2008_188_10938

Page 1


pe cy a


Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Ali Taygun, A. Ertuğrui Timur, Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu, Üstün Akmen Koordinatör: Volkan Çağlayan Çocuk Tiyatrosu Editörü: Nihal Kuyumcu Gençlik Tiyatrosu Editörü: A. Ertuğrui Timur Redaksiyon: Ayşe Nalân Özübek Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (57 elliyedi) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Baskı: Stil Matbaacılık (0212) 281 92 81 Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti.: Cumhuriyet Cad. No: 359/5 Harbiye- İstanbul Telefon: (0212) 296 10 35 Fax: (0212) 296 51 70 e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Abonelik İçin: (0212) 296 10 37 • e-posta: abone@tiyatrodergisi.com.tr Yıllık Abone Bedeli 70 YTL / Yurtdışı Abone Bedeli: 100 EURO Hesap No: T. iş Bankası-Cihangir Şb. Tiyatro Yapım ve Yay. Tic ve San. Ltd. Şti. Şube Kodu: 1014 Hesap No: 0197245

Kapak Fotoğrafı: "Sakıncalı Piyade" Kapak Tasarımı: Genco Demirer

Yayın Türü: Yerel Süreli

pe cy a

EDİTÖRDEN: / S. 3 HABERLER: / S. 4

USTALARA SAYGI: Alganlar, Tiyatro ve Aşk I Pınar Erol / S. 8 ELEŞTİRİ: "Mutlu Yıllar" I Üstün Akmen / S. 16 ELEŞTİRİ: "Kontrbas" / Eser Rüzgar / S. 18 HABER-YORUM: "27 Mart 2008" / Mustafa Demirkanlı/ S. 20 YORUM: Kadir Topbaş mı Beni İnandırdı, Yoksa İnanmam mı Gerekiyordu? / Ü. Akmen /S. 24 SAHNE TOZU: Selçuk Yöntem ile.. "Aşk; Bazen Bir Çığlık mı Gerçekten? / Ö. Özdemir / S. 26

SÖYLEŞİ: Nilüfer'in Önerisi Var... / Mustafa Demirkanlı / S.32

BİLDİRİ: Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi / Orhan Alkaya / S. 35 ELEŞTİRİ: "Bir Halk Düşmanı" / Deniz Bozer / S. 36 FOTOĞRAFLARIN DİLİ: Su Gösteri Sanatları Merkezi I S. 39 ELEŞTİRİ: "Kara Tavuk" / Robert Schild / S. 44

ÖZDEMİR ABI'YE MEKTUPLAR: "Olya" / Üstün Akmen / S. 47

ELEŞTİRİ: İstanbul Dışı Oyunlar / Ragıp Ertuğrul / S. 50 AVRUPA TİYATROSU: / Tilda Tezman / S. 54 SADIK SEYİRCİ: Yaşam Işığını Yayan Tiyatro Topluluklarımız / Sadık Aslankara / S. 56

1


cy

pe a


a cy

pe

Bu yıl 27 Mart Dünya Tiyatro Günü, bir farklı yaşandı. Sapla saman birbirine karışmış, gerçek nedir, ne değildir bilinmez oldu. Sanatçılar, altmış sivil toplum kuruluşu desteğinde Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde yıkıma karşı protesto eylemi gerçekleştirirken, sanatçıların örgütü TODER ise Beyoğlu Belediyesi'nin desteğinde ve Belediye Bandosu eşliğinde şenlik düzenlerken, yine aynı saatlerde İstanbul B.B. Başkanı Kadir Topbaş, Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin on üç ayda tamamlanacağını ve eskisinden daha donanımlı ve kapsamlı olacağını anlatıyordu. Peki, bu anlatılanların Muhsin Ertuğrul Sahnesi fuayesine konacak bir maket ve onaylı projelerle aktarılması çok mu zordu? Yaşamlarının önemli bir kısmını o sahnede geçirmiş, kırılgan tiyatro insanlarımız bilgilendirilse fena mı olurdu?

Siyasetçilere güvensizlik tartışılamayacak kadar gerçek bir olguyken, bu kadar iletişimsizlik karşısında huzur ve güven beklemek fazla iyi niyet değil mi? Yönetenler, daha fazla, çok daha fazla bilgi verirlerse her şey daha net ortaya çıkar, sapla saman da birbirine karışmaz.

*** Pınar Erol, bir süredir ara verdiği Ustalara Saygı dizisinde bu ay Ayla ve Beklan Algan'ı konuk etti, iki ustanın doyumsuz sohbeti sizleri bekliyor.

*** Artık klasikleşmiş Sahne Tozu'nda Özlem Özdemir'in bu ayki konuğu Selçuk Yöntem, her zamanki lezzetiyle sayfalarımızdaki yerini aldı.

*** Bir yıl aradan sonra Tiyatro Festivali tekrar İstanbullu tiyatroseverle 16 ncı kez buluşmaya hazırlanıyor. Yirmi beşin üzerinde yerli oyun, altı tiyatro ve dans topluluğunun katılacağı Festivalin hazırlıklarına biz de başladık.

3


Eleştirmenlerin Ödülü Genco Erkal'a ve Barış Erdenk'e Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Türkiye Merkezi'nin geleneksel "Yılın Tiyatro Oyunu" ödülü, bu yıl da Birliğin tüm üyelerine açık tutulan oylamayla saptandı. Oylama sonucu yılın oyunu ödülü, Genco Erkal'ın bu ülkede gerçek anlamda toplumsal bellek oluşturma amacına adadığı yaşamı da dikkate alınarak Dostlar Tiyatrosunun 2007-2008 sezonunda sahnelediği "Sivas'93" oyununa verildi. Birliğin Ankara Temsilcisi Selda Öndül ise, aynı yöntemle Bertold Brecht'in Banş Erdenk yönetiminde Erzurum Devlet Tiyatrosu yapımı olarak sahnelenen "Kafkas Tebeşir Dairesi" başlıklı oyununu tasarım, oyunculuk ve rejideki üstün başarısı açısından değerlendirdiklerini ve 2007-2008 sezonu "TEB Ankara Temsilciliği Yılın Tiyatro Oyunu" ödülüne layık gördüklerini açıkladı. Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Türkiye Merkezi "Yılın Tiyatro Oyunu" ödülleri, "Sivas'93" ve "Kafkas Tebeşir Dairesi"nin nisan ayı içindeki bir temsilinden önce Genco Erkal ve Barış Erdenk'e verilecek.

VIII. LİONS Tiyatro Ödülleri Sonuçları Direklerarası "Halk Jürisi" üyeleri, 2007-2008 Tiyatro Sezonunda İstanbul'da (119), Ankara'da (34), İzmir'de (12), Bursa'da (7), Kocaeli'de (5), Eskişehir'de (7), Antalya'da (5), Samsun'da (2), Adana'da (3), Erzurum'da (2), ve Trabzon'da (4) sahneye koyulan oyunları seyrederek, Performans ve Tasarım kategorilerinde en başarılı bulduğu sanatçıları belirlemiştir.

pe

cy a

İSTANBUL Prodüksiyon: İstanbul Devlet Tiyatrosu, Savaş İkinci Perdede Çıkacak Yönetmen: Mehmet Ergen, Şeylerin Şekli, Akbank Yeni Kuşak Tiyatrosu Oyun Yazarı: Sermiyan Midyat, 9 Ay Son Gün, Tiyatro Oyunbozan Erkek Oyuncu: Mehmet Ali Kaptanlar, Venedik Taciri, Tiyatro Pera Kadın Oyuncu: Songül Öden, Kadıncıklar 2007, Sadri Alışık Tiyatrosu Yardımcı Erkek Oyuncu: Fatih Koyunoğlu, Albay Kuş, Tiyatro Adam Yardımcı Kadın Oyuncu: Özlem Türkad, Bernarda Alba'nın Evi, İBB Şehir Tiyatroları Canlandırmada Bütünlük (Ensemble): Dalga, Don Kişot Tiyatro Küçük Salon Erkek Oyuncu: İlker Ayrık ve Aykut Taşkın, Uçurtmanın Kuyruğu, M. Gezen Tiyatrosu Küçük Salon Kadın Oyuncu: Mine Tugay, Karatavuk, DOT Komedi Erkek Oyuncu: Bülent Şakrak, 39 Basamak, Kent Oyuncuları Komedi Kadın Oyuncu: Sevtap Çapan, Tekrar Çal Sam, İBB Şehir Tiyatroları Komedi Toplu Canlandırma (Komedi Ensemble): Oyunun Oyunu, Yasemin Yalçın Tiyatrosu Sahne Tasarımı: Zuhal Soy, Bana bir Picasso Gerek, Duru Tiyatro Kostüm Tasarımı: Canan Göknil, Bayazıt, İBB Şehir Tiyatroları Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz, Oyunu Bozuyorum, 5. Sokak Tiyatrosu Özgün Tiyatro Müziği: Çiğdem Erken, Savaş İkinci Perdede Çıkacak, İstanbul Devlet Tiyatrosu Koreografı: Cihan Yöntem, 39 Basamak, Kent Oyuncuları Yenilikçi Tiyatro: Tiyatro Tem, Tartüf Bey Sürekli Mükemmeliyet: Tomris İnceer Özgün Yeni Oyun: Meltem Arıkan, Oyunu Bozuyorum, 5. Sokak Tiyatrosu Belgesel Oyun: Sivas 93, Dostlar Tiyatrosu Tek Kişilik Prodüksiyon: Latife ve Fikriye, Dilruba Saatçi, Tiyatro Maan Kerem Yılmazer "Genç Yetenek" Teşvik Ödülleri (İstanbul) Ece Özdikici, Dalga, Don Kişot Tiyatro Didem Başar, Olya, Bizim Tiyatro Enis Arıkan, Kürklü Merkür, DOT Arda Aydın, Tekrar Çal Sam, İBB Şehir Tiyatroları Dilek Aba, Müzikaldeki Hayalet, Tiyatro Kedi Lion Selim Naşit Özcan "Tiyatroya Bir Ömür" Onur Ödülü Usta Oyuncu: Sezai Altekin Vasıf Öngören Özel Ödülü: Tiyatro OYUNBAZ Asaf Çiğiltepe Özel Ödülü: Açıklanacak Özel Ödüller: Tiyatro Hayatımıza, Kurum ve Oyuncu olarak devamlı katkı sağlayabilmek amacıyla hem sahnede hem de tiyatro örgütleri içinde çaba ve çalışmalarını büyük bir özveriyle sürdürmüş olan HADİ ÇAMAN'a sevgilerimizi ve şükranlarımızı iletiyoruz. Cumhuriyet Gazetesi, Kütür Sanat sayfalarında Tiyatroya verdiği önem nedeniyle, İsmail Can Tortop, "Tiyatro Dünyası" internet sitesi ile yaptığı nitelikli yayın nedeniyle, Garaj İstanbul, Tiyatro Programları ile ilgili hazırladıkları Program Broşürleri nedeniyle. Tiyatro Basın ve Halkla İlişkiler ve Tiyatro Yöneticileri: Aysa Prodüksiyon, Cem Eroğlu / Duru Tiyatro, Nur Çağatay / Müjdat Gezen Tiyatrosu, İclal Osmanalemdaroğlu

4


a cy pe Merkez: Bağdat Cad. Çuhaçiçeği Sok. Seyhun Apt. No: 4/1 34726 Kızıltoprak - İSTANBUL Tel: (0216) 347 30 70 - 347 71 60 Fax: (0216) 337 05 25 Şube: Lamartin Cad. No:40 34437 Taksim - İSTANBUL Tel: (0212) 297 60 37 - 38 Fax: (0212) 254 68 10 İstanbul Bayileri: Arzum Kozmetik Merter - İst. Tel: (0212) 637 02 34 Derin Kozmetik Şaşkınbakkal - İst. Tel: (0216) 360 05 07 N&T Kozmetik Pendik - İst. Tel: (0216) 491 17 27 Ankara Bayii: Burak Makyaj Stüdyosu Kavaklıdere - Ankara Tel: (0312) 427 57 68 Antalya Bayileri: İdeal Spor Tel: (0242) 248 60 44 Mistik Tel: (0242) 244 47 63 Özbek Spor Tel: (0242) 322 67 37 İzmir Bayii: Ergen Kozmetik Hatay - İzmir tel: (0232) 243 45 24 www.virakozmetik.com

e-mail: info@virakozmetik.com


ÖZEL ÖDÜLLER MUHSİN ERTUĞRUL ÖZEL ÖDÜLÜ: HALDUN MARLALI NİSA SEREZLİ AŞKINER ÖZEL ÖDÜLÜ: BEYHAN SARAN CEVAT FEHMİ BAŞKUT ÖZEL ÖDÜLÜ: 444/ALTIDAN SONRA TİYATRO (YİĞİT SERTDEMİR) TİYATRODA YENİ KUŞAK ÖZEL ÖDÜLÜ: DALGA- GENÇ OYUNCULARI (DON KİŞOT PRODÜKSİYON)(Ayşegül Alpak, Onur Dikmen, Duygu Eren, Fatih Sönmez, Çetin Güner, Ece Özdikici, Serhat Teoman, Ekin Türkmen, Serhan Süsler, Serdar Yeğin) YAPI KREDİ SİGORTA ÖZEL ÖDÜLÜ: HAMİT BELLİ MANSİYON: SİVAS 93 (DOSTLAR TİYATROSU)

2008 ADAYLARI YILIN EN BAŞARILI PRODÜKSİYONU Bayazıt / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Kürklü Merkür / Dot Tiyatro Venedik Taciri / Tiyatro Pera YILIN EN BAŞARILI YÖNETMENİ Arif Akkaya (Bana Bir Picasso Gerek) / Duru Tiyatro Mehmet Ergen (Şeylerin Şekli) / Yeni Kuşak Tiyatro Murat Daltaban (Kürkli Merkür) / Dot Tiyatro YILIN EN BAŞARILI ERKEK OYUNCUSU Can Başak (Bayazıt) / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Mehmet Ali Kaptanlar (Venedik Taciri) / Tiyatro Pera Sezai Altekin (Bana Bir Picasso Gerek) / Duru Tiyatro YILIN EN BAŞARILI KADIN OYUNCUSU Ayça Bingöl (Bana Bir Picasso Gerek) / Duru Tiyatro Esra Bezen Bilgin (Şeylerin Şekli) / Yeni Kuşak Tiyatro Şebnem Köstem (Bayazıt) / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları

a

YARDIMCI ROLDE YILIN EN BAŞARILI ERKEK OYUNCUSU Enis Arıkan (Kürklü Merkür) / Dot Tiyatro Rıza Kocaoğlu (Kürklü Merkür) / Dot Tiyatro Tuğrul Tülek (Kürklü Merkür) / Dot Tiyatro

pe cy

YARDIMCI ROLDE YILIN EN BAŞARILI KADIN OYUNCUSU Nurseli İdiz (Kadıncıklar) / Sadri Alışık Tiyatrosu Özge Özder (Üç Kız Kardeş) / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Songül Öden (Kadıncıklar) / Sadri Alışık Tiyatrosu YILIN EN BAŞARILI MÜZİKAL YA DA KOMEDİ ERKEK OYUNCUSU Atılgan Gümüş (Müzikaldeki Hayalet) / Tiyatro Kedi Metin Serezli (Kim O?) / Tiyatro Kare Selçuk Yöntem (Koca Bir Aşk Çığlığı) / Aysa Prodüksiyon YILIN EN BAŞARILI MÜZİKAL YA DA KOMEDİ KADIN OYUNCUSU Demet Tuncer (Müzikaldeki Hayalet) / Tiyatro Kedi Suna Keskin (Aşkın Yaşı Yoktur) / Hadi Çaman Tiyatrosu Tilbe Saran (Koca Bir Aşk Çığlığı) / Aysa Prodüksiyon YARDIMCI ROLDE YILIN EN BAŞARILI MÜZİKAL YA DA KOMEDİ ERKEK OYUNCUSU Bekir Aksoy (Koca Bir Aşk Çığlığı) / Aysa Prodüksiyon İsmail Hacıoğlu (9 Ay Son Gün - Oyun Bozan Tiyatro) / Aysa Prodüksiyon Volkan Severcan (Oyunun Oyunu -Yasemin Yalçın Tiyatrosu) / Beşiktaş Kültür Merkezi YARDIMCI ROLDE YILIN EN BAŞARILI MÜZİKAL YA DA KOMEDİ KADIN OYUNCUSU Ayça Varlıer (Hisseli Harikalar Kumpanyası) / Beşiktaş Kültür Merkezi Ruhsar Öcal (Hisseli Harikalar Kumpanyası) / Beşiktaş Kültür Merkezi Simay Küçük Tuna (Bir Şehnaz Oyun) / İstanbul Devler Tiyatrosu YILIN EN BAŞARILI SAHNE TASARIMCISI Ali Cem Köroğlu (Dalga) / Don Kişot Prodüksiyon - (Bir Şehnaz Oyun) / İstanbul Devler Tiyatrosu (Ashura) / Garajİstanbul Başar Sabuncu (Bayazıt) / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Şirin Dağtekin (Venedik Taciri) / Tiyatro Pera YILIN EN BAŞARILI GİYSİ TASARIMCISI Canan Göknil (Bayazıt) / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Güler Yiğit (Hisseli Harikalar Kumpanyası) / Beşiktaş Kültür Merkezi Gülhan Kırçova (Bir Şehnaz Oyun) / İstanbul Devlet Tiyatrosu YILIN EN BAŞARILI SAHNE MÜZİĞİ Cem İdiz (Bir Şehnaz Oyun) / İstanbul Devlet Tiyatrosu Fazıl Say (Sivas'93) / Dostlar Tiyatrosu Selim Atakan (Bayazıt) / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları YILIN EN BAŞARILI IŞIK TASARIMCISI İlhan Ören (Bayazıt) / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Kemal Yiğitcan (Kürklü Merkür) / Dot Tiyatro - (Dalga) / Don Kişot Prodüksiyon Yüksel Aymaz (Ashura) / Garajİstanbul

6


13. Sadri Alışık Tiyatro Ödülleri 2007-2008 Adayları Yılın En İyi Yapımının Yönetmeni Murat Daltaban (DOT "Kürklü Merkür") Mehmet Ergen (Akbank Sanat Yeni Kuşak Tiyatro "Şeylerin Şekli") Genco Erkal (Dostlar Tiyatrosu "Sivas '93") Yılın En İyi Kadın Oyuncusu Esra Bezen Bilgin (Akbank Sanat Yeni Kuşak Tiyatro "Şeylerin Şekli") Ayça Bingöl (Duru Tiyatro "Bana Bir Picasso Gerek") Vahide Gördüm (Oyun Atölyesi "Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler) Yılın En İyi Erkek Oyuncusu Sezai Altekin (Duru Tiyatro "Bana Bir Picasso Gerek") Mehmet Ali Kaptanlar (Tiyatro Pera "Venedik Taciri") Levent Ülgen (Donkişot Prodüksiyon "Dalga") Yardımcı Rolde Yılın En İyi Kadın Oyuncusu Şenay Gürler (İstanbul DT "Savaş İkinci Perdede Çıkacak") Özge Özer (İBBŞT "Üç Kızkardeş") Özlem Türkad (İBBŞT " Bernarda Alba'nın Evi") Yardımcı Rolde Yılın En İyi Erkek Oyuncusu Bahtiyar Engin (İstanbul Halk Tiyatrosu "Can Tarlası") Yiğit Sertdemir (İBBŞT "Üç Kızkardeş") Burak Şentürk (İstanbul DT "Savaş İkinci Perde de Çıkacak)

a

Müzikal Ya da Komedi Dalında Yılın En İyi Kadın Oyuncusu Demet Evgar (Kent Oyuncuları "39. Basamak") Suna Keskin (Yeditepe Oyuncuları "Aşkın Yaşı Yoktur") Demet Tuncer (Tiyatro Kedi "Müzikaldeki Hayalet")

cy

Yılın En İyi Erkek Oyuncusu Metin Serezli (Tiyatro Kare "Kim o") Mert Turak (İBBŞT "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz") Selçuk Yöntem (Aysa Prodüksiyon "Koca Bir Aşk Çığlığı")

pe

Yardımcı Rolde Yılın En İyi Kadın Oyuncusu Dilek Aba (Tiyatro Kedi "Müzikaldeki Hayalet" Ezgim Kılınç (İBBŞT "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz") Derya Kurtuluş (İBBŞT "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz")

Yardımcı Rolde Yılın En İyi Erkek Oyuncusu Erdem Akakçe (Asya Prodüksiyon "9 Ay Son Gün" + Kent Oyunculan "Kuyruk") Bülent Şakrak (Kent Oyuncuları "39. Basamak") Okan Yalabık (Kent Oyuncuları "39. Basamak")

13. Sadri Alışık Sinema Ödülleri 2007-2008 Adayları En İyi Kadın Oyuncu Ülkü Duru "İyi Seneler Londra" Özgü Namal "Mutluluk" Nurgül Yeşilçay "Adem'in Trenleri"

En İyi Erkek Oyuncu Yetkin Dikinciler "Mavi Gözlü Dev" Kenan İmirzalıoğlu "Kabadayı" Cem Özer "Adem'in Trenleri" En İyi Yrd. Kadın Oyuncu Derya Alabora "Adem'in Trenleri" Yıldız Kenter "Beyaz Melek" Gülsen Tuncer "Suna" En İyi Yrd. Erkek Oyuncu Ali Atay "İyi Seneler Londra" Durul Bazen " Son Ders: Aşk ve Üniversite" Rasim Öztekin "Kabadayı"

7


a

Ayla Algan ve Beklan Algan'la...

cy

Alganlar,

Tiyatro ve Aşk

Cevat Çapan da orada. Şimdi tiyatrolog, profesör oldu. O tiyatrolar kurar, eski Yunan tiyatrolarını kurar. Beklan da gider -o yapay tiyatroyu sevmediği için- bozar... 8

pe

Pınar Erol / pinarmidik@hotmail.com

Aylar süren kovalamacadan sonra Ayla ve Beklam tiyatronun içinde Grotowskiler var, Meyerhold var, Algan 'la bir araya gelebiliyoruz ve aylardır çantamda ortaoyunu var, seyirlik oyun var, seyirci önünde tipe girmek var. Bütün o teknikleri Beklan oyunlarında taşıdığım sorularımı art arda sıralıyorum. kurmuştur. Yani hakikaten de Petersburg'un oyunculara 'boş alanları boş bırakmayın' dediği, Ayla Hanım, Beklan Bey ile evleniyorsunuz ve yani; 'bir şeyler üretin, görselleştirin. Olmayanda, ardından Amerika'ya gidiyorsunuz. Sonra görünmeyende görüneni getirin' dediği olayı yolunuz nasıl tiyatroya çıkıyor? Ayla Algan: Benim annem bilmeyerek bir oyuncunun oyunlarında kullanmıştır. Evet, biz New York'a yetişmesi için ne lazımsa yapmış. Beş yaşındayken gidiyoruz. Orada okuyoruz. Sonra Of Broadway oyunlar oynuyoruz ama Beklan daha çok rejisörlük piyano dersi aldırmış, baleye götürmüş, müzik dinlemeyi öğretmiş. Beş yaşında ben ilk, Chopin'in yapmak istiyordu. piyano konçertosunu dinledim ve o yaşta hiç sıkılmadım. Fransızca öğrettiler. Sonra işte Damme Muhsin Ertuğrul da sizi Amerika'da buluyor. De Sion'a geçtim. Oradan Versailles'a yolladılar. Ayla Algan: Evet, Muhsin Hoca 1960'da Amerika'ya Orada lisansımı yaptım, bitirdim ve şiir yazmaya geliyor ve bize neden dönmüyorsunuz diyor. Bizi başladım. Bizi Fransa'da her çarşamba tiyatroya Şehir Tiyatroları 'na davet ediyor ve biz de götürürlerdi. Beklan'da Robert Kolej'li. Tiyatroya dönüyoruz. Bir de gelip provaları seyredebilirsiniz çok meraklı bir hocası var. Bunlara hep tiyatro diyor. Muhsin Hoca'nın ölçüşüydü bu. Bir oyuncu oynatıyor. Cevat Çapan da orada. Şimdi tiyatrolog, ya da rejisör gelip provayı seyrediyor mu? Oyuncu profesör oldu. O tiyatrolar kurar, eski Yunan prova saatinde geliyor mu? Her gün geliyor mu? tiyatrolarım kurar. Beklan da gider -o yapay tiyatroyu Yoksa bir geliyor, bir gelmiyor mu? İzin vermesinin sevmediği için- bozar. Bugün Beklan'm yaptığı sebebi o. Beklan 'Jan Dark'ı koymak istiyordu,


sağlama alsın diye Muhsin Hoca Bernard Shaw'un 'Jan Dark'ını istedi. Halbuki Beklan boş alancı ya, Grotowski'ci, Meyerhold'cu ya Annuad'ün Jan Dark'ını istiyor. Çünkü bir oyuncu maziyi oynuyor boşlukta. 'Küçüktüm' diyor 'kardeşim vardı' diyor ve mahkeme dışarıya çıkartıyor seyirciyi. Öyle bir tekniği var. Neyse Annuad'nün 'Jan Dark'ını koyuyoruz. Seyircinin de oyuna katkısı olacak ya da düşündürecek yani seyirciyi de yaratıcı kılacak bir tiyatro türünü koyuyor. Oyuncuyla seyirci arasında interaktif bir ilişki kurarak. Zaten bütün oyunlarında da öyledir. Onun için de 'Hamlet 70'i koyduğu zaman hapse girdi. O kadar interaktif bir şey. Herkes de o zaman anlıyor. O anlamadıkları şeyleri bile sordular ona. Önünde bir şey yok sual soran adamın. O boş tablo ne demek diyorlar. Hepsinde reformları yaptın, yazılı, o boş hangisi diyorlar? Ayol, oyuncular sormadı o boşluğu.

'... hani ata biniyorsun...' Tabii ben pantomimle gösteriyorum ata bindiğimi oyunda.'... hani ölü askerler vardı, üstlerinden yürüyor­ dunuz. Hani selvi ağaçları vardı...' Yoktu beyfendi dedim. 'Zaman geçti de unuttun' dedi bana.

pe

cy a

Beklan Algan seyirciye de sorumluluk veriyor. Ayla Algan: Evet, dolayısıyla Beklan Algan tiyatrosu hep interaktifti. Oyuncuyu çok yaratıcı kılar, yazar kadar görsel söz yazdırır. Yani şairin gün düşlemesi gibidir. Çünkü şair önce düşler, sonra sözcüğü bulur. Karanlıklara doğan güneşi görür, sonra karanlıklara doğan güneş der. Şairin gün düşüncesi gibi, onun gibi bir tiyatro düşüncesi var Beklan'ın. Hatta ben 'Jan Dark'ı oynadığım zaman ata biniyordum. Ama hakikaten ölüleri görüyordum. Çünkü engizisyon bir an bana diyordu ki her gün dua ediyorsun filan, adam mı öldürüyorsun? Onun arkasından hemen o sahne geliyordu. Ata biniyordum. Ölüleri görüyordum. Bir de selvi ağacı görüyorum, tabii Türk olduğum için. Belki Fransız olsa meşe görecek. Bilsak'ta eğitim verirken Yunus Emre de yapmaya başladım orada. Ben Yunus Emre'de Hak dediğim zaman elimi uzatıyorum ve hakikaten bulutlan falan görüyorum. Bunları yapıyoruz ama bir estetiği araştırdığın zaman pek ne yarattığım da bilmiyorsun.

Ancak yetmişime gelince şansım oldu ve sentezliyorum bu teknikleri. Yaşlıca bir adam geldi dedi ki bana 'Ben 'Jan Dark'ı seyrettim. Hani orada bir sahneniz vardı...' Tabii text kalmıyor aklında, sahne var. Sonra adam oynadığım şeyin aynısını söylemişti. '... hani ata biniyorsun...' Tabii ben pantomimle gösteriyorum ata bindiğimi oyunda. '... hani ölü askerler vardı, üstlerinden yürüyordunuz. Hani selvi ağaçları vardı...' Yoktu beyfendi dedim. 'Zaman geçti de unuttun' dedi bana. Aynı şey Yunus Emre'yi Fransa'da yaparken, o müzik devremde de oldu. 'Ben giderim yane yane' derken tiyatrocu olduğum için pantomim biliyorum, elimi orada öyle yapıyorum filan. Adam bir daha yaptırıyor, bir daha yaptırıyor. Biz canlı yayına gireceğiz. 'Mösyö' dedim 'niye yaptırıyorsunuz bunları?' 'Bakıyorum aynı şeyi yapıyor musun diye.' dedi. 'A, evet' dedim, 'ben tiyatrocuyum, merak etmeyin'. Sonra bir seyrettim adamın yaptığını yayından sonra. Benim gördüğüm şeyleri koymuş. Ben Hak dediğim zaman bu elim bulutların içindeydi. Bulut koymuş adam! Şimdi anlatabiliyor muyum? Ama anlatamıyorum işte; bu tiyatronun görselliği... Yoksa tiyatro yapmıyorlar! Bunu da ismim kadar biliyorum. O zaman rejide ne oynuyorsa tiyatroda da o oynuyor. O zaman niye kızıyorlar diziye? Bari onları doğru dürüst oynayın. Büyük halk kitlelerine gidiyorsun. 'Aliye' namuslu bir diziydi. Psikologlar geldi, İzmir'e gittik, konuştular. İşte karı koca bir tarafta... çocuğu kullandırmayalım. Oraları konuşmaya başladık yani. Bir tiyatro eserinde böyle oynandığı zaman oraya kadar gidebiliyor musun? Seyircini konuşturabiliyor musun? Öyle şeyler söylüyordu ki' Aliye'deki seyirci, şaşarsın. Biz o kadarını bile söyletemiyoruz tiyatro oyunlarında. Bir yazarı araştırmıyorlar. Dönemini araştırmıyorlar. Oyunda iki sevgilisini birleştirmiş, Margerat yapmış. Margerat hem kız oğlan kız hem kadın, suçlu kadın. Yazarı tanıma! Yazara sadakatli olma! Devresini ortaçağ o modern demokrasideki

9


Bir de oyununuz basılmıştı değil mi? Ayla Algan: 'Sezuan'm İyi İnsanı'nda ilk epik oyunculuğumu yaptım. Beklan'ın da ilk Brecht'i. Tabii 68 çocuğuyuz, solcuyuz. Fakat solculuğumuza da baksan milliyetçi bir solculuk. Yani ulus kimlik ön planda.' Jan Dark'ta da ben mesela ulus kimliğini çok kullandım. İlk ulus kimlik tipidir 1500'lerde. Ondan önce ulus kimlik yok. Fransa diyor, hepsi Hıristiyan. Oyunun hakları alınmıştı. Biz de oynuyoruz. Bir gün böyle basıldık. Gişede oyuna toplu satış yapılıyor. Şimdi başka yönetici olsa tiyatroda, patlak vermesi lazım tabii. Muhsin Hoca kalkıp başrol oyuncumuz hasta falan diyebilirdi. Kolayına kaçabilirdi yani. O grubu böldürdü. 3'erli, 5'erli ayrı satışlar yaptırdı. Haklıydı Muhsin Hoca. Tabii bilmiyorduk bizi döveceklerini ama... Ayrı ayn oturdukları için birinci bölümde bir şey yapamadılar. Yok çünkü bir şey. Üç tane Allah var. Bunlar da korkuyorlar. Diyorlardı ki siz Allah'ı oynuyorsunuz, gelip sizi taşlayacaklar. Bizimkiler de pabuçlarını filan yakında tutuyorlar. Kaçmaya hazırlar. Beklan çok güçlü o zaman. Milli takımdaydı, sporcuydu zaten. Oyuncunun bedeni sağlam olmalı, çünkü yegane göstergesi: Sesi ve bedeni. Onlar sağlam olmazsa gösterge haline gelemezsin. Ve ertesi gün mahkemede bir de baktım heriflerin ön dişler yok. Tiyatroyu bilmiyorlar tabii... o kuytu yerler var ya Beklan oradan her gelene bir yumruk atmış. Sonradan durdurdular oyunu. Basın o dönem muazzam. Dram kısmının boş sandelyeleri böyle çiçeklerle dolu. 'Sezuan'm İyi İnsanı'nı, İstanbul'un kötü insanı susturdu' diye yazıyor. Yine oynadık ama epik oynamadık. Perdemizi kapattık. Beklan dedi ki

pe

taşlayacak­ lar.

gibi yapma! Yapısalcılık yapma yani. Yapısalcılık da yok. Sen hâlâ yapısalcılık mı öğretiyorsun oyuncularına diyorlar. Ayol dedim Türkiye'deki çocuklara öğretmek lazım. Zenginleşirsin; fakirleşmezsin ki...

cy a

Muhsin Hoca grubu böldürdü. 3'erli, 5'erli ayrı satışlar yaptırdı. Haklıydı Muhsin Hoca. Tabii bilmiyorduk bizi dövecek­ lerini ama... Ayrı ayrı oturdukları için birinci bölümde bir şey yapama­ dılar. Yok çünkü bir şey. Üç tane Allah var. Bunlarda korkuyorlar. Diyorlardı ki siz Allah'ı oynuyor­ sunuz, gelip sizi

10

seyirciyle aranızdaki perdenizi kapatın. Normal, psikolojik oyun oynar gibi oynayın. Ne buldular biliyor musunuz? Sucu der ya, 'sağ elimi sakatladım sol elimle satıyorum suyu' diye. O sol ele taktılar. Sonradan izin çıktı, bir şey bulamadılar. Biz tabii hep dolu oynadık. Ama o devrede yasaklar yasaktı. Yani bir sol demek. Dolayısıyla Haldun Taner geliyor aklıma: do re mi fa sağ la si do. Sol yok. Sol anahtarı da yok. LCC'yi kuruyorsunuz sonra. Türkiye'deki ilk özel tiyatro okulu o değil mi? LCC döneminde 'Marat-Sade'ı koydu Beklan. Tuncel Çavdar bir tiyatro yaptı. İki yuvarlak; yansında seyirci oturuyor, öbür yuvarlağın yansında da seyirci oturuyor. Dönünce de İtalyan oluyor. Balkon var. Orada delileri düşün. Seyirci korkuyordu valla 'bir sigara versene abla deyince'. Ama her oyuncuyu tek tek hazırlardı. Biri temizlik hastası sabun burasında onun için... Banyo boş kaldıkça banyonun içine giriyordu yıkanıyordu. Yani bütün tipler, kaç kişi varsa orada. Şizofren örneğin... Teker teker önce kendilerini araştırdılar, sonra nasıl deli olduklarını araştırdılar. O kadar bilimseldi. Onu koyduk. Oradan Macit Koper, Mehmet Çerezcioğlu, ondan sonra Rutkay Aziz, Celil, Cemal çıktı. Yani hepsi bir şey oldu. Demek ki eğitim hoş. Bir çocuğun on iki hocası vardı. Bir de Avrupa'dan gelenler vardı. LCC'nin yaklaşımı çok farklıymış. Ayla Algan: Şehir Tiyatrosu'na geldiğimizde Tiyatro Araştırma Laboratuvarını (TAL) kurduk. Hatta deprem de olmuştu. Arkadaşları Beklan'a ne yapıyorsun orada, gitsene diyorlar. Yok diyor, çocuklarımı bırakamam orada. O kadar da bağlı adam. Beklan okulları kuruyor, ben de derslere giriyorum. LCC'de hem derse giriyordum hem ders


pe cy a


12

alıyordum. Bir yıl ben Nesimi çalıştım Tevfik Fikret'in kendi diliyle. Ve üniversitelere gidip söylediğimiz zaman herkes ağlıyordu. Nurettin Sevim de inanamadı. Hem çalıştırıyor beni hem yollamalarımı anlamıyordu. Şaşırdı adam. Yani tekniğin göstergesi benim. O da gördüğü zaman şaşırdı seyirci ile oyuncu arasında bu kadar interaktif olmasına. Orası artık hem ders aldığımız hem Muhsin Ertuğrul'un olduğu yer hem Haldun Taner'in. Coblerder vardı. Klaus Boltze ile tanışmamışlar ama aynı teknikleri veriyor. Biri seste, biri bedende. O dönemlerde ben de hocalık yapmaya başladım. Neticede benim için en ciddi şey.

Ofluoğlu, Şirin Devrim, Tunç Yalman hep istifa ettik. Neyse, Muhsin Hoca bekledi biz ne yapacağız diye. İşte o sıra Haldun Taner ile konuştular, LCC kurulmak üzere. Beklan 'varım, tamam' dedi. Macit Koper biz burada sanatçı insan değil, insan sanatçı sentezine vardık diyor LCC için. Ayla Algan: Bilsak'ta da o lafı söyledi. 'Oyuncu, insan - oyuncudur' dedi. Onun için de ben insan bilimlerini araştırmaya mecbur kaldım. Acaba seyircinin beyni nasıl çalışır? Barba'nın seminerleri oyuncunun tarihiydi, oyuncu antropolojisiydi. Oyun devinim içindeki insanı alıyordu. Nasıl makyajını yapar? Yere yatıyor, yerde makyajını yapmaya başlıyorlar. Ruhen hazır, makyajını biraz yapıyorlar. Sonra o ruhla kalkıyor artık. Ondan sonra kendisi tamamlıyor makyajını. Çünkü her çizgisini biliyor. Ben çok genç yaşta 'Fizikçiler'i oynadım. Mahmut Morali tutturdu oynamam için, hatta Beklan istemiyordu. Sonra peki dedi. Sen annenin pardesösünü giy. İşte kambur koyacağım sırtıma, vur kendini sokaklara... Derken Haldun Dormen'e rastlıyorum sokakta. Bakıyorlar bana Ayla hasta mısın neyin var diyorlar. Bütün o ilişkileri ben sokaktan öğrendim. 'Sezuan'ın İyi İnsanı'nda da sokakta öğrendim. Bana diyor ki git kerhaneleri gez. Kız orospu çünkü. Kuledibi'nde bir kerhane var, en ucuzu. Yalnız dedim polisler filan gelmesin, gazeteciler de gelmesin. Babam duysa... Neyse tam çıkıyorum oradan... Gazeteciler! Sonra gazetelerde 'Kerhaneci Ayla Algan...' Babam onu görüyor. Halime bak. Gece geliyor eve. Beklan'a diyor ki 'hadi bu tiyatro delisi, kerhaneye gidiyor araştırma yapmaya. Sen kocasısın nasıl bırakıyorsun bunu' diyor. Ben de gülüyorum, o yolladı beni diye. Neyse 'Fizikçiler'i oynadık. Baktım Muhsin Hoca benim soyunma kapımın önünde bekliyor. Tam sahneye çıkacağım ki bana kolunu kullanma dedi. Kadın piyano çalıyor. Kamburunu, kolunu kullanma diyor bana. Haydaa. Ne kadar haklıymış. Neyse oynadık, bana en iyi oyuncu ödülünü verdiler. İlhan İskender

pe cy a

Neyse tam çıkıyorum oradan... Gazeteciler! Sonra gazetelerde 'Kerhaneci Ayla Algan...' Babam onu görüyor. Halime bak! Gece geliyor eve. Beklan'a diyor ki 'hadi bu tiyatro delisi, kerhaneye gidiyor araştırma yapmaya. Sen kocasısın nasıl bırakıyorsun bunu'diyor. Ben de gülüyorum, o yolladı beni diye.

Muhsin Ertuğrul'un ardından siz de istifa ediyorsunuz Şehir Tiyatroları'ndan. Ayla Algan: Muhsin Ertuğrul bize 'siz istifa etmeyin. Ben giderim, gelirim, kaç defa istifa ettim' dedi. İstifasının sebebi de şu: Dram kısmmdayız biz. AKM'nin temeli atılmış. Şimdi de yıkmayın dediğimiz zaman... Gecekondu değil bu! Biz bu kadar da zengin değiliz bu teknikleri bir daha getirmek, bir daha kurmak için. O adamları bir daha yetiştiremeyiz. Şimdi Aydın Gün, Azra Gün var; operacılar. Haftada iki kere opera oynanırdı Dram'da. Yani başlangıcı olsun, çocuklar yetişsin ki AKM'ye opera kuracak eleman olsun. Bir de bir müdür geldi mezbahadan. Ondan önceki müdürler biraz daha iyiydi. İhaleyle kereste gibi oyuncu alıyorlar şimdi. O zaman öyle değildi. Taşerondu sadece, bize karışmazdı. Sanat direktörü vardı, bir de idari müdür vardı. Şimdi ikisini birleştirdiler. Anlıyor musun niye kereste olduk biz? Niye ihalelik olduk? Bu yeni müdür Muhsin Hoca'ya diyor ki: 'O büyük davul çalan adam var ya, niye öyle canı istediği zaman çahyor, istemediği zaman çalmıyor?' Muhsin Hocanın cevabı: 'Ben izin verdim.' Tiyatro için sabrediyor adam. Müdür yine geliyor. 'Niye o sopa sallayan adama biz o kadar para veriyoruz' diyor. Şef için söylüyor bunu. E istifa etmez misin? Etti. Sen de o tiyatroda kalır mısın artık o müdürle? Mücap


pe cy a


Armağanı. Nejdet Mağfi, Zihni Rona, Mücap Ofluoğlu olmasa ben o kadar güzel oynayabilir miydim? O gözle bakıyorlar çünkü bana, oyun veriyorlar. En büyük şeyi öğrendim ben. Agah Hün'den öğrendim. Mahmut Morali'dan öğrendim. Dinlerken dinlemeyi onlardan öğrendim. Dinlerken oyun oynuyorlardı. Öyle oyuncuydu onlar. Zeynep Oral'dan, Haldun Dormen'e... Ödülü kabul etmedim diye kızıyorlar bana. Piyasadaki bütün gazetelerde ben varım. N'aparsın? Birden kendini korumaya çalışıyorsun? Ya diyorum, o postal medeniyetinde bile kupayı gol atana vermezler ki; takıma verirler diyorum. Bu sefer onları karşıma alıyorum. Böyle karıştı ortalık. İşte o günden sonra bugünkü haline getirdiler ödülleri. Şimdi her branşa veriyorlar. Görüyor musun bir yolu varmış bu işin? Kolektif çünkü.

14

renklerde yapıyorsunuz' dedim. 'Ne ilgisi var' dedi. 'Onları bizim işçilere satıyorsunuz, her giden buradan bir tane alıyor evine öyle gidiyor' dedim. Neyse o gece de 'Keşanlı Ali Destanı' var. Gazeteciler işçilere; 'senato para vermiyor ne olacak tiyatronuz diye?' sordu. Biri kalktı: 'Vermesin ya, biz burada kaçağım da sayarsak 250 bin kişiyiz. Her birimiz 100 Mark verir, yine yaşatırız sanatçılarımızı' dedi. Sonra Toron Karaca geldi oraya. Biz ona emanet edip döndük. Beklan, Deneme Sahnesi'ni açtı. Halkevleri kapanıyordu. En son kalan halkevi vardı Bakırköy'de. Onu yaşatmak için İlhan Selçuk'la birlikte uğraştı 'Hamlet 70'i orada koydu. Deneme Sahnesi'nde 'Marat-Sade'ı koydu. 'Cesaret Ana'yı koydu. 'Bir Yaz Gecesi Rüyası'nı koydu. Ve istedi ki bütün rejisörler kalsın deneme yapsın orada. Sonra biliyorsunuz orayı da yıktılar. Hep kaderi öyle oldu Beklan'ın. Güçlü ama Beklan, yıkılıp yeniden dirilme gücü var. Muhsin Hoca dön deyince hep şartla geri dönüyor. Yok diyor yeniden aynı şeyi koymak için dönmem. Bir şey yapmak için gelirim. O Deneme Sahnesi, ondan sonra stadyum tiyatrosu, ondan sonra gecekondulara çocuk oyunları, araştırma... Mesela o sırada çok güzel bir şey yaptı. Herkese çıplak bir bebek yolladı. Kendi kültürünüze göre giydirin diye. Göç yapmış olan kadınları tanımak için yaptı. Oralarda Beklan'ı benden daha çok tanıyorlardı. O dönemlerde ben şarkıcıyım üstelik. O kadar çok oyuncu var ki elinizin değdiği... AylaAlgan: Biz epey kişi yetiştirmişiz. Hep modern tiyatro içinde yetişmişler; klasik tiyatro değil. TAL'da bedava ders veriyor, toplantılar yapıyor. Yunanistan Üniversitesi geldi. Roma Experimental Tiyatrosu geldi. Amerika'dan geldiler. İsviçre'den... Bütün dünyadaki rejisörler araştırma yapmak için geldi. Beklan, ben bir deneme yapmak istiyorum: Dans Tiyatrosu gibi bir şey, dedi. Gencay Hanım bizi çok rahat bıraktı. Daha kongre sarayı yıkılmamıştı. Neyse orada araştırmalar yapıldı, edildi. 'Gılgamış', 'Casandra'nın Günlüğü' hepsi oradan, denemelerden

a

Bir de Almanya'da İşçi Tiyatrosu maceranız var. 'Giden Tez Geri Dönmez' ile dönüyorsunuz ama... AylaAlgan: O sırada Muhsin Hoca tiyatroya dönüyor, ben dönmüyorum. 79'a kadar ben Fransa'daydım, şarkı söylüyorum o dönem. Beklan Almanya'da. Orada çalışanlarımızın problemlerini öğrenip text yazdı. Bir Ayşe vardı. Saçları bizim kültürümüzü taşıyordu. Hititler, Frigyalılar ne simge koyabilirsek artık. Aym fikirleri Peter Stein aldı ve Faust'u koydu. Oyunu fabrikada yapacağız. Tuncel Kurtiz, ben, Şener Şen, Ergüder Yoldaş, Meral'ler falan var grupta. Sonra 'Kurban'ı koydu Beklan, asansörlerle falan. Kibele'den başladı 'Kurban'da. Yani kadımn anaerkil toplumundan başladı... Ondan sonra 'Keşanlı Ali Destanı' geldi. Paralan kalmadı artık. Zaten bizim de paramız kalmamıştı. Ben senatöre gittim. 'Mösyö' dedim 'nece konuşalım? Ben Almanca bilmiyorum, isterseniz Fransızca, isterseniz İngilizce konuşalım.' Dil bilmeme şaşırıyor. Unutuyor ki ben sanatçıyım, işçi zannediyor beni. 'Bakın madam' diyor, 'sizin işçiniz tiyatroya gitmez. Bara gider, evine gider.' 'Siz' dedim 'bizim çocukluğumuzda siyah, lacivert Mercedes'ler yapıyordunuz. Niye şimdi başka

pe cy

Ödülü kabul etmedim diye kızıyorlar bana. Piyasadaki bütün gazetelerde ben varım. N'aparsın? Birden kendini korumaya çalışıyor­ sun? Ya diyorum, o postal medeniye­ tinde bile kupayı gol atana vermezler ki; takıma verirler diyorum.


sonra başka işe sevk ediyorlar. Bakırköy Halkevleri'nde de yaptıkları öyle. Onun estetik anlayışı önemlidir. Neden yapıyoruz? Yani ben mimar mıyım, müteahhit miyim ki para toplayıp bina yaptıralım, salon yaptıralım? Onu anlatmak gerek. Sebebi var... Gelelim günümüze. Tiyatronun nefes aldıran hareketlenmesine... Beklan Algan: Tabii tiyatro hiçbir zaman ölmez. İner, çıkar, öne geçer, çok geride kalır ama ölmez. Kime umut bağlanacak? Kurulu, ödenekli tiyatrolara değil. Geçimini muhakkak yapması gereken özel tiyatrolara da değil. Çünkü onların şartlan müsait değil. Grubu var, onu besleyecek. Fakat çok yüksek sayıda yeni topluluk var. Tiyatro -dans - beden dilisözü karıştırıp bir şeyler yapmaya çalışan bir sürü grup var. Hiç önemli değil. Yollarını bulacaklardır yıllar içinde. Oradan çağdaş tiyatroya doğru bir yol çizileceği inancımdayım. Ama onların da imkânları çok az tabii. Kendi başlarına grup kuruyorlar, bir yer buluyorlar, sonra o yer yok oluyor. Gündüz çalışıyorlar, para topluyorlar. Ama bu kaynayan kazan muhakkak bir şeylere yol açacaktır. Temelde yatan sorunsal bütün toplumumuzda öyle ama tiyatrodan bahsettiğim vakit onun altını çizerek konuşmak gerek. Nedir? Düşünsel altyapı dediğimiz şey yani düşünsel platform yeterince olgun değil bizim toplumumuzda. O da gençlerin kabahati değil. Süregelen bir şey. Yani soru derin. Neden tiyatro yapıyorum? Evrensel boyutunu bir yana bırakalım tiyatronun hiç değilse toplumumuzda fonksiyonu ne olmalı? Ancak o fonksiyona dönük çalışmalara götürürken ne gibi problemlere, altta yatan düşünsel suallere inerek yeni baştan kendi kültürümüzden gelen öğeleri alıp koyalım ki, dışarıdan aktarma bir şey olmasın. 'Baltacıoğlu'na sarılmamız da biraz bundan. Çağdaşlık meselesi. Mesela çağdaşlıktan ne anlıyoruz diye konuşmadan günümüz tiyatrosunu nasıl yaparsın? Onun için bir konseptiniz olması lazım. Yoksa yaptığın her şeye çağdaş der, geçersin.

cy

a

çıktı. Bunu anlatamıyoruz. Macit bile diyor ki: 'Ya napıyorsunuz siz orada?' Ağladığımı bilirim! Şehir Tiyatrosu'ndaki rejisörler, benim çocuklarım bize 'ne yapıyorsunuz' diyorlar. TAL'ı bir gün kilitlediler, biz giremedik. Kime üzüldü biliyor musun Beklan en çok? 'Ben' dedi 'Muharrem'e (Ergül) falan niye kızayım, oradaki çocuklara kızdım' dedi. E kolay mı? Kendi çocukları... Kaç çocuk var orada okutmuşsun... Macit Koper, Taner Barlas, Mehmet Çerezcioğlu, kimler kimler... Gıkları çıkmadı. Sonra işte anahtarla açtılar. Beklan girmedi bile. Cevat Çapan da, öyle kızdı ki 'seyretmemeye kadar gideceğim', dedi. Yaptığımızı anlayan hiç olmadı. Şimdi Muhsin Ertuğrul yıkılmasın diye maskla protesto ediyorlar. Orhan'a (Alkaya) dedim ki ben gelmiyorum. Ben konuştuğumu konuşuyorum zaten. Ama bu oyunu dedim TAL kapanırken yapacaktınız. Orası araştırma yeriydi, o maskları orada kullanacaktınız...

pe

Tiyatro binası hikayesi estetik yönden önemlidir. Yoksa bina yaptın, eee? Zaten yaptığımız binalar biz çıktıktan sonra yok oluyorlar. Kalmıyor hiçbiri.

Sanırım sahnede olmaktan, oynamaktan çok, öğretmeyi, göstermeyi sevdiniz. Ayla Algan: Beklan'da bir kere okul kurma sendromu var. Hep araştırmayla çıkacak yola, hep uzun vadeli şeyler. Deneme Sahnesi'nde 'Adsız Oyun'da bir rol için belki 15 oyuncu değiştirdi. Gidiyor, geliyor, anlamıyor, gidiyor oyuncu. Bir de öyle bir şey ki modern tiyatroyu eski tiyatrocuyla yapamıyorsun ki.

Tam sırası gelmişken sorayım. Beklan Bey, yeni bir proje üzerine çalıştığınızı duydum... Beklan Algan: 24 Nisan'da 'Baltacıoğlu'nun 30. ölüm yılı. Üniversitelerarası bir şenlik oluyor. Biz de şenliğin içinde bu fırsatı kaçırmayalım oradan başlayalım, dedik. Ayla Hanım sizin okul kurma sendromunuzdan bahsediyordu. Beklan Algan: Tiyatro binası hikayesi estetik yönden önemlidir. Yoksa bina yaptın, eee? Zaten yaptığımız binalar biz çıktıktan sonra yok oluyorlar. Kalmıyor hiçbiri. Çünkü bizim yaptığımız tiyatro mimarisi hikayesi içinde insanlar diyor ki bu kullanılmıyor,

Tiyatro... Tiyatro..'ya konuk olduğunuz için çok teşekkür ediyorum.

15


pe cy a

Kadının Fendi Sosyalizmi de Yenenerken:

"Mutlu Yıllar"

Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr

Bütün bunların dışında, "Mutlu Yıllar"da izlenilmeleri keyif veren iki usta oyuncu rol almakta: Tamer Levent ve Bilge Şen. 16

Beşiktaş Prodüksiyon Tiyatrosu'nda mart ayında ilk gösterimi yapılan ve "Mutlu Yıllar" adıyla sahnelenen "Josef und Maria"yı 1998 yılında yazmış, oyun ilk kez 7 Ekim 1999'da Theater in der Josefstadt'da oynanmış. "Mutlu Yıllar", bilebildiğim kadarıyla yazarın Türkiye'de oynanan ilk oyunu.

Oyunun Konusu ve Joseph Karakteri Zeliha Berksoy'un sahneye koyduğu, Tamer Levent'in Josef, Bilge Şen'in Maria rollerini canlandırdığı tek perdelik trajikomik bir oyun olan "Mutlu Yıllar", bir yılbaşı gecesi son çalışanı da çıktıktan sonra kapanan bir hipermarketin deposunda geçiyor. Hipermarketin deposunu temizlemeye gelen Maria ile gece bekçisi Josef'in aralarında kurulan bağ, günümüz ilişkilerinin özüne

gönderilen ince iletiler içerirken, oyun gündelik yaşamın zorlukları içerisinde yok olmuş benliklerden de çarpıcı manzaralar içeriyor. Yetinmiyor, yok olmuş benliklerden çarpıcı manzaralar sunarken, giderek Joseph karakterinde Marx'm görüşlerine, Rusya'daki devrimle uygulama olanağı bulmuş olan sosyalist düzenin bize öğrettiklerine; sosyalizmin kişilerin, grupların, siyasi partilerin ya da sınıfların kendi istekleriyle gerçekleştirebilecekleri bir toplumsal düzen olmadığını anlatmaya dek uzanıyor.

İnsanın Yığınlaşması İzleyici, "Mutlu Yıllar"ı seyrederken, bu güne değin gelişen insan haklan çerçevesinde yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, sosyal haklar ve üçüncül haklar denilen özgürlük alanlarımızın

genişlemesine karşın, insanın gene de "yığın" olmaktan kurtulamadığını düşünüyor. Esasında modern dünya ve kapitalist toplumlar içinde dahi bu gerçek değişmiyor. Tüketim toplumu, her ne kadar bireye indirgenen modelleri satışa çıkartarak insanlara kendilerini (güya) özel hissettirmeye çalışsa da, durum pek öyle olmuyor. Kuşatılmış Dünyada Joseph ile Maria Modern insan, birey olma çabasına rağmen yaşamın hızı karşısında "tek tip" insan olma durumunda. Kuşatılmış dünyamızda her ne yaparsanız yapın kaçırdıklarımız elde ettiklerimizden mutlaka daha fazla. Yaşam, bir mutluluk şarkısı mı, yoksa hinoğluhin bir gülüş mü, acı dolu bir kahkaha mı? Bilinmiyor. Oysa "Mutlu Yıllar",


seyircisine bütün bunları süzgeçten geçirme olanağı vermekte. Keskin bir dil, şok edici, sarsıcı tablolar... Sermayenin büyümesiyle birlikte gelişen tüketim toplumuna kıyasıya eleştirel bir yaklaşım...

Bütün bunların dışında, Serdal Ece'nin ışık düzeninin hiç mi hiç sanatsal boyutu olmadığını, ışığın oyun üzerindeki etkisini

sağlayamadığı gibi, insan üzerindeki duygusal gelişmeleri de öne çıkaramadığını üzülsem de üzülerek söylemeliyim. Oyuncular Bütün bunların dışında, "Mutlu Yıllar"da izlenilmeleri keyif veren iki usta oyuncu rol almakta: Tamer Levent ve Bilge Şen. Tamer Levent, gövdesi ve ruhunun paralelinde, iç aksiyonu ve dışa dönük hareketleri arasında hiçbir uyumsuzluk yaratmadan oyunu tamamlıyor. Akordu tam bir enstrüman gibi Tamer Levent. Joseph ile genel bir duygusal bağ kurmuş, incelikli bir eleştirmen gibi Joseph'i didik didik etmiş. Fevkalade bilinçli bir yaklaşımla Joseph'in duygu derinliklerindeki yolları bulmuş. "Uyan artık uykudan uyan/uyan esirler dünyası/zulme karşı hıncımız volkan/kavgamız ölüm kavgası/mazi ta kökünden silinsin/biz başka alem isteriz/bizi hiçe sayanlar bilsin/bundan sonra her şey biziz..." diye Enternasyonal'i söylerken, marşa kattığı heyecan unutulur gibi değil. Joseph'i didiklerken, incelemelerini sadece zihinsel birer süreç olarak almamış. Başkaca pek çok öğeyi, yeteneğini, oyunculuk kapasitesini, niteliklerini işin içine katmış.

Zeliha Berksoy'u bu çalışma­ sında ne yalan söyleyeyim, başkala­ rından aldığı ya da esin yoluyla başkalarına verdiği yeteneği keşfetme gücünü ve sevinci kendi eserine katan âşığa benzettim.

pe cy a

Kuntay'ın Çevirisi, Berksoy'un Yorumu ve Yaratıcı Kadro Oyunu Hale Kuntay mükemmel bir sahne diliyle Türkçe'mize kazandırmış. Oyunu sahneye taşıyan Zeliha Berksoy'u bu çalışmasında ne yalan söyleyeyim, başkalarından aldığı ya da esin yoluyla başkalarına verdiği yeteneği keşfetme gücünü ve sevinci kendi eserine katan âşığa benzettim. Zeliha Berksoy,

oyundaki paydaş kişilerle "şeyleri" bir araya getirmiş ve onların aracılığıyla gene onların yeteneklerini, kişiliklerini harekete geçirip bölüştürerek işi kotarmış. Barış Dinçel, dekor tasarımını yaparken gene yorumlama yeteneğini konuşturmuş. Hipermarket deposunun özelliklerinin tümünü minik ayrıntılarına kadar küçücük Melih Cevdet Anday Sahnesi'nde uygulamış. Başak Özdoğan Pirim, anlamsal değeri olan kostümler çizmiş.

Yazan: Peter Turrini Çeviren: Hale Kuntay Yöneten: Zeliha Berksoy Sahne Tasarımı: Barış Dinçel Giysi Tasarımı: Başak Özdoğan Pirim Işık Tasarımı: Serdal Ece Video Tasarımı: Enis Üçer

Oynayanlar: Bilge Şen Tamer Levent Ali Barışık

"Katmak" deyince, Bilge Şen'in Maria'ya kattığı tüm coşkusal tutkuların denenmişliğin bileşimi olduğunu; çeşitli ve birbirinden farklı duyguların, deneyimlerin, durumların toplamından oluştuğu konusunda elini kaldıranla iddiaya girmek isterim. Bilge Şen'in bu bileşiminin sadece sayılan fazla değil, işin içinde başka olgular da var. Öncelikle çelişiklik! Bana sorarsanız (isterseniz sormayın, siz bilirsiniz), Bilge Şen'in bu çelişikliği vermedeki ifade gücünü görmek için bile izlenebilir "Mutlu Yıllar". Bilge Şen'in nefreti, hayranlığı, kayıtsızlığı, kapılmışlığı, bezginliği, utangaçlığı ve yüzsüzlüğü seyirciye iletmesindeki, bir başka anlamda insancıl tutkuları bir boncuk yığını haline getirmesindeki ustalık gerçekten görülmeye değer diyorum. Kim demiş?

Kısacık rolünde Ali Barışık'ın başarısını da elbette görmezden gelmiyorum.

17


Suskin, Devlet Tiyatrosu'nda Kontrbasıyla...

pe cy

a

"Kontrbas" Eser Rüzgar / eser_ruzgar@hotmail.com

Yazar Patrick Süskind, asıl ününü getirecek olan "Koku" romanından önce, 1981 tarihli bir monolog olan "Der Kontrabass" adlı oyununun, Münih Cuvilliee Tiyatrosu'nda sahneye konulması ile meslek hayatının ilk büyük çıkı­ sını vasıvor. 18

İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun ilk kez 11 Ocak 1992'de yine Metin Belgin rejisiyle sahnelediği Kontrbas, 15 yıldır çeşitli aralıklarla yüzlerce kez sahnelenmiş bir oyun. Bir Patrick Süskind seven ve yaylı çalgılara ilgisi olan -hatta bir dönem keman dersleri almış- şahsım için Kontrbas, sezonun merak edilen oyunlarından biri oldu.

yolunu tuttum.

Süskind 1949 doğumlu Alman yazar. Birçok kişi onu meşhur "Koku" romanıyla tanır. Romanı fakülte yıllarımda okumuş ve çok etkilenmiştim. Roman, sağlam oluşturulmuş olay örgüsü ve düşmeyen merak unsuruyla başarılı romanlar listeme girmişti. "Süskind ne yazsa okunur" olumlu ön yargısıyla ayrıca, Süskind'in müzik ilgisi de nereden geliyor merakıyla Oda Tiyatrosu'nun

Oyun; Almanya Devlet Orkestrası'nda kontrbas çalan bir sanatçı, daha doğrusu devlet orkestrasında memur olan bir adamın ses yalıtımı yaptığı odasında geçiyor. Plaklar, cdler, yerlere saçılmış notalar ve bira şişeleri arasında müziğin, tarihin, hiyerarşinin, cinselliğin ve toplumun dedikodusunu izleyicisiyle paylaşıyor. Önce "orkestra şefsiz olur, ama

Yazar Patrick Süskind, asıl ününü getirecek olan "Koku" romanından önce, 1981 tarihli bir monolog olan "Der Kontrabass" adlı oyununun, Münih Cuvilliee Tiyatrosu'nda sahneye konulması ile meslek hayatının ilk büyük çıkışını yaşıyor. Eser, 1985 yılında da dilimize çevriliyor.

kontrbassız asla olamaz" diyerek enstrümanına methiyeler düzüyor, kendisinin de iyi bir kontrbas virtüözü olduğunu düşünüyor. Sonrasındaki iç buhranları ise, durumuna başka bir boyuttan bakmasına neden oluyor. Övgüler yağdırdığı kontrbası yermeye başlıyor bu kez. Onun kaba bir alet olduğunu, taşınamadığını, arabaya bile ancak ön koltuğu çıkarırsanız sığabileceğini, evde piyano gibi bir mobilya da olmadığı için sürekli insanın üstünü üstüne geldiğini düşünüyor. Hatta son iki yıldır yaşamış olduğu cinsel yetersizliği bile kontrbasa mal ediyor. Ayrıca orkestrada da kontrbasın çok geride kaldığını düşünerek enstrümanı ile ilgili mutsuzluğunu izleyiciye aktarıyor. Bu gelgitleri yaşamasında orkestraya yeni alınan Sarah adlı sopranoya


pe cy

a

duyduğu ilginin de payı olduğu söylenebilir. Sarah onun varlığından bile haberdar d e ğ i l d i i r , ama o Sarah'nın gece tenorlarla çıkmasına içerleyecek kadar ona tutkundur. Metin Belgin, belli ki oyuna ruhunu vermiş, yönetilen ve oynarken oyunu sahiplenmiş. Oyun kişisinin, kişilik çözümlemelerini, iç hesaplaşmalarını, takıntılarını, gelgitlerini başarılı bir şekilde aktarıyor izleyenlere. Belgin'in bu başarısında etkili ve güçlü ses tonunun payı da büyük elbette. Müzikteki doğaçlama anarşisinden korkacak kadar notaların hakimiyeti altına girmiş, iç dünyasında yaşayan karakteri izleyiciye aktarmakta güçlük çekmiyor oyuncu. Oyun bir saatlik, tek perde ve tek kişilik. Aslında tek kişilik demek çok da doğru olmayacak, çünkü Metin Belgin'e kontrbası eşlik ediyor oyun boyunca. Adeta teşhis sanatı yapılırcasına kontrbas oyuna dahil oluyor. Dişi bir alet olduğunu söyleyen oyuncu, kontrbasını yatağa bile atıyor. Tütsü kokularının yayıldığı sahnenin dekoru; beyaz rengin hakim olduğu yatağıyla, aynasıyla, müzik köşesiyle, sallanan sandalyesiyle yerli yerinde. Tek başına pek bir ortada duran ve içinde sadece bira olan buzdolabı dışında, tüm eşyalar yalnız bir müzik adamının evini yansıtıyor. Işık düzeninde aksayan bir nokta göze çarpmıyor. Ancak oyun kişisinin yatağından kalkıp oyuna başlama sürecinde, izleyiciyi atmosfere dahil edebilirlik adına bir ışık düzenlemesi gerekiyor düşüncesindeyim. Önce ropdöşambrıyla sonra da smokiniyle oyun kişisinin kostümlerini güzel bulur, ancak kırmızı ve ayıcıklı iç çamaşırının konsepte pek uygun olmadığını söylemeden geçemem. Sonuç olarak Kontrbas, tiyatronun bir sanat dalı olduğunu ve yine sanata hizmet ettiğini hissettiren, Beethoven, Brahms dinleterek huzur bulduran, ayrıca oyundan çıkıldığında izleten kişiyi çoğaltmayı başaran bir yapım.

Yazan: Palrick Süskind Çevirenimle Kuntay Yöneten: Metin Belgin Giysi Tasarımı: Serpil Tezcan Işık Tasarımı: Yakup Çartık Müzik Danışmanı: Kerim Soysal Oynayan: Metin Belgin.


cy

a

İletişimsizlik, Dağınıklık ve Projeler

27 Mart 2008

pe

Mustafa Demirkanlı / mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Şişhane 'de proje yarışması sonlanmak üzere olan istanbul'da 27 Mart Dünya Tiyatro Günü, eylem, kutlama ve proje açıklamalarıyla gerçekleştirildi. kompleksle ilgili bilgi verdi. Karanlığa Karşı Sanat Cephesi öncülüğünde, Muhsin Ertuğrul Sahnesi önünde toplanan yaklaşık 500 Muhsin Ertuğrul Sahnesi 'nin 1 Haziran 2008 'de kişiden oluşan sanatçı ve sanatsever Muhsin Ertuğrul yıkımına başlanacağını ve 13 ay sonra şu anki Sahnesi 'nin yıkımına yönelik protesto tiyatrodan daha geniş ve kapsamlı bir tiyatro gerçekleştirirken, hemen hemen aynı saatlerde binasının açılacağını açıkladı. İstanbul B.B. Belediye Başkanı Kadir Topbaş yapılacak yeni Muhsin Ertuğrul Sahnesi hakkında Muhsin Ertuğrul Sahnesi Önünde basını bilgilendirme toplantısı yapıyordu. Muhsin Gerçekleşen Protesto Ertuğrul Sahnesi önündeki protesto ile aynı saatlere Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin önünde denk gelen TODER ve Beyoğlu Belediyesi 'nin toplanan yaklaşık beş yüz kişilik bir gurubun önünde öncülüğündeki kutlama yürüyüşü ise Tünel'den TOMEB İstanbul Temsilcisi Orhan Kurtuldu, Sanat başlayarak Galatasaray 'a kadar bando eşliğinde Cephesi'nin bildirisini okudu. Daha sonra sırasıyla; gerçekleştirildi. Şehir Tiyatroları oyuncusu Hülya Karakaş "20 yıllık geçmişimi dozerler altına bırakmak istemiyorum." Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi ve Kongre Vadisi dedi. Orhan Aydın ise Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya'yı hedef alarak Büyükşehir Projesi İstanbul B.B. Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Basın Belediyesi ile yaptığı yıkım anlaşmasından dolayı kendisini lanetlediğini, söyledi. Bedri Baykam ise, Danışmanı Kenan Işık ve İstanbul B.B. Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya ile Demokrasiye ve kültüre karşı gelen zihniyeti birlikte düzenlediği basını bilgilendirme toplantısında,kınadığını ve hiç kimsenin anayasal haklarımızı elimizden alamayacağını, ifade etti. CHP İstanbul Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Kongre Vadisi ve

20


Milletvekili Çetin Soysal ise; "Sanata sahip çıkmak Cumhuriyet'e sahip çıkmaktır. Rant uğruna İstanbul'a ihanet ediliyor, İstanbul'u sattırmayacağız." dedi. Nedim Saban ise "Geçen yıl burada toplanan birçok sanatçı arkadaşımız bu yıl aramızda yok, acaba gelecek yıllarda biz de mi buralarda olamayacağız? " dedi ve son olarak Yılmaz Onay, Dünya Tiyatro Günü bildirisinden bir paragraf okudu. Yıkıma karşı çıkan grup, ellerinde kırmızı kartları kaldırarak AKP hükümetini protesto ettiler. TODER'in Kutlaması Galatasaray'daki kutlamalar ise tam bir panayır havasında gerçekleştirildi. Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan ve TODER Başkanı Ulvi Alacakaptan'ın önderliğinde, Tünel'den başlayarak Galatasaray'a kadar Belediye Bandosu eşliğinde yürüyen gurup, burada kurulan platformda, Nurhan Damcıoğlu'nun kantolarıyla şenliğe devam etti. Yaklaşık 300 kişinin yer aldığı yürüyüşe birçok öğrencinin de okul kıyafetleri ile katıldığı gözlendi. kullanımda olan ancak yetersiz ve olanakları dar olan Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin 13 ayda tamamlanarak yine Muhsin Ertuğrul Sahnesi adıyla ve Şehir Tiyatroları'nm kullanımına verileceğini açıkladı. Proje maketi üzerindeki açıklamalarında yapılacak yeni tiyatro binasının aynı yerinde, fakat şu an Orduevi'nin bahçesinin içinde yer alan, Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin giriş kapısının, Hilton'a kadar olan bölümünün alınarak projeye dahil edildiğini söyledi.

pe cy a

Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi ve Kongre Vadisi Projesi İstanbul B.B. Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Basın Danışmanı Kenan Işık ve Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya ile birlikte düzenlediği basını bilgilendirme toplantısında, Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Kongre Vadisi ve Şişhane'de proje yarışması sonlanmak üzere olan kompleksle ilgili bilgi verdi. Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin 1 Haziran 2008'de yıkımına başlanacağını ve 13 ay sonra şu anki tiyatrodan daha geniş ve kapsamı bir tiyatro binasımn açılacağını açıkladı.

Muhsin Ertuğrul Sahnesi İstanbul B.B. Belediye Başkanı Kadir Topbaş, şu an

Başkan Topbaş, yapılacak yeni bina ile ilgili olarak şu bilgileri verdi: "Yeni bina 5 katı yer üstünde, 6 katı da yeraltında olmak üzere 11 kattan oluşacak. Mevcut binadaki yönetim birimleri başka bir yere taşınacak. Eski binanın oturduğu 1525 metrekarelik inşaat alanı, yeni binada 3 bin 500 metrekare olacak.

21


Ancak, dergimiz baskıya girene kadar Koruma Kurulu'ndan proje ile ilgili onay henüz çıkmamıştı. Ayrıca zemin etüdünün de yapılmadığı, yeraltı sularının projeye etkisinin ne olacağı da ayrı bir soru işareti oluşturmakta. Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi Başkan Topbaş, 340 koltuk kapasiteli Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi'nin yapımının bittiğini, 7 Nisan'da açılacağım, bu inşaat süresince kullanılan Kerem Yılmazer Sahnesi'nin ise Çocuk Tiyatrosu'na dönüştürüleceğini açıkladı.

Mevcut binadaki 600 kişilik seyirci kapasitesi de yeni binada 696'ya çıkarılacak.

pe

cy

a

Yeni tiyatro binasında zemin dahil üst katlarında 6 sanatçı odası, 368 metrekarelik fuaye alanı, ses, ışık kontrol, sahne ve sahne arkası oyuncular için lobi, prova odası ve diğer teknik birimler yer alacak." dedikten sonra, proje maliyetinin 9 Milyon YTL olduğunu belirten Topbaş, Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin önündeki caddenin araç trafiğine kapatılarak yaya bölgesi olacağını, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi Rumeli Salonu, Hilton ve Gümüş Caddesi, Harbiye Orduevi ve Askeri Müze ile Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu ve Taşkışla Caddesi arasında kalan alanda yeraltına yapılacak olan Kongre ve Kültür Merkezi'nin ise 83 bin 695 metrekare olacağını, ifade etti.

22

Beyoğlu Sahnesi Şişhane'de bulunan eski THY binası için açılan proje yarışmasının 7 Temmuz'da sonlanacağını, kazanan projenin ise 28 Temmuz'da açıklanacağını belirttikten sonra burada: 600 kişilik bir tiyatro, 300 seyirci kapasiteli Deneme Sahnesi ve 300 seyirci kapasiteli bir Çocuk Tiyatrosu olacağını, çocuk tiyatrosunun seyirciye ait tüm kullanım alanlarının 10 yaşındaki çocuk baz alınarak oluşturulacağını belirtti. Bu projenin gerçekleşmesi durumunda Çocuk Tiyatrosu Salonu Türkiye'de bir ilk olacak Topbaş'dan Bir İtiraf ve Bir Müjde Bu güne kadar yapılan salonların, tiyatro insanlarına danışılmadan yapıldığı için birçok eksiği ve aksaklıkları eleştirilirdi. Bunun bir hata olduğunu belirten Başkan Topbaş, yanlış yaptıklarını, proje jürilerine mimarlarla birlikte tiyatro insanlarını da katarak, eksiksiz projeler oluşturmak istediklerini, bu projede de bu jürinin yer aldığını açıkladı. Bu uygulamanın bir model oluşturmasını, diğer yerel yöneticilerin de salon yaparken mutlaka tiyatro insanlarına danışmalarını önerdi. İstanbul B.B. Şehir Tiyatroları Beyoğlu Sahnesi Mimari Proje Yarışması Şartnamesi


Şartname'de gerekli özellikler ve istekler belirtikten sonra, Danışman Jüri Üyeler başlığı ile ilk kez tiyatro insanlarının da yer aldığı bir jüri oluşturulmuş. Dr. Kadir TOPBAŞ (İstanbul B.B Başkanı) Ahmet Misbah DEMİRCAN (Beyoğlu Bel. Bşk.) Mehmet ACARCA (İBB Şehir Tiyatroları Md.) Orhan ALKAYA (İBB Şehir Tiy. Gn. Sanat Yön.) Yıldız KENTER (Tiyatro Sanatçısı) Kenan IŞIK (Sanat Danışmanı) Ali TAYGUN (Tiyatro Sanatçısı) Nurullah TUNCER (Tiyatro Sanatçısı) Tiyatro insanlarının yer aldığı bu jüri ile yapılacak tiyatro binalarındaki aksaklıkların da asgariye indirileceği şüphesiz, Başkan Topbaş'ın başlattığı bu uygulamanın yaygınlaştırılarak tüm tiyatro binalarında uygulanmasını bir zorunluluk haline getirilmesini Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'dan da bekliyoruz. Şartnamede bina içinde yer alan tiyatronun kullanımına ait tüm alanlar detaylan ile belirtilerek proje mimarlarına kapsamlı bilgi verilmiş. Üstelik, olası aksaklıklardan tiyatro insanları sorumlu olacağı için, herkesin herşeyi daha titiz yapacağı bir model oluşmuş.

Yanıt aradığımız birçok soruya açıklık getirildi bu toplantıda, yeterli miydi? Hayır, ancak bu yetersizliğin ağır işleyen bürokrasiden kaynaklandığı duygusunu yaşadım, inandım ama sizleri inadıracak donelere tam olarak sahip olamadım. Sanırım herkes şunu daha iyi gördü: Açıklık, atılan her adımda bilgi vermek hem güveni sağlar hem de oluşacak hataları engeller. Bunu Başkan Topbaş'ın da gördüğünü gördüm. Son olarak şunu da ifade etmeliyim. Bizim gördüğümüz maket, bunun dışında onaylanmış proje, her katıyla ve net detayıyla Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin fuayesinde sergilenseydi, o sehnenin tozunu yutmuş, yaşamlarını oraya sığdırmış değerli oyuncular yine "Muhsin Ertuğrul Yıkılamaz" der miydi acaba? Bu soruyu da Başkan kendine sormalı... Bana; "Kendimizi tam olarak anlatamıyoruz galiba?" demişti, yanıt burada olabilir mi?

pe cy a

Fatih Reşat Nuri Sahnesi Fatih'te yapımı devam eden tiyatro binasının bitmesiyle birlikte, şu an kullanımda olan sahnenin Deneme Sahnesi'ne dönüşeceği belirtildi.

oluşturacaklarını belirttikten sonra Şehir Tiyatroları'nın yasa çalışmasına da başladıklarını açıkladı.

Çocuk Tiyatrosu Birimi Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya, çocuk tiyatrosu salonlarının yanı sıra ayrı bir birim oluşturmak ve sadece çocuk tiyatrosunda görev alacak yeni oyuncular için yakın bir zamanda oyuncu seçmelerinin yapılarak uzmanlaşacak bir birim

23


Kadir Topbaş mı Beni İnandırdı, Yoksa İnanmam mı Gerekiyordu? Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr

Mart ayının son günlerinden birinde, nhtımındaki iki aslan heykelinden dolayı "Aslanlı Yalı" olarak da bilinen Sait Halim Paşa Yalısı'ndaydım. Neo-klasik biçemli bu yalının "yakılmadan" önceki içini de bilirim, ama o gün yalının içine girmedik. Rıhtımından denizi, denizden eşsiz güzellikteki İstanbul boğazını seyrettik. Önce sekiz kişiydik. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sanat Danışmanı Kenan Işık, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya, İBŞT'nin Halkla İlişkiler Şefi Emine Güngör, Halkla İlişkiler Sorumlusu Bestem Türen, "tiyatro... tiyatro..." dergisinin (çileli) editörü Mustafa Demirkanlı, Cumhuriyet Gazetesi yazarları Vecdi Sayar ile Oral Çalışlar ve ben. Sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanı Kadir Topbaş da geldi, dokuz kişileştik. Sonraları çok kişiydik... Aklım Onlarda Kaldı Saat on otuzda salona geçtik. O sıralarda, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin önünde toplanılmaya başlanılmıştı. Telefonda sordum: "Yaklaşık beş yüz kişi," dediler. Orhan Kurtuldu, Hülya Karakaş, Orhan Aydın, Bedri Baykam, Nedim Saban, CHP İstanbul Milletvekili Çetin Soysal, Yılmaz Onay, Türkan Saylan ve onlarca dost... Biz kahvaltı ederken, onlar yıkıma karşı ellerindeki kırmızı kartları kaldırarak AKP hükümetini protesto ediyorlardı. Aklım onlardaydı. Ben Davacıydım Kadir Topbaş toplantıyı açtı ve 7 olan Şehir Tiyatroları sahne sayısının 2006 yılında açılan Kâğıthane Sadabad ve Üsküdar Kerem Yılmazer sahneleriyle 9'a, koltuk sayısının ise 3100'e ulaştığını söyledi, sözü döndürdü dolaştırdı Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ne getirdi. Dünya Tiyatro Günü nedeniyle Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin yıkılacak olmasma yönelik olarak aynı saatlerde gerçekleştirilmekte olan protestoların nedenini anlayamadığını söylerken samimiydi. Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin yıkımı için açılan davada davacı sıfatımın olduğunu o sırada açıklamadım.

pe cy a

Yıldız Hanım'ın, Kenan'ın, Orhan'ın Adı Var Kadir Topbaş, yeni yapılacak olan Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin sadece Şehir Tiyatroları'mn kullanımına yönelik büyük bir tiyatro olacağını vurguladı: "Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ni yok etmeyi asla düşünmedik. Yeni binanın projesini de Orhan Alkaya, Kenan Işık ve Yıldız Kenter incelediler, beğendiklerini açıkladılar. Son derece çağdaş ve modern bir şekilde yeniden inşa edilecek olan Muhsin Ertuğrul Sahnesi, 13 ayda bitecek," dedi. Projenin inşa maliyeti 9 milyon YTL imiş. "Yeni proje ile idare alanlarını 2500 m2 olarak düşürüyoruz, tiyatro alanını 3500 m2'ye çıkartıyoruz. Böylece tam donanımlı çağdaş bir tiyatroyu sanatseverlere hediye edeceğiz. Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin seyirci kapasitesini, tiyatro sanatçılarımız ile yapılan görüşmeler sonucunda kendilerinin istekleri doğrultusunda 578'den 600 kişiye çıkarma karan aldık. Bu karan alırken daha büyük kapasitenin, oyun esnasında seyirci ile kurulacak iletişimi zorlaştıracağı uyansına uyduk," dedi. Bütün bunları söylerken hiç teklemedi. Yıldız Kenter'in Kenan Işık'ın, Orhan Alkaya'nın adlarını veriyordu, kendimi inanmak zorunda olarak duyumsadım. Ne yalan söyleyeyim, inandım.

Oditoryum ve Otopark Projede, araç trafiği Taşkışla Caddesi Rumeli Salonunun ön kısmından itibaren yeraltına alınarak Hilton hizasında yüzeye çıkarılacak, böylece Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu'nun önünde bulunan alan, araç trafiğine kapatılarak tamamen yayalaştınlacakmış. Bir anlamda, yepyeni bir meydan oluşturulması amaçlamyormuş. Hilton Oteli'nden Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'na kadar olan yerin altında 3 bin 500 kişilik bir oditoryum inşa olacak, izleyici 3000 otomobil kapasiteli bir otoparka kavuşacakmış.

İnanmak tek çaremdi, inandım. Tepebaşı Dram Tiyatrosu Aslına Uygun Olacakmış Tepebaşı'nda Bedreddin Dalan zamanından kalma eski TÜYAP ve yeni kazulet TRT binasına da değindi Başkan. Dedi ki: "İnan Kıraç, düşündüğü kültür merkezi için TRT'nin bulunduğu alanı talep etti. Orada yapılacak olan kültür merkezinin projesi ünlü mimar Frank Gehry tarafından çizildi. Önümüzdeki günlerde ihale açılacak. Yeni merkezin içinde, benim isteğimle aslına uygun olarak, Tepebaşı Dram Tiyatrosu da yer alacak." Tepebaşı Dram Tiyatrosu, yakılıp kül eylenen aslına da uydurulacakmış. Şu işe bakın siz! Muhteşem! Çok sevindim. İnanmamazlık edemezdim, inandım. Üç Yüz Çocukluk Tiyatrıo Kadir Topbaş, İstanbul'a kazandınlacak olan bir diğer tiyatro projesinin Şişhane-Beyoğlu Sahnesi olacağını açıkladı. Hani, Şişhane'deki eski Türk Hava Yollan binası var ya, işte orası. Adlarını açıklamadı, ama jürisini tiyatro sanatçısı ve mimarların oluşturduğu bir yarışma düzenlenmiş. Yarışmaya başvurular 14 Temmuz'da sona erecekmiş. Prosedür tamamlandıktan sonra, o mezbelelikte 600 kişilik salon, 300 kişilik deneme sahnesi ve 300 kişilik çocuk tiyatrosu sahnesi olacakmış. "On sekiz aya kalmaz iş tamamdır," dedi. Gözlerinin taaa

24


dibine baktım, yalan söylemez gibiydi. Çocuk tiyatrosu, "çocuk tiyatrosu" gibi olacaktı. Koltuklan, tuvaletindeki pisuarlan her şeyi, ama her şeyi on yaş ölçü alınarak yapılacaktı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolan Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya: "Hem artık veliler çocuklarını tiyatroya götürmek için, okullar sınıfları tiyatroya getirmek için hafta sonuna endekslenmekten kurtulacaklar, çocuklar hafta içi de tiyatro izleyebilecekler," dedi. Vallahi, hindi gibi şişindim, keyfimden ıkındım. İnanın bana... İnanmak zorundaydım, inandım. Müsahipzade Celal Sahnesi Barkovizyonda Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi görününce, Kadir Topbaş: "Haaa," dedi, "Üsküdar Müsahipzade Celal Tiyatrosunu da yıktık, yıktık yıkmasına ama yerine 4 bin 500 metrekarelik bir alanda, 6 trilyona mal olan bir tiyatro binası inşa ettik." Görüntüye baktım, vallahi doğru! 340 koltuk kapasiteli olmuş Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi. Bugün-yarın açılacakmış. Bu da yalan olamazdı ya! Öyle ya da böyle... İnanmak zorundaydım, inandım. Sonra yeniden rıhtıma çıktık. Kocaman bir gemi geçiyordu, sanki bizi selamlarcasına "vuuuf'ladı". Kadir Topbaş ince belli bardaktan çayını yudumlarken, "stop" masaya dirseğini dayadı: "Muhteşem bir kent, bu kent," diye iç geçirdi. Tiyatro sanatında sahne ve teknik olanaksızlıklan önleyeceğini söyledi. 2010 Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul'un bu konuda önemli eksiklikleri olduğunu vurguladı. Bu eksikliğin giderilmesi için hazır olan projelerini dile getirdi. "Biliyorsunuz," diye konuştu. "Son dönemde İstanbul, tarihi ve kültürel değerleri ile birlikte dünya ekonomi çevrelerine sunduğu cazip fırsatlarla da dünyanın gündemine oturdu." Mustafa Demirkanlı: "Ne gibi," diye sordu. İstanbul, geçtiğimiz yıllarda yüksek prestijli uluslararası etkinliklerin merkezi olmuş. "Avrupa Şampiyonlar Ligi" finaline ev sahipliği yapmış, aynı zamanda "Formula I", "MOTO GP" gibi uluslararası organizasyonların olağan istasyonu haline gelmiş. Her yıl olduğu gibi 2007'de "5. Dünya Odalar Kongresi", "4. Dünya Belediye Başkanları Zirvesi" ve "OECD İkinci Dünya Formu" başta olmak üzere birçok önemli uluslararası toplantıya ev sahipliği yapmışız.

pe cy

a

İstanbul'un Ajandası "Eee," dememe kalmadı: "Bundan sonra da İstanbul'un ajandası son derece yoğun," dedi. "2008 Avrupa Atletizm Kupası Birinci Lig Yarışmaları", "2009 UEFA Kupası"nm finali, "2010 Dünya Basketbol Şampiyonası" İstanbul'da yapılacakmış. "2012 Dünya Salon Atletizm Şampiyonası" da Türkiye'de düzenlenecekmiş. 2009 yılında ise "İstanbul Dünya Su Forumu" ve "Dünya Bankası IMF Kongresi" gibi iki önemli uluslararası toplantıya ev sahipliği yapacakmışız. "Bütün bu organizasyonlar büyük tesisler ve yatırımlar istiyor. Söz konusu olan İstanbul'un, bilvesile Türkiye'nin prestiji," dedi. Doğru söze ne denir, yanıtlamadım. İnandım.

Başkan Yapılacakları Anlatırken Uluslararası Toplantı ve Kongreler Birliği (ICCA)'mn verilerine göre İstanbul kongre turizmi açısından 1998 yılında 49. iken 2006 yılında 17. sıraya yükselmiş. Hedef, Kongre Turizmi açısından Avrupa'da ilk 5, dünyada ise ilk 10 arasına girmekmiş. 2008'deki bu kongrelerle birlikte İstanbul'a 8 milyon turist bekliyormuşuz. Yapılan araştırmalara göre, kongre katılımcılan tatil amacıyla gelen turistten üç kat daha fazla döviz bırakıyormuş. İstanbul'u bir kültür sanat sahnesine dönüştürecek projeleri varmış. Bu amaç doğrultusunda 4 yılda İstanbul'a 17 Kültür Merkezi kazandınlmış. Yılda 250 ulusal ve uluslararası konser düzenlenen Cemal Reşit Rey Konser Salonu 5 milyon 250 bin YTL'ye baştan aşağı yenilenmiş. Gülhane'deki "Has Ahırları" restore edilerek "İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi"ne dönüştürülüyormuş. "Rami Kışlası", Türkiye'nin en büyük kütüphanesi olacakmış. Üsküdar Toptaşı'ndaki eski "Tekel Binası", Şişli'deki "Bomonti Bira Fabrikası", "Yedikule Gazhanesi", Kadıköy'deki "Hasanpaşa Gazhanesi", Büyükada'daki "Taşmektep Binaları" müze ve kültür merkezi olarak düzenleniyor; tarihi "Cendere Hamidiye Pompa İstasyonu" "İstanbul Su Medeniyetleri Müzesi"ne dönüştürülüyormuş. "Biz ne başkanlar gördük, Kayseri'ye liman vadeden," tümcesini ağzımdan çıkarmadım. Bir kere, Kadir Topbaş'ın söylediklerine koşulsuz inanmam gerektiğine inanmıştım. Söylediklerini günü gelir hesap sorarım diye bir bir not aldım. Gel gelelim, bir yerde şaşırdım, atladım. "Umarım bu vaatler yerine gelir, ben de gelirim (benden iki yaş küçük olduğundan ellerinden değil) alnından öperim. İstanbulluların senin adını tarihe kazımalan için katkı sağlarım, falan," da demedim, ama "Eyyy Başkan! Koyuverdim kenara her şeyi... Sen hele şu Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'na tahsis edileceğini şimdiden belgeledin mi, bu konuda Belediye Meclisi karan aldın mı," diye sormayı atladım. Tamam sormadım, soramadım, atladım, ama şimdi dahi sorsam yanıtlayacağına inandım. Yanıtın: "Evet," olacağına da inandım. Kandıracak değil ya beni/bizi!... Yahu, ben Bay Başkan'a bir inandım, vallahi pir aşkına inandım...

25


a

Selçuk Yöntem ile...

pe cy

Aşk; Bazen Bir Çığlık mı Gerçekten? Özlem Özdemir/ ozlemozdemir@tiyatrodergisi.coni.tr

Bir aşk hikayesini okuyacaksı nız bu satırlarda. Birbirini vaktiyle, kendilerince, çok seven ama kendilerine yenik düştükleri için birbirini yıkan bir adam ve bir kadının hikayesi. 26

kapılmak üzereydim yakın zamanlarda, yanlış Hiç aşık oldunuz mu? Bu soruya hemen herkes "tabii" diye yanıt verecektir şüphesiz. Peki aşk, nasıl duymuşum. Daha doğrusu kapım çalmış da gelen doğru değilmiş.... Bir aşk hikayesini okuyacaksınız bir duygudur? Kaç defa aşık olur insan? Herkese bu satırlarda. Birbirini vaktiyle, kendilerince, çok göre değişen tanımıyla aşk; herkesin aradığı ama aslında her defasında hiç bulamadığı olandır. Hep seven ama kendilerine yenik düştükleri için birbirini bir sonrakine dediğimiz, özlediğimiz, beklediğimiz. • •yıkan bir adam ve bir kadının hikayesi. Yıllar sonra hayat onları yeniden bir araya getirdiğinde Ya hiç aşık olmamışsanız? Artık kapımı çalsa hesaplaşmalarını yapıyorlar, biz de izliyoruz. Bu dediğiniz noktada biriyle tanışsanız. Bütün özlemleriniz, biriktirdiklerinizle karşınızdakine doğru ayki konuğum, aynı zamanda sevdiğim bir aktör yol almaya başlasanız. Ama oynamadan, sakınmadan, olan Selçuk Yöntem. Aysa Prodüksiyon tarafından sahnelenen Koca Bir Aşk Çığlığı 'na sizi de davet stratejiler kurmadan tüm çıplaklığınızla ediyoruz. karşınızdakinin karşısında dursanız. Olabilir mi? Siz dursanız da karşınızdakinin gözü bu çıplaklığı kaldırabilir mi? İşte bu soruların cevabını her iki Koca bir aşk çığlığı adlı oyunda bir zamanların tarafın tutumları belirliyor. Maalesef, kat kat efsane oyuncusu Hugo Martial karakterini giysilerle, bize öğretilenlerle, korkularla ve oynuyorsunuz. Sahneden uzun zaman uzak kırgınlıklarımızla yürüyoruz her yeni aşk olasılığına. kaldıktan sonra iki kişilik bir oyunla sahneye Ne kendimize dürüst olabiliyoruz ne karşımıza çıkana. dönmeye hazırlanıyor. Heyecanlı ama aynı Adına da aşk diyoruz sonra. Olabilir mi? Tenlerin zamanda endişeli. Hugo'yu önce sizden üstüne örtülen korkular, hayalden giysilerle nasıl dinleyebilir miyiz? yaşanır aşk tüm sahiciliğiyle, biz sahici olmadan? Ben oyunlarımı oynarken karakterin hiçbir zaman Neden dürüst olmayı beceremez insan?.. daha önce bu adam kimdir, nasıl bir durumdan gelmiştir gibi hareket psikolojisini incelemem. Bu bana sanki o karakter üzerinde belli bir bayatlama Sorularım bitmez, çünkü kapım çalındı sanrısına


Pekala. Oyuna geçelim o halde. Provanın ilk günü, kadın oyuncunun hamile kaldığı için oyundan ayrıldığını öğrenen Hugo'nun endişesi daha da artar, kadına sinirlenir. Yönetmen ve menajer ise çözüm için başka bir kadın oyuncu aramaktadırlar. Sizce, Hugo'nun o sırada aklından neler geçiyor? Yeniden sahneye dönmek üzereyken yarım kalacak korkusu duyuyor mu? Bizim işlerde satranç hep olur, her kurumda olur. Camiada da herkes kendini korur. Belki Miriam son anda istemedi, Hugo yıllarca ara verdi yeniden başlayacak diye düşünmüş olabilir. Gerçekten film yaptığı için de öyle değerlendirmiş olabilir. Esasında yaşamın da kendine göre bir organizasyonu var, belki de böyle olması gerekiyordu, kadersel bir gelişim olabilir. Yaşamın sahiciliği var aslında oyunda, belki de bir araya gelmeleri gerekiyordu.

Gigi, Hugo'nun eski karısıydı değil mi? Ben öyle algılamıyorum. Birlikte olduğu kadındı, birlikte yaşamışlar ama evlenmemişler. Profesyonel anlamda ve on yıllık iyi bir birliktelikleri var. Hem on yıl birlikte olduğu kadın hem de alkol sorunu yüzünden o da uzun zamandır çalışmamaktadır. Aralarındaki kavgalar, çocuk düşürmeler, sahnenin getirdiği hırslar belki, hep beraber sahnede olmak, evde olmak, sosyal hayatta beraber olmak çok zor olmalı. Tam onun gerçeğini yaşamışlar. Birbirlerine tutkunluklarına rağmen başka ilişkiler yaşamışlar, tekrar bir araya gelince canlanıyor ilişkileri.

Aralarındaki kavgalar, çocuk düşürmeler, sahnenin getirdiği hırslar belki, hep beraber sahnede olmak, evde olmak, sosyal hayatta beraber

olmak çok

zor olmalı.

Ancak Hugo ile aralarındaki anlaşmazlığı herkes bildiği için Leon kabul etmez. Oysa Daniel her şeyi çoktan ayarlamıştır ve Gigi tiyatroya çıkagelir. (Bu arada içeri öyle bir girer ki, bundan habersiz olan seyirciler olarak dışarıda bağıran bir kadın duyduğunuza inanıp afallıyorsunuz. Oysa bu oyunun parçası ve etkileyeci). Gigi'ye metin anlatılıyor ve aktörün Hugo olduğunu söyleniyor. Tabii şok geçiriyor. Hiç aklına gelmiyor. Leon'a o tokadı atıyor ama beyninin köşesinde onu tekrar görmekten mutlu olacağı için kıvılcım çakıyor içinde, heyecan oluyor bence. Ben de aynı şeyi düşünüyorum sizinle. Yine de Daniel Gigi'ye oynayacağı aktörün Hugo olduğunu söylediğinde delirir ve gitmek ister. Daniel ise, Hugo'nun ölmek üzere olduğunu söyler ve "bu onun isteği, seninle oynamak istedi" deyince Gigi yıkılır ve kabul eder.

pe cy

Olabilir. Oyuncu arama süreçlerinde Hugo çıkıp gider. Menajer de o kadar uyanık ki zaten her şeyi kurgulamış. Kurgulamıyor aslında anında üretiyor.

menajer (Daniel) yine bir dönemin efsane kadın aktristi Gigi Ortega var ve zaten buraya gelecek demiyor mu? Miriam'in olmadığını anladıktan sonra söylüyor. "Böyle olabilir mi? Aklıma o geldi hemen aradım" diyor. Çünkü onlar hemen önlem almak, çarkı döndürmek zorundalar. Geç kalınca anında yalan söylüyor, tipik bir menajer yani.

a

duygusu verir. Ama adamı provalarda ele almaya başladığım aşamalarda basamak basamak ilerlemek beni mutlu eder. Hugo Marciel bize uzak biri değil, bizim ta kendimiz. Şöyle bir şey geldi aklıma benim: Başladığım yıllardan bu yana sadece bir yıl ara verdim ama tiyatroya yıllarca ara verip dönmek gerçekten ürkütücü bir şey olmalı. Çünkü bir yıl ara verdikten sonra bile bir tuhaflık yaşadığımı hatırlıyorum. Onun için "sahnelere geri dönmenin benim için ne kadar önemli olduğunu biliyor musun, bütün kifayetsiz muhterisler beni bekliyor" diyor. Yani o camiada herkes kendi dışındaki herkesi farklı değerlendirir, o da öyle değerlendiriyor. Onun için önemli bir nokta. Ben de onun konu içerisindeki konumunu, psikolojisini, durumunu çevremin psikolojisiyle birleştirdiğim zaman zaten Hugo Marciel kendiliğinden ortaya çıkıyor. Benim kendi yaklaşımım böyle, geçmişinde söyleşmiş böyleymiş gibi bir üslubum yok.

Öyle mi? Ama tam yönetmenle (Leon) konuşurken

27


Kavga ederken bir de şuna sanlabilsem derya insan, böyle bir aşk varsa aralarında, Hugo da onu yaşıyor herhalde o anda.

Oyunun doruk noktasına giden yolun başlangıç noktası orası bence. Çünkü kadının orda ona ne kadar düşkün olduğunu da görüyoruz, Hugo için bunu yapalım diyor. O yalan, güzel bir gelişmeye yol açıyor.

etmekten prova yapılamıyor. Hem akciğer kanseri hem kalp mi olayı çok güzel. Menajer o kadar fütursuz ki hem akciğer kanseri hem kalp hastası diyor, palavranın ölçüsü yok. İnsanlar da buna inanıyorlar.

Kesinlikle. Orda içinde kalan o sevgini bir göstergesini görüyoruz. Hugo geri döndüğünde Gigi'nin seçildiğini duyuyor. Orda karmaşık duygular var. Birbirlerini görmek demek unutmak istedikleri geçmişlerini de görmek demek aslında? Ama birbirlerini unutamadıklarını görmek de demek. Hugo Gigi'yi ilk gördüğü zaman ne hissediyor? En heyecanlı taraf o. Gigi giyinip süslenip püslenip geliyor zaten. O başka bir noktadan bakıyor olaya. Benim hiçbir şeyden haberim yok. "Teşekkür ediyor ya bana, hava atıyor", o sahtekarlık bir anda bambaşka bir noktaya geliyor. Çünkü hemen tekrar kavgaya etmeye başlıyorlar. Zaten oyunun en güzel sahnelerinden biri o bence, ilk karşılaşmaları ve kavga etmeleri.

Yalan söylediğini bile bile bir insana inanmayı seçiyor olmak ne tuhaf değil mi? Tabii, güvenmek zorunda karşıdakine, o olmadan yapamaz.

Kesinlikle. Kavga da değil tam, rahatsız edici değil, birbirini seven iki insanın didişmesi var orda. Kavga ederken bir de şuna sarılabilsem der ya insan, böyle bir aşk varsa aralarında, Hugo da onu yaşıyor herhalde o anda.

Kavgalardan provayı da yapamıyorlar. Sürekli geçmişle hesaplaşıyorlar birbirleriyle hesaplaşırken değil mi? Bir de koşut olarak gidiyor, kendi hayatlarıyla oyunun kurgusu arasında paralellik var, yazar onu da çok ustaca yazmış. "Görüşmeyeli kaç yıl oldu? On yıl sonra sen tekrar geri geliyorsun bütün pisliklerini bırakarak" diyor mesela Hugo, oyundaki gibi aynı. Ustaca matematiksel bir kurgu yapmış yazar. Çok eğlenceli bir dille anlatmış bir de. Orijinalde daha küfür var, bu ölçüsü bize göre daha iyi.

a

Evet, daha iyi çünkü aşklarının bir inandırıcılığı kalmayabilir "aman ne halleri varsa görsünler de olabilirsiniz" dil bu kadar basitleşirse. Yaşamın gerçeği ile sahne gerçeği çok farklı, yaşamın gerçeğini sahneye bire bir aktardığınız zaman o Hugo ne hissediyor sizce ilk gördüğü anda? Ne kadar yıpranmış diye düşünüyor bence. Arkası sırıtabilir. Bazı durumlar sahnenin estetiğine göre dönük olduğu zaman vücuduna, poposuna bakıyor, kurgulandığı zaman bir anlam kazanır. ben öyle yorumladım. Bu arada kendisi de bir hale geliyor tabii. İkisinin duyguları çakıştığı için zaten Aynı zamanda Hugo'nun bir sevgilisi var. Gigi öyle bir kavgadan sonra aşk başlıyor, yani aynı hâlâ onu kıskanmakta aslında ister istemez ve noktadalar aslında. Nerde bıraktılarsa oradan devam ediyorlar aslında.

pe cy

Gigi salondan çıkınca Hugo hışımla Daniel'in üstüne yürüyor, açıklama istiyor, o alkolikle oynamam diyor. Burunlarından kıl aldırmıyorlar. Daniel ise öyle kurnaz ki "paraya ihtiyacı var, neyse o zaman o da kitabını yazarak geçimini sağlar" deyince Hugo'nun zayıf noktasına dokunuyor. Anı kitabı deyince Hugo, içinde kendisiyle ilgili yazacaklarını düşünerek neyse canım, ona iş buluver diyor. Ayrıca ekiptekilerin de işsiz kalmamasını da işin içine katarak mecburen kabul ediyor. Aslında egoist bir adam ama içinde yine de Gigi'ye karşı hisler kalmış? (Bu arada içten kahkahaları var karşımda, çok eğlendiriyor bu oyun onu o kadar belli ki, sanki Selçuk'tan konuşuyoruz.) Esasında tekrar bu işi yapmayacak olsa anı kitabını bahane eder ordan ayrılır ama bunlar sebep oluyor aslında, yan cebime koy. Onunla tekrar aynı ortamı paylaşmak hoşuna gidiyor, duygusal açıdan da. Belki yazarın gerçek hayatından da parçalar olduğu için böyle bir sahicilik olabilir. Yazarın oyuncu olması çok önemli, o mutfağı bilmeyen bu kadar gerçekçi yazamaz. İlk prova sadece 5 dakika sürüyor. Gigi, ölecek diye Hugo'nun sigarasını söndürürken orda aslında o adama hâlâ ne kadar önem verdiğini gösteriyor değil mi? Evet, akciğer kanseri çabuk ölmesin diye yapıyor.

Leon da gerçeği orda öğreniyor zavallım. (Bu arada sevgili Bekir'in (Aksoy) oynadığı eşcinsel yönetmen tiplemesi şahaneydi, zevkle izleniyor. Oyunculuk malzemesi kuvvetli bir oyuncu Bekir, ayrıca bir eşcinsel tiplemesi oynamaktan çekinmediği için de cesur, tebrikler.) Ancak kavga

28


a

cy

pe


30

yaparsınız, hayal bu oyun" der. Bir taraftan işin olmayacağını düşünürken öte yandan Gigi için de endişelenir. Esasında benim düşünceme göre Gigi onu içecekti, belki de hakikaten bir yudum aldı. Ama orda aklına geldi, "bakalım ne olacak?" dedi ya da kendi muhasebesini yaptı belki. Belki sanatçı olmanın getirdiği yüksek sezgileriyle bunu hissetti ve yapmamalıyım diyerek o oyunu oynadı. Biraz daha zayıf olsaydı belki içerdi ve iş biterdi.

pe cy a

Geçmişleri­ nin muhasebe­ sini yapıyorlar bir bakıma. O çocuğu kaybettikleri zaman biri "keşke oyun kalksaydı da bu çocuk olsaydı "diyor, öbürü de "ama her şey çok iyi gidiyordu, ben o şartlar içinde ne gerekiyorsa yaptım" diyor. Bu empati yapmama­ larından kaynakla­ nıyor.

Hugo da onu kıskandırmaktan hoşnut. Ne kadar hırçın ve umurumda değilsin davranışlarına rağmen yine de ikisi birbirinde unut utmadıklarını görmek istiyor. Tabii tabii. O birbirlerine karşı üstünlükleri hep beyinlerinin bir tarafında var. Belki de yıllar sonra alışkanlıkları diyebiliriz. O başkasıyla birlikte olmuş, diğeri başkasıyla ama temelde birbirlerine karşı elektrikleri hiçbir zaman bitmemiş. O çığlıkla gidiyor zaten, ismi de ne güzel ki "koca bir aşk çığlığı". Aşkın bin bir tarifi vardır ama aşk nedir?Aşk bir çığlıktır!

Sarhoş geri döndüğünde, Hugo deliriyor. "Seni bu halde görünce yüreğim parçalanıyor" Bazen sessiz bazen sesli atılan bir çığlık... Gigi diyor. Onun numara yaptığını görünce daha da onun için endişelenirken doktordan aslında onun sinirleniyor. Demek ki hayatları hep böyle geçmiş. hasta olmadığını öğrenir, delirerek gelir. Kendini Renkli bir hayat yaşamışlar. kandırılmış hisseder, ayrılmak ister. Menajer de yine "bak ne kadar sevindirici bir haber, Aslında Gigi sarhoş numarası yapıyor, herkes mutlu olmalısın" diyor. (kahkahalar) endişeleniyor ve herkes inanıyor. Gerçekten Tilbe Saran da çok iyi oynamış o sahnede. Orda benim çok hoşuma giden bir nokta var. Gigi İnanıyoruz orda. çok içten bir itirafta da bulunur: "Sen bencilsin. Hiç beni düşündün mü, bakalım bunca yıl sonra Yapamadı bu kadın diyoruz. becerebilecek miyim?" der. Aslında ikisinde de Hugo "bu kadının kafası nasıl çalışıyor görüyor aynı endişe var ama burunlarından kıl musun" diyor ya. aldırmıyorlar. Geçmişlerinin muhasebesini yapıyorlar bir bakıma. Hugo da içmesini istemiyor aslında değil mi? O çocuğu kaybettikleri zaman biri "keşke oyun "O zaman git öldür kendini, mesleğine ve rol kalksaydı da bu çocuk olsaydı "diyor, öbürü de "ama arkadaşlarına saygılı ol" diyor, Hugo. her şey çok iyi gidiyordu, ben o şartlar içinde ne gerekiyorsa yaptım" diyor. Bu empati Gigi "yok içmedim, bir kere alkolik olmak bana yapmamalarından kaynaklanıyor. Ancak yıllar sonra yetti" diyor sonra. anlayabiliyorlar, biraz geç olsa da. Taklidini oyundaki karakterinin yorumuna çekiyor. İçkili de olabilir bu kadın, diyor. Hugo da cevap Oyuncu egosuyla ilgili bir şey galiba, ona yenik veriyor, benim de en sevdiğim repliklerden biri bu. "O içkili kocasına gidebilirse adam da o zaman düşmüşler. kokaini çıkarsın " diyor. Orda adamın da söylediği bir şey var: "Ben işten değil aşktan söz ediyordum" diyerek kadım kilitliyor. "Kanser olduğunu düşününce çıldırıyorum" diyor, Prova sırasında sakinleşmeye çalışan Leon içki Gigi ve iş açığa çıkıyor. şişesiyle otururken Gigi gelir. Herkes korkar. Gigi O kanser olayının ortaya çıkmasıyla Hugo ne kadar de dalga geçer "korktunuz mu?" diye. Hugo'ya sinirlense de kadının onu düşünmesini görmek sinirli olan Gigi elinde şişeyle röportaja gider. gururunu okşuyor. Çok mutlu oluyor. O bahaneyle Hugo da orda delirir, "kadına bunu nasıl yanına gidiyor ve sarılıyor.


Evet orası da güzel bir sahne. Onların ilişkiyi yeniden başlattıkları an. Tabii her şeyin yine ölçüsünü koruyamadıkları için oyunun yorumlama olayı değişiyor, birbirilerine düşkünlüklerini sahneye taşımaları çok korkunç. Oldukça. Ordaki ikilem çok güzel. Yazar onların kendi içlerindeki saçmalıklarını ortaya koyarken aynı zamanda bir tiyatro izleyicisinin bir tiyatro oyunundaki bu türü izleyip ondan mutlu olmalarını sağlıyor, çok ustaca yazılmış. Çok severek de oynuyorsunuz... Bütün bu coşkuya rağmen yine kavga ederek prömiyer gününe küs giriyorlar. Yine iyi oynasınlar diye Hugo gönderdi diye, Gigi'ye çiçek gönderiyorlar. İyi ki Hugo bozmuyor da uyanıyor ve ben gönderdim, diyor. Ama yine de selamda bile kızıyor onun tek başına selam vermesine. Aralarında hep o çekişme var, Evet var. Paylaşma duygusu çok önemli. Sanatta da yaşamda da. Ama insanın kıskançlıkları, talepleri insan ilişkilerinde sıkıntılara yol açabiliyor. İnsanın egosuna yenik düşmemesi lazım. Kesinlikle düşmemesi lazım.

Lisede tiyatro kolunun bir oyununu izledikten sonra izleyici olmak değil sahnedeki olmaya karar vermiş. Ankara Devlet Konservatuvarı 'nda başlayan tiyatro serüvenine 35'ten fazla oyun ve 4 yönetmenlik deneyimi sığdırmış. Sinema ve televizyonun yakışıklı ve başarılı aktörü olarak adını hafızalara yazdırmış. Ayrıca oldukça etkileyici bir sese sahip olup, unutulmaz şiirleri seslendirdiği bir albümle de bizi hüzünle tanıştırmış. Boş vakitlerinde ailesi ve dostlarıyla birlikte olmayı seven, aktörlüğünü sahneden iner inmez orda bırakmayı bilen bir adam o. "O kadar hızlı yaşanıyor ki her şey, zaman çok kıymetli. O yüzden zaman ne gerektiriyorsa onu yaşıyorum, plan yapmakla olmuyor" diyor yaşamının nasıl geçtiği sorusuna karşılık. Tiyatroya umutla bakıyor. "Umutlu olmazsanız hiçbir işe iyi bir şey yansıtamazsınız. Yorgunluklar olacaktır ama hayat böyle. Bazen ben de biraz dinlenmem gerektiğini düşünüyorum, üzerimde o metal yorgunluğunu hissediyorum ama tiyatro mutlaka var olacaktır" diyor, tiyatro yolculuğunun izlenimlerine dair. Eğer, Koca Bir Aşk Çığlığı oyununu izlemediyseniz, mutlaka izleyin derim. Yorucu ve ağır geçen zamanlarda, gülümseyerek çıkma fırsatıdır bu oyun.

cy a

O perde açılmadan önceki ritüelleri, dans halleri çok komikti. Onları birbirine bağlayan bir sürü anı var evet. Kolay değil. Bazı ilişkiler de böyle yürüyor belki. "Sen hayatımdan gidersen ben kendimi öldürecek kadar seni seviyorum diye düşünüyorum " cümlesi var metinde. Mona Gigi, Antuan da Hugo aslında.

Özlem'ce Selçuk Yöntem:

Oyundaki son sahneyi pek doğal bulmadığımı söylesem? Finalde yazar abartarak oynanmasını istemiş. Bence de çok doğru ve sonra da onu selama bağlıyor. Yazar ve oyuncu olarak selama bağlarken aynı zamanda kendi finalini de selamla bitiriyor. Çok sade, çok akıllıca seyircini ilgisini çekeceği bir metin olduğunu düşünüyorum. Çok iyi bir dramaturji çalışması yapılmış.

pe

Tiyatro Dergisi başından beri çok sevdiğim bir dergi. Cengaverce bir çabayla hâlâ var olması çok takdirle karşılan­ ması gereken bir şey. Böyle bir dergi olmasından dolayı çok mutluyum.

Oyunla ilgili benim atladığım sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı? Bir şey atlamadık sanıyorum. Kadromuz çok iyi, metin çok iyi, oynarken oyuncuya haz veren bir oyun. Seyirci de buna reaksiyon verdiği zaman tiyatronun amacı ortaya çıkıyor. Seyirciden de güzel geri dönüşler alıyoruz. Tiyatroda olmak, TV'de olmak, sizin için duygu karşılıklarını öğrenebilir miyim? Tiyatronun hissettirdiğini sinema ya da TV'nin hissettirmesi mümkün değil ama hepsi birbirine bağlı işler. Televizyon belki tiyatroya izleyici katkısı sağlıyor olabilir, ekranda gördüğü oyuncuyu bir de tiyatroda göreyim diyebilir insanlar. Bir aktör olarak esas beslenme noktası tiyatro tabii ki. Tiyatrodaki ölçünüzü dizilerde ve sinemada da koruyabiliyorsanız, oyuncu olarak sorumlu ve işlevsel bir oyuncusunuzdur. Ama Tiyatro bambaşka. Özlem'den Son Sözler: Çok teşekkür ederim efendim, komşum olarak nihayet size verdiğim sözü tutabilmenin keyfindeyim şimdi.

Selçuk'tan Son Sözler: Ben de teşekkür ederim ve başarılarınızın devamını diliyorum. Tiyatro Dergisi başından beri çok sevdiğim bir dergi. Cengaverce bir çabayla hâlâ var olması çok takdirle karşılanması gereken bir şey. Böyle bir dergi olmasından dolayı çok mutluyum.

31


cy a

Başkan Mustafa Bozbey ile Tiyatroya Dair...

Nilüfer'in Önerisi Var Mustafa Demirkanlı / mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Bursa'nın Nilüfer Belediyesi'nin bir prodüksiyon tiyatrosu kurduğunu, bu konudu tanıtım desteği isteyen genç, sevimli Zeynep'in dergiye gelip anlattıklarını dinleyince çok da önemsememiş, hele bir de "Tiyatro Festivali" yapacaklarını söylediğinde içimden "yerel seçimler yaklaşıyor ya, hadi bakalım şimdi kültür-sanatı hatırlasın belediye başkanları", demiştim.

mütevazi bir açılış, Başkan'in kısa konuşması ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi 'nin "4 Kolaj Oyun"u.

Sonrasında Prodüksiyon Tiyatrosu 'nun ilk oyunu çıkmış, İstanbul'a gelmişlerdi: "Aldatma", yöneten Mehmet Ergen, oyuncular; Barış Falay (Kocaeli Şehir Tiyatrosu oyuncusu), Murat Karasu (İstanbul Devlet Tiyatrosu oyuncusu), Neriman Uğur (Bursa Devlet Tiyatrosu oyuncusu). Evet, iyi seçim ama popülerlik ön planda galiba dedim, kendi kemdime.

Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey ile ertesi günü söyleşi için oturduğumuzda bütün önyargılarım yerle bir olmuş, bıyık altı gülmelerim kendi adıma bir utanç olarak haneme yazılmış, ama yine de bilinçsiz ama tesadüfi doğruları aramak niyetimi bertaraf edememiştim. Başkan'a önü açık bir soru ile başladım, kendini anlatsın diye, ama bu soruya yanıttan çok, bir programın manifestosu gibiydi, onun için ayrı olarak, müdahalesiz sundum. Sorularım ise yerel yönetimlerin yapılanmasına ilişkin görüşlerini anlamaya yönelik oldu. Şunu gördüm ki, planlananlar, hayata geçirilenler aynı zamanda, yerel yönetimler-kültür sanat ilişkisinde çokça tartışılacak sürece ciddi önermeler getiriyor. Başkan Mustafa Bozbey'in yaklaşımına ve ufkuna mutlaka bakılmalı ve yararlanılmalı.

pe

...bütün önyargılarım yerle bir olmuş, bıyık altı gülmelerim kendi adıma bir utanç olarak haneme yazılmış, ama yine de bilinçsiz ama tesadüfi doğruları aramak niyetimi bertaraf edememiştim. 32

Sonrasında "Tiyatro Festivali"nin programı geldi, yaklaşık bir ay sürüyor ve bu dönemim bütün önemli oyunlarını kapsıyor, yirmi bir günde otuz altı oyun. Yine güldüm bıyık altından, "ilk festival ve otuz altı oyun, çok olmuş, abartmışlar biraz" dedim kendi kendime. Festival'in açılışı için davet edildim, gittim, bir de yerinde göreyim, dedim. Açılışta ne vali ne kaymakam, mal müdürü veya benzeri protokol yoktu,

Otuz altı oyunun biletlerinin açılıştan önce tükendiğini, ek gösterimler konduğunu Başkan'in açılış konuşmasından öğrendim ve doğruluğunu da sonrasında teyit ettim.


kotardığımız oyunumuz "Aldatma" kapalı gişe oynuyor.

a

Peki, önümüzdeki yerel seçimlerde kaybettiniz, yeni başkan da yeni oyun yapmadı, her şey boşa giymiş olmayacak mı? Yeni gelen yönetim, eğer tiyatro karşıtıysa, zaten şehir tiyatrosu olmuş olsa ne olacaktı ki? Ben tiyatroyla ilgilenmiyorum, bu belediyede tiyatronun insanlara olumlu etkisi olduğunu düşünmüyorum, deyip ortadan kaldırabilir tiyatroyu. Oyunculan da alakasız başka görevlere gönderebilir, bununla istifaya zorlayabilir. Ben zaten bu açıdan değil de, tiyatro açısından, oyunların sanatsal değeri açısından bakıyorum olaya. Farklı sanatçılarla, değişik oyunlarda seyirciyi buluşturmayı hedefliyorum. Örneğin tiyatro festivalinde 4-5 ayn oyuna gidecek seyirci. Neden gidecek, farklı sanatçılan görmek için gidecek. Oysa, dört ayn oyunda da aynı sanatçılar

pe cy

Mustafa Bey, yerel yönetimler genellikle Şehir Tiyatrosu kurar, siz farklı bir yol izlemişsiniz. Meden prodüksiyon tiyatrosu? Biliyorsunuz Türkiye'de iki model var. Biri ödenekli tiyatrolar diğeri de prodüksiyon tiyatrosu. Şehir tiyatroları kadrolu sanatçılardan oluşur. Siz o kadroyu muhafaza ettiğinizi düşünün. Değişik oyunları sürekli aynı kadroyla oynamak zorunda kalıyorsunuz. Eldeki kadro bu rollere uygun mudur değil midir, ama oynamak zorundalar. Dinamiklik ortadan kalkıyor bu durumda. Biz bunu çok tartıştık. Kadro mu kuralım prodüksiyon tiyatrosu mu yapalım diye. Daha farklı, dinamik, kaliteli ürünleri ortaya çıkarabilmek için prodüksiyon tiyatrosunda karar kıldık. Genel Sanat Yök adroso olmayan, farklı oyuncularla yürüttüğünüz bı proje açıkladığınız gerek netmeni'miz var; Mehmet Ergen. Bunun dışında her oyun için farklı oyuncularla çalışırsak, izleyiciyi de çekeriz diye düşünüyorum. İstanbul, Bursa, Kocaeli'nden gelen sanatçılarla

Aslında tiyatro festivaline gelmeden önce ön aşamalan var, altyapısı var yani. Biz 1999'da göreve geldikten sonra Nilüfer Belediyesi'nin hedeflerini ortaya koyduk. Bu kent nasıl bir kent olmalı, geleceğe nasıl bir ışık tutmalı, bu kentin yaşayanlan bu kentten nasıl umutlu olmalı ve sadece işine gidip gelen değil, sosyal yaşamda da insanlann iç içe ve sosyal aktiviteler içinde olması gerektiği konusunda düşüncelerimiz olmuştu. İşte bu düşünceler çerçevesinde üç ana hedef belirledik. Birincisi, eğitim bilim kenti olmak, ikincisi kültür sanat kenti olmak, üçüncüsü de spor kenti olmak. Bu eğitim bilim kenti için çok çalışma yaptık, kültür sanat kenti için de gerçekten son derece önemli adımlar attık. Bunlar özellikle altyapı anlamında; müzik eğitim kurslan, bale eğitimi, tiyatro kursları, bunun yanında fotoğraf, resim heykel atölyelerimiz. Yani bunlarla farklı kültür sanat hizmetleri sunmaya çalıştık ve özellikle çocuklardan başladık. Üst yapıda da kültür evleri projesini ortaya koyduk. İlk kültür evimizi Konak Mahallesi'nde, Konak

Bu projeleri­ mizden bir tanesi de tiyatro festivali olsun istedik ve 21 güne 36 oyun sığdıran bir proje bu. 33


Her belediye yıllık bütçesinden minimum %2'sini kültür ve sanata ayırmalıdır. Bu miktar da başka işler için kullanılma­ malı, mutlaka takibi yapılmalı.

tutar ve ilgili bakanlığa gönderir. Bunlar böyle işlemeli. Ne var ki şu anda Nilüfer Belediyesi'nin yapmış olduğu işi çok az belediyenin yaptığını görüyoruz. Özellikle çocuklar için çok önemli. Şimdi uyuşturucuya başlama yaşı biliyorsunuz neredeyse 11 'e indi. Bu çocuklar ya kafeteryalarda ya bilgisayar başında vakit geçiriyorlar. Uygunsuz insanlarla Sizce yerel yönetimlerin sanata katkısı nasıl olmalı, tanıştıklarında da kötü alışkanlıklara kapılabiliyorlar. Bu yüzden bu çocukları kurtarabilmek için kültür nasıl bir yöntem önerirsiniz? sanat hayatının içine çekerek hayata hazırlamalıyız. Ben iki dönemdir belediye başkanıyım. Belediye Burada bunlara pek çok dalda eğitim verilebilir. toplantılarında devamlı şunu belirtiyorum: Her belediye yıllık bütçesinden minimum %2'sini kültür Müzik, resim, tiyatro gibi etkinliklere katılabilirler. ve sanata ayırmalıdır. Bu miktar da başka işler için kullanılmamalı, mutlaka takibi yapılmalı. Örneğin Mustafa Bey, Nilüfer'den yükselen bu model önerisinin daha da detaylı incelenmesi, bizim 100 milyon YTL bütçemizden, 2 milyonu geliştirilmesi ve Türkiye'ye yayılacak, kültür sanata ayırıyoruz. Bütün belediyeler bunu yaygınlaştırılacak bir noktaya doğru gelişmesi yapsalar, çok önemli bir değişimin ayak seslerini duymuş oluruz. Sadece belediyeler değil, özel sektör gerektiğini düşünüyorum. Çabalarınızı ve gerçekleştirdikleriniz için teşekkür eder, de bunu yapmalı. Bütçesinde de bu durum açıkça çalışmalarınızda başarılar dilerim. görülmeli. Nereye harcadığını da belgelemeli. Bu hayata geçirildiğinde çok önemli değişiklikler olacaktır kültür-sanat bağlamında, özellikle tiyatroda. Kotanlacak olan bu oyunlar belki bütün Türkiye'yi dolaşacak, bazı yerlerde ücretsiz oyun oynanma zorunluluğu doğacaktır. Eğer bunlar gerçekleşirse, belediyeler de özel kurumlar da bu olaya sahip çıkacaklardır. Çünkü insanlar para verdiği yere sahip çıkarlar. oynasaydı, belki sadece tek oyuna gitmekle yetinirdi. Bizim öncelikli amacımız, seyirci sayısını olabildiğince artırmak. Seyirci sayısını ne kadar artırırsak, o kadar insanı değiştirebilme olanağına sahip oluruz. Düşüncelerinin, kültür yapısının, sosyal yaşamının değişmesini sağlayabiliriz.

pe

cy a

Belediyeler her yıl kültür-sanata harcadığı paraların miktarını ve yerini Kültür Bakanlığı'na bildirmeli ve bu durum bakanlık tarafından denetlenmeli. Abuk sabuk yerlere mi harcandı para, yoksa gerçekten nitelikli işlere mi gitti? Bakanlık bunu sorgulamalı. Ama bu zaten belli olur. Örneğin dersiniz ki ben bir tiyatro kurdum. Prodüksiyon tiyatrosu olarak işlettim, festival yaptım, şudur budur. Bakanlık da bunu denetlemeli. Belediyeler de kendi iç denetim mekanizmalarıyla olayı denetler ayrıca, raporunu

Kültürevi olarak açtık. Konak Kültürevi'nde 200 kişilik tiyatro ve etkinlik salonu, giriş katında resim ve sanatsal ürünlerin sunulduğu bir fuaye, üst katında müzik eğitimi verdiğimiz odalarımız ve diğer çalışma odalarımızla son derece nitelikli bir kültür evi oldu. Ardından 300 kişilik Uğur Mumcu Sahnesi'ni açtık. Aynı binanın içinde Akkılıç Kütüphanesi'ni hizmete soktuk. Yılmaz Akkılıç ve ailesinin bütün belgelerini bağışladığı bir kütüphanedir. Bursa'nın en büyük ikinci kütüphanesidir diyebilirim. Sonucunda gördük ki, hem Nilüfer'de hem de Bursa'da çok önemli bir potansiyel var. Bu projelerimizden bir tanesi de tiyatro festivali olsun istedik ve 21 güne 36 oyun sığdıran bir proje bu. Bizim daha önceki düşüncelerimizin karşılığını bulduğumuzu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Böyle bir yoğunluğu bu kent kaldıracak mı diye küçük bir soru işareti vardı. Dün akşam (19 Mart) festivalin açılışını yaptık, 7 Nisan'a kadar sürecek festival ve festivalin bir önemli özelliği de kent içinde var olan tüm tiyatroların festivalin içersine katılmış olması.

34

Bu bence son derece önemli, çünkü yerel tiyatroları Bursalılarla mutlaka tanıştırma zorunluluğunu hissettik. Onlar da bize destek verince çok güzel bir birliktelik oldu. Bursalıların festivale olan yoğun talebi, bizi çok keyiflendirdi. Bu talep karşısında eleştiri de aldık. Bilet bulunmuyor eleştirileri geldi. Eğer öyleyse bu durum oyunu göremeyenler için üzücü, ama aynı zamanda ne kadar beğenildiğini gösterir ki, kapalı gişe oynamış. Bu bağlamda festivale katılan sanatçılar kadar biz de keyifli anlar yaşayacağız demektir. Çünkü daha festival başlamadan, önümüzdeki yıl da bu festival olacak mı gibi sorular almaya başladık. Nilüfer Belediyesi bir işe başlayınca onu sürekli hale getirir. Bu bağlamda gelecek yılın programım da şimdiden düşünmeye başladık. Zaten gelecek yıldan başlayarak festivali daha da genişletmek istiyoruz. Yerel guruplar kadar yurtdışından gelenleri de burada ağırlamak isteriz. Yani uluslararası nitelikte bir festivalin Nilüfer Belediyesi'ne çok şey katacağını düşünüyorum.


Bugün 27 Mart 2008, Dünya Tiyatro Günü. Bu kez önünüzde konuşmak görevi ve onuru bana verildi. Ustam Muhsin Ertuğrul'un yazdığı ilk Ulusal Bildiri'nin otuz yıl sonrasında ve O'nun kurumsallaştırdığı tiyatronun doksan dört yıllık birikimine işçilik ettiğim zamanda. Türkiye tiyatrosu hayli zamandır bir uzun geçidin tam içerisinde duruyor ve geçidin darlığı hayal gücünü bunaltıyor. Bu geçitten, binlerce yıllık aynşık kültürel zenginliğimizle süzülmek, Dünya köyüne, kendi oyun oynama birikimimizle akmak üzereyiz. Küçük bir köyde yaşıyoruz, ısınıyor yahut üşüyoruz, mutlaka seviniyor ve üzülüyoruz, farklı dillerde konuşuyoruz ve ötesi, daima hissediyoruz. Köyün bilgeleri ve onların söylenceleri, uzun, durağan hayat önermelerini kışkırtıyor, hepimizi tekçi dayatmalardan koruyup sakınıyor, yaşamak böyle anlam kazanıyor. Çünkü başlangıçta hayat şekilsizdir. Öyleyse, oyun oynamaktan ne alıkoyabilir bizi? Pek az temel izlek var biliyoruz,

a

ama yaratıcı insan kadar çok hikâye kurma ve anlatma biçimi de var. Tiyatro sanatı hayatı sıkıcı, ısrarcı bir düzenekten koruyup kollarken, yaratıcı insandan

cy

beslenir, besleniyor. Çünkü insan eşsizdir.

Olsa olsa henüz köyün sokaklarında saklı kalmış biçimler var ve yasak mahallelere ansızın girmek heyecan vericidir. Yeni biçimlere ihtiyaç duyuyoruz, çünkü tıkanmak ölümdür. Biçim özün ta kendisidir ve en çok biçim yasaklanır bilinebilen

pe

zamanda.

Aynı anda ileriye ve geriye, yani hayatı anlamlı kılacak kimyaya, yeryüzü yaşayanının şaşırtıcı imgelemiyle gidip gelelim -ki sahici tekliği, bugünde var olan İnsan'ı anlamlı kılabilelim. Bütün zamanları kapsayan ânda, bugünde!

Bugün daima yakıcıdır. İkaros'un kanatları elbette acıyacaktır ama kim güneşe o denli yaklaşmayı tasavvur edebilir ki? Çünkü ancak, yanmayı göze alan aydınlatabilir. Tiyatro ümitsizliğin reddidir, çünkü oyun daima başlar. Şimdi ve burada, yeniden, oyun başlamak üzere. Başlayalım öyleyse; hayatın gözden geçirilmiş yeni yorumlarına her zaman ihtiyacımız oldu. Bu ihtiyaç olmasaydı tiyatro ne işe yarardı -ki? Orhan Alkaya

Rejisör İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni

35


a

pe cy

"Bir Halk Düşmanı"

A. Deniz Bozer / dbozer@superonline.com

Bir Halk Düşmanı'nda oyunun temel dramatik çatışmasını idealist bireyin çıkarcı toplumla olan mücadelesi oluşturur. 36

Modern tiyatronun babası sayılan Norveçli usta oyun yazarı Henrik Ibsen'in (1828-1906) kariyerini üç bölümde incelemek mümkün. Yazar, erken dönemde Brand (1865) ve Peer Gynt (1867) adlı oyunları kaleme almıştır. Her iki oyun içerik ve biçim olarak benzer: İnsanın seçim yapma özgürlüğü bu oyunların içeriğini oluşturur; biçimsel olarak ise her ikisi de koşuk oyunlardır. Ibsen, kariyerinin en üretken dönemini oluşturan 1877-1886 yılları arasında, genelde toplumsal eleştiri içeren sosyal gerçekçi oyunlar yazmayı yeğlemiş ve bu oyunları düzyazı olarak kaleme almıştır. Toplumun Direkleri (1877), Bir Bebek Evi (1879), Hortlaklar (1881), Bir Halk Düşmanı (1882), Yaban Ördeği (1884) ve Rosmersholm (1886) bu döneme ait oyunlardır. Yazar, Denizden Gelen Kadın (1888), Hedda Gabler (1890). Yapı Ustası

Solness (1892), John Gabriel Borkman (1896) ve Biz Ölüler Uyanınca (1899) gibi son dönem oyunlarında ise ağırlıklı olarak oyun kişilerinin psikolojik çözümlemelerine yer verirken, özellikle son iki oyunda simgesel bir anlatım tercih etmiştir. Bir Halk Düşmanı'nda oyunun temel dramatik çatışmasını idealist bireyin çıkarcı toplumla olan mücadelesi oluşturur. Doktor Thomas Stockmann idealist bireyi temsil ederken, belediye başkanı olan ağabeyi Peter Stockmann toplumdaki çıkarcıların başını çekmektedir. Bu grubun içinde ayrıca doktorun kayınpederi olan dabakhane sahibi Morten Kül, Halkın Postası gazetesinin editörü Hovstad, yardımcısı Billing ve yayıncı Aslaksen vardır. Oyun küçük bir kaplıca kentinde geçer. Perde, Doktor Stockmann evinde

"dostları" ile içki içip sohbet ederken, görünüşte mutlu ve sıcak bir ortama açılır. Oysa, bu sözde dostluğun en küçük bir çıkar çatışmasında nasıl acımasız bir düşmanlığa dönüşebileceği ilerleyen dakikalarda görülecektir. Sıcak su kaynaklan bakımından zengin olan kentin ekonomisi büyük ölçüde kaplıcalara gelen turistlerle ayakta durmaktadır. Ne var ki, dabakhanelerin suyunu sağlayan değirmenler bu kaphcalan kirletmektedir. Kaplıcalardaki suyun halk sağlığını tehdit eder ölçüde pis olduğunu şehir dışında bir laboratuvara su numunesi yollayarak tespit eden Doktor Stockmann yetkilileri ikaz eder. Doktor kaplıcanın su sisteminin değişmesi gerektiğini vurgularken, belediye başkanı ağabeyi suların kirli olduğu duyulursa kente kimsenin gelmeyeceğinden, tek para kaynaklanmn kuruyacağından


yanında artık sadece ailesi ve tek dostu Kaptan Horster vardır. Oyunun dönüm noktasında Doktor Stockmann zor bir karar aşamasındadır; ya kayınpederi Morten Kül'in kızına ve torunlarına bırakacağı miras uğruna kaplıca suyundaki kirlilik hakkında ortaya attığı iddiayı yalanlayarak onursuz bir yaşam sürecek ya da ahlaki değerlere sahip çıkarak inandığı yolda yürümeye devam edecektir. Oyunun çevirisini yapan Yılmaz Onay genelde akıcı bir Türkçe kullanıyor. Yalnız 19. yüzyılın sonunda, üstelik yaşlıca bir kayınpederin, Morten Kül'm, damadını, Doktor Stockmann'ı, "hey" diyerek selamlaması yadırganıyordu. Oyunun dekor ve giysi tasarımından sorumlu olan Sertel Çetiner başarılı bir çalışmaya imza atmış. Öncellikle, mekan geçişlerini kolaylaştırmak ve sahne geçişlerini hızlandırmak için Ankara izleyicisinin pek alışık olmadığı döner sahneden yararlanmış. Doktorun evinin çalışma odası/mutfak, yemek odası, kapının dışı, kaptanın evi, gazete bürosu, sokakta bir meydan gibi iç ve dış mekanlar döner sahne üzerine kurulmuş çift taraflı kocaman merdiven çerçevesinde çok işlevsel tasarlanmış. Merdivenin iki yanından inilip çıkılabildiği gibi, üstünde de yürünüyor. Ayrıca, ön ve arka yüzü kullanılıyor. Örneğin, ön yüzünde Doktor Stockmann'in çalışma odası varken, sahnenin üstündeki çarkın dönmesiyle merdivenin

arka yüzündeki bir başka dekor, mesela gazete bürosu ortaya çıkıyor. Yetişkinler çalışma odası/mutfakta içki içip sohbet ederken, ara kapının açılmasıyla arkadaki yemek odasında yemek yiyen çocukların göründüğü sahnede yaratılan derinlik de etkileyiciydi. Yalnız evin arka kapısının bir iki kez aile fertlerince kullanılmasının dışında, giriş çıkışların sürekli merdiven üstünden olması hem oyuncular için fiziksel anlamda yorucu hem de izleyici açısından gözü biraz rahatsız ediyor. Oyun kişilerinin merdivendeki dizilişlerinin de toplum içindeki hiyerarşik yapıya uygun olması oyunun içeriğini desteklemesi bakımından işlevseldi; merdivenin tepesinde Belediye Başkanı ve Kaplıcalar Komitesi Başkanı Peter Stockmann oturmuş herkese tepeden bakarken, en üst basamakta kentin en zengin kişisi Morten Kül yer almaktadır; onun altındaki basamakta gazetenin editörü Hovstad vardır. Halk ise en alttadır. Aynca, Doktor Stockmann halka hitap ederken onu yuhalayanların izleyiciler arasına karışmasıyla bizler de bu çatışmanın doğrudan içine çekiliyoruz. Doktor Stockmann'ı dinlemeye gelmiş birkaç kadın ise 19. yüzyılda kadının sosyal konumuna uygun olarak arkalarda durmaktadırlar.

pe cy a

endişe ederek bu öneriye karşı çıkar. Başta doktorun önerisini destekleyen güç ve para sahiplerinin ise zaman içinde ikiyüzlülükleri ortaya çıkacaktır. Özellikle, Halkın Postası'ndan Hovstad, Billing ve Aslaksen önceleri doktorun yanında yer alırlar. Gazetenin editörü Hovstad doktorun bu konuda halkı uyaran yazılarını yayımlayacağını söyleyerek onu destekler. Ancak, Hovstad'm esas amacı belediye başkanını yerinden ederek onun yerine geçmektir; kaplıcaların sağlıksız koşullarda işletilmesi umurunda değildir. Kaplıca sularının pis olduğu duyulunca işletmelerin hisseleri hızla düşer. Bu arada Morten Kül de kaplıcaların düşen hisselerinden çok miktarda satın alır. Oyun ilerledikçe iktidardaki Peter Stockmann tarafından yönlendirilen ve kaplıca sularının temizlenmesi sürecinde zarara uğrayacak çıkar çevreleri bir bir doktoru yalnız bırakırlar. Basının da çıkarlar söz konusu olduğunda çabucak taraf değiştirdiği ve doğrunun arkasında yer alması gerekirken, iktidarın yanında yer aldığı gazetenin ikiyüzlü editörü Hovstad üzerinden aktarılır. İktidar ve para için insan sağlığını hiçe sayan siyasetçiler ve çıkarcı gazeteciler halkı doktora karşı kışkırtırlar. Düzen karşısında karısı ve üç çocuğuyla yalnız kalan Doktor Stockmann toplumdan dışlanır, ekonomik sıkıntıya düşer. Kızı Petra okuldaki öğretmenlik görevinden uzaklaştırılır, iki oğlu okuldan atılır. Bu bilim adamının baskı ve saldırılara rağmen, halkın sağlığı için verdiği mücadelede

Oyunun dekor ve giysi tasarımın­ dan sorumlu olan Sertel Çetiner başarılı bir çalışmaya imza atmış. Öncellikle, mekan geçişlerini kolaylaş­ tırmak ve sahne geçişlerini hızlandır­ mak için Ankara izleyicisinin pek alışık olmadığı döner sahneden yararlanmış.

Oyun boyunca sürekli göz önünde olan bir simge de kentteki tüm bu sorunlara yol açan yel değirmenlerinden yola çıkarak tasarlanmış ve sahnenin

37


yukarısında asılı duran büyük yel değirmeni kolları. Bu yel değirmeni kollan birkaç şeyi birden simgelemektedir. Öncelikle yozlaşmış düzenin çarklarını düşündürmektedir; çarklar her daim dönmekte ve düzeni değiştirmeye çalışanları parçalayıp atmaktadır. Ayrıca, bu görsel imge yoluyla Doktor Stockmann'ın mücadelesiyle Don Kişot'un tek başına yel değirmenleriyle savaşması arasında bir ilişki çağnştırılmaktadır. Bu koşutluğun yanı sıra Doktor Stockmann ve İsa arasında da bir benzerlik düşündürülmektedir. Halk düşmanı ilan edilen Doktor Stockmann ironik bir biçimde gerçekte halkın tek dostudur, olası kurtarıcısıdır. Bu bağlamda doktor yel değirmeninin kolları önünde bir an durduğunda çarmıha gerilmiş İsa gibi görünse de, konuşması sırasında halk tarafından tartaklanırken İsa'nın Luka İncili'nden (23:34) sözlerini tekrarlayıp ondan farklı olduğunun altını çizer: "Ben bildiğiniz o Kişi gibi (İsa'yı kastederek, italikler benim) bağışlayıcı olamam. 'Sizleri bağışlıyorum, çünkü siz ne yaptığınızı bilmiyorsunuz' demiyeceğim" (İbsen 145) * der (çeviri benim).

Belediye Başkanı Peter Stockmann'ın makamını ve gücünü vurgulayan asası biraz abartılmış. Erkek oyuncuların zamana uygun uzun ve geniş favorileri unutulmadığı gibi, Doktor Stockmann'ın iki küçük oğlunun giysileri de övgüye değer. Işık tasarımından sorumlu olan Ersen Tunççekiç başarılı bir iş çıkarmış. Öncellikle, ışık, oyunun baş kişisi Doktor Stockmann'ın duygu durumunu yansıtmakta kullanılıyor. Doktor ailesiyle kucaklaştığında onun ümit dolu oluşunu vurgulamak için ve güneşin parlamasına koşut olarak ışık artıyor, doktorun canının sıkkın olduğu zamanlarda ise azalıyor. Bunun yanı sıra, tartışmanın tarafları kendi görüşlerini ifade ederken ışık sırayla ilgili kişinin üstünde yoğunlaşarak onun görüşlerinin ve dolayısıyla hangi tarafı desteklediğinin altını çiziyor. Doğal olarak, oyunun en önemli anını vurgulamakta da ışıktan yararlanılıyor: Doktor çıkar çevrelerinin yozlaşmış ahlaki anlayışına karşı mücadele etmeye karar verdiği anda ışık artıyor. Ayrıca, Doktor Stockmann halk düşmanı ilan edildiğinde de ışık sadece ona odaklanarak onun mücadelesinde tek başına kalışını gösteriyor.

pe cy a

Oyunda kullanılan ses efekti sadece etkileyici değil, aynı zamanda da anlamlı. Doktorun sokakta yaptığı konuşmadan sonra rahatsız olan bazı çıkar ve iktidar çevreleri gece onun evini bastıklarında kırdıkları camların şangırtısı izleyicinin doktora karşı olan tepkinin şiddetini anlamasını ve ailenin yaşadığı dehşeti duyumsa­ masını sağlıyor.

Oyunda kullanılan ses efekti sadece etkileyici değil, aynı zamanda da anlamlı. Doktorun sokakta yaptığı konuşmadan sonra rahatsız olan bazı çıkar ve iktidar çevreleri gece onun evini bastıklarında kırdıkları camların şangırtısı izleyicinin doktora karşı olan tepkinin şiddetini anlamasını ve ailenin yaşadığı dehşeti duyumsamasını sağlıyor.

Oyun kişilerinin giysileri 19. yüzyıl sonu Norveç'i düşünülerek tasarlanmış, dönemi başarıyla yansıtıyor. Ayrıca asa, baston, melon şapka gibi bazı aksesuvarlar taşıdıkları simgesel değerlerle ait olduğu karakterlerin sosyal konumunu belirliyor. Morten Kül'in elinden hiç düşürmediği bastondan kendi yasalarını acımasızca uygulayan güç sahibi biri olduğu anlaşılıyor. Ne var ki

Gönül arzu ederdi ki bir yüzyılı aşkın bir süre sonunda bu oyunda işlenen basın ve iktidar arasındaki çıkar ilişkileri, işletmelerin sebep olduğu çevre kirliliği, yönetici ve siyasetçilerin halkın sağlığını hiçe saymaları, bilinçsiz ve vurdumduymaz halkın kendi küçük çıkarları uğruna yozlaşmış sistemin çarklarının yine de dönmesine yardımcı olmaları geçmişte kalmış konular olsun; ama ne yazık ki iktidar ve çıkar söz konusu olduğunda insanlar hep aynı; üstelik iyi ve kötü, tıpkı oyundaki Thomas ve Peter Stockmann örneğinde olduğu gibi, kardeş.

Oyunun yönetmeni Nurşim Demir yeni bir yorum getirmemiş. Her ne kadar, günümüze uyarlanarak sahneye konan Shakespeare oyunları artık ilgi çekiciliğini yitirmiş olsa da, modern giysili ve günümüze uyarlanmış bir Ibsen, zaten içerik itibariyle fevkalade güncel olan bu oyunu biçimsel olarak da bugüne taşıması bakımından, ilginç olabilirdi.

Toplumsal bir sorunun eleştirel bir bakış açısıyla incelendiği Bir Halk Düşmanı'nın didaktik yönü izleyiciyi yoruyor olsa da, "Dünyadaki en güçlü insan tamamen yalnız kaldığında ayakta durandır" ve özellikle "Çoğunluk iktidarda olabilir, ama çoğunluk her zaman haklı değildir" sözleri oyundan çıktıktan çok sonra bile akıllarda kalıyor.

Oyunculara gelince, Doktor Thomas Stockmann rolünde Oktay Dal çok başarılı; oyunu o götürüyor. Uzun konuşmaların altından rahatlıkla kalkıyor. Bayan Stockmann'ı canlandıran Emine Orhun'un kocasını destekleyen eş konumunda rolünün hakkını verdiği söylenemez; fazlasıyla silik

Bir Halk Düşmanı düşündürücü, hatta rahatsız edici bir şekilde hâlâ güncelliğini koruyan bir eser. Sırf bunun için izlemeye değer.

Yazan: Henrik Ibsen Çeviren: Yılmaz Onay Yönetmen: Nurşim Demir Sahne-Giysi Tasarımı: Sertel Çctiner Işık Tasarımı: Ersen Tunççekiç Oynayanlar: Oktay Dal, Çetin Azer Araş, Emine Orhun, Berna Konur, İhsan Sanıvar, Harun Özer, Alper Tazebaş,

38

kalıyor. Doktor Stockmann'ın kendisi gibi cesur ve atılgan kızı Petra Stockmann'ı canlandıran Berna Konur'un abartılı oyunculuğu ise rahatsız edici. Ayrıca, uzun bir oyunun getirdiği yorgunluktan mı can sıkıntısından mı bilinmez, Morten Kül rolündeki İhsan Sanıvar merdivenin basamaklarında oturduğu sahnede izleyicileri gözleriyle tararken sadece bedenen oyundaydı demek yanlış olmaz sanırım. Halkı temsil eden genç oyuncuların coşkulu oyunculuğu ve özellikle bir köşede birlikte oyun oynadıkları sahnede Doktor Stockmann'ın iki küçük oğlu rolünde Tuna Erdoğan ve E. Arda Şahin ise göz dolduruyor.

*Henrik Ibsen. "An Enemy of the People". The Best Known Works of Ibsen. New York: Barthelomevv House, Inc., t.y. ss. 98-157.

Hayrettin Engin, I.Zeki Karaca. Tuna Erdoğan, E.Arda Şahin, Celal Murat Usanmaz, Gözde Baytaş, Didem Uzel, Ezgi Koç, Banu Güngör Gülsüm İnal, Gökhan Korkusuz, Velican Demirel, Hasan Demirtaş, Alper Baytekin, Kerim Altınbaşak, Orhan Kocabıyık, Mert Süleyman Şişmanlar, Çağlar Ekinci, Niyazi Özgün Çoban, Can Ali Çalışandemir, Mehmet Şişeci, Orhan Akbıyık, Nazım Hikmet Çalışkan, Zerrin Çağlar, Kornan Boduroğlu, Bülent Bilcan, Hüseyin Atascven, Özgür Doğan, Mustafa Soner Özmen, Süleyman Buluç.


pe

cy

a

DİLİ' YLE SU GÖSTERİ SANATLARI

12 Eylül Kapar Tiyatro Aşkı Açar Yazı: Deniz Atam/Nazif Uslu/Nurhan Uslu Fotoğraflar: Su Gösteri Sanatları Arşivi


a cy pe

Nazif Uslu: Bir ülke düşünün ki, Devlet Tiyatrosu var! Fakat devlet bu tiyatro salonlarını çoğaltacağı yerde, var olanları da yıkıyor. En trajik olanı da İstanbul Devlet Tiyatrosunun oyunlarını oynadığı Taksim Sahnesi'nin sahibi bir gazinocu, pavyon işleticisi. Yani bu güzel ülkemin 'devleti" kimlerin kiracısı. Ve artık o sahne de yok. İstanbul Devlet Tiyatrosu, sinema salonundan bozma Cevahir Alışveriş Merkezi'nde kiracı olduğu salonda İstanbullu tiyatro severlere hizmet vermeye çalışıyor. Mayıs ayında AKM'de tadilata alınacak ve ne zaman açılacağını hiç bilmiyoruz. Fatih Reşat Nuri Sahnesi yıkılarak, Vatan Caddesi'nde bir otoparkın alt katına taşınacak. Türkiye Tiyatrosu'nun kalbi olan Darülbedayi yani Muhsin Ertuğral Sahnesi Uluslararası Para Fonu (IMF) 2009 Guvarnörler toplantısı için yerle bir ediliyor Tiyatro, paranın patronlarına ve onların kongrelerini yapacağı merkez için gözden çıkartılıyor. Kültürel varlıklarımız talan ediliyor, tiyatro salonları teker teker yıkılıyor. Kentsel dönüşüm projesi adı altında insanların evleri başlarına yıkılıyor, tüm bunlar '2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti' adı altında bir emperyalist kuşatma, yağmalama ve talana dönüştürülüyor. Bu yağmanın talanın tüm uygulamaları meclisten yasa olarak çıkartılıp resmileştiriliyor. Tüm bu saldırılara karşı kendi sesiyle direnen bizlere bu yağmalamaya nasıl katılmamız gerektiğini, nasıl köşeleri dönebileceğimizi anlatıyor o köşeleri tutmuş derin adamlar.

Bizler hiçbir zaman onların görmek istedikleri yerlerde olmadık ve olmayacağız. Çünkü biz daha büyük bir geleceğin varlığına inananlarız. Bu nedenle oturduğu yerden klavye tuşlarına tıklayarak ahkam kesen değiliz. Yaşamın tüm alanlarında bize benzeyen insanların arasında sanatımızı onlarla birlikte oluşturanlarız. İşte Su Gösteri Sanatları bunun ciddi bir gerçeği

40


olarak karşımızda durmaktadır. Birileri hep bir yerden rüzgar essin de esen rüzgara kapılıp yükselen değerler içerisinde, o rantın bir parçasından bende kapayım diye uğraşır. Bizler ise İstanbul'un 40-45 derece sıcaklığında elimizde penseler, çekiçler, kerpetenler ve balyozlarla rüzgarı yaratanlarız.

cy

pe

Deniz Atam: 68 kuşağı liderleri seminerlerinin ilklerini bu salonda verdiler. Önemli toplantı ve tartışmalar bu salonda yapıldı. İstanbul Eğitimciler Derneği'ne ait olan, tarihi ve kültürel dokumuzu bu harlı ateşler içerisinde inşaa ettik. Bu kültürel ve sanatsal başkaldırımız aynı zamanda emperyalist kültürel kuşatmaya da karşı bir duruştur.

a

Nurhan Uslu: Bu mekan önce TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası), TÖS kapatıldıktan sonra TÖBDER (Türkiye Öğretmenler Birliği Derneği) olarak hizmet vermiş bir bina, 12 Eylül Dönemi'nde faaliyetlerden men edilerek kayyuma devredilmişti. Emekleri ve ödedikleri aidatlarla binanın sahibi olan öğretmenler yıllar sonra binanın tekrar kullanım hakkını elde ettiler. Tiyatro salonu olan alt kat bakımsızlıktan harap olmuş durumdaydı.

Nurhan Uslu: Geçtiğimiz 6 Mayıs'ta Deniz Gezmiş'in anması vardı, bizim Deniz bu mekandan bahsetti. Eğitimcilerimizle görüştük anlaştık ve hemen kollan sıvadık. Ben bu sahneyi ilk olarak 1996 yılında tanıdım (Yılmaz Güney'in 'Yol' filmini topluca burada izlemiştik). Tiyatro insanı olarak birçok sahne açma girişiminde bulunduk. Sahne olmadan tiyatro yapmanın çok zor olduğunu hepimiz biliyoruz. Nasıl seyircisiz tiyatro olmazsa, sahnesiz de olmaz düşüncesindeyim. Önümüze Eğitimciler Derneği'nin kullanılmayan sahnesi çıkınca tarihi özelliğinden ve profesyonel bir sahne oluşundan dolayı kolları sıvayalım dedik.

41


pe cy

a

Deniz Atam: Ben bir öğretmen çocuğuyum, babam TÖB -DER üyesiydi. O zamanlar bu salonda toplantılar yaparlarmış. Uzun zamandır bu salon ile ilgili bir çalışma niyetimiz vardı ancak cesaret edemiyorduk böyle bir girişimde bulunmaya. Çünkü çok zor bir işin altına girecektik, ama Nazif Uslu'nun cesareti sayesinde bu işe soyunduk. İyi de oldu sanırım...

Alev Topal

Nazif Uslu: Biz Mask-kara Tiyatrosu olarak bu kampanyayı başlattığımız andan itibaren çok yoğun şekilde telefonlar ve destek mailleri geldi. Bizden Deniz Atam banka hesap numaramız istendi para yatırılmak için, fakat biz bu taleplere çok teşekkür ederek geri çevirdik. Nedeni de şu; bizler katkılarını desteklerini aldığımız insanları görmek istiyorduk, onlarla yüzleşmek, aynı havayı solumak istiyorduk. Bunun yolu da hali hazırda oynadığımız oyunlar var, bu dostlarımıza oyunlarımızı organize edin, insanlarla buluşalım onlar bizi, biz onları tanıyalım dedik. Güzel keyifli bir oyun izlerken aynı zamanda talan edilen bir ülkenin içinde, bir sanat merkezi, bir tiyatro salonu inşaa ettiklerinin bilincinde olmalarını istiyorduk. O aldıkları bilet ile bununun tadına varmalarını istiyorduk. Serpil Coşkun

Deniz Atam: Birçok sanatçı ve aydınlarımızdan destek mesajları aldık. Bizim adımıza sahnenin yapımı için oyunlar sergilemek, konserler vermek istiyorlardı. Eylül Başoğlu Bu da bizim ne kadar doğru bir iş yaptığımızı, yaprağın kımıldamadığı bir yerde nasıl rüzgar estirdiğimizin açık bir kanıtı oldu. Nurhan Uslu: Biz bu düşüncenin ötesindeyiz, cesaretimiz tam ve umutluyuz. Toplumla barışığız, neyi nasıl yapacağımızı biliyoruz. Yaşamdaki duruşumuz, beslendiğimiz dünya görüşümüz bunun açık göstergesidir diye düşünüyorum. Deniz Atam: Etrafıma şöyle bir baktığımda birden çok

42


cy

pe

Nurhan Uslu: Bence kışkırtıcı oldu. Yüzlerce telefon ve mail aldık. Basında hayli haber oldu. Ülkenin birçok yerinden insanlar nasıl katkı sunacaklarını sordular. Diyarbakır'dan, İzmir'den, Ankara'dan, çoğunlukla İstanbul'dan bizi arayan duyarlı insanlara Tiyatro... Tiyatro..'nun aracığmızla teşekkür etmek istiyorum. Bizim için en önemlisi Nazım Hikmet Kültür Merkezi 'nin bize sunduğu olanak ve desteği. Bu destek aynı zamanda bizim daha kışkırtıcı olmamızı sağladı. Bu nedenle yürek dolusu teşekkür ederiz. Biz bu ülkede iyi insanların olduğunu biliyoruz, hem de çok olduğunu biliyoruz bu yüzden; "iyi insanlar görev başına." dedik.

a

olduğumuzu görüyorum. Gün geçtikçe çoğaldığımızı görüyorum bu anti emperyalist tutumlu ve toplumsal hayata duyarlı sanat girişiminin çok verimli sonuçlar doğuracağına inanıyorum, özellikle de 2010 yılında ülkemizde gerçekleştirilecek olan emperyalist kültür saldırısına cevap vermek anlamında, Sahnemize çok iş düşecek sanıyorum.

Deniz Atam: Sahnenin adını şirketimizin genel adıyla anıyoruz ve bu adla "Sakıncalı Piyade" adlı oyunu çıkarıp oynuyoruz şu an. Su gösteri Sanatları Sahnesi'nin Genel Sanat Yönetmenliği'ni Orhan Aydın Yapıyor. Bu şirketi kuran Beyaz Tebeşir Tiyatrosu ve Mask-kara Tiyatrosu'dur. Bu sahne aynı zamanda Mask-kara Tiyatrosu'dur, Beyaz Tebeşir Tiyatrosu sahnesidir, Nazım Oyuncuları sahnesidir. Bir de bu şirketin bünyesinde aylık yayın yapan Tiyatro Gazetesi'ni çıkarıyoruz. Aynı zamanda Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği'nin (OYÇED) Genel Merkezi olarak ta hizmet veriyor bu salon.

43


pe cy a

DOT'un ikinci oyunu

Çöplerin Üstüne Konan RobertSchild/robertscild@tiyatrodergisi.com.tr

"...bu oyunların eleştirel düzeyi ve içinde var olan kavramsallık ve politik gerçeklik veya tabu yıkıcılık, DOT'un seyircisini rahatsız etmiyor." 44

Dergimizde birçok oyununu irdelemeye çalıştığım, bana kalırsa son yılların en heyecan verici tiyatro topluluğu olan DOT, 2007-2008 sezonunun ikinci yapımıyla yine göz dolduruyor!.. İki yıl önce aynı sahne için yönettiği "Çok Uzak"ın ardından, bu kez David Harrower'in "Blackbird - Karatavuk" oyununu sahneye koyan Emre Koyuncuoğlu, Metin Boran ile Evrensel Gazetesi (07/01/2008) için söyleşirken, ".. .DOT'un seyircisi çağdaş tiyatronun en güncel metinlerini/projelerini takip etmek isteyen bir seyirci..." tanımlamasının yanı sıra, ".. .bu oyunların eleştirel düzeyi ve içinde var olan kavramsallık ve politik gerçeklik veya tabu yıkıcılık, DOT'un seyircisini rahatsız etmiyor." açıklamasını getirmiş... Katılmamak mümkün değil - ve bu bağlamda, daha

"Karatavuk"

konuya girmeden DOT'un yöneticilerini, bu çalışmasıyla Koyuncuoğlu'nu ve gerek bu oyunda, gerekse aynı sahnenin birbirlerinden tamamen değişik düzenlerinde izlediğimiz tüm yapımlarında emek vermiş oyuncu ve yaratıcı ekiplerini özellikle bu tabu yıkıcılıklarından dolayı - alkışlamak isterim... İşte, yine bir "yıkım" ile karşı karşıyayız! Konu yeni değil, ancak bakış açısı derinlemesine sorgulayıcıdır: Yazılışından tam 60 yıl önce Nabokov'un "Lolita" romanı ile ilk kez dünya yazınında geniş çapta tartışılmaya başlanan "pedofil" kavramı ve sorunsalı, "Karatavuk"ta dört ayn ikilem biçiminde tartışılıyor, kanımca... Bunların ilk ikisi birbirine bağlı olarak görülmeli: 40 yaşındaki bir erkek ile 12 yaşındaki bir kız çocuğu arasında

bir aşk ilişkisi olabilir mi, yoksa ortada sadece basit bir taciz olayı mı var? - dolayısıyla; erkek bir pedofil mi, yoksa "toplum gerçekleri"(?)nin dışına taşmış, ayrıksı bir aşık mı? Diğer ikilemleri de aralarında ilintili olarak görüyorum: Unutmaya mı çalışalım, yoksa hatalarımız ile mi yüzleştirelim birbirimizi - ve bu bağlamda, geçmişi sorgulayalım mı veya onu geride bırakıp, salt günümüzü mü yaşayalım? İskoçyalı David Harrower'in ikinci büyük başarısı olan "Blackbird", 2005 Edinburgh Festivali'nin ardından, usta yönetmen Peter Stein tarafınca 2006'da Londra'da sahnelendi, eşzamanlı olarak Berlin ile Viyana'da gösterildi ve daha sonra ABD ve Avustralya'da, çok geçmeden de DOT tarafınca


a cy pe

"keşfedildi"... Çevirisi de Emre Koyuncuoğlu'na ait, dramaturjiye ise Selvin Yaltır imza atmış. Bizde ilk gösterimi Sevgililer Günü'nde yapılan oyun, Una ile Ray'in 15 yıl sonra karşılaşmaları ile başlar: İlişkilerinin açığa çıkması ile küçük kız ve ailesi için utanç verici bir dönem başlamış olmasına karşın, oturdukları mahalleden nedense taşınamamışlar; erkek ise, bu suçtan dolayı yaşadığı tutukluluk dönemini geride bırakmak üzere, adını da değiştirip yeni bir hayata başlamıştır... Ne var ki, çalıştığı şirketin bir reklam fotoğrafında Una tarafınca tanınır ve bir akşam ansızın işyerinde ziyaret edilir. Aralarındaki yüzleşme ve tartışmalar, şirket çalışanlarının yemek artıklarının ortadaki masanın üstünde ve kısmen yerlere atılmış olduğu, arka plandaki buzlu camdan gölgeleri görülen personelin gidip geldiği koridorun hemen yanındaki odada yapılıyor, oyun boyunca... Her hareketinden belli oluyor ki, Ray bu karşılaşmadan çok rahatsız ve onu, arada bir kapıda beliren çalışma arkadalarından gizli tutmaya çalışıyor. Tartışmalar sürer ve gittikçe şiddetlenirken. 15 yıl önce olup bitenlere tanık olmaya ve böylece sebep-sonuç ilişkilerinin içine dalmaya başlıyoruz - özendirme, dürtü, tutku ve güçsüzlük gibi öğeleri algılayarak...


David Harrower, "Karatavuk" ile en yalın oyun biçimlerinden birini sunuyor bizlere: Kapalı bir mekânda, kısıtlı bir süre içinde, bir kadın bir erkeği sorguluyor... kurgu, aslında hiç de öyle değildir; burada "bir artı bir" ,"iki"dea fazlasını getiriyor izleyicilere boyutlar üçe, dörde, beşe çıkıyor - zaman içinde gidip geliyoruz, eski defterler duruluyor ve geçmişten kaçmaya çalışan, adını dahi değiştiren erkeğe "ben ismimi korudum...", oysa ki ".. .yaşadığım hayattan nefret ettim..." suçlamasını getiriyor, genç kadın. Ona karşılık, geride kalmış olanlar canlanırken, "sen, aşkı iyi biliyordun..." diye suçluyor erkek onu ve şöyle sürdürüyor: "Sana çocuk gibi davranılmasını istemedin..."

Sezonun başlarında Tiyatro İstanbul'un oldukça talihsiz "Çıkmaz Sokak Çocukları" yapımından sonra, "Karatavuk"ta yine parlıyor, Cüneyt Türel. Bu başarılı tiyatro emekçisini son iki yıldır daha çok büyük sahnelerde "konserler"de izlememizin ardından, yine bir "resital"de karşımızda bulmak, ne güzel üstelik bu kez, neredeyse "dokunma" mesafesinde!.. Aynı sahnede, aynı yönetmenin "Çok Uzak" çalışmasında ilk kez

izleyip beğendiğimiz Mine Tugay, bu kez de başarılı bir sınav veriyor, özellikle hareketli sahnelerde oyunun temposunu belirleyerek... David Harrower, 2006 İskoçya Eleştirmenler ve 2007 Laurence Olivier Ödüllerini almış "Blackbird" oyununu yazarken, 2003 yılında basında okuduğu benzer bir olaydan esinlendiğini belirtiyor, ancak başlığı ile ilgili bir açıklamasına hiçbir yerde rastlamadım... Burada belirli bir simgesel anlam aramak mı gerekir (kara = uğursuzluk = geçmişten gelip, rahasızlık vermek), bilemiyorum - öte yandan oyunun yer aldığı odadaki karışıklık, yerdeki çöpler, Ray'in bu şirkette yönetici mi, kapıcı mı olduğunun belirlenmemesi - tüm bunlar, yaşamının halen karmakarışık bir düzeyde olduğuna işaret etmiyor mu? Ve birden, ansızın, bir kara kuş bir yerlerden uçup geliyor, bu karışıklığın üstüne konuyor, çöpleri karıştırıyor, ötmeye başlıyor...

"Karatavuk", DOT'da belki de ilk kez sarsıcı efektler, müzik ve ışık tasarımına gerek görülmek­ sizin, salt güçlü metni ile izleyici­ lerin neredeyse bir buçuk saat boyunca nefeslerini tutmalarını sağlayacak bir oyundur.

pe cy a

Tüm bunlar konuşulur, irdelenir, tartışılırken, bir nevi söz orgazmına ulaşıldığında, geçmişin bir izdüşümünü yaşıyoruz birden - bir "aşk patlamasını"! Ve şu soru akla geliyor, yavaş yavaş, acı acı; geçmişte taciz eden kimdive bugün kim? Ancak aynı zamanda ve geçmişteki/bugünkü gelişmelere koşut olarak, yine o asal soru bırakmıyor peşimizi, belki de oyunun sürpriz sonu ile tetiklenerek; otuz yaş farkına karşın aşk mümkün mü, uygun mu veya yasaklanmalı mı?

Koyuncuoğlu ise bu dolaysız saygısızlığı (belki de birazcık kendi "adab-ı muhaşeretimiz"e uygun olarak) hafifleterek, camın tümünü "buzlu" yapmış ve ancak gelip geçen gölgeleri gösteriyor, sadece odanın kapısını birkaç kez tıklatarak... Keza, Una'nın Ray'e karşı olan oldukça taşkın davranışlarını da önemli oranda hafifletmiş, özellikle cinsel yaklaşımlarını... Bunun nedenini anlamış değilim - özellikle aynı sahnede son olarak izlemiş olduğum sert içerikli "Kürklü Merkür "den sonra, "Yüzüne (InYer-Face) Tiyatro "sunun sınırlarını niye törpülüyoruz ki, bu türe soyunmuşken? Ona karşılık, Koyuncuoğlu oyunun temposunu bence iyi ayarlamış: Sahnenin içine "patlayan" bir girişin ardından, sanki kartlar ortadaki masaya tek tek açılıyor ve devinim gittikçe hızlanmakta, çatışma ve doruğa, nihayet şaşırtıcı/düşündürücü sona varana dek...

"Karatavuk", bir "love story "den başka bir şey değildir, kanımca ancak oldukça dramatik bir aşk öyküsü: Bu aşkı yaşayanları yok eden - antik bir trajediden alınmış gibi... İşte, 1950'lerin tutucu Batı dünyasında bir bomba gibi patlamış "Lolita" kadar olmasa da, bugün dahi tartışmaya açık olan "Karatavuk"un yazarı, toplum içindeki aşkı sorguluyor aslında. Nasıl ki, 15 yıl önce çevresi Una'yı manen, hukuk düzeni ise Ray'ı maddeden yargılamışsa, bugün de iş arkadaşları Ray ile Una'yı kapı aralığından "röntgenlemeye " çalışmıyorlar mı?.. Öğrendiğim kadarıyla, Edinburgh/Londra'daki P. Stein yönetiminde, odanın dışında parmak uçları üzerinde durup boyunlarını gerebilen iş arkadaşları, camın üst bülümünden içerisini gözetleyebiliyorlardı - E.

46

"Karatavuk", DOT'da belki de ilk kez sarsıcı efektler, müzik ve ışık tasarımına gerek görülmeksizin, salt güçlü metni ile izleyicilerin neredeyse bir buçuk saat boyunca nefeslerini tutmalarını sağlayacak bir oyundur - ve bence Emre Koyuncuoğlu'nun söyleşisinde tanımladığı "seçici" izleyicilerden çok daha büyük bir kitleye yönelerek!..

Yazan: David Harrovver Çeviren/Yöneten: Emre Koyuncuoğlu Mekan/Işık Tasarımı: Cem Yılmazer

Giysi Tasarımı: Can Tuğcuoğlu Müzik: Çiğdem Borucu Oynayanlar: Cüneyt Türel, Mine Tugay


cy

a

Faşizme İnat Direnmenin Adı Olga Benario 100 Yaşında:

"Olya"

pe

Üstün Akmen / ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr

Özdemir Abicim, nasılsın. Biliyor musun, geçenlerde ne anımsadım. Hani günlerden bir gün, aynı masa başında oturmuş gazeteleri kanştınrken (okurken demedim, hemen kızma): "Yahu kardeşim, şu röportaj denilen iş sadece soru-yanıt işi mi? Bu işin 'mülakat'tan hiç mi farkı yok? Bu işi yapanlar, gazeteciliğin gerilemesine mi çalışıyor? Bunların (tonlamanın altında "bu dangalakların" tınısı vardı) ünlü edebiyatçıların röportaj türünde yıllardır nice yapıtlar ortaya koyduğundan hiç mi haberleri yok," diye gürlemiştin de afallamıştım, bilmem anımsadın mı. Özlem Özdemir'in Sahnelerden Topladığı Tozlar Anımsamışsındır mutlaka. Benim "o günü" anımsamam, bizim derginin geçen sayısını okurken

oldu. "Sahne Tozu" diye bir sayfamız var ya, hani Özlem Özdemir hazırlıyor. Sana, bir keresinde telefonda da söylemiştim, ben Özlem Özdemir'i aylardır pertavsızın altına oturttum izliyorum. Hiç şaşmadı be birader, çizgiyi tutturdu gidiyor "küçük kız". Baktım, bu kere Genco Erkal ile söyleşmiş. Genco Erkal... Ser verip sır vermezgillerin ağababası... Nasıl "çözmüş" acaba Genco Erkal'ı? Meraklandım. Okudum ki, gencecik yüreğim avucunun içine almış, çıkmış Genco Erkal'ın karşısına. Avucunda pırpır eden yüreğini masanın üstüne koymuş, Genco Erkal'a sorular sormuş. Genco Erkal'ın Canlı, Cıvıl Cıvıl, Devingen, İşlek Beyni Özlem Özdemir, Dostlar Tiyatrosu'nun "Sivas'93"ünü

47


Zafer Diper'in sahne trafiği düzeni, dekor olarak kullandığı malzeme iyi, ama kendi oyunlaştır­ masını böylesine didaktik sahnele­ mesi bence kötü.

sorgulamış. 1993 yılında Özlem kaç yaşındaydı ki!... On mu, on üç mü? Yaşamadığı günleri, yaşamışçasına araştırmış, incelemiş, soruşturmuş ve saptadığı gerçeklerin gölgesinde Genco Erkal'ın karşısında kendi deyimiyle "çoğalmış". Çoğalırken, sanatsal kaygılar duymuş, kaygısal çekirgelerini röportajın içine salmış. Sıradan bir "aktarma" değil yaptığı Özlem'in. Röportajına, özel bir yorum değerlendirme değeri katmış. Röportajın sözcük kökeni, Latince'de "toplamak", "getirmek" anlamlarında kullanılan "reportare" sözcüğüne dayanıyor ya!.. ÖzdemirAbi, daha okumadıysan lütfen oku, oku ve bana hak ver!.. Bak şu Özlem Kız, Genco Erkal'ın "cevval" beyninin içindekileri nasıl toplamış toparlamış, nasıl getirmiş önümüze koymuş.

Özveri, Dikkat, Disiplin Bu durumda ne yapsın devrimci? Devrimci de, düzenin saldırıları karşısında örgütsel yapılarını, kadrolarını korumak, düşmanın saldırılarını boşa çıkartıp karşı saldırılar düzenlemek, mücadelenin kesintisizliğini sağlamak için illegal örgütlenme biçimlerine başvuruyor. Devrimci örgütlenme, düşmanın devrimci hareketlere ulaşması ve darbeler vurmasının önünde büyük bir engel oluşturuyor. Ancak, bu "engel"in yeterince güçlü olması için illegal faaliyeti

pe cy a

Geçtiğimiz mart ayının başında Özlem'in Genco Erkal röportajını okuduktan ve benim Evrensel'de (15 Ocak 2008) değerlendirdiğim "Sivas'93" oyununun başarısını yeniden anımsadıktan, Sivas olaylarını yaratanları bir kez daha nefretle, hatta kinle andıktan sonra, Bizim Tiyatro'nun yeni oyunu "01ya"nın galasına gittim Özdemir Abi.

hangi yüzyılda yaşarsak yaşayalım, hangi tarihte olursak olalım, dünyanın neresinde bulunursak bulunalım gerçek şu ki devrimciler teknolojik olarak, maddi güç olarak kat be kat üstün olan bir düşmana karşı savaşmış ve hâlâ savaşmakta. Bunun karşılığında, sahip oldukları zenginlikleri, düzenlerini yitirmek istemeyen egemenler, iktidarlarını koruyabilmek için doğal olarak akla hayale gelmeyecek yöntemlere başvuruyor. Hedefleri, halkın mücadelesini bastırmak ve bunun için de halkın öncüsü olan devrimcileri yok etmek. Devrimci örgütlenmeleri, kurumları dağıtmak için örgütleniyorlar. Ordularım, polislerini, gizli servislerini, muhbirlerini, her şeyi ama her şeyi bu doğrultuda düzenliyorlar.

Devrimci Örgütlenmeleri Dağıtmak "01ya"yı izlerken düşündüm de,

48

sürdüren kadroların, savaşçıların da oluşturulmuş yaşam biçimine, kurallarına koşulsuz uyması gerekmekte. Özveri gerekmekte, dikkat gerekmekte, disiplin gerekmekte. Devrim Romanları Devrim mücadelelerini anlatan senin bildiğin kim bilir kaç roman vardır, ama benim de bildiğim çok sayıda roman var Özdemir Abi. Hemen her romanda yasadışçılığın güçlükleri, zorlukları anlatılmış, yanlışsam düzelt lütfen. Aynı romanlarda devrimcilerin bu zorlukları nasıl göğüsleyecekleri de öyküselleştirilmiş. Bunun dışında, illegal yaşama ilişkin çeşitli kural ve özellikleri de bu tür kitaplarda bulmak elbette olası. İllegal yaşamların kimisi bize biçim olarak değişik gelse de, dikkat edildiğinde içerik aynı. Bu romanlar, devrimin hangi zorluklarla, hangi bedellerle, ne büyük özverilerle kazanıldığını öğrenmemiz için bana sorarsan fevkalade yararlı. Olya Olmuş Olga Okuduysan anımsayacaksın, Brezilyalı yazar Fernando Morais, "Olga" adlı belgesel romanında olağanüstü bir kadının, Olga Benerio'nun hareketli yaşamını ve trajik ölümünü anlatmıştı. Hatırlatmak "babında" tekrarlayayım Olga Benario, 1908 yılında Münih'te doğar. 1923 yazında genç komünistlerden oluşan Schwabing grubuna katılır. Otto Braun'la tanışır. Onun da desteğiyle askeri stratejiler, Marksizm konularında yetkinleşir. Bir yıl sonra Otto'yla Berlin'in işçi kesimi Neuköln'e yerleşir. KG'nin ajitasyon ve propaganda sekreterliğine ve sonra siyasal sekreterliğine getirilir. 1926 yılı Ekim ayında Otto'yla birlikte vatana ihanet suçundan tutuklanır, daha sonra serbest bırakılır. 11 Nisan 1928'de ise hala tutuklu olan Otto'yu Moabit Hapishanesinden kaçırır. Sonra Moskova'ya geçerler. KGE merkez komitesine seçilir. İngilizce, Fransızca öğrenir, Rusçasını güçlendirir. Hafif ve ağır silahlar kullanmayı, Kızıl Ordu'nun bir kara birliğinde ata binmeyi öğrenir. 1931 yılında Fransa'ya, İngiltere'ye gönderilir, eylemlerde tutuklanır, sonra serbest bırakılır. Moskova'ya geri


pe cy

Olga'nın Hüzünlü Yaşamı 1934 yılında Komintern tarafından, gerçekleştirilmesi planlanan Brezilya Devrimine katkı sunmak ve "Umudun Şövalyesi" Luiz Carlos Prestes'in güvenliğini sağlamak üzere görevlendirilir. 29 Aralık gecesi Prestes'le Brezilya'ya gitmek üzere Moskova'dan ayrılırlar. Uzun yolculukları sırasında birbirlerine aşık olurlar. 27 Kasım 1935 yılında devrim girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. 5 Mart 1936'da Rio De Janeiro'daki evlerine yapılan baskında polisler tam ateş açacağı sırada Prestes'in önüne geçerek, onu ölümden kurtarır. Tutuklandıklarında Olga, Prestes'ten hamiledir. Vargas hükümetince, Gestapo'yla yapılan işbirliği sonucu hamileliğinin yedinci ayında hapisaneden alınarak Hamburg'a giden bir gemiye bindirilir ve sınır dışı edilir. Hamburg'da gemiden alınarak Berlin Barnim hapishanesine gönderilir. 27 Kasım 1936'da çocuğunu hapisanede doğurur. Bir yıl sonra kızı Anita Leocadia Prestes elinden alınır. 21 Ocak 1938'de SS'ler tarafından Lichtenburg toplama kampına gönderilir. 1939 yılında ise Ravensbrück toplama kampına... Ve oradan da Bernburg toplama kampına...

Zafer Diper'in Yaptığı Bizim Tiyatro, tiyatroyu yaşam biçimi seçmiş ve tam yirmi yedi yıldır politik tiyatro yapan Zafer Diper'in önderliğinde, bu kere de işte bu olağanüstü dirençli devrimcinin, Olga Benario'nun devrime adanmış ömrünü konu almış. Böyle bir konuyu seçmek, tam kırk beş yıldır sahnelerde olan, yirmi yedi yıldır cesaretle, özveriyle politik tiyatro yapan, demokrat duruşu, toplumsal sorunlara duyarlı kişiliğiyle gerçek sanatçı örneğini veren enderlerimizden Zafer Diper'e doğrusu pek yakışmış. Fernando Morais'in "Olga-Yürekli Bir Kadının Yaşamı" romanından yararlanarak oyun çıkarmış, yönetmiş. Son derece genç bir kadroyla çalışmış. Didem Başer (diğerlerinden bir adım önde), Aslı Nişancı, Nevin Doğan, Ezgi Besen, İzgen Diper, Özgür Sağlık'tan oluşan bu kadro doğrusunu söylemek gerekirse ne Nazan Diper'den, ne de Zafer Diper'den yardım almamış ya da alamamış. Alamayınca amatör acemiliğinden kurtulamamış (somut örnek, mıntıka temizliği tablosu). Oyun almış başım gitmiş, inandırıcılıktan uzaklaşmış.

Gerçekleştirdikleri eyleme neden yaratmaları. Gerekçelendirmeyi satırların arasında değil, kendi içlerinde arayıp bulmaları. Gerekçe olarak yarattıklarından heyecan duymaları. Gerekçelendirmeyi, sahnede oldukları süre içinde kafalarının içinde sürdürmeleri. Gerekçelendirmelerini "anlık" ve "içsel" olarak iki kategoriye ayırmaları. Sonra... Neyse!.. Yaratıcı Kadronun Diğerleri Süreyya Karaduman'ın müziğine ses etmeyeyim, ama ışık tasarımı berbat ötesi. Emine Çakır'm giysi tasarımı sıradanın da altında. Tutsaklar soğuktan tir tir titrerken, Nazi subayı nasıl oluyor da üzerinde palto olmaksızın tutsakların yanında aslanlar gibi kasılıyor, anlayamadım. Daha da eleştiririm eleştirmesine de, sanırım Çakır metni okumadan anlatılana göre bir şeyler çiziktirmiş. Zafer Diper'in sahne trafiği düzeni, dekor olarak kullandığı malzeme iyi, ama kendi oyunlaştırmasını böylesine didaktik sahnelemesi bence kötü. Black-Out'lar olamazcasına gereksiz ve fazla. Tempo oyun boyunca son derece düşük. İkinci perde başlarken gösterilen Galip İyitanır'ın yönettiği belgesel film ise bıktıracak kadar uzatılmış. Kısacası: Emektar tiyatrocu, tiyatromuzun Donkişotgillerinden Zafer Diper, "01ya"yı iyi ko taramamış. Kimileri doğru bildiğimi söyleyince kızıyorlar, biliyorsun, ama n'apayım be Özdemir Abicim, doğru bildiğini söylemeyi senden öğrendim... Bu oyun olmamış.

a

döndüğünde Komünist Gençlik Enternasyonali'nin beşinci kongresinde başkanlığa seçilir. Moskova'da Zhukovski hava kuvvetleri akademisinde paraşüt ve uçuş dersleri alır.

Genç Oyunculara Önerilerim Hiç mi hiç kırmak istemediğim bu genç oyunculara benim önerim (dikkat buyursunlar "öğüdüm" demiyorum), oyunculuğun olmazsa olmazlarından biri sayılan "gerekçelendirme", yani oynarken ikinci bir eylem gerçekleştirme işini savsaklamamaları.

Oyunlaştıran-Yöneten: Zafer Diper Giysi Tasarımı: Emine Çakır Işık-Müzik: Süreyya Karaduman Oyuncular: Didem Başer, Zafer Diper, Nazan Diper, Aslı Nişancı, Nevin Doğan, Ezgi Besen, İzgen Diper, Özgür Sağlık.

Yararlanılan Kitap: Olga / Yürekli Bir Kadının Yaşamı / Fernando Morais

Yararlanılan Belgesel Film: Olga Benario / Yönetmen: Galip İyitanır

Hiç mi hiç kırmak istemediğim bu genç oyunculara benim önerim (dikkat buyursunlar "öğüdüm" demiyorum), oyunculuğun olmazsa olmazların­ dan biri sayılan "gerekçelen dirme", yani oynarken ikinci bir eylem gerçekleştir­ me işini savsaklama­ maları.

49


a

cy

"Tiyatro Her Yerde" İstanbul dışında yapılan tiyatroda ise bu şans bir hayli azalıyor; seyircinin rağbetinin aksine. Bu nedenle bir karşı duruş olarak İstanbul dışında sahnelenen oyunlardan birkaçını eleştiri yazıma konu etmek istedim. 50

pe

Ragıp Ertuğrul / ragipertugrul@tiyatrodergisi.com.tr

Ulusal yazılı ve görsel basında tiyatronun ne kadar süre ve sıklıkla yer aldığı malum. İstanbul dışında yapılan tiyatroda ise bu şans bir hayli azalıyor; seyircinin rağbetinin aksine. Bu nedenle bir karşı duruş olarak İstanbul dışında sahnelenen oyunlardan birkaçını eleştiri yazıma konu etmek istedim. Neredeyse Filozofun Hayatı Kadar Uzun Bir Oyun

"Giordano Bruno"

Ankara Devlet Tiyatrosu'nun 2007-2008 sezonu için hazırladığı prodüksiyonlardan biri Erhan Gökgücü'nün yazıp yönettiği "Giordano Bruno". Oyun, kendini okumaya, öğretmeye ve bilime hizmet etmeye adayan bir rahibin gerçek hikayesi üzerine kurulu. Giordano Bruno, düşünce özgürlüğüne inanan ve bu uğurda

canını feda etmekten çekinmeyen bir filozof. Hıristiyanlığı gençlere öğretme gibi bir misyonu yüklenmiş olmanın yanı sıra insam-dünyayı tanıma, evreni keşfetme gibi o dönem pek tasvip edilmeyen dertlerin peşine düşüyor. Bruno'nun dönemin aydınlarının korkulu rüyası Engizisyon mahkemesinin ağına düşmesi de uzun sürmüyor. Yönetmen Gökgücü, kaleme aldığı bu ıstıraplı yaşamı geriye dönüş tekniğiyle sahneye koymuş. Yazarın metni çok detaylı bir araştırma sonucu oluşturduğu, üzerinde adeta bir otobiyografi titizliğinde çalıştığı açıkça görülüyor. Ancak sahnelenen metnin kimi bölümlerinin olayların gelişimi üzerinde yeterince etkisi olmaması oyunun süresini uzatmaktan başka işe

yaramıyor. Özellikle yazarla yönetmen aynı kişi olduğunda, dramaturgun müdahalesi de kısıtlı kalırsa, oyun metinden direkt olarak sahne üzerine taşınıyor; tıpkı bu oyunda olduğu gibi. Metni rahatlatmak, vurucu noktalan ön plana çıkarmak, oyunda boy gösteren kişileri azaltmak... Bu kavramlar prova aşamasında dile getirilmediğinden olsa gerek, oyun uzadıkça uzuyor, sonu belli olan konu aktörün oyunculuk performansı sayesinde izlenir hale geliyor. Oyunda Bruno'yu canlandıran Durukan Ordu, karakteri üzerine bir giysi gibi geçirmiş ve bakışlarından, ses tonuna yüreğinin sesine inanan, bilimin ardından giden ve tüm enerjisini insanları ikna için kullanan filozofu içselleştirmiş. Yardımcı


rollerdeki sanatçılar Bruno'nun dramını destekleyen bir performans sergiliyorlar. Ancak kadroların uygun olup olmadığını bilmemekle beraber farklı ama birbirinden çok ayrışmayacak şekilde çizilmiş rolleri aynı kişilerin oynaması izleyenin kafasında karmaşıklık yaratabiliyor.

Oyunda insanın ebeveynini farklı yaş evrelerine özgü algılayış ve yorumlayışlan gerçekçilik içinde yansıtılıyor. İnsanlarla iç içe yaşayan, ama kimi zaman araya mesafe koyup ilişkileri gözlemleyen, gözlemlemekle ve duygularının hakkını vererek yaşayan bir yazarın farklılığı gösteriyor "Uçurtmanın Kuyruğu".

BabürTongur'un 'Acapella'ya dayalı müziği, tamamıyla klasik olarak sergilenen oyunda sahne aralarında yabancılaştırma unsuru olarak kullanılmış. Vokaller, beste ve yorum esere uygun olmakla birlikte kostümlerin farklılığı ve mizansen dramın etkisini düşürüyor.

Yönetmen Hakan Çimenser metindeki gizemi oyunun sonuna kadar sürdürmeyi, değişen tempolarla seyircinin rahatlığa düşmesini engellemeyi başarmış. Oda Tiyatrosu'nun kısıtlı sahnesinde hareket serbestliğini yeterince sağlayan mizansenlerle hem oyunculara performans alanı yaratmış hem de oyunun psikolojik boyutunu monotonluktan kurtarmış.

"Uçurtmanın Kuyruğu"

Gerek tiyatro alanındaki özgün çalışmaları gerekse tematik albümleriyle başarısını sürekli kılan Can Atilla'nın fon müziği, oyunun kaotik tarafını, buhranını işitsel olarak destekliyor.

Tiyatrosu'nun birkaç sezondur ev sahipliği yaptığı adını özlem ve saygıyla andığımız Savaş Dinçel'in "Uçurtmanın Kuyruğu", sezonun en keyif aldığım oyunlarından biri oldu.

Katliama Ortak Olmak İstemeyenlere

"Simurg"

a

Ankara Simurg Oyuncuları yeni adıyla Canlar Tiyatrosu'nun Sivas Katliamı'na bir ağıt niteliği taşıyan ve 2006 yılından bu yana devam eden oyunu Simurg'u İstanbul'da izleme şansını elde ettim. Grup, katliamın perde arkasını olabildiğince geniş kitlelere

pe

Ankara Devlet Tiyatrosu'nun Küçük Sahnesi'ndeki Oda Tiyatrosu'nun birkaç sezondur ev sahipliği yaptığı adını özlem ve saygıyla andığımız Savaş Dinçel'in "Uçurtmanın Kuyruğu", sezonun en keyif aldığım oyunlarından biri oldu. Yalnız yaşayan bir adam ve günün birinde kapısını çalıveren (!) bir hayal-gerçek kişi... Bu bir alt benlik veya psikolojik bir hastalığın eseri varsayılabilecek ikinci kişilikle karşılaşma, adamın geçmişiyle, tutkularıyla, korkularıyla, hayata karşı çekingenlikleri ve özlemleriyle yüzleşmesine neden olacaktır. Bu yüzleşme / kabullenmeyi gördüğümüz kadarıyla adam yıllar boyunca reddetmeye çalışmıştır. Dinçel, oyunculuğu gibi güçlü bir yazar-çizerdi. Oyunun dramatik alt yapısı yaşamın kıyısından geçen değil tam içinde yer alana dayanır.

Olcay Kavuzlu ve Mithat Erdemli oyunculuk performanslarıyla düşün ve gerçeğin arasında gidip gelen bir insanı saf duygulan, tutkuları, acı hatıraları ve yaşama karşı ürkek duruşuyla gözler önüne seriyor. İkili arasındaki etkileşim, oyun metnindeki derinliği sahneye yüzeysel taşıma riskini ortadan kaldırmış. Adamın, yaşamın olası

cy

Hakan Dündar'a ait olan dekor tasarımı büyük mekanı çerçeveleyen, klasik ve dönemi yansıtan tarzıyla oyunla bütünleşiyor. Nalan Türkoğlu ve Aydan Çınar'ın elinden çıkan kostümler ayırt edici bir farklılık sergilemiyor. Dekorun kimi sahnelerdeki boşluklarını alan, kimi sahnelerde ise derinliği göstermeye elveren ışık tasarımından dolayı Burhanettin Yazar 'ı başarılı buldum. Bu Kuyruğu Sımsıkı Tutasım Var

duygusal tehditlerine karşı koruduğu metanetinin geçmişle yüzleşme sırasında yavaş yavaş kırılması Erdemli'nin tüm bedeninde karşılığını buluyor. Kavuzlu, kimi yerde Azrail'i, kimi yerde Joker'i, kimi yerde içteki çocuğu andıran değişimleri ses tonuna ve söylemine olabildiğince dayandırarak yansıtması, kimi yerde ise farklı kişileri abartıya kaçmadan, rolün hem içinde hem dışında olarak canlandırmasıyla haklı bir övgüyü kazanıyor.

51


Sahne Üzerinde Bir Aksiyon Denemesi

"Tehlikeli Saplantı" Başka bir aldatma oyunu da Erzurum Devlet Tiyatrosu tarafından sahneleniyor. Turne çerçevesinde İstanbullu sanatseverlerin karşısına çıkan N.J. Crisp'in "Tehlikeli Saplantı" oyunu, yine aldatan ile aldatılanı karşı karşıya getiriyor.

gösteren Halil Esen, Cengiz Sezgin, Hasan Ballıktaş, Melih Yetkin, Habip Hacımustafaoğlu, Erdem Ulusal, Çağlar Deniz, Ebru Erten, Gökçen Cavga, Hüseyin Aksuna ve Edip Tüfekçi yalın oyunculuklarıyla belgesel tiyatro ile geleneksel tiyatro arasında bir duruş sergiliyorlar.

a

duyurmak daha da önemlisi bu acıyı unutturmamak için ağırlıklı olarak turnelere gidiyor. Katliamdan tesadüfen kurtulabilmiş olan Serdar Doğan'ın kaleme aldığı oyun belgesel ve bir bakıma da biyografik bir özellik taşıyor. Doğan, olaya tanık olmanın verdiği hakla kolaylıkla duygulara teslim edebileceği olayı, hakemlik yapmadan, seyirciye yorum yapma olanağı veriyor. Yönetmen Cengiz Sezgin de, oyunu sahneye uyarlarken objektiflik kriterini elden bırakmadan metni görsel belgelerle destekleyerek belgesel tiyatroya yakın durmuş.

pe

cy

Sezonda Dostlar Tiyatrosu'nun Sivas '93 oyunu ile birlikte Canlar Tiyatrosu'nun Simurg'unun da seyredilmesi yakın tarihimizde yer alan ve medya aracılığıyla aslında hepimizin gözleri önünde yaşanan Madımak olayını etraflıca irdeleyebilmemizi ve bize hükmetmeye çalışan zihniyetin izlerini açıkça görmemizi sağlıyor.

M. Akif Yeşilkaya, psikolojik gerilim türündeki oyunu gerilim öğeleriyle fazlaca süsleyerek gösterişli bir sahneleme gerçekleş­ tirmeye çalışmış. 52

Sivas'taki tarihi acının kurbanı olan aydın ve sanatçıların kişileştirilmesi, gerçek olanla anlatı arasında sağlanan devinim, arka perdede film akarken veya fotoğraf görünürken, oyun kişilerinin aynı mizanseni sahne üzerine taşımaları, fonda katliam gününün tüm saflığına eşlik eden bestelerin duyulması, yönetmenin metinle yoğun alışveriş içinde bulunduğunu gösteriyor. Metin arkasında verilmek istenen mesajı, bağırmadan, göze sokmadan, sevgi ve barış felsefesine uyar şekilde iletmek de bir sahneye koyma yeteneği olarak değerlendirilmeli. Oyunda rol alan ve hem sanat adına hem de siyasi-sosyal yaralara duyarlılık adına ekip çalışmasının ideal bir örneğini

M. Akif Yeşilkaya, psikolojik gerilim türündeki oyunu gerilim öğeleriyle fazlaca süsleyerek gösterişli bir sahneleme gerçekleştirmeye çalışmış. Seyircilere aksiyon tadında bir tiyatro oyunu izletmek ne kadar arzu edilir bilemiyorum. Ama patlayan tabancalar, kırılıp dökülen eşyalar sahne üzerinde ekranda verdiği etkiyi göstermiyor. Hele psikolojik boyutun oldukça zengin ve keskin diyalogların ustaca yerleştirilmiş olduğu oyunda bu tür ayrıntılar seyircinin durumun etkisinden uzaklaşmasına bile neden olabiliyor. Bir çıkar ilişkisi üzerine kurulu ama sosyal olarak devam ettirilmeye çalışılan bir ilişkinin temelleri bir yasak aşkla sanlmışsa ve bu yasak aşkın diğer bacağında da sancılı bir aldatılmış insan daha var ise... Klasik bir aşk üçgeni ötesinde cereyan eden ilişkiler oyunu benzerlerinden farklı kılıyor ve oyuncularına da etkili bir performans sergileme imkanı


Aldatmanın Bile Heyecanı Yok Artık

"Aldatma"

Bursa Nilüfer Belediyesi Tiyatrosu, daha önceki yıllarda bir Tiyatro Stüdyosu prodüksiyonu olarak izlediğimiz Harold Pinter'ın "Aldatma" oyunuyla sezonda seyirci karşısına çıkıyor. Çağdaş İngiliz Tiyatrosu'nun en güçlü temsilcisi olan Pinter'm oyunu, tarih boyu devam etmiş ve edeceği de kesin olan kan-koca-aşık ekseni üzerine kurulmuş. Haluk Bilginer çevirisiyle metne akıcı bir dil katmış. Üçlünün çok az bir araya geldiği ve ağırlıklı olarak ikili diyaloglarla gelişen oyunda özellikle kadın ile kocası arasındaki ilişkinin açıklık, samimiyetsizlik, hoşgörü veya umursamazlık olarak mı nitelendirileceği, oyunun sonuna kadar anlaşılamıyor. Kocasının en yakın arkadaşı ile yaşadığı ilişkinin kocası tarafından sözde yeni (!) anlaşılmasıyla başlayan sahneler, geri dönüş yöntemiyle aşıkların

pe cy

Önder Arık'in günü geceyi farklılaştırmayan, ara sıra yabancılaştırma efektine dönüşen, klasik sahneye uyum sağlayacak doğallığı vermeyen ışık tasarımını başarılı bulmadım.

dayalı oyunlarda oyuncu seçiminin ve dramaturjinin gerekli titizlikle yapılmaması tehlikeli hale gelebiliyor. Ama "Tehlikeli Saplantı" tüm bu eksiklere rağmen sonuna kadar izlettiriyor. Erzurum Devlet Tiyatrosu'nun başka prodüksiyonlarını da takibe almak en doğrusu.

Özellikle psikolojik gerilime

tanışmalarına kadar gidiyor. Modern ikili ilişkilerin sorgulandığı ve sağlam bir diyalog yapısına oturan oyun, Mehmet Ergen'in rejisiyle diyalogların uzadığı, durağan, yasak ilişkinin heyecanlı ve merakı tetikleyen kurgusundan yoksun, kasvetli bir oyuna dönüşmüş. Mizansen kokan duruşlar... oyunun geçtiği dekorun çerçevesine sığdınlmaya çalışılan adımlar... Farklı oyunlarda iyi performanslarına tanık olduğum Murat Karasu, aldatılan koca Robert rolünde sıradan bir oyunculuk sergiliyor. Neriman Uğur'un Emma'sı hem kocasına hem de aşığına fazlaca mesafeli duruşu, diyaloglann en sıcak anında bile duygu yoğun olamamasıyla olayın asıl kahramanı değilmiş gibi. Son dönemin parlak oyuncusu olarak lanse edilen Barış Falay ise parlaklığını ekranda bırakıp sahne üzerine çıkmış sanırım. Zira Jerry, Falay'in yorumunda çekingen, dalgın, heyecandan eser taşımayan bir hale gelmiş. Falay, performans sergilemeye sonuna kadar açık bir rolü monoton tonlamayla ve nedense artikülasyonunu da bozarak, devinimden yoksun bir bedenle yürütmeye çalışıyor.

Bursa Nilüfer Belediyesi Tiyatrosu, daha önceki yıllarda bir Tiyatro Stüdyosu prodüksiyonu olarak izlediğimiz Harold Pinter'm "Aldatma" oyunuyla sezonda seyirci karşısına çıkıyor.

a

sağlıyor. Fulya Koçak, bu imkanı değerlendiren bir oyuncu. Koçak, ilişkisindeki tatminsizliği kendi iç aleminde gidermeye çalışan, yasak duygulan kalbinin ve beyninin derinlerine gömen, aldatılan ama buna karşın kocasmı koruyan kadının karmaşık psikolojisinden kaynaklanan davranışlarını pürüzsüz, tereddütsüz yansıtarak iyi bir performans sergiledi. Hem karısı sayesinde ekonomik gücü hem de kariyeri olan ama zafiyetlerine yenik düşmüş, acizliğini gizlemeye çalışan koca rolünde Kuvvet Yurdakul'un oyunculuğu zayıftı. Ortamdaki duygu birliğine ortak olamıyordu. Tamam, titiz bir adamı da canlandırıyor olabilir ancak muhatap olduğu en gerilimli suçlamalar karşısında dahi mizanseni pantolondaki tüyleri temizlemek olamazdı. Burak Altay'ın da sesini yeterince duyuramamaya ilişkin bir endişesi var. Tonlamalarındaki hatalar ve ellerini sürekli hareket ettirme dürtüsü deneyimli bir oyuncuda rastlanmaması gereken unsurlardır.

Nilüfer Tiyatro, "Aldatma"da konu edilen ilişkinin tüm keyifsizliğini sahneye taşımayı başarıyor.

53


"Buffo" Tilda Tezman / tildatezman@tiyatrodergisi.com.tr

ve bakmakla sınırlı değil; o yumuşacık Buffo seyircinin ta içine işliyor... Buffo, insanların naif yanından yola çıkıyor; bir bebek kadar şeffaf olan bu usta, seyirci olmadan prova bile yapamıyor, çünkü onun sohbet etmesi lazım... Vantrilok tekniğini ise mükemmel kullanıyor. Sahne üstünde çocuklar kadar mutlu mesut. Atipik bir palyaço olan Buffo'nun arkasında romancı, otistik çocukların terapisti ve müzisyen Buten var.

M. Butterfly olarak da anılan Howard Buten 1950'de Michigan Detroit'da doğar. Nörolojik bir klinikte, otistik çocuklarla haşır neşir olan Buten, 11 yaşından itibaren romanlar yazmaya başlar. 14 yaşında, bir hastanede özürlü insanlarla ilgilenmeye başlar. 1981'de yazdığı "Ben beş yaşındayken kendimi öldürdüm" kitabı best-seller olur. Buffo romanı 2004'te basılır. Keman, bateri, trompet gibi enstrümanlan çalan bu şarkıcı, psikolojiyle de haşır neşir olur ve palyaçoluğa da merak salar. 3 farklı işi olan bu aktör sahnede bu üç işini bir arada götürüyor.

Sahnede Lucio Dalla'nın Caruso'sunu eşsiz sesiyle yorumlarken minyatür kemanım çalan Buffo, bugün 30 yaşında. Olgunluk yaşında. Beyaz yüzü, kırmızı burnu, en ufak bir komiklik olmaksızın... Her şey şefkat ve sevgi... Buffo bazen homurdanıyor, sorularına cevap alamayınca minyatür kemanıyla Brahms'ın bir sonatını çalmaya başlıyor. Şiir, ruhun müziği, bir melek geçiveriyor... 30 senedir bu sıradışı palyaço, dünyanın dört bir yanındaki salonları dolduruyor. Küçükler de büyükler de onun gösterilerine akın ediyor. Buffo en sıradan objelere büyük bir şefkat ve güzel bir ritim ile hayat veriyor. O palyaçodan öte tam anlamıyla bir artist, bir atlet, bir şair.

cy

a

Bir sürü insanın bilmediği bir gerçek de, güldürmenin ağlatmaktan daha güç olduğudur. Palyaçolar da insanlardan farklı değildir. Howard Buten heyecanlan, sevinçleri, hayal kınklıklan olan duyarlı biri. Çok düşünüyor, kendine devamlı sorular Çocukken palyaçolardan nefret eden, onları aptal, soruyor, her zaman cevabını bulamıyor. Kendine iğrenç bulan Buten, doktor olmak ister, ama göre bir araştırmacı. Bazen acemice davransa ve üniversitede sıkılır ve bir sirke girip dünyayı başarısız olsa da, sahnede büyük bir beceri sergiliyor. dolaşmaya başlar. Sirk iflas edince, tesadüfen 30 yıldır en imkansız ve karmaşık durumlardan İsviçreli palyaço Grock'un kitabıyla tanışır ve başanyla çıkmış. Kafasına sıkı sıkı geçirdiği beresi, palyaçoların içinde en şiirsel olanı Buffo'yu o koca koca şaşkın gözleri ve minik kemanı çok yaratır. Mim sanatına çok hâkim olan bu etkileyici. sanatçının, seyirciyle kurduğu diyalog, görmek Bugün Buffo 30 yaşında

pe

"Palyaço Emma Kanapenin Altında" Meriem Menant'ın yazıp yönettiği ve oynadığı bu oyunun müzik direktörlüğünü Mauro Coceano yapmış, kuklalarını ise Philippe Saumont tasarlamış. "Emma" karakteri 1991'de doğmuş. O yıllarda Meriem Menant, Gaetano Lucido ile birlikte

54

Avrupa'nın değişik yerlerinde müzikli ve görsel bir palyaço numarası yapıyordu. Sirkleri, kabareleri, tiyatroları, sokaklan, metrolan arşınlıyordu. Emma karakteri 1995'te tek başına kabare ve festivalleri dolaşmaya başlar. Önce bir melek olan Emma 2004'te "Palyaço Emma" karakterine bürünür, sonrasında psikanalizm öğelerini de içine katan


Emma, "Kanapenin Altında Palyaço Emma" olarak sahnelenmeye başlar. 2006'da Mauro Coceano'nun direktörlüğünde üç müzisyenle (piyano, klarnet, bateri) yoluna devam eden "Palyaço Emma", 2007'de Afganistan gösterileriyle büyük sükse yapar. Meriem Menant bu gösteride, seyirciyle bir grup terapi denemesi yapıyor ve bir şuuraltı yolculuğuna çıkıyor; sıradışı gösterisi düşündürürken güldürüyor. Eski püskü bir kanapeye kendini atarak şu cümleyle başlıyor: "Yaşamayan biriyim, ölmek istiyorum!" — Bayanlar, Baylar merhaba nasılsınız? Ölüp yok olmayı arzulamaz mısınız? Size, gelip kanapemi denemenizi ve buraya uzanmanızı teklif ediyorum. Bana hayatınızı, annenizi, hatalarınızı, menopozunuzu, yapamadıklarınızı anlatın; ben de sizi analiz ederim, böylece düzelirsiniz. Ama bu kanapeye uzanmak istemiyorsanız, sizin yerinize ben uzanırım; parasında da anlaşırız. İzci kravatı ve gömleğiyle, pileli okul eteğiyle, örgülü saçları, mor palyaço burnu ile seyirciyi dikkatle inceleyen Emma, yaramaz bir çocuk edasıyla eğik

ve ters vücut hareketleriyle ve kesik havada kalan cümleleriyle, bazen boks hareketleri yaparak, bazen şarkı söyleyerek, bazen edebi ve felsefi cümleler kullanarak, bazen seyirciye sorular sorarak ve onlardan gelen cevaplarla doğaçlama yaparak sahneyi dolduruyor. Kanapeye kendini atar atmaz, hayallerini de bir laf salatası şeklinde dışarıya vurmaya başlıyor. Marilyn Monroe'yu bir pigme ordusunun arasında ormanın içinde hayal eden Emma'nın tüyleri diken diken oluyor. Allahtan "Ziguemunde Freudeu!" ve "Jacques la Canne!" kanapenin altından belirip ona kitaplarını uzatıp onu rahatlatıyor... Ve Emma temel felsefi öğeleri çarçabuk toparlayıp seyirciyle bir psikanalizin seansına girişiyor. Ama purolu doktoru da, gözlüklü kadını da, hastayı da hep Emma yorumluyor. Çünkü böylesi daha basit... Grup terapisi, birkaç çatlağa rağmen yumuşak bir delilikte seyrediyor... Meriem Menant, yaşamın zorlu mücadelesini nükte ve psikoloji öğeleriyle süsleyerek aktarıyor. Melankoli, gülüncü gıdıklıyor. Sıkıntı, komiği tedirgin ediyor. Kurnaz ve dokunaklı bir maskaralık.

"Les Etourdis"

a

Avrupa Tiyatrosunun ve Fransız Tiyatrosunun en büyük yıldızları Postmodern Tiyatronun öncü yönetmenleri Jerome Deschamps / Macha Makeieff 'in yeni gösterisi "Şaşkınlar"ı (Les Etourdis) büyük bir hayranlıkla izledim.

cy

Sözü geriye iterek, hareketi ön plana çıkarıp, aksiyonların fiziki yanıyla yeni bir tiyatro dili yaratan Deschamps / Makeieff'in son gösterileri Şaşkınlar, Paris'in Creteil bölgesindeki büyük salonda oynanıyor ve her gece tıklım tıklım doluyor.

pe

Çıkış noktası olarak sokak tiyatrocularını, sirk soytarılarını, sessiz sinemayı, modern mim sanatını harmanlayıp, görsel yanı ağır basan bir tiyatronun takipçisi bu ekip... Özenle yaptığı çalışmalarla Fransız Tiyatrosundaki farklı yerlerini her yıl kendilerini yenileyerek sürdürüyorlar...

Charlie Chaplin'in "Modern Zamanlar" filminde olduğu gibi bireyselliğini yitirip giderek bir makinenin dişlilerine dönüşen insan öykülerini, klasik dramaturgi kurallarını çiğneyerek postmodern bir anlayışla bir araya getiriyorlar. İş hayatında, bürokraside her dakika tıpkı bir robot gibi aynı hareketleri tekrarlayan insanların yinelenen hareketlerinden muhteşem hiciv dolu, zaman zaman hüzünlendiren bir Hareket Tiyatrosu Başeseri! Oyun, otomatiğe bağlanmış, iç dünyayla ilişkisini koparmış, robotlaşmış insanların zaman zaman geçmişlerinden, çocukluklarından, iç dünyalarından yansıyan görüntülere dönüşüyor. Farklı bir görsel "bilinç akımı" tekniği çok ustaca kullanılıyor.

Köpek Lubie'yle beraber 10 kişilik oyuncu ekibinin her biri kendi tarzında bir harika... Genciyle yaşlısıyla, şişmanı sıskasıyla Fellinyen tiplerden oluşan kadro seyirciyi büyülüyor. "Şaşkınlar'"ın gösterilerine yalnız tiyatro seyircisi değil, Avrupa'nın dört bir yanından gelmiş profesyoneller de akın ediyor.

55


pe cy a

Yaşam Işığını Yayan

Tiyatro Topluluklarımız

Sadık Aslankara/ msaslankara@hotmail.com

...herkes, her yaş dilimini "benim tiyatrom" diyebileceği bir toplulukla karşılayıp birinden ötekine zengin bir yelpazede yaşamını renklendirebilsin... 56

Cahit Sıtkı'nın dizelerini anımsar mısınız? "Memleket isterim/ Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;/ Kuşların çiçeklerin diyarı olsun" diye girer Tarancı, "Memleket İsterim" başlıklı gönül titreten o şiirine...

Böyle bir dilek geçiyor benim de içimden... Öyle bir memleket olsun ki, bu topraklarda doğan, büyüyen herkes çocukluğundan ergenliğine, gençliğinden erişkinliğine, olgunluğuna her yaş dilimini "benim tiyatrom" diyebileceği bir toplulukla karşılayıp birinden ötekine zengin bir yelpazede yaşamını renklendirebilsin... Zaten uygarlık, biraz da toplumun tümünü kucaklamış, kuşaktan

kuşağa ulaşabilmiş tiyatro topluluklarının varlığıyla doğru orantılı değil midir? Yüz yaşma varmak üzere olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarını, altmışını aşmış Devlet Tiyatroları'nı göz ardı ediyor değilim. Ne var ki bu topluluklar, belirli ödenekle, bütçeyle yürütüyor çalışmalarını, perdelerini böyle açıyor. Ülkemizde bu ölçüde yaygınlığa ulaşmış kaç topluluk var sürekli perde açan? Bu soruya karşılık üç topluluğun adını anabiliriz herhalde: Kent Oyuncuları, Ankara Sanat Tiyatrosu (AST), Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu (OBKT).

Kent Oyuncuları, Küçük Sahne deneyimiyle birlikte yarım yüzyıldır perde açan bir tiyatro. Onun hemen ardından Ankara Sanat Tiyatrosuyla Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu geliyor... Bu iki topluluk da kırk beşinci yaşını karşılayacak önümüzdeki mevsim. Ordu Tiyatrosu'ndaki "Belediye" sözcüğü sizi yanıltmasın. Pek çok ilde, yöre belediyesinin adını taşıyan toplulukla karşılaşmak olası. Ancak bunların hiçbiri ödenekli değil. Söz konusu belediyelerin zaman zaman kimi oyun giderlerini karşılamasına veya sürekli ya da geçici olarak oyunculardan kimilerini kadrosuna akşına bakarak katkının doğrudan tiyatro sanatına, topluluğuna yönelik katkı


Çocuklukta daha izlemeye başladığınız çocuk oyunlarının ya da büyüklerle gidebildiğiniz oyunların ardından kendi seçiminizle yöneldiğiniz bir tiyatro topluluğunun insanın içini serinleten varlığı nasıl görmezden gelinebilir?

Böylelikle Kent Oyuncuları, tüm birikimlerini yansıtan bir yelpazeyle çıktılar seyircinin karşısına. Klasikten moderne, tragedik olandan komedyaya, fanteziden büyüye, düşten aykırı gerçekçiliğe, uyumsuza hemen her türlü tiyatral gezintiye çıkma fırsatı oluşturdular seyirci için. Dağarlarını yerli, yabancı oyunla karmadılar yalnız, yanı sıra tür çeşitliliğine de özen gösterdiler. Pek sık rastlanmayan kısa oyun örnekleriyle gözlerimizin pasını sildiler. Kuyruk, Açık Denizde, türün iki seçkin örneğiydi bana göre. Gösterinin ardından iki genç seyircinin fısıltısına kulak kabarttım. Biri diyordu ki ötekine, "Oyunda derin anlamlar yatıyor." Öyledir. Kısa oyun, kısa film, kısa

Kent Oyuncuları, kırk beşinci yıllarını dört sahne çalışmasıyla

Kırk beşinci yıla

özgüledikleri oyunlarını izlerken Kenterler'in, enikonu heyecanland ım... Öte yandan gerçek bir büyü oluşturduğun u düşündüm bunun aynı zamanda. Öyle ya, bir masalın içinden geçer gibi oyunlarını izliyorsunuz bir topluluğun on yıllar boyunca, sonuçta toplulukla birlikte uzunca bir eğrisini kat ediyorsunuz yaşamın.

pe

Sizindir artık o tiyatro! Ayağınızın alıştığı, perdesini, koltuğunu, halısını, fuayesini, büfesini tanıdığınız, oyuncularıyla akraba olduğunuz, oyunlarından kalkarak acayip düşlere daldığınız... Evet, bir tiyatronuz olmuştur süreç içinde, size aittir o tiyatro.

Kırk beşinci yıla özgüledikleri oyunlannı izlerken Kenterler'in, enikonu heyecanlandım... Öte yandan gerçek bir büyü oluşturduğunu düşündüm bunun aynı zamanda. Öyle ya, bir masalın içinden geçer gibi oyunlarını izliyorsunuz bir topluluğun on yıllar boyunca, sonuçta toplulukla birlikte uzunca bir eğrisini kat ediyorsunuz yaşamın. Birlikte farklı, yeni estetik ufuklara açıldığınız oluyor, kimileyin estetik kavgalara, kendinizle ya da başka topluluklarla, onların estetik anlayışları çerçevesinde hesaplaşmalara giriyorsunuz neredeyse.

karşıladı: Güngör Dilmen'den Yücel Erten'in yönettiği Ben Anadolu, John Buchan'ın romanından Patrick Barlow'un oyunlaştırıp Mehmet Ergen'in çevirdiği, Mehmet Birkiye'nin yönettiği 39 Basamak, Israel Horowitz'den Özlem Turhal'ın çevirip Engin Hepileri'nin yönettiği Kuyruk, Slawomir Mrozek'ten Yücel Erten'in çevirip Mehmet Birkiye'nin yönettiği Açık Denizde, topluluğun mevsim başından bu yana sergilediği oyunlar oldu.

a

Doğduğunuz evi arıyorsunuz, yok, okuduğunuz okulu merak ediyorsunuz, yerinde yeller esiyor, çocukluğunuzun sokağından geçmek istiyorsunuz, öylesine değişmiş ki tanıyamıyorsunuz... Oysa bunlar kimliğiniz. Çünkü bu yöndeki birikimlerle, tarihin tortusundan, geçmişin mayalanışından güç alarak belirginlik kazanıyor kimliğimiz...

Başarılarından gururlanır, bir sıkıntıya düştüğünde yıkılırsınız! Andıklarım, kırk elli yıla yayılan yaşamıyla ülkemizin çok sahipli topluluklarının başında geliyor bu nedenle... Doğrusunu söylemek gerekirse, bir ölçüde benim için de geçerli bu. Yeniyetmeliğimden başlayarak kırk yıldır oyunlarını izlediğim iki topluluk Kent Oyuncularıyla Ankara Sanat Tiyatrosu. Son yirmi yıldır Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu'nun oyunlarını da izlediğimi söyleyeyim şuracıkta...

cy

olduğunu düşünmemek gerekiyor. İleride Ankara Sanat Tiyatrosuyla Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu'nun oyunlarından da söz edeceğim elbette, ama ilkin Kent Oyuncuları'nın oyunlarına getirmek istiyorum sözü. Bir Tiyatroyla Büyümek...

57


öykü, güzelliklerini birbiri içinde büyüten, sanatın üçüz prensesidir bana sorarsanız... Bu açıdan oyunlar, yalnız barındırdığı anlam çoğulluğu, ruhsal katman çeşitliliği, ayrıntı zenginliği bakımından değil türün öne çıkan niteliğiyle özlülük, biçemsellik, estetik bütünlük bağlamında da susuzluğumuzu giderdi denebilir. Her iki oyunda da, bize minicik ayrıntılardan kalkarak dev karakterler sunan oyuncuları, sahne arkasındakilerle birlikte kutlamak istiyorum. 39 Basamak'ta, Mehmet Birkiye'nin, hızlandırılmış film havasında, ancak Hitchcock'tan yayılan heyecanın dokunaklılığını asla göz ardı etmeden, hatta bu arada bunun biraz da komiğini çıkararak yorumladığı oyun, buna birebir uyum gösteren dört oyuncuyla da buluşunca tam anlamıyla görsel şölene dönüşüyor. Yönetmen Birkiye'yle oyuncular Hakan Gerçek, Demet Evgar, Bülent Şakrak, Okan Yalabık seyirciyi koltuğuna mıhlıyor sanki...

yıllarında seyirciye sunulmuş göz kamaştırıcı bir buket çiçek bu. Oyunları izlemek, doğduğum evi, sırasında oturduğum okulumu, çocukluğumun sokağını yeniden görmüşçesine mutlu etti beni... Bir tiyatroyla birlikte büyümenin ne anlama geldiğini düşündüm bir kez daha... Tiyatronun Değişen Değişmeyen Yüzü... Tiyatro topluluklarımız, tiyatro sanatının kendi içinden doğan bin bir yüzü barındırırken sanatın binlerce yıldan bu yana hiç değişmeden sürdürdüğü kavrayışın da ardıllığını yapıyor aynı zamanda. Tiyatro sanatının değişen yüzüyle değişmeyen yönü arasında bir çelişki yok elbette. Tüm sanatların değişmeyen yanı gibi tiyatronun da değişmeyen bir tarafı var, özü bu. Doğal, toplumsal özle bireysel, insansal öz... Sonra bunun yansıdığı bin bir çiçeklenme, binlerce yıldır milyonlarca oyunla yansıyan birbirinden ilginç, farklı renk, biçim, biçem yelpazesi... İster tiyatronun asıl gücü olan eyleme sığınmış olun, isterseniz, söylem gücüne yaslanın! Sonuçta tiyatro sanatının örneğiyse yaptığınız iş, bir yanıyla tek, ama öte yanıyla çok boyutlu kuşatılışla karşılaşacaksınız demektir... Nitekim Ferhan Şensoy'un yazıp sunduğu Ortaoyuncular yapımı Fernâme, Gülşah Özdemir'in tasarlayıp sunduğu Tiyatro Hayali yapımı Tarihin Şiirli Sayfalarında Kadın vb. söyleme dayalı oyunlar kadar, Neil LaBute'den Mehmet Ergen'in çevirip yönettiği Akbank Sanat Yenikuşak Tiyatro yapımı Şeylerin Şekli vb. eyleme dayalı

a

"Şeylerin Şekli" ise, yönetmenin­ den oyuncusuna hızlı tartımlı enerjiyle kotarılmış bir sahne çalışması. Buna oyunun, dört farklı uzama dağıtılarak sunuluşundaki hoşluğu da ekleyebiliriz.

pe

cy

Sonra topluluğun yarım yüzyıldır belkemiğini oluşturan Yıldız Kenter'in sunduğu doruk oyun: Ben Anadolu. Yaşamı bir kadın yıldızla paylaşmanın öteki adı da denebilir oyun için. Ona bakarak kendi yıldızınızla buluşmak ya da. Donmamış, kalıplaşmamış bir oyunculuğu olduğunu görmek, gözlemek yeniden yeniden o yıldızın. Ne güzel bir şeymiş meğer yaldızlayıp yıldızlayarak yaşama dokunmak. Teşekkürler sevgili Yıldız Kenter, çok teşekkürler... Kent Oyuncularından, 45.

58

oyunlar, tiyatronun bu çoğulluğundan, çoksesliliğinden kaynaklanıyor aslında. Ferhan Şensoy, Fernâme'de kendi yaşamöyküsünü oyunun gerecine dönüştürürken bunu dramatik bütünlüğün kırık hüznü, lirik şiiri olarak biçimlendiriyor sanki. Evet, sonuçta söz ağırlığını hep sürdürüyor oyunda; bu çerçevede sözlere herhangi görsellik yüklemiyor Şensoy, ancak Fernâme, bu yanıyla sanattan beklenen insani özü yansıtmaktan geri durmuyor hiçbir zaman. Hele Gülşah Özdemir, Tarihin Şiirli Sayfalarında Kadın adlı oyununda, herhangi özgün yaratıma da yönelmeden üç kadın şairimizin (Nigâr Hanım, Nezihe Yaşar, Gülten Akın) kaleme aldıkları kendi yaşamöykülerinden kalkarak kadın bakışıyla son yüzyılı anlatmaya girişiyor. Enikonu bir eylem yüklemeye girişiyormuş gibi görünse de sözden kopamadığı öne sürülebilir Özdemir'in. Ancak Şensoy'un söylem ağırlıklı oyunları kadar yazdığı, sunduğu ya da oynadığı eylem yoğunluklu pek çok oyunu bulunduğu biliniyor. Gülşah Özdemir'in de bu yöndeki bir çalışmasını izlemiştim önceki mevsimde. Şeylerin Şekli ise, yönetmeninden oyuncusuna hızlı tartımlı enerjiyle kotarılmış bir sahne çalışması. Buna oyunun, dört farklı uzama dağıtılarak sunuluşundaki hoşluğu da ekleyebiliriz. Sanatla yaşam arasındaki koşutluklar, karşıtlıklar ekseninde gidiş gelişler yansıtan Şeylerin Şekli'nde yazardan yönetmene, yönetmenden oyunculara geçen


bir gerçeklik kavrayışıyla karşılaşıyoruz sürekli. Bunun ötesinde giderek birörnekliğe dönüşüyor bu. Diyeceğim, yaşamla sanat, gerçekliğin aktarımında iki temel öğe; bunun göstereni ise aşk-cinsellik, kabaca ilişkileniş... Söz konusu olan sanatlı yaşam saltık sanat değil, bunun özne tarafından algılanışı... "Sanat nedir?" gibisinden bir karşılık arayışı ya da sanattan yaşamı değiştirici niteliğiyle yararlanmanın yolu değil Şeylerin Şekli'yle önümüze gelen, tam tersine yaşamı da sanatı da kendi çıkarımıza, yararımıza değiştirmeye çabalamak, böylece sürekli değişmekte olan yaşamla uyumlu hale gelmek.

Son dönemde izlediğim iki kişilik oyunları yüreğe değen oyunlara örnek göstermek olanaklı görünüyor bana.

pe

Daha önce iki kişilik oyunların dikkat çekici olduğunu yazmıştım "Sadık Seyirci"de. İlginç yükseliş gösterdiklerine değinmiştim sonra... Nitekim Nesrin Kazankaya'nın yazıp yönettiği, Engin Alkan ile Nesrin Kazankaya'nın oynadığı Tiyatro Pera yapımı Profesör ve Hulahop, Jeffrey Hatcher'den Şükran Yücel'in çevirip Arif Akkaya'nın yönettiği, Sezai Altekin'le Ayça Bingöl'ün oynadığı Tiyatro Duru yapımı Bana Bir Picasso Gerek; Carole Frechette'ten Ece Okay Işıldar'ın çevirip yönettiği, Zeynep Özyağcılar'la Tankut Yıldız'in oynadığı Tiyatro Liman yapımı Ödül; Jean-Claude Carriere'in yazıp Zeynep Utku'nun çevirdiği, Cengiz Peksoy'un dramaturgluk yapıp Musa Uzunlar'ın yönettiği Zeynep Utku'yla Musa Uzunlar'ın oynadığı Tiyatro Yüzleşme yapımı Kara Kaplı;

Yiğit Sertdemir'in yazıp Yaman Ömer Erzurumlu'nun yönettiği, Gülhan Kadim'le Yiğit Sertdemir'in oynadığı Altıdan Sonra Tiyatro yapımı 444 adlı oyunlardan sonra gecikmeyle izlediğim Marsha Norman'dan Yıldırım Türker'in çevirdiği Arif Akkaya'nın yönettiği, Celile Toyon'la Hikmet Körmükçü'nün oynadığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı İyi Geceler Anne adlı oyunlarda yüreğe değen tiyatronun filizlerini duyduk ruhumuzda.

ister istemez bir dramatik çatışma zemini kazandırıyor.

cy

Tiyatronun Yüreğe Değen Filizleri... Usa işleyen oyunlarla yüreğe değen oyunlar kesin bir çizgiyle ayrılabilir mi birbirinden?

a

Deniz Celiloğlu'nun düz olmayan, Betül Çobanoğlu'nun ise düz karakterlerde yansıttıkları zengin ayrıntılardan beslenen çağıltılı oyunculukları, Şeylerin Şekli'ne yüksek bir alımlama düzeyi kazandırıyor görebildiğimce...

Profesör ve Hulahop'ta gerçek zamana, kadın karakterle içirilen bir sanal zaman kanşsa da tüm oyunlar yine de oyun zamanının egemen olduğu bir akışla ele alınıyor. Oyunların geriye kalanları, kadın erkek karakterlere dayandırılmışken bir tek "İyi Geceler Anne", kadınla kadının yaşamı paylaştığı sahne çalışması olarak geliyor önümüze. Bu bir ölçüt değil elbette. Ancak oyunların yüreğe değişindeki gizi ele verebiliyor yine de. Kadınla erkeğin eril, dişil varlıklar olarak sahnede yer alması, ilişkilenişe

Nitekim "İyi Geceler Anne" bu çelişkiden yararlanıyor; oyunun iç dinamiğine geçmiş gizli bir erildişil çatışması anadamann gürül gürül akmasına yol açıyor. Bu arada Celile Toyon- Hikmet Körmükçü ikilisinin oyunculuğunu da eklediğimizde buna, ortaya ileri atılma-geri çekilme dengesiyle oyunoyunculuk şöleni çıkıyor neredeyse. İki kişilik oyunlarda görüldüğünce, hemen tümünde oyunların kıldan ince, kılıçtan keskin bir denge hesabıyla karşılaşılıyor. Sonuçta iki kişilik oyunlar, yansıttıkları çok bilinmeyenli denklemleriyle tiyatromuzun kazanç hanesine, üstelik pek çok açıdan katkılar sağlıyor... Söz konusu iki kişilik oyunlar, seyirciler için bir haz kaynağı oluştururken yazarlar, yönetmenler, oyuncular, çevre tasarımcıları için de birer atölye verimliliği sergiliyor bir ölçüde. Ama tiyatro, hepimiz için de birer yaşam atölyesi değil mi zaten?

Oyunların geriye kalanları, kadın erkek karakterlere dayandırıl­ mışken bir tek "İyi Geceler Anne", kadınla kadının yaşamı paylaştığı sahne çalışması olarak geliyor önümüze.

59


pe cy a


pe cy a


cy

pe a


a

pe cy


cy a

pe


a

pe cy


cy

pe a


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.