıldığı etkinlikler düzenlemeyi düşündüm. 2002 yılından bu yana sürdürdüğüm çalışmada çıkış noktam oyun yazarlığının ülkemizde de tartışmaya açılması ve genç Alman oyun yazarlarının ürettiği metinler yoluyla da Avrupa tiyatrosunu birkaç örnekle de olsa Türkiye'ye taşıma niyetiydi. Batı tiyatrosundaki yenilikleri ve genç yazarların oyunlarını tiyatromuzla tanıştırmayı hedefleyen okuma tiyatrosunda amaçlardan biri de genç yazarlarımızı ve yazar adaylarını da motive etmekti.

desteğiyle Marius von Mayenburg'tan Thomas Jonigk'e, Roland Schimmelpfennig'e kadar Alman sahnelerinin bol ödüllü, başarılı oyun yazarları tiyatroseverlerin karşısına çıkmış oldu. Tabii okuma tiyatrosu nedir, sorusu da bolca soruldu, özellikle ilk etkinlikler sırasında. Okuma tiyatrosu ya da oyun okuması aslında, yeni metinlerin, prodüksiyon gideri kadar masraf açmadan bir tiyatroda profesyonel oyuncular tarafından okunması anlamına geliyor. Pratikte şöyle bir yararı var; öncelikle okuma tiyatrosu bir oyun sahnelemek, bir prodüksiyon yapmak kadar uzun vadeli ve masraflı bir süreci içermeyen bir çalışma. Avrupa'da özellikle tiyatro festivalleri sırasında düzenlenen okuma tiyatrolarının amacı, öncelikle tiyatroculara yeni yazarları tanıtmak ya da yazarların yeni yapıtlarını tanıtmak, sunmaktır. Okuma tiyatrosunun bir yandan da genç yazarlara yol gösterici bir yönü vardır. Genç oyun yazarları, dramaturglarla ve oyuncularla çalışılan okuma tiyatrosu sürecinde yazdığı oyunun başarılı ve zayıf yönlerini daha rahat görebilir, bu da tabii daha sonra yazacağı oyunlar için yol gösterici olur. Benim 2002'de başladığım ve her yıl en az iki oyunla sürdürdüğüm okuma tiyatrolarının son yıllarda - tam da benim yaptığımın tersine, yani yabancı dilden Türkçeye değil de, yerli yazarlarımızın oyunlarıyla yapılması, beni son derece mutlu ediyor. Yabancı yazarların oyunlarının Türkçeye çevrilip okunmasının yanı sıra ne güzel ki, artık bizim genç yazarlarımızı oyun yazmaya yönelten Ve Diğer Şeyler Topluluğu'nun "Yeni Metin Yeni Tiyatro", Mehmet Ergen'in "Oyun Yaz" ya da DOT'un "Yeni Oyunlar" gibi projeleri ortaya çıktı ve tiyatro dünyamıza yeni oyunlarla renk gelmeye başladı.

pe

Artık böylelikle Türkiye dışında yazılan oyunları takip etmek için yalnızca tiyatroların repertuvarları için seçip çevirttikleri ve sahneledikleri oyunlar dışında da daha geniş bir oyun metni yelpazesi oluştu Türk dilinde. Bu da özellikle farklı bir tiyatro dili arayan genç tiyatrocular için heyecan verici bir gelişme bence. 1990 sonrası Avrupa tiyatrosunda metnin tiyatrodaki yeri yeniden önem kazanmaya başlamışken, farklı bir tiyatro dili yaratmada yazarlar da farklı kurgularla bir yön çizmeye çalışıyorlar. Yeni, çağdaş bir sahne dili yaratmanın yolu yalnızca yönetmenlik ve oyunculuktan geçmiyor, yazarın bu konudaki rolü de azımsanmayacak kadar önemli. Yoksa yalnızca klasikleri güncelleştirerek yorumlamak çözüm değil tabii. Risk almaktan, fazla tanınmayan genç yazarların oyunlarını oynamaktan kaçınan kurumsal tiyatrolarımız da harekete geçer ve Avrupa tiyatrolarında olduğu gibi yeni metin ve yazar arayışına girerse, daha geniş bir izleyici kitlesi tiyatroya yönelir diye düşünüyorum. Tiyatronun kendisini yenilemek için taze kana ihtiyacı var. Okuma tiyatroları da bu konunda, en azından bugünlerde geniş bir yelpaze sunuyor. Umarım bir süre sonra Goethe Enstitüsü gibi, Cervantes Enstitüsü gibi bizim de bir kültür kuruluşumuz yerli yazarlarımızın yurtdışında tanıtımı için çeviri ve okuma etkinliklerini finanse eder, böylece yazarlarımıza Türkiye sınırlarını aşma yolu da açılır.

Yaptığınız çalışmalardan sonra amacınıza ulaştığınızı düşünüyor musunuz? Şehir Tiyatroları'nda düzenlediğimiz ilk okuma tiyatrosu örneklerinde tiyatrocu, tiyatro öğrencisi ve tiyatroseverlerden oluşan genç bir kitlenin ilgisiyle karşılaşınca en azından yapılan işin doğru adrese ulaşabileceğini gördük. Goethe Enstitüsü'nün

60


DT

ŞUBAT/Ankara Büyük Tiyatro

Küçük Tiyatro

DEVLET TİYATROLARI

Şinasi Sahnesi

Akün Sahnesi

Muhsin Ertuğrul Çayyolu Cüneyt

Altındağ Tiyatrosu

Sahnesi

01 Pazar (M)

Oda Tiyatrosu

Sahnesi

İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi

GENÇOSMAN

İHANET

KÖŞEBAŞI

FOSFORLU ÇEVRİYE

Büyük Tiyatro

GALİLEİNİN YAŞAMI

BİR DAHA ÇAL SAM

GENÇOSMAN

KÖŞEBAŞI

ÇILGIN DÜNYA

FOSFORLU CEVRİYE

EŞİK

SOKRATESİN SON GECESİ

HÜZZAM

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ

04

Çarşamba

KÖŞEBAŞI

ÇILGIN DÜNYA

FOSFORLU ÇEVRİYE

EŞİK

SOKRATESİN SON GECESİ

HÜZZAM

KANLI NİGAR

05

Perşembe

KÖŞEBAŞI

ÇILGIN DÜNYA

FOSFORLU CEVRİYE

EŞİK

SOKRATES'İN SON GECESİ

HÜZZAM

KANLI NİGAR

06

Cuma

KÖŞEBAŞI

ÇILGIN DÜNYA

FOSFORLU ÇEVRİYE

EŞİK

SOKRATESİN SON GECESİ

HÜZZAM

07

Cumartesi (M)

KÖŞEBAŞI

ÇILGIN DÜNYA

FOSFORLU CEVRİYE

EŞİK

SOKRATESİN SON GECESİ

07 Cumartesi (S)

KÖŞEBAŞI

ÇILGIN DÜNYA

FOSFORLU CEVRİYE

EŞİK

SOKRATESİN SON GECESİ

KÜÇÜK BİR MUCİZE KÖŞEBAŞI

ÇILGIN DÜNYA

FOSFORLU CEVRİYE

EŞİK

GENÇOSMAN

08 Pazar (M) 0 8 P a z a r ( M ) GENÇOSMAN Pazartesi FIRTINA

HÜZZAM

SUÇLU YÜREKLER

HÜZZAM

AYYAR HAMZA

GÖZLERİN ARDINDAKİ ÇOCUK KANLI NİGAR KANLI NİGAR

SUÇLU YÜREKLER

HÜZZAM

AYYAR HAMZA

GALİLEİNİN YAŞAMI

12

Perşembe

PİNTİ HAMİT

SUÇLU YÜREKLER

HÜZZAM

AYYAR HAMZA

GALİLEİNİN YAŞAMI

GÖZLERİN ARDINDAKİ ÇOCUK

PİNTİ HAMİT

SUÇLU YÜREKLER

HÜZZAM

AYYAR HAMZA

GALİLEİNİN YASAMI

GÖZLERİN ARDINDAKI ÇOCUK

AYYAR HAMZA

GALİLEİNİN YAŞAMI

PİNTİ HAMİT

SUÇLU YÜREKLER

HÜZZAM

Cumartesi (S)

PİNTİ HAMİT

SUÇLU YÜREKLER

HÜZZAM

15

Pazar M

a

PİNTİ HAMİT

14 Cumartesi (M)

AYYAR HAMZA

KÜÇÜK BİR MUCİZE PİNTİ HAMİT

HÜZZAM

"TAHSIS

17

REMBETİKO

"TAHSIS

KÜÇÜK BİR MUCİZE ŞAHANE DÜĞÜN

KELOĞLAN KELEŞOĞLAN | AÇ SINIFIN LANETİ TAHSİS

AYYAR HAMZA

KIRMIZI

BAŞLIKLI

SINIFIN LANETİ AÇ SINIFIN LANETİ

AYYAR HAMZA

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ

YERALTINDAN NOTLAR

19

Perşembe

"•TAHSİS ŞAHANE DÜĞÜN

KELOĞLAN KELEŞOĞLAN TAHSİS

SINIFIN LANETİ AÇ SINIFIN LANETİ

AYYAR HAMZA

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ

YERALTINDAN NOTLAR

ŞAHANE DÜĞÜN

KELOĞLAN KELEŞOĞLAN TAHSİS

AYYAR HAMZA

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ

YERALTINDAN NOTLAR

pe

KELOĞLAN KELEŞOĞLAN TAHSİS

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ

YERALTINDAN NOTTAR

2 1 Cumartesi ( M )

ŞAHANE DÜĞÜN

21

ŞAHANE DÜĞÜN

Cumartesi (S)

22 Pazar (M)

AÇ SINIFIN LANETİ

AYYAR HAMZA

AÇ SINIFIN LANETİ

AYYAR HAMZA

REMBETIKO

j

AÇ SINIFIN LANETİ

"TAHSİS REMBETİKO

"TAHSİS

AÇ SINIFIN LANETİ

Çarşamba

KÜÇÜK BİR MUCİZE ŞAHANE DÜĞÜN

KELOĞLAN KELEŞOĞLAN TAHSİS

AÇ SINIFIN LANETİ

EŞİK

26

Perşembe

ŞAHANE DÜĞÜN

KELOĞLAN KELEŞOĞLAN TAHSİS

AÇ SINIFIN LANETİ

EŞİK

ŞAHANE DÜĞÜN

KELOĞLAN KELEŞOĞLAN AÇ SINIFIN LANETİ TAHSİS AÇ SINIFIN LANETİ

28Cumartesi(M)

ŞAHANE DÜĞÜN

23.02.2009 -28.02.2009

28 Cumartesi (S)

ŞAHANE DÜĞÜN

27Cuma

KÖRLER FEDERASOYNU "FRANSIZ KÜLTÜR SANAT KURUMU ÖDÜL TÖRENİ

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ

UÇURTMANIN KUYRUĞU UÇURTMANIN KUYRUĞU

GİORDANO BRUNO

20:00

Pazar

15:00

Diğer Günler

20:00

Altındağ Tiyatrosu Cumartesi 15:00-20:00 Pazar

15:00

Diğer Günler

20:00

Muhsin Ertuğrul Sahnesi Çocuk Oyunu 11:00

Çarşamba

20:00

Perşembe

20:00

Cumartesi

15:00

Salı * Çarşamba - Perşembe Cuma • Cumartesi18:30

Stüdyo Sahne GİORDANO BRUNO

Salı • Cuma 20:00

UÇURTMANIN KUYRUĞU Tüm Çocuk Oyunları 11:00

"TAHSİS

T EŞİK

KIRMIZl

BAŞLIKLI

KIZ UÇURTMANIN UÇURTMANIN KUYRUĞU

GİORDANO BRUNO

GENÇOSMAN GENÇOSMAN

UÇURTMANIN KUYRUĞU

GİORDANOBRUNO

EŞİK

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ

GENÇOSMAN GENÇOSMAN

UÇURTMANIN kUYRUĞU

AÇ SINIFIN LANETİ

EŞİK

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ

GENÇOSMAN

ALIŞIK TİYATROSU

AÇ SINIFIN LANETİ

EŞİK

*VAN DT.

•PRÖMİYER

İZMİR DT.

15:00

Diğer Günler

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ

SADRİ ALIŞIK TİY.

Pazar

Oda Tiyatrosu

GİORDANO BRUNO

GENÇ OSMAN i GENÇOSMAN

" C A N GÜRZAP TİY.

Şinasi Sahnesi

Çarşamba - Perşembe

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ

AYYAR HAMZA

25

REMBETİKO

UÇURTMANIN KUYRUĞU

SUNAY AKIN ANLATIYOR

KÜÇÜK BİR MUCİZE KELOĞLAN KELEŞOĞLAN ŞAHANE DÜĞÜN TAHSİS

20:00

Cuma-20:00

UÇURTMANIN

YERALTINDAN NOTLAR

KÜÇÜK BİR MUCİZE

(M)

Salı

TAHSİS

AÇ SINIFIN LANETİ

15:00

Diğer Günler

Cumartesi 15:00 - 20:00

KIZ

KÜÇÜK BİR MUCİZE ŞAHANE DÜĞÜN

REMBETİKO

Pazar

İrfan Şahinbaş Atölye Sah.

Çarşamba

20 Cuma

Cumartesi 15:00-20:00

Çayyolu 125. Yıl Sahnesi

AYYAR HAMZA

18

24

KANLI NİGAR

GALİLEİNİN YAŞAMI ARDıNDAKI ÇOCUK

cy

FIRTINA

1 6 Pazartesi

23 Pazartesi

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ KELOĞLANKSEŞOĞLAN

15 Pazar (M)

22 Pazar

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ

TAHSİS

Çarşamba

14

15.00

Küçük Tiyatro

Cumartesi 15:00-20:00

11

FIRTINA

2O.00

Pazar

Akün Sahnesi

"TAHSİS

PİNTİ HAMİT

Salı - Cuma

Cumartesi 15:00-20:00

KANLI NİGAR

GÖZLERIN ARDıNDAKI ÇOCUK

13

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ KELOĞLAN KELEŞOĞLAN

TAHSİS

10Salı

Oyun Başlama Saatleri Ankara

Pazartesi

03 Salı

09

Stüdyo Sahne

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ

01 Pazar (M)

02

Gökçer

KIRMIZl

BAŞLIKLI

KIZ

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ GİORDANOBRUNO

GENÇOSMAN UÇURTMANIN GENÇOSMAN KUYRUĞU

İSTANBUL DT. ÇAYYOLU PLATFORMU ROTARY KISA FİLM FESTİVALİ

61


01 01

Şişli Cevahir

Şişli Cevahir Genç

Harbiye Kenter

Beykoz Feridun

Kartal Bülent

Konak

Karşıkaya Ragıp

KarşıkayaOda

Sahnesi:

Kuşak Sahnesi

Tiyatrosu

Karakaya Sahnesi

Ecevit Sahnesi

Sahnesi

Haykır Sahnesi

Tiyatrosu

Pazar(M) NE DERSİN

AZİZİM

AYARLAMA

Selahattin Akçiçek

Soyer

Sah

Kült,

Sabancı

SanatSah... KM Sah.

AYININ FENDİ YAĞMURLA GELEN (M-M) AVCIYI YENDİ (MM)

DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK

Pazar(M)

ENTİTÜSÜ

Şişli Cevahir Sahnesi

Perş.-Cuma NEDERSİNAZİZİM

04 Çarşamba

NEDERSİNAZİZİM

DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK

05 Perşembe

NE DERSİN AZİZİM

DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK

0 6C u m a

NEDERSİNAZİZİM

DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK

KRAL DAİRESİ

07 Cumartesi (M)

NEDERSİNAZİZİM

[ DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK

KRAL DAİRESİ

07 Cumartesi (S)

NEDERSİNAZİZİM

10

Salı

11

Çarşamba

DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK

NE

DERSIN

AZIZIM

K E N T

KRAL DAİRESİ

TEYZESİ

YAĞMURLA GELEN (M)

KRAL DAİRESİ

TEYZESİ

FELATUN BEYLA RAKIM EFENDİ

ÜÇKAĞITÇI

FELATUN BEYLA RAKIM EFENDİ

ÜÇKAĞITÇI

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

TEYZESİ TEYZESİ

FELATUN BEYLA RAKIM EFENDİ

TEYZESİ

FELATUN BEYLA PAKIM EFENDİ

FUL

YAPRAKLARı

FULYAPRAKLARı

BIR

ŞUBAT

GECESİ

R L E R

DELİL YETERSİZLİĞİ

BİR ŞEHNAZ OYUN BENİM DOKTOR OĞLUM

FELATUN BEYLA RAKIM EFENDİ FELATUN BEYLA RAKIM EFENDİ

14 Cumartesi (M)}

FULYAPRAKLARI

BİR ŞUBAT GECESİ

BİR ŞEHNAZ OYUN

BENİM DOKTOR OĞLUM

FELATUN BEYLA RAKIM EFENDİ

14 Cumartesi (S)

FULYAPRAKLARI

BİR ŞEHNAZ OYUN

BENİM DOKTOR OĞLUM

FELATUN BEYLA RAKIM EFENDİ

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

BAVUL HİKAYESİ

17

BAVUL HİKAYESİ

BİR ŞUBAT GECESİ

19 Perşembe

BAVUL HİKAYESİ

BİR ŞUBAT GECESİ

20

BAVUL HİKAYESİ

BİR ŞUBAT GECESİ

Cuma Cumartesi(M)

BAVULHİKAYESİ

Cumartesi (S)

BAVUL HİKAYESİ

22 Pazar(M)

BİRŞUBAT

GECESI

DELİL YETERSİZLİĞİ YAĞMURLA GELEN DELİLYETERSİZLİĞİ

i BİR DAHA ÇAL SAM

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

NE DERSİN AZİZİZM

DELİLYETERSİZLİĞİ

BİR

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

NE DERSİN AZİZİZM

DELİL YETERSİZLİĞİ

BİR DAHA ÇAL SAM

NE DERSİN AZİZİ

DELİL YETERSİZLİĞİ

BİR DAHA ÇAL ŞAM

NE DERSİN AZİZİM

DELİL YETERSİZLİĞİ

BİR ŞUBAT GECESİ

22 Pazar(M)

BAVUL HİKAYESİ

2 3P a z a r t e s i

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

2 5Ç a r ş a m b a

SOKRATES'İN SON GECESİ

2 6P e r ş e m b e

SOKRATES'İN SON GECESİ

SAATLERI AYARLAMA ENSTITÜSÜ SAATLERİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

KRAL DAİRESİ

JEANNE D'ARCIN ÖTEKİ ÖLÜMÜ

BİR DAHA ÇAL SAM

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

KRAL DAİRESİ

JEANNE D'ARCIN ÖTEM ÖLÜMÜ

BİR DAHA ÇAL SAM

KRAL DAİRESİ

JEANNE D'ARCIN ÖTEKİ ÖLÜMÜ

BİR DAHA ÇAL SAM

KRAL DAİRESİ

JEANNE D'ARCIN ÖTEKİ ÖLÜMÜ

BİR DAHA ÇAL SAM

28 Cumartesi (M)

SOKRATES'İN SON GECESİ

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSU

2 8 C u m a r t e s SOKRATES'İN i ( S ) ü SON GECESİ

SAATLERİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

'ANTALYA DT. "ÜLKÜ ERAKALIN PRÖMİYER

62

(M)

20.30 14.00-20.30

Pazar

14.00

DÜĞÜN

AYININ FENDİ AVCIYI YENDİ (M-M)

DÜĞÜN ŞARKISI

AYNIN FENDİ AVCIYI YENDİ(MM)

Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi Pers.-Cuma

YAĞMURLA GELEN (M)

20.30

CTesi

14.00-20.30

Pazar

14.00

Çotuk Oyunları 11.00-14.00

Karşıyaka Oda Tiyatrosu 20.00

Selahattin Akçiçek Sahnesi Çocuk Oyunu

YILDIZLAR GÖKTE YAŞAR ***JEANNE D'ARCIN AYININ FENDİ ÖTEKİ ÖLÜMÜ AVCIYI YENDİ (MM)

13:00

CTesi

Salı-Çarş.

AYININ FENDİ AVCIYI YENDİ (MM)

SOKRATES'İN SON GECESİ

15.00

Çocuk Oyunları 11.00-14.00

AYININ FENDİ AVCIYI YENDİ (M)

JEANNE D'ARCIN ÖTEKİ ÖLÜMÜ

27 Cuma

15.00-20.00

Pazar

Pers.-Cuma

DAHA ÇAL SAM

KRAL DAİRESİ

DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK

DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK

YAĞMURLA GELEN (M)

20.00

CTesi

Salı-Çarş.

NE DERSİN AZİZİM

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

SOKRATES'İN SON GECESİ

Beykoz Feridun Karakaya Sahnesi

Konak Sahnesi

YAĞMURLA GELEN (M)

NE DERSİN AZİZİZM

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

15.00

İzmir

GELEN(M)

SAATLE» AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

pe

18 Çarşamba

24 Salı

YAĞMURLA

cy

Pazar(M)

15.00-20.00

Pazar

Kartal Bülent Ecevit Sahnesi

BİR ŞEHNAZ OYUN

1 6 Pazartesi

20.00

CTesi

Çocuk Oyunu

a

BENİM DOKTOR OĞLUM

21

Pers.-Cuma ÜÇKAĞITÇI

Pers.-Cuma

BİR ŞEHNAZ OYUN

GECESI

Harbiye Kemer Tiyatrosu Salı-Çarş.

BENİM DOKTOR \ OĞLUM

BİR ŞUBAT GECESİ

ŞUBAT

Çocuk Oyunu 11:00-13:00

Salı-Çarş.

FUL YAPRAKLARI

BİR

15.00

12:00-14:00

DELİL YETERSİZLİĞİ

13 Cuma

(M)

15.00-20.00

Pazar Sahnesi

ÜÇKAĞITÇI

BİR ŞEHNAZ OYUN

Pazar

20.00

C.Tesi

Şişli Cevahir Genç Kuşak

KRAL DAİRESİ

BİR ŞUBAT GECESİ

21

AYNIN FENDİ AVCIYI YENDİ (MM)

AYININ FENDİ AVCIYI YENDİ(M)

YAĞMURLA GELEN (M)

FULYAPRAKLARI

15

AYNIN FENDİ AVCIYI YENDİ (MM)

YAĞMURLA GELEN (M)

E

j

12 Perşembe

15

DELİL YETERSİZLİĞİ DELİL YETERSİZLİĞİ

TEYZESİ

KRAL DAİRESİ

08 Pazar (M) 09 Pazartesi

Oyun Başlama Saatleri

Salı-Çarş.

03 Salı

Pazar(M)

DEVLET TİYATROLARI

İstanbul

BİRŞEHNAZ OYUN

02 Pazartesi

08

DT

ŞUBAT/izmir

ŞUBAT/İstanbul

11:00-14:00

Soyer Kültür Sanat Sahnesi BİR GARİP ORHAN VELİ BİR GARİP ORHAN VELİ

Salı-Çars.

20:00

Çotuk Oyunu

14:00

Sabancı Kültür Merk. Sahnesi Salı-Çars. AYININ FENDİ AVCIYI YENDİ(M)

20:00


ŞUBAT/izmir Bursa

Adana

DT

Trabzon Diyarbakır Antalya Erzurum

DEVLET TİYATROLARI

Narlıdere Kültür Merkezi

AVP Sahnesi

Oda Tiyatrosu

Hacı Ö m e r Sabancı Kül. Merkezi Sahnesi

01PAZAR(M) 01

Pazar (M)

02

Pazartesi

KÜÇÜK

KARABALIK

j

A t a p a r k Haluk Ongan Sahnesi

O r h a n AsenaSahnesi

Haşim İşcan Kültür Merkezi DT Sahnesi

SOYTARILAR OKULU

BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?

MASALLAR VE TÜRKÜLER

Erzurum Sahnesi

İzmir BU CAN BENİM KİME NE?

Narlıdere Kültür Merkezi Sahnesi

03

Salı

ÂSİYE NASIL KURTULUR AKILLI SOYTARI

04

Çarşamba

ASİYE NASIL KURTULUR DANS EDEN EŞEK

Perşembe

ASİYE NASIL KURTULUR

AKIL DEFTERİ

6. KOĞUŞ

DELİDUMRUL

CEZA KANUNU

GECENİN KULLARI

ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR

Cuma

ASİYE NASIL KURTULUR

AKIL DEFTERİ

6. KOĞUŞ

DEÜDUMRUL

CEZA KANUNU

GECENİN KULLARI

ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR

6. KOĞUŞ

•TAHSİS

CEZA KANUNU

GECENİN KULLARI

ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR

6 KOĞUŞ

TAHSİS

CEZA KANUNU

GECENİN KULLARI

ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR

BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?

CIBILKURT

İKİBAVULDOLUSU

05 06

Cumartesi (M)

ASİYE NASIL KURTULUR

07

Cumartesi (S)

ASİYE NASIL KURTULUR

CIBIL KURT

6. KOĞUŞ

CIBIL KURT GECENİN KULLARI

I

AKIL DEFTERİ

AKILLI SOYTARI

08 Pazar (M) 0 8 Pazar(M)

6. KOĞUŞ

Salı-Çarş.

20:30

Bursa Avp Sahnesi

07

'09

Oyun Başlama Saatleri

Salı-Çars.-Perş.-Cuma C.Tesi Pazar

15.00

Çocuk G/unu

14:00

Feraizcizade Oda Tiyatrosu Pers-Cuma-CTesi

18.30

Salı-Çarş-Perş-Cuma

20.00

|

Pazartesi

İKİBAVULDOLUSU

C,Tesi DELİ BAYRAMI DANS EDEN EŞEK

6. KOĞUŞ

"YILDIZLAR GÖKTEYAŞAR

KÜÇÜK KARABALIK (MM) 6. KOĞUŞ

DÜNYANIN ESKİ ZAMANLARINDA

CIBIL KURT (MM) GECENİN KULLARI

İKİ BAVUL DOLUSU

SAHNELERİMİZDEN GEÇEN ŞARKILAR

10

Salı

11

Çarşamba

DELİ BAYRAMI

12

Perşembe

DELİ BAYRAMI

ADVİYE

6. KOĞUŞ

GECENİN KULLARI

ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR

13

Cuma

DELİ BAYRAMI

ADVİYE

6. KOĞUŞ

İHANET

SAHNELERİMİZDEN GEÇEN ŞARKILAR

GECENİN KULLARI

ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR

14

Cumartesi (M)

6 KOĞUŞ

İHANET

SAHNELERİMİZDEN GEÇEN ŞARKILAR

GECENİN KULLARI

ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR

14

Cumartesi (S)

6 KOĞUŞ

İHANET

SAHNELERİMİZDEN GEÇEN ŞARKILAR

GECENİN KULLARI

ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR

15

Pazar (M)

KÜÇÜK KARABALIK

SOYTARILAR OKULU

BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?

MASALLAR VE TÜRKÜLER

İKİBAVULDOLUSU

15

Pazar (M)

16

Pazartesi

"İHANET

İKİ BAVUL DOLUSU

15.00-20.00

Çocuk Oyunu

10.00-11.00 14:00

Trabzon

pe cy a

Perş.Cuma

DELİ BAYRAMI

DELİ BAYRAMI

i

i

18

BU CAN BENİM KİME NE?

Çarşamba

19

Perşembe

BU CAN BENİM KİME NE?

20

Cuma

BU CAN BENİM KİME NE?

' 2 1 Cumartesi (M)

BU CAN BENİM KİME NE?

Cumartesi (S)

BU CAN BENİM KİME NE?

2 2 Pazar ( M )

23

j

YAĞMURLA

Pazartesi

GELEN

i

( M M )

Çocuk Oyunu 1 0 : 0 0 - 1 1 : 0 0

İKİ BAVUL DOLUSU MASALLAR VE TÜRKÜLER (MM) i BENİMDOKTOROĞLUM İKİ

İKİBAVULDOLUSU BAVUL DOLUSU

KAFKAS TEBEŞİR DAİRESİ

BAŞ BELASI

RİTA'NIN ŞARKISI

DOĞAL ZEHİR

KIŞ GELMEDEN

BENİM DOKTOR OĞLUM

i

KAFKAS TEBEŞİR DAİRESİ

Çocuk Oyunları 11.00-14.00

RİTA'NIN ŞARKISI

DOĞALZEHİR

KIŞ GELMEDEN

BENİM DOKTOR OĞLUM

KAFKAS TEBEŞİR DAİRESİ

Erzurum

RİTA'NIN ŞARKISI

DOĞALZEHİR

KIŞ GELMEDEN

BENİM DOKTOR OĞLUM

KAFKAS TEBEŞİR DAİRESİ

SOYTARILAR OKULU

DÜNYANIN ESKİ ZAMANLARINDA

CIBIL KURT

M BAVUL DOLUSU

BAŞ BELASI

|

I

KÜÇÜK KARABALIK

j

SOYTARILAR OKULU

BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?

26

Perşembe

ASİYE NASIL KURTULUR

BAŞ BELASI

BARIŞ

DOĞALZEHİR

KIŞ GELMEDEN

BAYKOLPERT

27

Cuma

ASİYE NASIL KURTULUR

BAŞ BELASI

BARIŞ

DOĞALZEHİR

KIŞ GELMEDEN

BAYKOLPERT

ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR

DOĞALZEHİR

KIŞ GELMEDEN

BAYKOLPERT

BARIŞ

DOĞAL ZEHİR

KIŞ GELMEDEN

BAYKOLPERT

'SUNAYAKIN

14:00

İKİ BAVUL DOLUSU CIBILKURT

BARIŞ

"ANKARA DT

Çocuk Oyunu

19.30 1400-19.30

İKİ BAVUL DOLUSU

BARIŞ

BAŞ BELASI

Pers.-Cuma C.Tesi

ASİYE NASIL KURTULUR

BURSAETIPIKAPALıCEZA INFAZ KURUMU

15.00-20.00

i

Çarşamba

Cumartesi (S)

15.00-20.00

CTesi

BENİM DOKTOR OĞLUM

25

28

Çarş-Perş-Cuma C.tesi

*KIŞ GELMEDEN

BARIŞ

ASİYE NASIL KURTULUR

14:00

Antalya

DOĞAL ZEHİR

ASİYE NASIL KURTULUR AKILLI SOYTARI

28 Cumartesi (M)

20.00 15.00-20.00

İKİ BAVUL DOLUSU

Salı

ASİYE NASIL KURTULUR

Perş.-Cuma CTesi

24

FELATUN BEYLA RAKIM EFENDİ

15.00

RİTA'NIN ŞARKISI

AKILLI SOYTARI

j

DÜNYANIN ESKİ ZAMANLARINDA

Pazar

BAŞ BELASI

|

|

\ SOYTARILAR OKULU

15.00-20.00

Diyarbakır

RİTA'NIN ŞARKISI

^RİTANNSARKISI(M-M)

20.00

CTesi

Çocuk Oyunları 10.30-13.30

j

AKILLI SOYTARI BU CAN BENİM KİME NE? |

22 Pazar (M)

ADVİYE

DANS EDEN EŞŞEK

17Salı

21

20.30

15.00-2030

İKİBAVULDOLUSU ŞEYTANAYRINHDAGİZLİDİR

'PRÖMİYER ÜLKÜWRAKALIN

63


ŞUBAT /Konya

Sivas

DT

Turneler

Van G.Antep Malatya Elazığ Aydın

DEVLET TİYATROLARI

DT Sahnesi

01

Atatürk Kültür

Kültür Merkezi Merkezi

DT Sahnesi

DT Sahnesi

Sahnesi

DT

Sahnesi

ŞükranGüngör

Konya ORDU

Pazartesi

İKİBAVULDOLUSU(mm)

03 salı 04

Oyun Başlama Saatleri

Pazar (M)

01 Pazar (M) 02

Her ay her ilde tiyatro

Sahnesi

O Y U N U N ADI KÜLKEDİSİ

Çarşamba

Sivas

İKİ EFENDİNİN UŞAĞI

"ZİYARETÇİ

BİR DAHA ÇAL SAM

AYYARHAMZA

ZİYARETÇİ

BİR DAHA ÇAL SAM

AYYARHAMZA

Çocuk Oyunu 14.00

K O K O N A YATIYOR GEVEZE BERBER

ZİYARETÇİ

BİR DAHA ÇAL SAM

AYYAR HAMZA

Van

K O K O N A YATIYOR GEVEZE BERBER

ZİYARETÇİ

BİR DAHA ÇAL SAM

AYYAR HAMZA

0 6 Can

EVLENME

K O K O N A YATIYOR GEVEZE BERBER

07 Cumartesi (M)

EVLENME

07 Cumartesi (S)

EVLENME

08 Pazar(M)

EVLENME

KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER

EVLENME

KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER

EVLENME

KOKONA YATIYOR GEVEZE BERBER

14 Cumartesi (S)

EVLENME

KOKONAYATTYOR GEVEZE BERBER

15 Pazar (M)

15

~ ~

Pazartesi

17 Salı Çarşamba

19

Perşembe

20 Cuma 21

Cumartesi (M)

21 Cumartesi (S)

OYUNUN ADI KÜLKEDİSİ

23

EŞİK EŞİK

TEHLİKELİ SAPLANTI

TEK KİŞİLİK ŞEHİR

HAYVAN ÇİFTLİSİ

ŞU 1941 YILINDA

6.KOĞUŞ

HAYVAN ÇİFTLİSİ PUSUDAÖÇ

ŞU 1941 YILINDA

PUSUDAÖÇ

ŞU 1941 YILINDA

1330

24 Salı

MUTASIN KULAKLARI ( Ç O )

EŞİK

DÜNYANIN kocaköy

14:00-20:00

ÇccukOyunu

11:00-14:00

DÜNYANIN

MUĞLA

BİTLİS

BAYAZIT

HAYVAN ÇİFTLİSİ

ŞU 1941 YILINDA

YAĞMURLA GELEN ( M M )

BAVAZIT

HAYVAN ÇİFTLİĞİ

ŞU 1941 YILINDA

YAĞMURLA GELEN ( M M )

EVLENME

28 Cumartesi (M)

BAYAZIT

HAYVAN ÇİFTLİĞİ

ŞU 1941 YILINDA

YAĞMURLA GELEN ( M M )

EVLENME

28 Cumartesi (S)

BAYAZIT

HAYVAN ÇİFTLİSİ

ŞU 1941 YILINDA

1

i

EVLENME

EĞİL DÜNYANIN ESKİ ZAMANLARINDA

RİTANIN ŞARKISI RİTANIN ŞARKISI

11:00-14:00

Pers.-Cuma

20:00

CTesi

14:00-20:00

Çocuk Oyunu 11:00-14:00

COCO BİLMİYOR

RİTANIN ŞARKISI

14:00-20:00

ÇocukOyunu Aydın

ESKİZAMANLARINDA

HATAY

20:00

CTesi

ESKİ ZAMANLARINDA

EŞİK

27 Cuma

ANKARA DT

20:00

CTesi

Perş-Cuma ERGANİ

EŞİK

6.KOĞUŞ

EVLENME

PRÖMİYER

11:00-14:00

Elazığ KUŞADASI

AYININ FENDİAVCIYIYENDİ(m) FELAHIN BEY İLE RAKIM EFENDİ (S)

EŞİK

6.KOĞUŞ

EVLENME

•ADANA DT

14:00-20:00

Çocuk Oyunu

TEHLİKELİ SAPLANTI

OYUNUN ADI KÜLKEDİSİ

*PRÖMİYER

20:00

CTesi

Perş.Cuma

CUCO BİLMİYOR

25

64

BUCANBENİMKİMENE?

EŞİK

PUSUDAÖÇ

Pazartesi

Perşembe

TEYZESİ

AYININ FENDİ AVCIYI YENDİ(MM)

6KOĞUŞ

HAYVAN ÇİFTLİSİ

İHANET

TEHLİKELİ SAPLANTI

TEK KİŞİLİK ŞEHİR

*ŞU 1941 YILINDA

MİDAS'IN KULAKLARI ( Ç O )

26

13.30-19.30

Malatya

TEK KİŞİLİK ŞEHİR

HAYVAN ÇİFTLİSİ

Pazar(M)

Çarşamba

19.30

BUCANBENİMKİMENE?

TEHLİKELİ SAPLANTI

TEK KİŞİLİK ŞEHİR

PUSUDAÖÇ

22 Pazar (M) 22

EŞİK EŞİK

pe

18

Pers.-Cuma C.Tesi Matine

Perş,Cuma

RİZE İSPARTA

TEHLİKELİ SAPLANTI

CUCO BİLMİYOR

cy a

OYUNUN ADI KÜLKEDİSİ

14 Cumartesi (M)

16

14.00-19:30

Gaziantep

|

10 Salı

13 Cuma

19.30

Çarş.-Pazar

Pazartesi

Perşembe

Pers.-Cuma C.Tesi

Çocuk Oyunu

08 PAZAR(M)

12

10.30-14.00

AYYAR HAMZA

05 Perşembe

Çarşamba

15.00-20,00

Çocuk Oyunu

BİR DAHA ÇAL SAM

K O K O N A YATIYOR GEVEZE BERBER

11

20.00

CTesi

IKİBAVULDOLUSU

EVLENME

09

Perş-Cuma

ŞU 1941 YILINDA" TATVAN ŞU 1941 YILINDA

LİCE DÜNYANIN ESKİ ZAMANLARINDA


pe cy a


ŞUBAT AYINDA 1 YENİ 27 OYUN ŞUBAT AYI OYUN DÜZENİ KAĞITHANE KÜÇÜK KEMAL ÇOCUK

KAĞITHANE SADABAD SAHNESİ

KADIKÖY HALDUN TANER SAHNESİ

0212 3 2 1 7 3 9 5

0216 3 4 9 0 4 6 3

SAHNESİ 0 2 1 2 3 2 1 7 3 9 5 BENİM ARKADAŞIM YOK (Ç.O) 5-6-12-13 Şubat 2009 Yazan - Yöneten: Turgut Denizer

Yazan: Aziz Nesin Müzik: Timur Selçuk Yöneten: Y. Kenan Işık

DELİ DUMRUL (Ç.O) 19-20-26-27 Şubat 2009 Yazan: Güngör Dilmen Yöneten: Ebru Kara KAĞITHANE KÜÇÜK KEMAL ÇOCUK SAHNESİ Oyun Saatleri: 10.30 -13.30 ÜSKÜDAR KEREM YILMAZER SAHNESİ 0216 4 9 2 9 0 8 4 BALIKESİR MUHASEBECİSİ 4-5-6-7-8 Şubat 2009 Yazan: Reşat Nuri Güntekin Yöneten: Nedret Denizhan SAVAŞ VE KADIN 11-12-13-14-15 Şubat 2009 Yazan: Matei Visniec Yöneten: Orhan Alkaya MASKELİLER 18-19-20-21-22 Şubat 2009

Yazan: Sait Faik Uyarlayan: Savaş Dinçel Yöneten: Ergün Işıldar

LÜKÜS HAYAT (M.O) 18-19-20-21-22 Şubat 2009

BAYAZIT 18-19-20-21-22 Şubat 2009

Yazan: Ekrem Reşit Rey Müzik: Cemal Reşit Rey Yöneten: Haldun Dormen

Yazan: Jean Racine Yöneten: Başar Sabuncu

SOKAK KEDİLERİ (Ç.O) 7-8-14-15-21-22-28 Şubat-1 Mart 2009 Yazan: Reha Bilgen Yöneten: Ragıp Yavuz

ÜSKÜDAR MUSAHIPZADE CELAL SAHNESİ

Yazan: İlan Hatsor Yöneten: Taner Barlas

KÜÇÜK HAYALET (Ç.O) 7-8-21 -22-28 Şubat -1 Mart 2009

KİBRİTÇİ KIZ(Ç.O) 14-15-28 Şubat-1 Mart 2009

Yazan: Maria Clara Machado Yöneten: Ece Okay

Yazan: Hans Christian Andersen Uyarlayan - Yöneten: Şevket Avşar

DERİ CEKET 4-5-6-7-8 Şubat 2009 Yazan: Stanislav Stratiev Yöneten: Arif Akkaya

ÜMRANİYE SAHNESİ

FATİH REŞAT NURİ SAHNESİ

0216 6 3 4 2 6 7 0

0212 5 2 6 5 3 8 0 MERAKLISI İÇİN ÖYLE BİR HİKAYE 4-5-6-7-8 Şubat 2009 Yazan: Sait Faik Uyarlayan: Savaş Dinçel Yöneten: Ergün Işıldar

TEKRAR ÇAL SAM 4-5-6-7-8 Şubat 2009 Yazan: Woody Ailen Yöneten: Ragıp Yavuz

DÖNÜŞÜM 11-12-13-14-15 Şubat 2009 Yazan:Franz Kafka Uyarlayan: Ümit Denizer Yöneten: Turgut Denizer

KEŞANLI ALİ DESTANI (M.O) 11-12-13-14-15 Şubat 2009 Yazan: Haldun Taner Müzik: Yalçın Tura Yöneten: Yücel Erten

YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE 18-19-20-21-22 Şubat 2009 Yazan: Orhan Asena Yöneten: Nedret Denizhan

VİŞNE BAHÇESİ 18-19-20-21-22 Şubat 2009

Yazan: Anton Çehov Yöneten: Ali Taygun

pe

0216 5 5 3 0 3 9 7

MASKELİLER 25-26-27-28 Şubat - 1 Mart 2009

VİŞNE BAHÇESİ 25-26-27-28 Şubat -1 Mart 2009 Yazan: Anton Çehov Yöneten: Ali Taygun

cy a

Yazan: Franz Kafka Uyarlayan: Ümit Denizer Yöneten: Turgut Denizer

MERAKLISI İÇİN ÖYLE BİR HİKÂYE 11-12-13-14-15 Şubat 2009

ESKİCİ DÜKKANI 11-12-13-14-15 Şubat 2009 Yazan: Orhan Kemal Yöneten: Ergün Işıldar

Yazan: İlan Hatsor Yöneten: Taner Barlas DÖNÜŞÜM 25-26-27-28 Şubat -1 Mart 2009

DİNMEYEN ALKIŞLAR 4-5-6-7-8 Şubat 2009 Yazan: Gülsün Siren Kınal Yöneten: Engin Gürmen

YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ (M.O) 4-5-6-7-8 Şubat 2009

BERNARDAALBA'NINEVİ 11-12-13-14-15 Şubat 2009

SİZE ÖYLE GELİYORSA ÖYLEDİR 25-26-27-28 Şubat -1 Mart 2009 Yazan: Luigi Pirandello Yöneten: Engin Gürmen

İSTANBUL EFENDİSİ (M.O) 25-26-27-28 Şubat-1 Mart 2009

Yazan: Musahipzade Celâl Yöneten: Engin Alkan

Yazan: Federico Garcia Lorca Yöneten: Engin Alkan

BİR DENİZ MASALI (Ç.O.) 14-15-21-22-28 Şubat -1 Mart 2009

ÜÇ KIZ KARDEŞ 18-19-20-21-22 Şubat 2009

Yazan: Seden Edgü Yöneten: Can Doğan

Yazan: Anton Çehov Yöneten: Nikita Milivojevic

BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN (Ç.O) 7-8-14-15 Şubat 2009 Yazan - Yöneten: Turgut Denizer BENİM ARKADAŞIM YOK (Ç.O) 21-22-28 Şubat-1 Mart 2009 Yazan - Yöneten: Turgut Denizer OYUN SAATLERİ

Çarşamba: 15.00-20.30 - Perşembe: 20.30 - Cuma: 20.30 - Cumartesi: 11.00 (Ç.O.)-15.00-20.30 LEONCE İLE LENA 25-26-27-28 Şubat -1 Mart 2009

Pazar: 11.00 (Ç.O.)-15.00

Yazan: Georg Büchner Yöneten: Yiğit Sertdemir

KAĞITHANE KÜÇÜK KEMAL ÇOCUK SAHNESİ Oyun Saatleri: Perşembe: 10.30 -13.30 -Cuma: 10.30 -13.30

(M.O) Müzikli Oyun -(Ç.O) Çocuk Oyunu -(G.O) Gençlik Oyunu

Genel Sanat Yönetmeni: Orhan ALKAYA

BİLETLERİMİZ SATIŞA SUNULMUŞTUR


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.