2005_155_9243

Page 1


cy a

pe


A Y L I K

T İ Y A T R O

D E R G İ S İ

w w w . tiyatrodergisi.com.tr Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yazı işleri Müdürü: Pınar Erol Yayın Sekreteri: Ebru Seyhan Çocuk Tiyatrosu Editörü: Duygu Atay Ankara Temsilcisi: Figen Adıgüzel Katkıda Bulunanlar: Nihat Alptekin, Sadık Aslankara, Suat Başkır, Ragıp Ertuğrul, Beki Haleva, Aslı Öngören, Meliha Savaş, Neslihan Yalman. Reklam ve Halkla ilişkiler Müdürü: Çiğdem Esmer Sanat Yönetmeni: Genco Demirer (gDGa) Fotoğraf Editörü: Gülay Ayyıldız Yiğitcan (gayyildiz@tiyatrodergisi.com.tr) Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Teknik Müdür: Erkut Arıburnu Baskı: M a r t Matbaası Tiyatro

Yapım

Yayıncılık

Tic.

ve

San.

Ltd.

Şti.:

Telefon: ( 0 2 1 2 ) 2 5 9 2 1 2 4 Fax: ( 0 2 1 2 ) Banka Hesap No: T. İş Bankası, Cihangir Şb. 197 245

Muradiye

327

86

29

Deresi

Sok.

e-posta:

No:47/6

Beşiktaş

İstanbul

editor@tiyatrodergisi.com.tr

Abonelik İçin: Abonet Tel: (0212) 210 0 110 • Fax: (0212) 222 2710 e-posta: abonet@abonet.net Abonet'den tek sayı için bile abone olabilirsiniz. Yurtdışı Abone: 100 EURO

cy a

Kapak Fotoğrafı: Ebru Seyhan Kapak Tasarımı: Genco Demirer (gDGa)

EDİTÖRDEN: / S. 5 HABERLER: / S. 6

SÖYLEŞİ: Erol Günaydın: "Sahne için Hâlâ Çocuğum" I Nihat Alptekin S. 9

ELEŞTİRİ: Tiyatro Anadolu ve Oyunları I Üstün Akmen / S. 14 İZLENİM: Anadolu'nun Gençleri I Sadık Aslankara / S. 19

pe

Yayın Türü: Yerel Süreli

ELEŞTİRİ: "Ateşin Düştüğü Yer" I Ragıp Ertuğrul / S. 22 İZLENİM: Varna Festivali I Ebru Seyhan / S. 24 AMELİYAT MASASI: Mehmet Ulusoy'u Uğurlarken de Kızdırdılar I Üstün Akmen / S. 29 ELEŞTİRİ: "Gerçek Kurbanın Acısı" I Beki Haleva / S. 30

İNCELEME: İkibinli Yıllarda Oyunu Yazarlığımız / Sema Göktaş / S. 32 ÖZDEMİR ABİ'YE MEKTUPLAR: "Gözü Kara Alaturka" I Üstün Akmen / S. 35 İNCELEME: Dokunmayın Tiyatroya, Yoksa Atarım Kendimi Aşağıya I Neslihan Yalman / S. 32 SÖYLEŞİ: Onları Hatırlayanınız Var mı? I Meliha Savaş / S. 40 KIRK YILDA BİR: Ah Recep Abi Ah... I Mustafa Demirkanlı / S. 45 AMATÖR TİYATROLAR: Açıkça Tiyatro Topluluğu I Suat Başkır / S. 46 İZLENİM: New Holland Trakmak Tiyatrosu I Ebru Seyhan / S. 48 KÜLTÜR-SANAT AJANDASI: S. / 51


> Anısına

Mehmet Ulusoy Yönetmen Mehmet Ulusoy, 7 Haziran Salı günü Paris'te hayatını kaybetti. Paris'te akciğer kanseri teşhisiyle tedavi gören Ulusoy, İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda gelecek sezon sahnelenecek Erasmus'un ünlü eseri "Deliliğe Övgü" için çalışmalarını sürdürüyordu. Ulusoy'un cenazesi Türkiye'ye getirilerek 15 Haziran Çarşamba günü İstanbul'da törenle toprağa verildi. Paris'teki Saint Joseph Hastanesi'nde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Ulusoy için ilk tören, Atatürk Kültür Merkezi'nde (AKM) yapıldı. Tören, Ulusoy'un cenazesinin omuzlar üzerinde sahneye getirilmesiyle başladı. Ulusoy'un yakınlarının ve sanatçı dostlarının katıldığı törende Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin bir konuşma yaptı. Yönetmenin son olarak "Deliliğe Övgü" adlı oyun için hastalığına aldırmadan yoğun şekilde çalıştığını anlatan Bilgin, "O, tiyatro sevgisiyle birçok şeyi yendi. Tiyatro tutkusuyla, sevdasıyla bugün ölümü yendi. Ulusoy'u, tiyatronun ölümsüzleri arasına uğurluyoruz" diye konuştu. Buradan Şişli Camii'ne getirilen cenaze, öğlen namazın ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'nda defnedildi.

pe cy a

Rejisör ve oyuncu Mehmet Ulusoy 1942'de İstanbul'da doğdu. Tiyatroya Ayberk Çölok'un teşvikiyle ortaöğrenimini sürdürdüğü Galatasaray Lisesi'nin tiyatro koluyla başladı. Piccolo Teatro ve La Scala Operası'nda sergilenen yapımlarda Giorgio Strehler'in asistanlığını üstlendi. 1968'de İstanbul'a döndü ve "Devrim İçin Hareket Tiyatrosu"nu kurdu. 3 yıl boyunca köylerde, meydanlarda ve grevde olan fabrikalarda sokak tiyatrosu yaptı. 1971'de Paris'e yerleşti. Burada Fransız, Türk ve diğer milletlerden oluşan oyuncularla birlikte "Özgürlük Tiyatrosu'nu" kurdu. 1972'de Gerard Philippe de SaintDenis Tiyatrosu'nda sahnelediği "Gelecekten Destanlar" adlı oyunla ilk yapımını gerçekleştirdi. 1975-76 senelerinde Sorbonne Üniversitesi'nde Tiyatro hocalığı yaptı. 1976'dan günümüze kadar sahneye koyduğu, aralarında "Macbeth", "Benerci Kendini Niçin Öldürdü", "Kibarlık Budalası"mn bulunduğu 22 oyun sayılabilir. Sinemaya da emek veren Ulusoy, birçok filmde de rol aldı. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda 1998'de "Kibarlık Budalası", 2001'de de "Woyzeck" adlı oyunları yönetti. Sanatçı 2001 yılından itibaren Devlet Tiyatroları kadrosuna dahil oldu. Erasmus'un "Deliliğe Övgü" adlı eserinin uyarlaması üstüne çalışırken, akciğer kanseri teşhisiyle tedaviye başladı. "Benerci Kendini Niçin Öldürdü" oyununun Nisan 2005 Paris turnesinde rahatsızlanıp hastaneye kaldırılan ünlü yönetmen akciğer kanseri teşhisiyle tedavi gördüğü hastanede kalbine yenik düştü.

Recep Bilginer Gazeteci, oyun yazarı ve Tiyatro Yazarları Derneği Başkam Recep Bilginer 17 Haziran günü Ankara'da kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Bilginer için 20 Haziran Pazartesi günü saat 11.30'da İstanbul Gazeteciler Cemiyeti önünde bir tören düzenlendi. Buradan Teşvikiye Camii'ne götürülen Bilginer'in cenazesi öğlen namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. 1922 yılında Adana'da dünyaya gelen Recep Bilginer, Konya Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Gazetecilik Enstitüsü'nde okudu. Gazetecilik mesleğine 1944 yılında Vatan Gazetesi'nde başladı. Edebiyata şiirle başladı, bir süre İstanbul Şehir Meclisi'nde görev aldı. Ardından Akın ve Tasvir gazeteleri ile Düşünce ve Yeni Çağ adlı dergileri çıkardı. Daha sonra tarihsel konulu oyunlar yazmaya başlayan Bilginer'in pek çok oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu ile Devlet Tiyatroları tarafından sahneye konuldu. Yunus Emre İlme Hizmet Vakfı Ödülü ile Türk Dil Kurumu Oyun Ödülü sahibiydi. Recep Bilginer'in tanınmış yapıtları arasında "İsyancılar", "San Naciye", "Yunus Emre", "Mevlana", "Politikada Bir Sançizmeli", "Hapisliğim", "İnsan Bir Düşüncedir", "Hapiste Bir Gazeteci", "Zenginler Hükümeti", "Soruların Gündeminde", "Unutulmasınlar Diye" yer alıyor.


> Editör > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Yine nefesler tutuldu, Devlet Tiyatroları'ndaki kaosu beklemeye başladık, şimdilik ses yok, sanki Bakan Koç etrafında olup bitenlerin biraz farkına varmış gibi. İ. Rahmi Dilligil'in neden ortalıklarda dolaştığının, sürekli bir yerlerde neden karşısına çıkıp destek olmaya çalıştığının nedenini anlamış gibi görünüyor. Belki de Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki dosyasını istetip bir göz atmıştır, böyle yaptıysa doğruyu yapmıştır, yok daha yapmadıysa tez elden bir göz atsın ki anlatılanları değil, gördüklerini değerlendirsin. Her sevimli, cana yakın, duyguları okşayan sesler gerçek olmayabilir, çoğunlukla da olmaz zaten. Zaten bakanlık gibi bir görev de duygularla değil, bilgi ile yapılırsa doğru yapılır. Karar vermeden önce bir-iki insanı dinlemek, bir-iki ricacıyı kırmamak için adım atılmamalı, olayın bütününe hakim olunmalı ve atılan adımın ne olduğunu bilerek, sorumluluğunu taşımalı ki iyi ve doğru görev adamı olunabilsin. Zaten büyük tirajlı basının boy hedefi durumundasınız, acımasızca eleştiriyorlar ve genellikle de belden aşağı vuruyorlar, bir de sizin İ. Rahmi Dilligil ile zaman zaman görüştüğünüzü duysalar, aklıma bile getirmek istemiyorum: "Devlet Tiyatrolarını dolandırmaktan ağır cezada yargılanması devam eden bir Eski

cy a

Genel Müdür'e iadeyi itibar mı yapılıyor? Yoksa karar aşamasına gelen mahkeme heyetine dolaylı baskı mı yapılıyor?" manşetlerine inanın ki verecek yanıt bile bulunamaz. Aman ha Sayın Bakan, aman ha! Bu söylediklerim siyasi işler bile değil, adli işler, lekeli işler...

Erol Günaydın'ın ellinci sanat yaşını biz de bir söyleşi ile kutlayalım istedik, Yedi Tepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nden ikincilik gibi çok önemli bir derece

pe

ile mezun olan arkadaşımız Nihat Alptekin, kep giyme töreninin hemen ardından

elinde teybi soluğu Erol Günaydın'ın yanında aldı, sanırım askerlik öncesi son söyleşisini yaptı. Hele bir askere gidip gelsin, ona güzel bir kız bulup evlendirelim, sonra bakın daha ne söyleşiler yapacak... Tiyatro... Tiyatro... olarak mezuniyetini ve başarını kutluyor, yolun açık ve parlak olsun diyoruz Nihat Alptekin. *** Bu sayı bir forma (16 sayfa) az çıktık, yazı bulamamaktan değil, son anda benim aklıma gelip yazıların bir kısmını Ağustos ayına bırakmamızdan dolayı. Şimdiden Ağustos sayısının yarısından fazlası mizanpajı bile yapılmış olarak duruyor (yedekledik yani), arkadaşlar azıcık da tatil yapsın di'mi? Merak etmeyin ben bu yaz da hurdayım, umarım seneye...©


> Haberler

İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri açıklandı 30. İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri açıklandı. Üstün Akmen, Hayati Asılyazıcı, Doğan Koloğlu, Erbil Göktaş ve Nadide Küntay'dan oluşan Seçici Kurul, 2004-2005 tiyatro sezonunun En İyi Oyun Ödülü'ne Semaver Kumpanya yapımı Cuma Boynukara'nın "Mem ile Zin'i; En İyi Yönetmen Ödülü'ne Eskişehir Şehir Tiyatroları'nın "Hadi Öldürsene Canikom" ve "Ocak" isimli oyunlardaki rejisiyle Yıldırım F. Urağ'ı; En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'ne yine "Ocak" oyunundaki rolüyle Özlem Akdoğan'ı; En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'ne İBBŞT yapımı "Kiralık Konak"taki rolüyle Toron Karacaoğlu'nu değer gördü. Ödüller, 2005-2006 tiyatro döneminin ilk yerli oyununun galasında, oyun başlamadan önce düzenlenecek bir törenle sahiplerine verilecek.

cy

a

Ödüller Şöyle: En İyi Oyun Ödülü: Mem ile Zin -Cuma Boynukara En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Özlem Akdoğan - Ocak - Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: Toron Karacaoğlu - Kiralık Konak - İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları En İyi Yönetmen Ödülü: Yıldırım F. Urağ - Ocak - Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları En İyi Dekor Ödülü: Osman Şengezer - Pir Sultan Abdal - Tiyatro Ayna En İyi Kostüm Ödülü: Osman Şengezer - Pir Sultan Abdal - Tiyatro Ayna En İyi Müzik Ödülü: Cahit Berkay - Benim Meskenim Dağlardır - Ankara Sanat Tiyatrosu En İyi Işık Ödülü: Yakup Çartık - Bedreddin - İstanbul Devlet Tiyatrosu İsmet Küntay Özendirme Ödülü: "Eskişehir'de nitelikli yapımlara imza atan genç profesyonellerden kurulu bir ekip olan" Tiyatro Anadolu İsmet Küntay Onur Ödülü: "Tiyatronun hemen her alanında yaptığı çalışmalarla Türk tiyatrosuna olan katkılarından dolayı" Özdemir Nutku

Klasik Türk Edebiyatı'ndan Oyun Uyarlama Yarışması

pe

TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı, "Oyun yazarlığının teşvik edilmesi, Klasik Türk Edebiyatı 'nın seçkin örneklerinden yapılacak uyarlama oyunların tiyatro literatürüne kazandırılması, böylece Klasik Türk Edebiyat tarihinde önemli yeri olan eserlerin daha geniş kitlelerle buluşturulması, ilgi uyandırarak yeniden okunması ve genç kuşaklara tanıtılması ile ulusal tiyatromuzun zenginleştirilmesi." amacıyla Klasik Türk Edebiyatı'ndan Oyun Uyarlama Yarışması düzenliyor. Yarışmaya, değerlendirme kurulunda görev alan kişiler ve bu kişilerle birinci dereceden kan bağı olanlar ile sihri yakınları katılamıyor. Katılımcılar, uyarlama yapacakları eserleri seçmekte özgür. Bir kişinin birden çok eserle katılabileceği yarışmaya son başvuru tarihi 1 Kasım 2005. Yarışmaya katılan eserler özel bir jüri tarafından değerlendirilecek. Jüride: 1 bakanlık temsilcisi, bakanlıkça seçilecek 2 tiyatro insanı, D.T. Genel Müdürlüğü'nce görevlendirilecek 1 dramaturg, lrejisör, 1 oyuncu, Eleştirmenler Birliği'nce atanacak 1 eleştirmen yer alacak. Sonuçlar 15 Aralık 2005 tarihinde açıklanacak. Eserler, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü Baş Dramaturgluk Opera/Ulus adresine gönderilecek. Ayrıntılı bilgi Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nün www.devtiyatro.gov.tr sitesinden edinilebilir.

Enka Açıkhava'da Tiyatrolu Geceler Enka Kültür ve Sanat'ın her yaz düzenlediği kültür etkinlikleri 24 Haziran günü başladı. 25 Ağustos 2005 tarihine kadar Enka Açıkhava Tiyatrosu'nda gerçekleştirilecek etkinlikler arasında tiyatroseverler kaçırdıkları oyunları yakalayabilecekleri gösterimler de yer alıyor. 21.15'de başlayan etkinliklerden önce saat 20.00'de ve etkinlik bitiminde AKM-Enka servislerini kullanabiliyor. Servisleri kullanmak isteyenlerin Enka yetkilileriyle önceden iletişim kurması gerekiyor. Etkinlikler program şöyle: 1 Temmuz 2005 Cuma saat 21.15/ Özlem Tekin konseri. 6 Temmuz 2005 Çarşamba saat 21.15 İspanya'dan Laura Tabanera Flamenko Topluluğu'nun flamenko gösterisi. 8 Temmuz 2005 Cuma saat 21.15 Tiyatro İstanbul "İkinin Biri" /13 Temmuz 2005 Çarşamba saat 21.15 - Dostlar Tiyatrosu "Buluşma" I 15 Temmuz 2005 Cuma saat 21.15 - İlhan Şeşen konseri. / 20 Temmuz 2005 Çarşamba saat 21.15 - Ortaoyuncular "Beni Ben mi Delirttim" 22 Temmuz 2005 Cuma saat 21.15 - Yunanistanlı şarkıcı Aliki Kayaloglou konseri. / 26 Temmuz 2005 Salı saat 21.15 The Aviator (Göklerin Hakimi). 128 Temmuz Perşembe 21.15- Shall We Dance (Aşka Davet) adlı romantik komedi sinemaseverle buluşacak. Etkinlik 28 Ağustos'da sona erecek. Ayrıntılı bilgi ve rezervasyon için: Enka Vakfı Sadi Gülçelik Spor Sitesi, İstinye-İtanbul Tel:0212 276 22 14-151209 Faks:0212 276 22 98 E-posta: enkakultur@enka.com Web: www.enkasanat.org


> Haberler

DETİS, ÖTİS Oldu Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği (DETİS), 16.06.2005 günü yapılan 3. Olağan Genel Kurulu ardından yeni yönetimini açıkladı. Mehmet Ege, Oktay Dal, Ahmet Mümtaz Taylan, M. Cem Emüler, Servet Pandur, Benian Dönmez ve Mehmet Akay yönetim kurulu üyeliklerine; Berin Ötenel, Serpil Gül ve Zafer Güllü denetleme kurulu asil üyeliklerine seçildiler. Ayrıca; Yönetim Kurulu yedek üyeliklerine E İpek Bilgin, İlham Yazar, Erdal Beşikçioğlu, Ebru Nil Aydın, Yaprak Onat Atik, denetleme kurulu yedek üyeliklerine ise Ercan Eker ve Berrin Öney seçildi. Derneğin adının, "29.01.2004 tarih ve 5072 sayılı Dernek ve Vakıfların Kamu Kurum ve Kuruluşları ile ilişkilerine Dair Kanunun koşullarına uymak" maddesine göre "Ödenekli Sanat Kurumlan Sanatçıları Derneği (ÖTİS)" olarak değiştirilmesi uygun görüldü. Dernek, yeni yönetimin de sanatçıların çıkarları doğrultusunda çalışmaya devam edeceğini bildirdi.

TEB Ödülü Van D.T.'nin

pe cy

a

Tiyatro Eleştirmenler Birliği 2004-2005 Yılı Ödülü, Van Devlet Tiyatrosu'nun oldu. Sevda Şener, Atila Sav, Ayşegül Yüksel, Gülşen Karakadıoğlu, Türel Ezici, Selda Öndül, Tülin Sağlam, Süreyya Karacabey ve Filiz Elmas'tan oluşan TEB Seçici Kurulu, "Kuruluşundan günümüze, tiyatro sanatı uygulamaları profesyonel ve amatör düzlemlerde sınırlı kalmış bir bölgede, çocuklar, gençler ve yetişkinlere seslenen tiyatronun yapılandırılması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması yoluyla, tiyatro yaşantısının bölge düzeyinde canlandırılması için yaptığı verimli çalışmaları ve bu çalışmaların bir ürünü olarak Haldun Taner 'in 'Sersem Kocanın Kurnaz Karısı' oyununun başarılı yönetimi, oyunculuğu, tasarımı, yapımı nedeniyle." tiyatroyu ödüle değer bulduğunu açıkladı.

İ.B.B.Ş.T. ve İsveç Devlet Tiyatrosu'ndan Oyun Alışverişi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları ile İsveç Devlet Tiyatroları yöneticilerinin ortaklaşa yürüttüğü çalışma kapsamında iki ülkenin tiyatro sanatçıları, ortak projeler için bir araya geliyor. AB kültürel işbirliği çerçevesinde görüş alışverişinde bulunan iki ülke sanatçıları, Türkiye ve İsveç'te oyunlar sergilemeye karar verdi. İsveç'i ziyaret eden İ.B.B.Ş.T Genel Sanat Yönetmeni Mazlum Kiper ile oyuncular Aziz Savran, Rıdvan Çelik ve İ.B.B.Ş.T. Müdürü Abdullah Kaplan; İsveç Devlet Tiyatroları Başkanı ve Sanat Yönetmeni Birgitta Engling ile görüştü. Görüşmede İsveçli tiyatro oyuncularının "Elecktras Broder" isimli oyunu gelecek ağustos ayında İstanbul Şehir Tiyatroları sahnelerinde oynamasına karar verildi. İ.B.B.Ş.T. oyuncuları da "Ben Anadolu" adlı oyunu gelecek kasım ayında İsveç'te sahneleyecek.

Tiyatro Örgütlerinden D.T. ve D.O.B. Atamalarına İlişkin Açıklama TOBAV, TOMEB, ÖTİS ve Kültür Sanat-Sen İstanbul Şubeleri, son zamanlarda Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi'nde boş olan bazı kadrolara yapılacak atamalar ve görev değişikliklerine ilişkin söylentilerle ilgili yazılı bir açıklama yaptı. Söz konusu kurumların kuruluş kanunlarında hangi atamaların hangi makamlar tarafından yapılacağı ve hangi makamlar tarafından onaylanacağının "açıkça, yoruma müsait olmayacak bir biçimde" ifade edildiğine dikkat çeken açıklamada; "Herkesi hukuka saygı duymaya ve yasalara uymaya davet ediyoruz" denildi. Geçmişte yasaların bu maddelerini delen kurum yöneticileri ve siyasilerin varlığını da hatırlatan örgütler, daha iyi bir Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi yasası çıkana kadar var olan yasaya sahip çıkacaklarını vurguladılar. Açıklamada şöyle denildi: "Dün olduğu gibi bugün de yarın da, hangi kişilerden, hangi siyasi partilerden gelirse gelsin kurumlarımızın yasalarının ihlal edilmesine izin vermeyeceğiz! Daha aydınlık bir Türkiye için gerekli olan kurumlarımızın üzerinde, kapalı kapıların ardında oyunlar oynanmasına izin vermeyeceğiz! AB uyum sürecinde hukuk alanında iyileştirmelerin yapıldığı ülkemizde yasa anlamında 1949 tarihinde çıkan yasalarımızın gerisine düşmeyeceğiz! Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi'nin yeniden yapılanma sürecinde kurumlarımızda daha katılımcı daha demokratik bir yasal düzenleme hedefimizdir. Hükümetin yeni çıkan yasalarla ilgili demokratik kitle örgütlerinin görüşlerinin alınacağı sözünü yerine getirmesini bekliyoruz... Kamuoyundan gerekli desteği ve duyarlılığı göreceğimizden eminiz. Herkesi göreve Çağırıyoruz!"


> Haberler

4. PAM (Profîlo Alışveriş Merkezi) Liselerarası Tiyatro Buluşması Bu yıl 4' ncüsü gerçekleşen ve artık gelenekselleşen Profilo Liselerarası Tiyatro Buluşması, 16 Mayıs-6 Haziran tarihleri arasında Profilo Alış veriş Merkezi Salonları'nda yapıldı. 135 Lisenin başvuruda bulunduğu ve kura sonucu 30 liseye indirilen buluşmada günde iki oyun sergilendi. Prof. Dr. Özdemir Nutku, Prof. Dr. Hülya Nutku, Tuncer Cücenoğlu, Hilmi Zafer Şahin, Dr. Zerrin Yanıkkaya, Burcu Çavuş, Fatma Keçeli, Duygu Atay, Hikmet Körmükçü, Altan Gördüm, Emre Kınay, Uğur Demirpehlivan, Filiz Ekinci, Ali Altuğ, Başak Meşe'den oluşan jüri, oyunları canlı ve bant kayıtlarından izleyerek ödülleri belirlediklerini açıkladı. En iyi oyun olarak seçilen Özel Acarlar Lisesi'nin, Güner Sümer'in yazdığı "Yarın Cumartesi" oyunu, en iyi kız ve erkek oyuncu ödüllerini de aldı. Övgüye değer oyun olarak da Saint Joseph Lisesi'nin "Oscar" adlı oyunu seçildi. Ödüller, Ahu Türkpençe ve Vatan Şaşmaz'ın sunduğu gecede sahiplerini buldu.

Terakki Vakfı Gençlik Tiyatroları Festivali Ödülleri Dağıtıldı

pe cy

a

10' ncu Terakki Vakfı Gençlik Tiyatroları Festivali 23-28 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirildi. Beşiktaş Bingül Erdem Lisesi, Üsküdar Amerikan Lisesi, Göztepe İhsan Kurşunoğlu Lisesi, Üsküdar Ahmet Keleşoğlu Anadolu Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi, Özel Fener Rum Lisesi, Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi ve Terakki Oyuncuları'nın katıldığı festival bitiminde gelenekselleşen ödüller de dağıtıldı. Festivalin açılış bildirisini Beşiktaş Bingül Erdem Lisesi ve Göztepe İhsan Kurşunoğlu Lisesi; kapanış bildirisini ise Göztepe İhsan Kurşunoğlu Lisesi ile Üsküdar Ahmet Keleşoğlu Anadolu Lisesi sundu.

Terakki Vakfı Tiyatro Ödülü Haluk Bilginer'e ve Festival Onur Ödülü ise Hayati Asılyazıcı'ya verildi. Festival'de bu yıl En İyi Topluluk ve En İyi Işık ödülünü "Mutfak" isimli oyunuyla Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi alırken; Jüri Özel Ödülü, En İyi Dekor ve En İyi Kostüm ödülü "Ayak Bacak Fabrikası" isimli oyunuyla Üsküdar Amerikan Lisesi'ne verildi. En İyi Oyuncular: Sercan Oytun Tokuç (Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi), Yorgo Erkek (Özel Fener Rum Lisesi), Ev Kedileri Grubu (Özel Fener Rum Lisesi), Beyza Tiryaki (Kadıköy Anadolu Lisesi); Övgüye Değer Oyuncular: Maria Çiçeklioğlu (Özel Fener Rum Lisesi), Cemil Hamzaoğlu (Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi), Melis Cengizhan (Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi), Yasemin Özdemir (Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi), Onat Yılmaz (Üsküdar Amerikan Lisesi), Ege Cansu Saçıkara (Üsküdar Amerikan Lisesi) seçildi. Terakki Vakfı, Festivalin 10' ncu yılı nedeniyle; Afife Jale, Muhsin Ertuğrul, Bediha Muhavvit, Ahmet Vefik Paşa, Şinasi, Musahipzade Celal, Haldun Taner, Haldun Dormen, Yıldız Kenter ve Cüneyt Gökçer'in birer büstünü yaptırdı. Büstler, festivalin ilk günü düzenlenen törenle açıldı. Büstler, bundan böyle Terakki Okullarının iç ve dış mekânlarında sergilenecek.

İlköğretim Okulları Oyunlarla Kapandı Okulların kapandığı Haziran ayının ilk haftası, çok sayıda ilköğretim okulunda da oyunlar sahnelendi. Yıl boyunca piyesler seçip öğretmenlerinin yardımıyla hazırlanan öğrenciler birbirinden renkli gösteriler sahnelediler. Tiyatroyla belki de ilk kez tanışan minik öğrencilerin heyecanını, onları izlemeye gelen velileri de paylaştı. Namık Kemal İlköğretim Okulu 2. sınıf öğrencilerinin sahneledikeri "Küçük Bulut" oyununda Melih Demirkanlı da başrolü üstlendi ve dergimizi layıkıyla temsil etti.


50. Sanat Yılını Kutlayan Erol Günaydın:

pe cy

a

Sahne için Hâlâ Çocuğum

> Nihat Alptekin > nihatalptekin@tiyatrodergisi.com.tr

Önce Engin Cezzar, sonra Nejat Uygur ve şimdi Erol Günaydın. Üçü de Türk tiyatro tarihi olarak karşımda durdular. Cefalarının bugün nasıl başkalarının sefalarına dönüştüğünü anlattılar. Erol Günaydın ile röportaj yapmaya giderken aklıma hep gülen tonton bir ağabey, bir amca, bir dede geldi. Onlarca oyunun, onlarca filmin en göze batan oyuncularından biri olarak çoktan tiyatro tarihimize geçmişti bile. Bu röportaj ile 15. yılımız, için en güzel hediyelerden birini verdi bize. Röportaj bu sayfalarda sizinle buluşurken, Erol Günaydın bütün çektiği cefalarla tiyatro için harcadığı emeklerle ve 72 yaşında onca ameliyat ve hastalık geçirmesine rağmen bugün bile eksilmeyen tiyatro tutkusu ile yüreklerimize yazıldı bile... iyi ki vardın, iyi ki varsın üstat. Ellinci emek yılın kutlu olsun... Öncelikle 50. yılınızı kutluyorum. Kısa bir değerlendirme yapar mısınız? Halkın kültür yozlaşmasından ve bilinçli olarak cahil bırakılmasından dolayı tiyatrodan uzaklaştığı günler yaşıyoruz. Evet, nüfusumuz çoğaldı. Ama yalnızca bilinçsiz bir kabalık olduk. 70 milyon nüfuslu Türkiye'de 3 milyon insan tiyatroya gidiyor belki de. İstanbul 1 milyon nüfuslu iken bir oyun aylarca afişte kalırdı ve kapalı gişe oynardı. Nüfus arttı ama tiyatro azaldı. Teknoloji gelişti, iletişim hızlandı ama maalesef bunlar arasında tiyatro kendine yer bulamadı.


İki dönem arasında bir karşılaştırma yapar mısınız? Siz öyle şanslı bir kuşaksınız ki sansürünüz yok, kovalamacınız yok, hapisler yok. Bizim zamanımızda tiyatrocular işkenceler gördü, hapislerde yattı. Ankara Sanat Tiyatrosu, Ankara Birlik Tiyatrosu ve bazı tiyatrocular kovuşturmalar arasında tiyatro yapmaya çalıştı. Ben, Nâzım Hikmet'in "Yolcu" oyununu hazırladım, 1966 yılında Anadolu'ya turneye çıktım ama hiçbir yerde oynama izni alamadık. Ama sizin de seyirciniz vardı? Evet, ama o seyirci yalnızca İstanbul'daydı. Anadolu'ya çıktığımızda o seyirciyi bulamıyorduk. Evet, o dönem bilinçli bir seyirci vardı ama sansür yüzünden o bilinçli seyirciyle de birçok şeyi paylaşamadık. Ancak komedi oynayabiliyorduk. Sinemaya da biraz bu baskı ve maddi sıkıntıdan dolayı mı başladınız? Elbette bir süre sonra yaşadığımız sıkıntılar dayanılmaz oldu. 1960 yılında ilk filmimde oynadım. Genelde yaz aylarında filmlerde oynuyorduk. Diğer zamanlarda da tiyatroya bütün sıkıntılarına rağmen devam ediyorduk. Çünkü tiyatro masraflı iştir. Sinemadan kazandığımızla provaya gittik, ev kiramızı ödedik ve öyle tiyatro yaptık. Ama yeri geldi ben aynı gün farklı tiyatrolarda farklı oyunlara çıktım. Kısaca bugün de tiyatro yapabilmek için varlıklı olman gerekiyor. Yani yatacak yerin, yiyecek yemeğin olmalı. Çünkü tiyatro gelir kapısı değildir. Dünyanın birçok yerine göre bizdeki özel tiyatro ortamı daha kötü.

Artık biraz dinlenseniz... Olur mu be? Sahneye öyle tutkuluyum ki. Sahneye çıktığımda kendimden geçiyorum. Tiyatro iki kalas bir heves değildir; tiyatro, o heves tutku olduğunda gerçek anlamını bulur. Sahne ile aramızda bir bağ var. Sahne istemediği adamı atar üstünden. "Uzun Donlu Kişot" provalarına başladığımız ilk günlerde uzun yıllardır çıkmadığım sahneye salonda kimse yokken loş ışıklar altında bir çıkayım dedim. Son adımımı atarken sahne bana çelme taktı yuvarlanmaya başladım. Ama kendimi sahnenin ortasında buldum. Oturdum dedim ki: "Ey emektar dostum yaptın yine bana yapacağını beni kucağına çektin ben seni nasıl bırakırım." Eğer dışarı düşürseydi beni, bir daha çıkamazdım oraya. Sahnenin ortasında öylece otururken karanlıkta birden ışıklar arasında Kamuran Usluer'i, Şükran Güngör'ü, Cahit Irgat'ı, Adile Naşit'i gördüm. Baktım hasretle sahneye bakıyorlar. Ben hazır elimde fırsat varken; nefes alabiliyorken nasıl sahneyi bırakabilirim? Geleneksel tiyatro anlayışı ile dramatik tiyatro biçiminde de oyunculuğunuz var. Bu ikisinin tekniklerini oyunculuğunuzda nasıl kullanıyorsunuz? Şimdi Galatasaray Lisesi'nde öğrenciyken taklitler yapıyordum. Hocamız Ahmet Kutsi Tecer ile tiyatro çalışmaları yapıyorduk. O dönemlerde hem dramatik tiyatroyu hem geleneksel tiyatroyu tanımaya çalışıyordum. Ahmet Kutsi Tecer'den geleneksel tiyatroyu öğrendim. Dormen Tiyatrosu'nda 1955 yılında profesyonel olunca metinli oyunlar oynamaya başladım. Ancak hep yabancı oyunlar oynuyorduk. Benim o dönem sorguladığım şeylerden biri "neden bizim yazarlarımız daha çok oyun yazmıyor ve biz kendi hikâyelerimizi oynamıyoruz" konusuydu. Tam o dönemlerde Turgut Özakman, Refik Erduran, Haldun Taner imdadımıza yetişti. Bizim tiyatro geleneğimizde yatan zenginliği keşfettim. Düşünsenize, meddah elinde bir değnek, bir mendil ile Anadolu'yu dolaşıyor ve doğaçlama hikâyeler anlatıyor.

pe cy a

En son geçtiğimiz sezon "Uzun Donlu Kişot" oyununda sahneye çıktınız. Bugünün seyircisi hakkında gözlemleriniz nedir? Her şeyden önce ben Ses Tiyatrosu binasının çevresini çok iyi bilirim. Çünkü 40 yıl önce de orada Dormen Tiyatrosu'nda oynamıştım. Seyirci kaçıp gitmiş hatta Ferhan'a sordum "nereye gitti bu seyirci" diye. Beyoğlu tıklım tıklım, insanlar yürümekte zorluk çekiyor. Ama o kalabalık barlara, köftecilere gidiyor. Tiyatroların kapısını çalan yok. Üstüme üstüme yürüyen insanları görünce ürktüm. 35 yıl önce o kalabalık tiyatroları dolduruyordu.

Evet, eskisi kadar olmasa da gelenler vardı. Ama benim hastalığım çıkınca oyunu durdurmak zorunda kaldık. Ben bir an önce kısa süre içinde iyileşip sahneye çıkmayı hayal ederken yaklaşık 6 ay kanser tedavisi ile ilgilendim. Hastanede enfeksiyon kaptım. Beni seyircimden ayırdılar. Neyse ki şimdi iyiyim. 72 yaşındayım ama sahne için hâlâ çocuğum. Daha çok boğuşmak daha çok öğrenmek, öğretmek istiyorum yakında bir müzikale başlayacağım.

"Uzun Donlu Kişot" oyununun seyircisi vardı ama hem sizin için hem Ferhan Şensoy için geliyorlardı.


cy a

pe


ile oynadığım oyunları izleyen konservatuar hocalarından bazıları Devlet Tiyatrosu'nda çalışmamı istediler. O zamanlar bölge tiyatroları kanunu çıkmıştı, bölgelere konservatuar mezunu olmayanları da alıyorlardı. Ben de maddi açıdan rahat edebilmek için Devlet Tiyatrosu'na girdim. Ama ancak bir sezon dayanabildim. Memur olamayacağımı anladım. Orada ruhu yitiriyorsunuz. Ama para kazanıyorsunuz. Ben heyecanı tercih ettim. "Kleopatra'nın Mezarı" adlı oyunla başladım. 1957 yılında Devlet bursuyla Avignon'a gittim. Jean Vilar ile tanıştım. Dario Fo'yu izledim.

cy

a

Ortaoyununda dekor, aksesuvar olamadan bir dünyayı seyirciye sunuyorsunuz. Birileri tarafından hep küçümsendi tiyatromuz, hep küçümsendi ama onların meşakkatli mücadeleleri sayesinde bugünlere geldik. Biz üstatların çektikleri cefanın sefasını sürüyoruz. Kavuklu Hamdi, Küçük İsmail'i unutmak, onları yok saymak mümkün mü? Sağolsunlar Ferhan ve Müjdat bu geleneğe sahip çıkıyorlar.

Hiç yönetmenlik yapmayı düşündünüz mü? Hayır, hiçbir zaman düşünmedim. Benim için oyunculuk her zaman en önemli ve en zevk aldığım alan oldu. Evet, oyunculuk eğitimi almadım. Çünkü tek tipliğe her zaman karşıyımdır. Ayrıca o dönemin konservatuar hocalarına ders verecek düzeydeydim. Bol bol okurdum, oynadığım her oyunun dramaturgisini yapardım. Sermet Çağan ile sabahlara kadar tartışırdık. Bir de zaman zaman yazarlık yaptım. Ama önce oyunculuk.

pe

Sizin meddah ve Karagöz sanatçılığınız ne zaman başladı? Dediğim gibi daha tiyatroya ilk başladığım yıllarda geleneksel tiyatroya ilgim vardı. Yetmişlerin ortasında televizyonda meddahlık yapmaya başladım. Yıllar geçince de meddahlık daha çok benim üzerime kaldı. Bir de Nasrettin hoca olma meselesi var onu da 20 yıldan fazla yaptım, İsmet Ay ile yaptığımız kocakarı tipleri vardı. "Yaygara 70" için yarattığım tiplerdi. Ki benim oynadığım kadın ve İsmet'in oynadığı kadın komşularımdı. İki kadını bir araya getirdik ve yıllarca onları insanlara sunduk. Geleneksel tiyatro ile olan ilgim hem çocukluğumda ramazan gecelerinin eğlencelerinden hem de gençliğimde izleme mutluluğuna eriştiğim İsmail Dümbüllü ile beslendi.

Münir Özkul ile çok iyi bir ikili olabilirdiniz aslında! Bir dönem ikili olarak çok iş yaptık. İzmir Fuarı'nda yer yerinden oynadı. Hatta, Dario Fo'nun ekibinden biri bizi izlemiş. Seyircinin bu kadar ilgisini hayretle karşılamıştı. "Ne yapıyorsunuz ki seyirci bu kadar sizi seviyor?" diye sormuştu. Daha sonra Münir'in sağlık sorunları oldu. O birlikteliği hiçbir zaman unutamam. Eğer devam edebilseydik. Çok daha güzel işler çıkarırdık.

Bugünkü tiyatro ortamı için neler söyleyeceksiniz? Gençler çok yorgunlar. Bizim zamanımızın tutkusu yok. Her şey paradan geçiyor. Bu kadar paracı bir dünyanın içinde değildik. Şimdi merhaba desen kaç paran var diye soruyorlar. Televizyonda oynarsan milyarlar tiyatroda oynarsan karın tokluğu söz konusu. Büyük bir dengesizlik var. Biz üstatlarımızın çektiği sıkıntıları bilerek ve bu sıkıntıları çekmeyi kabul ederek bu mesleğe başladık. Gençler televizyonun ışıltısına aldanıyor ve olmayacak hayallerin peşine düşüyorlar. Bir de sizin Devlet Tiyatroları döneminiz var. Evet, Galatasaray Lisesi'nde ve daha sonra Haldun Dormen

Her biçimde oyunda oyunculuk yaptınız herhalde? Evet, önce vodvillerle başladım, Shakespeare oynadım, yerli oyunlar oynadım. Meddahlık yaptım, pişekar oynadım. Yıllarca kadın taklidi yaptım bu mesleğin bütün sularında yüzdüm. Yerli olanın aşağılandığı bir ülkedeyiz böyle olunca da birileri bütün toplumun olan değerleri sahipleniyor. Ben, benim insanımı aradım yıllar boyu. Ayrıca geleneksel biçim karakter yaratmada çok yardımcı olur. Özellikle Ankara devlet tiyatrosu çok ruhsuz oynar. Görev olarak yaparlar. Rahattırlar, her şeyleri ellerinin altındadır. Makyajını bile başkası yapar. Ben oyuncunun makyajını kendisinin yapmasından yanayım. Ben makyajımı yıllarca kendim yaptım. Kostümümü kendim giydim. Nefes açar, bırrr brrr bir şey yapar sonra ilk replikte dili sürçer, şaşırır. Samimiyet yok anlayacağın. Devlet ödenekli tiyatrolara ayırdığı bu parayı, bu ruhu koruyan özel tiyatrolara verse... Elbette daha iyi olurdu. Ödenekli tiyatrolar kendi içlerine kapanmışlar kimseyi aralarına almıyorlar. Al gülüm ver gülüm anlayacağın. Herkes birbirini kolluyor. Bir bunalım var. Eğlenerek oynamıyorlar. Hamlet'i oynarken bile eğlenerek oynamalı. Gönül işidir bu. Teknik meknik onlara


Yozlaşmanın ortasında yetişen oyuncuları nasıl görüyorsunuz? Bu konuda umutsuz değilim, çok iyi genç oyuncular var. Hepsi birbirinden özgün, yaratıcı ve mücadeleci. Ödenekli tiyatrolarda da iyi oyuncular var. Ama daha mesleğin başında olgunlaşmadan televizyona yöneliyorlar. Oysa ellerindeki fırsatı değerlendirip o yozlaşmayı, samimiyetsizliği ortadan kaldırabilirler. Ben her çalıştığım işte paylaşımcı olmaya çalışmışımdır. Özellikle meslekte uzun yıllar geçirdikten sonra çalıştığım genç oyunculara tecrübelerimi aktarmışımdır. Örneğin çiçek taksi adlı dizide oynarken oradaki yetenekli genç oyuncu arkadaşlardan birine kendini gösterme çabasının ve komiklik yapma çabasının boş olduğunu, seyircinin her şeyi gördüğünü anlatmaya çalıştım. Seyirci her şeyi görür. Yeter ki sen samimiyetle göster. Selam verirken beni itip arkaya atmaya çalışanlar oldu ama ben önemsemedim çünkü oyunu oynarken seyirci görmek istediğini görmüştür, en arkada da dursan seyirci seni bulur ve alkışlar. Yıllardır ödenekli tiyatrolar hiç değişmedi mi? Maalesef değişmedi. Evet, Şehir Tiyatroları'nın seyircisi hâlâ var ama çaresizlikten gidiyor. Çünkü ucuz. Ama kalitesiz oyunlar oynuyor. Mesela, biz yıllar önce Ayten Gökçer, Cihan Ünal gibi isimlerle "Yedi Kocalı Hürmüz" oyununu yapmıştık. Bugün Şehir Tiyatrosu, Levent Kırca'nın karısını piyasa şarkılarını söyleterek oynatıyor. Nükhet Duru bile daha iyi oynamıştı. Koskoca Dar-ül Beda-i bu kadar düştü mü? Muhsin Hoca'nın kemikleri sızlıyordun

Biraz da sinema serüveninizden bahsedelim... Yaklaşık 30 filmde oynadım. 1966 yılında senaryosunu Erol Keskin ile yazdığım Haldun Dormen'in yönettiği "Güzel Bir Gün İçin" adlı filmle ödüller aldım. Lütfü Akad ile çalıştığım "Düğün-Gelin-Diyet" üçlemesini de unutamam. En son Ferhan Şensoy'la "Pardon" adlı filmde oynadım. Sinop hapishanesine gittim ve orada bir kuşağın düşünmekten suçlu bulunanların neler çektiğini bir kez daha yakından gördüm ve ne yazık ki "aldırma gönül" diyemedim. O acıları unutmadık ve unutmamalıyız. Maalesef acılarla yaşlandık. Şimdi siz gençlere çok iş düşüyor; özgür sanata evet dedirtmelisiniz. Merak etmeyin toplumsal sorumluluğunuzun farkında olan gençler de var, onlar sizin attığınız temeller üzerinde sağlam yapılar kurmaya çalışıyorlar. Biz Anadolu'nun her karış toprağına tiyatro götürmeye çalıştık. Ama korsan tiyatrolar yüzünden halk biraz tiyatrodan soğudu. Herkes grup kurdu, bilen bilmeyen bu işi para kazanmak için yapmaya çalıştı. Birileri cebini doldurdu, birileri cefasını çekti. 50. yıl kutlamanız nasıl geçti. Hayal kırıklığı yaşadınız mı? İkinci elli yıl için yola çıktım. Ben jübile yapmadım. Sanatçının jübilesi olmaz zaten. Ben yalnızca arada bir nefes aldım.

Hayır, ne hayal kırıklığı? Tam tersine kendimi bir rüyada gibi hissettim. Herkes oradaydı. Kendi kuşağımdan oyuncular, genç kuşaktan oyuncular, ses sanatçıları, halk, herkes yanımdaydı ve gözyaşları ile izledim töreni. Çektiklerimin, emeklerimin boşa gitmediğini gördüm. Ben hiçbir zaman gözlüklü şöhret olmadım. Halkın arasındaydım, hep aileden biri oldum, pazara çıktım, kahvede oturdum hep sokaktan beslendim ve onlar da bunu her zaman bildiler ve beni yalnız bırakmadılar©

pe

cy

Zaman zaman yine meddahlık yapıyor musunuz? Evet, bazen belediyelerin organizasyonlarına katılıyorum. Ama onlar da çocukları getiriyorlar. Tamam, eski bir geleneği çocukların izlemesi öğrenmesi önemli ama ben onlara ne anlatayım? Meddah ve Karagöz ki yıllarca saraylarda, konaklarda en ağır toplumsal eleştirileri yapmışlar, cezalar almışlardır. Bugün de bunu kullanabiliriz ama büyüklerin işine gelmiyor sanırım. Maalesef ortaoyunu da hakkı ile oynanamıyor ve artık unutuldu...

Yıllarca geleneksel tiyatromuzun bütün alanlarına emek vermiş üstad Erol Günaydın ile sohbet edip de Karagöz 'den söz edip onun Deli Rıfkı tarafından yapılmış ve Avrupa 'nın bir çok şehrinde bu geleneği tanıtmak için insanların hayran bakışları altında oynatılan Karagöz tasvirlerine dokunmamak, üstat ile kısa bir muhavere yapmadan durmak mümkün mü?

a

inanmıyorum, yalnızca insana inanıyorum. Nedense ödenekli tiyatroların oyuncularının çoğu sahne sempatisini yitirir bir süre sonra oyunları da devlet gibi grileşir soğur ve seyircinin yüreğini üşütür.


Ülkemizde bir ilk ve öncül yapılanmaya tek örnek:

pe

cy

a

Tiyatro Anadolu ve Oyunları

> Üstün Akmen > ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr

Ülkemizin profesyonel anlamda ilk ve tek "Üniversite Tiyatrosu" olan Eskişehir'deki Anadolu Üniversitesi'nin Tiyatro Topluluğu Tiyatro Anadolu, 2004-2005 sezonunda sergilemiş oldukları oyunları ardı ardına sahneleyerek sezonu kapattı. Dördünü değil ama üçünü izleme olanağını buldum, gerçekten mutlu oldum. Bu mutluluğumu hiç abartmadan okurlarımla paylaşmak ise, elbetteki doğal görevim. Kim Bu "Tiyatro Anadolu"cular? Tiyatro Anadolu, her şeyden önce emsallerine örnek gösterilebilecek nitelikte öncül bir yapılanma. Temelleri 1993 yılında atılmış, 1999 yılından bu yana profesyonel anlamda kendi kadrosu, kendi mekânları ve repertuvarıyla, başta öğrenciler olmak üzere Eskişehirlilere haftada düzenli olarak dört gün perde açmaktalar. Tiyatro tekniği açısından tamamen kurum bünyesindeki atölye ve diğer teknik birimlerin olanaklarından yararlanıyorlar. Oyuncuların pek çoğu sanatsal çalışmalarının yanı sıra akademik olarak da çalışmalarını sürdürüyor. Çalışmalarını yaşanmakta olan kültür-sanat erozyonuna somut bir çözüm önerisi olarak sunarlarken, sekizi erkek toplam on üç kişilik kadronun tümünün gözlerinden ateş fışkırıyor.


Shakespeare'in "Kuru Gürültüsü" hiç de kuru gürültü değil Bu grubun, yani "Tiyatro Anadolu" yapımı Shakespeare'in "Kuru Gürültü-Much Ado About Nofhing"ini Sevgi Sanlı'nın her şeyden önce Shakespeare dili ve biçemini bilerek, üzerlerinde düşünerek, yorumlar üreterek, özgün metne gerektiği oranda sadakat göstererek, dolayısıyla akademik niteliklerden arındırarak, tiyatroya uygun bir dille çevirisinden izledim. Sevgi Sanlı'nın özellikle, ağdalı sözler kullanıp bilgiç ve kibar görünme meraklısı Bekçi Dogberry ve Verges'in örneğin: "Madem ki bu vazifeyi feruhte ettiniz, tezvirat yapabilirsiniz," gibi özentili dil yanlışlarından doğan mizahı fevkalade ortaya çıkardığına okuyarak tanık (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - Ekim 2002) olmuştum zaten. Oyunu izlerken, "Eski çamlar bardak oldu" gibi Türkçe deyimleri yadırgamakla birlikte, Beatrice ile Benedict arasındaki söz düellosunu aktarırken kullandığı akıcı Türkçe karşısında, kafamda olmayan şapkamı yüreğimden çıkartarak Sevgi Sanlı'yı selâmladım..

Mehmet Ergen'in Gizem Yorumu ve Sorunları Ortaya Saçışı Oyunu sahneye koyan Mehmet Ergen, aşkı ve mutluluğu istermiş gibi davranıp, sürekli her ikisini de dışlamak için elinden geleni yapan ya da yaşamsal ilişkileri küçük rastlantıların veya rasgele söylentilerin etkisiyle her an bozmaya hazır olan insana acı bir gülümsemeyle bakan bu yapıtı, üstüne kuş kondurmadan sahnelemeye soyunmuştu. Gel gör ki, insanların işlerine geldiği zaman kendilerini ne kadar güzel ve ustalıkla kandırabildiklerini, her zaman olduğu gibi sıra dışı, şaşırtıcı, bazen biraz irkilten örneklerle gözler önüne sereyim derken, dayanamamıştı. Neye mi dayanamamıştı? Elbette çok bilinmekten kaynaklanan Shakespeare'in tekdüzeliğine olsa gerek. Tutmuş, birinci bölümde, şarkı söyleyen Çingene Kızı'nın (Roza Erdem) eline mikrofon tutuşturmuş seyirciyi şöööyle bir silkeliyordu. İkinci bölümü sanki başka bir oyuna başlar gibi başlatıyor; tavla, "İçmişim Başım Dönüyor" şarkısı, sopalı yer fırçası, mini (piyano) klavye kullanıyordu. Bekçilerden birini (Seçkin Arslan) Arnavut yapmış, oyun içinde döneminde "Duka" denilen altın para yerine, kağıt para kullanarak sanki yabancılaştırma sağlamaya çalışmıştı. Dogberry'yi, Verges'i, kolcuları kılık kıyafet olarak günümüze uyarlamış, ama Benedick, karşısındaki gencecik adamlara, hiç

pe

cy a

Konvansiyonel Aşkın Sınanması Yazılışından bu yana, değişik yorumlara elverişli yapısı ve özgün komik kişilikleriyle sevilen bir oyun olarak sıkça oynanan "Kuru Gürültü"nün Shakespeare'in dönem komedilerinden olduğunu; oyunun komedi unsurlarını karakterlerin kendilerinden, içinde bulundukları toplumsal koşullardan, bu koşullara duydukları tepkiden çıkardığını; Shakespeare'in "romantik" aşk üstüne kurulu buruk komedyaları arasında giren bu eserin 1600'de yayınlandığını; Shakespeare'in çoğu komedyasında olduğu gibi, bu oyununun konusunu da İtalyan kaynaklarından, özellikle Bandello'nun bir öyküsünden ve Ariosto'nun "Orlando Furioso" adlı epik şiirinden aldığını; Messina'da geçen konunun Shakespeare'in en ilginç, en güldürücü, aynı zamanda en düşündürücü oyunlarından biri sayıldığını; ülkemizde ilk kez, bütün dünya sahnelerinin tartışmasız kralının dört yüzüncü doğum gününde İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelendiğini, Anadolu Üniversitesi Atatürk Kültür ve Sanat Merkezi Yunus Emre Kampusu içinde yer alan Atatürk Kültür ve Sanat Merkezi'nden içeri girerken doğal olarak biliyordum.

Aldatıldığını sanan saf oğlanın, genç kıza hazırladığı insafsız oyun Aragon Prensi Don Pedro (Ümit Ay doğdu), dostları Padua'lı Benedick (Sermet Yeşil) ve Floransa'lı Claudio (Fatih Ateş) ile kazanılan bir savaş ertesi Messina Valisi Leonato'nun (Arif Pişkin) evinde ağırlanırlar. Kont Claudio, Vali Leonato'nun tek kızı ve mirasçısı Hero (Burcu Ergenekon)'ya talip olur, diğer taraftan Benedick, kendisi kadar hazırcevap ve didişmeye her an hazır Beatrice (Nazan Yerli) ile neşeli bir savaş başlatır. Ve elbette insanoğulları, dirayetsizlikten, akılsızlıktan, düşüncesizlikten ya da salt insan oldukları için olsa gerek, komedi ile trajedinin, sevgi ile yalnızlığın, uyumla felaketin sınırında gezinip dururlar. "Kuru Gürültü"nün konusu kısaca buydu.


Birileri Nazan Yerli'ye "Hırçın Kız"da Kate'i oynatmak Üst sınıftan kadınların bile kişiliklerini geliştirmeye olanak bulamadıkları bir ortamda pırıl zekâsıyla, kılıç gibi keskin diliyle, söz düellolarından aldığı hınzırca hazla, erkekleri aşağılayan zehir zemberek söylemleriyle, bağımsızlığın erdemlerini övmesiyle sıra dışı bir kadın olan Beatrice'e Nazan Yerli, canlı fiziksel ve psikolojik yönelimleriyle can vermişti. Yerli'yi, sahne üzerinde çok istekli buldum. İsteğini performansıyla, performansını da elde etme güdüsüyle birleştirmeyi biliyordu. Beatrice'in coşkusal olarak yaşamasının yaratıcı sürecini bu bilgiyle saptamıştı. Enis Yıldız ise, gerek Antonio'da, gerek Yargıç'ta, gerekse Birader Francis'de başarılıydı. Roza Erdem, çok kısa rolünde iyi bir müzikal oyuncusu sinyalleri veriyor; Seçkin Arslan hem Balthazar'da, hem de Kolcu'da zayıf kalıyordu. Arif Pişkin Leonato'da "eh" kıvamındaydı. Borachio'da Sinan Tuzcu iyi bir çizgi tutturuyor; Polat Bilgin (Don John), Tuna Öztunç (Conrade), Ezgi Uzşen (Ursula) görevlerini "bihakkın" yapıyordu.

cy

a

yaşlandırılmamış Leonato'ya falan: "...sizin gibi saçı sakalı ağarmış beylere..." derken, bu söylemi örneğin: "...böyle olgun insanlara..." olarak değiştirmeyi düşünmemişti. Seçkin Arslan'ın Arnavut lehçesi yerine bazen Ermeni, bazen de Roman şivesi yapmasına karışmamış, Sevgi Sanlı'nın "kompliman" ve benzeri yabancı sözcüklerini ayıklamaya üşenmişti ya da: "... böylesi daha iyi," demişti.

pe

Yaratıcı Kadroda Küçük Savsaklamalar Sahne Tasarımını yapan Zeki Sarayoğlu ise, olanaklar dahilinde elverişli bir dekor yapmaya çalışmış, ancak yuvarlak masanın üstüne dönemsel bir örtü koymamış, masanın altını seyirciden saklamamıştı. Benedick'in iki kez, Beatrice'in bir kez girdiği "o ağacın altındaki" havuza bir leğen su koymamış, inandırıcılıktan kaçınmıştı. Toprak testi yerine, etiketi soyulmuş rakı şişesini kullanmış, evlenme hazırlığındaki Hero tablosunda, haydi günümüz konfeksiyon mağazalarındaki askılığı kullanmış, neyse ne de, tel askıya kumaş sarmayı savsaklamıştı. Nalan Türkoğlu'nun kostümleri iyiydi, Cihan Yöntem'in koreografisi de capcanlı, sımsıcaktı. Yakup Çartık, zaman ve mekân değişikliği için tepe ışıkları kullanırken, gölgelerden hiç mi hiç korkmamıştı ve de Yusuf Gençay'ın müziği kulağı okşar nitelikteydi. Oyunculuk ve Oyuncular Düşündüğü evliliği bir yandan romantizme, diğer taraftan akılcılığa dayandıran savaş kahramanı Claudio'da Fatih Akın'ın Hero'ya kur yapma aşamasında savaşlardaki atılganlığının utangaçlığa dönüşmesini doğrusu daha açık sergilemesini beklerdim. Yaratıcı atılımını çıkmaza sokmuştu Fatih Akın ve bunu Mehmet Ergen görmemişti. Shakespeare'in güzel, zengin, iyi yetişmiş ve uysal bir karakter olarak çizdiği Hero'da Burcu Ergenekon bana sorulursa tam istenilen bir Hero çizmişti. Hero, Beatrice ile Benedick'i bir araya getirmek için kurulan kumpasta oynadığı rol dışında bütünüyle edilgen bir durumdaysa, Burcu Ergenekon'un da Hero'yu çok öne çıkarmadan, hatta biraz silik yorumlaması gerekirdi, öyle de olmuştu. Ama anlayamadığım, özellikle Don Pedro, Don John, Leonato, Rahip Francis, Claudio, Benedick ve Beatrice'li sahnede Burcu Ergenekon'un sırtını neden seyirciye dönerek oynadığıydı. Tepkilerini oyundaşları mutlaka görüyordu, ama seyircilerin hiçbiri zürafa boyunlu değildi ki!

Aylin Aydoğdu küçük bir rol olmasına karşın Margaret'de, özellikle Hero ve Ursula ile olan sahnede, herhangi bir rolü pek iyi biçimlendirebileceğini örneklerken; Sermet Yeşil, Benedick ile organik yaratıcı bir sürecin içine giriyor; Ümit Aydoğdu ise, yaratıcı itkilerini aksiyona yönelten dürtülerini başarıyla oluşturuyordu. Velhasıl-ı kelâm, emek verilmiş, çalışılmış, düşünülmüş, hiç de kötü olmayan bir yapımdı "Kuru Gürültü". Seyrederken heyecanlandım. Devrisi gün Enis Yıldız'ın yazıp, yönettiği, bir yolculuk öyküsünü anlattığı "Körayak"ı izleyecektim. Heyecanlıydım.

"Körayak" Oyunda, çitlerle çevrili, zengin ve rahat yaşantısını terk eden Eyyub'un dünyayı tanıması ve yolculuğunun sonunda yaşamının en anlamlı eylemini gerçekleştirmesi konu ediliyordu. Sahnelenişinde şamanın, tasavvuf ayinlerinin, "Yoksul Tiyatro" düşüncesinin ve "Araç Olarak Sanat" kavramının izleri vardı. Oyunda ağırlıklı olarak beden ve ses kullanımına yer verilerek, oyuncu (insan), tüm teknik, estetik öğelerin, hatta yazılı metnin önüne çıkıyordu.


Bendirin sessel dürtüsüyle gelişen fiziksel devinim... Eş anlı düzenlemeler içinde birleşme, akış, kopuş... Yaşama ve yaşam ötesine yapılan göndermeler... Dönüşüm, değişim, çocukluk, ergenlik, oyun, savaş, aşk... Kendiliğinden Bir Kompozisyon Yaratabilme Evet... "Laboratuvar Tiyatro"sunun olmazsa olmazı sayılan, oyuncunun kendiliğinden bir kompozisyon yaratabilme dayanağını bulabilmesi için, konuşurken gereksiz el kol hareketleri yapmaması ve ses kurallarına ilişkin o inanılması güç disiplin, bu kere de vardı, hatta daha da ilgi çekici boyuta ulaşmıştı. Oyuncuların oyunu kendileri için gizli ve zorunlu bir eylem saymaları, ilk kez seyrediyormuşçasına bana gene çok ilgi çekici geldi. Dört oyuncu, kendi kişiliklerini oynarlarken "evren"den uzaklaştılar. Çizdikleri kompozisyon elbette kendi kişilikleri değildi, ama bu kompozisyonu kendi öz kişiliklerine varması için bir amaç doğrultusunda araç olarak kullanıyorlardı. Tüm oyuncular kendi organizmalarını inceler ve "araştırma" etmenine kavuşurlarken, alıştırmalarına ritim ve dans öğesi de katmışlardı. Öyküler biraz fazla mı iç içe "Nankör değilim," derken Ümit Aydoğdu'nun bedensel tepkilerini gördüm. "Gökler susuyor, susuyordu" yan akrobatik alıştırmalarla verildi. "Bahar can verdi Eyyub'a / Eyyub'un gözüne," dedi Nazan Yerli, "Soluğuna," diye ekledi. Roza Erdem. Derken, Roza Erdem ceylan oldu, koştu, kaçtı, avlandı... "Bak ağzımda soluğum / Soluğum / Soluğum," diye sızlandı. Damıtık bir tat alınmaya başlanmıştı. "Ne kadar uzağa giderse kişi / O kadar az şey bilir," dedi Ümit Aydoğdu, inandım.

Oyundan sonra, tiyatro sanatının yazınsal anlamda, yaratım sahneleme boyutunda bir tasarım olduğunu düşündüm. Toplumları eğitme, eğlendirme ya da susturma görevlerini benimsemiş gibi görünse de, tanrının mucizelerini ve mesajlarını iletse de, tiyatronun önce misyon kavramıyla hesaplaşmaya başladığı aklıma düştü. Her ne kadar dilimiz varmasa da, tiyatronun yapısının, dilinin, iletisinin ölümcül bir aynılığa doğru sürüklendiğinin de farkındaydık. Yeni söylemlerin önünü tıkayan bu dar görüşlere ve kurallara karşı bir karşı duruş muydu Enis Yıldız'ın yaptığı? ... ve ne yapmış Enis Yıldız, "Körayak"ta sanatı bir araç olarak görmüştü. Açıkça öğretici olmayan bir metin yazmıştı. Sanat yapmayı bir amaç olarak gözetmezmiş gibi görünse de, seyircisine güzel sözlerle seslenmek istemişti. Sesleneceği insanları, tasavvufun aydınlık yüzüyle toplumdaki seviyelerine bakmaksızın; insanları dinine, mezhebine, ırkına, rengine göre ayırmaksızın belirlemişti. İnsanlar arasında hiçbir ayrım gözetmemiş, tüm insanlığı kucaklayan bir tutum izlemiş, ayrılıkçı değil birlikçi, birleştirici söylemler yaratmıştı. Dilinde kurmayı başardığı sadelik, anlaşılırlığını kolaylaştırmıştı.

pe

cy

a

Öyküler birbirinin içine girip çıkmaktaydı. Hatta, biraz fazla girip çıkmaktaydı, ipin ucunu kaçırır gibi oluyordum. Gene de, çılgın gibi koşuyordum imgesel alanlardaki gelişmelerin ardından. Enis Yıldız sürekli taş atıyordu, tam da durulmakta olan suyun ortasına. Sermet Yeşil, seyircilerin göz külhanları altında yalnızca içsel itkisini, bedenini kullanarak kendisine dönüştü...

Enis Yıldız ne yapmak istemiş? Grotowski: "... Oyuncu rolünü kendi bağrına basabileceği bir neşter gibi kullanabilmeyi öğrenmelidir," der ya, ben Nazan Yerli'yi, Ümit Aydoğdu'yu, Sermet Yeşil'i, Roza Erdem'i bağırlarına neşter batırırlarken gördüm. Dördü de kendi insansal özlerini ortaya çıkarmak için kendilerini neşterlediler. Zira, dramatik rolün dışlanması, oyuncu ve metin arasında yeni bir ilişkiyi zorunlu kılmıştı.

Enis Yıldız, sahneyi yalnız boyutları ve hacmiyle değil, harekete kattığı mekân olanağı ile değerlendirmişti. Bu ortamda bol hareket, dans, ses, titreşim, ışık ve renk yoğunluğu, haykırma, çarpışma, susma, tekrarlama, göstergeler olarak kullanmış, bütün bu göstergeleri tıpkı rüyalardaki gibi yapay bir uyuma sokmadan, kendine özgü


iç düzeni içinde ele almış, seyircinin duyularına yönelecek biçimde, ancak şiddet gösterisi yaratmaksızın, evrenin sanki yeni bir görünümünü vermişti.

pe

"Hırsız" vodvil mi, fars mı?

cy

a

İstanbul Festivali'nin Yönetmeni Dikmen Gürün bu oyunu görmeli "Körayak"ı 15. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali için festivalin yönetmeni Doç. Dr. Dikmen Gürün'e yazılı ve sözlü olarak önerme düşüncesi içinde ayrıldım salondan. Yarın vodvil ve fars özelliklerinin iç içe geçtiği bir oyun izleyecekmişim. Bu türün seçimi, seyircilerini tiyatro sanatının tür ve biçem olarak farklı örnekleriyle buluşturabilmek amacından kaynaklanıyormuş. Göreceğiz bakalım. Oyuncular ve yönetmen, çalışma ve üretim süreçlerinin zorlu geçtiğini anlatırlarken çok heyecanlıydılar. Akşamıma gene heyecan düştü.

"eh" diyelim de, fars özelliklerinin hiçbirine elini sürmemiş, dolayısıyla kaba güldürü öğelerini ortaya saçmamış. Mizansenini, sahne trafiğini bir metronom titizliği içinde geliştirmiş. Eleştirebileceğim tek mizansen anlayışı, John ve Trevor'un bahçe kapısından dışarı çıkıp hırsızı aramaya gittikleri tabloda, Barbara ve Jenny'nin üst kata çalınanların "envanterini" yapmak için çıkmazdan önce, bahçe kapısını kilitlemeleri ve ışığı söndürmemeleri gerektiği yolunda olabilir. Şöminenin içinden çıkan Springgs'in elinin, yüzünün ve pardösüsünün yeteri kadar isli olmaması da sanırım seyircinin gözünden kaçmıyordun

"Tiyatro Anadolu", benim Eskişehir'de bulunduğum üçüncü gece Eric Chappell'in oyunundan Özcan Özer'in Türkçe'ye başarıyla çevirdiği "Hırsız" adlı oyunu oynadı. "Hırsız"; evlilik, aşk, dostluk, para, aldatma ve suç kavramlarının tersyüz edildiği; yalnızlıkların, korkuların, sevinçlerin irdelendiği bir oyundu ve daha önce Ali Poyrazoğlu yapımı olarak da izlemiştim. John (Sermet Yeşil) ve Barbara (Burcu Ergenekon) Miles çifti, yirminci evlilik yıldönümlerini kutlamak üzere en yakın arkadaşları Trevor (Süleyman Karaahmet) ve karısı Jenny (Roza Erdem) ile akşam yemeğine giderler. Yemek dönüşü evde karşılaştıkları manzara pek hoş değildir. Miles çiftinin evi soyulmuştur. Hırsızların henüz kaçamadıklarını düşünerek John ve Trevor hırsız avına çıkar. Gerçekten de hırsızlardan biri kaçamamış, şömineye saklanmıştır. Hırsız Spriggs (Gökhan Soylu), hırsızlıkta deneyimli olduğu kadar entelektüeldir de... Evde kaldığı süre içinde çiftlerin neredeyse tüm gizlerini öğrenmiştir. Karşısındaki dört kişiye karşın, elindeki kozları birer birer oynamaya başlar ve sonuçta kendini kurtarır.

Ümit Aydoğdu'nun Metronom titizliğindeki rejisi Geçen yıl İngiltere'de ve günümüzde Finlandiya, Fransa, İtalya ve Polonya'da seyirci rekorları kıran bu oyunu Ümit Aydoğdu sahneye koyarken, sahne üzerindeki ritmin tüm oyuncular tarafından gerçekleştirilmesine özen göstermiş. Güldürü öğesini, fiziksel hareketlerden ve mizahtan çıkarmış, güldürüyü kulak ve zihinden çok göze ve duyumlara yöneltmiş. Program dergiciğinde belirtildiğinin aksine, haydi vodvile

Smokini rugan ayakkabı tamamlar Sertel Çetinel, oyunla bağlantılı, kendi içinde bütünlük taşıyan bir dekor tasarlamış. İyi de, ortadaki sehpanın üstüne hiç değilse bir küllük koysaymış, Barbara sigara yaktıktan sonra külünü silkecek yer aramazdı diyeceğim. Ersen Tunççekiç'in ters ışık tasarımı oyuncuların görünüşlerinin daha belirgin olması açısından iyi. Sahneye de derinlik, atmosfer ve üçboyutluluk sağlıyor. Giysi tasarımı sanırım, oyuncuların kendi yeğlemeleriyle oluşturulmuş, ama smokinin altında mutlaka rugan ayakkabı olması gerektiğinin altını çizmeden geçemeyeceğim. Gerçekçiliği savsaklamayan bir komedyen: Gökhan Soylu Spriggs'i oynayan Gökhan Soylu, güldürü öğesini fiziksel hareketlerden çıkarmış. Soylu'nun, gerçekçiliğin komedi aktarımındaki önemini son derece ciddiye aldığı hemen fark ediliyor. Sermet Yeşil'in titiz oyunculuğu, akışın bozulmamasında, karşılıklı diyaloglarda temponun düzeyli olmasında önemli rol oynamakta. Süleyman Karaahmet iyi. Burcu Ergenekon'un yöntemli oyunculuğu, beraberinde doğal olarak tiyatral başarıyı getiriyor. Küçük hataları var, ama neyse! Bir de "sürpriz" yerine "süpriz" demese! Görünenin altındaki güldürüyle yetinmekle bana sorarsa iyi yapmakta. Roza Erdem, Jenny'nin olayları ciddiyetle algılayıp ciddi yönlere mizahi açıdan eğilmesini başarıyla sağlıyor. "Tiyatro Anadolu", özetlemek gerekirse tiyatro adına yapılan her şeyin, ayırma, seçme, yöntem aşamasından sonra diyaloglara dayandırıldığı, sonrasındaysa uyumlu, titiz, düşünen/düşündüren, birbirini mükemmel oyunculuğa özendiren on üç tiyatrocunun tiyatro yaptıkları bir kurum. Öyle böyle bir kurum değil ama! Hem kutlanacak, hem de övünülecek bir kurum. Kurum gibi bir kurum...


Anadolu Üniversitesi'nde profesyonel bir tiyatro: "Tiyatro Anadolu"

pe cy a

Anadolu'nun Gençleri

> Sadık Aslankara

Gecikmeli trenle gelmişçesine boynu bükük inmiştim otobüsten, Eskişehir garajının orta yerinde... "Anadolu Üniversitesi Tiyatro Anadolu"nun 2004-5 süremi boyunca sahnelediği oyunların toplu gösterimi, bir gün öncesinde başlamıştı çünkü.

Salkım saçak ağız açmaya, poflamaya kalmadan dostum, yoldaşım Meral Özünlü'nün fısıltısı doldurmuştu kulağımı: "Sen ne arıyorsun bakayım buralarda?" Sarıldığımızda, "Bak, bak, bir de adını anons ediyorlar!" demişti göz kırparak. Belediyenin zabıta noktasında bekleniyormuşum. Tiyatronun gencecik iki fidanı: Ürküş Mutlu, Gülten İnce... Meral, bırakmıyor beni, ötekiler önümüze düşüp yol gösteriyor, biz Meral'in otomobiliyle onları izliyoruz... Kaçta inmişim Eskişehir'e? 18'i geçe, oyunun başlama saatiyse 19:00. Anadolu Üniversitesi'nin hem olağanüstü güzel, rahat hem de plastik çiçek gibi insanı irkiltmeyen oteline yerleştiriyor kızlar beni. Aa, Üstün Akmen! Tiyatro... Tiyatro..., tam kadro Eskişehir'de demek! Ayaküstü çırpıştırmaya başlamışken biz, bir kez daha uyarıyor tiyatronun fidanları.


Meral, "Mmm," yapıyor odayı görünce, süt tabağına yumulmuş kedi sanki, belli beğeniyor. Yüzüme yalapşap su çarpıp fırlıyorum, zaten bekleniyoruz. Birinci kat... ikinci... üçüncü... dördüncü... Konservatuvar hareket-dans salonu... Oturur oturmaz yerlerimize, kararıyor ışıklar, demek ki bizi bekliyorlarmış... "Körayak" oyunu başlıyor. Ümit Aydoğdu, Roza Erdem, Sermet Yeşil, Nazan Yerli... Siyahlara bürülü sahnede dört çalgı-insan... Ohh, hepimiz arkamıza yaslanıyoruz, alınlarından ışık yansıyan, gözbebeklerinden erke fışkıran dört dağ insan, dört volkan, dört tanrı-tanrıça figürü... Derken bir büyü işlemeye koyuluyor damarlarımızdan içeriye. Daha ilk oyunun ilk dakikalarıyla birlikte ne denli önemli bir toplulukla, nasıl da büyük coşkuyla, ivmeyle karşı karşıya olduğumu düşünüp titriyorum... Kimseler, ayırdında olmasa da bir gün bu genç insanları görmek zorunluluğu duyacaklarını düşünüyorum elimde olmadan... Neyi anlatıyor "Körayak"? Hadi diyelim, Anadolu'da tasavvuf hareketinden yola çıkarak doğanın diyalektiğini, tarihin zorunu, toplumsal altüst oluşu, sınıfsal çatışmaları, zalimi, mazlumu, aşkı, aşkınlığı, daha neleri neleri... Ama ne anlattığı bu denli önemli mi?

Ertesi gün sırada "Hırsız" adlı güldürü var. "Körayak" dışındaki öteki oyanlar AKM salonunda sergileniyor. Özcan Özer'in Türkçesiyle Eric Chappell'in "bulvar komedisi" diyebileceğimiz türden bu oyununu Ümit Aydoğdu sahnelemiş. Böylelikle Aydoğdu'nun oyunculuktan sonra yönetmenliğini de tanımış olacağız. Kendi payıma ikinci kez sarsılıyorum... Bizde, seyirciye kör değneğince belletilmiş olan "bulvar komedisi" kavrayışının çok dışında, ama yine de bu türün tipik örneği sayabileceğimiz bir oyun sahnede izlediğimiz. Öyleyse ayakları yere sağlam basan, toplumsal coğrafyası, sınıfsal çerçevesi ustalıkla çizilmiş, kişilerinin tipik olmaktan çıkarılıp karaktere dönüştürülerek yansıtıldığı bir sunum bu! Kısaca şöyle söyleyeyim: Saman alevi olmaktan arındırılıp meşe közü yapılmış bir komedi Hırsız... Bu ikinci çalışmalarıyla topluluğun oyunculuk biçemi üzerine de enikonu bir yargıya varıyorum usuldan usula... Üstün Akmen'le vedalaşıyoruz... O, İstanbul'a dönüyor, "Midas'ın Kulakları"nda tek kalıyorum. Yo hayır, Meral Özünlü can yoldaşım her temsilde. Bu kez Eskişehirli genç öykücülerden Özgür Soylu da yanımda. Öte yanımda ise Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın göz kamaştırıcı oyuncularından Burcu Tutkun Oruç var. Bir gün önce Tiyatro Anadolu'nun boş bıraktığı günü değerlendirip danışman rehberimiz Nazan Yerli'yle birlikte onu izliyoruz... Özen Yula'nın yazıp yönettiği "Gözü Kara Alaturka"da. Bu oyun üzerine, Burcu'nun görkemli oyunculuğu üzerine ileride duracağım... Ama Nazan Yerli'nin, oyunculuğundan arta kalan tüm zamanlarını bizlere ayırmasına karşı bir kuru teşekkür yeter mi acaba, diye düşünmekten kendimi alamıyorum...

pe cy

a

Oyunun yazarı, yönetmeni Enis Yıldız da şöyle demiş zaten "Körayak"m tanıtım broşüründe: "Körayak"ta sadece dört insan göreceksiniz. Bu insanlar soluk alıp veren, terleyen, kalpleri atan insanlar. Onlar acı çekebilir, incinebilirler. Onların şapkaları ve tavşanları yok. Gömleklerinin kollarından sihirli kartlar da çıkarmazlar. Ancak zemindeki bir kıymık ayakarını kanatabilir... / Size bir öykü anlatacaklar, yalan söylemeyecekler... Onlar sizin kulağınıza belki bir sırlarını fısıldayacaklar... / Öykünün anlamının yazarının hiçbir önemi yok. / Dört oyuncuyla baş başa kalacaksınız. / -Bu bir mucize olsa gerek."

yudumlayışını izliyoruz onun bir yandan da toplulukla ilgili değerlendirmelerini dinliyoruz... Gençler, gözlerini ona dikmiş, kulaklarını dört açmış... Meral de Tiyatro Anadolu'nun tutkunlarından biri olup çıkmış daha bu ilk oyunun ardından. "Bundan sonra hiçbir temsillerini kaçırmam," diye fısıldıyor kulağıma.

"Körayak"la, öteki oyunlarla ilgili Üstün Akmen, nasılsa yazacaktır, ben bundan ötesine karışmış olmayayım... Üstelik o, bir gün önce benim izleyemediğim oyunu da seyretmiş... Topluluğun Shakespeare'den, Sevgi Sanlı'nın Türkçesi, Mehmet Ergen'in yönetimiyle sunduğu "Kuru Gürültü" adlı oyununu... Ama son gün ödeşeceğiz Akmen'le, o da son oyuna kalamayacak; Murat Karasu yönetimindeki, koreografisi Cihan Yöntem'e ait Güngör Dilmen'in "Midas'ın Kulakları" adlı oyununu izleyemeyecek çünkü!

Hiç değilse şu kadarını söyleyeyim "Körayak'la ilgili olarak. Sıradan bir çalışma değil bu! Gerek metin gerek sahneleme gerekse oyunculuk büyük örtüşme gösteriyor. İlkin metnin sağlamlığı, yönetmenin bakış açısındaki duruluğun altını çizeyim... Bizde tasavvuf konusu kolayca gizemci bir temele yaslandırılırken Enis Yıldız, sapasağlam bir oyun çıkarıyor seyircinin karşısına... Gönlüm neyi diledi biliyor musunuz; tez zamanda başka başka sahnelerde de izlemeyi "Körayak"ı... Bunlarda Enis Yıldız adının yalnız yazar olarak değil yönetmen olarak da yer almasını... Ümit Aydoğdu'nun, Roza Erdem'in, Sermet Yeşil'in, Nazan Yerli'nin arada bir bu sergilemelerde dönüşümlü oyunculuk yapmalarını... Çarpılmış gibi çıkıyoruz oyundan... Akşam yemekleri Taş Bina'da... Taş Bina dediğiniz, üniversitenin yapıldığı yıllarda şantiye olarak kullanılıyormuş, şimdiyse olağanüstü güzel bir restoran. Kendimizi farklı bir ülkede, bir masal diyarında düşünmemize yetiyor yapıdaki dönüştürüm... Üstün Akmen, bir masayı onurlandırıyorsa tasa çekmeniz gerekmiyor! Bir yandan ustalıklı biçimde rakıyı güzel güzel

Eh, ne şenlikti ama "Midas'ın Kulakları"... Genelde böyle oyunlarda yönetmenler folklorik bakış açısına kayıverir kolayca. Oysa Murat Karasu, bakıştaki sağlamlıkla yetinmemiş, ötesinde günümüzle koşutluklar kurarak, kurdurarak da eğretilemeli bir anlatım yolu yeğlemiş... Tüm oyuncular da ayak uydurunca yoruma, ortaya seyredilesi, şenlikli bir oyun çıkmış... Öte yandan oyunun, seyirlik köy oyunlarımızdan sahneye taşıdığı esintiler olduğu da görülmüyor değil... Görsellikle ilintilenmiş, bir yanı diyelim fener gibi Batı öğesiyle süslü olsa da öte yanı koyun postu gibi Doğu, hatta Anadolu öğeleriyle örülmüş, görselliği aşıp göstermeci bir tiyatro biçeminin de tüm ayrıntılarını yansıtır hale gelmiş oyun, ah keşke daha çok seyirciye ulaşabilse... Sahnede yer alan tüm oyuncuların Karasu'nun yorumuna destek verdiğini, bir Güngör Dilmen klasiğinde sahne almanın bilincini, onurunu yansıttıklarını ekleyeyim... Kim mi oyuncular? Polat Bilgin, Sermet Yeşil, Ümit Aydoğdu, Arif Pişkin, Roza Erdem, Burcu Ergenekon, Nazan Yerli, Ezgi Uzşen, Süleyman Karaahmet, Tuna Öztunç... Hazır yeri gelmişken baştan bu yana sıraladığım kadroya sahne gerisinde destek veren adları da anayım... Giyside Ülküş Mutlu, Müzik Yönetim-Vokal Düzenlemede Yusuf Gençay, Çevre Düzeni Tasarımında Sertel Çetinel, Zeki Sarayoğlu, Işık Tasarımında Ersen Tunççekiç, Yakup Çartık,


afiş, broşür tasarımında Ebru Baranseli, Renan Erdener, oyun fotoğraflarında Muzaffer Öngen, Ayfer Er, Erdem Çetintaş, sonra adları upuzun liste oluşturacak bir Tiyatro Anadolu ordusu, yani sahne emekçisi, tiyatro öğrencisi...

Artık bundan böyle, oyunlarını sürekli izleyeceğim bir tiyatrom daha var: Tiyatro Anadolu... İçimden geçeni duymuşçasına kulağıma eğiliyor Meral: "Benim de..." Şu lafı bir de ben edeyim, hak ettiği biçimiyle: Türk tiyatrosu, sizinle gurur duyuyor Anadolu'nun gençleri!

pe cy

a

Görüldüğünce, ancak durmuş oturmuş toplulukların yansıtabildiği bir oyunculuk biçemine sahip Tiyatro Anadolu'nun gençleri... Sahnede izlerken onları, büyülendim neredeyse, yalan olmasın gözlerim kamaştı... İstanbul'daki, Ankara'daki topluluklar Türk tiyatrosunda böyle bir topluluk olduğunu gözden uzak tutmamalılar bana sorarlarsa... Önümüzdeki ay, bu model üzerinde ayrıca duracağım...

Sahi, neden turne yapmıyor Tiyatro Anadolu? Anadolu'nun gençlerini ben, kendi payıma buna layık oyuncular olarak görüyorum... Herkes izlemeli bu oyunları, herkes görebilmeli bu genç oyuncuları, oyuncu adaylarını... Özellikle yakın iller, kentlerinde konuk etmeyi görev saymalı bu topluluğu.


İçi Seni Yakar Dışı Beni...

pe cy

a

Ateşin Düştüğü Yer

> Ragıp Ertuğrul > ragipertugrul@tiyatrodergisi.com.tr

Levent Kırca-Oya Başar Tiyatrosu'nun "Ateşin Düştüğü Yer" müzikalinin afişini billboardlarda ilk gördüğümde 2004-2005 sezonunun müzikal hareketliliğinin ve bereketinin yaz aylarına da sirayet ettiğini düşünerek büyük sevinç yaşadım. Hele ki "yılın müzikali" ve "100 kişilik dev kadro" ibareleri hedefi tam on ikiden vuruyor ve seyircinin iştahını kabartıyor. Tabii klişeleşmiş ve seyirciyi yanılgıya yönelten bu ifadelere artık prim verilmemesi gerektiğini de öğrenmemiz gerekiyor. Zira oyunun ilk on beş dakikasından sonra ne iştah ne de heves kalıyor. Müzikal izleme heyecanı, yerini azim ve dayanma gayretine bırakıyor. Bu müzikali, yıllarca belleklerden silinmeyecek bir müzikal olarak tanımlamak da, hatırımızda ne kaldığını sorguladığımızda inandırıcılığını yitiriyor. Levent Kırca'nın üç çocuk sahibi demiryolu memuru Ruhi'yi canlandırdığı "Ateşin Düştüğü Yer", Türkiye sosyal gerçeklerinin ışığında bir memur ailesinin hayatını hikâye ediyor. Ruhi, bir baltaya sap olamayan küçük oğlu, gözü yükseklerdeki kızı, geçmişle yaşayan annesi ve çilekeş hanımıyla birlikte yaklaşan emekliliğinde İstanbul'a yerleşerek rahat bir hayat sürme hayalleri içinde yaşamaktadır. Ancak


melodramlardan alışkın olduğumuz üzere taşra hayatı, masumiyeti, hayalleri beslediği gibi kent hayatı da duyarsızlığı, bencilliği, güç ve elde etme hırsını körüklemekte, namus kavramını, aile değerlerini, sadakati ve fedakârlığı zedelemektedir. Memur baba, kıt kanaat geçindirilen bir ev, fakir ve gözü yükseklerde kız, zengin ve vurdumduymaz oğlan, fakir kıza âşık mahalleli genç, işsizlik, güzellik yarışmalarından medet ummak, medyada görünme arzusu... Oyunda mesaj verme kaygısını bir dereceye kadar kabul edebilirsiniz ancak bu müzikalde bu kaygı kirlilik yaratmış: eroin bağımlılığı, savaş karşıtlığı, kitap okumama, düzen bozukluğu, hastalıklar, kapkaç terörü... Tekin Duman'ın kaleminden çıkan müzikal metni, bir hikâye içermekten ziyade parodiler ve zorlama durum yaratma şeklinde gelişiyor. Karakterlerin müzikale uygun özelliklerde seçilmesi esas olmalıydı. Lale Oraloğlu gibi usta bir oyuncunun yeni kuşak seyirciyle buluşturulması müzikale değer katıyor. Ruhi Bey'in kızını oynayan genç sanatçı da farklı rollerde kendini daha iyi gösterecektir. Ancak Kırca başta olmak üzere karakter olarak yer alan oyuncuların şarkılara ve koreografıye yeterince dahil olmaması (yasak savma niyetiyle birer şarkı söylemek maalesef göz doldurmuyor) "müzikal" adlandırmasını haksız kılıyor. Genç Kızı starlığa hazırlayan nezaket hocası, eski İstanbullu bir hanımefendi mi, bir Rum mu yoksa İspanyol bir senyorita mı? Oyun, çalakalem oluşturulmuş tiplerle dolu.

Oyunda Levent Kırca'nın canlandırdığı Ruhi Bey'in esnaf dostu için "Hayatı kendine meze yapar gibi yaşıyor" demesi bana oyunun başında ve ortasında Efes Pilsen'in barkovizyona yansıyan "EFES PİLSEN OLMASAYDI BU OYUN OLMAZDI" mesajını anımsattı. Sponsorluk, ne zamandan beri sanatı, reklam ve tanıtıma meze yapmak olarak algılanıyor acaba? Adı geçen şirket, şimdiye kadar yaptığı ve zarif ifade ettiği katkılarıyla sanatçılardan ve sanatseverlerden büyük takdir toplamıştır. Şirket yönetiminin sanata yakın olduğu ve markayı tüketiciler nezdinde yüksek algılanırlığa ulaştırmaya çalıştıkları açıktır. Ancak şirket, bu müzikalde kullandığı o "despot" mesajı değiştirmediği sürece, büyük bir kitle gözünde, kendini konumlandırdığı noktadan hızla uzaklaşacağı tartışma götürmez. Fatih Yavuz'un bestelerini tek tek ele aldığımızda müzikalite olarak güzel ama bir de sözler anlaşılabilse... Salonun ses düzeninden kaynaklandığını sandığım bu aksaklığın bir an önce giderilmesi gereklidir. Aksi müzikalin ruhuna ve seyirciye saygısızlıktır. Bir de Bizet'in Carmen'inden bir parçanın konulmasının bu müzikale katkısı nedir? Müzikalin tümü, keşke Levent Kırca'nın sesinden dinlediğimiz son şarkının tadında olsaydı. Kırca şarkıda "üzülmedim sadece şaşkınım diyor" ancak biz hem üzüldük hem şaşkınız. Müzikalin sahne sanatlarına tek katkısının Devlet ve Şehir Tiyatrolan'nın genç ve yetenekli sanatçılarını geniş seyirci kitleleriyle buluşmalarını sağlamak olduğunu düşünüyorum. Kırca da sadece genç sanatçılara bu desteğinden dolayı tebrik ve takdiri hak ediyor ...

pe cy a

Oyunun içeriğiyle bağlantısız, duyguları yansıtmaktan uzak, farklılık yaratma gayesi taşımayan bir koreografiye dayalı danslar, özellikle uluslararası bir festivale de evsahipliği yapan İstanbullu sanatseverler için bir müzikalde görülmeye tahammül edilemeyecek düzeyde. Bu eleştirinin dansçılara değil ama koreografa yönelik olarak algılanması gerektiğini bilmem belirtmeme gerek var mı? Ben ilk defa profesyonel bir tiyatroda kostümlere sponsor olan tekstil firmasının ürünlerinin giyildiğini görüyorum. Bir müzikalde dans ne derece önemliyse, koreografi için de dansçının üzerindeki kostüm o derece anlam ifade eder. Hikâye, müzik, koreografi, kostüm, dekor bütünlüğü olmadığı sürece müzikal ruhundan

söz etmek mümkün değildir ki dekorda da iddia edildiği gibi teknolojinin kullanıldığını göremiyoruz. Arka fona barkovizyondan film görüntüsü yansıtmak kolaycılıktan başka bir şekilde ifade edilemez. Aksesuvar bu kadar mı baştan savma olur? Evde ana-kızın çarşaf niyetine (Salı pazarından alındığını sandığım!) desenli parça kumaşları katlamaları bunun en göze batan örneği.


Adana Devlet Tiyatrosu'nun da davetli olduğu komşu festivaldeydik

pe cy

a

Varna Summer

> Ebru Seyhan > ebruseyhan@tiyatrodergisi.com.tr

Dergimiz, Bulgaristan'ın Varna kentinde 31 Mayıs-12 Haziran tarihleri arasında bu yıl on üçüncüsü gerçekleştirilen Uluslararası Tiyatro Festivali "Varna Summer"a davet edildi. Varna'ya, festivale Shakespeare'in "Fırtına" isimli oyunuyla katılan Adana Devlet Tiyatrosu ile yol aldım. 2 Mayıs Perşembe sabahı Atatürk Havalimanı'nda buluştum grupla. İstanbul'a kadar uçakla gelen gruba, otobüsle Varna'ya kadar eşlik edeceğim. Yolculuğa başlamadan önce son sigaraların içildiği iç hatlar çıkışında, İskender Altın tek tek tanıştırdı arkadaşlarıyla. Son yolcumuz, Raif Hikmet Çam'ı da aldıktan sonra, 08.00'de İskender Altın'ın, yolculuk hakkından yaptığı kısa bilgilendirme eşliğinde, Kırklareli üzerinden Dereköy sınır kapısına olan yolculuğumuz başladı. Grubun yolculuğu sabah erken saatlerde başladığı için, herkes biraz uykulu, biraz yorgun. Yolumuz uzun. O yüzden uyumaya da sohbet etmeye de yeterince zamanımız var. Tiyatronun ışık tasarımcısı İbrahim Karahan'ın yanında oturuyorum. Kısa bir tanışma faslının ardından, Adana Devlet Tiyatrosu'nda henüz bitmiş sezon hakkında biraz bilgi veriyor Karahan. Sohbetimiz, Uluslararası Devlet Tiyatroları Sabancı Tiyatro Festivali ve ışık tasarımı konusunda daha önce bilmediğim konularla ilgili devam ediyor. Grubun, yaşça ve elbette


'kafaca' kendini daha genç hisseden üyeleri otobüsün gerilerine doğru yerlerini almış ve turne korosunu kurmuş bile. Yolculuk, her türden şarkının, hep bir ağızdan söylendiği bir tatta devam ediyor.

pe cy a

Birkaç saat sonra Kırklareli'ndeyiz. Yarım saatlik mola. Köfte yemek için. Yemekler hızla yeniliyor. Sınır kapısına yaklaşık bir saatlik yolumuz var. İkinci kaptan oyuncu arkadaşların da yardımıyla sınırdan geçerken vermemiz gereken isim ve pasaport bilgilerinden oluşan listeyi hazırlıyor. Ağaçlarla kaplı, dolambaçlı bir yoldan geçtikten sonra Dereköy sınır kapısındayız. Türk tarafındaki pasaport kontrollerinin ardından Bulgaristan giriş kapısına geliyoruz. Burgaz Başkonsolosluğu her iki tarafı turne konusunda bilgilendirdiği için geçiş konusunda gereken kolaylıklar gösteriliyor. Bulgaristan'a girdiğimizde Türkiye'deki dolambaçlı yol devam ediyor. İskender Altın, bir saatlik yolculuğun ardından Burgaz'a ulaşacağımızı, Burgaz Başkonsolosu Vural Altay'ı ziyaret ettikten sonra yolculuğa devam edeceğimizi anons ediyor. Burgaz'da konsolosluk görevlileri bizi kapıda karşılıyor. Başkonsolos Vural Altay tek tek elimizi sıkıyor. Yolculuğumuzun nasıl geçtiğini soruyor. Bütün ülkelerin başkonsoloslukları büyük şehirlerde olmasına rağmen Türkiye başkonsolosluğu Burgaz'da. Altay, bu duruma pek anlam veremediklerini söylese de "Tek tesellimiz Türkiye'ye yakın olmamız" diyor. Bizim için hazırlanan çay, kahve, kek ve börek ikramının ardından yolumuza devam etmek için konsolosluktan ayrılıyoruz. 'Turne korosu'nun yerini sessizlik alıyor. Yolculuk hiç bitmeyecekmiş gibi. Yol kıvrıldıkça uzuyor, uzadıkça kıvrılıyor. Küçük molalar veriliyor, yolculuk için hazırlanan pasta, börekler otobüs içerisinde gezdiriliyor.

başımıza iş açmayın..." Artık Varna'dayız. İlk bakışta daha görkemli bir şehir görmeyi hayal edenlerin ağzından hayal kırıklıklarını ifade eden cümleler dökülüyor. Javor, ve Balkanlardaki tiyatrolar arasında ilişkileri geliştirmek için çalışan Balkanart'ın Başkam Bovidar Manev tiyatronun hemen karşısındaki katedralin önünde bizi bekliyor. Durup alıyoruz. Sıcacık bir "hoş geldiniz". Herkes, Javor'u gördüğü için çok mutlu. Javor, Adana Devlet Tiyatrosu çalışanları için yönetmeninin ötesinde bir arkadaş. Yönetmen, tüm biletlerin satıldığını müjdeliyor gruba. Kaptana kalacağımız otel tarif ediliyor. Şehre sekiz kilometre uzaklıkta üç yıldızlı bir otelde kalacağız. Javor, grubun Varna'daki programı hakkında bilgi vermeye başlıyor. Çeviriyi dramaturg Canan Kırımsoy yapıyor. Oyunun teknik ekibi, 4 Haziran akşamı oynanacak oyunun dekorunu kurmak için yarın sabah otelden alınıp tiyatroya götürülecek. Tüm ekibin altı buçukta lobide olması gerekiyor. Grup, bu akşam sekizde Varna Drama Tiyatrosu'nun "Martı" isimli oyununun prömiyerine davetli. Katılmak isteyenler, bir an önce odalara yerleşip lobide buluşmak için sözleşiyor.

Sıcacık Bir Merhaba Yaklaşık sekiz saatlik yolculuğun ardından Varna'ya yaklaşıyoruz. "Fırtına"nın Bulgar yönetmeni Javor Gardev ile iletişim kuruluyor. İskender Altın bir anons daha yapıyor; "Arkadaşlar, az sonra Varna'dayız. Javor bizi karşılayacak ve otelimize götürecek. Ancak daha önce, buradaki programımız hakkında bilgi verecek. Lütfen dikkatle dinleyelim. Şehirde dolaşırken çantanızı, telefonunuzu hatta cüzdanınızı bile çaldırabilirsiniz ama pasaportunuzu çaldırıp

Ağaçlar ve Geniş Caddeler Şehri 3 Haziran Cuma. Teknik ekip önceki gün kararlaştırıldığı gibi sabahın erken saatlerinde tiyatroya gelmiş dekoru kurmaya çalışıyor. Oyuncuların bir kısmı otelde dinlenmeyi seçerken diğer kısmı şehri geziyor. Ben şehri gezenler arasındayım. Geniş caddeler, yüksek olmayan, çoğu tarihi binalar, meydanlar ve ağaçlarla kaplı, Karadeniz kıyısında güzel bir şehir Varna. Çok kalabalık değil. İşsizlik oranı büyük. Fabrikaların ve tersanenin büyük kısmı kapatılmış. Gençler iş bulmak için başka yerlere gidiyor. Kentte yaşayanlar, genellikle hizmet sektöründe iş bulabilmiş olanlar. Şehri gezerken tanıştığımız Türklerle sohbet ediyoruz. Öğleden sonra festival komitesiyle tanıştırılmak için tiyatro binasına davet ediliyorum. Bakımsız ama görkemli tiyatro binasının festival ofisinde koşuşturma devam ediyor. Bojidar Manev, festival komitesine de başkanlık eden Bulgaristan Tiyatro Birliği Başkanı Mitko Todorov, koordinatörler Ina Bojidarova ve Asen Terziev ile tanıştırıyor beni. Bir Türk gazeteciyi festivale konuk etmekten mutluluk duyduklarını söylüyorlar. Ben de nazik davetleri için teşekkür ediyorum tabii.


Todorov ile sohbetimize bir süre sonra İskender Altın da katılıyor. Bu arada salonda "Fırtına"nın dekoru kurulmaya devam ediyor. Dekor bir gün önceden kurulmaya başlandığı için bu akşam festivalin bu en büyük salonunda oyun yok. Neredeyse on saattir üzerinde çalışılan dekoru, dahası oyunu çok merak ediyorum. Bir ara dramaturg Canan Kırımsoy'u tiyatronun kapısında görüyorum, ne kadar yorulduğu her halinden belli. Todorov'la sohbetimizin ardından birkaç fotoğraf çekmek için salondayım. Yapılacak daha çok iş olduğunu söylüyorlar.

cy

a

Oyunları Eleştirmen Seçiyor Mitko Todorov ile festivali konuşmak için tiyatronun önündeki cafeye oturuyoruz. Bulgaristan Tiyatro Birliği, 45 üyesi olan bir vakıf. Ülkedeki tiyatroların doğal üye olduğu vakfa tiyatro müdürleri de bireysel olarak üye olabiliyor. Bulgaristan Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda bulunan tiyatro ile ilgili çalışma grupları, vakıf ile iletişim halinde. Tiyatroyla ilgili yasalar çıkarılmadan önce vakfın görüşleri alınıyor. Vakıf, uluslararası festivaller için farklı ülkelerin tiyatrolarıyla sürekli iletişim halinde. Varna Summer, Tiyatro Birliği'nin yanı sıra Varna Belediyesi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ortak çalışmasıyla gerçekleştiriliyor. Festival süresince, katılımcı gruplar dışında uluslararası tiyatro camiasından önemli isimler, başka festivallere oyun seçmekle görevli kişiler de Varna'da bulunuyor. Şimdi sıkı durun, festivalde oynayacak oyunlara bir 'kritikçi' yani tiyatro eleştirmeni karar veriyor. Her yılın festivali bitiminde gerçekleştirilen bir toplantıda, bir yılda en az 70 temsil izlemiş bir eleştirmen, gelecek yılın festivalinde oynanacak oyunları seçmek üzere tayin ediliyor. Eleştirmen, yıl boyunca ülkede izlediği 70 temsil hakkında bir rapor hazırlıyor ve bu oyunların 7 ila 10'unu Tiyatro Birliği'nin gerçekleştirdiği toplantıda Varna Summer programına öneriyor. Festivalin konukları arasında farklı ülkelerden çok sayıda eleştirmenin ve Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin bulunma nedenini şimdi çok daha iyi anlıyorum. 'Kritikçi' Bulgar tiyatro adamları için son derece değerli. Tanıştığınız herkes sizinle sohbet etmek, yaptığı iş ile ilgili sizi bilgilendirmek istiyor. Siz de haliyle Türkiye'de olduğunuzdan çok daha önemli hissediyorsunuz kendinizi.

pe

Bulgar Tiyatrosundan iki Güzel Oyun Saat 19.00. Adana grubu, bir saat sonra Javor'un yönettiği "The Pillowman" isimli oyunu izleyeceğini söylüyor. Ben, Varna Kukla Tiyatrosu'nun 19.45'deki, "Fırtına" gösterisini görmek istiyorum. Adana Devlet Tiyatrosu oyuncusu Doğan Turan ile, bir gün sonra Türkiye'nin oynayacağı oyunun kukla tiyatrosu yorumunu izlemeye gidiyoruz. Tiyatro, birkaç metre kumaş ve ışık illüzyonlarıyla yarattığı olağanüstü gösteri sonrasında dakikalarca alkışlanıyor. Doğan Turan, oyunun bu yorumundan oldukça etkilendiğini söylüyor. Kulis çıkışına gidip oyuncularla tanışıyoruz. Turan'a, Türkiye'nin oyununu merak ettiklerini yarın akşam izlemek için büyük tiyatroda olacaklarını söylüyorlar. Oyuncu, daha çok heyecanlanıyor. Festivalin özel prodüksiyonu "Psikoz 4.48"in 21.00'deki gösterimini izlemek isteyen grupla Kukla Tiyatrosu'ndan ayrılıyoruz. Geldiğimiz yer bir sanat galerisi. Galerinin çatı katına kadar çıkıyoruz. Oldukça büyük mekanın orta yerine 50-60 kadar sandalye dizilmiş, sandalyelerin hemen önünde, yukarıdan sarkan iki ampulün altında iki sandalye, sandalyelerde biri kadın diğeri erkek iki oyuncu. Yazar Sarah Kane'nin, intihar etmeden önce yazdığı son oyunu, yaşadığı dünyaya dayanamayan karakterlerin, içinde bulundukları ruh halinin kelimelere dökülmüş hali. Oyuncular, neredeyse dekorsuz sahnede, vücutlarını pek kullanmadan, ses ve mimikleriyle, izleyicinin kanını donduran bir performans sergiliyorlar. Oyunun ardından düzenlenen kokteyle katılıp oyuncularla, Bulgar tiyatro adamlarıyla tanışıyor, oyun hakkında sohbet ediyoruz. Doğan Turan, Bulgaristan'da izlediği oyunların, iyi kotarılmış prodüksiyonlar olması ötesinde bir birikimin eseri olduğu konusunda ısrar ediyor. Bulgar tiyatro adamlarının anlattıkları, Turan'ı doğruluyor.

Festival için Özel Oyun Festivalin bütçesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Varna Belediyesi ve festival organizasyon komitesi tarafından karşılanıyor. Festival komitesi, projeyi sponsorlara gösterip maddi destek toplayabiliyor. Şehrin her yanındaki panolarda festivali tanıtan afişler yer alırken, yerel ve ulusal radyotelevizyonlar basın sponsorluğunu ihmal etmiyor. Festival süresince, tiyatronun sorunlarının tartışıldığı konferanslar yapılıyor. Eğitim çalışmaları, basın toplantıları düzenleniyor. Her yıl festival için bir prodüksiyon hazırlanıyor. Festival'de prömiyer yapan oyun, daha sonra ülkenin başka yerlerinde sahneleniyor. Tiyatrolar Birliği oyunu diğer uluslararası festivallere satabiliyor. Birlik, bu yıl Sarah Kane'nin "Psikoz 4.48" isimli oyununu hazırlamış.


'Fırtına' Öncesi Sessizlik 4 Haziran Cumartesi. Adana Devlet Tiyatrosu oyuncuları, kostümlü prova almak için büyük tiyatroda. Festivale katılan Avrupa Birliği üyesi ülkelerin temsilcilerinin katıldığı konferansın ilk günü. Türk gazeteci olarak beni de davet ediyorlar. Konferansta her ülke kendi tiyatrosunun sıkıntılarını anlatıyor, çözüm önerileri getiriyor. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin kültürlerini korumak ve geliştirmek üzere daha çok bir araya gelmesini öngören projeler sunuyorlar. Konferansın ardından Kukla Müzesi'ni gezmek için, önceki akşam gösterilerini izlediğim Varna Kukla Tiyatrosu'nun bulunduğu binaya gidiyorum. Tiyatronun, 1952'den bu yana sahnelediği gösterilerinde kullandığı kuklaların bir bölümünün bulunduğu iki katlı müzeyi derginin sonraki sayısında anlatacağım.

cy a

Tiyatroya döndüğümde provaları bitmiş oyuncularla yemek yiyoruz. Oyunu farklı bir yerde oynayacakları için heyecanlılar. Festivalin seçili oyunlar bölümünde oynamaları ve tüm biletlerin satılmış olması heyecanı artırıyor. Saat 19.30. "Fırtına"nın başlamasına yarım saat var. Tiyatronun önündeki kalabalık yavaş yavaş artıyor. İçeri girenlere oyunun Türkçe broşürü dağıtılıyor. Salonun birinci balkonunda davetliler için ayrılan bölüme geçip oyunun başlamasını bekliyoruz. Oyunu Varna'da yaşayan çok sayıda Türk de izlemeye gelmiş. Saat 20.00. Shakespeare'in ölmeden beş yıl önce yazdığı, tamamlanmış son oyununu "Fırtına" sahnede.

ışık tasarımcısına kadar tüm ekip buna inanmış ve ortaya alışılagelmiş tekniğin-oyunculuğun dışında, farklı bir çalışma çıkmış. Tiyatro da bu değil midir zaten? İnsanı şaşırtmak için yok mudur? Ariel'i yıllarca aynı dilden konuşturmaktansa, kendi sahnenizdeki Ariel'in dilinden konuşmaya ne dersiniz? Oyun arasında ilk düşündüğüm şey, bu oyunu İstanbul'daki seyircinin de mutlaka görmesi gerektiğiydi. Bu sezon, İstanbul sınırları içerisinde izlediğim çok az oyundan aynı tadı aldığımı hatırlıyorum. Javor Gardev ve peşinden giden ekip, Shakespeare'in bu gerçeküstü öyküsünü, Can Yücel'in gerçeküstü Türkçe yorumu ile birleştirmiş; akıllarında kalanla kendileri için farklı renklerde birer 'deli gömleği' biçmiş. Tiyatroya, Shakespeare'e, belki de kendi çağının bakması gerektiği yerden, 'deli gömleğiyle' sahneye çıkma pahasına bakmış. Tasarımcı Nikola Toromanov, sahneyi, zaman zaman birbirinden ayrılan, zaman zamansa kesişen üç farklı zaman ve mekana bölüp işlemiş. Yönetmen, Prospero'yu (belki de Shakespeare'in kendisini) sahnenin -seyirciye daha yakın, kavram olarak daha erişilebilir- ilk bölümüne, öbür karakterleri yaşadıkları ya da ait oldukları gerçek ile gerçeküstü dünyanın diğer kademelerine; ikinci ya da üçüncü sahneye göndermiş. Bütün olarak bakıldığında, sahneleme tekniği ve tiyatro izleyicisi için provokatif bir eylem. Klasik oyunun absürt yorumu sizi; şaşırma, panikleme, kızma, mutlu olma uçurumlarından düşürüp koltuklarınıza, tiyatronun öbür kapısından geri getiriyor.

pe

Türkiye'de izleme olanağı bulamadığım oyunu, dahası Adana Devlet Tiyatrosu oyuncularını ilk kez izliyorum. Aklımda, oyunun Ankara'daki gösterimini izleyen yazarımız Deniz Bozer'in yazdığı eleştiri var sadece. Bozer, bir dizi gerekçeyle yönetmenin yorumunu pek başarılı bulmadığını söylemişti. Salona girerken, önyargılarımı da yanıma aldığımı itiraf etmek zorundayım. Hatırladığım kadarıyla Bozer, Shakespeare'in yorumu ile sahnede realize edilen arasında çok fazla yakınlık görememiş ve durumdan rahatsız olmuştu. Ben rahatsız olmadım. Oyunun sonunda Adana Devlet Tiyatrosu ekibini, yönetmen Gardev'i dakikalarca ayakta alkışlayan seyirci de rahatsız olmuşa benzemiyordu. Tiyatronun müdürü İskender Altın, gerçekten çok cesur bir işe karar vermiş; yönetmeninden oyuncusuna; dramaturgundan

Oyun başlamadan önce tiyatronun önünde bekleyen kalabalığın bir bölümü, oyun bitiminde oyuncular ile tanışmak için yine tiyatronun önünde bekliyor. Adana Devlet Tiyatrosu, aynı akşam Fransa ve Romanya'da oynamak üzere davet alıyor. Ekip, yorgun ancak keyifli bir akşam yemeğinde gecenin değerlendirmesini yapıyor. Ertesi sabah geri dönüş için erkenden kalkıp toplanıyoruz. Ev sahiplerimizle vedalaşıp otobüsümüze biniyoruz. İstanbul'a dönüş için yolculuğumuz başlıyor. 'Turne korosu' eski yerini alsa da dönüşte daha sessiz. Varna-İstanbul yolunda ilk anonsu, bu yıl sahnede 40. yılını kutlayan Raif Hikmet Çam yapıyor; "Arkadaşlar, eğer sahne üzerinde hepimiz 'benim' diyebiliyorsak hepimiz oluruz. Dün akşam hepimizdik!" 23.00 sularında İstanbul'dayız. Grup, 23.30'daki Adana uçağına yetişiyor. 'Festival korosu'nun uçakta devam edip etmediğini bilmiyorum©


Festivaller Yaptığınız İşin Sağlamasıdır > Ebru Seyhan > ebruseyhan@tiyatrodergisi.com.tr

pe cy

a

Uluslararası Tiyatro Festivali "Varna Summer"a katılan Adana genç kuşağın önemli yönetmenlerinden birisi olması. Bütün bu Devlet Tiyatrosu, Bulgar tiyatro adamları ve izleyicinin yoğun unsunlar birleşti ve oyunun tüm biletleri satıldı. ilgisiyle karşılaştı. Tiyatronun müdürü İskender Altın ile Festivali, Bulgaristan'da yaşayan Türk vatandaşlar da Türkçe bir oyunu Bulgaristan 'da gördükleri büyük ilginin nedenlerini konuştuk. görmek için geliyor. Biz büyük salonda oynuyoruz, 600 kişilik. Uluslararası tiyatro buluşmasının bir tiyatro için önemi nedir? Bizim biletlerimizin bitmesinden çok daha önemli bir şey var, yabancı oyunların biletlerini satmakta zorlanıyorlar ama bizim Uluslararası bir turne, dışarıdan bakıldığında yaptığımız işin kreması gibi görünüyor ama burası hep konuştuğumuz tiyatronun biletlerimiz satıldı. dili, yaşamı, farklılığı, farklı hayallerin buluştuğu bir ortam. Her festivalde bu şekilde sağlıklı ilişkiler kurulabiliyor mu, Dolayısıyla bu ortam, tanıma, anlama, metinlerini öğrenme ve dekor, kostüm anlayışı, yönetmenlik, oyunculuk gibi kavramları yoksa bölgesel ve kültürel olarak birbirine yakın coğrafyaların tiyatroları arasında farklı bir bağ mı var? gözden geçirme, bütün hepsi için bir buluşma olabilir. Benim yaklaşımımda festivallerin hepsi matematiksel bir sağlama gibidir. Aslında somut olarak yok. Ama benzer kültüre sahip ülkeler arasında elle tutulmayan, gözle görülmeyen farklı bir durum Festivallerin asıl amacı budur. Tiyatro dilinin, anlayışının, olduğu da inkâr edilemez. Bugün Devlet Tiyatroları'nın çok metinlerinin yaklaşımının geldiği noktada neredesin, nerede sayıda ülke ile ilişkisi var, Rusya'dan İsrail'e kadar. Önümüzdeki duruyorsun nasıl anlaşılıyorsun bunu görmek çok önemli. O yüzden festivallerin yaygınlaşması da çok önemli. Örneğin Devlet dönemde Adana Devlet Tiyatrosu'nun başka ülkelerle ilişkileri olacak. Amerika, Yunanistan ile ilişkilerimiz olacak. Doğrusu, Tiyatroları, üçü uluslararası olmak üzere beş festival yapıyor. yakın ülkeler ve yakın kültürlerde çok daha farklı bir anlaşma Bizim festival dinamiklerinin dışında gelişecek ilişkilere de ihtiyacımız var. Yaptığınız işin sağlamasının yapıldığı yerlerdir ortaya çıkıyor. O durum biraz tiyatroyla tarif edilemez. Komşu buralar. Ondan sonrası yemekteki tatlı bölümüdür. Orada birçok olma durumu. Yani aynı saatte içki içmeye başlamak, eğlenmek, ortak projeyi, ortak çalışmayı, ortak düşünceleri konuşursunuz. dans etmek, aynı şekilde duygulanmak; kültürlerin yakınlıklarıyla ilgili. Bu farklı bir şey, biraz tiyatro dışındaki parçaların Ama daha önemlisi farklı dillerde, farklı ülkelerdeki yakınlığına da bağlı. Mesela benim Bulgaristan'la kurduğum meslektaşlarınız da kendi yaptığınız işi konuşursunuz. yakın ilişkilerin temelinde aslında bir komşu olma durumu vardır. Birbirimizi çok yakın hissetmekle ilgili bir durum. Varna Summer'ın seçili oyunlar bölümde oynuyorsunuz, biletlerin hepsi satılmış bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz? Bunun iki nedeni var. Birincisi eskiden yaşadığımız kavgalar, yanlış anlaşılmalar insanların arasına duvarlar koyuyordu. Şimdi kavga bitti ve Türkiye çok merak ediliyor. Daha önce çok büyük bir yalan vardı Türkiye hakkında, şimdi öyle olmadığı ortaya çıktı. Ben buralara ilk geldiğim yıllarda "Türkiye'de tiyatro var mı" diye soruyorlardı. Türkiye'de çok iyi tiyatro yapıldığını yıllar içerisinde geliştirilen ilişkilerle öğrendiler. Turnelerle, oyun değişimleriyle, Türk oyun yazarlarının oyunlarının Bulgaristan'da oynanmasıyla çok önemli şeyleri öğrendiler. Yaklaşık sekiz-dokuz yıla dayanan, Lemi Bilgin'in de çok büyük desteği ve benim de yardımımla ilişkiler düzenli hale geldi.

Sizin Bulgaristan tiyatrolarıyla ilişkiniz yeni bir şey değil! Buraya aldığımız davet altı yıldır kurulan ilişkilerin bir devamıdır. Siz yabancı bir ülke ile kurduğunuz ilişkileri disiplinli bir hale getirirseniz ve bunun ortak prensiplerini çabuk, kolay, akılcı bir şekilde koyarsanız çok doğurgan bir yapı olur. Bulgaristan tiyatrosu ile kurduğumuz ilişkiler diğer ülkeler ile kuracağımız ilişkiler için bir örnektir. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Festivale ilişkin söylemek istediğiniz başka bir şey var mı? Burada festivaller çok daha yaygın. Mesele yapmak, yapabilme arzusunu, kararlılığını gösterebilmek. Bizde herkes devletin yapmasını bekliyor. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı dışında bir İkinci ayağı da şu, daha önce Türk tiyatroları, bölgedeki yöresel şeyler yapma kararlılığını sürdüren bir yapı daha var mı? seyirci için hazırlanan Türk oyunları ile geliyordu. Sonra baktılar Çuvaldızı ve iğneyi doğru yerlere batırmak lazım. Yaptığımız ki Türkler Shakespeare oynuyor. her festival için "devletin imkânlarıyla yapılıyor" diyorlar. Devletin dışında bir şey var burada ve bu gözden kaçıyor. Bakın Başka bir önemli nokta; benim tiyatrom, benim oyunum ama yirmi yedi sahne, ücretlerimizi de çıkın, yaptığımız işlerde bir benim yönetmenim değil. Çok güzel bir kombinasyon. Bulgar özel tiyatrodan biraz daha fazla para harcama lüksüne sahibiz. yönetmen, Bulgar dekoratör ve Bulgar müzisyenin gelip Türkiye'de O kadar. Başka bir şey yok. Bu tür festivallerin büyük ölçekte çalışma yapmış olması. Javor Gardev'in Bulgaristan'da olmasa da yapılabileceğini düşünüyorum.


> AMELİYAT MASASI > Üstün Akmen > ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr

Mehmet Ulusoy'u Uğurlarken de Kızdırdılar "Düş gücünün ağır bastığı öyküleri, masalları, özdeyişleri hayal dünyamızın imbiğinden geçirerek algılamamızı sağlayan bir tiyatro adamıydı Mehmet Ulusoy. ' Yalın' tiyatro biçimiyle soyut, göze yönelik görüntüler elde etti. Çılgın sahneler çizdi, kimi yerde özel saçmalıklar yarattı, güçlü bir alegorik parça taşıyan düş ve düşlemleri art arda sıralayarak, kara mizaha bulanmış gerçeküstücü biçeme ulaştı. Absürd tiyatronun "yalın" unsurunu, anlamın derin düzeyde aktarılmasına aracı yaptı. Devinim ve sesten tiyatro oluşturdu. Tiyatronun dil olmaktan daha fazlası olduğunu bir güzel anlattı. Bu arada, maskenin yasasını da unutmadı. Masklarla gerçekdışını, bilinen bir gerçeğe dönüştürdü. Bir an için dahi olsa, en sıradan olanın gerçekdışı olabileceğini ve en büyük gerçeğin kesinlikle burada saklandığının altını çizdi. ... Veee çekti gitti." Böyle yazdım Mehmet Ulusoy'un ölüm haberi 7 Haziran Sah günü Paris'ten İstanbul'a ulaşır ulaşmaz... Hemen... Ardı sıra... Paris'te tedavi gördüğü Saint Josephe Hastanesi'nde hayatını kaybeden Mehmet'in cenazesi cumartesi günü İstanbul'a getirildi. İstanbul'a gönderilmeden önce, Paris'teki Santilly-Funerarium de Pantin'de tören düzenlendiğini kimi basın organlarımızdan, NTV gibi televizyon kanallarımızdan öğrendik. Radikal'den Mehmet Basutçu, Ulusoy'un son "oyununu" izlemeye farklı yaş, kültür, din ve dilden çok sayıda dostunun geldiğini yazdı. Meğer Fransız'ı, Türk'ü, Yunan'lısı, Karayip'lisi hepsi Mehmet için bir araya gelmiş. Erasmus'un "Deliliğe Övgü"sünü bu yaz İstanbul'da sahneye koymayı birlikte planladıkları yönetmen arkadaşı Richard Soudee, sözü ilk alan olmuş, ardından bir saati aşkın bir uğurlama töreni yapılmış. Son derece duyarlı bir "son oyun" yaşanmış. Yaklaşık otuz kişi söz alarak Mehmet Ulusoy'un tiyatro dehasını, direnişçi ruhunu ve sonsuz enerjisini anlatmış. Gözyaşıyla gülümseme, ütopyayla gerçekçilik, Ermeni ağıtıyla ney tınısı, Fransızca ile Türkçe bu uğurlama töreninde birbirinden hiç ayrılmamış. Tören, bir anlamda gösteriye dönüşmüş. Sonra, anısına birer kadeh şarap içilmiş ve dostları Mehmet'in çok sevdiği Bodrum çökertmesini topluca seslendirmiş.

a

Ölüm haberinin üstünden sekiz tam gün geçmişti, 15 Haziran sabahı kalktım Atatürk Kültür Merkezi'nde yapılacak anma törenine gittim. Hem de, zamanından yarım saat kadar önce... Seçkin Selvi ile Ataol Behramoğlu ile kucaklaştık. Seçkin: "Şu sanat insanlarımızın ne zaman yaşarken değerini anlayacağız," diye sordu. Eskilerde, bir öykümün içinde kullandığım: "Yüz yüze yakınken, yüz öyle uzak ki," tümcesi geldi, söylemedim. Ali Cem Köroğlu'nu, teri gömleğine geçmiş halde salondan çıkarken gördüm. Demek içeride uğurlama töreni için bir sahne düzeni yapılmıştı. Gönendim.

pe cy

Genco Erkal, Sumru Yavrucuk, Ayten Uncuoğlu, Deniz Kavukçuoğlu, Dilek Türker, Mustafa Demirkanlı, Işık Yenersu, falan salona girdik. Ortada, " soffitto" dan aydınlatılmış üzeri yarım yamalak örtülmüş bir masa. Daha Mehmet'i getirmemişler. Kültür Bakanı'nın, TOBAV'ın, Galatasaraylıların çelenkleri kenarları süslüyor. Arkadaki perdede projeksiyonla verilmiş "Mehmet Ulusoy / 19421945" yazısı okunmakta. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nınki de bir görevlinin elinde sahneye çıkarıldı. Görevli, çelengi koyacak yer bulamadı, İBBŞT'nin çelengi tiyatronun logosunu simgelediğinden ve de küçük boy olduğundan öbür çelenkler yanında komik kaldı. Görevliye: "Olmadı," dediler, o da gitti ayaksız çelengi ortadaki masanın sol ayağına dayadı. Yarım saat gecikmeyle Mehmet'i getirdiler, ortadaki masanın üstüne koydular. İmam Efendi, "El-Fatihaaa" dedi. "Benerci Kendini Niçin Öldürdü''de Somadeva'yı oynayan Kürşat Alnıaçık hazırladığı konuşmayı yaparken, arkadaki perdede "Benerci Kendini Niçin Öldürdü"nün bir televizyon programından alınmış görüntüleri sesli olarak verilmeye başlanmıştı. Aynı oyunda Benerci'ye can veren Hakkı Ergök konuşurken de aynı görüntü ve gürültü sürdü. Hikmet Körmükçü ağlamaktan konuşamadı. Lemi Bilgin mikrofona geldiğinde perdede: "Devam edecek" yazısı belirdi. Lemi Bilgin konuşuyordu, neyin devam edeceğini merak ettik. "...Devam Ediyor" yazısı çıkınca merakımız katmerlendi, ama anladık ki televizyon programı bir enstelasyon sergisi görüntüleriyle sürmektedir. Neyse ki, "makinist" görüntüyü şıp diye kesti. Bu kere, Meltem Cumbul beyaz perdeye yansıdı. "Afife 2002 - Yılın En Başarılı Yönetmeni Ödülü"ne kimin değer görüldüğünün açıklanacağını anons ediyordu. Korhan Abay zarfı Cüneyt Çalışkur'a verdi, Çalışkur zarfı açtı: "Mehmet Ulusoy," dedi. Mehmet, kırmızı kaşkolüyle oturduğu koltuğun bulunduğu sırada ayağa kalktı, ilerleyerek sahneye çıktı. Görüntü kesildi. Lemi Bilgin konuşmasını o sırada bitirmişti. Hakkı Ergök ile Kürşat Alnıaçık tabutun başında saygı duruşundaydılar. Kim olduğunu göremediğim biri: "Saygı duruşu," diye bağırdı. Önce bir şaşkınlık... sonrasında herkes yerinden kalktı, kimi sağdan, kimi soldan sahneye çıkmaya başladı. Sıralanmış insanlar tabutun başında karşı karşıya gelince, ikinci bir şaşkınlık yaşandı. Soldan sahneye çıkmış olan bendeniz, uyanıklık yaparak, sıralanmış insanların arkasından sıvışıp sağdan gelenlerin oluşturduğu kuyruğun en arkasında sıraya girerken, adamın biri: "Bu tören Mehmet Ulusoy'a yakışmadı, o başka türlü bir tören isterdi. Ben, 1968'de 'Devrim İçin Hareket Tiyatrosu'nu kurarken Mehmet'in yanındaydım," diye bağırdı da, üç yıl boyunca köylerde, meydanlarda ve grevde olan fabrikalarda nasıl ve hangi zorluklara karşın sokak tiyatrosu yaptıklarını anlatma cesaretini gösteremedi. Tören bitti... Ya da, oldu da bitti... Bu son derece az katılımlı tören, sadece Mehmet Ulusoy'a değil hiçbir tiyatrocuya yakışmayacak ölçüde baştan savma, özensiz, laubali, gabilik örneği bir törendi ve katılanların tümü, hiç abartısız söylüyorum tümü bu düşüncedeydi. Oysa çok mu zordu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda olduğu gibi önceden bir katafalk hazırlamak, üzerini kocaman bayrakla örtmek? Çok mu zordu Mehmet Ulusoy'un çok sevdiğini bildiğim Vladimir Vissotski'nin "Le VolArrete" adlı albümünü ya da ne bileyim Camile Saint-Saens'in "La Dance Macabre"smi hoparlörlerden vermek? Aksesuar deposundan üç beş şamdan bulup, bakkaldan da yeteri kadar mum satın almak olanağı yok muydu? Mehmet Ulusoy'un yaşamından, yapıtlarından, söyleşilerinden film yapabilecek bir teknik adam bulunamaz mıydı? Müdüriyetçe görevlendirilecek bir meslektaşın, Mehmet Ulusoy'un sahneye koyduğu yapımlarda birlikte çalıştığı Yaşar Kemal, Ataol Behramoğlu, Metin Deniz, Mehmet Güleryüz, Kudsi Ergüner, Genco Erkal, Ayla Algan, Beklan Algan, Jülide Kural, Nergis Çorakçı, Zeynep Oral, Can Başak, Aslı Öngören, Yakup Çartık gibi sanatçılara, oyunculara telefonla ulaşıp, uğurlama töreninde bir anılarını anlatmalarını istemek çok mu meşakkat isterdi. İstemezdi... İstenmedi... Mehmet Ulusoy çekti gitti, ama reva görülen bu muameleyi hiç mi hiç hak etmedi..©


Ankara Ekin Tiyatrosu

pe

cy

a

Gerçek Kurbanın Acısı

> Beki Haleva

Bu yıl Ankara Ekin Tiyatrosu'ndan izlediğim bu ikinci oyun oluyor. Turneye çıkan Ekin Tiyatrosu, mayıs ayı içerisinde Taksim Sahnesi'nde "Gerçek Kurbanın Acısı" isimli oyununu sergiledi. İlkini beğendiğim için olacak ister istemez bir beklentiyle gittim, sanırım oyuna. Böyle olunca da daha bir eleştirel gözle yaklaşıyorsunuz olaya. İlkinde olduğu gibi bunda da ilginç bir oyun çıkarmışlar, bu da Ekin Tiyatrosu'nun belli bir çizgiyi yakaladığının göstergesi kanımca. Bu durum biz izleyicilerin hep ilginç gösterimler bekleyeceği anlamına geliyor, tabii bir de sorumluluk yüklüyor onlara. Oyun yeni değil. 1996'da Oyun Yazımı Yarışması Yunus Emre Büyük Ödülü'nü alan bu oyun, 2002 yılında da Sanat Kurumu tarafından en iyi oyun yazarı ve en iyi kadın oyuncu ödüllerine lâyık görülmüş. Oyunu kaleme alan Erhan Gökgücü oyun yazarlığının yanı sıra oyunculuk, yönetmenlik ve tiyatro öğretimi alanlarında da etkin olmuş Devlet Tiyatroları sanatçısı. Oyuncu, oyun yazarı ve rejisör olarak birçok ödül almış. Oyunlarında insanlığın ve özellikle de ülkesinin insanlarının çektiği acıları dile getirmeyi kendine görev saymış. Söz konusu insanlığın acılan olunca da kendisinin de altını çizdiği gibi "ulusallıkla evrenselliğin örtüştüğü" bir boyutu yakalamış oluyor yazar. Yakın tarihimizde yaşanan acılara tanık olmuş bir nesil olarak duyumsadıklarını aktarmak, bunların resmi tarih örtüsü altında


unutulup gitmesine engel olmak için kaleme sarılmış ve bildik bir yöntem olan oyun içinde oyun tekniğini kullanarak oyununu kurgulamış. Bu tekniği kullanmak ilk bakışta sıradan bir yaklaşım gibi görünse de, metin ilerledikçe ana izleğin yanı sıra oyun-oyuncu ilişkisini de irdeleme olanağı sunuyor yazara. Hatta kimi zaman bu ilişkinin ikinci bir izlek olarak ön plana geçtiği de oluyor. Böylelikle "bir taşla iki kuş" misali farklı iki düzlemde gelişen bir oyun çıkıyor karşımıza. Oyunu izlerken ve sonrasında izlenimlerimi bu yazıya dökerken, sanal gerçekliklerin ne denli gerçek olduğunu düşündüm ve Baudrillard'ın sözünü ettiği "gerçeğin gerçekliği"ni bir gösterim sanatında - bu ister sinema ister tiyatro ya da dans olsun - yakalayabilme olanağı var mıdır diye, sordum kendi kendime. Bu noktada gerçeklerin dayanılmaz ağırlığı altından sanal bir gösterim nasıl ezilmeden kalkabilir sorusu ve daha birçok soru düştü aklıma. Bunların yanıtlarını oyunun içinde bulabildim sanıyorum ve yazım ilerledikçe kendiliğinden ortaya çıkacaklarına göre şimdi en iyisi kısaca oyunun konusuna değinmek.

Bu oyunda oyuncu rolünde Başak Ulaşer kusursuz ve etkileyici bir performans sergiliyor diyebilirim, hatta oyunu o götürüyor demek bana göre yanlış olmayacak. İyi bir oyuncunun yaşadığı kaygılar, işini daha iyiye götürmek için verdiği çabalar, kendini aşma uğraşı gibi oyunculuk mesleğinin zorluklarını tam bir doğallık içinde yansıtmayı başarıyor. Oyunuyla, gerçek bir sinema oyuncusunun canlandırdığı karaktere bürünebileceğini kanıtlayarak, ilginç bir paradoks yaratmış oluyor, yazarın, senaryoyu yazan gerçek kurban karakteriyle ortaya attığı, hiçbir oyuncunun gerçeği tam olarak yansıtamayacağı önermesiyle çelişen. Oyunuyla dikkatimi çeken bir başka oyuncu da çocuğun annesini canlandıran oyuncu rolündeki Asuman Çiğiltepe oldu. Başrol oyuncusunun aksine rolüyle yalnızca çekim sırasında özdeşleşen, çekim bittiği andaysa hemen kendi kişiliğine geri dönebilen, bir düzlemden öbür düzleme geçişleri son derece basit bir olaymış gibi gerçekleştiren oyuncuyu çok gerçekçi bir şekilde oynuyor. Hemen hemen bütün oyun boyunca hiç değişmeyen bir yüz ifadesiyle bir köşede oturan "gerçek kurban" rolünde Emine Semra Gökalp'in işi göründüğü kadar kolay olmasa gerek. Acısını haykırdığı son sahnede de çok etkileyici. Oyunun öbür oyuncularıysa kızın annesi Serap Kıran Öner, rejisör Bülent Yıldıran, asistan Damla Paksoy, ışık teknisyeni İsmet Tamer, sahne teknisyenleri Cengiz Aydoğan ve Murat Ergenlioğlu belli bir çizgide sürdürüyorlar oyunlarını.

pe cy

a

Tek perdelik bu oyun yukarıda da söylediğim gibi yakın geçmişimizden bir kesit niteliğinde ve bunu bir film platosundan aktarıyor, yaşanan gerçekliklerden, çekilen acılardan uzaklaştırmak istercesine izleyiciyi, belki de bir yabancılaştırma duygusu yaratmak ve ardından gerçeklerle daha somut bir yüzleşmeyle baş başa bırakmak kaygısıyla onu. Bir film platosuna açılıyor sahne ve bir çekime tanık oluyoruz tüm aşamalarıyla, öncesinde yapılan teknik hazırlıklarla, aralarda ve sonrasında oyuncuların sergiledikleri mesleklerine olan yakınlık ya da uzaklıkları açığa çıkaran ve böylece kişiliklerinden ipuçları veren yaklaşımlarıyla. Tam bir tarih verilmese de yakın geçmişte ülkemizde yaşanmış bir darbe sürecinde, genç kuşaktan bir solcunun idama kadar giden yolda çektiği ve sevdiklerine çektirdiği acıların filmi bu. Senaryoyu kaleme alan da bu acıları derinden yaşamış ve sevgilisini yitirmiş bir kadın. Sahnenin bir köşesinde oturmuş, çok acı çekmiş bir insanın duygulardan arınmış ve adeta maskeye dönüşmüş ifadesiz yüzüyle çekimleri izliyor, hiçbir oyuncunun, en iyisinin bile "gerçeğin gerçeğini" yansılamayacağının bilincinde. Soyutlanmış gibi duruyor kendi dışında yaşananlardan, oysa kendi yazdığı senaryo canlandırılıyor karşısında. Kendisini canlandıran başrol oyuncusunun gerçeği yakalama kaygısı da çok ilgilendirmiyor onu ve bir türlü paylaşmaya yanaşmıyor yaşanmışlıkları onunla. O zaman bu çelişkili durum bir soruya dönüşüyor izleyicinin kafasında: Bir film gerçeği tam olarak yakalayamayacaksa, gerçek bir olayı film senaryosuna dökmenin mantığı ne? Bunun yanıtını insan psikolojisinde aramak gerekir sanırım. Genelde insan, yapısı gereği yaşadıklarını anlatmak, yitirdiklerini yaşatmak ister ve karşısındakinin bunu aynı şekilde algılayamayacağını bile bile bu işe soyunur.

Oyunu sinema ve tiyatro oyuncusu Erol Demiröz yönetiyor. Metni yorumlama aşamasında oyun-oyuncu ilişkilerini ön plana alan yaklaşımı sanırım sinema oyuncusu kimliğinin ağır basmasından kaynaklanıyor. Bu da farklı bir bakış açsısı getiriyor ve oyuna bir zenginlik katıyor bana göre. Oyunun yapımcısıysa Ankara'ya Ekin Sanat Merkezi'ni kazandıran Faruk Güvenç.

Sahne ve giysi tasarımlarında Suar Şeylan genelde başarılı bir iş çıkartmış. Ne var ki hareket halindeki kamera sağ ve sol köşelerde oturan izleyicinin görüş alanını kısıtlıyor bir de kameranın sahnedeki konumuyla, gerçek bir film çekiminde kimi planların çekimleri gerçekleştirilemez izlenimi verdi bana. Bunun dışında gerek setin içindeki düzenleme, gerek görülmese de algılanan, ses efekti ve ışık tasarımının (Yüksel Aymaz) da katkılarıyla gerçekçi bir şekilde yaratılan dışarıdaki yağmurlu hava, oyunun sıkıntılı atmosferine hizmet eder nitelikte. Oyunda hiç müzik kullanılmaması da bu havayı pekiştiriyor. Sonuç olarak unutulmaya çalışılan bir dönemi anımsatmasıyla, o dönemleri yaşamamış olanları bilgilendirmesiyle, kurgusu ve oyunuyla görülmeye değer ilginç bir oyun çıkmış ortaya©


pe

cy a

İkibinli Yıllarda Oyun Yazarlığımız

> Sema Göktaş

2005'i yarıladığımız şu günlerde ne yazık ki tiyatromuzun gündemi on yıl hatta yirmi yıl öncesinden pek farklı değil. Diğer temel sorunların yanı sıra, katlanarak artan seyirci azlığı artık sadece özel tiyatroların değil ödenekli tiyatroların da yaşamsal bir sorununa dönüşüyor. Seyirci bir daha dönmemek üzere tiyatro salonlarından uzaklaşıyor. Buna karşılık hiçbir şey olmuyormuş gibi yine oyunlar sahneleniyor, eleştiriliyor, ödüller veriliyor vs. vs. Oysa süreç kendi doğal gelişimine bırakılamayacak kadar vahim bir hal almış. Bu çalışmayla meseleyi yazarlık açısından gözden geçirmek ve şimdiye kadar bu sorunsalla ilgilenen hemen herkesin ısrarla vurguladığı "oyunların sayısındaki ve kalitesindeki düşüş" saptamasından yola çıkarak öncelikle oyun yazarlığında "nicelik" açısından durum nedir, ona bakmak istedim. 2000-2005 yıllarında basılan oyunlar üzerinden yapılan bu araştırma, bu dönemde belki bir o kadar da sahnelenen ama basılmayan oyun olabileceği düşünülürse eksik gibi gelebilir. Ancak bu çalışma sözü edilen dönemde gün ışığına çıkan tüm oyunları değil, daha çok sahnelenmeyen oyunları saptayabilmek için gerçekleştirildi. Buna göre ulaştığım sonuçlar şunlar:

1. 2000-2005 sürecinde kitap olarak basılan oyun sayısı 133'tür. Bu süreçte ilk kez basılan bütün oyunları listeledim. Böylece 90'lı yıllarda sahnelenmelerine rağmen ancak 2000'lerde kitap olarak basılabildikleri için listeye giren bazı oyunlar da oldu (Kadınlık Bizde Kalsın/Yılmaz Erdoğan, Kıyamet Sularında ve Sokağa Çıkma Yasağı/Civan Canova, Kuş ve Miletos Güzeli/Coşkun Irmak, İnadına Yaşamak/Metin Balay, Anrico'nun Peşinde/Kubilay Tunçer, Nemrut/Gülşah Banda). Bu oyunlar sadece kayda geçirmek amacıyla listeye dahil edilmişlerdir. Onları bütün hesaplamaların dışında tuttum. Buna karşılık 90'lı hatta 80'li yıllarda yazarlık ödülü almış, sahnelenmemiş ve yine ancak 2000'lerde basılan oyunlar ise toplam sayıya ve -sahnelenmedikleri için- bütün hesaplamalara dahil edilmişlerdir (Uygunsuzlar ve Evin Kadınları/Erman Canatan, Terentius'un Afrikalısı/Coşkun Irmak, Kevser'di ve Ev-Ses/Sadık Aslankara). Öyleyse 2000-2005 sürecinde toplam 125 yeni oyun kitap olarak basılmış diyebiliriz.


2. Bu oyunların 17'si oyun yazarlığı yarışmalarında ödül almış. 3. Ödül alanlardan sadece 2'si sahnelenmiş (Gayrı Resmi Hurrem/Özen Yula, Yel mi Değirmen mi/Aslı Öngören). 4. Bunlardan biri sahnelendikten sonra tekrar yazarlık ödülleri almış (Gayrı Resmi Hurrem: Afife/Cevat Fehmi Başkut, Tiyatro Ödülleri 2004, İsmet Küntay). 5. Bu 125 oyunun 35'i 2000-2005 sürecinde profesyonel topluluklarca sahnelenmiş. 6. Sahnelenenlerden 5'ine -sahnelendikten sonra- yazarlık ödülü verilmiş (Tek Kişilik Şehir/Behiç Ak, Bana Bir Şeyhler Oluyor/Yılmaz Erdoğan, Olağan Mucizeler/Kubilay Tunçer, Gayrı Resmi Hurrem/Özen Yula, Mem ile Zîn/Cuma Boynukara). Buna göre, 2000-2005 sürecinde basılan oyunların %28'i sahnelenmiş, %72'si sahnelenmemiştir. Yazarlık yarışmalarında ödül alanların %12'si sahnelenmiş, %88'i sahnelenmemiştir. Yazarlık yarışmasında ödül almış oyunların sahnelendikten sonra ödül alma oranı %50'dir. Basılmış oyunların sahnelendikten sonra ödül alma oranı ise %12'dir. 7. Baskı tarihlerine göre 2000 yılından günümüze kadar basılan oyunlar şunlardır (Koyu harflerle yazılanlar sahnelenmiş oyunlardır. (*) işaretli oyunlar ise yazarlık yarışmalarında ödül almış oyunlardır.):

2003 yılında yayımlanan oyun kitapları (25 adet): Ali Berktay, Benim Meskenim Dağlardır(28), MitosBoyut Aslı Öngören, *Yel mi Değirmen mi(29), MitosBoyut Behiç Ak, Fay Hattı(30), MitosBoyut Behiç ak, Newton Bilgisayardan Ne Anlar(31), MitosBoyut Caner Bilginer, Dünyada Mekân yahut Hilekâr, MitosBoyut Cemal Arslan, Mahpusluk Zor Zanaat, MitosBoyut İlker Köklük, *Mendil Alır mısımz(32), MitosBoyut İpek Seyalıoğlu, *Bakır Kalkan(33), MitosBoyut Metin Balay, İnadına Yaşamak(34), MitosBoyut Metin Balay, İnadına İnsan(35), MitosBoyut Mine Ölce,Dün, Bugün, Yarın, MitosBoyut Mine Ölçe, Biletler İki Kişilik, MitosBoyut Müjdat Gezen, Artiz Mektebi, MitosBoyut Müzeyyen E. Erim, Hulusi Beyin Kızları, MitosBoyut Müzeyyen E. Erim, Bütün Menekşeler Annem Kokar, MitosBoyut Müzeyyen E. Erim, Murat Oteli, MitosBoyut Nezihe Meriç, Öyle Bir Gün (Toplu Oyunlar içinde), YKY Raşit Çelikezer, Otopark Cinayetleri(36), MitosBoyut Savaş Aykılıç, Kral Karun, MitosBoyut Savaş Aykılıç, Troya Geçilmez, MitosBoyut Savaş Aykılıç, Bir Kalem, Bir Kılıç, Bir de Kalp, MitosBoyut Savaş Aykılıç, Ksantos Trajedisi, MitosBoyut Sinan Bayraktar, Definename(37), MitosBoyut Tuncer Cücenoğlu, Sabahattin Ali, MitosBoyut Yıldız Kenter, Hep Aşk Vardı(38), İş Bankası 2004 yılında yayımlanan oyun kitapları (19 adet): Adalet Ağaoğlu, Duvar Öyküsü, İş Bankası Behiç Ak, İmaj Katili, MitosBoyut Beki L. Bahar, Demokles'in Kılıcı, MitosBoyut Funda Özşener, Sevgili Hayat, MitosBoyut Kıvanç Nalça, Dermeyan Masalı, MitosBoyut Kıvanç Nalça, Eşya ile Münasebeti Tayin Problemi, MitosBoyut Kıvanç Nalça, Büyü-Düğüm, MitosBoyut Kıvanç Nalça, Mutsuz Anneler Kulübü, MitosBoyut Metin Balay, Deniz Diye Bir Delikanlı(39), MitosBoyut Metin Balay, Düzmece Müzikal, MitosBoyut Mustafa Şerif Onaran-Rüştu Asyalı, Ben Bir İnsan(40), Kültür Bak. Okday Korunan, İyi Şanslar(41), MitosBoyut Sadık Aslankara, *Kevser'di(42), MitosBoyut Sadık Aslankara, *Ev-Ses(43), MitosBoyut Sadık Aslankara, Hayal Ustası, MitosBoyut Tarık Günersel, Yarım Bardak Su(44), MitosBoyut Turgay Nar, Can Ateşinde Kanatlar(45), MitosBoyut Üstün Dökmen, Komşu Köyün Delisi(46), Galata Vedat Türkali, 141. Basamak, Gendaş

pe cy

a

2000 yılında yayımlanan oyun kitapları (22 adet): Ahmet Önel, *Baton ya da Baton (1), MitosBoyut Bilgesu Erenus, Halide, MitosBoyut Erhan Bener .Şahmeran (2.) Külür Bakanlığı Erman Canatan, *Uygunsuzlar (3), MitosBoyut Erman Canatan, *Evin Kadınlarım, MitosBoyut Güngör Dilmen, Kuzguncuk Türküsü, MitosBoyut Güngör Dilmen, Şan, Şeref, Ün=Amfitrüon, MitosBoyut Hasan Öztürk, *İlmik İlmik(5), MitosBoyut Hidayet Sayın, Paragonya, Kültür Bakanlığı Kâzım Eryüksel, Başaklar, MitosBoyut Kâzım Ernyüksel, Mahkumlar, MitosBoyut Kerim Yavuz, *Şeytan Tırnağı(6), MitosBoyut Mehmet Murat İldan, Sakyamuni, Kültür Bakanlığı Mehmet Murat İldan, Ormanın Hayaletleri, Kültür Bakanlığı Mehmet Murat İldan, *Büyünün Gözlerim, Kültür Bakanlığı Mustafa Nogay Kesim, Pişti, Kültür Bakanlığı Mustafa Nogay Kesim, Ağalık Belâsı, Kültür Bakanlığı Nurettin İğci, Kosova Cehennemindeki Çiçek, Kültür Bakanlığı Savaş Aykılıç, Ah Şu Büyükler, MitosBoyut Savaş Aykılıç, Aşk Grevi(8),MitosBoyut Vural Pakel, Gençlik Yargılanıyor, Kültür Bakanlığı Yılmaz Erdoğan, Kadınlık Bizde Kalsın(9), Sel Yayınevi

Kubilay QB Tunçer, Nargile, Can Yayınları Kubilay QB Tunçer, Anrico'nun Peşinde(23), Can Yayınları Mehmet Murat İldan, Gandhi, Kültür Bakanlığı Mehmet Murat İldan, William Shakespeare, Kültür Bakanlığı Özen Yula, Gayrı Resmi Hurrem(24), MitosBoyut Özen Yula, Sahibinden Kiralık, MitosBoyut Özen Yula, Yakındoğu'da Emanet(25), MitosBoyut Raşit Çelikezer, Hiçbir Şey(26), MitosBoyut Tuncer Cücenoğlu, Çığ(27), MitosBoyut

2001 yılında yayımlanan oyun kitapları (21 adet): Caner Bilginer, Hayırlı Evlât, MitosBoyut Caner Bilginer, İnternetçi.MitosBoyut Civan Canova, Kıyamet Sularında(1O), MitosBoyut Civan Canova, Kızıl Ötesi Aydınlık, MitosBoyut Civan Canova, Erkekler Tuvaleti;(1l), MitosBoyut Civan Canova, Sokağa Çıkma Yasağı(12), MitosBoyut Coşkun Irmak, *Terentius'un Afrikahsı(13), Kültür Bakanlığı Cuma Boynukara, Ateşle Gelen, MitosBoyut Cuma Boynukara, Mem ile Zîn(14), MitosBoyut Cuma Boynukara, Ölüm Uykudaydı(15), MitosBoyut Gülşah Banda, Nemrut(16), Karya Yayınevi Mehmet Murat İldan, Galileo Galilei, Kültür Bakanlığı Mehmet Murat İldan, Dilencinin Kehaneti, Kültür Bakanlığı Nuri Güngör, Osmangiller, Kültür Bakanlığı Nuri Güngörl212 Gün,, Kültür Bakanlığı Raşit Çelikezer, Yağmurum Olsana, MitosBoyut Raşit Çelikezer, Yanlış Adamlar, MitosBoyut Raşit Çelikezer, Mutlu Beraberlik, MitosBoyut Raşit Çelikezer, Bir Kuşluk Vakti(17), MitosBoyut Şener Aksu, İlk Yardım Son Yardım, Kültür Bakanlığı Şener Aksu, Kağıtçı, Kültür Bakanlığı

2002 yılında yayımlanan oyun kitapları (19 adet): Behiç Ak, Tek Kişilik Şehir(18), MitosBoyut Civan Canova, Ful Yaprakları(19), MitosBoyut Civan Canova, Düğün Şarkısı, MitosBoyut Coşkun Irmak, Siyah Çoraplılar(20), MitosBoyut Cuma Boynukara, Suyun Rengi, MitosBoyut Cuma Boynukara, Beceriksizler, MitosBoyut Cuma Boynukara, O'nun Saltanatı, MitosBoyut Güngör Dilmen, Osmanlı Dram Kumpanyası(21), MitosBoyut Kemal Demirel, İkili Ölüm, Simurg Yayınevi Kubilay QB Tunçer, Olağan Mucizeler(22), Can Yayınları

2005 yılında yayımlanan oyun kitapları (27 adet): A.Cüneyt Yalaz-Sevilay Saral-Uluç Esen, Pilavdan Dönenin Kaşığı Kırılsın(47), BGST Beki L. Bahar, Ölümsüz Kullar, MitosBoyut Beki L. Bahar, Senyora, MitosBoyut Beki L. Bahar, Alabora, MitosBoyut Coşkun Irmak, Miletos Güzeli(48), MitosBoyut Coşkun Irmak, Memurin Fash(49), MitosBoyut Coşkun Irmak, *Kuş(50), MitosBoyut Coşkun Irmak, Dünyada Tek Başına(51), MitosBoyut Emre Basalak, *D21(52), TOMEB Yayını Erman Canatan, Muammer Muammer, MitosBoyut Erman Canatan, İyi Yurttaş, MitosBoyut Erman Canatan, Dağların Türküsü, MitosBoyut Erman Canatan, Çukur, MitosBoyut Fırat Yumun, Mevlana, Milli Eğ.Bakanlığı Kemal Kocatürk, Kanatlı Doğanlar, MitosBoyut Kemal Kocatürk, Su İzler, MitosBoyut Kemal Kocatürk, Medeia, MitosBoyut Kollek.Çalışma/TEAB (Eğitim-Sen), Dersimiz Kadın(53), Aram Y Müzeyyen E. Erim, Bekârlar Apartmanı, MitosBoyut Müzeyyen E. Erim, Başarı, MitosBoyut Raşit Çelikezer, Kazan Dairesi, MitosBoyut Sema Göktaş, *Yerin Altmda(54), TOMEB Yayını Sevilay Saral, Yedi Kadın(55), BGST Yıldırım Görücü, *Ömür 8 Gün Lakırdı 9(56), TOMEB Yayını Yılmaz Erdoğan, Bana Bir Şeyhler Oluyor(57), Sel Zeynep Bayraktutan, *Yıldızları Sayarken(58), TOMEB Yayını 2000-2005 sürecinde ilk kez basılan toplam oyun sayısı 133 8. Sahnelenen oyunların basım ve sahnelenme tarihleri ile


sahnelendikleri yerler şöyle: (Koyu harflerle yazılan oyunlar sahnelendikten sonra basılmışlardır.) Oyunun Adı, Basıldığı Yıl,Sahnelendiği Yıl, Tiyatro Şahmeran, 2000, 1999-2000, DT (Devlet Tiyatrosu) Aşk Grevi, 2000, 1999-2000, ŞT (Şehir Tiyatrosu) Erkekler Tuvaleti, 2001, 2004-2005, ÖT (Özel Tiyatro) Mem ile Zîn, 2001, 2004-2005, ÖT Ölüm Uykudaydı, 2001, 2001, ÖT Bir Kuşluk Vakti, 2001, 2003-2004, DT Tek Kişilik Şehir, 2001, 2001-2002, ÖT Ful Yaprakları, 2002, 2004-2005, DT Siyah Çoraplılar, 2002, 2002, DT Osmanlı Dram Kumpanyası, 2002, 2003-2004, DT Olağan Mucizeler, 2002, 2001-2002, ÖT Gayrı Resmi Hurrem, 2002, 2003-2004, ŞT Yakındoğu'da Emanet, 2002, 2003, DT Hiçbir Şey, 2002, 2004-2005, ÖT Çığ, 2002, 2003-2004, DT Benim Meskenim Dağlardır, 2003, 2004-2005, ÖT Yel mi Değirmen mi, 2003, 2003-2004, ÖT Fay Hattı, 2003, 2003-2004, ÖT Newton Bilgisayardan Ne Anlar, 2003, 2003-2004, ÖT İnadına İnsan, 2003 1999, ÖT Otopark Cinayetleri, 2003, 2004-2005, DT Definename, 2003, 2000-2001, DT Hep Aşk Vardı, 2003, 2000-2001, ÖT Deniz Diye Bir Delikanlı, 2004, 2000-2001, ÖT İyi Şanslar, 2004, 2002, ÖT Yarım Bardak Su, 2004, 2003-2004, ÖT Can Ateşinde Kanatlar, 2004, 2004-2005, ŞT Komşu Köyün Delisi, 2004, 2000, ŞT, DT Pilavdan Dönenin Kaşığı Kırılsın, 2005, 2003, ÖT Memurin Faslı, 2005, 2001, DT Dünyada Tek Başına, 20052005, ÖT Dersimiz Kadın, 2005, 2004, ÖT Yedi Kadın, 2005, 2001, ÖT Bana Bir Şeyhler Oluyor, 2005, 2002-2003, ÖT

* 2000-2005 yıllarında basılan oyunların nicel dökümünü yaparken aynı zamanda listelenen oyunların en azından bu derginin sayfalarında anılmasını sağlayarak oyunlarla ilgilenenlere derli toplu bir kaynak sunmak istedim. Araştırmayı yaparken yararlandığım ilk kaynak Tiyatro.. Tiyatro dergisi oldu. Derginin son beş yıllık arşivinin yanı sıra online kütüphaneleri ve yayınevi kataloglarını kullandım. Devlet Tiyatroları'na ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'na son beş yıllık repertuar bilgisi için teşekkür borçluyum. Çok güvendiğim Milli Kütüphane kataloglarını çok yetersiz bulduğumu özellikle belirtmek isterim. Aynı şekilde Kültür Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı'nın kendi yayın kataloglarını internette yayınlamamaları da anlaşılmaz bir durum. Bir örnek: Fırat Yumun öğrencim olmasaydı ve kitabını bana göndermeseydi Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları'ndan çıkan oyunundan haberdar olmam imkansızdı. Benzer nedenlerle atladığım, gözden kaçırdığım oyunların yazarlarından özür dilerim. Onlar 2000-2005 sürecinde yayınladıkları yapıtlarının künyesini bildirirlerse bu yazıya gerçekten önemli katkı yapmış olurlar. E-devlet kavramının sıkça kullanıldığı bugünlerde öncelikle kütüphanelerimizin doğru dürüst ekütüphaneye dönüştürülmesi gerekir diye düşünüyorum. (1) Kadıköy Belediyesi 2. Oyun Yazma Yarışması. (2) Diyarbakır Devlet Tiyatrosu, 1999-2000. (3) Bakırköy Belediyesi Oyun Yazma Yarışması, 1995. (4) " " " " " , 1997. (5) Kadıköy Belediyesi 2. Oyun Yazma Yarışması. (6) " " " " (7) " " " " (8) Antalya Belediyesi Şehir Tiyatrosu, 1999-2000. (9) Yasemin Yalçın Tiyatrosu 1993. (10) İstanbul Devlet Tiyatrosu, 1995-96. (11) Gölge Tiyatro, 2004-2005. (12) İzmit Şehir Tiyatrosu 1998; İBBŞT, 1999-2000. (13) Kültür Bakanlığı Hasan Ali Yücel Oyun Yazma Yarışması, 1998. (l4)Semaver Kumpanya, 2004-2005; İsmet Küntay En İyi Oyun Ödülü 2005. (15) Bizim Tiyatro, 2000-2001. 06) Bakırköy Belediyesi Oyun Yazma Yarışması 1998; Sivas Devlet Tiyatrosu, 1998-1999; Antalya Devlet Tiyatrosu, 2004-2005. (17) Ankara Devlet Tiyatrosu, 2003-2004. (18) Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu, 2001-2002; Afife/Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü 2002. (19) İstanbul Devlet Tiyatrosu, 2004-2005. (20) İzmir Devlet Tiyatrosu, 2002. (21) İstanbul Devlet Tiyatrosu, 2003-2004. (22) Açık Tiyatro, 2001-2002; Afife/Cevat Fehmi Başkut Ödülü 2003. (23) Ankara Devlet Tiyatrosu, 1997-98. (24) Cevdet Kudret Oyun Yazma Yarışması; İBBŞT, 2003-2004; Afife/Cevat Fehmi Başkut Ödülü-İsmet Küntay En İyi Oyun Ödülü 2004. (25) Toga Festivali/Japonya, 2003; 14. Uluslar Arası İstanbul Tiyatro Festivali, 2004. (26) Ankara Ekin Tiyatrosu, 2004-2005. (27) Bursa Devlet Tiyatrosu, 2003-2004. (28) AST, 2004-2005. (29) İsviçre Hastanesi 1. Oyun Yazma Yarışması; Fayton Oyuncuları, 2003-2004. (30) Dostlar Tiyatrosu, 2003-2004; (31) Gölge Tiyatro, 2003-2004. (32) İsviçre Hastanesi 1. Oyun Yazma Yarışması.

pe cy

a

Basılan oyunlar ortalama 1,37 yıl sonra sahnelenmişlerdir. Oyunun sahnelendikten sonra basılması durumunda ise aradaki süre ortalama 2,9 yıla çıkmaktadır. Oyunların 20'si özel tiyatrolar tarafından, 10'u Devlet Tiyatroları tarafından ve 4'ü İBBŞT ve diğer şehir tiyatroları tarafından sahnelenmiştir.

katılımcılarla buluşturarak yıl boyunca her ay gerçekleştirdiği yazarlık atölyeleriyle oyun yazarlığımıza sıra dışı ve gerçekten idealistçe bir katkıda bulundu. Bu tür atölyelerin çeşitlenerek çoğalması, ülke çapında oyun yazarlığını gündemde tutmak ve oyun yazarlığıyla ilgilenenlerin sayısını artırmak açısından yararlı olacaktır kuşkusuz.

Sayılarla konuşmak her zaman durumu daha net görmemize yardımcı olur. Buna göre ele alınan dönemde 125 yeni oyun basılmıştır; bu oyunların % 72'sinin sahnelenmeyişi ise çarpıcı bir sonuçtur. Bir oyunun basıldıktan sonra ortalama 1-1,5 yıl içinde sahnelendiği bulgusunu göz önüne alırsak, yukarıda anılan oyunlardan 30-40 kadarının belki de hiçbir zaman sahnelenmemesi olasılığı yüksektir ve üzüntü vericidir. Yazarlık yarışmalarında ödül alıp da sahnelenmeyenlerin %88 gibi yüksek bir orana ulaşması ise, aslında antik dönemde dram sanatı geleneğini olgunlaştıran oyun yazma yarışmalarının zamanımızda işlevini yerine getiremediğini göstermektedir. Bu tür yarışmalarda oyunlar genellikle para ve oyunun kitap olarak basılmasıyla ödüllendiriliyor. Oysa sahnelenmeyen oyunun ne yazarının gelişimine, ne de tiyatromuzun gelişimine katkısı vardır. Bir oyun en güzel sahnelenerek ödüllendirilebilir. Bir örnek: TRT'nin çok doğru bir kararla başlattığı radyo oyunu yazma yarışmaları, hem yazarların dikkatini radyo oyununa çekmiş, hem de oluşturulan rekabet ortamı ve seçilen oyunların seslendirilmesi gerçekten kaliteyi yükseltmiştir. Çeşitli kurumların oyun yazma yarışmaları düzenlemesi çok olumludur ama ne yazık ki ödüllendirilen oyunların sahnelenme olasılığı düşüktür; bu tür yarışmalar, Devlet Tiyatroları, İBBŞT gibi ödül alan oyunları sahneleyebilecek kurumlarca geleneksel olarak düzenlenirse ve seçilen oyunlar zaman geçirmeden sahnelenirse oyun yazarlığımıza nicelik ve nitelik açısından ciddi katkıları olabilir diye düşünüyorum. Son olarak, geride bıraktığımız 2004-2005 tiyatro yılında oyun yazarlığı açısından çok dikkate değer bir çalışma gerçekleştirildi. Bu, Mehmet Ergen'in British Council sponsorluğuyla düzenlediği "Oyun Yaz" atölyesiydi. Bu yönetmenimiz ülkemizi Van'dan Diyarbakır'a, İstanbul'dan Eskişehir'e kadar bir uçtan bir uca kat ederek, ayrıca İngiltere'den getirdiği tiyatro insanlarını

(33)

"

"

"

"

(34) AST, 1997. (35) AST, 1999. (36) İstanbul Devlet Tiyatrosu, 2004-2005. (37) Bursa Devlet Tiyatrosu, 2000-2001. (38) Kent Oyuncuları, 2000-2001. (39) AST, 2000-2001. (40) Ankara Devlet Tiyatrosu, 2002-2003. (41) TOBAV Afife Jale Sahnesi, 2002; Yalnız Tiyatro, 2004. (42) Salihli Belediyesi Oyun Yazma Yarışması, 1986. (43) Üsküdar Belediyesi Oyun Yazma Yarışması, 1992. (44) Tiyatro Kedi, 2003-2004. (45) İBBŞT, 2004-2005. (46) Antalya Belediyesi Şehir Tiyatrosu, 2000-2001; Ankara Devlet Tiyatrosu, 2002. (47) Tiyatro Boğaziçi, 2003. (48) Diyarbakır Devlet Tiyatrosu, 1993. (49) Kazdamı Oyuncuları 2001; Erzurum Devlet Tiyatrosu, 2004-2005. (50) Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması 1985; DEÜ GSF Sahne Sanatları Bölümü; Trabzon Devlet Tiyatrosu, 1991. (51) Kazdamı Oyuncuları, 2005. (52) TOMEB Oyun Yazma Yarışması, 2005. (53) TEAB/Eğitim-Sen, 2004. (54) TOMEB Oyun Yazma Yarışması, 2005. (55) Tiyatro Boğaziçi, 2001. (56) TOMEB Oyun Yazma Yarışması, 2005. (57) BKM, 2002-2003. (58) TOMEB Oyun Yazma Yarışması, 2005.


Bir Evin Yatak Odasında Yollar Kesişince

cy

a

Gözü Kara Alaturka

> Üstün Akmen > ustunakmen@tiyatrodergisi.com.tr

pe

Özdemir Abicim, merhaba!

Sen de pekâlâ bilirsin ki, okur-yazar olmanın, bilgi birikimiyle donanımına ve kendine özgü duyarlılığına karşın, sistemin içinde yer alamayan çaresiz kişilerin yazarıdır Özen Yula. Toplumun çeşitli katmanlarından karakterleri okuruna/seyircisine tanıtır, tanıştırır; çürümeyi, tükenişi bıkmadan usanmadan anlatır. Kişileri genellikle güçsüzdür Yula'nın ya da o öylelerini seçer. Aralarında, kendilerini öldürebilecek gücü bulamayanlar "bile" vardır. Başkasından, başkalarından yardım umarlar hep. Yeri gelmiş "karton" tiplere de can vermiştir Özen Yula. Bana sorarsan, esasında 1980 sonrasındaki aydın karamsarlığını kaşımak istemektedir. Özen Yula'nın Oyunu "Mucize Adam"ın Mucize Kentinde Oynanıyor Özdemir Abicim, Özen Yula bu kez bir "Pop Art" denemiş. Nedir "Pop Art" dediğimiz? II. Dünya savaşından sonra meydana gelen köklü değişimlerin bir getirisi değilse nedir "Pop Art" Özdemir Abi? Söyle allasen, tüketimi çekici hale getirmek için reklamlar, renkli afişler, hatta resimli dergi ve romanlar bile kullanılmaya başlanılan bir tür değil midir? Öyleyse sanat, tüketime meze yapılacaktır. Sanat, reklama katık edilecektir. Sanat, artık sadece bu amaçlarla doğacak ve gelişecektir. Özen Yula, sırtını bu türün özüne dayar ve "Gözü Kara Alaturka"yı yazar. "Mucize Adam'ın mucizeler yarattığı kent Eskişehir'in Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları da bu oyunu oynar. Oynanan bu oyun için mizah, arabesk, şiddet, seks, Yeşilçam karışımından oluşan, 80'1İ yılları anlatan hüzünlü bir kara komedi deyip geçebiliriz. Dilin kemiği yok ya, toplumsal ahlakın çifte standartlarını eleştiren bir oyun diye de tanımlayabiliriz. Konusunu, Harbiye'deki bir evin yatak odasında yolları kesişen, hepsi de karanlık birer geçmişe sahip kahramanların kendilerinin ve toplumun değişimiyle yüzleşmeleri diye de özetleyebiliriz. Ama bana sorarsan, içini deşmeden geçmemeliyiz. Geçer miyim Hiç, Geçer miyim Sen Söyle Yula! Geçmemeliyiz, en azından, kimilerinin vazgeçilmez şakşakçısı, tiyatro sanatının haini, eleştirmen kimlikli, kimliksizler cenahından soyaçekimli bazı ablalarım, ağabeylerim, bacılarım, kardeşlerime inat ben deşmeden geçmeyeceğim. "Gözü Kara Alaturka", aydınların dile pelesenk ettikleri söylemlerin daha alt düzeydeki okur-yazarlar tarafından nasıl sahiplenildiğini gözümüze sokan bir oyun, diyeceğim.


Hiç kuşkum yok ki, medyanın öğrettiği Türkiye sorunlarını, alt düzeydeki okur-yazar takımı da öğrenmekte, bilmekte artık Özdemir Abi. Örnek vermek gerekirse, İstiklal Caddesi 'nde bir barda garsonluk yapan Süha: "... Mesela öğrencilerin dayak yemesinden, birbirlerini yaralamalarından konuşalım mı? Ya da dama çıkıp çocuklarını kendilerine siper eden, evlerinin yıkılmamasım isteyen insanlardan? Ya da köprüye çıkıp, intihar edeceğim diye bütün gazetelere ve televizyon kanallarına çıkanlardan? Ya da maskeleri yüzlerinde gezen siyasetçilerden konuşalım istersen," der. Bu bir anlamda durum, kişilik, olasılık sergilenmesidir. Yazarın, çözümlemeye başlama arifesidir. Çözümleme, hiç kuşkusuz, kendi aydın duruşu ile hesaplaşmasını da beraberinde getirecektir. Oyunun bir diğer karakteri "Duyarlı Deli" Rüstem'in bir bilinçlenme serüveni vardır, Özen Yula, Rüstem'in ağzından anlatır. Rüstem'in o pek bilinen mahalle delikanlısı yönü de kaybolmamıştır daha. Özgürce konuşmak için, bu ülkede ya deli olmak gerekmektedir ya da hapislere girmeyi göze almak... Paranoid-Skizoid Rüstem, mahalle delikanlılığı ile aydın arasında kalmış bir kimlikle tanıtılır seyirciye. "Gazetelerdeki haberleri boş ver sen," deyiverir. "Gerçekte var olan durum, orada, yazanın isteğine göre değişiyor. Bambaşka gerçeklikler çıkıyor ortaya. Yazanın birikimi, kültürü, romantizmi ya da hırsı neyse, sen onu okuyorsun. Gerçekte var olan veya olmuş olanı değil! Bambaşka gerçeklikler... Bugün, bu şehirde aşk, vahşi kapitalizmin izin verdiği kadar vardır. Vahşi kapitalizm öyle gerektiriyorsa, aşıklar ölür veya öldürülür. Hepsi bu!" Rüstem, hem kendi egosunu, hem de "nesne temsilcilerini" iyi ve kötü olarak bölünmeye uğratır. Yıkıcı itilerini kendine zulmettiğini duyumsadığı kötü nesneye yansıtarak ele alır.

a

Bu Dünya Batsın mı, Yarınlara Sarksın mı? "Gözü Kara Alaturka"da, üç potansiyel katil, eski konsomatris Gönül ve raporlu deli Rüstem, sıkışıp kaldıkları apartman dairesinde alaturka bir hesaplaşmaya girişirler. Özen Yula'nın oyunlarında birden fazla anlam yüklenen ölüm, bu kere de ortaya çıkar. Özen Yula'nın alıştığımız "İnsan doğar ve ölür" söylemi, neredeyse: "Önce en doğal anlamıyla ölüm vardır"a dönüşür. Her tutkuda bir ölüm olmalıdır. Ve oyun toplu katliamla son bulur: Ölmeyen tek kişi, katliama yol açan "muhbir" Gönül'dür. Oysa, vurdumduymazlık ona da ölümü getirecektir ya da Gönül'ü ölüme götürecektir. Ancak yaşadıkları Gönül'ü daha da vurdumduymaz yapar. Gönül, nelere yol açtığının asla farkında değildir ki! "Ne gereği vardı," der. "Herkes öldü!... Halbuki, güzel güzel yaşayabilirdik." Ölüm, daha çok bir kurtuluşu, çöken, çürüyen bir yapının dışına çıkma çabasının son basamağı gibi biçimlenir. Bu dünyada bir araya gelemeyenler ancak ölümle birlikteliklerini sağlayabilirler. İnsan, kapandığı/kapatıldığı dört duvarın dışına ölümle ilk adımını atar, temelsiz "bilinçlenme" yok olur, bilgi ve yaşantı zaten "alaturkalaşmıştır", özgürlük ölümle gelir, ölüm kurtuluşun göbek adıdır. Kaderciliğin, uyumsuzluğun ve yabancılaşmanın şarkısı "Batsın Bu Dünya"mn tam da sırasıdır.

pe

cy

Sözcüklerden Daha Açık, Daha Seçik Ne Ola ki! Oyunun özü bence bu. Şimdi gelelim sadede. Yani işin tiyatro yanına. Kendi oyununu bizzat kendi sahneye koymuş Özen Yula. Mizansenine Gönül Akkor ve Zeki Müren'in sesinden şarkılar döşemiş. "Pop Art"a yaslanan metinde aynı anda gerçek, aynı anda uydurma olan kişilikleri konuşturma, gözlerimizin önünde yaşatma gereksinimine karşı koyamadığı gibi, onları sahnede görünür kılma isteğine de karşı duramamış. Beraber izlemiş olsaydık, inanıyorum ki, kulağıma eğilip: "Tiyatronun alanının psikolojik değil, plastik ve fiziksel olduğunun bilinci içinde, absürd bir reji denemiş," derdin. Özen Yula, tiyatronun fiziksel dilinin sözcüklerin diliyle aynı psikolojik çözümlemelere ulaşıp ulaşmayacağını, duyguları ve tutkuları sözcükler gibi dile getirip getiremeyeceğini öyle pek derinlemesine düşünmemiş belki, ama sözcüklerin üstlenemediği, jestlerin ve uzamdaki dilin niteliklerini taşıyan her şeyin, sözcüklerden daha açık ve seçik bir biçimde bir tavra erişeceğine inanmış Özdemir Abi. İnan bana, iyice inanmış. Eriştiği tavrın, düşünce ve zekâ alanı içinde var olup olmadığını iyi araştırmış, bulmuş, çıkarmış, başarmış.


a

Barış Dinçel'in Dekoru, Absürdlüğün Dekoru Dekor tasarımını yapan Barış Dinçel de ona katılmış. Abartılı kapları içinde kocamanlaşmış 45'lik plâklar, dev ampuller, neredeyse tablo büyüklüğünde iskambil kâğıtları, kurşun kalemler, avize, pikap, kitap sahneyi doldurmuş. Platform görevini de gören "çok amaçlı" yatak da boyuta boyut katmış. Aşağıdan pompalanan, pompalandıkça yukarıda çırpınıp rüzgâr yapan kanatlarla dilin sözcüklere dökemediğini anlatmayı hedeflemiş. Bir yandan tumturaklı ve karmaşık ilişkileri, diğer yandan da bu ilişkilerin kuruluşundaki çocuksu pervasızlığı ifade için olsa gerek "Mikado'nun Çöpleri'ni devasa sopalar olarak kullanmış. Turuncu ile yeşili pek güzel bağdaştırmış. Genel olarak, (hiçbir anlam veremediğim, düşünüp düşünüp dikkat dağıtmaktan başka bir işe yaramadığına karar verdiğim, Gönül'ün sahneye girişi ve Gönül tarafından ışığının söndürülmesiyle kenarda kalakalan, fotoğrafçıların ışık yansıtma şemsiyesi dışında), metne ve oyuna katkı sağlayan bir dekor yaratmış.

pe cy

Süha'nın Eski Sevgilisi Oblomov Gibi miydi? Anlamadığım bir diğer husus ise, elden ele dolaşan "Oblomov" başlıklı kitap oldu. "Oblomov" malûm, Gonçarov'un dev eseri. Oblomov romanda, çiftliği, köleleri olan bir derebeyi. Köylülerin hazırlayacağı ekmeği yemek için büyütülmüş. Bu yüzden, ekmeğini kendi kazanan insanlar arasında ne yapacağını şaşırır, böyle bir hayata hazır olmayan iradesi söner, ölüme benzeyen uyuşukluğa gömülür. Oblomov ile oyunun iletisi ya da iletileri arasında bir türlü bağ kuramadım. Kaç gece uykusuz kaldım. Özüdoğru Cici'nin kostümlerine iyi demem için Barbaros'un kostümü neden farklı, hatta sıra dışı diye sormam gerekir. Ersen Tunççekiç'in ışık tasarımı iyi. Gene de Rüstem'i oynayan oyuncunun yüz hatlarının istenilen şekilde görünürlüğünü sağlayamadığından yakınacağım. Başarılı Bir Oyuncu Kadrosu Tüm oyuncu kadrosunun heyecanına şapka çıkartmamak olanaksız. Küçük rolde de ya da hiç hareket etmeden de başarı elde edilebileceğini bilerek "Ceset" rolüne bürünen Ecren Can dahil, tüm kadro başarılı. Figen'de Özlem Boyacı Onan kendisine ne verilmişse almış ve iyi de değerlendirmiş. Devrim Ö. Akın, Rüstem'e can üflerken, karakteri kendine mal etmekte. Bir anlamda, Özen Yula'nın sözlerini sayfalardan sıyırıyor ölü olmaktan kurtarıyor Devrim Ö. Akın. S. Berkay Akın, Süha'yı biraz abartmış, ama sadece "biraz" abartmış. Bu "biraz" abartının gereksiz olduğu hususunda doğrusu kuşkuluyum. Akın, Süha'nın komik ve ciddi özelliklerini iyi bilmiş, yani incelemiş, yorumladığı tüm özellikleri kavramış, ikisi arasındaki farklılığı ortaya başarıyla çıkartmış. Mete Ayhan, Barbaros'un "buğdayını ve samanını" iyi ayırmış, artistik benliğinin süzgecinden geçirdikten sonra elde ettiği özneyi seyirciye aktarmayı başarmış. Başarılı Bir Kadın Komedi Oyuncusu Büyüyor Gönül'ü canlandıran Burcu Tutkun Oruç ise, oyunun komedi unsuruna olan etkisini oyun boyunca ve de hiç sektirmeden bütünüyle planlamakta. Özdemir Abi, inanmayacaksın belki, ama oyunu değme kıdemli komedi oyuncusuna taş çıkartırcasına seyirci önünde kontrol altına alıyor. Fiziksel yaklaşımı daha prova aşamasında saptadığı besbelli. Fiziksel zorlamayı ve oyun ile olan ilişkiyi, bağlantıyı kurup sahnede uygulamak, öyle uzaktan gelen davulun sesi kadar hoş ve kolay değil elbette. İzleyenler bilecek, önümüzdeki sezon seyredenler görecek Burcu Tutkun Oruç'un hareketliliğinin esasını doğallık oluşturmakta. Üfleme trüğü gibi jest ve mimiklerinin yanı sıra, sahne üzerinde gerçekleştirdiği her hareketi fevkalade gerçeğe yakın çiziyor. Komedi doğallığını seyirciye aktarırken, yapay bir takım fiziksel illüzyonları da başarıyla ön plana çıkarıyor. Bana da: "Helâl olsun," dedirtiyor. Kısacası, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, örnek bölge tiyatrosu olma yarışında, "Gözü Kara Alaturka" ile de uygun adım yürüyor Özdemir Abi, uygun adım yürüyor. Gözlerinden öper, yengeme selam ederim. Senin kentinde yaşayıp da, beni sevmeyenlere bir şey yok!


La Nube... tiyatro teorik ve pratik bir yaşam felsefesidir!

pe

cy a

"Dokunmayın Tiyatroya, Yoksa Atarım Kendimi Aşağıya"

> Neslihan Yalman

Her kişi yaşamında bir kere, tüm bilgilerini kuşkuya koymak zorundadır. DESCARTES "Dokunmayın tiyatroya, yoksa atarım kendimi aşağıya" Max'ın hangardan, yaşayan bir tiyatroya dönüştürdüğü mekanını yıktırmamak içindir bu feryat / bu replik. Buenos Aires'te bağımsız bir topluluk olan Teatro Espejo (Ayna Tiyatrosu) yirmi beş yıldır seyirciyle buluşurken, birden bire büyük bir yaptırımla karşı karşıya kalır. Tiyatroları yıkılacaktır. Başta emektar bir oyuncu olan Enrique ve Max olmak üzere, tüm topluluk bu yaptırıma karşı koyar. Max, tiyatro duayenlerinin fotoğraflarının olduğu bez afişlerle donattığı (özellikle Brecht ve Beckett göze çarpanlar) fuayesini, ufak sahnesini ve odası bellediği kulisini vermemek adına çetin bir mücadeleye girer. Tıpkı Arjantin şarkısında söylendiği gibi: 'İnandığım şeyleri savunuyorum!' İşte böylesi bir mücadelenin içinde, Arjantin'in yetmişlerdeki tablosunu eleştirel gerçekçilikle vermeye çalışan ünlü yönetmen Fernando E. Solanas 'La Nube' (Bulut) filminde, tiyatroyu ele alarak sanatı, toplumu ve evreni sorgular. Bunu


yaparken de şehrin üzerine çöken bir bulutu metafor şeklinde kullanır. Film, teknik açıdan çarpıcı yabancılaştırma etmenlerine sahip bir epizotlar zinciridir. Bir oyunu andıran film, ilk epizot 'Uyum'la başlayıp, son epizot 'Sebat'la biter. Aradaki kimi epizotlar da/sahneler de hem ayrıksı insan hikayelerini vermek, hem de olaylara uzak açı kazandırmak adına başvurulmuş tekniklerdendir. ('Bekleyenler' buna örnektir. Bu, filmin ikinci epizodu olup; Arjantin'de, kaybolan yakınlarını bekleyenlerin çilesini de alttan alta verir). Ayrıca görünmeyen ve Max olduğuna kanaat getirdiğim anlatıcı ise, şehrin ve insanların tersine devindikleri sahnelerde devreye girer. (Bu devinim sinema tekniğiyle yaratılmış; tersine giden araçların ve insanların olduğu gündelik yaşam kesitleri aktarılmıştır.) 'İnsanlar ancak yengeç yürüyüşleriyle ayakta kalabilirler.' Belki de anlatıcının imlemek istediği, hayatın içinde bir o yana bir bu yana gidip gelen insanların hikayesidir. Araçlar geri geri gider. Ve insanlar... Hayat... Modernite... İleriye doğru bir geri (!)... Polisler bile, haklarını aramaya çalışan emeklileri püskürtmeye çalışırken 'hazır ol! ileri!' komutuyla geri geri yürürler. Ölüme götürülen kara tabut, omuzlarda geri geri taşınır mezarlığa. Max ve topluluğuysa, her gün aynı tutkuyla çıktıkları sahneye kocaman adımlarla ilerlerler. Herkes yampiri yampiri giderken...

Arkadaş ortamlarında, "senin yaşam felsefen ne?" gibi kalıplaşmış bir soruyla hepimiz karşılaşmışızdır muhakkak. Bu, felsefenin özünden ve soru sorma problematiğinden uzaklaşıldığının ve 'yapmak' fiiliyle birleştirildiğinin (felsefe yapmak!) acı bir tablosudur. Oysa Dilthey'in imlemek isteği -Solanas'ın sinema ekseninde alegorik bir anlatımla yapmaya çalıştığı gibi- duyum, düşünme, algı, tasarım ve zihin etrafında, bilme ediminin bağımsızlığının/kendiliğindeliğinin toplumsal/tarihsel dünyaya yönelen bilimlerle temellendirilmesidir. Bu yönde, farklı disiplinlerde de olsalar, yaşamın özünden bal alıp, bunu deneyimle ve akılla harmanlamaya çalışan iki ismin ortak bir paydada kesişebileceğine kanaat getiriyorum. Fernando Solanas, "La Nube" adlı filmde, metafizik anlatımlarla toplum gerçekliğini göstermeye çalışmış; bunu yaparken de toplumsal tavrından, eleştirel ve tarihsel gerçeklikten sapmamıştır. (Enrique'nin ölen karısıyla yürümesi ve konuşması, onunla tiyatroyu tartışması; Cochito'nun, Rio'lu güzel oyuncu Fulo karşısında eriyip sıvı haline geçmesi). Özellikle Fransız sinemasında gördüğümüz benzer metafizik anlatım özellikleri, oradaki gibi salt ego cogito halinde alınmamış; özne, "gerçek yaşama süreci içinde 'bilip'', his -eylem - isteme üçgeniyle beraber hareket etmiştir. Bu üçgenle paralel giden Solanas'ın başarılı üslubu, bilgiyle birleşerek, karakterlerin öznel deneyimlerim (Max'ın tiyatro uğruna eşini ve kızını terk etmesi, Fulo'nun küçük kızını Rio'da bırakıp Buenos Aires'e oyuncu olarak gelmesi) içlem kabul etmiş; bu içlemle beraber, tiyatronun merkezde gibi göründüğü bir dışlamda sistemi de mercek altına almışta

pe cy

a

Repliklerle altı çizilen her bir karenin altında derin bir felsefe yatar. Felsefe... Günümüz dünyasının, özelleştirirsek Türkiye'nin ve onun tiyatrosunun yitirmek üzere olduğu en büyük değerlerden biridir. Felsefe soru sorar ve sorgular. Muhayyile gücü bekler karşılığında. Dinamizm ister. Oysa felsefe, Enrique'in hayallerini yitirdiği, yalnız kaldığı, olmak istemediğini olduğu bir evrende kan kaybeder. "Düşünüyorum, o halde varım" yerini "televizyondayım, o halde varım" alır. Kitle, Baudrillard'ın da belirttiği üzere "sanatın tepesine kara delik misali çöken sahte bir sanatla/ sahte bir simülarkla " oyalanır ve tiyatroyu bırakıp, televizyona geçen Chulo'dan imza ister. Onun karşısında yılların tiyatrocuları otururken...

isteyen filozof olarak, tinsel-tarihsel yaşamı ele alan bilimleri birbirine bağlama çabası içine girmiştir. Dilthey, "İçinde yaşadığımız gerçeklik, bilinci koşul olarak öngerektirir. Bizim bu gerçekliği tanımak, serimlemek, değiştirmek için verdiğimiz uğraşılar, yine bu gerçeklik içinde yer alırlar. Biz, bilgimizin nasıl meydana geldiğini, işte buradan hareketle araştırıyoruz. Bilgiyi yaşama gerçekliğinden yalıtmış olsaydık ve buna bağlı olarak bilgi öğelerini ve bunlar arasındaki bağıntıyı bu yalıtılmışlık içinde araştırma konusu kılmış olsaydık, bilgimizin nasıl meydana geldiğini ortaya koyamazdık. Böyle yalıtık bir yolu izleyen epistemoloji, önünde, yaşama gerçekliğiyle bağdaştırılamaz bir karşıtlık içinde duran bir teorik akıl dünyası bulur. "(2) şeklinde görüşlerini ifade etmiştir.

1998'de çekilen film, Ayna Tiyatrosu'yla, kitle kültürünün içinde eriyip giden bir tiyatronun aksine; ilkeleri olan, oyuncuları kaybetmeye ve açlığa mahkum olsalar da yine de oynamaya devam eden bir tiyatroyu gözler önüne serer. İnsan kendisini düşünmekten alamıyor tabii. Acaba, Türk Tiyatrosu da bugün geldiği noktada, 60'ların, 70'lerin düşünen tiyatrosunun özlemini çekmiyor mu acaba? Kalabalık prodüksiyonlarla, canlı bir sahnenin, sıkı bir dayanışmanın ve sorunları 'düzeyli' bir platformda tartışmanın... Yahut Devlet Tiyatrosu başta olmak üzere, Şehir Tiyatroları'nın ve kimi özel tiyatroların repertuvarlarını çeşitlendirip, yeni ve özgün oyunlara kapılarını açmasının... Doğru seçimlerin yapılmasının... Aynı oyunların temcit pilavı misali yurdun dört bir köşesinde oynatılmamasının... Çocuk Tiyatrosu'na gerek metinsel ve kuramsal düzlemde, gerekse oyunculuk ve prodüksiyon anlamında özen göstermesinin... (Herkesin şapkasını önüne alıp düşünmesinin, ateşli ve sinerji yaratacak istişarelerin, bozuklukların ve çatlakların regüle edilmesinin zamanı geldi mi dersiniz? Yoksa Tanzimat Tiyatrosu'ndan bu yana, ikinci bir ferman mı bekleniyor?) Doğan Özlem, "Hermeneutik (yorumbilgisi) Üzerine Yazılar"{1) adlı eserinde, çeşitli araştırmacılardan ve düşünürlerden alınmış metinlere yer vermiştir. Bunlardan biri olan George Misch'in, Wilhelm Dilthey üzerine yazdığı yazılar ve yaptığı saptamaların, yaşam felsefesinin epistemolojiyle nasıl buluşması ve pratiğe dökülmesi gerektiğinin anlaşılması bakımından önem arz ettiğini düşünüyorum.

Dilthey, "yaşamaya poetikten ve tarihten hareketle yaklaşan ve yaşamayı kavramlama çabasını bir sistematiğe bağlamak

Bu noktada tiyatronun, sindirilmiş kitleden güç alan devletin politikasıyla paralel gitmesinin ve Enrique'in de hissettiği gibi '" saf boşluğun içi"ni dolduramamasının biraz da kendi suçu olduğuna hak vermemek elde değildir. Nitekim Max, yirmi iki gün boyunca direnmiş, tiyatrosundan çıkmamış, Chulo'nun tüm uyarılarına rağmen tutkusundan ve seyircisinin kendisini anlayacağına dair inancından hiçbir şey kaybetmemiştir. Bilgi, burada içsel deneyimlerden yola çıkarak toplumsal bir bulut yığını olarak tiyatronun kapısından içeri sızmıştır. Bilmek, yanlış giden bir şeylerin farkına varmak ve olması gerekenle birlikte harekete geçmektir. Seyirci bulutu da yeryüzüne inerek, Ayna Tiyatrosu'nun yıkılmasına müsaade etmemiştir. Çünkü içinde duyulan, duygulan, fiziği, aritmetiği, algısal, toplumsal ve evrensel gerçekliği barındıran koca bir dünya olan sanat, körelmiş bilincin zincirleriyle gelen esareti kabul etmemiştir. Tıpkı hedefini yaşama kavramıyla ifade eden Dilthey'in, 70. doğum gününde dostları ve öğrencilerine hitap ettiği gibi: "Hedefi görüyorum. Yolda kalırsam, umuyorum ki, genç yoldaşlarım ve öğrencilerim yolun sonuna kadar gideceklerdir." © DİPNOTLAR: (l)HERMENEUTİK(yorumbilgisi) ÜZERİNE YAZILAR adlı eser, Doğan ÖZLEM tarafından derlenen ve çevrilen sekiz metinden oluşmuştur. (ArkYayınevi, Ankara, Ekim 1995) ; a.g.e, s. 31 (2) W. Dilthey'in bu görüşleri, Doğan Özlem'in derlediği eserin 65. ve 66. sayfalarından alınmıştır.


Bu, "booş" kubbede "unutulan" hoş sedalar

pe cy a

Onları Hatırlayanınız Var mı?

> Meliha Savaş

Geçenlerde televizyonda izlediğim bir olayda, yanarak ölen eski bir sinemacıyla, ölmeyen ancak yüzünde ve bedeninin her yerinde, ciddi yanıklar olan, eski ve yaşlı bir tiyatrocuyu, Yakup Sarıçam'ı gördüğüm anda, benim yüreğim yanmıştı. Günlük oyalama taktikleriyle yaşayışımızı ve toplumsal yaşamı kökten bozan yayın anlayışındaki TV'lerde bu habere çok kısa değinilmiş, diğer haberlere çoktan geçilmişti bile... Ama ben geçemedim... Hani hayat akarken, bazen, şimdiye uzanan zamanın seyrine ve yaşamlara dalarız ya. İşte birden Yakup Sarıçam ve hayatta olmayan birkaç eski tiyatrocu gözümün önünde canlandı... Onları, hayatlarının sonlarına yakın tanımıştım. Ben de kendimi ifade etmek için çırpınıp dururken sadece gel-geç yolcu misali onların kıyısında duruyordum... Bedenimi acı kapladı. Gözümün önüne gelen görüntüyse onların çok neşeli halleri, gülen gözleri ve gülümsettikleri oldu. Can sıkıntısının suskunluğunu yaşıyorum. Ve canımın sıkıntısı geçmiyor... Nedense Aziz Nesin ustanın, "Ölünce defne yapraklarında yaşamalıyım" Dizelerini sessizce söylüyorum.


Bu tiyatrocular da, defne yapraklarında yaşamaklar diye içimden geçiriyorum. Ve yıllar öncesine gidiyorum. Yıl 1997. Bizi yaralar bereler içinde bırakan, aydın yakan geçmişinin izlerini unutmayarak, yaşadığım kentten ayrılıp Sivas 'a gelmiştim. Sivas Devlet Tiyatrosu'nun açılışıyla, Sivas'ta tiyatroya merhaba diyen oyuncular içindeydim. O sezon oynadığımız oyunlar içinde, Haldun Taner 'in "Sersem Kocanın Kurnaz Karısı" adlı oyunu da vardı. Ve ben eski tiyatrocuların, sahne üzerinde ve gerisinde acı-tatlı yaşamlarına, bu oyunun içinde yer alarak, onlara can verdiğimizde yakın olabilmiştim. Yüreğimin ve aklımın karışıklığında kendimi kulisten oyunu izlerken yakalıyorum. Oyunun üçüncü perdesi başlıyor. Sahnede Tomas Fasulyeciyan. Bir şarkı söylüyor. Şarkı bittikten sonra da diyorki: "-Ne doğru söylor şu şarkı. Sadece aşkın değil, teatronun da zevki bir an sürer, mihneti ve cefası ise bütün bir ömre yayılor." Gözümün önünde isimsiz oyuncuların geçit töreni var... Dudaklarımdan oyundan bir şarkının sözleri dökülüyor. "Hatıralar, hatıralar nerde şimdi o ustalar"... Oyunun finaline gelmişiz. Tomas Fasulyeciyan o meşhur tiradı oynamaya başlamış bile... "Artık ne sevroş suflör var, ne uyanık Ahmet Fehim ne de hazır cevap küçük İsmayil. Hepsine Tanrı rahmet eylesin. Dalgacı Holas, şık ve zarif Hıranuş, Virginya Zazakyana, Satenik ve kulunuz Tomas Fasulyeciyan da dünya deniştirdik. Bizim de toprağımız bol olsun.

Oktay Güzeloğlu 'nu aradığımda, Yakup Sarıçam ve eski tiyatrocularla ilgili görüşmek istediğimi belirttim. Görüştüğümüzde uzunca bir sohbet oluştu. "Sohbet muhabbetten gelir" diyerek, bu sohbeti sizlerle paylaşmak istedim. Sürç-i lisan ettiysek affola... Seni aradığımda Kıyıköy'de olduğunu söylemiştin. Senin yanına geldiğimde, Kıyıköylü balıkçılarla konuşuyordun. Ben seninle Yakup Sarıçam'la ilgili konuşmayı düşünürken, birden, Beyoğlu'ndaki bu yangını sordular. Bu nasıl açıklanır. Tesadüf olsa gerek. Hayır. Bu tesadüf değil. Senin tiyatrocu olman onlarda bir çağrışım yaptı. Kadın olduğundan, sana soramadılar. "Bir tiyatrocu yanmış" diye, bana sordular. Kesinlikle tesadüf değil. Çevremde bu olayla ilgilenen insanları görmediğim için, balıkçıların merak etmesinden çok etkilendim. Şunu da açıklamalıyım ki, benim duyarlılık noktam Yakup Sarıçam'ı tanımamdı. Ne koşullarda yaşadığını biliyordum, ne durumda olduğunu da bilmek istiyorum. Bana Yakup Sarıçam'dan bahseder misin? Çocukluğundan beri tiyatro yapmış biri. Çadır tiyatrolarında, turne tiyatrolarında, gezginci tiyatrolarda çalışmış. İsmi cismi olmayan; ekmek parası karşılığında bir şeyler yapmak isteyen tiyatrolar, kendi gibi insanların kurduğu tiyatrolardı bunlar.

cy

a

Zaten Aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır. Yok, olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider..." (...) Birden yaşarken unuttuğumuz Yakup Sarıçam ve eski tiyatroculara, onlara, hayatın oynamış olduğu oyunun gerçeklerine dönüyorum. " Hayattan sonra ölümdesiniz ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı daha derin, daha can yakıcıdır"... Montaigne.

yollarında geçiren bu isimsiz tiyatrocular, arkalarında elli altmış yıllık bir sanat hayatı bırakmışlardı. Çoğu sessiz sedasız ölüyordu. Kalanlar ise kimi huzurevinin köşesine terk edilmiş, kimi sokakta uyumamak için, barındığı otellerde kalıyordu. Kimi Yakup Sarıçam gibi eş dost yardımıyla yaşıyordu. Ben, bugünlerde bir oyuncu olarak, bulunduğum yerden, yitip giden isimsiz oyuncuların önünde saygıyla eğilirken, belki bir yardımım olur diye Yakup Ahi'ye ulaşmak, dokunmak istedim. Bu tiyatrocuları Oktay Güzeloğlu sayesinde tanımıştım. Oktay Güzeloğlu yitip giden ve hayatta kalan bu isimsiz oyunculara sahip çıkmış, " Turne Tiyatrocuları" adlı kitabında hayatlarını kendi ağızlarından akıtarak onları ölümsüzleştirmişti. Ve daha fazla beklemeden, Oktay Güzeloğlu 'nu aradım...

pe

Neyse... Bütün ömürlerini kar-kış, soğuk-sıcak demeden, Anadolu 'nun

Yakup Bey, hayatında karıncayı bile incitmemiş bir insandır.


Sosyal güvencesi nerden olacak ki? Yakup Bey'e kaymakamlıktan yardım parası isteyelim demiştim. O ara gittik görüştük; nüfus kağıdı yok! Nüfus kağıdı çıkarttık. Çağlayan Muhtarlığı'ndan da fukara kağıdı almış, daha uğraşırken, bu belgeler de, yangında yanmış. Onun için de ortada bir şey yok.

cy a

"Tiyatro sana ne verdi? " diye sorduğumda: "İnsanlığı verdi, zaten başka bir şey istemedim" derdi. Bu çok önemli bir şeydir.

Şu anda kaç yaşında? Yetmiş beş falan olmalı değil mi? Yetmiş üç yaşında. Sosyal hayatını soruyorsan, sosyal konum, sosyal şartlar, sağlık, vs, hayatı boyunca aklına gelmemiş, kendi meseleleri hakkında bile, hiçbir şey düşünmemiş bir adamdır.

Çocuk tiyatrosu yapıyordu okullarda bildiğim kadarıyla... Çalışıyordu, ne yapsın ekmek parası.

pe

Yani oyunlarda oynadığı sürece yaşadı, tiyatroyla yaşam buldu, gerisi boştu, diyebilir miyim? Haa. En büyük keyfi, beraber çalıştığımız için biliyorum: Akşamlan rakının yanında pastırma çemenini buldu mu ondan iyisi yoktu. Öyle ki çemenin kokusundan, yan yana oturamazsın, aynı odada uyuyamazsın, arkasından tuvalete bile gidemezsin. Yaşama biçimi, bir tiyatro, bir de bu keyfiydi.

Kalabildiği yer de yandı, orası da yok! Şimdi nerede kalıyor peki? Bazı tanıdıklardan üç-beş kuruş para geçiyor eline. Üçüncü beşinci sınıf otellerde yer bulursa gidiyor.

Beyoğlu'nda sokakta otururken yanımıza gelir gazeteleri okudunuzsa alabilir miyim derdi. Verirdik. Karşı meyhaneden de bir duble rakı verirlerdi, şimdi yanan evine çıkardı. Hem barınağı yandı hem kendi. Odasında yığılı gazeteler olduğunu biliyorum. Sen görmedin. Ben çok iyi bildiğim için...

Belki de o gazetelerden döşeği vardı. Yok öyle de değildi. Kötü bir döşeği vardı. Hayatı boyunca günlük gazete okumamış ama odanın her yanı, yığılı gazete doluydu. Ben şöyle değerlendiriyorum. Belki bu, yaşlılığında olmuş bir şeydi. Genelde yaşlı, kimsesiz ve yalnız yaşayan insanlara baktığın zaman evlerini çöp yığını haline getiriyorlar. Bunun sebebini bilmiyorum tabi. Yakup Bey de ne bulursa götürüyordu. Garip... Yangında en çabuk kağıt tutuşur. Zaten o gazeteler olmasa, ev tutuşmazdı. Hastane'ye götürüldüğünü biliyorum. İki gün Hastanede yatmış. Ne iş yaparsın demişler. Tiyatrocuyum demiş, kimse sallamamış, umurlarında olmamış. İki gün sonra, kapının önüne koymuşlar. Ne reçete, ne ilaç... Sosyal güvencesi yoktu değil mi?

Çocuklara çok sevimli gelen yüzü yandığı için korkulacak bir durumda. Çocuklara bu haliyle nasıl tiyatro yapacak? Bundan sonra yaşamak için, çocuk tiyatrosu yapacaksa, mask mı kullanacak? Şu anda suratı iyileşiyor. Hayatında tiyatro dışında bir şey yapmamış ki! Ekmeğini sadece tiyatrodan alıyor. İyileşiyor, seviniyorum iyileşmesine...

Birlikte çalıştığınız zaman, neredeydi unuttum. Hapishanede doğaçlama, ibret oyunu oynamışsınız. Oradaki bir mahkumun feryadını anlatmıştın. Bugün bile etkisindeyim, doğrusunu sen hatırlarsın. Anlatır mısın? Turnedeydik. Organizatörün bize attığı bir kazık vardı, sahte mukaveleler getirmişti, Amasya'da rehin kaldık. İşsiz güçsüz kaldık. Dönüş paramız yoktu. O zaman Yakup Bey bana: "Ya, Oktay, istersen hapishanede mahkumlara ibret oyunu oynayalım" dedi. İbret oyunu nedir bilmiyorum. "Ne oynayacağız" dedim. "Ben sana anlatırım, akşam otelde prova yaparız, sen benim oğlumu oynarsın, ben babayı oynarım. Ben hapishane savcısından izin alırım, gider oynarız." dedi. Haydaaa! O gece sabaha kadar, o anlattı, biz uygulamaya çalıştık, uygulayabildiğimiz kadarıyla. Yakup Bey'in eskiden aklında kalmış bir oyun. Bir dram. Ne olduğunu... Adı neydi hatırlamıyorum. Ertesi gün hapishanede bu ibret oyununu oynarken; Ben babasını anasını döven esrarkeş, kumarbaz bir genci oynuyorum... Ön sıralarda oturan genç bir mahkum vardı. Çok tedirgindi. Gözüm


kayıyordu. Babamı dövme sahnesinde, o genç mahkum birden bağırarak ayağa fırladı. Bir hayvan gibi hırıltılı sesler çıkararak haykırıyordu. Biz oyunu kestik. Bütün salon ayağa kalktı. O kargaşada sandalyelerin demir gıcırtıları, bağrışlar çığırışlar... Bugün gibi, hâlâ kulaklarımda. Aldılar götürdüler mahkumu. Sonra, kim bu diye savcıya sorduk. "Anasını babasını öldürmüş idam bekleyen bir mahkum." dedi. İşte böyle bir anı. Anılar çok fazla değil mi? Çook. Ben burada bir tarihe parmak basmak istiyorum. Literatüre girmemiş bu tiyatrocuları, bugüne kadar hiçe sayılmış bu insanları gün ışığına çıkartmak istiyorum. Madem ki tiyatro bir yaşam biçimi, ana sanat dalı, o koşullarda tiyatrodan başka hiçbir şey yapmamış bu tiyatro emekçilerinin günümüze kadar sırtladıkları bir emek var. Altmış - yetmiş yıllık. Hatta Cumhuriyet'ten önce de tiyatro yapanları, kim yok sayabilir ki... Tiyatro, yöneticiler tarafından toptan tüfekten daha tehlikeli bir silah olarak görülüyor. Ben tiyatrocu sayılmayan bu oyuncuların, mesleğe katkılarını, emeklerini yazıyorum. Tanıdığım bu eski oyuncularda gördüğüm bir şey vardı. Yaşadıkları onca zorluklar, çileler karşısında tiyatro mesleğine duydukları aşk! Ve aşkları daimdi. Geriye dönüp, anıların içinde kendilerini bulduğunda, yitirilmiş bir sevgiliye duyulan özlem gibi, tiyatro yapabilmeyi, bir oyun oynamayı nasıl da istiyorlardı. Başka bir iş yapmamışlar ki. Tiyatro başka bir işi düşünemeyecek kadar kıskanç bir meslektir.

Araya girip konu değiştirip Yakup Sarıçam'a dönmek istiyorum. Alevlerden kurtulduktan sonra, o haliyle beni güldürdü, fıkralar anlattı dedin. Yanmak bile, yaşamın acıları karşısında hafif mi kalmıştı? Yakup Bey mizahı çok seven bir insan. Yapısında var. Başkası olsa ah vah derdi. Bazen ölmeyi düşündüğünü söylerdi. Ölümü savunurdu. Bir gün: "Şimdi sana bir soru " dedi. "Bir ölü ben niye öldüm diye şikayetçi olur mu? " Güldürdü beni. İnsan yaşarken şikayet ediyor tabi... Aslında traji - komik bir durum. Böyle bakınca, "ölüm de çok önemli değil" derdi. Ben eski tiyatrocularda şunu gördüm: Hayatın zorlukları hepsini birer felsefeci yapmış. Hayat felsefecisi. Onlardan "pişmanım" sözünü duymadım. Ben de onlarla konuşup, onları dinledikçe, hayatta pişman olmamayı öğrendim. Çünkü bir şeyi değiştiremiyorsan o zaman sızlanmaya gerek yok. Bugünkü tiyatrocularla, eski tiyatrocular arasındaki fark, hangi kültürle yetiştiğimizdir. Bugün ülke kültürü, yabancı kültürün, batılılaşma adı altında, etkisinde kalarak, zedelenerek, yok olmakla karşı karşıya kalmıştır. Onlar, tiyatro yaptığı dönemlerde ulusal kültürü tiyatroya taşıyorlardı. Biz turne yaptığımız zaman, gittiğimiz şehrin, en iyi otellerinde konaklıyoruz. O günlerde ise bitli, fareli, buz gibi otellerde, hanlarda kalınıyormuş. Kadın oyuncuları düşünüyorum. Çok sıkıntı çektikleri muhakkak. Evet. Eskiler anlatırdı, erkekler pek umursamazmış ama kadınlar çok sıkıntı çekerlermiş. O dönemde duş yok, buz gibi otellerde, hanlarda, yıkanma temizlenme şartlarını bir düşün.

cy

a

Günümüzde mesleğimizle ilgili eksiklerin nedeni nedir? Olmayan ne? Ülkenin sosyal, ekonomik, kültürel, siyasal yapısında, yani sistemin dayattığı... Meta olma durumu söz konusu. Önce oyunlar sonra oyuncular meta olmaya başlıyor. Burada kişileri suçlamak yerine dayanıksızlıktan söz edebiliriz, dayanan çok az insan var, onlar da çok zorluk çekiyor.

duran, muhalefet yapanlar da sistem içinde eritiliyor. Kabul edenler de meta olmaya hazır duruma geliyor.

pe

Hayattan kopuk sanat yapmanın da etkisi yok mu? Kısır döngü içinde olmamızın? Sistem. "Benden olmayan yaşamaz" mantığıyla hareket ediyor. Sistemden kopuk, meseleler ele alınamaz. Karşı

Maalesef. Bugünden o dönemin şartlarına çok uzak kaldığımı anlıyorum. Bir de o günlerde kadınlara "orospu" mantığıyla yaklaşılıyor ve tiyatroculara otel bile verilmiyor. Tiyatrocunun şahitliği bile kabul edilmiyor. O dönemden günümüze yansıyan kalıntılar olsa da, bugünlere gelmemizde, cesur tiyatrocuların, tiyatro kuramcılarının, bazı düzgün politikacıların tavrı vardır. Tiyatro, devletin gözünde potansiyel suçlu konumundadır. Ülkemizde devlet tiyatroyu sevmez! Tiyatroyu bizde halk sever ve bu yüzden tiyatro duruyor. Ayrıca tiyatro eskiden olduğu gibi iki kalas bir heves değil! Ben sanatçı özverisine inanıyorum. Ve ülkemde şikayet ettiklerimizin dışında, bu özveriyi verecek sanatçılar olduğuna inanıyorum. O kadar da boş değil. Ve bu tiyatrocular, samimi özverilerini dillendirmeden, yaşadıkları şartların zorluklarına karşın, inatla tiyatro yaptıkları için, tiyatroya kara sevdalıydılar diyebilir miyiz? Anlattıklarına göre başka bir şey sevmemişler. Eski tiyatroculardan Kofti Keman Nusret vardı. Kulağı çok az duyuyordu ve sokaktaydı. Sen ona sağlık raporu uydurup huzurevine yatırmıştın. Huzurevinde yaşayamamış, tiyatro yapmak için kaçmış, yolda düşüp ölmüştü. Öldüğünde üzerinden senin telefon numaran çıkmıştı. Ölüm haberini sana bildirmişlerdi. Ben onun kefiliydim. Devlet kefille huzurevine alıyordu, bir şey olursa sana emanet diyordu, böyle bir mantık var işte...

Ölüm haberini alır almaz sen eski bir tiyatrocu öldü diye, Kültür Bakanlığı, Halkla İlişkileri mi aramıştın ne... Birden her şey değişti. Diğerleri gibi gariban mezarlığına değil, Kofti Keman Nusret'i resmi törenle gömmüştük. Bir kara mizah örneği yaşamıştık. Ölen seksen yedi yaşında bir tiyatrocu. Popüler de değil. Kim tanır, kim ilgilenir! Şu anda kenarda köşede, yetmiş beş - seksen beş yaşlan arasında yaşayan tiyatrocular var. Bugün ilgileniyorlar mı sanki. Günümüzde popüler kültür hakim. Yani kişi popülerse ilgi gösteriliyor.


Kofti Keman Nusret popüler değildi ama olay ilginç! Seksen yedi yaşında tiyatro yapmak için huzurevinden kaçmıştı... Nedeni şu, hayatı boyunca tiyatro yapmış başka da bir şey bilmiyor. Benim yaptığım şey, hiçbir şey yapamayan bir insana, ortalıkta kalmasın diye, huzurevi bulmam oldu. Ben bunu yaptım ama adamın ruhu rahat değil. Ruhu diyor ki: "Tiyatro yap." Beden de diyor ki: "Yapamazsın kardeşim, kulağın duymuyor, dilin söylemiyor." Ama ruh kaynıyor... Bir de adamı emekli tapu memurunun yanına verirsen! İletişim de kuramıyor, aslında ölmeden mezara koyuyoruz. Adam, "Ben bu tapu memuruyla, dövüş edemem, bir şey konuşamam!" Huzurevinde kalanlarla arkadaşlık kurmaya çalışıyor, paylaşacağı birşey de yok! O zaman "Ben burada yatmam Oktay Bey" diyor. "Baba gözünü seveyim, orda yat işte." diyorsun, o sana olur derken öbür gün kaçıyor. Huzurevinde verdikleri iki kap yemekle bir yatak, coşkusunu durduramıyor. Huzurevi, ölmeye yatmak gibi bir şey onun için. Yani kendini bir işe yaramaz görmek istemiyor. Ama beden yaşını da görmüyor, ruhun verdiği coşkuyla kaçıyor. Şanssızlık tabi. İzmit'te belediye otobüsünden inerken ayağı kayıyor, bir kaldırımın kenarına kafasını vuruyor ve ölüyor. İnsan olarak ona çok üzüldüm ama bir bakımdan- yanlış anlaşılmasın- sevindim. Zaten ölmüştü. Adamı huzurevine koymakla öldürmüştük. / Maraza bitti evde nihayet / karıkoca barıştı ne büyük saadet / hey!"/ Bu arada, Avare, kaş göz işareti yaparak, olmaz bununla der gibi sana bakardı. Rahmetli Avare çok sahtekardı. "Madam seksen yaşında yolda kalacak kim getirecek cenazesini te be yaa!" derdi. Benim orda yaptığım, huzurevinde yaşarken mutsuz olan bir oyuncuya coşku katmak. Ben sıradan bir insan olsam, yanıma gelmezdi. O yanıma gelecek, oynadığı dramları düetleri varyeteleri anlatacak, ben dinleyeceğim. Yani, kaybettiği bir şeyi, sende bulması için, o coşkuyu, o geçmişi yaşamasına yardımcı oluyorsun. Madam Kokoraça'nın da ruhu diğerleri gibi, aynıydı. Bir yerden para gelecek, bir şeyler yapacağım derdi. Tekrar edeceğim, ruhları kaynıyor ama bedenlerine bakmıyorlar. O bedenleriyle bu işin olamayacağını akıllarına bile getirmiyorlar. Madam Kokoraça ve diğerleri hâlâ oralarda yaşıyor. Ruhun coşkusu orada kalmış. Beden yaşı seksen ama ruh ölmemiş. İşte sıra dışı olmak budur.

cy

a

Cenazesini Şişli Camii'nden kaldırmıştık. Birkaç kişiydik. Haşmet Zeybek, sen, ben ve iki arkadaşın daha vardı. Bir de Kültür Bakanlığı'ndan ve Şişli Belediyesi'nden gelen kocaman çelenkleri Belediye'den gelen görevlileri unutmadım tabi. Bir anımı paylaşacağım. Sessizliği bozan telsizlerin gürültüsü arasında naaşın başında bekliyorum, bir görevli yanıma gelip: "Başınız sağ olsun" dedi. "Sağ olun" dedim. "Yakınınız mı?" Ben bir anda ne diyeceğimi bilmez halde "Arkadaşım" dedim. "Kaç yaşındaydı?" "Seksen yedi" dedim. Adam bir bana baktı, bir cenazeye ve yanımdan hızla uzaklaştı. Oraya niçin, kimin için geldiklerinden haberleri yoktu. Kofti Keman Nusret'i, bu şekilde gömmüştük. Sözüm ona biz sanatçıyı sahipleniyoruz diye devletin gösterişiydi bu...

Çok yaşasınlar... Emeklerinin ve coşkularının altında eziliyorum... Başa dönelim mi? Yakup Sarıçam'ın alevlerden yanarak kurtulmasının, haber olarak bir önemi yok mu? Bence Yakup Bey'in kim olduğunu merak etmediler. Basınımız, medyamız ölü haberi vermeyi çok sever ve sadece ölenle uğraşır. Felaket tellalı gibidir. Öleni gösterir, yangını gösterir... Bir cesaretle alevlerin arasından geçmiş ve kurtulmuş adam, haber değildir.

pe

Diğer tiyatrocular Kofti Keman Nusret kadar şanslı değildi! Çoğu gariban mezarlığına gömülmüştü, çoğunun cenazesini de sen kaldırdın. Diğerlerinden devletin haberi yoktu! Yani sahiplenmese n'olurdu... Gidersin, kimsesizler kağıdını alırsın, otuz - kırk milyona da mezar alırsın ve gömersin. Ben çok önemsemiyorum. Görevlilere gelince, yukarıdan emir veriliyor. Hava da soğuk. Küfürlerle "görevlerini" yapıyorlar. Onlar; bir sanatçıyı toprağa vermiyorlar. Evet hava soğuktu, yağmur yağıyordu. İşte bu ülkenin utancı... Diğer eski tiyatroculardan Hakkı Karadayı da İzmir huzurevinde öldükten sonra kimsesizler mezarlığına atılmış.

Ben sahnede izleyemedim. "Hababam Sınıfı" filminden, okulun bekçisi olarak sinemadan hatırlıyorum. Altmış - yetmiş yıllık sanat hayatında bir filmde bir bekçi oynamış, Allah'tan oradan hatırlanıyor. Benim tanıdığım ve etkilendiğim Yahudi oyuncu Madam Kokoraça vardı. Hâlâ yaşıyor. Huzurevinden dışarı çıktığında seni ziyarete gelirdi. Her seferinde sana hediyeler getirirdi. Bu, ya bir mendil olurdu ya da bir çorap. Ne incelikli, ne kibardı. Sana: "Turne yapmak istiyorum, kumpanya kuralım, turneye çıkalım, seyircimi özledim" derdi. Bir keresinde senin "Sokak mobilyaları"ndan Avare vardı. Kokoraça'ya, Avare'yi kast ederek, hadi birlikte turneye çıkın, demiştin. Kokoraça hemen sevinçle, muhtemel turne için düet söylerdi. "Artık koca ben çekemem her gün kavga maraza

Burada önemli olan yangın ve ölüm haberi öyle mi? Evet. Temcit pilavı gibi sürekli gösterir üstelik! Diğer tarafta kurtulanın kim olduğu hiç önemli değil! Kurtulmuş ya! Peki bundan sonra ne olur? Ben biraz politik söyleyeyim. Altmış milyon insanın ne olacağını bilmiyorum ki. Peki Yakup Sarıçam için bir şey yapılabilir mi? İnsanın öneminin olmadığı bir ülkede yaşıyorsun. Ne olacak ki?! Neredeyse Cumhuriyetimiz'in yaşı kadar yaşları ve yaşlarına yakın meslek hayatları var. İnsanın içi acıyor bu durum karşısında... Gerekli yerlere yazı yazdık. Biri çıkar ilgilenirse olur, ilgilenmezse olmaz. Bu kadar basit... Bir ülkenin tiyatrosunu, sanatçısını, ülkenin siyasal kültürel ekonomik ve sosyal yapısından kopuk tek başına "Tiyatro" diye meseleyi ele alırsan, bu safsatadan başka bir şey olmaz... Sana teşekkür ediyorum bu söyleşi için ©


> KIRK YILDA BİR > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Ah Recep Abi, Ah Seninle biraz dertleşeyim, sana cenaze törenini anlatayım istedim, tam yazıma başlayacakken, Milliyet Gazetesi 'nden arkadaşın Hasan Pulur senin için yazmış, yazısının başlığı da: "Recep Abi"nin kalbini belki de "Kör Öfke" vurdu... Dondum kaldım, bu yazıyı görmesem, belki de buna benzer bir başlık olacaktı benim yazımın başlığı da. Tiyatro Yazarları Derneği'ni kurdun ve son güne kadar da zaman zaman yasal olmayan bir biçimde bile olsa o derneğin başkanlığını bırakmadın. Hep kavga ettin, kavga ederken de hep yanında birileri vardı. "Haklısın Recep Abi", "Bunların üstesinden sen gelirsin", "Bir tek sen bunlarla başa çıkarsın", "Vur Recep Abi" diye tezahürat yapıp, arkanda mevzilenen oyun yazarı arkadaşlarından hemen hemen kimse yoktu cenaze töreninde, Yönetim Kurulu'nuz sanırım yedi kişiden oluşuyor, Teşvikiye Camii'inde topu topu beş oyun yazan vardı: Refik Erduran, Savaş Aykılıç, Kandemir Konduk, Ülkü Ayvaz, bir de sen. Tiyatro dünyasından orada olanların bir kısmı protokol gereği oradaydı, benim gibi olanlar, yani bir kurumu temsil edenler. Seni son yolculuğuna giderken, bile bile sırtından itip kavganın göbeğine sokanlardan çok azı oradaydı ve hâlâ seninle değil, "kendi işleriyle!" uğraşıyorlardı. Biri, yaşlı bir oyuncu ağabey, bir ara dellendi; "Yok, ben gidip mikrofonlara söyleyeceğim, bu adamların yüzünü açığa çıkaracağım." diye haykırıyordu yanındakine, sen orada musalla taşında boylu boyunca yatarken daha... alkışlarla uğurlayamamıştık bile seni,

a

bu haykırışları duyduğumda. Bu saydıklarımın sayısı çok azdı, gazeteci arkadaşlarının çoğu oradaydı, görsen sevinirdin... Dolaştım arada, tanıdıklara selam verdim, sohbet ettik biraz, hemen hemen her üç-beş kişinin bir araya geldiği minik topluluklarda

pe cy

doğal olarak senden bahsediliyordu, hemen hemen hepsinde de senin "kör öfken"den... Öfkeni hep sevdim, hep saygı duydum... bilirsin. Ama öfkenin kör yanından da hep şikayet ettim, eleştirdim... onu da bilirsin. Kızdığım,

"kör öfkenin" görmene engel olduğu insanlar oradaydı, koşuşturup duruyorlardı, senden son faydayı nasıl toplarız diye... inan ki böyleydi... ağlayan yoktu içlerinde... son dönemde yakınında olanlardan... sevdiklerin, yakınların

hariç tabii ki.

Ah Recep Abi, Ah

Oyunlarım oynanmıyor diye onulmaz kavgalar verdin Devlet Tiyatrosu'yla, oysa sen siyasileri oyunların oynansın

diye devreye soktukça, ilişkilerini siyasiler üzerinden kurmaya çalıştıkça, tiyatrocu arkadaşlarından, kardeşlerinden uzaklaştığını hiç fark etmedin. Onları siyasilere şikayet edip, Bizans oyunlarına vesile oldukça; tiyatrodan, tiyatronun etiğinden uzaklaştığını fark edemedin, yakınında olup da "Hadi Recep Abi" diye seni kurtlar sofrasının ortasına atıp, arkandan neler konuştuklarını hiç duymadın, sana duyurmak isteyenlere de küstün, ama onlar o gün Teşvikiye Camii'inde yoktular Recep Abi. Bir gün olsun, "yahu bu dilekçeleri neden hep ben veriyorum, 'Haklısın Recep Abi, yürü Recep Abi' diyen şu, şu neden benimle beraber elini taşın altına sokmuyor? " sorusunu sormadın kendine Recep Abi. Onlar, yerlerinde oturur, el altından işlerini yürütürken, sen hep ortada oldun "kör öfkenle" birlikte. Seksen üç yaşının yorgunluğu, kalbinin dayanma gücünün azaldığı son günlerinde bile Ankara'da müfettişlere şikayete gittin, gönderdiler, götürdüler... ve sen de aramızdan ayrılıp gittin "kör öfkenle", Tiyatro Yazarları Derneği'nin anahtarları, defterleri ile birlikte. Ah Recep Abi, Ah Azıcık, ama inan ki azıcık "kör öfke"ne sahip çıkabilseydin, yine bir gün ölecektin, ama böylesi iç acıtan bir cenaze törenin olmayacaktı o zaman. Keşke ben de gitmeseydim seni uğurlamaya da, yaşadıklarımı, gördüklerimi görmeseydim, seni severdim "kör öfkenle" birlikte, sürekli de eleştirirdim "kör öfkenden" dolayı...

Ne diyeyim? "Allah rahmet eylesin" Recep Abi


Herkese Açık Tiyatro

pe cy

a

Açıkça Tiyatro Topluluğu

> Suat Başkır > amatorsahne@yahoo.com

Amatör Tiyatro bölümünün bu ayki konuğu 1993 yılında kurulan düşünüyorsunuz? Ülke içinde bağlantıda olduğunuz bir Açıkça Tiyatro Topluluğu. "Tiyatronun en gerçek sanat olduğuna topluluk var mı? Amatörün 'işini iyi yapamayan' olarak algılanmasından ve etkisinin gerçekliğinden kaynaklandığına " inanan topluluk rahatsızız tabi. Bunda amatörlüğü "birlikte hoşça vakit üyeleri, tüm çalışmalarım "amatör bir ruhla hazırlayıp geçirmek" olarak yansıtan grupların payının olduğu gibi "hep profesyonel bir özenle sunduklarını" anlatıyor. Grup üyeleri amatör kalınmasını isteyen" yapıların bulunmasının da payı sorularımızı bakın nasıl yanıtladı. var. Bu anlayışı düzeltecekler yine bu işi hakkıyla yapan amatör tiyatrolardır. Topluluğunuz 12 yaşında. Kuruluş amacınızdan, oluşum sürecinizden bahseder misiniz? Bu yaşa gelmeyi bekliyor muydunuz mesela? Gruplarla sıkı bağlantılarımız olduğunu söyleyemem. Genç Biz yolumuza, bir başka gruptan koparak çıktık. Bu ayrılık, bir amatör gruplarla bilgilerimizi paylaşmaya hazırız. iç hesaplaşma yaşatmıştı bizlere. Bu hesaplaşma içinde, en sevdiğimiz yerden, sahneden kopma korkusuyla yaşadık, belli Yolculuğunuza geri dönersek, 1993 ten beri varsınız. bir süre. Ama bu düşünce bir hataydı gerçekte ve bu hata yeni Amatör tiyatrolarda, malzeme, dekor, kostüm, metin, bir tiyatro topluluğu doğurmuştu. prova alanları, oyuncu bulma vb. ciddi mücadele gerektiren bir sorun. Sizler bir İstanbul topluluğusunuz. Bu sorunu aşabildiniz mi? Ve ülkemizdeki nice topluluktan Bir biçimde sahneye çıkmayı başarmalıydık. Oyuncu vardı, biri olarak, bu sorunun nasıl aşılabileceğine ama ne yönetmen ne de çalışabileceğimiz bir mekân yoktu. inanıyorsunuz? Aramızdan yönetmen çıkardık, her birimiz oyuncu oldu, bir Doğrusu sanatın zor yapıldığı bir ülkedeyiz. Bizim gibi gruplar; tanıdık kanalıyla ortak bir çalışma mekânı bulduk, çalışmalara salon, finansman gibi temel sıkıntılarla boğuşmak zorunda. başladık. Başlangıçtaki temel amaç bir an önce seyirciye Sanatseverlerin sanatçı adaylarıyla buluşması zor. Son kavuşmaktı. O dönem şartlarında yola çıkabilmek çok önemliydi. dönemlerde belediyelerin desteği var ama bu da ne denli yeterli Şimdi istiyoruz ki daha düzgün bir yolda ilerleyelim, kar- tipi ve adil tartışılır. Oyunlarımızı Kadıköy Belediyesi'nin Barış olmasın. Manço Kültür Merkezi'nde sergiliyoruz. Seyircimiz de bizimle burada buluşmaya alıştı. Burada sahne alan grupların, birbirlerini "Yaptığımız işi iyi yapmalıyız." Bu cümle bizim amacımızdı. daha çok desteklemesi, arka çıkması gerekli. İlkemiz oldu. Zamanla ürünler ortaya çıkıp olgunlaştıkça "neden daha iyisini yapamayalım" diye düşündük. Hala da öyle İlk başladığımız dönemlerde soğuk ve ödünç prova düşünüyoruz. Hep öğrenmeyi, üretmeyi, ilerlemeyi hedefledik. mekânlarında çalışıyorduk. Üsküdar'daki Odeon Sineması, bizim için lüks bir çalışma mekânı olmuştu. Salonun yanmasının Amatör tiyatro, alternatif bir duruştur, yaşamın ardından, parklarda, açık alanlarda, yine eş dostun evinde gerçekliğinin bir nevi laboratuarıdır. Sizler nasıl bir duruş provalarımızı sürdürdük. Mekân, bir tiyatro için birleştiriciliği benimsediğinize inanıyorsunuz. olan bir unsur. Prova alanı sizin özgürlüğünüz demek... Bu Amatör Tiyatrolar, yeni düşünceler üreterek, sağlam ve üslubu nedenle kendimize ait bir mekân arayışına geçtik. Kadıköy'de, oluşmuş alternatif duruşlar sergileyen yapılarken, giderek sosyal önce Yeldeğirmeni'ndeki atölyemizde çalıştık. Hatta bu atölyede aktivite alanları haline dönüşmeye başladı. Alternatif kalma minik oyunlar da sunduk seyircimize. Şimdi ise prova ve eğitim çabamız var ama temel derdimiz doğru tiyatro yapmak. çalışmalarımızı Altıyol'daki atölyemizde gerçekleştiriyoruz. Bizim öğrendiğimiz anlayış, gruptaki her elemanın oyunculuğun Ülkemizdeki amatör yapı ve amatörlük hakkında neler


yanı sıra birer uzmanlık alanının olmasıdır. Kostüm ve dekor çalışmalarımızı yine süreç içinde öğrenerek belli bir çizgiye oturttuk. Şimdi dekor ve kostümden sorumlu arkadaşlarımız var. Keza aynı durum müzik, aksesuar, sahne teknisyenliği, ışık-efekt için de geçerli. Yönetmenliğe niyetli arkadaşlarımızın da oyunlar yönetmesi mümkün. Yazı ile ilgilenen arkadaşlarımızın çalıştığı tiyatro oyunları da var. Bu kültürü bizimle çalışan her arkadaşa aktarmaya çabalıyoruz.

YER GÖSTERİCİLİKTEN YÖNETMENLİĞE

Açıkça tiyatro topluluğu, bir oyunu nasıl sahneye koymakta? Sahnelenme sürecinde tüm topluluk üyeleri yeterli müdahaleyi gösterebiliyor mu? Yönetmen seçtiği oyunu oyuncularla birlikte masaya yatınr. Genel ve sahne, sahne dramaturji çalışmasına paralel olarak oyunun gerektirdiği araştırmalar yapılır ve bunlar ekiple paylaşılır. Örneğin, oyunun geçtiği dönemde kullanılan dil, dönemin politik-ekonomik-sosyal olayları irdelenir.

Yönetmen, Oyuncu, Giysi Tasarımcı

Karakterlerin dünyalarına girilir. Ardından rol dağıtımı yönetmen tarafından yapılır. Oyun sahne sahne çalışıldıktan sonra, sahne detaylarına geçilir. Bu sürece, kostüm, dekor, müzik tasarımı ve tanıtım eşlik eder. Her arkadaş alanında, yeterli müdahaleyi göstermeye çalışır. Kısaca anlatmış olursak oyun son halini böylece alır.

Lise 2. sınıftayım. Okulumuz ilk defa bir tiyatro yarışmasına katılacak. Oyuncu seçmelerine girdim. Ancak o kadar utanıyorum ki ben oynayayım ama kimse bana bakmasın istiyorum ya da gözlerini kapatsın parmaklarının arasından baksınlar. Sahneye nasıl çıktım, nasıl indim bilmiyorum. O kadar çok içinde olmak, sahnede bulunmak istiyorum ki en ] sonunda bir hocamız "sen de gelenleri karşıla yer göster" dedi. O gün "ben tiyatro yapacağım ve bu sahneye çıkacağım" dedim. Daha sonra İstanbul Üniversitesi'nin konservatuar sınavlarına girdim. Sınavlardan önce bir ay okulun bir öğrencisinden hazırladığım oyun ile ilgili ders aldım ama gene sahneye nasıl çıkıp indiğimi bilmiyorum. Aradan bir kaç yıl geçti. İçimde tiyatro aşkıyla oyuncu olamayacağımı düşünürken ve bu arada iş hayatına atılmışken gazetede gördüğüm bir tiyatronun oyuncu ilanı üzerine telefona sarıldım. Karşımdaki kişi profesyonel oyuncu aradıklarını söyledi. Ben de profesyonel olarak kendime henüz güvenemediğimi ve çalıştığımı oyunculukla ilgili bir kursları olup olmadığını sordum ve telefon numaramı alan kişi beni arayacaklarını söyledi. 1-2 ay sonra gelen telefonla önce şaşırdım, sonra harekete geçtim ve bir sonbahar günü Beşiktaş İskelesi'nde Açıkça'nın gülen yüzü Serkan ile tanıştım ve ahşap bir konakta başlayan ilk oyunculuk eğitimlerimiz ve ardından gelen ilk oyun heyecanı... Biz kursiyerlerden önceki grup elemanları bir çocuk oyunu hazırlıyorlar. İlerleyen eğitimler sonrasında biz de bir yerinden oyuna dâhil olduk, bir öğrenci sırası ve bir ayna olmakla başladım oyunculuğa. Eğitimlerimiz sürerken mekân sorunu yaşamaya başladık, yeni arayışlar, sınırları zorlamalar, tiyatro adına boya badana temizlik yapmalar, farklı mekânlarda, farklı zamanlarda farklı kollardan çabalamalar, bazen imkânların sınırlı olması insanı üretken yapıyor. Ben oyunculukla birlikte yaratıcılığımı da geliştirdim ve çevremdekilere de geliştirdim.

pe cy

a

Aynı zamanda Tiyatro Okulu olmak için çalışmalarınız mevcut. Kısaca bizlere bu çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz? Her isteyen, sizinle bağlantıya geçerek bu çalışmalara katılabilir mi? Bu konuda kıstaslarınız nelerdir? Bahsettiğimiz tiyatro okulu düşüncesi, illa koca bir mekân, tanınmış eğitimciler demek değil. Her türlü sanatın yapıldığı bir platform... Ürün ortaya koymak hedefli ya da bağımsız çalışmalar olabilir... Her yaştan insana sanatı tanıtmak, sevdirmek, sanatın içinde üretici olarak var olmalarını sağlayarak sanatı bünyelerinin bir parçası haline getirmek gibi düşüncelerimiz var. Eğitimcilerin etrafımızda genç, yetenekli, sanatçı duyarlılığını taşıyan ve bu kültürle yetişmiş arkadaşlarımızın olmasını istiyoruz. Böylece dinamik, yenilikçi bir anlayışın izi sürülebilir.

Ebru Güman

Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir? Misyonunuzda bir değişim olacağı korkusu yaşıyor musunuz? Bu değişimin yaşanmaması için nasıl bir yol izliyorsunuz? Tabii ki daha çok oyun sergileyip daha çok izleyiciyle buluşmak isteriz. Daha önemlisi kuşaklar boyu yaşayan bir tiyatro olmayı, takım çalışmasının başarıyla uygulandığı, tiyatro yapmak isteyen herkesin sahneye çıkma fırsatı bulduğu, oyuncuların piştiği bir yapı olarak kalmayı isteriz. Hayatın değişimine tiyatro da kayıtsız kalamaz. Sanatta değişimi engellemek mümkün değildir. Bu nedenle bundan sonra AÇIKÇA'nın tiyatro yapacağı kesindir ama nasıl yapacağı değişebilir.

İlk günden bu güne neler mi değişti? Şu an daha iyi koşullarda, yeni bir mekânda tiyatro faaliyetlerimize devam ediyoruz, bir internet sitemiz var artık, tiyatro tarihi, diksiyon, vücut eğitimi kurslarımız devam etmekte. Bir farkla; artık grubumuzun içinden yetişen arkadaşlarımız da bu kursları verebilecek düzeyde. Ben mi ne yaptım? Oyunculuk, kostüm derken yetmedi yönetmenin koltuğuna göz koydum©


Tiyatro pazarlama stratejisi olursa, ne olur?

pe

cy a

New Holland Trakmak Tiyatrosu

> Ebru Seyhan > ebruseyhan@tiyatrodergisi.com.tr

New Holland Trakmak A.Ş, traktör üreten bir firma. Şimdi Tiyatro Dergisi ile ne alakası var demeyin. Firma, bu yıl 'sosyal sorumluluk' çerçevesinde bir tiyatro kurdu; New Holland Trakmak Tiyatrosu. Yaz ayları boyunca Türkiye'nin altmış köyünde Renan Bilek'in yazdığı, Şakir Gürzumar'ın yönettiği "Ah Almancı, Vah Almancı" isimli oyunu sahneleyecekler. Tiyatronun ilk gösterisi, 30 Mayıs 2005 günü Silivri Değirmenköy'de gerçekleşti. Biz de davet edildik bu gösteriye. Dergimizin Yayın Yönetmeni Mustafa Demirkanlı ve birkaç gazeteci arkadaşımızla birlikte akşam saatlerinde bizi Taksim'den alan araç, gösteri öncesinde firma yetkilileri ve tiyatro projesinin sorumlularıyla tanıştıracak akşam yemeği için Silivri'ye götürdü. Yemek boyunca yapılan sohbette firma hakkında genel bilgi verildikten sonra, tiyatro yapma fikrinin nasıl ortaya çıktığı anlatıldı. Anladık ki firma, bu kez bir pazarlama yöntemi olarak televizyon yerine tiyatroyu seçmiş. Geçtiğimiz yıl, köylerde road show (traktör akrobasi showlan) gerçekleştiren firma, daha sonra yaptırdığı anketlerde, çiftçilerin yüzde altmışının traktör satın almadan önce evdeki aile bireylerinin fikrini almak istediğini görmüş. Anket


sonuçlarından yola çıkan yetkililer, satın alma kararında etkili olan, ailenin diğer bireylerine ulaşabilmek için farklı bir yöntem ararken, bir zamanlar Türk tiyatrosunda önemli bir yere sahip olan köy seyirlik oyunlarına ulaşmış. Ve köylüye kendisini tanıtmak için bir tiyatro kurmaya karar vermiş. Firmanın İletişim Müdürü ve New Holland Trakmak Tiyatrosu projesinden sorumlu Mehmet Kır, yapacakları işin "direkt reklam kokan bir şey olmasını istemediklerini" bu yüzden tanıtımı "sosyal içerikli bir hadise haline getirdiklerini" anlatıyor. Yaptıkları işten son derece memnun olan proje sorumlusu, hazırlık aşamasında insanlardan çok olumlu cevaplar aldıklarını belirtiyor. Projenin hayata geçirilmesi için geçtiğimiz Kasım ayında kolları sıvayan firma yetkilileri, Renan Bilek'e bir senaryo yazdırmış. Projeyi, bu sezon İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda "Çayhane" isimli oyunu yöneten Şakir Gürzumar'a teklif etmiş. Gürzumar başlarda tereddüt ettiyse de metni okuduğunda çok etkilenmiş ve oyunu yönetmeyi kabul etmiş. "Peki Şakir Gürzumar'la çalışmaya nasıl karar verdiniz?" sorumuza "Çayhane'yi gördük ve onun yönetmeniyle çalışmak istedik" yanıtını veriyor Kır. "Kalıpta biraz esnek bir yönetmen, bir takım tabuları yıkabilecek bir yönetmen gerekiyordu." şeklinde konuşuyor. Gürzumar senaryoyu beğenince sıra oyuncu seçimine gelmiş. "Yaz. sıcağında Türkiye'nin altmış noktasında oyan sahneyecek pek fazla aday bulamadıklarını" söyleyen Kır, İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun genç oyuncuları Petek Kırboğa, Erkan Horzum, Rezzak Aklar, Hülya Çabuk, Duygu Arpacıklıoğlu, Mustafa Kırantepe, Cem Gürleyen ve Ceren Cevahir Gürleyen ile yola çıkmaya karar verdiklerini anlatıyor.

İkinci kuşak Almancı Ahmet, Alman eşi İnge ile köyüne döner. Artık burada yaşamaya, çiftçilik yapmaya karar vermiştir. Ahmet'in önce çiftçilik yapmayı öğrenmesi gerekir. Komşularından bu konuda yardım almaya karar verirler. Her şeyden önce toprağı işlemek için bir traktöre ihtiyaçları vardır. Oyuncular sahneden çıkar projeksiyon perdesinden yansıyan filmi seyretmeye başlarız: Ahmet New Holland Trakmak bayisine gider. Tam da istediği gibi bir traktör bulmuştur. Traktörün özelliklerini tek tek test eder ve satın almaya karar verir. Pazarlık yapmayı da ihmal etmez. Projeksiyondaki görüntü kaybolur. Ahmet, sahnenin yan tarafından traktörüyle çıkagelir. Evdekiler Ahmet'in yanına gelir, herkes traktöre hayran kalmıştır. Olağanüstü bir araçtır. İnge de traktörü çok sever. Sahnedeki mutlu aile tablosu, İnge'nin hamile olduğunu ilan etmesiyle tamamlanır. Şimdi daha iyi anlıyoruz Mehmet Kır'ın, satın almada etkili olan yüzde altmışa ulaşma çabasını. Sahnedeki, tiyatro oyunundan çok, bir pazarlama stratejisi. Daha doğrusu, New Hollan Trakmak, tiyatroyu bir pazarlama yöntemi olarak seçmiş. "Uzun metrajlı bir reklam tiyatrosu". "Ah Almancı Vah Almancı"yı sahnelemek için altı-yedi aylık çalışmaya, dahası bir yönetmene ihtiyaç var mıydı? Bilmiyoruz! Oyundan önce, "Direkt reklam bizim çok tercih ettiğimiz bir şey değil. Reklam faaliyetine girdiğiniz zaman çok büyük bütçelerle, çok uzun soluklu işler yapmak zorundasınız. Biz bunun yerine tiyatro yapmayı tercih ettik. Açıkçası çok doğru bir şey yaptığımızı, daha kalıcı olacağını düşünüyoruz." diyordu proje sorumlusu Kır. Yaz ayları boyunca, traktör satışlarının yoğun olduğu altmış adreste sahnelenecek oyun; Kır'ın deyimiyle, "Traktör çok satılan yer çiftçinin çok olduğu yer demektir, çiftçinin çok olduğu yer bu oyunun oynanacağı yerdir" Tiyatro, alacağı tepkilere göre gelecek yıllarda devam edip etmeyeceğine karar verecek.

pe cy a

Yemeğin ardandan oyunun sahneleneceği Değirmenköy Meydanı'na geliyoruz. Sahne, sekiz kişilik teknik ekip tarafından yetmiş metrekare alan üzerine, bir metre yükseklikteki podyum üzerine kurulmuş; önüne beş yüz sandalye yerleştirilmiş, köylülerin gelmesi bekleniyor. Bu arada sahnenin bir bölümünü oluşturan projeksiyon perdesinde firmanın ürettiği traktörlerin tanıtımı yapılıyor. Oyun, köylülerin süt sağma saatine denk geldiğinden biraz geç başlayacak. Günler öncesinden köye oyunun afişleri asılmış, oyunun ücretsiz sahneleneceği duyuruları yapılmış. Köylüler yavaş yavaş sandalyeleri doldurmaya başlarken anonslar son kez yapılıyor, "Lütfen herkes yerlerine otursun. Oyunumuz birazdan başlayacak" Belli ki ışık ve ses sistemi için çok

büyük harcamalar yapılmış. Az sonra sandalyeler doluyor, biz de yerlerimizi alıyoruz. Oyun başlıyor.

Firma yetkilisinin söylediği gibi, "kalıpta esnek, bir takım tabuları yıkabilecek bir yönetmene ihtiyacı olan bir oyun, Ah Almancı Vah Almancı"! Ancak düşünmeden edemiyoruz, Gürzumar gibi değerli bir yönetmenin emeğiyle şekillenen iş, tiyatral kaygılarla hareket edilip bir skecin ötesine götürülemez miydi? Varsın köylüler karar versin hangi traktörü satın alacağına!©


pe a

cy


a

cy

pe


Üç Gün Üç Gece Rock: Rock Republic Open Air Festivali

pe cy a

Ebru Seyhan

İstanbul Rock Republic Open Air Festivali Major Müzik Organizasyon'uyla 1-2-3 Temmuz günleri Sarıyer, Mehmet Akif Ersoy Ormanlık Alanı'nda gerçekleştirilecek. Festival, Slayer, In Flames, Overkill gibi dev grupların yanı sıra çok sayıda yerli ve yabancı rock grubunu İstanbul'da bir araya getiriyor. Major Müzik'in sahibi ve Rock Republic Open Air Festivali Organizasyon Komitesi Başkanı Eyüp Sabri İlbağ, bu yıl birincisini gerçekleştirecekleri festivali doğu Avrupa'nın en büyük Rock festivallerinden birisi haline getirmeyi amaçladıklarını söylüyor. İlbağ'a göre Türkiye için 20-25 bin kişilik festivaller hayal değil, "yeter ki büyük grup getirebilelim"

Major Müzik'i biraz tanıtır mısınız? Rock Republic Open Air gibi festival yapmak neden bugün aklınıza geldi? Major Müzik Organizasyon 1991 yılında kuruldu. İlk konserimiz 1992 Ocak ayında Deep Purple solisti Ian Gillan'dı. Ardından 1994-1995 yıllarında Yapı Kredi Gençlik Festivali'ni yaptık, ayrıca 1995 yılında halen devam eden Uluslararası Eskişehir Festivali'nin organizasyonunu yaptık. Açıkhava'da dört yıl Boğaziçi Festivali'ni yaptık. Bunların dışında kendi konserlerimizi gerçekleştirdik. Ian Gillan'dan sonra, Alan Parsons Project, Slayer, Deep Purple, Jethro tull, Ben Harper, Led Zeplin gibi gruplar getirdik, caz blues konserleri gerçekleştirdik. Aslında rock ağırlıklı bir şirketiz ama blues ve caz konularında da çalışmalarımız oluyor. Bu sene 15. yılımız. Bizim hedefimiz Türkiye'de sadece yaz aylarında değil, kış aylarında da konserler yapmak. Rock Re Public festivalini önümüzdeki yıllarda daha da büyütmeyi

hedefliyoruz. 30-55 yaşa hitabeden başka bir festival daha yapmayı da hedefliyoruz. Bu tür büyük festivaller dünyada 30-35 yıldır uygulanıyor. Biz aslında 1995 yılında düşündük ilk olarak bu festivali. Rock Re Public gibi festivallerin maliyeti çok yüksek olduğu için bugüne kadar olmadı ama bu yıl başlattık. Maliyetleri mümkün olduğunca aşağı çeksek de büyük bir risk aldık ve başladık. Bu tür bir organizasyonun zorlukları neler? Doğası çok zor. Son derece karmaşık. Organizasyon dediğiniz zaman binlerce halkanın birbirine eklenmesi gerekiyor. Binlerce modüler parçanın birleşip bir resim oluşturması gerekiyor. Sanatçılarla bağlantı zor, mekân vs. hepsi çok zor. Katılacak gruplara nasıl karar verdiniz? Öncelikle konsepti belirtiyoruz. Rock festivali diyoruz. Rock olunca içinde 15-20 tane birbirinden farklı tarzın olduğu bir konudan bahsediyoruz. Hangi tarzlara yer vereceğiz diye düşündük. Dedik ki hardrock olsun, metal olsun, hardcor olsun, glam olsun ve bu türlere uygun müzik gruplarını bunların altınca çıkacak yerli ve yabancı grupları belirledik. Çok yoğun bir çalışmadan söz ediyorum. Dolayısıyla grupları belirledikten sonra, menajerleriyle görüşmeye başladık. Sanatçının o tarihte şartları neler, Türkiye'ye gelebilir mi, ne kadar para istiyor gibi şartlar görüşüldü. Tabii bir grubu getirebilmek için en az yirmi grupla görüşüyorsunuz. Yani, yirmide birinin şartları size uyuyor. Hangisi uygunsa anlaşma yapılıyor. Oteller, uçaklar,


mekân, resmi izinler, ekipler belirleniyor. Yaklaşık 400-500 kişi görev alacak bu festivalde. Aslında bizim alışık olduğumuz şeyler bunlar ama insan faktörü olduğu için kusurlar oluyor. Bunları minimuma indirmeye çalışıyoruz. Yine de küçük hatalar olacaktır, makine değil çünkü. Üç gün için orada temel ihtiyaçları karşılayacak ekibi oraya yığmak zorundasınız. Üç ay ya da üç yıl olsa bu kadar zor olmaz. Zor ama zevkle yaptığımız bir iş. Kaç kişinin katılmasını hedefliyorsunuz? Konserler dışında nasıl etkinlikler olacak festival alanında? Hedefimiz her gün 18-25 yaş arası 6-7 bin kişiyi ağırlamak. Daha çok üniversite gençliği. Konserler gündüz 13.00 gibi başlıyor 12 saat boyunca devam ediyor. Yaklaşık iki bin iki bin beş yüz kadar kişinin konaklayacağını tahmin ediyoruz. Konukların, ihtiyaçlarını karşılamak için alışveriş edebilecekleri yerler var. Konserlerin dışındaki zamanlarda eğlenecekleri etkinlikler var. Yarışmalar, turnuvalar, müzikli filmler izleyebilecekleri açık hava sineması, rock müzik dinleyebilecekleri parti çadırımız var. İnternet cafe var.

Majör, Rock müzik ağırlıklı organizasyonlar yapan bir şirket. Türkiye'deki hedef kitlenizin durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında rock müzik özellikle son üç yıldır yeniden yükselişe geçti. Rock müziğine hiçbir şey olmaz her zaman yaşar. Elli yıldır var olduğuna göre var olmaya devam edecek. Gençlik olduğu sürece bunun önü tıkanmaz. Seyirciye uygun fiyatla iyi program sunduğunuz zaman iyi tepki gösterecektir. Yeter ki iyi program çıkarın. İyi bir program yapmadığınız zaman isterseniz bedava yapın kimse gelmez. Türkiye'deki dinleyicinin son derece sadık ve ne istediğini bilen insanlar olduğunu düşünüyorum. Böyle bir pazar var Türkiye'de.

pe cy

a

İnternet sitenizde doğu Avrupa'nın en büyük festivali olmayı hedeflediğinizi söylüyorsunuz! Ekonomik şartlarla ilgili bir şey bu. Bir-iki yıl içerisinde olacak şeyler değil. Doğu Avrupa dediğimiz zaman Viyana'nın doğusunu kastediyoruz. Rusya dâhil. Çok iyi festivaller var buralarda. Biz beşince yıldan sonra Doğu Avrupa'nın en büyük festivalleri arasına gireceğimizi düşünüyoruz. Bu çok zor değil. Buna şirket olarak gücümüz var. Bunun yolu büyük grup getirmektir. Başka yolu yok. Festival programını oluştururken büyük gruplar düşünmelisiniz. Bunu yapmak için de bilet sayısının çok yüksek olması gerekiyor ve sponsorlar gerekiyor. Bu rayına

otursa kendi festivalimizi en iyi festivallerden biri haline getirebiliriz. 20-25 bin kişilik festivaller bizim için hayal değil.

İşin ekonomik boyutunu nasıl hallettiğiniz? Yüzde 90-95'i bilet satışlarından, geri kalanını ise sponsor desteğiyle sağladık. Bu firmaların önümüzdeki yıllarda daha çok destek vermelerini bekliyoruz. Programda çok büyük gruplar görüyoruz. Bunlara teklif götürdüğünüzde nasıl tepkiler alıyorsunuz? Türkiye'yi tanıyorlar mı? Buradaki bir rock festivaline katılma fikri onlara nasıl geliyor? Türkiye'yi tanıyıp tanımamaları önemli değil. Bu bir ticaret. Sadece ticaret. İnsanların soludukları havayla karınları doymuyor. Faturalarını başkaları ödemiyor. Yaşamak için para kazanmak zorundalar. Çok az grubun Türkiye ile ilgili derdi var. Mali şartlar uygunsa, teklifi getiren organizatör güvenilirse bir de festivalin konsepti kendisine uygunsa geliyor. Duygusal faktörler pek etkili değil.

Festival P r o g r a m ı : 1 Temmuz Cuma Overkill, Kronik, Catafalque, Metaroth, Abraxas 2 Temmuz Cumartesi Slayer, To Die For, Alev, 10 Fold B-Low, Mourning Caress, False In Truth, Crossfire, Affliction, Uck Grind, Episode 13 3 Temmuz Pazar In Flames, Doro, Sick Of It All, Cenotaph, Soul Sacrifice, Joke For A While, Self Torture, Pick Pocket, Lil Biletler: 3 Günlük Kombine Biletler 80YTL. Günlük Biletler 50YTL. Biletix: 0216 556 98 00


BENİM HÜZÜNLÜ OROSPULARIM Arzu Özköse arzu_ozkose@yahoo.com "Kimse aldatmasın kendini, sakın, sanmasın ki daha uzun sürecek beklediği hayat, daha önce gördüklerinden. "* (Jorge Manrique) Anlatı ustası Marquez'i dünya Yüzyıllık Yalnızlık adlı eseriyle tanıdı. 1928'de Kolombiya'da doğan yazar 1982 yılında aldığı Nobel ödülü dışında birçok başarılı başyapıt kazandırdı dünya edebiyatına. Marquez, Latin Amerika toplumlarının gerçekliğini en yalın ve açık bir biçimde dünyaya anlatan yazarlardan biridir hiç şüphesiz. Benim Hüzünlü Orospularım, yitmiş altı yaşındaki yazarın en son yapıtı; kalan ömrü artık günlerle sayılacak kadar azalmış olduğunun bilincinde olan, ömründe yazmaktan başka bir iş yapmamış, hayatını doğduğu evde geçirmiş doksan yaşındaki bir gazetecinin kendi ağzından dinlediğimiz anıları. Anlatı, adını roman boyunca öğrenemediğimiz, kendisini çirkin, çekingen ve çağdışı olarak tanımlayan doksanlık kahramanımızın doksanıncı doğum günü için kendisine sıradışı bir hediye vermeyi planlamasıyla başlar ve bunun için yirmi yıldır görmediği ama yirmi yıl öncesine kadar sürekli devam ettiği genelevin patroniçesi Rosa Cabarcas'ı arar. "Karton bölmelerden herkesin duyacağını akıllarına bile getirmeden devlet sırlarını bir gecelik sevgililerine anlatan büyük politikacıların ağızlarında bakla ıslanmaması sayesinde, oraya sık sık gidişlerim işimin bir parçası olup çıkmıştı," diye anlatmayı sürdürdüğü genelevin patroniçesi Rosa, romanda değinilen tüm temaların nirengi noktası gibidir.

a

"Rosa Cabarcas, mallarını, dükkânında piyasaya sürdüğü küçük yaştakiler arasından seçerdi hep; onları mesleğe adım attırarak, Kara Eufemia'nın tarihi genelevinden emekli olan orospuların en berbat yaşamlarını sürmeye başlayana kadar sıkıp sularını çıkarırdı. Asla ceza ödemezdi, çünkü evinin avlusu, validen tutun da belediyedeki en küçük şarlatana varana kadar tüm yerel yöneticilerin cennetiydi..."

biçiminde ve Floransa stilindeki kendi el yazısıyla basılır. Bu yazılara âşık okurlardan mektuplarla yanıtlar gelmeye başlamış hatta bir radyo programında okunmaya başlamıştır. Kahramanımız ünlüdür artık. Delgadina'yla geceyi geçirdiği odaya götürdüğü radyodan ünlü bir radyocunun pazartesi haberlerinde onun Pazar yazılarından birini okumaya karar verdiğini duyunca kızın kulağına şunları fısıldar: "Biliyorsun, Delgadina, şöhret çok şişman bir hanımdır, hiçbirimizle yatmaz, ama uyandığımızda hep yatağın karşısında bize bakmaktadır."

pe cy

Öyküye bundan sonra bir de doğum gününde kendisine hediye edilen bir Ankara kedisi katılacaktır. Ömrünün son zamanlarını "tüm müzik âleminin en bilgece yazılmış eserleri" olarak kabul ettiği Bach süitlerini dinleyerek ve klasikleri yeniden okuyarak, bedeniyle huzura ermiş bir şekilde yaşıyorken karşılaştığı bu duygu yani aşk ona hayatı bambaşka göstermeye yetmiş, ayaklarının arasında dolaşan kedinin bakımını öğrenmeye çalışıp düşlerindeki gerçeklik olarak eve getirdiği Delgadina'yla yepyeni bir hayata başlamıştır artık.

Doksanlık yazarımız Rosa'dan doğum günü gecesini geçirmek için el değmemiş bir bakire ister. Rosa ona on beşlik bir bakire bulur ama tam vaktinde orada olmasını ister bir dakika bile önce değil: "...çünkü kızın küçük kardeşlerini doyurup uyutması, romatizmadan yürüyemeyen anasını da yatırması gerekiyordu." Gündüzleri bir fabrikada düğme dikmekten helak olan on beş yaşlarında bir kızdır bu. Ergenlik çağına henüz girmiştir. Sömürgecilik siyasetinin topluma ve bireye direttiği gerçeklikten başka bir şey olmayan bir kaderi yaşamaya mecbur bırakılmış hayatların imgesidir bu kız. Dünya üzerinde hâkim kılınmış olan sömürge düzeninin yirmi birinci yüzyıl insanını düşürdüğü acınası hali Kolombiya toplumu özelinde dile getirmiş Marquez bu romanda. Bir ev karşılığında geneleve satılan kız çocuklarının yaşadığımız ülkede de olduğunu hepimiz biliyoruz ne yazık ki.

Dünya üzerinde uygulanan bu siyasetin günahkâr temsilcilerine de bir gönderme yapmadan edemiyor Marquez kahramanın ağzından; "Yakın arkadaşlarım hiç olmadı, dostluğa yaklaşan pek azı da New York'ta bulunuyor. Yani öldüler, çünkü geçmiş yaşamlarının gerçeklerini içlerine sindiremeyen günahkâr ruhların oraya gittiklerini tahmin ediyorum." Doğum günü gecesini geçirmek üzere Rosa Cabarcas'ın evine gittiğinde ona ayrılan odada çırılçıplak uzanmış uyumakta olan kızla karşılaşır. Onun pürüzsüz, yaşam dolu tenini incelerken kendi yaşındaki, yani gelecek zaman kipi kullanamayacak kadar bu dünyada zaman tüketmiş birisi için cinselliğin, tutkunun, kadın erkek ilişkilerinin ne anlama geldiğini, yaşlanmanın nasıl bir şey olduğunu sorgular zihninde; özellikle kendi özelinde, yalnızlığı bile isteye seçmiş biri olarak, yalnızlığın göreceliliğini düşündürtür bu sorgulamalarında kahramanımız. Genelevdeki odada uyurken gördüğü ve asla elini sürmediği ergenlik çağındaki o kıza, ortaçağ İspanyol yazarlarının çeşitli öykülerinden parçalar ve şiirleri kulağına fısıldadığı yine bir İspanyol hikayesinden alınma isimle 'Delgadina' diye çağırdığı kıza âşık olmuştur. Doğum gününün kutlandığı o gün gazeteden istifa etmektir asıl niyeti ama buna izin vermez editörü. Birkaç eşyasını da götürüp koyduğu Rosa Cabarcas'ın evindeki o odada kızı gördüğü sessiz geceler boyunca iki kişi arasındaki aşkın aslında kişilerin zihninde yaşanan bir şey olduğu sonucuna varır kahraman; yazılarının içeriği de değişmiştir bu aşkın ışığında. Yazıları artık aşk mektupları

Bir gazetede pazar yazıları yazan kahramanın gazetecilik yaşamının anlatıldığı bölümlerde devletin ideolojik bir aygıtı olarak medyanın bir eleştirisini buluruz. Doksanıncı yaşını kutlamak üzere gazete çalışanlarının onun adına düzenledikleri partideki izlenimleri şöyledir:

"Fotoğraf makinelerinin flaşlarından sersemlemiş bir halde herkesle hatıra fotoğrafı çektirdim. Orada (gazetede) radyo muhabirleriyle ve şehirdeki başka gazetelerin çalışanlarıyla karşılaştığıma sevinmiştim: Tutucu bir sabah gazetesi olan...'dan, liberal bir sabah gazetesi olan ...'dan, kamu düzenindeki gerginlikleri aşk tefrikalarıyla gevşetmeye çalışan sansasyonel akşam gazetesi ...'den gazeteciler oradaydı. Bunların hepsinin bir arada olmasında şaşılacak bir şey yoktu, çünkü mareşaller yayıncılık savaşları yaparken birlikler arasındaki dostlukların sağlam kalması, şehirdeki espri içinde her zaman kabul gören bir durumdu." (Metindeki gazete isimlerinin yerine noktalı boşlukları ben koydum, hani ülkemizde çıkan gazete isimlerini boşluklara koysak anlam bozulur mu diye bakmak için.)

Bir de resmi sansürcüleri vardır gazetelerin: "Ona Dokuzda Gelen Korkunç Adam diye isim takmıştık, çünkü elinde Got satraplarına yaraşır biçimde ucundan kan damlayan kalemiyle her akşam saat tam dokuzda gelirdi gazeteye. Ertesi sabahın baskısında elden geçirilip cezaya çarptırılmamış tek bir harf bile kalmadığından emin olana kadar kalırdı orada." Hayatı genelevlerde geçmiş, nişanlısını nikâh masasında bekletip oraya asla gitmemiş, yalnızlığı evliliğe tercih etmiş, aşkı ise ancak doksanında yakalayabilmiş bir adamın duygularını, Kolombiya'nın toplumsal ve tarihsel gerçekliğinin oluşturduğu bir arka planda betimleyen Marquez'in yalın anlatımından dinlemek isteyenlere tavsiye ederim. Roman, genelev patroniçesinin sürpriz teklifiyle sona erer; bunu okura saklayıp Rosa Cabarcas'la yaptıkları bir sohbet sırasında kahramanımızın söylediği bir sözle bitirelim: "Seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir." * Romanda, 15. yy'da yaşamış bu İspanyol yazarının babasının ölümü için yazdığı dörtlüklerden bir alıntı olarak yer almaktadır.


pe cy a


12. Uluslararası İstanbul Caz Festivali

daha sonra Quincy Jones, Bernt Rosengren ve Don Cherry gibi sanatçılarla çalışma imkânı bulduğu ve "Swedish Radio Jazz Group"a kabul edildiği İsveç'e taşındı. 1970 yılında Dizzy Gillespie Reunion Orchestra' ya katılan sanatçı, grubu Sevda ile geleneksel Türk müziğini caz müziği ile birleştirmeyi denemiş ilk sanatçılardandır.

Festivalin Konukları: DAVID SANBORN BAND Eric Clapton, Marcus Miller ve Al Jerrau ile yaptığı çalışmalarıyla Türkiyeli izleyicinin de büyük bir hayranlıkla takip ettiği, ünlü saksofoncu David Sanborn; son albümü "Closer" kapsamında, 7 Temmuz Perşembe akşamı Açıkhava Sahnesi'nde...

cy a

Uluslararası İstanbul Caz Festivali'nin on ikincisi 6-17 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşiyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği Caz Festivali, 40'ın üzerinde topluluk ile 200'ün üzerinde yerli ve yabancı müzisyeni ağırlayacak. Festivali bu yıl da çeşitli müzik ve seyahat dergilerinden yabancı basın mensupları, plak şirketleri, festival yöneticileri ve Avrupa'nın önde gelen sanat ajanslarından menajerler izleyecek.

ELVIS COSTELLO & THE IMPOSTERS 1977 yılında "My Aim Is True" albümüyle müzik hayatına başlayan ve Liverpool'un Beatles'dan bu yana çıkardığı en önemli müzik adamlarından biri sayılan Elvis Costello grubu The Imposters ile birlikte, 8 Temmuz Cuma gecesi Açıkhava Sahnesi'nde...

pe

12. Uluslararası İstanbul Caz Festivali konserleri bu yıl Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi ve Babylon'un yanı sıra Sepetçiler Kasrı, Boğaziçi Üniversitesi Garanti Kültür Merkezi Ayhan Şahenk Salonu, Ses Tiyatrosu ve Kanlıca'daki A'jia da yer alıyor. Festival'in artık gelenekselleşen etkinliklerinden Caz Vapuru bu yıl 10 ve 17 Temmuz tarihlerinde Barış Manço Gemisi'ndeki Boğaz turuyla sürerken Genç Caz Konserleri genç amatör müzisyenlere Festival programında yer alma fırsatı vermeye devam ediyor.

12. Uluslararası İstanbul Caz Festivali'nin "Yaşam boyu Başarı Ödülü" bu yıl trompetçi Muvaffak "Maffy" Falay'a verilecek. Falay ödülünü, 5 Temmuz'da Esma Sultan Yalısı'nda yapılacak törenle alacak. Muvaffak "Maffy" Falay, Türkiye'nin ünü ülke sınırlarını aşan ilk solo caz sanatçısı. 1960 yılında Almanya'ya giden ve burada Kurt Edelhagen Orkestrası ile çalan Maffy Falay,


pe cy a


kapsamında İstanbul'a gelen Charlie Haden, bu sene AfroKüba cazının 90'larda öne çıkan isimlerinden Gonzalo Rubalcaba ile Land of the Sun turnesi kapsamında, 11 Temmuz Pazartesi akşamı Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'ndeki yerini alıyor. STEPS AHEAD 12 Temmuz Salı akşamı Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'ndeki bir başka konuk ise bu yaz özel bir turneyle tekrar hayata geçen efsanevi caz topluluğu Steps Ahead... Michael Brecker, Mike Mainieri, Mike Stern ve Steve Smith'in yer aldığı topluluk, caz dünyasının genç isimlerinden basçı Richard Bona'yı da kadrosuna alarak İstanbul'a geliyor. DIANNE REEVES Caz müziğinin belirgin vokallerinden, Dianne Reeves üçlüsü 13 Temmuz Çarşamba akşamı Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde yer alırken, Aycan Teztel yönetimindeki İstanbul Superband ise gecenin açılışını yapacak. Gece Dianne Reeves Trio ve İstanbul Superband'in süpriz performansı ile sona erecek.

a

MUVAFFAK "MAFFY" FALAY Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'ndeki bir başka konser ise 14 Temmuz Perşembe akşamı Bebop'ı caz müziğinin temel taşlarından biri haline getiren, Dizzy Gillespie'nin anısına gerçekleşecek. Slide Hampton ve James Moody önderliğindeki The Dizzy Gillespie AU-Star Big Band'e Türkiyeli caz sanatçısı Maffy Falay eşlik edecek.

pe cy

TORI AMOS Günümüzün önemli kadın vokal ve şarkı yazarlarından Tori Amos, solo bir konserle bu yıl festivale katılıyor. 1992'de yayınladığı "Little Earthquakes" ve 1994 tarihli "Under The Pink" albümüyle uluslararası bir üne kavuşan sanatçı son olarak bu yıl kariyerinin sekizinci albümü olan "Beekeeper"ı yayınladı. Sanatçı 10 Temmuz Pazar akşamı Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde. CHARLIE HADEN VE GONZALO RUBALCABA Geçtiğimiz yıl yine Uluslararası İstanbul Caz Festivali

TÜRKİYELİ CAZCILAR Türkiye'nin önemli caz topluluklarından, Kerem Görsev Trio, Cengiz Baysal Quartet, Selen Gülün Trio, Donovan Mixon Group ve A Capella Boğaziçi, 16 Temmuz Cumartesi akşamı Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde izlenebilecek. Daha birçok sanatçıyı farklı mekanlarda müzikseverlerle buluşturacak festival hakkında ayrıntılı bilgi için: www.iksv.ogr/caz


pe cy a


Kültür Sanat Günlüğü

SERGİ Mimarlığın Aktörleri: Türkiye 1900-2000 Garanti Galeri. XXII. Dünya Mimarlık Kongresi'ne (UIA 2005 İSTANBUL) paralel olarak 21 Haziran - 30 Temmuz 2005 tarihleri arasında Mimarlığın Aktörleri; Türkiye 1900-2000 isimli sergiye ev sahipliği yapıyor. Kuratörlüğünü Uğur Tanyeli'nin, tasarımını Bülent Erkmen'in yaptığı sergi; mimariyi, tasarımları, yapılan, fiziksel Çevreyi değil: mimarları, yani mimarlık sahnesinin aktörlerini anlatıyor. 20. yüzyıl içinde yaşadıkları halde haklarında çok az sey bilip. çoğunun adını hile unuttuğumuz insanların izini sürüyor, onlardan artakalanları görsellşitiriyor.Garanti Galeri: İstiklal Caddesi No;l87 Beyoğlu-İstanbul 0212 293 63 71)

Goldennhorn Brass Quartet

[KONSER

Dream Theater

cy

a

Karıttı, trombon ve iki trompetten oluşan Türkiye'nin ilk brass quartel'i "Goldennhorn Brass Quarret". 13 Temmuz Çarşamba 20.00'da Akbank Kültür ve Sanat Merkezi'nde. Dört müzisyen, hem sunumuz Türk bestecilerinden yapıt istiyor, hem de baroktan caza müzik literatüründeki önemli eserleri kendi grupları için aranje ettiriyor. Amaçları. brass enstrümanların farklı birlikteliklerinin, yeni anı arayışındaki müziğe ve Öncelikle Türk dinleyicisine yeni bir soluk getirmesi. Korno: Begüm Gökmen. Trompet; Elmar Azimov, Trompet: Eldar Aliyev. Trombon: Ebru Demirci. Telefon: 0212 252 35 00)

YARIŞMA

pe

Geçtiğimiz ay müzik marketlerde yerini alan "Ocıavarum " isimli yeni albümleri İle Ülkemizi ikinci kez ziyaret edecek olan Dream Theater. 3 Temmuz 2005 günü 21.00'da Parkormon'da. Progressive Metal'in yasayan en büyük gruplarından sayılan Dream Theater. "An Ewning With Dream Theater" kenseplinde gerçekleştirecekleri Özel konserleri İle hayranlarıyla buluşacak. Biletler: 0212 478 06 00

Akbank Kısa Film Festivali için Başvurular Sürüyor

:Bu yıl ikincisi düzenlenecek olan "Akbank Kısa Film Festivali" kapsamında düzenlenen yarışmanın başvuruları 15 Ekim 2005'e kadar sürecek. Kurmaca ve belgesel kategorilerinde "En İyi Film " seçilecek eserlerin yönetmenleri Akbank Kültür Sanat Merkezi tarafından; En iyi kurmaca Ödülü İçin 5 bin YTL, En iyi belgesel ödülü için 5 bin YTI. ile ödüllendirilecek. Başvurular; 0212 252 35 00

KONSER

Deep Purple yeniden... Efsane Rock grubu Deep Purple, uzun bir aradan sonra Bananas Dünya Turnesi kapsamında Ülkemizi ikinci kez siyaset ediyor. Rock İstanbul ORG organizasyonuyla gerçekleştirilen konser. 23 Temmuz günü 21.00'da Parkormon'da gerçekleşecek. Biletler; 0212 478 06 00


a

cy

pe


KültürSanat Günlüğü Görsel Sanatlarımıza Eleştiri - Yorumlar Özkan Eroğlu

Mesele,

gerçeklerin olduğu bilinmelidir. Bu gerçeklerle ilgili bazı ipuçları vermek istiyorum.

Aşıyor!

Fikret Mualla resim anlayışında dikkati çeken, Toulusse Lautrec'e ait, serbest çizgi dolanımını kabul eden bir dışavurumculuk ve başını Henri Matisse'in çektiği Fov tavırdır. Hatta Pablo Picasso'nun erken dönem bazı resimleriyle de birebir benzerlikler içermektedir. Bu üç sanatçının yapıtları da, bilindiği üzere Fransız sanat ortamında 20. yüzyılın, özellikle ilk çeyreğinde oldukça revaçtaydı. Fikret Mualla'nın yaptığıysa, uzunca süre yaşadığı yıllarda Fransa sanat ortamından hiç eksik olmayan, söz konusu üç sanatçının tarzlarından hareket etmesi ve hatta kimi kompozisyonlarında onlardan gizleyemediği etkileri almış olmasıdır. Böylece tarz alan Fikret Mualla, bu tarzlardan salt biçimlere dayalı hareket ettiğini de açıkça belli eder. Burada, işin yaratıcılık boyutunun başka isimlere ait olduğu bir ürünün, sadece lisansının alınıp, tekrar üretildiği gibisinden bir durumla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir (Unutulmamalıdır ki lisans üretimi yapanlar, çok da kolay taklit edilirler).

a

Fikret Mualla'yı

pe

cy

Tartışmalar oldu: Fikret Mualla sergisi ve resimleri üzerine. Bu tartışmalara, ulusal ve uluslararası olarak iki yönlü yaklaşılabilir. Şu an'a kadar, basınımızda çıkan tartışmalar ulusal boyuttaydı. Burada, asıl önemli olan ve beklenilen, tartışılan konulara ışık tutulmasıdır. Çünkü, söz konusu tartışmaların çıkış yeri, artık müze olduğunu ilan etmiş İstanbul Modern'dir. Müze yönetimi, özeleştiriyi de yanına alarak, eğer iddia edildiği üzere varsa, hiç zaman kaybetmeden sergideki kara lekeleri temizlemelidir.

Tam bu aşamada yaratıcı eleştiriyi arıyor ve bekliyoruz. Çünkü ancak "yaratıcı eleştiri", "yaratıcı sanatçıları" ortaya çıkarabilir. Üstelik bugün sanat kuramı konusunda çok gelişmiş olan Almanya'dan dalga dalga tüm dünyaya yayılan "sanatçı-yaratıcı sanatçı" tartışmaları yapılıyorken, durum çok daha önem kazanmıştır ve ülkemiz sanat ortamı tarafından dikkate alınmalıdır. Bu paralelde, tartışmalar hazır başlamışken, Fikret Mualla resimlerinin de öncelikli olarak, "sanatçıyaratıcı sanatçı" tartışmasına çekilmesi, en doğru olanıdır. Söz konusu tartışma platformu içerisinde Fikret Mualla'nın resimlerine sanat felsefi yaklaşımlarda bulunulmalıdır. Bu kolay kolay gerçekleşemeye de bilir. Zaten hazırlanan katalogtaki yazılarda da bu felsefi yaklaşımların ipuçlarını bile alamadık. Çünkü kanımca Fikret Mualla'nın resimlerine felsefi çözümlemeler ışığında yaklaşmak gerçekten güç görünüyor. Fakat bu noktadan itibaren, cesaretle dile getirilemeyen

Sonuca gelirsek, Fikret Mualla resimlerinin yapılan çok kapsamlı bir çağdaş dünya sanatı sergisinde yerinin ve durumunun ne olacağı/olabileceği üzerinde düşünmek, hatta bunu her ressam ve heykelcimiz için yapmak zorundayız. Böyle düşünmek, ancak bizleri en doğruya ve nesnel olana götürebilir. Plastik sanatlarımızı ulusallık sınırlarının dışında karşılaştırmalara götürmemiz şart. Hele bir müzeye almaya layık gördüğümüz isme, uluslar arası kuramlar ışığından bakmayı öğrenmeliyiz. Bütün müzelerin, en özgün ürünleri sergilerine alma sorumlulukları vardır. Özgün olmayan bir sanat ürünü, her tuhaf ve bazı kesimlerce hak etmediği de düşünülen eleştirilere maruz kalır. Bundan böyle, Fikret Mualla resimleri için böylesi eleştirel bir süreç başlamıştır. Umarız bu genele yayılır ve Türkiye'deki sanat üretimi, özgünlük yönünde iyice gözden geçirilmiş olur ve uluslararası kıyaslamalara cesaretle götürülerek, dünyadaki yerini alır.


a

cy

pe


KültürSanat / Sinema

Kötülerin korkulu BATMAN

rüyası:

Hüseyin Sorgun huseyinsorgun@gmail.com

Hollyvvood ürettiği fantastik kahramanlar sayesinde "dünyayı kurtarma" mitini sürekli diri tutmasını biliyor. Gerçi Cüneyt Arkın yıllar öncesinden beyaz perdede bu mitin ilk örneklerinden birisini "Dünyayı Kurtaran Adam" ile vermişti fakat elbette ki teknolojik destek bu kadar yoğun değildi. Batman Başlıyor / Batman Begins, görsel efektlerin de desteğiyle bu miti oluşturmakta büyük oranda başarı sağlıyor. Türün ilk örneklerinin aksine Christopher Nolan'ın Batman'i, gerçeklikten devşirdiği unsurları da yedeğine alarak, ayakları yere basan bir film çıkarıyor ortaya. Fantastik yanlarına rağmen, gerçeklikten kopmayan bir Batman ortaya çıkarma becerisini gösterebilmiş Nolan.

zamanlarda Bruce Gotham'ı terk eder fakat Rachel Bruce'u unutmaz. Sonrasında Bruce karakterini tanımlayan ve Batman'in kentteki mücadelesinde en yakınında duran kişi aynı zamanda kentin savcısı da olan Rachel'dir. Bruce, bir yandan Batman kimliğiyle geceleri kötülerle savaşırken öte yandan Bruce Wayne kimliğini maskelemek telaşmdadır. Bu iki kimlik arasında Rachel'in söylediği söz, Batman kimliğinin de çıkış noktasını oluşturur: "Seni sen yapan içindeki sen değil, ne yaptığındır." Ne var ki, Bruce kenti kurtarmak için icat ettiği Batman karakterini olduğu kadar, aşık kimliğini de maskelemek zorundadır. Bir yandan yakınında durduğu, sokaklarında dolaştığı kenti Gotham öte yanda çocukluk aşkı Rachel. Ve ikisine de çok yakın ve çok uzak bir kıvamda durmak zorunda olan Batman.

pe

cy

a

Kişisel Acıdan Toplumsal Fenomene Gitgide kirlenen, artan suç oranı ve yoksulluk ile boğuşan Gotham'da Wayne ailesinin varlığı ve tarihi misyonu, kötü gidişin önündeki tek engeldir. Bir opera çıkışı bu engelin de ortadan kalkmasıyla tek başına kalan Bruce Wayne, bu talihsiz olaydan kendisini sorumlu tutar. Çünkü korkuları ile yüzleşmekten kaçınmaktadır. Wayne malikanesinin altındaki yarasa mağarasını düştüğü bir kuyuda yüzleşerek keşfeden Bruce, kuyunun dibinde yaşadıklarından arta kalan korkularını hayatından uzaklaştıramamaktadır. Hayatının her aşamasında Bruce Wayne'nin en yakınındaki insan, malikanenin uşağı Alfred'dir (Michael Caine). Korkularından olabildiğine uzaklaşmak dürtüsüyle kendisini Gotham dışına atan Bruce, suç dünyasını yakından tanımak için kaybolur. Ve yetişkin Bruce Wayne'i Butan hapishanesinde görürüz. Wayne, burada Gölgeler Birliği adlı yasa dışı bir grupla temas kuracak ve grubun esrarengiz lideri Ra's al Ghul ile tanışmasının ardından yapacakları ile ilgili kararını verecektir. Buradaki akıl hocası Ducard'ın (Liam Neeson) bir dizi eğitim aşamasından geçen Wayne, Gölgeler Birliği'nin adalet ve denge anlayışı ile yollarını ayırır. Gotham için hala yapabilecek bir şeyler vardır ve vakit geç değildir.

Batman, "mahallenin abisi" formatının biraz gelişkin hali. Burada yaşadığı ülkenin sorumluluğunu üstlenen, acısından, öfkesinden adalete ve iyiliğe yol bulan bir karakter var. Kuşkusuz destansı özelliklerle bezendiğini de düşünebiliriz: Gotham'da varlıklı bir ailenin tek varisi olması, ailesini kaybetmesinin ardından kenti terk etmesi, acılarıyla yüzleşmesinin ardından yaşadığı kente yeniden ama daha güçlü dönmesi ve kötülere meydan okuması... Aşık Batman!.. Batman kimliğini belirleyen önemli unsurlardan biri de Rachel (Katie Holmes). İkilinin çocuklukları birlikte geçer. İlerleyen

Kahraman Mitosu ve Batman... Toplumların iyiyi üretemediği ve tükenme kıvamında sonla yüzleştiği dönemlerde, tarih sürecinde her daim kahramanlar olagelmiştir. Birçok kez gerek kurgu gerekse tarihi gerçeklikten ödünç alınarak bu motif beyaz perdeye taşınmıştır. Batman, bir kurgu kahraman olarak şimdiye kadar daha çok kahraman yönü ve aksiyon kısmı irdelenen bir figürken, bu yorumunda gerçekçi bir algıya sesleniyor. Batman Begins / Batman Başlıyor, Batman fenomenini, bu kahraman mitosuna yaslayarak olabildiğince insan ve olabildiğince gerçeküstü kılmakta başarı sağlıyor. Ancak seyirci için Batman, her daim insan bir figür. Korkuları, acıları, endişesi ve amacı olan bir insan. Gotham kentinin büyüleyici görselliği ve aksiyonun sürükleyiciliği, sinema seyircisini gerçeklik algısının içerisinde duran bir fantastik kurguya davet ediyor. Batman serisi fanatikleri için serinin ilklerinin duygusal bir değeri olsa da, Batman iyi bir başlangıç yapıyor diyebilirim. Sanırım devamı da gelecek...

Vizyondan... WHISKY / VİSKİ Yönetmen: Juan Pablo Rebella, Pablo Stoll Oyuncular: Andres Pazos, Mirella Pascual, Jorge Bolani, Daniel Hendler. Genç ve gizemli bir adam hayatını tatildeki insanların boş evlerine girerek geçirmektedir. Başkasına Los Angeles şehrinin günlük sıradanlığında yaşayan insanlar birbirlerine ne kadar yakın olabilirler? iki aşık polis detektifi, bir ev kadını ve uyuşturucu bağımlısı kocası, iki araba hırsızı ve diğerleri... Film, insan ilişkilerinde gün yüzüne çıkaran duygu durumlarını betimliyor.


a

cy

pe


cy

pe a


cy

pe a


a

pe cy


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.