2004_143_10281

Page 1


pe cy a


T İ Y A T R O

A Y LIK

D E R G İ S İ

Sahibi ve Yayın Yönetmeni (Sorumlu): Mustafa Demirkanlı Yayın Kurulu: Üstün Akmen, Orhan Alkaya, Mustafa Demirkanlı, Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun. Yazı İşleri Müdürü: Pınar Erol Yayın Koordinatörü: Duygu Atay Ankara Temsilcisi: Figen Adıgüzel Ankara Koordinatörü: Yalçın Günaydın Kocaeli Temsilcisi: Erbil Göktaş Yazı Kurulu: Figen Adıgüzel, Nihat Alptekin, Erbil Göktaş. Katkıda Bulunanlar: Hayati Asılyazıcı, Filiz Elmas, Emre Kınay, Cengiz Korucu, Nihal Kuyumcu, Sevin Okyay, Özlem Ovalı, Emine Özacar, Robert Schild. Görsel Yönetmenler: Genco Demirer (gDGa)/ Gülay Ayyıldız Yiğitcan Fotoğraf Editörü (Kapak Fotoğrafı): Gülay Ayyıldız Yiğitcan Kapak Tasarımı: Genco Demirer Hukuk Danışmanı: Av. Levent Aral Teknik Müdür: Erkut Arıburnu Baskı: M a r t Matbaası Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti.: Muradiye Deresi Sok. No:47/6 Beşiktaş İstanbul Telefon: ( 0 2 1 2 ) 259 21 24 Fax: ( 0 2 1 2 ) 327 86 29 e-posta: editor@tiyatrodergisi.com.tr Banka Hesap No: T. İş Bankası, Cihangir Şb. 197 245 Abonelik İçin: Abonet Tel: (0212) 210 0 1 1 0 Fax: (0212) 222 27 10 e-posta: abonet@abonet.net A b o n e f den tek sayı i ç i n bile abone olabilirsiniz. Yurtdışı Abone: 100 E U R O

tiyatroya

destek veren,

EDİTÖRDEN: / S. 5

(Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği)

• Eskişehir Büyükşehir Belediyesi'ne, MSM'ye (Müjdat Gezen Sanat Merk.) . Ülker'e

Mehmet Aslantuğ'a Halit Ergenç'e, Arsen Gürzap'a Ozan Güven'e Emre Kınaya, Ayşe Dilan Taylan'a Ahmet Hira Tekindor'a

Teşekkür ederiz.

HABERLER: / S. 6

pe cy

• Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne, • DETİS'e,

• • • • • • •

a

ANISINA: Necdet Mahfi Ayral IS. 4

ER MEYDANI: Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin /S.8 KIRK YILDA BİR: xxxxxx Mustafa Demirkanlı I S. 35 ELEŞTİRİ: Festival'in Dört Dans Tiyatrosu Gösterimi Üstün Akmen 15.16 ELEŞTİRİ: Tiyatro Festivali ve Postmodernizm Erbil Göktaş 15. 20 SÖYLEŞİ: "Cabbar Ağa" 5. Sokak Tiyatrosu'nu Tek Başına Finanse Ediyor Pınar Erol /S. 28 ŞANO: Hamlet, Rumsfeld, adsızlar... bir de Vasıf Orhan Alkaya /S. 35 HABER-YORUM: İstanbul Şehir Tiyatrolarında Deprem /S. 36

KIRK YILDA BİR: Şehir Tiyatrosu Yönetimi'nin Düşündürdükleri Mustafa Demirkanlı /S. 39 KONUK YAZAR: Şehir Tiyatrolarında Neler Oluyor? Sevin Okyay I S. 40 REJİ MASASI SAKİNLERİ: Kimse Bana "Besteleme" Demedi ki... Genco Demirer /S.42 POLEMİK: Ahmet Levendoğlu'na Yanıtım Emre Kınay IS. 44 İZLENİM: İstanbul'da Gençlik Tiyatrosu da Var Duygu Atay I S. 46 ELEŞTİRİ: "Kadınlar"a Yolculuk "Üç Tanıdık Hikaye" Özlem Ovalı /S. 48

TANITIM: Olivium Sahne Oyuncuları Nihal Kuyumcu / S. 50 İZLENİM: Özgürlük Günü'nde Kültürler Arası Bir Buluşma Emine Özacar I S. 52 TİYATROCA DÜŞÜNMEK: Haluk Şevket ataseven I S. 55 İZLENİM: Trabzon'da Tiyatro Yapmak Mustafa Demirkanlı IS. 56 ELEŞTİRİ: Trabzon'da Festival Heyacanı ve "On İkinci Gece" Filiz Elmas I S. 60 İZLENİM: Trabzon Sanat Tiyatrosu'nda "Yer Demir Gök Bakır" Hayati Asılyazıcı IS. 62 GÖRÜŞ: Vali Bey'den "Tekme"li Protokol Dersleri Cengiz Korucu I S. 64


Anısına

Necdet M a h f i Ayral O, Tiyatronun Yaşayan Anıtıydı

a

Türk Tiyatro sanatına 70 yıldır hizmet eden, tiyatronun çınarlarından 96 yaşındaki Necdet Mahfi Ayral, 5 Haziran Cumartesi günü sabaha karşı, tedavi gördüğü Bakırköy Devlet Hastanesi'nde yaşamını y i t i r d i .

pe cy

Necdet Mahfi Ayral'ın yaşamı 1908 yılında İstanbul, Beykoz'da başladı. Ayral, üç yaşında iken ailesi ile birlikte Bulgaristan'dan göç e t t i .

Galatasaray Sultani'sinde yatılı okuduktan sonra tiyatroya sevdalandı. 24 Eylül 1932'de, ölünceye kadar hiç kopmayacağı tiyatro sahnesine, Darülbedayi'de "7 Köyün Zeynebi" oyununda firügasyona çıkarak ilk adımını attı. Şehir Tiyatrolarında, "Lüküs Hayat", "Kral Lear", "Deli Dolu", "Fizikçiler", "Bir Komiser Geldi", "Cyrano de Bergerac" ve "Tartuffe" gibi oyunlarda unutulmaz kompozisyonlar yarattı. 1950- 75 yılları arasında İtalyanların ünlü komedyeni Toto'yu konuşarak, dublaj sanatında da ustalığını gösterdi. Kızı Jeyan Mahfi Ayral'ı da kendisi gibi iyi bir tiyatro oyuncusu ve dublaj sanatçısı olarak yetiştirdi.

Necdet Mahfi Ayral, Şehir Tiyatroları'nda son olarak Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Huzur" oyununda rol almıştı.

1998 yılında İstanbul Tiyatro Festivali'nin yaşamboyu onur ödülünü, yine aynı yıl "Geleneksel İsmail Dümbüllü Ödülü"nü ve "Aziz Nesin Ödülü"nü aldı. 270'in üzerinde oyunda ve 170'in üzerinde sinema filminde de rol aldı. Çalışan en yaşlı tiyatro oyuncusu olan Necdet Mahfi Ayral'ın 95 yıllık yaşam öyküsünü anlatan ve eski gazeteci Mehmet Güreli'nin yönetmenliğini üstlendiği "95 Yıllık Gülümseme: Necdet Mahfi Ayral Belgeseli" de bulunuyor.


> Editör > Mustafa Demirkanlı

> mdemirkanli@tiyatrodergisi.com.tr

Er Meydanı'nın konuğu Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin, tiyatro kamuoyunda tartışılan yeni yasa taslağı ile ilgili gelişmeleri ve düşüncelerini aktardı. Üstün Akmen, Orhan Alkaya, Atsız Karaduman'ın katıldığı Ahmet Levendoğlu'nun yazılı soruları ile katkı yaptığı toplantıyı yönettim. Yönetici olduğum için soru soramadım ama arkadaşların sordukları sorulara Lemi Bilgin'in verdiği yanıtlar ve yakından izlediğim bu konu ile ilgili kişisel görüşlerimi "Kırk Yılda Bir"de aktarmanın artık kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Sanırım, görüşlerime tam olarak katılmayan arkadaşlarım vardır, ama bunlar benim "kişisel" görüşlerim, "Tiyatro... Tiyatro..."yu bağlamaz, sadece beni bağlar. İstanbul Şehir Tiyatroları yönetimi akıl almaz uygulamalarına devam ediyor, eşeledikçe ele gelen sorunların önümüzdeki günlerde artarak devam edeceği habercikleri gelmeye başladı bile. Tarihinin en karmaşık ve prestij yitirdiği bir dönemini yaşayan Şehir Tiyatroları için yeni Genel Sanat Yönetmeni arayışlarının da arttığı yönündeki duyumlarımız ve aday isimleri kulislerde uçuşuyor. Bir kurumda böylesi bir süreç yaşanmaya başlandıysa, artık bunun onarılması mümkün olmamaktadır. Umarım bu dönem en az zararla atlatılır. Eğer süre uzarsa, mevcut sanat yönetiminin çok daha ağır zararlar verecek bir ruh halinde oldukları çok açık, hem bu yönetim kadrosunun

a

daha fazla yıpranmasına izin vermemek hem de Şehir Tiyatroları'nın telafisi çok zor ve ağır darbeler almasını önlemek gerektiği kanısındayım.

pe cy

14. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali sona erdi, Festival'in ardından Üstün Akmen

ve Erbil Göktaş Festival oyunlarının tamamına yakınını değerlendirdiler. Festival bitti ama tiyatrolu günler devam ediyor, artık gelenekselleşen Rumeli Hisarı Tiyatro Buluşması dördüncü yılına girdi. Sezon içinde izlenemeyip kaçırılan bir çok oyun Boğaz'ın serinliği ile birlikte izleyicilerini bekliyor. Devlet Tiyatroları, sezonu kapatmayıp Anadolu turuna başladı bile. Temmuz ve

Ağustos aylarında da devam edecek olan turnelerle Türkiye'nin bir çok ilçesine ve köyüne kadar gidilecek. Gerçekten çok zor ve meşakkatli bir uğraş içine giren Devlet

Tiyatrosu sanatçılarına kolaylıklar dilerim. "AfifeTiyatro Ödülleri" ile ilgili eleştiriler karşısında Haldun Dormen'in davetlisi olarak

bir grup tiyatrocunun Yapı Kredi Sigorta merkezinde yaptığı toplantıda olumlu gelişmeler yaşanmış. Yanlış karşısında direnmeyip, eleştirilerden yararlanarak "Afife Tiyatro Ödülleri"ne yeni bir biçim vermeye çalışan ilgilileri kutlarım. Sanırım, ödülün adı; "İstanbul Afife Tiyatro Ödülleri" olarak değişecek, mevcut Seçici Kurul üyelerinin çoğu değiştirilip, dokuz kişilik yeni bir Seçici kurul oluşturulacak. Adayların da beşe çıkartılması düşünülüyor. Bu değişiklikler yapılırken benim de bir önerim olacak. Yapı Kredi Sigorta, ödülün sunumunu "tiyatroya destek" olarak yapıyor, doğrudur da, ancak bir adım daha atarak Oylama Kurulu'nun (On dokuz kişi) oyunları davetiye ile değil de bilet alarak bir katkı yapmayı düşünmez mi? Belki minik bir katkı olacaktır ama yine de bir katkı olacaktır, bazen bu minik katkı, çok önemli bile olabilir bir çok tiyatro için. Bir de, ödül alan tiyatrocuları Yapı Kredi Sigorta, sigortalamayı düşünmez mi? Ne iyi olur. Bunlar sadece bir öneri, umarım değerlendirilir. Temmuz'da buluşmak ümidiyle, yazın sıcağında da keyifli oyunlar izlemenizi öneririm.

5<


> Haberler Şehir Tiyatroları'nda Tuhaf Soruşturma 16 ve 23 Mayıs tarihlerinde Hadi Çaman Tiyatrosu'nda düzenlenen Vasıf Öngören'i anma etkinliklerine katılan Şehir Tiyatrosu sanatçıları hakkında idari soruşturma açıldı. "Sahneler 20 Yıldır Vasıfsız" üstbaşlığıyla düzenlenen etkinliklerde, konuşma ve açıkoturumların yanı sıra, Öngören'in 1974 yılında yazdığı "Oyun Nasıl Oynanmalı" oyunu, okuma tiyatrosu olarak sunulmuştu. Okuma tiyatrosunu yöneten Vasıf Öngören'in kızı Aslı Öngören ile etkinlikte yer alan Macit Koper, Oktay Sözbir, Tomris İncer ve Mehmet Atak hakkında, Genel Sanat Yönetmeni Nurullah Tuncer'in talimatı ile soruşturma açan Şehir Tiyatroları Müdürlüğü, tiyatro kamuoyunda büyük tepki toplayan tuhaf uygulamalarına bir yenisini ekledi. Ne Şehir Tiyatroları yönetmeliği, ne hizmet sözleşmesi ne de ilgili herhangi bir yasa, hiçbir ticari boyutu bulunmayan böylesi bir etkinliğe katılmayı izin koşuluna bağlamazken. Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni'nin ne yapmaya çalıştığı bir kez daha anlaşılamadı. Konuyla ilgili Şehir Tiytaroları sanatçıları: "Biz bu olayla, temel bir insan hakkının çiğnendiğini, sanat özgürlüğüne ağır bir darbe vurulduğunu ve Vasıf Öngören'in anısına büyük bir saygısızlık yapıldığını düşünüyor ve bu uygulamayı şiddetle kınıyoruz." açıklamasını yaptılar. Cumhuriyet Gazetesine demeç veren Genel Sanat Yönetmeni Nurullah Tuncer: "Öngören'le ilgili etkinliğin broşürü tesadüfen elime geçti. Öngören gibi, unutulmaz bir değer için yapılan bu etkinlikte neden çağrılmadığımızı soruyorum onlara. O etkinliğe çağrılmadığım için çok kırıldım." dedikten sonra; "Oyuncuların ücret alıp almaları bizi ilgilendirmiyor. Önemli olan bize bu etkinlikle ilgili bilgi vermemiş olmaları." demesi ise, yönetmeliğe aykırı olmasına rağmen sanatçılara ceza gelecek sinyali olarak değerlendirildi. İdare Mahkemesi'nden dönecek olsa da, ceza zaten huzursuzluk üst safhaya varmış olan Şehir Tiyatrosu'nda yeni tartışmaları gündeme getirecek.

Rumeli Hisarı Tiyatro Buluşması

pe cy

a

"Herkes Oynuyor" üstbaşlığı ile sunulan ve bu yıl dördüncüsü düzenlenen Rumeli Hisarı Tiyatro Buluşması 1-18 Haziran tarihleri Ben Anadolu/I.B.B. Şehir Tiyatrolarıarasında gerçekleştiriliyor. Her geçen yıl gittikçe kurumsallaşan ve popüler hale gelen Rumeli Hisarı Tiyatro Buluşması bu yıl da birzok tiyatroyu konuk ediyor. 1 Haziran Salı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları / "Ben Anadolu" 2 Haziran Çarşamba, Bakırköy Belediye Tiyatroları / "Mary Mary" 3 Haziran Perşembe, Mek Prodüksiyon / " Sevgili Karım" 4-5 Haziran Cuma, Ankara Sanat Tiyatrosu / "Memleketimden İnsan Manzaraları" 7 Haziran Pazartesi, Süheyl & Behzat Uygur Tiyatrosu / "Güldüren Şüphe" 8 Haziran Salı, Kent Oyuncuları / "İnishmorlu Yüzbaşı" 9 Haziran Çarşamba, Semaver Kumpanya / "Mem İle Zin" 10 Haziran Perşembe, Dostlar Tiyatrosu / "Fay Hattı" 11 Haziran Cuma, Sunay Akın, Nihat Sırdar, Sivri Sinek / "Sivrisinek Dedin de Aklıma Geldi" 12 Haziran Cumartesi, Tiyatro İstanbul/ "Pembe Pırlantalar" 14 Haziran Pazartesi, Atlan Erkekli / "İnadına Yaşamak" 15-16 Haziran Salı, Yıldız Kenter Projesi / "Oscar ve Pembeli Meleği" 17 Haziran Perşembe, Ortaoyuncular/ "Beni Ben Mi Delirttim ?" 18 Haziran Cuma, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu / "Ödünç Yaşamlar"

Yeditepe Üniversitesi'nde Hamlet Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü öğrencileri, 20032004 eğitim sezonu içinde yaptıkları sahne çalışmalarının sonuncusu olarak William SHAKESPEARE'in "HAMLET" oyununu sahnelediler. Öğretim görevlisi Doç. Dr. Metin BALAY' ın yönettiği oyunu İstek Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Bedrettin DALAN, öğretim görevlileri ve tiyatro dünyasından isimler izledi. Oyunun yönetmeni Metin BALAY bu çalışma ile ilgili şunları söyledi; "Oyunun aslı oldukça uzun olduğu için sadece ana öyküyü anlamamızı sağlayacak ama yine de kopukluk yaratmayacak şekilde seçilmiş 17 sahne kullandım. Bu 17 sahnenin sadece 7'sinde Hamlet rolü yer alıyordu. Bu bir okul çalışması olduğu için, bu sahnelerde ayrı ayrı öğrencilerin Hamlet' in farklı yönlerinde kendilerini sınamalarına olanak tanımayı uygun gördüm. Bu aynı zamanda onların Hamlet gibi bir ağırlığın altında ezilmeden tadını çıkarmalarına da fırsat oluşturdu. Oyunu bir gençler tragedyası olarak tasarladım. Jan KOTT un görüşlerinin izinden giderek, oyunu yaşlıların gözlüklü dünyasına sıkışmış ve "varolabilmek" için gözlük takmak zorunda kalan gençlerin hazin sonlarına kaçınılmaz olarak sürüklenişleri olarak okudum."

Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Tiyatro Bölümü öğrencileri 2003-2004 eğitim sezonunda "Hamlet" oyunu dışında Paul Zindel'in yazdığı öğretim görevlisi Sönmez Atasoy'un yönettiği "Kadife Çiçekleri" , Thornton Wilder'in yazdığı Öğretim Görevlisi Tijen Par'ın yönettiği "Bizim Şehir" , Allan Acyborn'ün yazdığı öğretim görevlisi Ali Altuğ'un yönettiği "Kördüğüm", Tuncay Cücenoğlu'nun yazdığı IV. sınıf öğrencilerinden Tolga Yeter'in yönettiği "Çıkmaz Sokak" ve öğretim görevlilerinden Doç. Dr. Metin Balay'ın yönettiği "Yaşam Belirtileri" adlı oyunları sahnelediler.


> Haberler Devlet Tiyatroları, Yaz Sezonu'nu Açtı

Perdelerini kapatmadan sezona devam eden Devlet Tiyatroları geçen sene başlattığı Yaz Sezonu uygulamasına başladı. Devlet Tiyatroları, 1-30 Haziran tarihleri arasında on bölgeden (Ankara, İstanbul, İzmir, Konya, Sivas, Bursa, Adana, Antalya, Diyarbakır, Trabzon) on dört değişik oyun ile otuz altı il, yetmiş bir ilçe ve on üç köyde yüz yirmi dokuz temsil verecek. Ankara Devlet Tiyatrosu: "Miğfer", "Komşu Köyün Delisi" ve "Palyaço Prens". Konya Devlet Tiyatrosu: "Ana Hanım Kız Hanım". İstanbul Devlet Tiyatrosu: "Yaban". Trabzon Devlet Tiyatrosu: "Öyle Bir Akıl ki". İzmir Devlet Tiyatrosu: Lütfen Kızımla Evlenir misiniz?" ve "Kalpaklılar". Sivas Devlet Tiyatrosu: "Kanlı Nigar". Bursa Devlet Tiyatrosu: "Töre". Adana Devlet Tiyatrosu: "Ali Ayşe'yi Seviyo". Antalya Devlet Tiyatrosu: "Evet Evet" ve "Harikalar Mutfağı". Diyarbakır Devlet Tiyatrosu: "Dünyanın ortasında Bir Yer". İstanbul Devlet Tiyatosu: "Ayaktakımı Arasında" ile Mosokova'ya ve "Kır" ile Bochum'a gidecek.

Bekleme Salonu

Altıdan Sonra Tiyatro Topluluğu, "Bekleme Salonu"nu 18 ve 25 Haziran saat:23.00'de sahneliyor. Yiğit Sertdemir'in yazıp, Gülhan Kadim'en yönettiği oyun: "Aynı amaçla geldikleri bekleme salonunda, karşılarına çıkan küçük bir 'engel' sonucu beklemekten vazgeçen üç kişinin, içine sürüklendikleri şifrelerle dolu oyunun kurallarını yerine getirirken, kazanmak uğruna, birbirlerini yoketmeyi göze almalarını anlatıyor. (Bilet: tam: 10, Öğr. 7 milyon Maya sahnesi 252 74 52)

Bir Türk Tasarımcısının Yurtdışı Başarısı

a

2001 yılında ölen dünyaca ünlü İngiliz ışık tasarımcısı Michael Northen anısına, ailesi ve İngiltere Işık Tasarımcıları Derneği tarafından verilen ödüle bu yıl, Londra'da ışık tasarımı eğitimi gören ve konusunda başarılı olan Ayşe Ayter değer görüldü. LAMDA (London Academy of Music and Dramatic Art) okulunda eğitim gören Ayter, daha önce de "White Light Işık Tasarımı Yarışması "nda aldığı mansiyon ile hatırlanmakta. Ayşe Ayter, ülkemizde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı "Othello" için yapmış olduğu ışık tasarımıyla da ilgi çekmiş ve "2003 Afife Tiyatro Ödülleri - Yılın En İyi Işık Tasarımcısı Ödülü"ne aday gösterilmişti.

cy

Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülü

pe

Türk Kadınlar Birliği İstanbul Şubesi'nin 1995 yılından bu yana, genç bir kadın oyuncuya verdiği Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülü'ne, bu yıl Euripides'in yazdığı, Ljupço Gorgievski'nin yönettiği "Medea"da kılıktan kılığa girerek görsel tasarımın bir parçası olan, oyunun baştan sona yükünü çeken, genç sanatçıların canlandırdığı "Koro"değer görüldü. "Medea" oyununda koroyu oluşturan sanatçılar: Vildan Türkbaş, Betül Kızılok Bavli, Çiğdem Gürel, Selin İşcan, Senan Kara, Özgür Tanık, Ece Onur ve Derya Çetinel, ödüllerini 19 Mayıs Pazartesi günü, Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde, Gençlik Günleri kapsamında sahnelenen "Öyküler Okyanusu"oyunundan sonra düzenlenen bir törenle aldılar.

ENKA Yaz Şenliği Başlıyor

Enka Vakfı bünyesinde Enka Kültür ve Sanat'ın düzenlediği kültür etkinlikleri 16. yılında Sadi Gülçelik Spor Sitesi içinde yer alan Enka Açıkhava Tiyatrosu'nda 17 Haziran-24 Ağustos 2004 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. 19 programın yer aldığı etkinlikte müzikten tiyatroya ve sinemaya kadar sezonun en iyilerinden oluşan bir seçki yer alıyor. Etkinliğin tiyatro programı şöyle: 17 Haziran 2004 Perşembe günü saat 21.15'de Kent Oyuncuları, "Oscar ve Pembeli Meleği". 29 Haziran 2004 Salı günü saat 21.15'de Tiyatrokare, "Ben Boşanıyorum". 6 Temmuz 2004 Salı günü saat 21.15'de Beşiktaş Kültür Merkezi, "İnadına Yaşamak". 13 Temmuz 2004 Salı günü saat 21.15'de Sadri Alışık Tiyatrosu, "Komik Para". 20 Temmuz 2004 Salı günü saat 21.15'de Semaver Kumpanya, "Mem ileZin". 27 Temmuz 2004 Salı günü saat 21.15'de Dostlar Tiyatrosu, "Fay Hattı". (Ayrıntılı bilgi ve rezervasyon için: Tel:0212 276 22 14-15/209, E-mail:enkakultur@enka.com)

"Matruşka", Romanya'da Sahneleniyor

Tuncer Cücenoğlu'nun Matruşka adlı oyunu Romanya'da, Genel Sanat Yönetmenliğini Malina Petre'nin yaptığı, 1949 yılından bu yana tiyatro etkinliğini sürdüren ve kuruluşunun 55 inci yılını kutlamakta olan "G.A. Petculescu Theatre Resita" adlı tiyatro topluluğu'nca sahnelenmeye başlıyor. Bugüne kadar İngilizce, Almanca, Bulgarca, Romence ve Gürcüce'ye çevrilen ve Türkiye dışında A.B.D., Gürcistan, Bulgaristan, Almanya, Mısır gibi ülkelerde sahnelenen "Matruşka"yı Romence'ye Patricia Rodica Ciglenean çevirdi. Yönetmenliğini Mihai Lungeanu'nun yaptığı "Matruşka"da D. Mirea ve Alexandru Repan oynuyor.

Ankara'da Eskişehir Günleri

Eskişehir Belediye Tiyatrosu 10-12 Haziran tarihleri arasında Ankaralı tiyatroseverlerle buluşacak. 10 Haziran'da Yeni Sahne'de"Hadi Öldürsene Canikom", 11 Haziran'da Küçük Tiyatro'da "Misafir" ve 12 Haziran'da da Altındağ Tiyatrosu'nda "Don Kişot'un Ruhu" oyunlarını sahneleyecek.


a

Mustafa Demirkanlı, Üstün Akmen, Lemi Bilgin, Orhan Alkaya, Atsız Karaduman (Soldan, sağa)

Er Meydanının Konuğu Lemi Bilgin

pe cy

Devlet Tiyatroları'nda Büyük Değişime Doğru Mustafa Demirkanlı: Sayın Lemi Bilgin, "Er Meydanı''na hoşgeldiniz. Yayın Kurulu üyelerimizden Üstün Akmen, Orhan Alkaya, Ahmet Levendoğlu ve DETİS adına Atsız Karaduman sırasıyla ikişer soru yöneltecekler, ancak Sayın Levendoğlu işlerinin yoğunluğuna rağmen katılmak üzere hazırlık yapmış olmakla birlikte son anda fiziken katılamama durumu ile karşı karşıya kaldı, ancak sorularını yazılı olarak gönderdi, sırası geldikçe o soruları size ben yönelteceğim. İzninizle Üstün Akmen'den başlamak istiyorum. Üstün Bey buyrun. Üstün Akmen: Ödenekli tiyatroların iyi ya da kötü, ülkemizdeki özel tiyatrolarla kıyaslarsak maddi olanakları olduğunu gözlemliyoruz. 1. O halde, kurumsal tiyatrolar düşünsel altyapıya ve buna bağlı olarak yeni estetik arayışlara neden yönelmiyor? 2. Örneğin İstanbul Devlet Tiyatrosu "Müfettiş" gibi, "Kır" gibi bence yeni arayışı var denebilecek başarılı yapıtlara imza atarken, (biliyorum Mehmet Ergen gene bana kızacak, ama) nasıl oluyor da "Yaban"ı en ilkel sahne düzenlemesiyle seyirciye aktarmaya çabalıyor? 3. Devlet Tiyatroları da tıpkı İstanbul Şehir Tiyatroları gibi sanatın üretimi değil, yaratımı öngördüğünü ret mi ediyor? 4. Değilse, Devlet Tiyatroları'nda bu yapılanma için düşünsel altyapı çalışması yapılıyor mu? 5. Seyirci toplama kaygısının biçimlendirdiği özel tiyatrolar ve misyonları giderek belirsizleşen ödenekli tiyatroların ağırlığını koyduğu günümüz tiyatro ortamı sizde kaygı uyandırıyor mu? Lemi Bilgin: Devlet Tiyatroları 12 merkezde her yıl 100'ün üzerinde oyun üretiyor. Sizin yaratım diye nitelendirdiğiniz oyunlar birçok ilde zaman zaman gerçekleşiyor, bu biraz da metnin yönetmenle, kadroyla buluşmasına bağlı. Buna örnek, İstanbul'da "Müfettiş", Van'da "Palto", Ankara'da "Hamlet" gibi birçok oyun sayabiliriz. Ancak tamamının bu düzeyde olmasını da beklememek gerekir. İyi bir yaratım için iyi bir metni, iyi bir yönetmen ve ekiple buluşturmak gerekiyor, ancak tüm bunlar sağlansa bile sonuçtan hiçbir zaman emin olamıyorsunuz. Bu bütün dünyada da böyle, 30 yıllık tiyatro yaşamımda çok örneğini


gördüm. "Yaban" meselesine gelince, kasetinden izledim, evet bir kişi üzerine yoğrulmuş bir oyun. Ama dediğim gibi iyi oyunlar da, kötü oyunlar da zaman zaman olacak. Repertuvar anlayışımızda şu var; iyi oyunların devam ettiği, kötü oyunların elendiği sürece kalite de artacaktır. Çok oyun tüketen bir tiyatro olmaktan kaçınıyorum. Şu kadar oyun ürettik demek yerine; oyunları şu kadar yıl oynadık demeyi tercih ediyorum. M.D. (Ahmet Levendoğlu adına): Devlet Tiyatroları'nın kuruluş ve işleyişine ilişkin yasa 1949'da çıkmış. Ben 1960'dan bu yana bu yasanın yetersizliğine ve yeniden düzenlenmesi gerekliliğine ilişkin sesler duyageldim. Bu sesler yaklaşık son on yıl içinde epey yoğunlaştı; çıktı çıkacak sürecine girildi. Siz temmuz-ağustos sayımızda şöyle demişsiniz: "Sayın Bakan'la bu konuları konuştuk, içerik olarak olduğu gibi mutabık durumdayız, şimdi yasa taslağı çalışmalarına başlıyoruz. Çalışmalar biter bitmez meclise sevk edileceği sözü aldık." Gelinen bu noktaya ilişkin İki yanlı bir soru: a) Kırk küsur yıldır alışılageldiği üzere yeni yasanın çıkışı (bu kez "Kamu Yönetimi Temel Kanunu"nun devreye girmesiyle) "başka bahara" mı kalmış oldu? b) Devlet Tiyatroları'nın özlemle beklediği yeni yasa bir gün çıksa da, temel gereklilik sayılan "özerklik"ten yoksun olarak çıkarsa, bugüne dek çeşitli dönemlerde/durumlarda yaşandığı gibi Devlet Tiyatroları yine siyasal erkin kıskacında kalmaz mı? Atsız Karaduman: Benim de aynı konuya yönelik bir sorum olacak. İsterseniz ben de sorumu sorayım, Lemi Bey tümünü birden yanıtlarsa daha doğru olur sanırım. M.D.: Sizin sorunuzu da alalım, hatta aynı konuya yönelik başka soru varsa onları da alalım. A.K.: YÖK Yasası'nın sürecini de dikkate alırsak çıkacak olan Devlet Tiyatroları Yasası'nın mali, idari ve sanatsal özerkliğini zedelemeyecek bir yasa olacağı hakkında güvencemiz var mı? Bir de yasa taslağı hazırlanırken kaybolan heyecanı yeniden harekete geçirmeyi ve arkadaşlarla tartışmayı programınıza aldınız mı?

cy a

Orhan Alkaya: Devlet Tiyatroları Yasası 1949 yılında çıktı, zaman içerisinde 12 ilde 30 sahneye yayıldı. Devlet Tiyatroları mevcut yasayla bir yönetilme problemi yaşıyor, bir revizyona, bir yenilenmeye gereksinme duyuyor. Ancak bağdaşık bir problem daha var; ödenekli tiyatroların tamamı Devlet Tiyatroları Yasası modeli ile yönetiliyor. Devlet Tiyatroları Yasası'nın (5441 sayılı yasa) yenilenmeye yönelik atacağı her adım doğrudan doğruya Türkiye tiyatro ortamının kahir ekseriyetini etkileyecek. Buradan hareket edersek, üzerinde çalıştığınız yeni Devlet Tiyatroları Yasası'nın tüm tiyatro kamuoyuyla paylaşılarak yürütülmesi gereken bir çalışma olması gerekmiyor mu? L.B.: İzin verirseniz çok da kısa olmayan bir açıklamayla sizlere bu konuda biraz bilgi vermek istiyorum. Sırasıyla olmasa bile tüm sorularınızı kapsayacağı gibi sorulmayan noktaları da kapsamasını umarak kamuoyuna daha detaylı bilgi vermek istiyorum.

pe

1949 yılında, bence bugün asla çıkarılamayacak bir yasa o dönemki meclisten çıkmış. Olağanüstü imkânları ve öngörüsü olan, son derece aydın bir yasa çıkmış. Bakanlıkla herhangi bir şey olduğu zaman, ben hemen yasamızı masanın üzerine koyup bu konu bizi ilgilendirmez deme özgürlüğüne sahibim. Yasa o kadar açık, o kadar net cümlelerle bir şey buyurmuş ki; Türkiye'de Devlet Tiyatroları kurulmuştur ve tüm yetkileri Genel

9


pe cy

a

Müdür'e verilmiştir. Herhangi bir kişi, kurum, siyasi buna müdahale edemez demiş. İddia ediyorum ki uzun yıllardır tartışılan siyasilerin müdahalesi yasanın eksikliğinden kaynaklanan bir problem değil. Bu, gerek yasanın anlaşılamamış olmasından gerekse de yasanın maddelerine sahip çıkamamamızdan kaynaklanmıştır. Örnek vermek gerekirse, Kültür ve Turizm Bakanı kendine bağlı merkez ya da taşra teşkilatlarında herhangi bir tasarrufu istediği zaman yapabilir. Ancak bizim kurumumuzda hiçbir tasarruf hakkı yoktur. Yasa bunun önünü ciddi anlamda kesmiştir. Yaşanan sorunlar tiyatro dünyasının (sadece Devlet Tiyatrosu'nu kastetmiyorum) yazarlardan tutun da kurumla herhangi bir ilişkisi olanlar, kurum bakanlığa bağlı olduğu için adresi Kültür ve Turizm Bakanlığı gibi gördükleri için, doğrudan oraya gidiyorlar, yani böyle bir alışkanlık olmuş. Herkes bakanlığa gidince o dönemdeki Sayın Bakan da bana geldiklerine göre demek ki benim bir yaptırım gücüm var diye müdahale şansını denemiş. Kurumun yöneticileri de bu tavra direnç göstermeyince sanki kendiliğinden bir müdahale hakkı doğmuş gibi olmuş. Oysa yasa tüm bu kanalları kapatmış, yasanın burada bir eksikliği yok. 1949 yılında tek sahneyle, 40 kişilik personelle başlayan süreç bugün 12 ile yayılmış yerleşik tiyatrolar, 750'si sanatçı 2500 kişiye varan personeli ile yurtiçinde, yurtdışında turneler yapan kocaman bir yapıya sahip olmuş. Sanırım dünyada da bu büyüklükte merkezden yönetilen bir tiyatro yok. Mevcut yasanın bazı maddeleri, bu ölçüler içinde buna cevap vermiyor. Tabii o günkü Türkiye ile bugünkü Türkiye arasında da çok ciddi fark var. 1980'lere kadar biz tiyatro yapıyorduk. Şimdi öyle bir noktaya geldi ki, doğaldır da bu, Türkiye'nin gerçeği; ben ekim ayında 30 oyunun provasına girdiğim zaman, 89 dizi de çekime giriyor. Kimler yapacak bu dizileri? Doğal olarak oyuncular yapacak, oyuncunun içinde de böyle bir istek vardır, olur, bunu da yadsımıyorum. Karşımızda koca bir sektör var, ciddi paralar var ve oraya da büyük bir kayma var. Ben de tiyatroyu belli kurallar içinde yapmak durumundayım, oyuncunun kendisine bırakırsam bunu -dünyanın hiçbir yerinde böyle birşey yok- o kendi tercihini kullanma yoluna gidecek, kaytarma yolları arayacak. Ancak, Türkiye'nin de böyle bir gerçeği var, ben her gün on izin imzalıyorum. 1998 yılında göreve ilk geldiğimde ilk üç ay sadece gözlemledim ve sonrasında verdiğim ilk demeçte, bu süreç böyle giderse gerekli değişiklikler yapılıp, önlemler alınmazsa, 10 yıl sonrasını çok net olarak göremediğimi söyledim. Bunun için de mutlaka bir değişikliğe ihtiyaç vardır. Bu yasal değişiklikte birkaç ana nokta üzerinde duruyorum; birincisi, bu kadar büyümüş olan bir tiyatro tek merkezden yönetilemez, yetkileri sorumluluklarıyla beraber devretmek zorundayız. Mutlaka Devlet Tiyatrosu bir şemsiye altında olacaktır, genel prensipleri olacaktır ama işleyişte her bölge müdürü yetki ve sorumluluklarıyla baş başa kalsınlar ve göğüslesinler de. İki, özlük hakları, ben bunu aslında sona koyuyorum, çünkü şöyle iddialı bir cümlem var, bu iddialı şeyler mesleği düşündüğüm için, ben tiyatronun yasasında tiyatronun çalışanlarının haklarını kullanan birşey yapmak istemiyorum, ben tiyatronun haklarını iyi değerlendirecek bir yasa çıkartmak istiyorum. İyi çalışan bir tiyatronun içindeki arkadaşlar zaten en iyi haklara sahip olacaklardır. Özlük haklarına daha sonra tekrar döneceğim. İki, bence çok ciddi bir problem var, dünyada eşi olmayan bir ücret dengesizliği var, az ya da çok demiyorum, çalışma barışını bozan, çalışanla çalışmayanın ayırt edilmediği, insanı çalışmaya teşvik etmeyen, aksine biraz kaytarmaya teşvik eden, hem birbiriyle hem de kendiyle olan rekabeti engelleyen, oyunculuğu tembelliğe iten, yaratıcılığı öldüren bir ücret politikası var şimdi, (bu noktada ama burası Türkiye deniyor ama ben buna inanmıyorum, biz bir mesleği yapıyoruz bu mesleğin kurallarını görelim) çok anlamsız, 365 gün, her gün, yılda üç, dört, hatta beş oyunda çalışanla iki yıl, üç yıl, dört yıl hiç çalışmayan arasında hiçbir fark yok. O halde ücret politikasının mutlaka düzenlenmesi gerekiyor. 10


O.A.: Hemen bir saplama yapacağım; çalışmayanla, çalıştırılmayan ayrımı nasıl belirlenecek? L.B.: Ben bu meslekte çalıştırılmıyorum noktasını pek gerçekçi görmüyorum. İyi çalışan bir tiyatro, iyi elemanlara her zaman ihtiyaç duyacaktır ve eninde sonunda çalıştıracaktır. Çünkü bu meslek iyilerle yapılan bir meslek. Ben, can düşmanım olsa bile ona muhtaç olduğumu düşünürüm, aksini iddia ediyorsam önce kendime ihanet ediyorum idareci olarak ya da mesleğime ihanet ediyorum demektir. Bu iş sana küstüm, seni çalıştırmıyorum işi değil. Bizim işimiz, benim istediğimi yaptığım iş değil, beni istedikleri zaman yaptığım iştir. Bunu ne kadar reddedersek edelim bu bütün dünyada da böyle. Beni beğendikleri, istedikleri, arzu ettikleri ölçüde biz işimizi yapabiliriz, yani kendimi gördüğüm yerde değil, beni gördükleri yerdeyim, oyuncu olarak. Buna bir zemin hazırlamak zorundayız, aksi takdirde herkes bunun içinde olayım ama başka taraflarda, nerelerde ne yapabilirimin peşinde koşuyor, doğaldır hepimizin içindeki bir dürtüdür, ilkel taraftır, bizim ilkel tarafımızı çekmek için bir çark var tiyatronun dışında, bunu da kullanabiliyorlar. O halde ücret politikasının değişmesi gerekiyor. 1998 yılında çalışmaya yönelik, performansa yönelik bir kriterin olması gerekir demiştim, o tarihteki Cumhuriyet Gazetesi'nde, Milliyet Gazetesi'nde ve Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nde aynen bu cümlelerim var. Tabii kahin değilim, sonradan bunların böyle olacağını bilecek kadar. A.K.: Kamu Reformu Yasa Tasarısı'nın aşağı yukarı üç satırda bir kullanılan bir tanım; performans ölçüleri. Sizin de böyle bir beyanatınızın olması açıkçası telaşlandırdı beni.

a

L.B.: Olabilir. 1998 yılında söylediğim şeyler bunlar, 2003 yılında bunların konuşulacağını bilmiyordum, bilemezdim. Ben gördüklerimden hareketle bunları düşündüm. Sistem kişiyi çalıştırmamaya, kaytarmaya yönelik bir yapı gösteriyor. Genel Müdür olmadan önce aşağıdan bu kadar net görmüyordum, her gün o kadar çok sorunla karşılaşıyorum ki, sistemi daha net algılamam mümkün oldu. Devlet Tiyatrosu'nda çalışanların %80'i benim öğrencim, ben bunların öğrencilik dönemini de, tiyatroya girmek için geldikleri sınavı da, ideallerini de biliyorum ve kadroya girdikten sonra birden bire değişiveriyorlar. Bölgedeyse tayin olma yoluna bakmanın ya da yönetmen veya müdürle konuşmanın veya bir diziye kapağı atmanın yollarının peşinde olunuyor. Kimse kendini geliştirmek için çaba göstermiyor. Beni asıl endişelendiren kısım, bu sistem oyuncunun kendini yetiştirmesini tamamen kesen bir sistem. Çünkü çok çabuk rahata alışıyoruz. O halde bu ücret sisteminin mutlaka değişmesi gerek.

pe

cy

1998 yılından bu yana her çalıştığım bakana ifade ettiğim gibi şimdiki bakana da aynı şeyi söyledim. "Buyurun yapalım" dedi, geldi, uzun bir zaman ayırdı, 5 saat anlattık. "Tamam" dedi ama ben çok net olarak dedim ki; "Biz bir çalışma yapacağız ve size sunacağız, bu çalışma süreci tamamen bize aittir". Şunu da ifade edeyim ki şu ana kadar herhangi bir madde şekillenmiş, sonuçlanmış değildir. Biz bu çalışmayı yaparken mutlaka biz bunu tüm tiyatro kamuoyuyla, -yalnız Devlet Tiyatrosu çalışanları değil- paylaşmak istiyoruz. Ben bir iddialı cümle daha söylemiştim, hâlâ bu iddiamın arkasındayım; Devlet Tiyatrosu, çalışanlarının tiyatrosu değildir, tüm Türkiye'de tiyatro yapma noktasında çaba göstereceğim, kadrolu, kadrosuz değil, kime ihtiyacım varsa onunla çalışma, sözleşme yapma imkânına sahip olabileyim. Kendi kabuğu içinde kalan bir tiyatro düşünmüyorum ben. Gerçekten devletten ciddi ödenek alan bir tiyatroyum, tüm Türkiye'deki tiyatro insanlarıyla iş yapabilmeliyim diye düşünüyorum. Bu anlamda Devlet Tiyatrosu sadece çalışanlarının tiyatrosu değildir diyorum. Neden ben iyi bir yönetmene veya oyuncuya gel diyemiyeyim, çünkü bizim birinci görevimiz iyi tiyatro yapmak.

11


Yasal anlamda bakanlığa sunulmuş, herhangi bir maddesi yazılmış bir taslak yok henüz. Paylaşılırken üzerinde durduğumuz dört maddeyi sunacağız. Bakanla da konuşurken, önce iç kamuoyumuzla, sonra tiyatrolarla, tiyatro dünyasıyla, üniversitelerle tartışacağız. Şu ana kadar İstanbul ve Ankara dışındaki bütün illerdeki arkadaşlarla bu konuları konuştuk. A.K.: Biz; DETİS, TOBAV, Oyuncular Birliği ve Kültür-Sen olarak yaklaşık dört aydır çalışarak yasa taslağımızı hazırladık. Hemen hemen her konu ile ilgili görüşlerimizi belirledik. En önemli konunun da istihdam olduğunu düşünüyoruz. Bu konuda sizin görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? L.B.: Bu yeni bir yasa olmayacak; bir tadil yasası olacak. Devlet tiyatroya maddi katkı sağlıyor, bu katkıyı sadece Devlet Tiyatrosu olarak algılamıyorum, tüm Türk Tiyatrosu'na yapılmış bir katkı olarak düşünüyorum, onun için çıkacak olan yasanın da sadece Devlet Tiyatrosu'nu ilgilendiren bir yasa değil, tüm tiyatronun önünü açan bir yasa olması gerektiğini düşünüyorum. Herkesin yararlanabileceği, herkesin bu imkândan faydalanabileceği, bu rekabetin, bu yarışın içine girebileceği bir yasa hazırlamaya çalışıyorum. Bu yasanın diğer kurum tiyatrolarına, opera ve baleye hatta konservatuvarlara bile örnek teşkil etmesi gerektiğini düşünüyorum. O.A.: 1949'da çıkan yasa, Ankara'da tiyatro yapmanın yasasıydı. Öngörülerinin bugünkü Devlet Tiyatroları'nı tarif ettiğini zannetmiyorum. Asıl problem de yasanın bu noktada yetersiz kalmasından kaynaklandı. Sizin de belirttiğiniz gibi bu yasanın bir çerçeve yasa olma özelliği var. Yasa taslağı oluşturma tartışmalarının tüm tiyatro kamuoyunun aktif katılımıyla yapılması daha doğru olur. Süreci bu yöne doğru yönlendirmek mümkün mü?

pe cy a

L.B.: Anlatmaya çalıştığım da bu zaten, ben Devlet Tiyatrosu'nun yasasını değil, tüm Türkiye'ye yayılan bir yasa yapmak istiyorum. Şunu beklemiyorsunuz herhalde; bir yasa yapmak istiyoruz, hadi gelin tartışalım. Bunun sonu gelmez. Biz, şu şu şu konularda yasa değişikliği yapmak üzere yola çıktık, şu dört veya beş ana başlıklarda değişiklik yapmak istiyoruz, şimdi bunu tartışalım demek istiyoruz. Bu tartışılmadan oluşturulacak bir yasa değildir ama hiçbir hazırlık yapmadan da böyle bir tartışma içine girilemez. Bu hazırlıkları yaparken sadece Türkiye'yi ve sorunlarına inerek değil, tüm dünyayı da araştırarak bir hazırlık yaptım. Bir yasa değişikliği yapmanın gerektiğini görmek için meselenin içinde olmak gerekiyor, dışarıdan bakarak -dışarıdan kastım sadece Devlet Tiyatrosu'nun dışı değil- meselenin özüne inemiyorsunuz. Ansambl oluşturarak meseleyi çözerim, arkadaşlarım da bunu yapar, öyle değil. Kimse bana şunun cevabını veremiyor: 700 tane sanatçım var, bunun 180'i İstanbul'da, geri kalan 500'ü diğer illerde. Peki bana her yıl 350 tane İstanbul'a tayin dilekçesi gelirse bunu nasıl çözeceğim? Bu sorun, idari tedbirle, rotasyonla ya da gönüllülükle çözülemiyor, bu karşılıklı anlaşma işi. Bir bölgedeki 25 kişi tayin dilekçesi veriyor. Toplu olarak konuştuğumuzda, "Arkadaşlar hepinizi tayin etsem, buradaki işleri nasıl yapacağız" dediğimde herkes, "Haklısın" diyor, sonra tek başına gelip "Benim gerekçelerim önemli, sadece beni tayin edin" diyor, haklıdır, insanoğlunun tabiatı budur. Ben 30 yıldır bana verilen görevleri yaptım, seçme hakkım olmadı, bence olmalı. Bana önerilen projeleri kabul etme veya etmeme hakkım olmalı. Ancak, kabul ettiğim zaman kazanacağım, kabul etmediğim zaman kaybedeceklerimin olması gerekir. O zaman şartları önüne koymak lazım, o şartlar içinde kendi rekabetini, kendi çalışmasını, kendi

>12


enerjisini, kendi seçme hakkını kullanabilecek bir ortam hazırlamak gerekiyor. Hep altını çiziyorum, bu sadece Devlet Tiyatrosu çalışanları için değil, tüm tiyatrocular için geçerli olmalı. M.D.: Lemi Bey, özetle ama tüm sorulara açıklık getirdi, izninizle ikinci tur sorulara geçmek istiyorum. Üstün Bey, sizinle devam edebilir miyiz?

a

Ü.A.: Ben kafamdaki soruların büyük çoğunluğuna yanıt aldım. Ancak şunu sormak istiyorum, Özerk Sanat Konseyi'ne nasıl bakıyorsunuz?

pe cy

L.B.: Özerk Sanat Konseyi, İngiltere'deki Arts Council gibi çalışırsa tabii ki önemli artıları olur. Ancak bu noktada bazı endişelerim var; mesleğin kendi ruhuna uygun olmayan kararlar çıkabilir. Ü.A.: Ama bu Konsey kendini temsil ediyor, her mesleğin temsilcilerinden oluşuyor.

L.B.: Doğru fakat tiyatroyla ilgili verilecek kararlarda, tiyatrocuların dışındaki meslek örgütlerinin temsilcileri de bu karara katılacak, onun için çok iyi irdelenmesi gerekir, benim bu konuda endişelerim var.

M.D.: Sayın Levendoğlu'nun ikinci sorusu ise şöyle: "Perdeleri hiç kapatmama" girişimi, "Büyük Anadolu Turnesi", Ankara Devlet Tiyatrosu sezonunun açılışının bölgeler oyunlarıyla yapılması gibi, yönetiminiz sürecinde başlatılan azımsanamayacak uygulamaları uzaktan izlerken kuşkusuz olumlu karşılıyorum. Öte yandan, anlayamadığım durumlar da oluyor. Bunlardan -benim kadar çevremdeki başka tiyatrocu dostlarımın da anlamadığı-biri şu: Krek Tiyatro Topluluğu'nun önceleri kendi çatısında ve kendi adı altında hazırlamaya başladığı "Yangın Duası" oyunu sonraları "İstanbul Devlet Tiyatrosu ve Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali Projesi" olarak duyuruldu (örneğin Festival program broşüründe). Ardından kimi yerde (UİTF'siz) "İstanbul Devlet Tiyatrosu prodüksiyonu" oldu (örneğin Radikal Festival ekinde). Öte yandan kimi tanıtımlarda ("Festival'e hiç katılmamış genç, profesyonel tiyatro topluluklarının yeni projeleri" anlamına gelen) Yeni Buluşmalar başlığı altında ama İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı olarak (?!) (örneğin Tiyatro... Tiyatro.. .'da), kimilerinde de Genç Tiyatro başlığı altında ama İstanbul Devlet Tiyatrosu prodüksiyonu olarak (?!) karşımıza çıktı (örneğin Radikal Festival ekinde). Benim bildiğim. Devlet Tiyatroları'nın yasasında da, işleyiş mekanizmasında da, bir özel tiyatro çalışmasını kendi yapımı olarak sunmak ya da tersi, kendi yapımını bir özel topluluğa hazırlatmak gibi bir uygulama yer almıyor. Bu ilginç karmaşaya açıklık getirir misiniz? (Bu sorum Krek Tiyatro Topluluğu'na yönelik değil. Ben onları beğeniyor, destekliyorum. Ayrıca, tiyatronun adından, kimliğinden çok yapılan işin niteliğinin önemli olduğunu savunurum. Sorum, çok kişinin merakının giderilmesi adına, Devlet Tiyatroları adreslidir.)

L.B.: Evet, bir proje olarak geldi bana. İstanbul Festivali, İstanbul Müdürlüğü'müze gelmişler; "Böyle bir proje var, daha önce çalışmaya başladık ama belli noktalarda yetersiz kalıyoruz, bunun içinde sizin elemanlarınız da var. Bunu ortak bir hale getirebilir miyiz?" demişler. Projeye baktım, evet içinde bizim elemanlarımız da var, kaldı ki olmayabilirdi de, ben bizim veya değil diye bakmıyorum, projeye bakıyorum, "Ne yapabiliriz?" dedim. Karşılıklı yapılacaklar belirlendi ve o noktadan sonra ortak proje olarak devam etti. Festival'de izlendikten sonra, beğenilirse önümüzdeki yılın repertuvarına yine ortak proje olarak katabiliriz.

13<


O.A.: Yasanın tarif etmediği ama engellemediği, geleceğe doğru atılacak adımın ruhuna uygun kimi hareketleri bugün gerçekleştirmek mümkün mü? Ben "Yangın Duası" projenizi sözgelişi, bütünüyle olumluyorum. Sanatın ve mesleğimizin naturasına aykırı bir merkeziyetçilik dikte edilmiş ve hepimiz bunu aşmaya çalışıyoruz bugün. Temel problem merkeziyetçiliktir, merkeziyetçiliği yasal düzenleme finaline ulaştırmadan önce "de facto" adımlar atılabilir mi? Kuşkusuz, yasal güvence olmaksızın atılacak adımların "yarınsızlık" endişesi yaratacağını ben de biliyorum.

a

L.B.: Hemen örnek vereyim, ocak ayında bütçeyi aldık ve 12 bölge için çeşitli kriterlere göre oluşturduğumuz bütçeleri belirledik ve kendilerine bildirdik "Hatta benden onay bile almayabilirsiniz." dedim, "ama yıl sonu geldiğinde bütçem bitti demek yok". Böylesi bir olaya başladık, sonuçlarını sene sonunda göreceğiz.

cy

A.K.: Kurum dışı projelere sıcak bakıyorsunuz ama kurum içinden arkadaşlar projelerini aktaramıyorlar. Bu konuda bir tıkanıklık yaşanıyor galiba.

pe

L.B.: Hayır, herkes proje verme hakkına sahiptir. Ancak her verilen projenin sahibi değildir. Biz proje formatı hazırladık, bu formatın içinde 30-40 tane soru var. Formatın sonunda şunu da yazdık, projeyi verdiğiniz için teşekkür ediyoruz ancak şunu bilin bunlar bir tavsiye niteliğindedir de dedik. Proje kabul edilir, edilmez, bu başka bir planlamadır.

M.D.: Arkadaşlar, öncelikle yasa hazırlıkları olmak üzere diğer bazı konuları yeterince tartışabildik. Tabii daha çok sorulacak ve açılması gereken noktalar var, ancak bizim yerimiz bu kadar, bir sonraki "Er Meydanı"nda Lemi Bilgin'e diğer konulardaki sorularımızı da yöneltme şansımız olur. Lemi Bilgin'e ve katılımcı arkadaşlara teşekkür ederim.

14


> KIRK YILDA BİR > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanlı@tiyatrodergisi.com.tr

Ya Kafası Kopartılacak Ya da Heykeli Dikilecek Biz, genellikle elimizi taşın altına sokmaktan kaçınırız, eleştiriyi de çok severiz. Aslında doğrusu da bu, gazeteci eleştirel bakmalı olaylara ve kamu adına bunları yansıtmalı, kayda geçirmeli. Hep bir kuşku duymalı, bir kenarında "ben demiştim"i tutmalıdır, bu da yaptığı işin bir parçasıdır aslında. Ancak, bazı durumlar vardır ki, t ü m bunları bir kenara bırakıp olduğu gibi taraf olmak ister insan, benim şimdi yazacağım konu gibi. Böyle bir yazıyı kaleme alıp almamakta çok tereddüt ettim. Konu hassas, büyük ve önemli. En küçük bir sapma Türkiye tiyatro ortamını doğrudan etkileyecek kadar önemli. Tiyatro... Tiyatro... olarak böyle bir sorumluluğu alamayız, zaten Yayın Kurulu'ndaki arkadaşlarla da tam olarak aynı noktada değiliz ve bu çok normal, ama ben kendi köşemde kendi düşünce ve duygularımı aktarabilir, kişisel olarak 'elimi taşın altına' koyabilirim, bu riski alabilirim. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin'i ilk Genel Müdür olduğu zaman tanıdım, dergi adına ilk söyleşiyi ben yaptım. Çok iddialı, bir o kadar da gerekli konuların altını çiziyordu. Uzun süre Lemi Bilgin'in tutarlılığın izledim. Bugüne kadar da tutarsız bir tavrını görmedim, yalanıyla karşılaşmadım.

a

Genel Müdür olduğu ilk yıl, t ü m kadro I. Rahmi Dilligil tarafından atanmıştı, göreve geldikten sonra bir tek değişiklik yapmadan çalışmaya devam etti. Bir gün, "Kendi kadronuz yok mu?" diye sorduğumda, "Var, işini yapan herkes benim kadromu oluşturur." demişti. O gün bu yanıtı biraz politik olarak algılamış veya öyle kabul etmiştim. Ardından, hepinizin bildiği bir biçimde görevden alındı. Genel Müdür olan I. Rahmi Dilligil, aslında kendi atadığı insanları sırf Lemi Bilgin'le iyi geçindiler diye görevden aldı, yerlerine yenilerini atadı. Sonra Bilgin, tekrar görevine döndü. Bu arada, yeni atananların bir çoğu Lemi Bilgin'e karşı hasmane davranışlar içine girmiş, Dilligil'in dümen suyunda. Devlet Tiyatroları'na oldukça büyük zararlar da vermiş, kişisel egolarını ön planda tutmuş, deyim yerindeyse o günün koşullarında nemalanabilmek için ne gerekiyorsa yapmışlardı. Bu kez, ciddi bir kadro değişikliği bekliyordum, olmadı. Üç yıl önce sorduğum soruyu yineledim, yine aynı yanıtı aldım. Aradan geçen zamana baktığımda gerçekten de işini yapanlar, bulundukları yerlerde kaldılar, sadece işini yapmayanlar, o da zaman içinde değişti.

cy

Devlet Tiyatroları Yasa'sının değişmesi için yıllardır çalışılır, çalışmaların tamamı özde hiçbir değişiklik yapmayan iyileştirmelerle sınırlıdır, daha ötesi düşünülemez veya düşünülmez. Hepsi statükonun korunmasını öngörörür, çalışanların haklarını iyileştirmeye yöneliktir, bir de zaten var olan ama siyasilerle kol kola girildiği için kullanılamaz duruma gelmiş "özerklik" şarkısını yineler durur. Oysa, Lemi Bilgin ilk söyleşisinde söylediklerini halen tekrarlamakta, herkesin bir taslak beklediği süreçte, kafasında oluşturduğu dört maddeyi tartışmaya açmakta, kurum içinde t ü m sanatçılarla tartışmakta, olgunlaştırmakta. Kendi evinin içinde belli bir olgunluğa erişen maddeleri, ardından Türk tiyatro kamuoyu ile tartışmaya açacağını da sürekli ifade etmekte.

pe

Bir çok kişinin "A, ne iyi oldu." dediği ama bir yıl önce söylense, "Boşver, bu konu bu bürokratik yapıda çözülemez." dediklerinin bir bir gerçekleştiğini görüyorum. Misafir sanatçılara verilebilen ücret yanılmıyorsam sekiz milyondu (oyun başına), misafir bir yönetmenle çalışmak istiyorsanız ancak bir milyar küsur ödeme yapabilirdiniz ve t ü m bunları Maliye Bakanlığı belirlerdi. Şimdi, bu ücretleri artık D.T. Yönetim Kurulu belirliyor. Yani kendi bütçesine göre yapabileceği her ödemeyi yapabilir duruma gelmiş durumda. "Özerk"lik isteyenlerin her durumda yetkileri kendi ellerinde tutmaktan yana olduklarını tarihe baktığınız zaman görürsünüz. Lemi Bilgin, şu anda yasal dayanağı olmamasına rağmen. Bölgelerin bütçelerini belli kıstaslar içinde belirlemiş ve kendilerine bildirmiş, hareket alanlarında da olabildiğince serbesti sağlamış. Oluşacak yeni modelin bir provası olduğunu, "özerkliği" herkesin içine sindirerek yeni döneme hazırlanmalarını sağlamak isteği ilk anda göze çarpıyor.

Lemi Bilgin, "Er Meydanı" toplantısında, saymadım ama en az yirmi kere "Ben, Devlet Tiyatroları Yasası'nı düşünürken, Devlet Tiyatroları çalışanlarının yasası olarak düşünmüyorum, bu yasa Türk Tiyatrosu'nun çerçeve yasası olacaktır." dedi. "Devlet Tiyatroları'nda ücret sistemi mutlaka değişmelidir." derken, baktığı yeri görmemek mümkün değil ancak gerek bu konuda gerek diğer konularda kurum içinde hatırı sayılı direnişlerle karşılacak, belki bazı kafalar kopacak, süreç öyle bir noktaya gelecek ki, "özerklik" diye bağıranların, ortalığı toz dumana katanların bakanların, milletvekillerinin kapılarında nöbete girdiklerini göreceğiz. Çok değil, kısa bir süre sonra durumun ayırdına varan kurum çalışanlarından kimileri, ama sanırım hatırı sayılır bir çoğunluk "Tiyatromuz elden gidiyor." kampanyalarına başlayacak. Burası Türkiye, belki Genel Müdür'ün kafası kopacak. Türk Tiyatrosu adına gerçekten umutlandığım süreç böyle noktalanırsa, herhalde bu yenilgiyi ben de üstümden kolay kolay atamam. Ancak, bu süreçten Türk Tiyatrosu'nun önünü açacak, tıkanıklıkları ortadan kaldıracak, yepyeni ve gelişmeye açık bir yasa çıkarsa, işte o zaman bu adamın heykeli dikilecek, bunun gerekli olduğunu da ancak yirmi-otuz yıl sonra anlayacak birileri. Kişisel egosunun öne çıkmadığı, t ü m projeksiyonlarını Türk Tiyatrosu'nun geleceğine çevirmiş ve emin adımlarla yürüyen bu inatçı adama destek verirken, bugüne kadar yaptıkları benim için önemli bir rehber oluşturdu. Aslında bu yazıyı yazarak iyi de yaptım, artık elimi taşın altına sokmuş oldum, daha yakından takip eder, en azından kendimi kurtarmak için bu olayın takipçisi olmaya daha fazla önem veririm. Genel Müdür'ün işi çok zor ama ben artık bu işin üstesinden geleceğine eminim. Gelişmeler bunu gösteriyor. Önümüzdeki sayıda, altı çizilen değişiklikleri biraz daha detaylandırarak, mercek altına almaya çalışacağım© >15


'Metapolis"/Charleroi Danses/Plan K

> Üstün Akmen > uakmen@superonline.com

cy a

Festival'in, 4 Dans Tiyatrosu

pe

Gösterimi

Charleroi/Danses-Plan K: "Metapolis"

İstanbul'un mayıs ayı,on dördüncüsü gerçekleşen Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali ile bir kez daha şenlendi. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'na ve Festival'i yöneten Doç. Dr. Dikmen Gürün'e ne kadar teşekkür etsek elbette az kalacak. Bir kez daha ayna tuttular gözümüze, yüzümüze.

Gürün'ün yönetimindeki Festival, bu yıl Frederic Flamand'ın yönettiği "Metapolis" adlı dans gösterisiyle açıldı. "Metapolis"in, Irak asıllı ödüllü mimar Zaha Hadid'in sahne tasarımıyla oluşturulan bir dans ve "installation" buluşması olduğunu duymuştum. Gösteri kent-insan ilişkisine odaklanmıştı ve iki ayrı sanat dalı olan dans ile mimarlığın bir araya gelmesiyle ortaya çıkarken, kavram ve koreografide bir uzay kenti vizyonu yaratılmış, yani "kent ötesi" oluşturulmuştu. Gösteri sonrasında, dansından koreografisine, müziğinden sahne tasarımına, ışığından görüntülerine "Metapolis"te pek bir bütünsellik bulamadığımı sezinledim. Birkaç "gimmick" denilen ilgi çekici "numara" dışında sekiz, haydi bilemediniz on figür yakalayabilmiştim. Çok amaçlı bir yapıydı ortaya konulan ama esasında "video-art" gösterisiydi ilgiyi çeken. Ama gene de, 65 dakikalık gösterim sırasında, kendimle hesaplaşmaktan alamadım kendimi. Ben de İstanbul'un sıkıntısını çekiyordum, büyük kent beni de eziyordu. Yoksa yaşadığım kenti bu hale getiren açgözlü tüketicilerden biri de ben miydim? ikilemler içinde kendimi yakalamam ve yargılamam bütün bir gece sürdü. Hatta, gösteri sonrası gittiğimiz "Çiçek Bar"da bile... Salona girer girmez sahnede alt alta konulmuş üç "köprü" görmüştüm. Gösteri sırasında, sahne yüzeyi tamamen bu devingen köprülerden oluşsa, sahnede değişken bir topografya oluşmaz, bu da Hadid'in "menzil"ini yakına taşımaz mıydı, diye de düşündüm durdum. Flamand, beden güzelliğinin sadece doğru orantılarda değil, aynı zamanda çok özel


anatomik tutuşta bağlı olduğunu biliyordu da, çıplak bedeni yontusal betimlemekten nedense kaçınmıştı. Koreografisini alışagelinerek kodlanan tiyatro biçiminden, dansçıyı sakıncalı dengelerle hareket etmeye zorlayan bale kurallarından arındırmış, bedenleri bir eksen çevresinde bir güzel dalgalandırmıştı ama özellikle temel ya da yarım pozisyonlarda, dansçıların bir ya da iki dizlerini bükerek yaptıkları yer hareketlerinde "en iyi başlangıç durumu"nu, ritim yitirmeden almalarını sağlayamamıştı. Gene de, ben alacağımı ürkerek de olsa aldım "Metapolis"ten. Doğrusunu söylemem gerekirse, ütopik uzay kenti kavramı beni ciddi anlamda ürküttü. Gösteriyi seyreden diğer İstanbullular da ürkmüş müdür, ürkmüşlerse ellerindeki biblo gibi kenti, ileride "kent ötesi"ne taşımaya gönülleri razı olur mu, olacak mı, orasını elbette bilemem! Zaten, bilmek de istemem! Çıplak Ayaklar Kumpanyası: "L'invitation" Çıplak Ayaklar, "saz çalan olmaktansa kopan tel olmayı" yeğleyen bir topluluk. "Her türlü hayale açığız," diyorlar. Yani sanatın sadece üretmek değil, yaratmak olduğunun bilincindeler. Bu uğurda sürekli denemekten yanalar. Deniyorlar... Dans, oyun, tiyatro, müzik, video ile bütüne ulaşabilmeyi deniyorlar. Bıkmıyorlar, usanmıyorlar. Genç topluluğun dansçılarının her biri farklı disiplinlerden gelmekte. Festival kapsamında izlediğim "L'invitation"un koreografisini Charles Cre-Ange yapmış. Cre-Ange, Festival'de ilk kez seyirciyle buluşan oyunu hazırlarken konuyu, İstanbul'daki farklı kültürlerin, düşüncelerin, dinlerin bir arada yaşamasından ya da yaşayamamasından, bir arada yaşayan/yaşayamayanların aralarında sürüp giden toprak kavgalarından ve benzeri diğer öykülerden oluşturduğunu söylüyor. Dansçıların dramaturgiyi baştan başa delen koşuları ise, elbette huzursuzluğun simgesi. Koşular, giderek bence "kaçışa övgü"ye de dönüşüyor.

a

Fransız koreografın ağzından öğreniyoruz ki, oyunda İstanbul'un coğrafi, etnik ve tarihsel özelliklerinden etkilenmiş, İstanbul bu çalışmada ana konuyu oluşturmuştur. İşte tam bu noktada itiraz çığlıkları atıyorum. Ben altı başarılı dansçının, yaşamın sadece bir düşle denkleştirildiği İstanbul'u değil, her bir kişinin kendi yaratıcı dünyasını oynadığı bir oyun olarak ele aldıklarını algıladım. Karakterler, dünya sahnesindeki yaşamlarını 70'li yılların düğün fotoğrafları önünde, ölümün onları sonsuz kurtuluş ya da lanetleme gerçeğine götüreceği bir düşteymiş gibi oynuyorlardı. Alegorik eğilim yok edilmişti, fantezi unsurlar egemendi.

cy

"L'invitation"un dansçılarını izlerken, insan bedeni dengesinin, kemikler, eklemler ve adalelerden oluşan, olabildiğince karmaşık bir kaldıraçlar sistemi olduğunu bu yaşımda da olsa yeniden öğrenmiş oldum. Bedenin ağırlık merkezi, bu karmaşık kaldıraçlar sisteminin farklı duruş ve hareketleri sonucunda konum değiştiriyordu. Dansçılar birleşik güçleriyle olabilecek en yetkin etkiyi sağlamışlardı.

pe

Çıplak Ayaklar Kumpanyası, kendilerini neden "bir düş ülke" olarak tanımlıyor ya da bir düş ülkeyi aradığını söylüyor, gösteriyi izlerken çok iyi anladım. Yoksa nereden aklıma gelsin Alman Cizvit Jakob Bidermann'ın: "Vita enim hominum / Nihil est, nişi somnium," demesi. Yani: "Yaşam insan içindir / Düş değilse, bir hiçtir," deyişinin günümüze kadar gelmesi... 'L'invitation'/Çıplak Ayaklar Kumpanyası

17


a

> "Blush''/Ultima Vez

Fotoğraf: Jean Pierre Stoop

cy

Ultima Vez & KVS De Bottelarij: "BLUSH" "Blush", dans, tiyatro, video sanatı ile müziğin çarpıcı, kışkırtıcı birlikteliğinden oluşmaktaydı. Belçika'nın seçkin dans tiyatrosu Ultima Vez'in, Wim Vandekeybus'un yönetimi ve koreografisiyle sahnelediği "Blush", (yinelemelere neden olan gereksiz uzunluğu dışında) gerçekten de geleneksel çizgilerin dışına taşan, vurucu bir çalışma olarak aklımda yer etti.

pe

Vez, rock şarkıcısı ve bestecisi David Eugene Edwards'ın müzikleri eşliğinde dansın ve teknolojinin sınırlarını zorlamış durmuş. Kaynayan, huzursuz, güçlü, kırılgan bedenler vardı sahnede. Bedenin içgüdüselliği ve denetlenemezliğinde hareket eden insan bedenlerine tanık oldum. Aşk temasıydı ağırlıklı olarak işlenen. Teatral altyapı savsaklanmaksızın, danslar alışılmış kurallara, klasik yol yordama bağlı kılınmamıştı. Görsellik ve alt metin kâh bedenle, kâh şiirsel sözlerle, zaman zaman da video çekimleriyle bir biçim içinde bütünleşti. Sorun ve açmazlar beden ve bağlamında dans aracılığıyla dile getirilmişti. Söylenmek istenilenler bedenlerin içine sindirilmişti, dizeler sanki damarların içinde dolaştı. Dansçılar, bunca önyargı ve yapmacık tutku arasında, doğanın gerçek duygularını ortaya çıkarmak görevini üstlenmiş gibiydiler. Onlara göre, insan yüreğinin çözümlemesini iyi bilmek gerekiyordu. Çırılçıplak bırakılan kadını küçümseyen, hor gören, döven, şövenler içgüdülerine uydular. İçlerinden geldiği gibi, kendi ölçülerine uyarak yaşadıklarından kendilerini haklı gördüler, rahatladılar. Ya çırılçıplak bırakılan kadına ne oldu? İçgüdüsü kadını iki yana çekti. Kendisiyle aralıksız uğraşmak durumundaydı o, başka ne yapabilirdi ki! Kadının ne yapabileceğini araştırmaya koyulan dansçılar, tutkuyu iki yönlü olarak, aşk ve nefret biçiminde anlattılar.

Sahnede dalışa geçen kızlar, ekranda denizkızları olarak belirir ve onları nasıl yakalayacağını bilemeyen adamlar şaşkın şavalak dolaşırlarken, sanki sahnede Yunan tragedyasının ana teması olan "ne olacaksa olmalı" işleniyordu. Dilediğini yapan Tanrıların olağanüstü dünyası, büyücülüğün kuralları, yasaklar, uyulması gereken kader... Dansçılar bütün bunları bir bir anlattılar. Onlar anlatırlarken, hareketlerin ya da itkilerin yönüne karşı durma yasasını öğrendik. Bedenin bir bölümü bir yönde hareket ederken, bir başka yanı karşıt yönde devindi.

>18

Bir ara, dansçılardan Elena Fokina, seyircilere yüz kızartıcı kimi sorular sordu. Thi-Mai Nguyen seyircilerin arasında dolaşarak saçlardan teller topladı. Wim Vandekeybus, toplanan saçlara az bir şey sıvı katarak mikserde karıştırdı. Tam o sırada, yaşamı bir saç teline bağlamışsan çabalamamak gerektiğini düşünüyordum. Çabalama... Çabalama, yoksa onu da koparırsın ya da koparacaksın. İçimden öyle geldi, işte böyle düşündüm. Kime ne!..


Candan Baş Projesi: "Mirror" Candan Baş, konseptini, kurgusunu, koreografisini kendisinin yaptığı "Mirror" başlıklı gösterisinde, kendisinin dışında dört dansçısıyla, dört ayrı kişinin yaşamlarını, ilişkilerini, arayışlarını; yinelenen ve hiç bitmeyen kısır döngülerini öykü konusu olarak ele aldığını söylemekte. Kendini göremeyenleri, yansımalar, yanılsamalar arasında yitip gidenleri anlatmak istediğini açıklıyor ve tökezleyenleri, düşenleri, yeniden başlayanları, sevenleri, birbirine dokunamayanları, dostluğu konu edindiğini yazıyor. Amacına ulaşmak için, doğal olarak videodan yararlanmış. Videodan Barış Karademir'in hazırladığı görselleri gösteriyor. Kişiler, biri küçük, diğeri büyük iki ekrandan, olur olmaz bir şeyler anlatıyorlar. Yalnızlık üstüne falan... Sonra kelebeğin yaşam çevrimini izliyoruz. Yumurta, tırtıl, koza, erişkin... Bitkiyle besleniş... Uçuş... Kanatlarını sırtı üstünde dikey durumda tutarak ve topuz uçlu duyargalarını havalandırarak bir kelebeğin dal parçacığı üstünde dinlenmesi. Az bir şey dans... Şimdi... Dans tiyatrosunda, görülen biçimiyle soyut göze yönelik görüntülere, çılgın sahnelere, sözel saçmalıklara, çoğu kez güçlü alegorik bağ taşıyan düş gücüne itirazım olduğunu kimse söylemesin. Anlamın derin düzeylerde aktarılması için bir araç olarak dilden uzaklaşılmasına da oldum olası gıkım çıkmaz benim. Yalnızca devinim ve sesten oluşan bir konseptle bile yetinebilirim; yeter ki dans ayinsel, yalın, biçemsel eylem olsun. Dansta pek çok olgunun canlandırılmayacağım biliyorum. Örneğin ilerleyen yıllar, karakterleri yaşlandırarak anlatılabiliyor da, akraba ilişkisini dansla tanımlamak zor. Bu bakımdan, dans tiyatrosunda özellikle videodan alabildiğine yararlanılmasından yanayım. Yararlanılıyor da... Hem de öylesine yararlanılıyor ki, kimi zaman ("Metapolis"de olduğunca) bu yararlanma bir anlamda "video-art" oluşturuyor. Ama videodan "Mirror"da olduğu gibi yararlanılmamalı. Gösterinin temposunu aksatan demiyorum, yok eden video gösterimi, seyirciyle ilişki kurmasını kolaylaştıracağı yerde, dansçıyı zora sokan video gösterimi olmaz olsun.

cy a

Olmaz olsun diyorum ama ola ki yanılıyorum. O halde kelebeğin yaşam çevrimi gösterisinin ve ipe sapa gelmez anlatıların oyuna ne kattığını biri bana mutlaka anlatmalı. Timuçin Coşkun'un dansçıların esnek giysilerinin neresinin tasarımını yaptığını öğrenmeliyim. Dansçının bedeni ve yüzüyle duygularını saçmasını önleyen ışığın tasarımcısı Cem Yılmazer bir açıklama getirmeli. Barış Karademir, o insanın içine fenalık getiren tekdüze müziğini savunmalı.

pe

Neyse! Umarım biri anlatır, diğeri öğretir, beriki açıklar, bir diğeri savunmaya geçer. Ben geleyim yeniden gösterinin dans bölümüne. Candan Baş, düşme ve kalkmaya dayanan "Doris Humphrey"vari bir teknik denemiş ama üzülerek söylüyorum, biçimsel ve dışavurumcu bir biçem geliştirememiş. Gövdeyi hareketin merkezi o|arak kullanmış, yere yakın yatay hareketleri temel bir özellik olarak bellemiş. Tamam da, anlatımı neden dolaylı yapmamış, nasıl olmuş da çağdaş kaygılardan uzak kalmış anlayamadım. Kümeleşme ve karmaşık bileşimlerden yararlanmaya ağırlık verdiğini ve bu konuda başarıyı yakaladığını açık yüreklilikle söylemeliyim ama koreografisinde belki de müziğin tekdüzeliğinden kaynaklanan, nedeniyle hiç mi hiç ilgilenmediğim tempo ile ritmin ayrı ayrı gösterilişini asla kabul etmiyorum. "O dili", yani dans dilini bilen seyircinin bile anlayamayacağı karmaşık dili kullanmış olmasınıysa yadırgıyorum. "Mirror", iyi niyetle kotarılmış ancak pek olmamış, eksik kalmış bir çalışma. Dansçılara sözüm yok. Estetik derseniz keçi boynuzu..© 'Mirror'ICandan Baş Projesi

19


> "Blush''/Ultima Vez

> Erbil Göktaş

> erbiigoktas@tiyatrodergisi.com.tr

a

14. Uluslararası İstanbul

cy

Tiyatro Festivali

pe

ve Postmodernizm

Bu yılki Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali üzerine düşünürken ve oyunları Hereke'den kalkıp izlemeye giderken, izledikten sonra dostlarla konuşurken. Festivalin pek çok açıdan "postmodern" özellikler taşıdığını gözlemledim. Amacım bu gözlemlerimi tiyatro çevreleriyle ve izleyicileriyle paylaşırken bir tartışma ortamı da yaratmak... Tartıştıkça daha iyi festivallere ulaşacağımızı, bunun Türk Tiyatrosu'nun gelişmesinde de yararlı olacağını düşünüyorum. En başta iki yıl aradan sonra bu Festival'i dört gözle beklediğimi, izlencelerde hatırı sayılır derecede eğlendiğimi ve biraz da farklı deneyimler yaşadığımı söylemeliyim. Peki ya diğerleri?.. Tiyatroyu çok iyi bilen, algılamaları mükemmel, ulusal ve evrensel olanı çok iyi harmanlamış olan kısıtlı tiyatro çevreleri dışındaki izleyiciler için durum nedir? Görünüşe bakılırsa bir sorun yok gibi, özellikle yabancı yapımlardaki giriş kuyruğunu görüp "gösteri başlayacak, daha denetimden geçip salona adım atamadık" telaşını yaşadıktan sonra kıvranmanın yanında bir tiyatrocu olarak bu ilgi karşısında kıvanmamak da elde değil. Ancak bazı gösteri ve oyunlarda "tam algılama" sorunlarının da var olduğundan hareketle, bunun aşılması gereken bir sorun olup olmadığının tartışılmasının gerekliliği kendisini duyumsatmaktadır... Gösteri ve oyunlardaki postmodern özelliklerin yanısıra durum olarak ilk saptamam bu. İkincisi Festival'in iki yılda bir yapılması kararı... Çok ciddi ekonomik krizler yaşansa da, AYGAZ ve OPET dışındaki kuruluşların Festival'e sponsor olmaması ikinci postmodern durum saptamasının çarpıcı örneğidir. Hem ülkenin yeraltı, yerüstü zenginlik kaynaklarından, insanından, havasından, suyundan ve türlü olanaklarından yararlanacaksınız, hem de o ülkenin en önemli tiyatro olaylarından birine destek vermeyeceksiniz; gerçekten postmodern bir durum!.. Hatta postabsürd!.. Bu bağlamda postmodernizmin iki biçimde algılandığına tanık oluyoruz: Olumsuz ve olumlu... Olumsuz anlamıyla postmodernite; ne bir tarihsel dönem, ne de iyi tanımlanmış karakteristik özellikleri olan politik ya da kültürel bir eğilimdir. Tersine, postmodernizm dış çizgilerini moderniteyle ve moderniteye havale edilmiş sorunlarla sorunu olanların.


moderniteyi suçlamak isteyenlerin, gerek modernitenin başarılarının gerekse çözümsüz açmazlarının bir dökümünü çıkaranların çizdiği, modernitenin daha geniş kapsamlı zaman ve mekânı içerisindeki bir özel-kolektif zaman ve mekân olarak algılanabilir. Postmodernitenin asıl temeli, dünyaya bir heterojen mekânlar ve zamansallıklar çoğulluğu olarak bakmakta yatar. Postmodernite kendisini yalnızca bu heterojen ötekiler karşısında, yalnızca bu çoğulluk içinde tanımlayabilir. Fransız postmodernistlerinden Lyotard'a göre, bütünlüğü reddetmek, dil oyunlarına önem vermek, zamanın ve toplumun parçalılığının üzerinde durmak gerekmektedir. Hegel ve Marx'ın "üst anlatıları" türünden "büyük öyküleri" reddederler. Bir toplumda nelerin olup bittiğini "bir bütün olarak" hiç kimsenin anlayamayacağına inanırlar. Jameson ise bu konudaki düşüncelerini Lacan'ın "şizofreni kuramı" doğrultusunda açıklar: Şizofreni bir dil bozukluğudur ve şizofren, zamanı birbirine eklenen şimdilerden oluşan bir parçalılık doğrultusunda deneyimler. Şizofrenik deneyim, birbirleriyle bağlantısız göstergelerin, bir türlü uygun bir düzenle sıraya konulamadığı yalıtılmış bir deneyimdir. Heller ve Feherise, postmodernizmi, modernizmin çöplüğünde eşelenen bir dağıtmışlık, kendini bırakma hali, şizofrenik bir düşünce bulamacı olarak değerlendirirler. Appignanesi ve Gerratt ise "modern, postmoderndir" diyerek, modernin tarihsel olarak, kendisinden hemen önce gelenle her zaman savaş içinde olduğunu, bu anlamda "modern"in her zaman "post" bir şey olacağını vurguluyorlar. Aynı yazarlar postmoderne dönüşmenin bu garip mantığının "modern" sözcüğünün "tam şimdi" anlamına gelen Latince kökenli "modo"da yakalayabileceğimizi vurguluyorlar. "Postmodern"in sözcük anlamı da bu durumda, "tam şimdiden sonra gelen"dir. Festival'e katılan oyunlar arasında "ilginç", "çarpıcı" ve "deneysel" olarak adlandırdığımız özellikle "genç" Türk yazarların oyunlarıyla, performans ve dans gösterilerinin postmodern özellikler içerdiklerini görüyoruz. Ancak Sevda Şener'in, "Tiyatroda Modernin Eksiklerini Postmodern Gideriyor" başlıklı incelemesi bu konuya olumlu bir yaklaşımdır. Şener'e göre bunun tiyatroda en önemli örneği Beckett'dir, onun oyunları bir açıdan son derece "modern" özellikler taşıyor. Fakat modernin sınırlarını zorlayarak onu aşıp düşünceyi yeni alanlara taşıyor. Bazı eleştirmen ve yazarların postmodernizmi toplum ve sanat arasında yeni bir yakınlaşma, yeni bir uzlaşma arayışının ürünü olarak yorumlandığını; modernin bütün mantıklı çözümlere karşı olan deneyci, öncü karakterini ve bunun altında yatan güvensizlik duygusunu aşarak yaşamla sanat, sahneyle seyirci arasındaki uçurumu kapatma isteğini yansıttığını söylemektedir. Ayşın Candan da klasik serim-düğüm-çözüm şablonundaki gerilim ve çatışmaların, postmodernitede kişiler arasında yaşanan ilişkilerle ve düşünsel çarpışmalarla karşılandığını söylemiştir.

> "Blush''/Ultima Vez

pe

cy

a

Metapolis Frederic Flamand'ın oluşturup koreografisini yaptığı "Metapolis" Festival'in açılış gösterisiydi. İnsan ve kent ilişkilerinin hem sahnedeki dans düzeniyle, hem de fona yansıyan kent görüntüleriyle, hem de Iraklı kadın mimar Zaha Hadid'in Arap güzelyazı sanatının yansıdığı çevre düzeniyle ilginçti. Dansçılarının bedenlerinin yarısını özgürleştirebildikleri "Metapolis", sahnedeki dansla, sinevizyondaki filmin eşzamanlılığıyla

21 <


a pe cy çarpıcıydı. Özellikle, büyük bir hızla düşermişçesine dans edilmesi, yine trenin öne doğru gelirken dansçının aynı hızla geriye doğru gitmesi bu çarpıcılığın en güzel örnekleridir. Tüm bu özellikleriyle modernizmin eleştirisini de getiren kimi bölümleriyle yukarıda özetlediğimiz "postmodern" anlayışla da örtüşüyordu. Wim Vandekeybus'un koreografisini yapıp yönettiği "Blush", çıplaklık ve cinselliği estetik bir biçimde sahneye taşımasıyla Türkiye'de yaşayamayacağımız bir deneyimdi. Sevgi ve "aşk" temalarının izini süren yapımda Peter Verhelst'in dizeleri ve David Eugene Edwards'ın besteleri kullanılmış. Fonda video görüntülerinin yansıyarak bir akvaryuma dönüşen perdesi gösterinin diğer çarpıcı özelliğiydi. Dansçı-oyuncuların içine atlamasıyla eşzamanlı olarak devreye giren film görüntüleri "izlenebilirliğin" en önemli göstergesiydi. Zaten benim, postmodernizme olumsuz yaklaşımımın temelinde "bir şey anlatmasının", "bir derdi olmasının" ve "dünyayı ya da bireyi değişime" yöneltmesinin netleşmesinin ötesinde "rahat izlenebilirliğinin" olmaması ve "seyir zevki" vermemesi yatmaktadır. Görüldüğü ve görüleceği üzere gösterileri ve oyunları da bu bağlamda değerlendirmeye çalışıyorum.

>22

Nora: Bir Bebek Evi Festival'in en çarpıcı yabancı yapımı, Henrik İbsen'in "Nora"sıydı. Dramaturginin zaferi olarak değerlendirebileceğimiz bu klasik oyun, "kadın sorunsalının" günümüzde durumunu, yukarıda Sevda Şener'in saptamasındaki gibi "modernin eksiklerinin giderilmesi" bağlamında ele almıştı. Beate Heine ve Maja Zade'nin dramaturgisini yaptığı, Thomas


Ostermeier'in yönettiği "Nora", "yeni kadın"ın günümüzdeki konumunu vurgularken, onun geldiği son noktayı da "çarpıcı" bir biçimde yansıtıyordu. Jan Pappelbaum'un döner sahne üzerine kurduğu modern bir hapishaneyi çağrıştıran dekoru da, seyir zevkini doruğa çıkarıyordu. Yine dekorda yer alan akvaryumun kullanılması da işlevsel ve etkileyiciydi. Nora'nın bir süs balığı olarak yansılandığı akvaryumun finalde kana bulanması, oyunun ele aldığı sorunsalın görsel olarak da vurgulanmasıydı. Bu süs balığının modern hapishanesinde kocası, çocukları, hizmetçisi ve dostlarıyla yaşayıp alışverişlerde sınırsız para harcarken, kocasıyla cinsel ve tinsel pek fazla sorunu olmadığını sanırken yaptığı bir hatanın sonucunda (kocasından habersiz onun yaşamını kurtarmak için borç alması) yaşadığı sıkıntı ve çelişkiler, psikolojik ve görsel olarak çok başarılı yansıtılıyor. Özellikle kanlı balo kostümleriyle her tarafının yara bere içinde kalmışlığını gösteren ve içinde bulunduğu açmazın yansılaması olan dans sahnesinde akvaryumun içine girmesiyle sıkıntılarının ne büyük bir boyutta olduğunu görüyoruz. Başlarda ortaya çıkan tabancanın varlığıyla da İbsen'in metninin aksine silahın bir yerlerde patlayacağını düşünürken, Nora'nın kocası Helmer'in üzerine boşaltılması karşısında şok oluyoruz. Batılı kadınlarla bizim modern kadınlarımızın hoşuna giden bu postmodern final üzerinde biraz durmakta yarar görüyorum: Görsellik ve çarpıcılık adına oluşturulan bu çözümsüzlüğü yanlış bulduğumu belirtmeliyim. Çünkü Helmer'in öldürülmesi, kadın sorunsalının Batı'daki ve bizdeki çözümsüzlüğünün bir göstergesidir. Batılı ve modern kadın, böylesi bir patlamanın eşiğindeyse Türkiye'deki çoğu kadının kocalarını kör testereyle kesmeleri gerekmektedir. Bu, kadınları Helmer'siz, hatta giderek erkeksiz bir dünya arayışına götürebilir. Bu da bir seçimdir ancak özellikle tabancayı kocasının üzerine boşalttıktan sonra, parmak izlerini de silmesi, yeni kadının kimlik arayışında vardığı son nokta olmamalıdır. Bu "öldürü" sahnesi yerine, ille de "kısasa kısas" olacaksa aynı görsel etkinin Helmer'in kötürüm bırakılmasıyla da sağlanabileceğini düşündüm. Ancak bu patlamanın, bir "gerçek" olarak kadın sorunsalında göz ardı da edilmemesi gerekmektedir. Finalde evin ters döndürülüp Nora'nın ve tabancanın patlamasına neden olan mektubun atıldığı kutunun önünde çökmesi karşısında şu soruyu sormadan edemedim: Artık mutlu musun Nora?..

pe cy

a

Yangın Duası Bizdeki yapımlara gelecek olursak... İstanbul DT yapımı, Berkun Oya'nın yazıp yönettiği "Yangın Duası" kurduğu absürd dünyanın içerisinde, kişiler arası ilişkiler, kara mizahın dozu ve inandırıcılığıyla, oluşturulan beyaz küpü andıran ve pek çok renge dönüşen mekân tasarımıyla, efekt ve müziklerin işlevsel kullanımıyla izlenebilirliği olan ve seyir zevki verebilen bir oyundu. Özellikle Ahmet Uğurlu'nun oyunculuğuyla var olan Ülkü Duru ve Ali Atay'ın da önemli katkılar sunduğu gülmece bu dönem izlediğim onlarca oyun içinde bana içten kahkahalar attıran ender oyunlardan biriydi. Baştan beri vurguladığım, "tamam işte bu!" diyemediğim en büyük eksiklik ise, söz oyunları ve Can Ateşinde Kanatlar''/İ.B.B.Ş.T.

23


biçimin "özü" aşıp çok gerilerde bırakmasıydı. Mamet, "biçim bir kese kağıdıdır, görünüşünü içindekilerden alır" der. Yani başka bir klasik deyişle "öz, biçimi belirler". Nutku, "öze biçim vermeye yarayan işlemi", "teknik" olarak tanımlar ve yaratıcılığı olan kişilerde bunun "öğretilebilir bir şey" olduğunu söyler. Okulda ve yaptığımız çalışmalarda öğrendiğimiz teknikleri sınırsızca kullanırken, "özü" daha da sağlamlaştırmalıyız.

pe

cy

a

Can Ateşinde Kanatlar Turgay Nar'ın yazıp Bora Seçkin'in sahnelediği İstanbul B.B. Şehir Tiyatroları yapımı "Can Ateşinde Kanatlar", Oya'nınkinden farklı bir groteski getiriyor fakat biçimde çok zayıf kalıyordu. Mevlana'nın Şems'i ararken çektiği sıkıntıları sanki izleyiciye de çektirmek isteyen bir anlayışı vardı. "Uyku ile uyanıklık arasında görülen bir memorat" bu kadar sahne teknikleri kullanılmadan, "vaaz verir gibi" mi sahnelenmeliydi? Zaten metin büyük ölçüde anlatıya dayanıyordu, bir de Bora Seçkin'in Mevlana'yı kendisinin oynayarak oturduğu yerde dakikalarca konuşması izlenebilirliği büyük ölçüde zedelemişti. Bir de oyun boyunca kırmızı ve mavi ışığın ağırlıklı kullanımı da seyir zevkini önemli ölçüde azaltmıştı. Bildiğimiz sarı, çiğ ışığın kullanımıyla da yönetmen amacına ulaşamaz mıydı? Dereceleri ayarlatarak, spotları uygun yerlere koydurarak, açılarını belirleyerek de amacına ulaşabilirdi. Tiyatroda en etkili ışık spot ışığıdır, düş sahnesini de, arayışı da, her türlü duygu ve izlenimi de bu biçimde verebilirsiniz. Bir de oyundaki pek çok rolü tek bir kişiye, Yiğit Sertdemir'e oynatmış yönetmen. Bence böylesi zor izlenebilir metinlerde, birçok tekniğin devreye girmesi gerekiyordu. Doğaçlamadan, koreografiye, aksiyonel mizansenlere kadar teknikleri kullanmayıp ara vermeden 1 saat 45 dakikanın sonunda salonu beyaz ışığa boğmak da çok fazla etkili olamıyor.

24 <

Yakındoğu'da Emanet Özen Yula'nın yazıp yönettiği "Yakındoğu'da Emanet", bir iç savaşta intihar eden ve seyirciye emanet edilen bir yaşam öyküsünü anlatıyor. Ancak bunu yaparken imgesel "anlatı"ya ve "bilinçaltı"na yoğunlaşması "kapalılığı" getirerek algılama sınırlarını zorluyor. Oyunu birlikte izlediğim oyuncu ve entelektüel dostlarım "emaneti" alamadıklarını söylediklerinde, bu tür çalışmalarda anlık nazların, görsel malzemelerin iyi kullanımının, özgür çağrışımların öneminden dem vurup o biçimde kabul edilmesi gerektiğini belirtmiştim. Hatta buradan yola çıkıp Yula'ya da oyununun postmodern özellikler içerdiğini söylemiştim. Gerçekten de Yula'nın sahnelenen oyunları içinde en kapalısı bu... Gerçi Yetkin Dikinciler ve Serra Yılmaz gibi iyi oyuncular, müziğin, ışığın ve mekânın kullanımındaki başarı, belli oranlarda seyir zevki veriyor ama oyunun parçalılığı, sözün uzun tutulması algılamayı zorlaştırıyor. Yula'nın bu oyunu da basıldığından ve daha önce yazdığım iki yazıda bunlara değindiğim için bundan sonrası için farklı yönlere girmek istiyorum. Yula, oyunun giriş açıklamasında "dramaturjisi sağlam yapılsın" diyor ama kendisi dramaturg kullanmıyor, çünkü listede kendisi dahil dramaturg adı yok. Sonra oyunun paramparça yapısının olduğunu, buradan bir bütüne gitmenin gerekliliğinin O da farkında. O kadar farkında ki, finalde Yılan'a, "artık hayatın bir bütün olmadığını", "her şeyin paramparça" olduğunu söyletiyor. Benim burada söyleyeceğim şu: Parçalılığı vermek için ille de yaşamdakini bire bir uygulamak zorunluluğu yoktur. "Bir ya da iki saat içinde ben ne anlatacağım, nasıl anlatacağım ve ne diyeceğim?"; dramatik yazım kurallarında bunun net olması gerekiyor. Yazar tam net değilse, bilinçaltı hezeyanları, karabasanları gelişigüzel yazdıysa devreye dramaturg giriyor ve balığın kılçıklarını ayıklıyor. Örneğin oyunda "lanetlendiniz", "kelimelerin laneti" çokça yineleniyor. Bu oyunda en fazla iki kez uygun olurdu gibime geliyor. Bir de, doğrusu bana "siktirip gitseniz" dendiğinde durmam giderim. Ya da "ne diye gideyim?" diye tepki gösteririm. Oyuncunun orada vur kaç yapıp geçmeden bir es verip bana ya da bize o hakkı tanımalıydı


diye düşünüyorum. Laneti kabullenme söylemi de öyle... Nitekim izleyiciden birisi, aynı söylemle kolundaki saate söz edildiğinde, es verilmesini beklemeden "saatim yok" deyip tepki gösterdi. Tiyatro tarihinde seyirciye uygulanan şiddetin yanında bu çok küçük gibi görünüyor ama önemli... Bu durum da yukarıda postmodernizme değinirken aktardığım Heller ve Feherise'nin saptamalarıyla örtüşüyor. Aksak İstanbul Hikayeleri Yeşim Özsoy Gülan'ın Ve Diğer Şeyler Topluluğu'nda yazıp yönettiği "Aksak İstanbul Hikayeleri" de parçalı bir yapı özelliği gösteriyor. 12 ayrı kişiliğin 12 ayrı monologunu, heykel kaideleri üzerinde devinen, ara sıra yere inen oyuncular yoluyla, "aksama" ve "parçalanma" temaları ekseninde ele alıyor. Darbeler yaşamış bir öğretmenden, Urfa'lı taksi şoförüne, onun yolcusunun akrabalarına kadar ilişkileri parçalı yapısı içinde ele alan oyunun en büyük handikabı oyuncularının çok deneyimleri olmaması... Bu alandaki deneyimlerini çoğaltmak için sıkı bir disiplin içinde sürekli çalışmaları gerekiyor. Burada da, "parçalanmışlığımızı mı, heykel kaideleri üzerinde ayrı düşmüşlüğümüzü mü anlatıyor?" sorusunu kendime sordum. Çünkü belli oranda eğlendiğim kadar bilinçlenmenin getirdiği hazzı da yaşamak istiyordum. Çünkü tiyatroda "eğlenmek", Aristoteles'ten günümüze, "haz ve yarar" ilkesi olarak tartışılmıştı.

a

Home Sweet Home Bu bağlamda Emre Koyuncuoğlu'nun "performans" olarak nitelediği "Home Sweet Home" zaman ve mekân kavramlarını, "montaj" tekniğiyle gündeme getiriyordu. Bu teknikte, Narmanlı Han'ın avlusu ve yukarıdaki oda pencereleri ve çeşitli yükseltilerin yanısıra, Doğu'lu kadınların ses ve görüntü kayıtları, profesyonel oyuncularla, Diyarbakırlı yerel sanatçıların dansları ve kadının durumu işlenmişti. Pencerelerde yaşlı bir kadın, öğrenciler ya da gençler, "pencere önü çiçekleri" gibi çeşitli bekleme, bakınma durumlarını yansıtıyorlardı. Performansın büyük bölümü avludaki alanda ve yükseltilerde geçiyordu. Burada kadının ezilmişliğini, erkekler karşısındaki durumunu, işinin başındaki kadının kıymaları yoğururken yorgunluktan bayılmasını, kadının boşlukla savaşmasını, türbanlı kadının ise tam ortada değil de, kıyıda dans etmesini izliyoruz. Büyük oranda "doğaçlamalar" yoluyla gelişen bu çalışma, plastik sanatlardaki "enstelasyon" çalışmalarının benzeri, bir tür sokak tiyatrosu... "Her yer tiyatrodur" sözündeki gibi, tiyatronun kapalı salonlardan sokaklara taşınıp, "havalandırılması" açısından önemli. Ele alış yönteminin tiyatroya uygunluğunu ve katkılarını ise tartışmamız gerekiyor. Bir de oyunun adı neden İngilizce? Diyarbakır çıkışlı olan bu oyun da çok mu postmodern gösteriyor? "Ah! Güzel Evim!.." olamaz mıydı?

cy

Vertigo/0.4 Tuğçe Ulugün Tuna'nın düzenleyip yönettiği "Vertigo/0.4" ise daha da soyut bir çalışma. Beden, ağırlık, denge ve mekân ilişkilerinin sorgulandığı çalışmada, bedenin mekânla kurduğu ilişkiler yansıtılıyor. Proje 4L'nin zemin katındaki camlı bölmedeki ve yukarıda gerilmiş ipin üzerinde bir nevi dans eden soloların yanısıra, ikisi duvarı zemin olarak kullanan, ikisi de zeminde onları dengeleyen 4 dansçının hareketlerindeki farklılığı gösteriyordu. "Baş dönmesine neden olan şey" anlamına gelen "Vertigo" bedenin mekânla kurduğu ilişkileri, bir çeşit dağcılık aletleri olan halat, çengel kilit gibi malzemelerle gerçekleştiren bir çalışma.

pe

Ashura Mustafa Avkıran'ın 5. Sokak Tiyatrosu'nda tasarlayıp yönettiği "Ashura", çeşitli ve farklı malzemelerden yapılan aşureden yola çıkıp, aşurenin dinlerdeki önemini çeşitli peygamberlerin yaşadıkları önemli olaylar bağlamında anlattıktan sonra, Kerbela olayından sonra Hüseyin'in takipçilerinin onun yasını tutmaları gösterinin bir parçası; yani insanların bunca peygambere karşın bencilliklerini aşıp bir arada yaşayamamaları...


pe cy

a

Diğeri ise farklı kültürlerin ezgilerini söyleyen ve oradan oraya sandalyede simgeleşen eşyaları ve çalgılarıyla göç eden kavimler ve azınlıklar; yine insanoğlunun şahane bencilliği, çıkar ve hep kendine yontan içgüdüsel hırsı... Fondaki slayt perdesine Türkiye'de Cumhuriyet'ten günümüze yapılan nüfus sayımları ve azınlıkların durumları; konuştukları dillerle birlikte sayıları, oranları yansıtılıyor. Ancak teknik sorunlar nedeniyle Türk nüfusu üç kez yüzde sekiz olarak söyleniyor, çünkü perde iyi yerleştirilmediği ya da makine ayarlanamadığı için sonlardaki rakam ve harfler görünmüyor. Avkıran, kilitlediği ağzıyla acı çekerken, bu durum karşısında eliyle başına da vuruyor. Tamam Sema çeşitli parçaları çok güzel okuyor. Övül Avkıran'ın koreografisi ve dansı iyi ama oyunculuğu oyuncuların yapması gerekiyor. Metni bir yazarın oluşturması gerekliliği gibi... Avkıran'ın oyun yazacaksa bilgisayarın başına geçip o çileyi de çekmesi gerekiyor. Bu arada aşure tarifi verirken bile yaptığı gibi, "temin edilir" sözünü defalarca yinelememesi gerekiyor. Eğer o bir özellik ve gereklilik değilse, "sağlanır", "alınır", "konulur" gibi farklı yüklemlere yüklenmek gerekiyor. Bu yüzden "Ashura" çeşitli etnik kimliklerin ezgilerinin çok iyi okunduğu etnik bir "aşure" oluyor; buna Kardeş Türküler'in birtakım mizansenlerle desteklendiği, sahnede yapılan bir "gösteri" de diyebiliriz. Ancak Övül'ün Mustafa'yla kavga etmesi ve onunla birlikte kendisine baştan aşağıya su dökmesi çok fazla anlaşılamıyor. Ali Cem Köroğlu'nun Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ni tamamen boşaltarak kırmızı kurdeleyle sarılmış su ya da içki şişelerini sahneye yerleştirmesini ilginç ve işlevsel bulduğumu belirtmeliyim. Yine başlangıçta seyircinin gözüne güçlü bir ışık verip oyuncuların oradan çıkmaları da çarpıcı. "Ashura" birbiriyle bağlantılı, ancak parçalı yapısıyla postmodernizmin olumsuz olarak nitelediğimiz "dağıtmışlığına" ve Lacan'ın yukarıda aktardığımız kuramıyla çok iyi örtüştüğü bir çalışma oluyor. Bu yüzden benim bu yönelişteki arkadaşlara kısaca söyleyeceğim şu: Öncelikle klasik dramatik yazım kurallarını çok iyi içselleştirmek gerekiyor. Yeni kuralları onun üzerine sonra koymak gerekiyor. Aslında klasik serim-düğüm-çözüm şablonu çatışmasıyla, gerilimiyle, kişileştirmesi ve konuşma örgüsüyle, zaman ve yer kavramıyla çok işlevsel ve sizin yapmak istediklerinizle pek çelişmiyor. Akım olarak derseniz, bence gerçekçilik düşlerden karabasanlara, bilinç akışından en kapalı durumlara kadar her şeyi kapsıyor ve iki saatte çarpıcı ve açık bir biçimde ele alınabilmesini sağlıyor. Yani yukarıda belirttiğim gibi "modo" her zaman "post" bir şey oluyor; modern geçmişi, geleceği ve şimdiyi kapsayıp bunun sürekli dönüşümünü anlatan diyalektiği içerdiğinden sadece "post''a takılıp kalmamak gerekiyor. Çift Yönlü Ayna Tiyatro Stüdyosu'nun Arthur Miller'dan Ahmet Levendoğlu'nun çevirdiği "Çift Yönlü Ayna" yönelişleri aynı iki tek perdelik oyundan oluşuyor. Özgür Erkekli'nin yönettiği "Bir Bayana Ağıt", "ölecek olan bir kadın için hediyeniz var mı?" diye Kadın'ın dükkânına giren Erkek'in, içinde bulunduğu acıyı kadınla paylaşmasını, aslında "O" kadının karşısındaki olduğu, tek mekânda ama iki düzlemde yansıtılır. Birinci düzlem normal ışıklarla aktarılırken, ikinci düzlem yani Kadın'ın aslında Adam'ın hediye almak için dükkânına girdiği kadının olduğunun vurgulanması kırmızı ışık ve müzikle vurgulanarak aktarılır. Her şey o kadar açıktır ki, sonuçta Adam'ın dükkândan çıkıp gitmesiyle, Kadın'ın ona verilen hediyeye boynundan çıkarıp bakması gereksizdir. "Bir Sevda Öyküsü"nü ise Ahmet Levendoğlu yönetmiş. Toplumsal bir gerçeğin ortaya çıkarılması için Adam'ın kişilik parçalanması yaşayan, Kadın'ı konuşturmak istemesi ve amacına adım adım ilerlemesi başarılı bir biçimde yansıtılmış. Her iki oyunda da Derya Alabora, rolünün gereklerini, hiçbir abartıya düşmeden çok doğal bir biçimde veriyor. Fahişe Kadın'daki parçalanmış kişilik olgusunun altından rahatlıkla kalkan Alabora; Adam'ı oynayan Mehmet Ali Kaptanlar'la iyi bir oyun çıkarıyor. Her ikisinde de "acı"yı, "sevinç"i" ve oyunun anlamına uygun duyguları yüzlerinden ve oturup kalkmalarından okuyabiliyorsunuz. Özellikle Fahişe'nin sorunlu bir kadın olarak isterisi, Adam'ın görev bilincinin yanısıra reddedişteki alaycılığı çok iyi veriliyor.


İki Hayat Sonra Braian Friel'den Şükran Yücel'in çevirdiği "İki Hayat Sonra"yı ise Mehmet Ergen yönetmiş. Bu da iki ayrı oyundan oluşuyor. "Yalta Oyunu" Çekhov'un "Köpekli Kadın" öyküsünden uyarlanmış. Kent Oyuncuları'ndan Mehmet Birkiye ve Yeşim Koçak'ın oynadıkları oyunda, köpeğin ve garsonun "varmış gibi" yapılmasını yadırgadım ama oyunculukların öne çıkmasıyla bu durumu kabullendim. Sonra çay bahçesinin yukarıya kaldırılarak yarısıyla yeni bir dekor yaratılması da hoştu. "Oyundan Sonra"yı da Ergen yönetmiş. Yine aynı çay bahçesi dekorunu kullanmış. Yine Çekhov'un "Üç Kızkardeş" oyunundaki Andrey ile "Vanya Dayı" oyunundaki Sonya'nın 20 yıl sonra Moskova'da bir kafede karşılaşıp tanışmalarını anlatır. Bu oyunda pek çok göndermeler bulunmaktadır. Birincisi Çekhov'un sürekli yakındığı ve hastalıklı etkisinden kurtulamadığı, bütün oyunlarının dokusuna sinmiş olan "sevgili taşrası" ve doğup büyüdüğü yer olan Taganrog... "Üç Kızkardeş"le birlikte Andrey'i de, Vanya Dayı'yı da, Sonya'yı da Taganrog'lu olarak düşünmüş Friel ve çok isabetli de davranmış. Sonra yine yaklaşık 20 yıl önce bugün Prodüksiyon Tiyatrosu'nda çalışan Cüneyt Türel'le Tilbe Saran'ın, o zaman İBBŞT yapımı olan "Vanya Dayı"da Vanya'yla Sonya'yı oynamaları... Bunları bilen seyircilerin Türel'in Vanya göndermelerinde tepki vermeleri de hoştu. Gerçekten de o zamanda izlenesi bir oyun çıkarmışlardı, şimdi de öyle... Bu oyunlar oyuncunun sırtlayıp götürdüğü oyunlar olduğu için her üç tiyatronun altı oyuncusu da çok iyi oyun çıkarma fırsatını yakalıyorlar. Oscar ve Pembeli Meleği Yıldız Kenter'in virtüöziteye gittiği "Oscar ve Pembeli Meleği"ni de belirtmeden geçmeyelim. E. E. Schmitt'in yazıp Serap Babür'ün çevirdiği ve Kenter'in yönetip oynadığı oyunda. Yüksel Aymaz'ın ışık tasarımıyla Necati Abacı'nın illüstrasyonları çok iyi. Özgün müzikleri de Engin Gürkey'le Cengiz Onural yapmış. Kenter, Oscar'ın 10 gününü ve onun pembeli meleği olan bakıcısının ölüme karşı geliştirdikleri oyunlarını tek başına ustaca aktarıyor. Yaşam ve ölüm kavramlarını çok sıcak bir biçimde sorgulayarak Oscar'ın 10 günde 100 yaşına gelmesini ve o anları dolu dolu yaşamalarını anlatırken, bize de yaşamlarımızın değerini bilerek yaşayabilmemizi anımsatıyor.

a

Barış Aristofanes'den Yücel Erten'in uyarlayıp yönettiği "Barış", kuşkusuz Festival'in en anlamlı oyunu. Dünyanın savaş çığlıklarıyla dolduğu, Ortadoğu'da kanın gövdeyi götürüp demokrasi adına işkence görüntülerinin olağan bir biçimde oturma odalarımıza kadar girdiği günümüz dünyasında uluslararası bir buluşmada "barışa Anadolu'dan bir bakış ve çağrı" olan oyun Erten'in aydın duruşunun da bir göstergesi. Bunda İzmit B.B. Şehir Tiyatrosu'nun çalışanlarıyla oyuncularının katkılarını da anmalıyız. Bu tiyatro artık Türk Tiyatrosu'nda önemli yapımlara imza atan bir "tiyatro" olduğunu bu oyunla kanıtlamıştır.

pe

cy

Topor Party Bu yılın bence en önemli ve vurucu yapımları İstanbul dışından geldi. Birisi "Barış", öteki Antalya DT yapımı "Topor Party". Öz ve biçimin çok iyi kaynaştığı, güncel olanı evrensel olanla bütünleştirip çağımızın ve ülkemizin en önemli sorunlarını sahneye taşıma misyonu böylece gerçekleştirilmiş oluyor. Bu aynı zamanda Yeni Dünya Düzeni'nin gemi azıya almasına bir muhalefet olma özelliği taşıdığı gibi insanlık dışı işkence görüntülerinin gözümüzün içine baka baka demokrasi diye yutturulmasına da iyi bir yanıttır. Dünyanın ve ülkemizin "Barış"a her zamankinden çok daha fazla gereksinmesi var. Eskiden bu işi AST yapardı, savaşa karşı barışı savunmak, gelecek umudumuzu diri tutmak onun misyonuydu; AhSTL. AhSTL. Ancak bu misyonun, bu sözünü ettiğimiz grupların dışında İstanbul'da da çoğaldığını görüyoruz. Onlara da bir başka yazıda değiniriz.

14. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nden şimdilik bu kadar... İzleyemeyip değinemediklerim kusura bakmasınlar. Eleştirmen denilen kişiye ne Kültür Bakanlığı'ndan ne de başka bir kurumdan özel tiyatrolara verildiği gibi bir yardım ya da ödenek verilmiyor. Sponsorlar ise Festival'i bile neredeyse desteklemeyecekler; ki oyunları izleyip yazsınlar diye eleştirmenlere sponsor olsunlar. Bu iş yürek işi, bilinç işi, sevgi işi; pek çok kişinin sevgisizliğine çarpmak pahasına sürdürülen bir eylem... Eleştirmenler Birliği'nin bir bürosunun bile olmaması size bir şey anlatmıyor mu?.. "Nerede bu devlet, millet?.." Ben kendi adıma vazgeçtim ödenekten, harcırahtan, yol ödeneğinden; tiyatrolarımıza yardım edin, onlara sponsor olun; bu sizi onurlandırır; unutmayın ki, kefenin ne yan cebi vardır, ne iç cebi, ne de arka cebi!.. 15. Festival'de çok daha kısa sürede buluşmak umuduyla..© 'İki Hayat Sonra

27


> Pınar Erol

a

> pinarerol@tiyatrodergisi.com.tr

> Mustafa Avkıran

cy

"Cabbar Ağa" 5. Sokak Tiyatrosu'nu Tek Başına Finanse Ediyor

pe

Mustafa Avkıran çok yoğun bir çalışma ortamında bize vakit ayırdı. Oyunları da kendi de festival festival dolaşıyor. Bir bakıyorsunuz Yunanistan'da, bir duyuyorsunuz Hollanda'da. Viyana, Berlin, New York, Zürih ve daha nice dünya kentinde oyunları sahneleniyor. Geçen seneki Afife Ödülleri'ne damgasını vuran ve kendisine de en iyi yönetmen ödülünü kazandıran "Ayaktakımı Arasında" ise 14. Uluslararası Tiyatro Festivali'nde "Ashura" adlı ortak yapımı sergilenir sergilenmez Gorki'nin memleketine yolcu olacak. Tiyatronun bu kadar içinde olan, "Seven Kalp Böyle Yanar" ile müzik tiyatrosunu bizlerle tanıştıran, operet için Nâzım'ın "Bu Bir Rüyadır"ını seçen, "Susa ile Kiki" ile çocuklara da selam gönderen biriyle sadece dizi filmleri, televizyon endüstrisini ve tiyatronun hayatındaki yerini konuşamazdık. Bir süredir devam eden ve beraberinde tartışmaları da getiren "ana konumuz" dışında, güncelindeki birkaç konuya da kısaca değindik. Yoksa ne bu dizi röportajın, ne dizilerin, ne de tartışmaların bittiği falan yok. Tahmin ediyorum ki başarınızın temelinde soru sormayı bilmeniz ve doğru soruları sormadaki yeteneğiniz yatıyor. 5. Sokak Tiyatrosu'nu anlatırken bile merak duyan, yeni olanla ilgilenen ve kendine sorular sormayı seçen "genç olan"a ulaşmayı hedefliyoruz diyorsunuz. Nedir sizin sorularınız? Her şeyin önünde biz sorulara kendimizden başlıyoruz. Önce kendimize soruyoruz. En temel sorumuz ise: Oyunculuk nedir? Tiyatro nedir? Tiyatroyu oluşturan bütün malzemeleri her seferinde tek tek soruyoruz. Buna seyirci de dahil, buna oyuncu da dahil, buna dekorcu da, ışıkçı da, her şey dahil. Bunları sormadan işe başlayamıyoruz. Başladığımız noktada sağlam değilsek zaten o yapı hemen sallanıp çöküyor. Çökmemek için hep bu soruları sorma ihtiyacı hissediyoruz. Çağdaş Türk Tiyatrosu diye bir şeyden bahsediyorsak, bu ancak bu ülkede yaşayanların yapacağı tiyatrodur diye düşünüyorum. O sebepten de gittikçe ilgimizin yoğunlaştığı temalar, aslında hayatımızda da gündeme oturan, hayatımızı neredeyse şekillendiren sorular. Bugün ülke, 80 yıl sonra hâlâ kuruluş günlerindeki problemiyle uğraşıyor. Anayasayı defalarca değiştiren iktidarlar şimdi tekrar değiştirmeye çalışıyor. Bunu yaparken ülkenin, kendi insanlarıyla olduğu kadar sistemle ilgili problematiği de var. Çünkü sizin ayağınızı bastığınız yer bir şey dayatıyor size. Yüzlerce yıldır bu


topraklarda yazılmayan, sözlü tarih diye bir şey var. Soru sormak bu ülkede bizim yapmadığımız bir şey. Çok kolay cevaplar veriliyor. Sormaya başladığımızda sanırım cevapları da aramaya başlayacağız ve o zaman daha bilgili bir durumla karşılaşacağız. Tiyatro, televizyon ve sinemanın da en büyük problemi o bilgi sorunu zaten. Oyunculuk bilgisini oluşturursanız, o zaman onun içinde rahatlıkla var olabilirsiniz. Tutup da laf kalabalığı yapmanızın manası yok. Oyunculuğu tanımlarsanız, oyuncunun meslek alanlarından her biridir sinema, televizyon ve tiyatro. Nerede oynanacak yoksa? Bu sektörün alanları belli. Televizyona giden tiyatroya dönmesin diye de bir şey olamaz. Son 10 yıla yayılan, hem oyuncu hem yönetmen kimliğinizle aldığınız ödülleriniz var. Hatta yanılmıyorsam en son ödülü bizden aldınız. Yani başarınız fark ediliyor ve onaylanıyor. Bu sizi mutlu ediyor mu? Siz ödül verenleri onaylıyor musunuz? Ödüllendirilmek çok güzel bir duygu. Ödül mekanizmalarına, ödül müesseselerinin ne olduğuna bakmamak gerekir. Çok ürkütücü ödüller alabilirdim ama Allah'tan aldığım ödüllerin hepsi döneminde doğru dürüst jüriler tarafından verilmiş ödüller. O yüzden aldığım ödüllerde hiçbir kuşkulu, şaibeli durum yok. Herkes ödül almak ister. İstemiyorum diyen yalan söyler. Usüle karşı çıkanlar olabilir ancak.

a

Şu günlerde Festival havasını soluduğumuz için bahsetmeden geçemeyeceğim. Siz Festival'in gediklilerindensiniz. Bu yılki 14. İstanbul Tiyatro Festivali'nde de izleyeceğimiz oyununuz "Ashura" 5. Sokak Tiyatrosu yapımı ve oyunun diğer ortak yapımcıları Theater Spektakel Zürich ve Northern Greece State Theater. Zorunlu göç olgusunun işlendiği oyunda biraz da kendinizi anlattığınızı söylüyorsunuz, kısaca bahsetmek ister misiniz? "Ashura" aslında bir üçlemenin üçüncü ayağı, İlk ayak bir süre önce İSM'de yaptığımız "Neos Cosmos", ikincisi geçen yıl yaptığımız "Neos Cosmos 3+3+963". Bu da üçüncüsü. Bunların üçü Lozan mübadelesinden başlayıp bugüne kadar ülkenin yakın tarihindeki zorunlu göçlere bakar. Bir tanesi tamamen Türkiye-Yunanistan arasındaki meseleye yoğunlaşmıştı. Geçen yıl yapılan "3+3+963"te 6 oyuncu ve 4 müzisyen var. "Ashura"da 7 müzisyen, 2 oyuncu var, biri rejisör, biri koreograf, (Övül ve ben) sahnede 9 anlatıcı var. Bu yepyeni bir proje. Sahne üzerinde 12 dilde anlatılan, söylenen şarkılar var. Anadolu topraklarında konuşulan dillerden sadece 12'sini aldık. Bu dillerin nasıl da dilsizleştirildiğini gördüğümüz yazılı tarih belgeleri var elimizde. Bir de sözlü tarihten şarkılar, ağıtlar, maniler var. Bütün bunları yan yana koyduk, karşı karşıya getirdik, zaman zaman kafa kafaya tokuşturduk ve içinden "Ashura" diye bir oyun çıkardık. Yüzlerce yıldır topluluklar, var oluşunu ötekini yok etmek üzerine kurdu. Kendini homojenleştirirken ötekini şeytanlaştırdı. O şeytanlaştırılana bir taziye yapma ihtiyacı bizimki. Beraber olsak ortaya aşure gibi güzel bir şey çıkmaz mıydı demek istiyoruz.

pe cy

"Geyikler Lanetler"i sahnelerken yeni bir vizyon oluşturduğunuzu söylüyorsunuz. Murathan Mungan'ın metni kafanızda bir sorunmuş ve o sorunla Türk Tiyatrosu'yla olan sorunu çözdüğünüzü söylüyorsunuz. Çağdaş Türk Tiyatrosu, alternatif tiyatro olarak mı çözdünüz sorunu? O oyun zaten doktara tezi gibi oldu. "Geyikler Lanetler" nev-i şahsına münhasır bir metin bir kere. O yüzden o metni Yunanistan'da Selanik'te sahnelerken, bu oyunu Türkiye'de tekrar mı yapsak diye düşündük Övül'le. O kadar güzel laflar üst üste söyleniyor ve o kadar önemli şeyler söylüyor ki. Oyuncuyla ve tiyatro sanatıyla ilgili o kadar güzel sorular soruyor ki. Onun cevaplarını araştırmakla zaten bütün bir ömrünüz geçebilir. Murathan Mungan tarihten gelen oyunculuk bilgisini o kadar iyi formüle etmiş ki Meddah'tan, ortaoyuncusundan, anlatıcıdan bahsediyor, şamandan, çağdaş tiyatrodan bahsediyor diyorsunuz. Zaten bizim hem 5. Sokak Tiyatrosu'nda, hem Devlet, hem Şehir Tiyatrosu'nda oyuncularla çalışırken defalarca üzerinde durduğumuz şey, bir oyuncunun çok iyi anlatıcı olması gerektiğidir. Oyuncunun bir şeyi anlatması gerekir, derdi olması gerekir. Bu oyunla iyi tiyatro yapma ihtiyacınızı giderdiniz mi? Ya bağlı bulunduğunuz kurumda yaptığınız oyunlar? Eskiden, daha gençken total bir kurtuluşa inanırdım. O yüzden de idarecilik görevini

29


a pe cy üstlenmiştim. Bir şeyleri düzeltmek için başına geçmeliyim ve düzeltmeliyim diye düşünürdüm. Şimdilerde daha kişisel çözümler ve kurtuluş alanlarıyla ilgileniyorum. "Ayaktakımı Arasında" oyunuyla da iyi oyuncularla, iyi bir tiyatroda, iyi bir zamanda, iyi çalışma ortamında olursanız iyi işler yapmanın her zaman mümkün olduğunu gördüm. Nerede olursa olsun doğru zamanda, doğru işleri yaparsanız onun kötü olması söz konusu değil. Bunun için bu kurumların hiçbiri size baskıda bulunmuyor. 23 yıllık tiyatro hayatınız var.1983-2000 yılları arasında birçok oyunda rol almışsınız. 1987'den bu yana 30'un üstünde yönetmenliğini yaptığınız oyun var. Bunun yanında ilk televizyon dizinizi 1986'da çekmişsiniz. 1995-2000 yıllarında 4 filmde rol almışsınız. Bir tarafta uzun yıllar emek verdiğiniz tiyatro, diğer yanda tanınmanıza sebep olan televizyon, üstelik ünlenmeniz geçen sene başladığınız "Kınalı Kar" dizisiyle oldu. Nasıl yorumluyorsunuz? Çok fazla televizyon dizisi yaptım ama bu dizi patladı. Bu durum bana hiç acı vermiyor çünkü işimin gereği bu. Bir tanesi popüler kültür dediğimiz alan ki o alanın kendi kuralları, kendi koşulları var. Ben televizyona tamamen bir endüstri olarak bakıyorum. Dünyada en çok para kazanılan, en çok gelir getiren alanlardan biri televizyonculuk. Televizyon dizileri de dünyanın her yerinde mantar gibi çekiliyor ve seyirci bunu izliyor. Şimdi bunu iyi-kötü diye değerlendirmek benim haddime değil. Çünkü bu bir endüstri, bu büyük bir dünya. Bu dünyanın içinde de oyuncular var tabii. Bu işin olmazsa olmaz meslek alanı oyunculuk. Sonuçta binlerce, belki daha da fazla oyuncu bu işten para kazanıyor, bu işle >30


var oluyor, bu işle kendini oyuncu olarak iyi hissediyor, oyunculuğunun gelişimini belki bu sayede sürdürüyor, sosyal statüsünü oluşturuyor, her şeyini bununla oluşturan insanlar var. Sanırım şu anda 60'a yakın dizi çekiliyor Türkiye'de. Her dizide ayrı oyuncular oynuyor. Teknik kadrosunu falan düşündüğünüzde bu bayağı ciddi bir sektör. Benim şimdi oynadığım diziyi "Kınalı Kar"ı reytinglere baktığınızda Türkiye'nin yarısı seyrediyor. Bu çok büyük bir rakam. O yüzden de o anlamda tanınmak benim için hiç şaşırtıcı bir şey değil. Tabii hayatımızda değişiklikler oluyor. O popüler kültürün kazançları olduğu gibi kayıpları da oluyor. İsteseniz de istemeseniz de sokakta rahat dolaşmanız söz konusu olmuyor. Eskiden çok rahat ve sakin bir biçimde otobüs ve dolmuş yolculukları yapabiliyordum ama şimdi banka kuyruğuna giremiyorum. O kuyrukta o kadar çok tacize uğruyorsunuz ki, ha iyi tarafı da şu, banka müdürü gelip sizi çekip kurtarıyor ve işinizi de hallediyor. Bir yandan o olurken bir yandan da bu oluyor. Dediğiniz gibi 23 yıldır tiyatro yapıyorum, 5. Sokak Tiyatrosu'nu kuralı 9 yıl oluyor. 9 yıldır devletin, kültür bakanlığının ya da herhangi bir kurumun yardımını almadan tiyatro yapıyoruz ve biz bugün Festival'e 14. prodüksiyonu hazırlıyoruz. 9 yıllık bir tiyatro hayatında 14 prodüksiyon çok ciddi bir şey demek. Son 2-3 yılı sadece ve sadece popüler kültürden kazandığım parayla sponse ettik. "Siz tiyatroda ayrıksı, alternatif, sıradışı işler yapan adam, şimdi popüler kültürün içinde işler yapan biri oldunuz. Bu nasıl bir şey?" diye soranlara şunu söylüyorum. Tabii ki bu bir şizofreni bir yerden baktığınızda ama bunu çok iyi ayırmanız gerekir. Size şunu söyleyebilirim: Cabbartek başına 5. Sokak Tiyatrosu'na sponsorluk yapıyor. Bu kadar açık. Bunun için kimseye hesap vermem gerekmiyor. Ben bu parayı kazanıyorum ve buraya, tiyatroma harcıyorum. Ha tutup da ben bu parayı kazanıp, birileri gibi, tiyatroculuğumu, yaptığım işi bıraksam, sadece bu sektörde var olsam onun da hesabını veririm. Bu yalanmış, bu doğruymuş der, yürür giderim. Ama televizyon benim tiyatro yapmam için ihtiyaçlarımı gideriyor. Bir de çok önemli bir şey var. Oyunculuğumla ilgili gerçekten iyi bir çalışma alanı. Övül: "Sen gerçekten kötüsün, seni izlerken korkuyorum." diyor. Bu benim için ilginç bir şey. Tabii yaşlanıyoruz da. Oyunculuk da tecrübeyle sabit. Gerçekten oyunculuk öğreniliyor.

pe cy

a

Ismarlama iş yapamıyor, kendi inandıklarınızın peşinden gidiyorsunuz. 5. Sokak Tiyatrosu Devlet ve Şehir Tiyatroları'ndaki dayatmalara inat mı kuruldu? Orada kendi kimliğinize ait işler yaptığınızı söylüyorsunuz. Yaratımda özgürlükten bahsedebilir misiniz? Onlara karşı kuruldu denebilecek bir tiyatro değil, 5. Sokak Tiyatrosu bir ihtiyaçtan dolayı kuruldu. Övül, Naz ve ben kurduk. Kuruluş zamanı benim istifa ettiğim zamana denk gelmişti. O dönem tam "Mezopotamya Üçlemesi" bitmişti ve hep yalanlar olmasa, sürgitin dışına çıksak, sadece istediğimiz işleri yapabileceğimiz bir alan olsa diyorduk. Türkiye'deki o İtalyan sahnenin belirleyici koşullarından ne kadar da rahatsız olduğumuzu, dünyada başka türlü örnekleri olduğunu bildiğimiz için onun olmaması gerektiğini söylüyorduk. Sonra işte bir otopark bulundu ve 5. Sokak Tiyatarosu kuruldu. Şimdi dönüp baktığımızda 5. Sokak Tiyatrosu, son 10 yıldaki tiyatro hareketinin grupları içinde kendine ait yeri olan bir tiyatro haline dönüştü. Ne yapar bu tiyatro dediğinizde birtakım cevapları hemen var. Belirli bir seyircisi var. O seyirciyle de iyi geçiniyor. Bekliyorlar, sabırlılar. Çok iş yapıyoruz ama çok oynamıyoruz. O sürgit bizi biraz sıkıyor belki. O tiyatronun her gece oynanma hali Devlet ve Şehir Tiyatroları alışkanlığı gibi geliyor. Burada da asla ve kafa bir kısıtlamadan söz edemeyiz. Burada da bu işi yaparken ya da bir önceki işi yaparken bu ülkede bir gün çok aykırı bir şey yapacak olsak tavrımız ne olurdu? Biz bir oyun yapsak ve bu yasaklansa mesela ne yapardık? O bedel neyse ödemeye hazırız. Çünkü aslında başından beri bu ülkenin problemiyle ilgileniyoruz. Bu ülkenin problematiği, kendi hayatımız da onun içinde olduğu için, hayatı bizi çok ilgilendiriyor. "Oyuncu her yerde oyuncudur" demişsiniz. Yani tiyatroda daha oyuncu ama televizyon dizilerinde daha az oyuncu değil, öyle mi? Değil tabii ki. Ne iş yaparsanız yapın eğer işinizi samimi yapmıyorsanız, yaptığınız işe inanmıyorsanız ve o işin arkasında durmuyorsanız olmuyor. O tiyatro sahnesinde oyuncu olsanız da öyle, kıytırık bir televizyon dizisinde kıytırık bir rol olsa da öyle, bir sinema

<31


filminde yoldan geçen adamı oynasanız da öyle. Oyuncu olamıyorsunuz. Oyuncu olduğunuzda onun kendi alanlarını oluşturuyorsunuz zaten. Bu adam kimdir, nereye gider, nereden gelir, ne yer, ne içer, nasıl bakar diye hep soruyorsunuz. Tiyatro ve dizi oyunculuğunu ayrı saflar olarak ayırmak doğru mu? Onlar ikiz kardeşler mi, düşman kardeşler mi? Kardeş de demeyelim, bunlar işin gerekleri, bu sektörün çalışma alanları. Hepsi var. Bir kere siz istediğiniz kadar tercih edin, sizi de tercih etmeyebilirler. Sen ne kadar iyi oyuncu olursan ol, bu bir arz ve talep hikayesi. Dizi seni istiyor ve sen de istiyorsun. Öyle oluyor bu. Diyorsun ki ben varım, oynamak istiyorum. O da hah, seni ben istiyorum diyor. Halk da istemeyebilir. Bir de öyle bir şey var yani. Ben dünyanın en iyi oyuncusuyum desen de kime ne yani? Tiyatroda hem oyunculuk, hem yönetmenlik, hem de yöneticilik yapmış biri olarak sorunları farklı perspektiflerden görebilme ve bunları çok yönlü yaşayabilme konumuna sahipsiniz. Tiyatro televizyona yenildi mi? Alınması gereken önlemleri biliyor musunuz? Tiyatronun televizyon tarafından yenildiğine inanmayanlardanım. Ayrıca ben 93'ten bu yana da yurtdışındaki tiyatro hareketiyle çok yakından alakalıyım ve Avrupa'da tanınan rejisörlerden biri olduğum söyleniyor. Gördüğüm bir şey var ki tiyatro yapmak dünyanın her yerinde çok zor. Tiyatro yapmak bizim ülkemize ait bir zorluk değil.Televizyon da, tiyatro da dünyanın her yerinde var. Bizde tiyatronun televizyona yenilme söylemi, 80'lerde dünyada olan bir söylem. Şimdi o söylem bitti. Televizyon ve tiyatro seyircisi birbirinden çok ayrıştı, iyi tiyatronun, doğru yerde yapılan tiyatronun her zaman alıcısı var. Tiyatroya şimdi biraz daha doğru bakmaya başladık. Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay buna çok sıkı bir örnektir. Bence bu tartışmayı bitiren bir örnektir. Popüler kültürde çok zaman harcayıp kendilerine öyle bir tiyatro yaptılar ki bugün Türkiye'deki bütün tiyatrocuların sahip olmak istedikleri bir yerleri var ve sahip olmak istedikleri bir tiyatro yapıyorlar. Tiyatrolarını popüler kültür besliyor ve bu sayede kendilerine ait mekânın borçlarını 2 yıl gibi kısa bir sürede ödemeyi başardılar. Yılmaz Erdoğan diye de bir model var, beğenirsiniz beğenmezsiniz. Bugün alternatif tiyatroda Şahika Tekand diye bir kadın var. Bu kadın 20 yıldır bir ton şey yapıyor. Yapan yapıyor. Kendimizi örnek verebilirim burada, bu koşullarda, 9 yıldır tiyatro yapıyoruz. Hiç de mutsuz değiliz bunu yaparken.

pe cy a

Hem tiyatroya hem de televizyon ve sinema oyunculuğuna birlikte devam edildiğinde beslendiği kaynakların farklılığı oyuncuyu sıkıştırır mı? Oyuncuyu sıkıştırmaz, olsa olsa oyuncuyu güçlendirir, zenginleştirir. Çünkü sinemadan ve televizyondan öyle çok şey öğreniyor ki insan. Mesela ben televizyon dizilerinden sonra yaptığım işleri neredeyse film çeker gibi yaptığımı fark ediyorum. Marke olmak, marke etmek, ışık almak gibi o kadar çok teknik şey öğreniyorsunuz ki o öğrendiğiniz tekniği tiyatroda doğru yerleştirebilirseniz, sahnede çok büyüyorsunuz. Ancak çok yalapşap ve hızla yapılan işlerde çok kolay oluyor her şey. O belki bir su yüzüne çıkan, seviyenizi düşüren bir şeye dönüşüyorsa, sıkıştırma değil, bir aleladelik, sıradanlaşma tehlikesi olabilir. Tiyatroyla da, sinemayla da, televizyonla da o zaman disiplininizle ilgili bir problem yaşıyorsunuz demektir. Yani ben çok yorgunum,yoğunlaşamayacağım, ona da zaman ayıramayacağım derseniz olur ama bilmiyorum çok tali bir problem bence. Halen devam eden dizide hem konservatuvar kökenli tiyatro oyuncularıyla hem de hep polemik yaşanan, eleştirilen türkücü-mankenlerle birlikte rol alıyorsunuz? Kıyaslayabilir misiniz? Ben 2 yıl önce bu dizide Emrah'ın oynayacağını duyduğumda çok ciddi bir kuşku yaşadım bir türkücü dizisinde oynuyor olmaktan dolayı. Sen 20 yılda bir şey kuruyorsun, birdenbire bu şimdi yıkılacak diye. Ancak oraya gittiğimde gördüğüm bir şey vardı. Oranın kuralları ve ortamı o kadar tuhaf ki ve Emrah ya da diğerleri (dizide oyuncu olmayan 5-10 kişi var) o kadar saygılı ve işlerine karşı o kadar dürüstler ki bir şey biliniyorlarsa soruyorlar ve senin kim olduğunu bilerek davranıyorlar. Bu bana çok iyi geldi. Bu dizi başta Emrah olmasaydı bu kadar popüler olur muydu diye düşünüyorum. Hayır olmazdı. Yapımcıların, televizyon sahiplerinin silahları var. Bu silahlardan belki de en önemlisi Emrah. Eğer o silah olmasaydı, şimdi bu olmazdı. Ama Emrah da o silahı tutup da bu benim dizim deyip kullanmadı sette. Gerçekten ekipten biri oldu. Zaman zaman -hepimizin olduğu gibi-

32


onun da popüler kültürden kirlenmiş taraflarını gördüğümüz oldu ama bu bizde de oldu. Kendi disiplinimden gelen problemleri de ben orada gördüm. Tiyatrocu arkadaşlarımın da nasıl olduklarını gördüm. Her mesleğin kendi arızaları, arazları var. Ben bu tartışmanın çok da üzerinde durulması gerektiğini düşünmüyorum. Bugün bir şey yaşanıyor ülkede. Televizyonda 3-4 tane yarışma var, o yarışmalardan şarkıcı, oyuncu yapılıyor. 3-4 haftada oyuncu yapılıyorsa, Emrah 14 yaşından beri oyunculuk yapıyor. Şimdi burada neyi konuşacağız? Bütün oyunculardan daha çok oynamış adam. Özcan Deniz diye bir adam var. Türkiye'nin şu anda en beğenilen oyuncusu. Kimin suçu var bunda? Özcan Deniz'in suçu yok. Seyircinin de suçu yok. Adam çatır çatır oynuyor. Onu başkası konuşuyormuş, tamam n'olmuş, tiyatrocuları da başkaları konuşuyor. Bir şey savunmak için söylemiyorum, karşı çıkmak için de söylemiyorum. Bu bir gerçek. Emrah çok açık söylüyor. Ben Mustafa Avkıran'la, Engin Şenkan'la, Nurseli İdiz'le karşı karşıya oynadığım için bu kadar iyiyim, öğreniyorum diyor. ..... Çok yoğun çalışan bir tiyatro adamısınız. Devlet Tiyatrosu'nda kadrolusunuz, kendi kurduğunuz tiyatroda üretime devam ediyorsunuz. Yanısıra oyunculuğu da sürdürüyorsunuz. Elbette bunlar birleştiğinde bir bütünü oluşturuyor ama içlerinden herhangi birini yaparken yoğunlaşmada problem yaşadığınız oluyor mu? Zaman zaman yaşıyorum. Ama burada tiyatroda Övül Avkıran gibi biri var. Gerçekten çok iyi bir partner. O hem hayatımda, hem 5. Sokak Tiyatrosu'nda kapı gibi duruyor. O yüzden o yoğunlaşma problemimi minimumda yaşıyorum ama gelecek yıl bu temponun böyle gitmesini istemiyorum.

pe cy

a

Televizyonun, tiyatro ve sinemanın birbiriyle paslaşması nasıl? Hangi sahne diğerine fayda sağlıyor? Siz her üç platformda da bulunduğunuz için soruyorum hangisinden sağladığınız faydayı nerede kullanıyorsunuz? "Sultan Makamı" diye bir dizi çekildi. O mesela bir tiyatrocular geçidi gibiydi. O oyuncular için bunlar birlikte bir oyun yapsalar ne acaip olur diye düşünmüştüm. Hepsi yıllardır tiyatro yapıyorlar. Televizyon için daha önceden bir şey değilken, şimdi hepsi bir şeyler. Sonra bu nasıl geri taşınır, nasıl olur bilmiyorum ama bizim yapımcımız olan Osman Yağmurdereli'nin şöyle bir düşüncesi var. Onun yapım şirketinde çalışan oyuncuların hepsine bir tiyatro yapmak, onları olduğu gibi o tiyatroda oynatmak, o tiyatronun da çok büyük bir gişe geliri getireceğine inanması gibi bir durum var. Belki de olur. Paslaşmada böyle bir şey söz konusu olabilir rahatlıkla. Doğru örnek dediğim şey; hem Haluk'la Zuhal, hem de disiplinler çok iyi paslaşıyor birbiriyle. "Neredesin Firuze" oraya bir şey taşıyor. Oradan oraya bir şey taşınıyor falan. "Neredesin Firuze" doğru paslaşmayı gördüğümüz işlerden biri.

Tiyatro sahnelerinden bir kere televizyon ya da sinema setlerine geçildi mi bir daha dönmemek mi gerekir sizce? Her üç alanda da hareket etmek lazım. Zaten zaman olarak da televizyon dizisi denen şeyin ömrü seyirciye ya da televizyon sektöründeki reytinge bağlı. Sinema dediğiniz şey zaten yılda bir ya da iki defa yapılıyor. Toplam 10 gün çalışıyorsunuz. Bir tek tiyatro sizin 8-9 ayınızı alabilecek bir disiplin. Dizide gidersiniz, o gün, orada sahneyi prova edersiniz, çekersiniz, biter. Festivale hazırladığımız prodüksiyondaki tema için biz tiyatroda 2.5 yıldır uğraşıyoruz, kaç aydır da çalışıyoruz. Nedir? 2 temsil yapacağız. O sektör çok daha paraya dayalı, evet emek var ama, zaman para demek orada. Ortak paydaları oyunculuk olan bu farklı platformlarda elma ile armudu ayırmak kargaşayı gideriyor mu? Elma ve armudu televizyon ve tiyatro olarak söylüyorsanız tamamen karşısındayım bunun. Oyunculuğu çok ayıramayız bence. Burada oynarkenki duygum benim Mustafa Avkıran burada nasıl duruyor? Oradaki duygum Cabbar burada ne yapar? Buradaki kimliğim daha rejisör-oyuncu. Şimdi yaptığım oyunda bir rol kişisi oynamıyorum, ben sahnedeyim. Diyelim ki tiyatroda "A rolü"nü oynuyorum. Bu "A rolü"nü oynarken o adamın hayatına ait bütün bilgileri tiyatroda biliyorsam aynı bilgileri televizyonda da biliyorum. Orada beni seyreden 300 kişi bana fas bakıyorsa, en öndekiler daha iyi görüyor gözlerimin içini, arkadakiler form olarak görüyor. Televizyonun en büyük farkı gözünün içine kadar 60 milyon kişinin görüyor olması ama senin oyunculuğunda hiçbir şey değişmiyor. Tekniğiyle ilgili bir şey değişiyor sadece. Tiyatroda yaptığın bir hareket çok etkilemiyor da, televizyonda aynı hareket dev oluyor. Elma ile armut kadar ayrılar o zaman. Oyunculuk sanatı diye bir şey var. Bütün sektördeki oyunculuğu aynı düşünüyorum. Bu sektörler oyunculuk sanatının alanları. Tiyatroda, televizyonda, şov sanatında oynamak gibi. Okan Bayülgen oyunculuk yapıyor ama orada, televizyonda yapıyor. Okan'ın iyi oyuncu olmadığını kim söyleyebilir. Ama o artık Okan değil, Zaga'daki bir karakter. Eğer o Okan'sa demek ki Cabbar benim yerimde vardı ve açığa çıktı. Orada oynarken farklı birini oynamıyorsun ki. Oyunculuk sanatıyla ilgili tartışmaya giriyoruz burada. Bu tartışma benim her yaptığım yeni işte üzerinde deliler gibi düşündüğüm bir konu. Mesleğinizden ve hayatınızdan memnun musunuz? Çok yorgunum ama memnunum. Yan etkisi bu. Cabbar beni çok yordu. Umarım yakın bir gelecekte dinlenmeye vakit ayırabilirsiniz ama onca yoğunluğun arasında bize vakit ayırdığınız için gerçekten teşekkürler.

>33


cy a

pe


>ŞANO

> Orhan Alkaya

> orhanalkaya@tiyatrodergisi.com.tr

Hamlet, Rumsfeld, adsızlar... bir de Vasıf "Çürümüş bir şeyler var Danimarka Krallığı'nda" demişti Shakespeare'in ve tüm zamanların başyapıtında, Danimarka Prensi Hamlet. Gertrude Hanım ile haris birader Claudius'un iktidar zembereğini bilisizce boşaltmaları değildi çürümenin nedeni. Çürüme, uzun zamana yayılan organik bir edimdi ve anılanlar, olsa olsa kırık dökük noktasıydı bu çürümenin. Norveç Prensi Fortinbras, zafer kazanmış, doymuş ordusuyla Polonya seferinden dönüyordu ve bir ülke ona hazırlanıyordu; onun zahmetsiz yağmasına... Pentagon'un reisi, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, birkaç gün önce "Amerikan askeri, istenmediği yere gitmez. İstenmediği yerde kalmaz," diyordu. Şaşkınlıkla izliyorduk; şok ve dehşetin şakası gibiydi tarihin seyirmesi. ABD Vietnam'da bir milyon iki yüz on beş bin hektar araziye kimyasal madde saçmıştı. Bu maddelerin arasında hele, iki yüz elli kilo dioxin vardı ki, üç binde biri ile tüm İstanbul nüfusunu yok etmek mümkündü.

a

Zarif ve öfkeli Laertes işbirlikçiliğe soyunduğunda, Danimarka Krallığı'nı Norveç Prensi Fortibras'a teslim edecek kimse de kalmayacaktı türdeş zehirler yüzünden. Artık hiç kimsenin işine yaramayacak bir utku, zayıf kişilikli bir iyi adamın eliyle ötekileştirilecekti: Horatio yapacaktı ülkesinin devir teslimini... Fortinbras, geçerken, zahmetsizce bir ülke daha katacaktı Krallığına.

pe cy

Faulkner üstadım, "Homeros ve Shakespeare birkaç bin yıl daha yaşasaydı, yayıncılar yeni yazar arama ihtiyacı duymazlardı," derken, kimbilir haklıydı. Bunca bilisizlik ve hoyratlık karşısında, hâlâ Shakespeare'e başvururken, bu eksantrik önermeyi, bir kez daha iyi anlayabiliyorum. Geçtiğimiz günlerde, 'bu kadarı da olmaz artık!' denilecek hiçbir şey bırakmamaya ahtetmişcesine, Şehir Tiyatroları mevcud yönetimi, bir kez daha yapacağını yaptı. Meslekte iyi yetişmiş bir genç kadına, 'benden izinsiz babanı anma suçu işledin' dedi. Teamüller ayak altına alınırken, çürümenin kokusu Danimarka Krallığı'ndan buralara, yüzyıllar aşımıyla sızıyordu.

Zaten Shakespeare de, Danimarka Krallığı'ndan söz etmiyordu Hamlet'i yazdığında. Derdi İngiltere'ydi onun. Geniş görmüştü; fazla görmüştü de denilebilir.

Tarihin süreğen devinimiyle rastgele oynamak her zaman fevkalade risklidir. Konjonktür gereği, köktendevrimci hamlelerle yapılan gidişat müdahalelerinde bile, zaman içersinde, tuhaf akılyitimleri çıkar karşımıza. Bir düşünün, Latin alfabesine geçme konusunda, Falih Rıfkı'ya "Beş yılda olmaz, yıl sonunda bitmeli bu iş" dediğinde Atatürk, konjonktür onu haklı çıkartıyordu. Sonuç mu? iyi ki Latin alfabesine geçtik ve siyaseten yapılan hamleler bir kültürel bütünleşmeye yöneldi. 1827'den başlayan trend, kendisine iyi kötü akacak bir mecra buldu. Ve kötü ki, geçmişimizle bağlarımız berbad oldu. Sözgelişi, HalitZiya üstadımız kendi romanlarını üç kere sadeleştirdi, bir o kadar oğlu uğraştı; kim okuyor, kim anlıyor bugün? Bir de, teamüllerin idealsiz, bilisiz ellerce yer yeksan edildiği bir ânı varsayalım -ki bakmak yeterli aslında-, hiçbir yeni önermesi olmayan bir katastrofi ile karşı karşıyayız demektir. Ölüyü "Bear Hamlet like a soldier, to the stage; for he was likely, had he been put on," diyerek gömecek bir refik bile kalmayabilir ortalıkta.

Ne demeli; Sevgili Vasıf Öngören, seni, sırtından eksik etmediğin asker kaputunu, kehribar teşbihini, balon kadehlerde yaktırdığın konyakları yudumlayışını, delikanlılığını, Bismilliliğini, dehanı, muhteşem oyunlarını, oyunlarındaki hayran bıraktırıcı matematiği, inançlarını savunmadaki kriz geçirten kalbini öperim. Önümüzdeki sene, seni ve yapıtını anmak için, bütün tiyatro kamuoyundan izin isteyeceğim. Elinden el alınsın diye..© >35


Nurullah Tuncer Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni

a

İstanbul Şehir Tiyatroları'nda

pe cy

Deprem

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, iki yıldır için için kaynamakta, huzursuzluk, işten atmalar, mahkeme kararıyla geri dönmeler, keyfi uygulamalarla, belki de tarihinin en yoğun sürecini yaşamakta. Şehir Tiyatroları Yönetimi başta kendi personeli olmak üzere hemen hemen herkesle kavgalı durumda. Ayrıca, yasa, yönetmelik tanımama, çok basit prosedürleri bile yerine getirmeme zihniyeti bu döneme adeta damgasını vurdu. 90 yıllık tarihi olan kurum zedelenmekte, seyirci erozyonu popüler isimlerle telafi edilmeye çalışılmakta. "Yedi Kocalı Hürmüz"e Yürütmeyi Durdurma Kararı Genel Sanat Yönetmen Yardımcısı Kemal Kocatürk'ün, aynı zamanda Yönetim Kurulu üyesi olmasına rağmen sürekli oyun yönetmesi (bu yıl üçüncü oyununu yönetti) en kısa sürede kurum içinde yedi oyun yöneterek Başrejisörlüğe atanma çabası olarak yorumlanıyor. Şehir Tiyatroları yönetmeliğinin 19 -B maddesi. Yönetim Kurulu üyelerinin görev süreleri içinde yönetmenlik yapmasını açıkça engellerken, başta Kemal Kocatürk olmak üzere bu madde sürekli delinmekte. Ayrıca Kocatürk, kurum çalışanlarının iddialarına göre kendi asli işlerini yapmamakta. Yönetim Kurulu toplantılarına bile katılmamakta.

Şehir Tiyatroları Yönetmeliği'ne göre 3 kez art arda ve mazeretsiz olarak Yönetim Kurulu toplantısına katılmayan Yönetim Kurulu üyesinin üyeliği düşer. 24 Mayıs 2004 tarihli toplantıda dördüncü kez toplantıya katılmayan Kocatürk'ün Yönetim Kurulu üyeliği Yönetim Kurulu kararı ile sona erdirildi. Kocatürk'ün Yönetim Kurulu toplantılarına katılmama nedeni de bir başka "yasa ihlali" örneği: Yasal izin almadan yurtdışına (Makedonya'ya) çalışmaya gittiği için Yönetim Kurulu toplantılarına katılmadığı ama izin almadığı için de mazeret beyan etmediği biliniyor Kemal Kocatürk'ün. Kendi asli işini aksattığı bilinen ve yönetmeliğin âmir hükmüne rağmen ardı ardına oyun yöneten Kocatürk'ün rejisiyle 24 Mart 2004'de proömiyer yapan "Yedi Kocalı Hürmüz" oyunu için kurum sanatçılarından; Arif Akkaya, Hale Akınlı, Bercis Fesçi, Hülya Karakaş, Nergis Çorakçı, Murat Daltaban ve İŞTİSAN tarafından "yürütmeyi durdurma ve işlemin iptali" istemiyle 12 Ocak 2003 tarihinde dava açılmış, açılan dava İdare Mahkemesi tarafından 11 Şubat tarihinde kuruma tebliğ edilmişti. Yönetmeliğe açıkça aykırı bir durum olmasına, dava açılmasına ve tebliğ edilmesine rağmen Genel Sanat Yönetmeni bu yönetmeliğe aykırı durumu düzeltmek yerine, oyun provalarına devam edilmesini sağlamış ve 24 Mart'ta söz konusu oyun prömiyer yapmıştı. 24 Mart 2004 tarihli İstanbul 2. İdare Mahkemesi kararı ile "Yedi Kocalı Hürmüz" hakkında yürütmeyi durdurma kararı verilmesi de, keyfi yasa tanımazlık sürecini durdurmaya yetmemiştir, görüldüğü kadarıyla.


Bu konudaki görüşlerine başvurduğumuz Genel Sanat Yönetmeni Nurullah Tuncer'e şu soruyu yönelttik: "Şehir Tiyatroları Yönetmeliği''nin 19-B maddesine göre Yönetim Kurulu üyeleri görevleri süresince oyun yönetemezler. Yönetmeliğe aykırı olarak Yönetim Kurulu üyesi Kemal Kocatürk üst üste oyun yönetmiş, yedi sanatçınızın yanısıra İŞTİSAN yürütmeyi durdurma talebi ile İdare Mahkemesi'ne başvurmuş ve ilgili mahkeme de yürütmeyi durdurma kararı almıştır. Bu ilgili maddeye rağmen, siz Kemal Kocatürk'ü neden görevlendirdiniz? Bu ihmal veya kusurunuzdan dolayı kurum ciddi bir maddi-manevi kayıp içine düşmüş müdür? Nasıl telafi etmeyi düşünüyorsunuz?" Ancak, dergi baskıya girene kadar Nurullah Tuncer'den herhangi bir yanıt alamadık. Kurumu maddi olarak da zarara uğrattığı için Genel Sanat Yönetmeni hakkında zararın tazmin edilmesi için ayrı bir dava açmayı düşünüp düşünmedikleri konusunda İŞTİSAN yönetimine yönelttiğimiz soruya şu yanıt verildi: "Şehir Tiyatroları Türkiye Cumhuriyeti'nin en değerli birikimleri arasında yer alır. Ne acı ki, halihazırdaki yöneticiler, 90 yıllık birikimimize fütursuz zararlar vermeyi sürdürüyor. Bugüne kadar, onlarla aynı dilde, aynı bize "belden aşağı" gelen yöntemde buluşmamaya özen gösterdik. Böyle sürerse, korkarız, onlarla aynı dili konuşmak zorunda kalacağız. Dava açmak ve kazanmak işin kolay becerilebiliryanı. Elbette bu tür ağır hizmet kusurları kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Ama, tiyatro kamuouyunun bilmesini istediğimiz asıl nokta şu: Biz, Şehir Tiyatrosu geleneğini bu ağır zedelenmeye rağmen korumaya çalışıyoruz. Sükûnetimiz tiyatromuzu korumak içindir ve bir noktaya kadardır." Bir kurumu yönetenlerin beğenseler de beğenmeseler de mevcut yasa ve yönetmeliklere öncelikle kendilerinin uyması ve personelini de bu konuda uyarması gerekirken, Şehir Tiyatroları Yönetimi'nin keyfi uygulamaları sadece bununla da kalmayıp, artarak devam etmektedir.;

pe cy

a

Kemal Kocatürk Neden İzin İstemedi? Makedonya'da bir oyun yönetmesi için davet aldığını öğrendiğimiz Genel Sanat Yönetmen Yardımcısı ve Yönetim Kurulu üyesi Kemal Kocatürk, öncelikle 657 sayılı Devlet Memurları Yasası'nın ilgili maddeleri gereği en büyük mülki amirden izin almalıydı. Ayrıca, Şehir Tiyatroları Yönetmeliği'nin 17 nci maddesindeki "... Yurtdışına geçici görev, burs, davet ve görgü ve bilgilerini artırmak için gidecek olanları ve yurtdışında kalış sürelerini Genel Sanat Yönetmeni'nin önerisi ile Yönetim Kurulu saptar, Başkanlık onayına sunar" açık hükmüne rağmen, Kocatürk'ün Yönetim Kurulu'ndan izin almadığı öğrenilmiştir. Tamamen basit bir prosedür olmasına rağmen, bu gerekliliğin bile yerine getirilmemesi, kurum çalışanlarının "Şehir Tiyatroları Padişahlık gibi yönetiliyor" savlarına da destek verir mahiyette olduğunu düşündürmekte. Ancak, Kemal Kocatürk'ün gerek Yönetmeliği gerekse 657 sayılı yasayı hiçe sayarak izinsiz olarak 2 aydır yurtdışında bulunması karşısında Genel Sanat Yönetmeni Nurullah Tuncer'in herhangi bir Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Aslan, Türkücü Şükrüye Tutkun'un başrol oynadığı "Sultan Gelin"i yönetmişti, akıbetine bu oyunun da uğraması muhtemel.

"Yedi Kocalı Hürmüz"ün


a

Şehir Tiyatroları Gen. San. Yön. Nurullah Tuncer, Şehir Tiyatroları'ndaki son karmaşa hakkında yazılı olarak yönelttiğimiz hiçbir soruya yanıt vermemiştir. Cumhuriyet'ten eski bir kurumu yöneten yöneticilerin, kamuoyuna karşı duyarlı olmaları gerekir. Sayın Tuncer'den bir açıklama gelirse önümüzdeki sayıda yayımlayacağız.

pe

cy

işlem yapmaması, ancak bunun yanında Vasıf Öngören'i anma toplantısına katıldıkları için bazı sanatçılara soruşturma açması kurum içinde uygulanan çifte standart ve Sanat Yönetimi'nin yanlı davranışı olarak yorumlanmaktadır. Çünkü, Şehir Tiyatroları Yönetmeliği'ne göre izin alınması gereken haller sayılırken, anma toplantılarından bahsedilmemekte, tamamen ticari işler kast edilmektedir. Vasıf Öngören'i anma toplantısına katılanlara soruşturma açan Genel Sanat Yönetmeni'nin ticari bir iş olarak addedilebilecek biçimde yurtdışında oyun yöneten Kocatürk'e soruşturma açmaması, dahası yönetmeliğin dışında 657 sayılı yasaya da aykırı olmasına rağmen herhangi bir işlem yapmaması anlaşılması güç bir keyfi uygulamaya işaret ediyor. İddialara göre Kemal Kocatürk'ün Makedonya'da yönettiği oyunun sahne tasarımı da Nurullah Tuncer tarafından yapılmaktadır, ancak bu soruyu da kendisine iletmemize rağmen herhangi bir yanıt alamadık. Eğer iddialar doğruysa zaman zaman Makedonya'ya giden Nurullah Tuncer'in yasal izin alıp almadığı da bilinmemektedir.

Nurullah Tuncer'e yönelttiğimiz diğe sorular ise şöyle: "657 sayılı Devlet Memurları Yasası'na göre yurtdışına görevli gitmek için en büyük mülki amirin yazılı izni gerekmektedir. Şehir Tiyatroları Yönetmeliği'ne (Md-17) göre de önce Yönetim Kurulu'nun karar alması ve Başkanlık onayına sunulması gerekmektedir. Kemal Kocatürk Yönetim Kurulu'ndan gerekli izni almış mıdır? Aldıysa bu izin Vilayet tarafından yazılı izne dönüştürülmüş müdür? Eğer gerekli izin alınmadıysa, sizin bilginiz içinde yurtdışında çalışmakta olan Kemal Kocatürk için gerekli yasal işlem tarafınızdan yapılmış mıdır? Yapıldıysa nasıl bir aşamaya varmıştır, eğer herhangi bir girişiminiz olmadıysa nedenleri nelerdir? Bu durum suçu gizleme olarak adlandırılabilir mi? Kemal Kocatürk'ün Makedonya'da yönettiği oyunun dekorları tarafınızdan mı yapılmaktadır? Bu görev için yetkilendirme ve izin başvurunuz var mıdır? Gerekli izinler şahsınız için alınmış mıdır?" Ancak, bu sorular da Nurullah Tuncer tarafından yanıtlanmamıştır. Tiyatro kamuoyunda yaptığımız bir soruşturmaya göre. Şehir Tiyatrolarında Genel Sanat Yönetmeni'nin yanlı t u t u m u , kurum içinde bizden yana, bize karşı olanlar diye saflar oluşturmaya çalışması ve çifte standartlı uygulamaları sonunda kurumun işleyemez hale geldiği fikrinin oluştuğunu saptadık. Sanat ortamını oluşturan ağırlıklı birçok isim, korkularının, çok daha büyük olaylara gebe bir süreçle yeni döneme girilirse Şehir Tiyatroları'nın tarihinin en büyük darbesi ile karşılaşacağı görüşünde olduklarını söyledi. Biz, Türkiye'nin en köklü tiyatro kurumu olan Şehir Tiyatroları'nın iç çekişmelerden, yönetimin keyfi uygulamalarından arınmış, sadece sanat üreten bir kurum kimliğine bir an önce kavuşmasını dilemekten başka yapacak bir şeyin olmadığını düşünüyoruz. Sahne tasarımlarıyla övgü almış, ödüllendirilmiş Nurullah Tuncer'in yönetim görevinde keyfi, bilisiz ve yanlı uygulamalarla asli işine de zarar verdiğini düşünüyor, Türk Tiyatrosu'nu değerli bir tasarımcıdan mahrum etmemek gibi bir görevi de olduğunu kendisine hatırlatmak istiyoruz. Yönetim görevleri geçici ama sanat üretimi kalıcıdır. Dileriz, Nurullah Tuncer Şehir Tiyatroları'nı kendisinden ve dar ekibinden koruyacak sağduyuyu gösterir.

38


> KIRK YILDA BİR/2 > Mustafa Demirkanlı > mdemirkanlı@tiyatrodergisi.com.tr

Şehir Tiyatrosu Yönetimi'nin Düşündürdükleri Bir hikaye vardır, bilirsiniz. Bir fabrikada çok çalışkan, dürüst bir gece bekçisi vardır. Fabrika sahibi, bu adamın çalışkanlığından etkilenir ve fabrikasına müdür yapar. Aradan geçen iki yılın ardından fabrika iflas eder, artık ortada ne fabrika kalmıştır ne de çalışkan gece bekçisi. İstanbul Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Nurullah Tuncer'i de bu gece bekçisine benzetirim. Tuncer, çalışkan, tasarımlarıyla öne çıkmış, birçok ödül sahibi, Türk Tiyatrosu'nun önemli ve sayılı tasarımcılarından biriydi, birçok yönetmen hep Nurullah Tuncer'le çalışmak isterdi. Ama gelin görün ki Genel Sanat Yönetmeni olduğu günden bu yana kurum içinde tartışmadığı, kavgalı olmadığı sanatçı sayısı bir elin parmakları kadar az bir sayıya indi. Yardımcısı Kemal Kocatürk'ün hırsı, egosu, kurumun işleyişini alt üst ederken karşı çıkmadı/çıkamadı, hep onun istekleri doğrultusunda hareket etti.

cy a

Kocatürk, Engin Uludağ'dan boşalan başrejisörlüğe atanabilmek için art arda oyunlar yönetirken, (Başrejisör olmak için kurumda 7 oyun yönetmiş olmak gerekiyor, Kocatürk 4 oyun yönetti, 3'ü bu sezonda) Tuncer sessiz kalmanın ötesinde destek de verdi, belki de vermek zorunda kaldı. Kurumun diğer sanatçıları, Yönetim Kurulu üyelerinin oyun yönetemeyeceğini hatırlatmasına rağmen dikkate almadı. Ardından "Yürütmeyi durdurma ve iptal" davası açıldı, mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi. "Yedi Kocalı Hürmüz" için onca masraf yapıldı, emek harcandı ve bir itişme sonucu kurum, dolayısıyla bizler milyarlarca lira zarara uğratıldık. Kemal Kocatürk, bunlarla da yetinmeyip, Makedonya'ya oyun yönetmeye gitti, izin almadığı anlaşılıyor, Tuncer buna da ses çıkartmadı veya çıkartamadı. Ama aynı Tuncer, Türk Tiyatrosu'nun önemli yazarlarından biri olan Vasıf Öngören'i anma toplantısı için okuma tiyatrosu, söyleşi ve paneller düzenleyen başta Vasıfın kızı Aslı Öngören olmak üzere birçok sanatçıya soruşturma açtı, ücretsiz, halka açık bir anma toplantısına katıldıkları için. Yardımcısı'nın ticari ve yurtdışındaki bir görevini görmezlikten gelecek kadar da çifte standarta, kayırmacılığa düşme pahasına.

pe

Hırs ve kavga gözleri kör mü ediyor? Yoksa bütün bunların anlaşılır bir açıklaması var mı? Yıllarca uğraşıp, çalışıp oluşturulan bir Nurullah Tuncer gerçeği bu kadar basit ve gereksiz yere nasıl yok ediliyor? Ne için? İşte bu soruların yanıtlarını bulmak benim için gerçekten olanaksız gibi görünüyor. Bu görevler herkes için geçicidir. Bir sonraki gün, görev değişimi olur, mutlaka bir gün olur ve herkes tekrar eski konumuna döner. Peki, bu kadar kavgadan sonra, aynı kurumun insanlarıyla nasıl verimli olarak çalışılacak? İşte bunu da anlayamıyorum.

Ve tüm bunları yazarken. Devlet Tiyatroları Eski Genel Müdürü I. Rahmi Dilligil geldi aklıma. Genel Müdür olduğu günün ertesinde ilk işi kendisini rejisör kadrosuna almak olmuştu, ardından despotik bir yönetim ve kurum içinde ve dışında onca kavga. Şimdi, Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanması devam ediyor. Ne Genel Müdür'lük kaldı ne de Devlet Tiyatrosu. Onca kavga, onca insanın canını yakıp, gerekli gereksiz kurumdan atmalar, eski Genel Müdür'ü sürmeler, ardından yolsuzluk söylentileri, iddialar, tutuklanmalar, uzunca süre hapis yatmalar ve şimdilerde ise merakla davanın sonucunu beklemeler, değer miydi tüm bunlara bir Genel Müdür'lük? Veya bunca itişmeler, kavgalar, senin adamın-benim adamım tavırları, "Patron kim, herkes öğrenecek." egosu, bakalım Şehir Tiyatrosu yönetimini nerelere kadar uzandıracak. Hele, henüz ele alınmamış konular art arda gelmeye başladığında bakalım çorap söküğü nerelere uzanacak? Bekleyip, göreceğiz hep beraber ama tarih hep şunu göstermiştir: Yokuştan aşağıya yuvarlanmaya başladığın zaman, düne kadar yakınında olanlar ellerindekilerini üzerine atarlar ve artık kocaman bir kartopu olup yuvarlanmaya başlarsın, nerede duracağını da artık senin belirlemen mümkün değildir©

>39


> KONUK YAZAR > Sevin Okyay

Radikal Gazetesi Yazarı

Şehir Tiyatroları'nda Neler Oluyor? Şehir Tiyatroları, belki de tarihinin en kötü dönemini yaşıyor. I.B.B.Ş.T. Yönetimi, tamamen keyfi ve taraflı bir yönetimle, kendini traji-komik bir iktidar oyununa kaptırmış durumda.

cy a

İki yıl önce başarılı dekoratör Nurullah Tuncer Şehir Tiyatroları'nın Genel Sanat Yönetmeni oldu. Kemal Kocatürk ve Mustafa Aslan'ı Yardımcı'ları, Nilgün Kasapbaşoğlu'nu da Sahne Amiri olarak atadı. Böylece defalarca Yönetim Kurulu üyesi seçimine girip kazanmış üç isim de atamayla Yönetim Kurulu üyesi oldu. İlk icraat olarak, bir haftasonu TAL'in anahtarı değiştirildi, Ayla-Beklan Algan ve Haluk Ataseven tiyatrodan uzaklaştırıldı. Yıllardır Türk Tiyatrosu'nun geleneği ve geleceği üzerine çok önemli araştırmalar yapan bir yan kurum da böylelikle yok edilmiş oldu. TAL araştırma kimliğinden arındırılıp, başka birimlerle birleştirildi ve başına eğitimi de, tiyatro birikimi de kısıtlı Mustafa Aslan getirildi. Hemen ardından, yeni durum karşısında çekincelerini belirterek ifade özgürlüklerini kullanan Başar Sabuncu, Orhan Alkaya ve Macit Koper disipline verildi. Çoğu kez yönetmeliği, dolayısıyla da hukuku gözardı eden dayatmacı bir iktidar oyunu böyle başlamış oldu.

pe

Peşpeşe Kazanılan Davalar Yeni yönetimin ilk icraatlarından biri de, kurumda peşpeşe ses getiren seçkin işlere imza atan oyuncu-yönetmen Mehmet Atak'ın kadrosunun iptaliydi. Gülünç ve gerçekdışı iddialarla bir kara komediye dönen olay, İdare Mahkemesi'nin işlemi hukuka aykırı bulup Atak'ı görevine iade etmesiyle son buldu. İdare Mahkemesi kararında "Davalı idare, Yönetim Kurulu kararında belirtmesine karşın davacının performansının olumsuzluğunu ortaya koyan belge, bilgi sunamamış, ancak davacı, sanatçı statüsünde olduğu dönemde idarece oyuncu veya yönetmen olarak görevlendirilmediğini, buna karşın çalışmalarını sürdürdüğünü belgeleriyle ortaya koymuştur." diyor. Atak'ın arkasından üçü de Dil-Tarih kökenli ve atıldıkları dönemde oyuncu, yönetmen yardımcısı ve yapım sorumlusu olarak çalışan yövmiyeli sanatçılar: Ümran İnceoğlu, Figen Yalçınkaya ve Fulya Şirin de işten çıkarıldı. Yalçınkaya bu dönemde ayrıca özgün masal dramatizasyonları uyarlamış ve yönetmişti. Bu sanatçıların davası halen sürüyor. İstifa etmek isteyen Serra Yılmaz'ın ise istifası kabul edilmedi, akabinde kapısına dayanan iki zabıtanın getirdiği tebligatla işten atıldı. Kurumdan en son uzaklaştırılan kişi ise, genç oyuncu Eray Kahya oldu. Bu arada, Genel Sanat Yönetmeni Yardımcısı Kemal Kocatürk Şehir Tiyatroları Yönetmeliği'nin 19-B maddesini açıkça ihlal edip peşpeşe üç oyun yönetince, İŞTİSAN İdare Mahkemesi'nden yürütmeyi durdurma kararı aldı, Kocatürk'ün yönettiği halen devam eden "Yedi Kocalı Hürmüz" durduruldu. Diğer iki Yönetim Kurulu üyesi Ali Taygun'un "Macbeth"i ve Mustafa Aslan'ın "Sultan Gelin"i de benzer bir ihlal örneği. Yuhalanan Genel Sanat Yönetmeni Göreve geldiklerinden beri, kesinlikle sanatçı kadrosuyla muhatap olmayıp otoriter bir yönetim anlayışı benimseyen Nurullah Tuncer ve ekibinin tercihi, en ufak bir muhalefet ya da muhalefet potansiyelini, keyfi teşvik kesme ve figüran olarak görevlendirme yöntemiyle susturmak şeklinde. Aliye Uzunatağan, Macit Koper, Celile Toyon, Erhan Abir gibi pek çok sanatçının teşviği kesilmiştir. Teşviği kesilen sanatçılardan Aslı Seçkin'in İdare Mahkemesi'nde açtığı dava sürüyor.

40

Bugün tiyatrodaki sanatçı ve teknisyen kadrosunun büyük bölümü bu "Ben yaptım, oldu" tavrı karşısında son derece mutsuz. Bu bağlamda Kocatürk'ün Tiyatro..Tiyatro... dergisine (nisan) verdiği demeçler: "Patron kim bunu herkes öğrenecek" ve "Ben devletim, al alabiliyorsan" da düşündürücü,


hatta hazin. Ama Tuncer'in Tiyatro... Tiyatro... dergisine (mayıs) verdiği demeç daha da düşündürücü: "Şehir Tiyatrosu'nun %97'si bize karşıydı". Yönetim Kurulu üyesi seçimine kaçak gibi sahneden gelip oy kullanan Tuncer'in salondaki sanatçılar tarafından yuhalanması da, bunun bir kanıtı, Ne yazık ki bu "karşı"lık, meyveli ağacı taşlamak gibi bir durumdan doğmuyor. Bu arada. Şehir Tiyatrosu tarihinde ilk kez Yönetim Kurulu üyesi seçimine Genel Sanat Yönetmeni ve Yönetim Kurulu'nun başkanlık etmediğini de bildirelim. Tiyatro... Tiyatro... dergisine (mayıs) 11 Mayıs'ın akabinde bir toplantıyla 2 yılın değerlendirmesini açıklayacağını belirten Tuncer'den ise, hâlâ ses çıkmadı. Hukuka Aykırı Başka Olaylar ve Ahbap İlişkileri Yönetmeliğin 4. maddesi tatil kararından (19 Mayıs) en az 15 gün önce yaz oyunlarının ve gelecek sezon oyunlarının tarihlerinin açıklanmasını gerektirdiği halde, Şehir Tiyatrosu'ndan böyle bir açıklama yapılmadı. Genel Sanat Yönetmeni'nin, Repertuvar Kurulu'nun önerdiği oyunlar içinden uygun bulduğu oyunları ve yönetmenlerini Yönetim Kurulu'na önermesini gerektiren 9'uncu maddenin icapları da, iki yıllık süreçte göz ardı edilmiş durumda. Tuncer ve ekibi birinci yıllarında ilan ettikleri 33 oyunun sadece 6'sını sahneledi, diğer 27'sini ise sahnelemeyerek yerlerine başka oyunlar koydu ki, bu da hukuka aykırı.

pe cy a

Kadro iptalleri kadar kadro alımlarında da hukuk gözetilmedi. Yönetmeliğin 19/A/2/C maddesi açıkça "dışarıdaki tiyatrolarda oyuncu olarak başarılarını kanıtlamış" isimlerin alınabileceğini belirttiği halde, çocukluğundan sonra tiyatroyla hiç ilgisi olmamış sinema oyuncusu Perihan Savaş hukuka aykırı olarak önce misafir sanatçı kadrosuna, sonra da A kadrosuna alındı. Oysa, zamanında Mehmet Ulusoy'dan, Ayşe Emel Mesçi'ye, Kenan Işık'tan Dilek Türker'e tiyatroda kendini kanıtlamış pek çok ismin kadro istemleri reddedilmişti. Yeni kadro alımlarında da, örneğin Ezgim Kışlalı gibi önemli roller oynamış ve ödüller almış oyuncular stajyer kadrosuna alınırken, henüz hiçbir önemli rol üstlenmemiş Cengiz Tangör, Aslıhan Kandemir gibi oyuncular doğrudan A kadrosuna dahil edildi. Yönetmeliğin 19. maddesinde açıkça belirtilmesine karşın Tuncer'in fotoğrafçı kızkardeşi de hukuka aykırı olarak sanatçı kadrosundan işe alındı. İlk yıl neredeyse tümden kurum dışı yönetmenlere yönelinmişti. Bu yönetmenlerden Mahmut Gökgöz'ün sahneye koyduğu "Bir Adam Yaratmak" büyük tepki görmüş, Gökgöz'ün ikinci oyunu "Candan Can Koparmak" da Atatürk düşmanlığıyla suçlanmıştı. Perihan Savaş gibi Oya Başar da (ikisi de Kasapbaşoğlu'nun çocukluk arkadaşı), "Yedi Kocalı Hürmüz"ün başrolünü oynamak üzere misafir sanatçı olarak kuruma davet edildi. Buna karşılık Kasapbaşoğlu ve Aslan, Levent Kırca'nın TGRT dizisi kadrosuna girdi. Kocatürk'ün yakın arkadaşları Bora Seçkin ve Nejat Birecik kadroya alındı. Ziya Kürküt ise misafir sanatçı olarak istihdam edildi. Keza "Hırçın Kız"ın başrollerine, oyunculuk eğitimi almış olsalar da tiyatro geçmişleri çok kısıtlı olan Mehmet Ali Alabora ve Meltem Cumbul, "Sultan Gelin"in başrolüne de türkücü Şükriye Tutkun misafir sanatçı olarak alındı. 175'i kadrolu 300 civarında oyuncusu olan bir kurumda bu rolleri üstlenebilecek oyuncu yok muydu yani? Özel bir tiyatronun ticari amaçla star isimlere yaslanması normal sayılabilir ama, ödenekli bir kurumda bunun anlamı ve yeri nedir? Kaldı ki, Cahit Atay'ın "Sultan Gelin"i müzikli bir oyun da değildir. Nitelik Nerede? Şehir Tiyatrosu yönetmeliğinin amaç maddesinde "Türk Tiyatrosu geleceğe yönelik yaratıcı atılımlara önderlik etmek amacıyla kurulmuştur" der. İki yıllık icraata baktığımızda ise nicelik açısından bir sorun olmasa da, nitelik tümden kapı dışarı edilmiş gibi. Ayşenil Şamlıoğlu'nun "Gayrı Resmi Hurrem"i ve Bora Seçkin'in "Trendeki Derviş"i bir yana bırakılırsa, sahnelenen diğer oyunlar hayli ağır eleştiriler aldı. Bu arada Savaş'a, sadece bir söyleşiye katıldı diye misafir sanatçı aylığı ödenmesinden, ayın Tinde ödenen ikramiyelerin ay sonuna çekilmesine (bir ay boyunca nerede muhafaza edildikleri merak ediliyor) ve Yönetim Kurulu'nun maaile gittiği Makedonya turnesinin bütçesinin nereden aktarıldığına kadar pek çok söylenti de ortalıkta dolaşıyor. Bakalım yeni Kültür Daire Başkanı İskender Pala'nın Şehir Tiyatrolarının bu vahim durumu karşısında tavrı ne olacak?©


> Genco Demirer > genco@dg.com.tr

> Mertol Şalt

Kimse Bana

"Besteleme"

pe cy a

Demedi ki!

Ay sonu gelmiş, editörüm yazı bekler, ekstralarımız var "BULUŞAMIYORUZ" da denmez ki? Ama gün geldi Mertol'le kararlaştırdığımızdan tam bir hafta sonra atölyemde buluştuk. Söyleştik. "Buyur Patron, işte yazı": Ne zaman, nasıl başladı bu tiyatroya müzik yolculuğu? 1986'da "Lüküs Hayat'ın birinci senesinin sonuydu. Okulumun İstanbul Üniversitesi'ne bağlanmadan önceki adı Şehir Tiyatrosu Belediye Konservatuvarı'ydı. Okulda yatılı okuyordum ve zorunlu hizmet vardı. Okuldaki öğretim görevlileri sezon sonlarına doğru, tabii o zaman Şehir Tiyatroları'nın düzenli bir orkestrası yok, işi biz öğrencilere paslamaya başladılar, biz de yaza doğru onların yerini markeliyorduk. Mesela ben "Lüküs Hayat'ın başından beri işin içindeyim. Tüm gelişimini gözlemledim. Bu apayrı bir konu tabii. "Şimdiki Lüküs Hayat, geçmişteki Lüküs Hayat." O zaman farklıydı, yaka mikrofonu, orkestra mikrofonları gibi hiçbir teknolojinin kullanılmadığı, orkestrada obuaların, fagotların kullanıldığı bir operetti. Sonra "Keşanlı Ali Destanı" devam etti, "Kuşlar" müzikalinde rahmetli Uzay'ın yerine başladım, sonra Önder Bali zamanla oyundaki şefliği de bana bıraktı. Sonra "Evita", "Resimli Osmanlı Tarihi", "Deli Eder İnsanı Bu Dünya", "Barışa Şans Verin"in ilk versiyonu, "İstanbul'un Gözleri Mahmur" gibi birçok oyunda görev aldım ve bu sırada çocuk oyunları besteciliği başladı. İlk olarak "Sırık Obur Camgöz"ün müziklerini yaptım, daha sonra Naşit Özcan'ın yönettiği "Ne Hepsi Ne Hiçbiri"ni yaptım, sonra evlendim. Orkestra olarak o tarihte tiyatroya iki gelin verdik, tiyatrodan bir gelin aldık... Askerlik problemim çıkana kadar böyle devam etti, sonra 18 aylık askerlik başladı. E, anlarsın ki 18 ay emir komuta zinciri içinde var olunca insan hemen tiyatroya geri gel teklifine sıcak bakmıyor. Biraz serbest çalıştım ama uzaklaşamadım. Eşimin oyunlarına gidip gelmelerin ardından bir baktım tekrar bir çocuk oyunu müziği yapıyorum. "İsli Sisli Pis Puslu"yu yaptım. Bu, müzikal olarak kendimi iyi anlattığıma inandığım bir proje oldu. Dışarıda da tiyatro müzikleri yapmaya başladım. Birçok özel tiyatro ile çalıştım. Ancak hep çocuk oyunu hep çocuk oyunu, bir türlü büyük oyunu müziği yapmak nasip olmamıştı ki " Yedi Kocalı Hürmüz" geldi. Büyük cesaret işi. Bunun hikayesi nasıl, sen başta işi bestelemek üzere girmemiştin değil mi? Evet başta ben Müzik Yönetmeni olarak görevlendirildim. İlk başta Atilla Özdemiroğlu'nun yaptığı bildiğimiz "Hürmüz"ün müzikleri yapılacaktı. Ancak, sonradan anladık ki Atilla Bey müziklerin notalarını arşivine yedeklememiş, notaların Ankara'da Opera'da olduğu söylendi. İş gitgide büyüdü, çünkü tüm oyun müzikleri tekrar Şehir Tiyatrosu Orkestrası'na göre partilenecekti filan falan derken bir de hukuki bir iki problem çıktı ve önümüzde iki yol belirdi; ya oyun oynanmayacak ya da orijinal metin ile sahnelenecek. Biz de reji ekibi olarak orijinal tekst ve Ayfer Feray'ın ses bantlarıyla oturduk, çalışmaya başladık. Oyunun içinde çok fazla halk türküleri vardı, başta türküler bize çok sıcak geldi ama sonradan baktık ki bazı durumları ve anları anlatacak şarkılar lazım. Bu şarkıların bestelenmesine karar verildi ama ben hâlâ oyunun bestecisi değildim. Sonra reji ekibi ile


oraya müzik, buraya müzik derken şarkı sözleri ortaya çıktı. Ben orayı böyle besteledim, burayı böyle besteledim ve kimse bana besteleme demedi. İnsanlar bana soruyorlardı "Tanrım" şarkısı ne olacak, o olmazsa olmaz, ben de korkmaya başladım, büyük bir sorumluluk. "Ben bu bestelerimi insanlara nasıl beğendireceğim? Oyunculara nasıl beğendireceğim?" derken çok gece sabahladım ve okuma provalarına demo'larla geldim. Ve sonunda elimde tekst sınava girmiş öğrenci gibi oyuncuların karşısında; işte size açılış şarkısı diyerek ilk şarkıyı okudum. Ayakta alkış aldı, "tamam, budur" dendi. Hâlâ Müzik Yönetmenisin ama... Evet hâlâ öyle gözüküyordum. Sonra ikinci, üçüncü şarkı, tamam ekip çok beğeniyor ama bu iş dışarıda nasıl tepki alacak, tiyatro çevresi ne diyecek? O durumları anlatan her şey beste oldu, sonra türküler düzenlendi ve sonra "Tanrım" şarkısına geldik. Ben tıkandım. Çünkü bana sipariş gibi geldi, ısınamadım ve yapmadım. Sonuçta öyle bir şarkı yok, "Tanrım" şarkısız ve sadece benim bestelerimden oluşan bir oyun çıktı. Bence bu rejiye daha da uygun oldu. Yani oyuna göre müzik değil de oyundaki yoruma göre müzik yaptın. Evet, zaten bu çok önemli. Yani burada yönetmenle bestecinin aynı bakış açısından olaya baktığını anlıyoruz. Çünkü mesela besteciyi çok özgür bırakan yönetmenler de var ve besteci oyunun yorumundan tamamen bağımsız, uzak işler çıkarabiliyor. Bunlar çok oluyor. Ama bence yönetmenle bir noktadan bakılıyorsa, fikirler paylaşılıyorsa çok başarılı işler çıkıyor. Mesela Naşit Özcan bana "bak burada cas yapacaz, cus yapacaz" derdi, ben anlar, besteler ve getirirdim, o da; "tam isteğim gibi" derdi. Sonra eve tebrik telefonları geldi, çok mutlu oldum.

a

"Yahu burada müziğe ne gerek vardı?" dediğim oluyor bazı oyunlarda, zorlama müzikli oyun olur mu? Benim de aynı şeyi düşündüğüm çok olur. Mesela eşimin oynadığı bir oyunda bu hisse kapıldım, "orada şarkının ne işi var?" Sonuçta oyuncu da biliyor bu şarkının gereksizliğini ama yönetmen istemiş, besteci istemiş ama orada olmamış işte. Bu durumu yaşamak çok kötü bir şey. Mesela Özdemiroğlu'nun bestelediği ve Sevgi Sanh'nın oyunlaştırdığı "Hürmüz"de böyle şeyler çok vardı. Alakasız bir yerde, olmadık bir durumda, birden bir bekçi geliyor, durum ve olayla alakasız bir şarkı söylüyor. Ha bu bana denk gelmiyor mu? Geliyor. Yine "Hürmüz"de hiç istemediğim bir türkü vardı ama ne yaptıysam olmadı, oyun öyle çıktı. Gerçi ben allem edip kallem edip bir alternatifini buldum, sundum ve değiştirdim.

pe cy

Tiyatro Müziği'ni operetlerdeki, baledeki müzikten ayıran özellik ne? Esasında birbiriyle çok bağlantılı, operetlerde yukarıda oynayan insanlar tiyatrocu olmuyorlar, anlatım farklı; birbirleriyle kardeşler ama ayrılar. Operada şiirsel anlatım çok önemli ama tiyatro anı ve durumu anlatıyor.

Philip Glass'ın bir şarkısını evde dinle, bu iş için uygundur de, getir, çal, oyunda kullan. Kısa, temiz ve basit bir yol değil mi? Hazıra konmak bu işte. Adamın neyi düşünerek yaptığı belli olmayan bir müzik. Senin o anında hoşuna gidiyor. Benim kafamda öyle bir projem var aslında. Böyle bir demo albüm yapıp, yönetmenleri pek hazıra kondurmamak için, "bakın bizim böyle müzik yapabilen bestecilerimiz de var, alın dinleyin, isterseniz birlikte oyununuz için geliştirebilirsiniz" demek. Mesela belgesel izliyorum çok sevdiğim bir new age şarkı bir denizaltı belgeselinde, ne alaka! Geçen gün "Amelie" filminin müziği eşliğinde Karadeniz yaylarını izledim televizyonda. Yok artık! Tiyatro Müziği yapmak farklı bir disiplin gerektirir değil mi? Gitar çalan sevgili, nefis Tiyatro Müziği yapar mı? Çok farklı. 1986'dan beri çok farklı bir konumdan tiyatroyu izliyorum. Düşünsene, bir oyun 900 kere oynanıyorsa ben 900 kere onu izliyorum, 900 kere seyirciyi de izliyorum... Mecburen tiyatro kültürün gelişmeye başlıyor. Müzisyen olarak beslenmenin yanısıra Tiyatro Müziği bestecisi bir de çok farklı oyunlar izlemeli ki o yönünü de beslesin. Onun için çok farklı bir yerde bu iş. Sen de bu işi seviyorsun anladığım... Aşığım aşık.


> POLEMİK > Emre Kınay

Ahmet Levendoğlu'na Cevabımdır 14. Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında "Blush" adlı gösterinin çıkışında, fuayede oyuncu arkadaşlarımla aldığımız keyfi paylaşırken Dergi'nizin nisan sayısı için benimle söyleşen Sayın Pınar Erol ile karşılaştım. Bana son sayının ulaşıp ulaşmadığını sordu. Ben de adres değişikliğim sebebiyle elime geçmediğini söylediğimde de Sayın Levendoğlu'nun yazısından bahisle biraz ayaküstü sohbet ettik. Sayın Erol'un da üzüldüğünü anladığım "Su ile Sabun" başlıklı yazısına birkaç gün gecikmeyle de olsa, dergi elime geçince ulaştım ve okudum. Ben de Sayın Levendoğlu gibi şaşırdım, bir daha okudum. Sonra Sayın Levendoğlu'nun aslında anlamadığını anladığım kendi söyleşimi okudum bir kez daha. Sonrasında kendi kendime "cevap vermeye değer mi?" diye düşündüm, sonra Sayın Levendoğlu'nun yazısında "savurduğum okların hedefleri" gibi olmamak için, daha doğrusu, daha beş sayı önce -çok daha önceki yazılarına bakmış olmasına karşın o yazıyı atlamış-yazdıklarını unuttuğunu anladığımdan, uğraşmak için değil ama düzeltmek için "değer" bularak yazmaya karar verdim.

cy a

Öncelikle bu, teybe kaydedilen, tiyatromuzun kulisinde yaptığımız bir söyleşiydi. Yani benim bir makalem değildi. Dolayısıyla evimde, kaynakları elimin altıda bir yazı yazmadım. SÖYLEŞTİM... Dolayısıyla söyleşi esnasında Sayın Levendoğlu'nun yazısı için şu sayıdaki şu yazı diyemedim. Şimdi yazabilirim: Kasım 2003 -136. sayı. Sayfa 29. "Kaç Dizin Var?" başlıklı yazınızdır ilk esef sebebim. Esefle kınama sebebim ise benimle birlikte birçok tiyatrocuyu bir kalemde, bu yazıyla "harcamış" olmanızdır. -Sanırım "harcamak" sizin kullandığınız "giydirmek" deyiminden daha seviyeli oldu-. Hükmünüz oyuncu taifesinin onda dokuzunun asal işini unutması, unutmayanların da görev gereği ya da adet yerini bulsun diye yapmalarıdır. Parantez içinde "zaman zaman da istek ve coşkuyla" ifadeniz çok hoş. Herhalde genellemedim demeyeceksiniz çünkü verdiğiniz oran onda dokuz, geriye bir kişi kalıyor o bir kişi de herhalde siz olmalısınız! (Yani asal iş olarak sadece tiyatro yaparak yaşayabilen kişi anlamında). Gene aynı başlıklı yazınızda "dizin var mı?" sorusu yerini ister istemez "Kaç dizin var?" sorusuna bırakmış... 4-5 dizisi olan oyuncular varmış, diye yazmışsınız. Yazık inanıp köşenize konu etmişsiniz. Böyle bir şey olamaz, olsa da onlar oyuncu değil, Yeşilçam'ın gündelikçi figüranlarıdır ki 4-5 sete gidebilsinler. Zira bu diyalog da geçse geçse figüran kahvelerinde geçer, sizin de yolunuz doğaldır ki oradan geçmez. Demek ki ya siz ya da size anlatanlar biraz mübalağa etmiş.

pe

Bir esef de aynı yazınızın sondan bir önceki paragrafına: Çığrından çıkmışlıkları toplumsal olaylarla örnekleyerek eleştirmenize size hak vererek tümüne katılıyorum (Susurluk-egemenliğin teslimihortumcular) -izniniz olursa tabii- ama aynı paragrafın sonuna, onda dokuz diye oranladığınız oyuncuları dahil etmeniz biraz insafsızlık olmuyor mu Sayın Levendoğlu? Böyle bir şeye hakkınız var mı? Zira bu oyuncuların çoğunun da minibüsü yok kiraya verecek, sizin verdiğiniz örnekte olduğu gibi. Siz nasıl yaşıyorsunuz bilmiyorum ama birçok oyuncunun faturalarını nasıl ödeyeceklerini, kirayı nasıl ödeyeceklerini, nasıl kara kara düşündüğünü biliyorum. İşte tam bu noktada, sizden bunca hakareti, aşağılamayı hak edecek ne söylemişim diye kendi söyleşime dönüyorum. Sizin de adınızın geçtiği paragrafta "Ahmet Levendoğlu'nun yazısını okudum ..." diye bahsettiğim yazınız yukarıda alıntılar yaptığım yazınızdır. Bir konuda haklı olabilirsiniz, o da hangi yazı olduğunun belirtilmemesi. Bu bir söyleşi olduğu için ve ben her ay Tiyatro... Tiyatro... Dergisi ile söyleşmediğimden ve konu başlığının "Beyazcama Taşanlar" olmasından dolayı -herhalde gözünüzden kaçtı- ve sizin söz konusu yazınızın eleştiri merkezindeki insanların "beyazcama taşanlar" olması, size ve okuyanlara bir ipucu verebilir diye düşünülmüştür belki. Ama bu bile size üstü örtülü hakaret etme hakkını vermez. En azından Yayın Kurulu üyesi, yani ev sahibi olarak derginize sorabilirdiniz ki Pınar Erol hangi yazıyla ilgili olduğundan bilgi sahibiydi. Sizi "dolaylı" olarak o paragrafın içinde andım ve esefle kınadım (üzüntüyle eleştirdim: Sözlerin soyağacı Adam Yayınları). "Dolaylı" olarak dedim çünkü bir kısmının öğretmeni olduğunuzu biliyorum. Sizin de bildiğiniz gibi, ülkemizde birbiri ardına her üniversite bünyesinde bir konservatuvar açılıyor. Konya, Erzurum, Mersin, Adana vs. Ve tabii ki özel üniversiteler ve vakıf üniversiteleri. Ve gene bunlar ilk mezunlarını ya verdiler ya da vermek üzereler. Her yıl yüzlerce mezun... Üstelik alelacele açılan bu okullarda da nasıl bir kadroyla eğitim verildiğini de gayet iyi bildiğinizi biliyorum. Tabii bunların her biri ayrı tartışma konusu. Her ne durumda olursa olsun bunlar tiyatro okullarından mezun insanlar, oyuncu adayları. İki büyük, iki küçük ödenekli tiyatro, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen özel tiyatrolar. Ve özeli, ödeneklisi kadro fazlasında. "Beyazcam"dan başka bir seçenek ya da sizin herhangi bir çözüm öneriniz var mı bunca insana? Olmalı çünkü kıyasıya eleştiriyorsunuz. Bu insanlar nasıl yaşayacak, nasıl geçinecekler? Oralardan çıkıp büyük şehir İstanbul'a geldiklerinde bir iki şanslı oyuncunun dışında televizyon ve dublajdan başka şansları var mı? (Bunları yapma şansı bulamayanların sayısının hiç de az olmadığını sanıyorum biliyorsunuzdur). İnsanları tiyatrolardan bu insanlar mı uzaklaştırdı? Bunlar mı kapattı onca sahneyi ya da tiyatro yapabilmeleri için sizler imkân sağladınız da mı onlar bu yolu seçti? Yanlış anlamayın size bir şey sormuyorum ya da yargılamıyorum. Sadece öfkelendiğiniz söyleşimin içeriğini açmaya çalışıyorum daha iyi anlaşılsın diye. Yazınızda gene söyleşimdeki "Bir sürü hoca görüyorum ortalıkta..." diye başlayan paragraftaki kasıt

>44


öğretmenlerinin neredeyse bire bir kopyası olan oyunculardan bahsediyorum. Yok mu birbirinin aynı oyuncular Sayın Levendoğlu? Aynı hocaları gibi konuşan, hatta onlar gibi nefes alan ki o satırın sizinle hiçbir ilgisi yok. Ama başta da belirttiğim gibi söyleşide o kadar çok şeyden konuştuk ki -konuşmadan önce izninizi alamadığım için bağışlayın- teybin deşifresinde anlam atlamaları olmuş olabilir. "Burası Tiyatro, Ayılar Giremez" başlığına gelince; itiraf ediyorum bana da, dergiyi ilk elime aldığımda tuhaf geldi. Ama okuduğunuz yazıyı hangi nefret ve kin duygusuyla okuduysanız maalesef anlamamışsınız. O cümle tamamen bir alıntı. Üstelik bir dönem beraber tiyatro yaptığınız Sayın Haluk Bilginer'in tiyatroda oyunculuğun ne kadar zor bir sanat olduğunu, emek ve düşünce isteyen, sadece insanların yababileceği bir iş olduğunu anlatırken sorulan bir soru üzerine verdiği cevaptan. Yani düzeysizlikle suçlayıp, hakaretle devam ettiğiniz "Varoş ağzı cevheri" bir alıntı. Belki gene anlamamışsınızdır diye söylüyorum bir söyleşiden a-lın-tı. Sizin yaptığınız gibi birine hakaret değil. Benim alıntım da hakaret değil. Sayın Bilginer'inki de sadece sinema ile tiyatro oyunculuğu arasındaki farkı anlatırken yapılmış iyi niyetli bir betimleme. Üstelik çok sevimli bir hayvan olan "ayı" ile yapılan bir " f i l m " üzerine betimleme. Sanırım artık anlamışsınızdır. Bir de Sayın Mustafa Demirkanlı ve Sayın Pınar Erol'a hiç anlayamadığım biçimdeki eleştiriniz. Eğer sizin anladığınız gibi yanlış anlamadıysam, yoğun prova sürecinde olduğunuzdan bu sayıyla ilgili olarak mesai veremediğinizi, bu durum dolayısıyla Sayın Demirkanlı ile Sayın Erol'a "temelsizliği/gerekçesizliği görerek GEREKENİ YAPMASINI beklerdim." cümlesi ile onaylamadığınız ve bir satırında eleştirildiğiniz bir söyleşinin okuyucuya ulaştırılmaması gerektiği dersini veriyorsunuz!!! Belki size itiraf etmesi zor gelebilir, ben size bunun ne olduğunu söyleyeyim: SANSÜRÜ! İnanın bana bu istediğiniz bir kültür dergisi için, benim de tam onaylamadığım, kapak manşetinden daha yakışıksız. Sonuç olarak Sayın Levendoğlu, yazılarınızın hepsini değil ama birçoğunu okudum. Hatta bu yazıyı yazmadan önce sizin de yaptığınız gibi nerdeyse hepsini tekrar okudum.

pe cy a

Üstüne üstlük sizi inandırmak zorunluluğum yok ama göz ucuyla değil satır satır okudum. Ama sizin daha önceden görüş belirtiğiniz konularda, başka kimsenin görüş belirtemeyeceğini bu paragraf dolayısı ile öğrendim. Gene düzeltiyorum "dört sayfa yazı döşenmedim"; söyleştim. Kaç sayfa söyleştik onu bilemiyorum. Hiç kimsenin, siz dahil Sayın Levendoğlu, oturduğu yerden, üst düzey entelektüel tavırlar takınarak, hiç kimseyi küçümsemeye, aşağılamaya, hele üslubuna uydurarak hakaret etmeye hakkı yoktur. Konumunuz ve durumunuz ne olursa olsun. Hele ki o kişi size hakaret etmemişken hiç hakkınız yok. Dergide çıkan söyleşi, bu ülkede sizden başka tiyatro yapan insanların olduğunu kabul ediyorsanız eğer, otuz dört yaşında tiyatroyla yaşayan, eğitiminin ve öğrenciliğinin yaşadığı sürece devam edeceği inancında ve bilincinde, sizin kıyasıya genelleyip eleştirdiğiniz sektörde çalışma nedeni sadece daha iyi şartlarda yaşarken, daha iyi tiyatro yapabilmek olan, bu coğrafyada aktörlük yapması sebebiyle kendince gördüğünü "genel hatlarıyla"sorulan sorulara karşılık verdiği cevaplardan oluşan, gerçekten iyi niyetle ve keyifle yapılan bir sohbetin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu derecede reaksiyon göstererek verdiğiniz tepki haksızdır, adaletsizdir. Hakaret içermediği sürece tiyatro sanatıyla ilgili her konuda eleştiri yapmaya, görüş bildirmeye herkes kadar hakkım vardır. Genel bir değerlendirme ve bazı eleştiriler içeren bir söyleşiyi "gaf" diye nitelemek -en basit tanımıyla- sizi "bile" aşar. Kimsenin beğenmesi amacıyla yapmadığım söyleşimin Sayın Ahmet Cemal tarafından beğenilmesi bana sadece genç bir oyuncu olarak gurur verir. Söyleşimde değindiğim konularla ilgili görüşlerime "uluorta söz söylemek" gibi "düzeysiz" bir tanımlama yapmak yerine, üstüne düşünüp köşesine konu etmesi beni ancak onurlandırır. Sonuç olarak bana bir özür borçlu olduğunuzu düşünüyorum Sayın Levendoğlu. Ama sizin bulunduğunuz "Tanrı'lar katında" böyle bir kavram olduğunu sanmıyorum. Zil çaldı... Ders bitti Sayın Hocam..© Okuduğunuz yanıt yazısında, bir yandan benim etmiş olduğum savlanan "bunca hakaret, aşağılama"dan yakınılıyor, bir yandan "insafsızlık, nefret ve kin duygusu (taşıma), gene anlamamış (olma), oturduğu yerden üst düzey entelektüel tavırlar takınarak küçümseme, aşağılama, üslubuna uydurarak hakaret etme, haksızlık, adaletsizlik, Tanrı'lar katında bulunma vb." türü bana yönelik yakıştırmalar sıralanıyor. Bunu, yazımda "uluorta söz söylemek" diye tanımladığım yaklaşımın türevi sayılabilecek "talihsiz bir çelişki" diye değerlendirip üstünde pek durmadan bir yana bırakabilirim. Ancak "SANSÜRÜ!" yakıştırmasına karşı bir çift sözüm olur: Sansürcülük anlayışıyla bırakın yan yana gelmeyi, ona hep, her bağlamda karşı çıkmış biri olarak derim ki bu ne Emre Kınay'ın ne başkasının hakkıdır ya da harcıdır. "(...) gerekeni yapmasını beklerdim." sözleriyle dile getirdiğim, Kınay'ın ileri sürdüğü gibi "onaylamadığım ve bir satırında eleştirildiğim bir söyleşinin okuyucuya ulaştırılmaması gerektiği dersi" değil, yazımda belirttiğim gibi "Tiyatro... Tiyatro...'nun dayanak/temel aramaksızın sivri dilli eleştiriye, giderek saldırganlığa prim veren, bundan reyting çıkarmayı uman medyamız düzeyine düşmediğine, düşmeyeceğine inanıyor" olmam. Başka deyişle buradaki bakışım "Söz konusu söyleşinin derginin düzeyine denk düşmemesinin baştan ayırdına varılmalıydı." yolludur. Sansürcülüğün karşısında biri olmamdandır ki, dergimizden faksıma Kınay'ın yazısı düştüğünde Yayın Yönetmenimizi arayarak "Yazıyı tabii yayımlamalıyız." diyen ilk ben oldum. Zaten Tiyatro... Tiyatro...'nun yaklaşımı da farklı olamazdı. Ahmet Levendoğlu 45 <


pe cy a > Duygu Atay

> duyguatay@tiyatrodergisi.com.tr

Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi Oyuncuları (BAALOY)

İstanbul'da Gençlik Tiyatrosu da V a r

Şişli Terakki Vakfı tarafından 9 ncusu düzenlenen, İstanbul Liselerarası Tiyatro Yarışması bu yıl da 24-29 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşti. Dereceye giren oyunlara 29 Mayıs Cumartesi akşamı törenle ödülleri verildi. Ben bu yıl katılan okullardan Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi Oyuncuları'nın (BAALOY) sunduğu Yılmaz Onay'ın "Tren Gidiyor" adlı oyununu izledim. Yönetmenleri Ali Kırkar'ın öncülüğünde bu topluluğun tiyatro serüvenini zaten yıllardır biliyordum. Daha önce de bu yarışmaya beş kez katılan ve dördünde ödüller alan topluluk bu yıl da beş ödül birden aldı. Seçilen altı okulun katıldığı yarışmada BAALOY'un kazandığı ödüller şöyle: "En İyi Oyun", "En İyi Oyuncu: Berfu Aydoğan", "En İyi Oyuncu: Tolga Özmaya", "En İyi Övgüye Değer Oyuncular: Şencan Oytun Tokuç ve Berker Pandır" Tren Gidiyor'un kadrosu aşağıdaki isimlerden oluşuyor: Yönetmen: Ali Kırkar, Işık: Özlem Çolak, Dekor: Yalçın Pekvar, Kostüm ve müzik: BAALOY Oyuncular: Senem-Begüm Turgut, Işık-Şencan Oytun Tokuç, Kurter-Tolga Özmaya, Ceyda:Jbid İskenderoğlu, Hurrem-Masis A. Gözbek, İnci-Berfu Aydoğan, Yakup, UstaBerker Pandır, Gülten-Doğa Özgür Kızıl, Cengiz-Serkan Kürkçü, TV Programcısı- Ece Barca, Sevil- Begüm Ucun, Rana-İdil Yücel, Kalfa-Alp Uras Gürsoy, Çırak-Çağatay Koç, CaferUfuk Saim Günay, Öğrenciler-Bardakiler-Gardakiler. Bengisu Ertek, Duygu Cülcüloğlu, Ece Okat, Eda İkikardeş. Ekin Kotan, Elif Sağır, Ezgi Kayanan, Güler Tellioğlu, Hande Mete, Işıl Su Erdoğan, İdil Yücel, Mehtap Ergünöz, Melike Şahin, Melis Cengizhan, Nisan Alıcı, Serkan Kürkçü, Sibel Hodul, Şebnem Yaraç, A. İhsan Eren, Alper Yılmaz. Orkestra: Masis Aram Gözbek, Tarık Can Sılay, Çağlar Tüysüzoğlu, Aren Semirci. Bu okul, 1995-96 sezonundan bu yana her yıl, biri okuldan mezun olanların oluşturduğu


"Tiyatro Karşı Kıyı" adlı topluluğa ait olmak üzere iki oyun sergiliyor. Bu yıla kadar hazırladıkları oyunlar 1995-96 Sermet Çağan'ın "Savaş Oyunu", 1996-97 Lady Augusta Gregory'nin "Kulaktan Kulağa", ortak çalışma olarak "Bir Demet İstanbul" ve "Deniz, 14.00 ve Sen", 1997-98 Aziz Nesin'in "Düdükçülerle Fırçacıların Savaşı", 1998-99 Tamer Dursun'un "Dünyayı Yanağından Öptük", Oktay Arayıcı'nın "Rumuz Goncagül", 19992000 Adalet Ağaoğlu'nun "Evcilik Oyunu", Ray Bradbury'nin "O Güzelim Kaymaklı Dondurma Rengindeki Elbise", 2000-01 Jean Giradoux'nun "Kaptan Cook'un Gezisine Ek", Yakovas Kambanellis'in "Savaş Baba", 2001-02 Güngör Dilmen'in "Midas'ın Kulakları", Erich Kaestner'in "Diktatörler Okulu", 2002-03 Ortak çalışma olarak "Ah Büyükler, Vah Büyükler", Ephraim Kishon'un "Bir Tavsiye Mektubu", (bu oyunla BAALOY, Yunanistan Kültür Bakanlığı'nın davetlisi olarak 2003 Kültür Olimpiyatları'nda Türkiye'yi temsil etti) 2003-04 ortak çalışma olarak "Çürük Elma" ve son olarak Yılmaz Onay'ın "Tren Gidiyor"u. BAALOY, okul olarak değil de kendi içinde bir konservatuvar gibi çalışıyor sanki. Atölyelerinde başta oyunculuk olmak üzere tiyatro tarihi, tiyatro kuramları, diksiyon, dans alanlarında programlı çalışmalar yapıyor, topluluk içi seminerler düzenliyor. Dramaturgi, sahneleme çalışmaları ve topluluğa yeni katılan oyuncuların eğitimi, buradan yetişen mezun oyuncular tarafından yapılıyor. Şaşkın, zavallı, beceriksiz, sorunlu tanımlamalarıyla sık sık karşılaştığımız gençlik, BAALOY Oyuncuları tarafından mercek altına alınmış. Oyunun hemen bütününü kapsayan değiştirmelerle, yeni bir dramaturgiye imza atmışlar. Hemen belirtmeliyim ki, metnin yazarı Yılmaz Onay'ın da, oyunu izlettikten sonra 'onay'ını almışlar. Oyunlarının ana fikrini şu temele oturtmuşlar: "Yukarıdaki tanımlamalarla her çağda yetişkinlerin ağzına sakız olan gençlik, şüphesiz ki"sorunlu" olmaktan zevk almıyor. Öyleyse onları "sorunlu" olmaya iten sebepler olmalı... Peki bugüne kadar gençleri eleştiren ve belki bugünden sonra da eleştirecek olan yetişkinler bu sebepleri gördü mü ya da görecek mi? Hayat akıyor ve yüksek uğultular arasında sessiz çığlıklar yok olup gidiyor. Tren gidiyor... Tren, biz istesek de istemesek de gidecek... Yapılması gereken doğru yönü ve durulmayacak istasyonları seçebilmek...

pe cy

a

Yukarıdaki saptama doğrultusunda oluşturulan dramaturgiye ve oyunun oynanış biçimine bütünüyle katılıyor, Yılmaz Onay'ın bu konuda zaten var olduğunu bildiğim çabasını bir kez daha alkışlıyor, oyunu yeniden yaratan Ali Kırkar ve öğrencilerinin alınlarından öpüyorum. Bizlere bu ülkede GENÇLİK TİYATROSU kavramının ne olduğu ve olması gerektiğini gösterdikleri için, sağ olsunlar.

47 <


a

> Özlem Ovalı

cy

" K a d ı n l a r " a Yolculuk

"Üç Tanıdık Hikaye"

pe

İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi (ÖKM) Sahnesi Eğitim Araştırma Topluluğu tarafından ÖKM tiyatro salonunda sahnelenen ve doğal olarak izleyici profilini üniversite öğrencilerinin oluşturduğu, "Üç Tanıdık Hikaye" adlı oyun, Dario Fo-Franca Rame metinleri üzerine yapılmış bir araştırma sonucu seçilen üç hikayenin birleşiminden oluşur. Üniversite bünyesinde tiyatro ile ilgilenen bireylerin eğitim süreçlerini uygulama alanlarına taşıma ve analiz etme amacı güden ÖKM Sahnesi Eğitim Araştırma Topluluğu, bu araştırma sonucunda "Yalnız Kadın", "Medea" ve "Açık Aile" oyunlarından başarılı bir uygulama sonucu "patriyarkal sistem tarafından kadına ve erkeğe dayatılan rolleri sorgulayan"(1) bir kolaj sergiliyor. Bu oyunlar, farklı toplumsal katmanlar üzerinden, farklı zaman ve mekânlarda "kadınlar"ı merkeze alarak göstermeci bir anlayışla sergileniyor. İlk oyun, projeksiyona yansıtılan "Yalnız Kadın" başlığı ardından Tük Dil Kurumu sözlüğünden alınan "kadın" tanımı ile başlar. Bu yolla, daha en başından izleyici, ironik bir anlatımın ve merkeze alınan konunun içine çekildiği gibi, aynı zamanda resmi olarak kayıtlara geçen ve içselleştirilen "kadın"a bakışına da yabancılaştırılır: 1. Dişi, 2. Erdemleri bulunan anne, 3. Hizmetçi. Ardından başlayan oyun da tüm bu tanımları doğrular bir biçimde, aynı yabancılaştırmayı koruyarak, orta halli bir ailede, sistemin dayattığı roller içinde sıkışmış "yalnız kadın"ın; kocası, tacizci kayınbiraderi, telefon sapığı, röntgenci, genç aşık -çevresindeki tüm erkekler- tarafından kuşatılmışlığını, mizahi bir temelde ele alır. Stilize bir dekorla, iki boyalı pano yardımıyla oluşturulan mutfak ve oda ile belirlenen bir evin içinden "yalnız kadın", karşıya taşınmış yeni komşusuna (bize) hayat hikayesini anlatır. Evlenmiş, iki çocuğu olmuş, tacizci bir kayınbiradere bakmak zorunda kalmış, yaşamındaki memnuniyetsizliği nedeniyle kendine bir alan açmak derdiyle İngilizce öğrenmeye karar vermiş, kocasının lütfuyla eve gelen genç İngilizce öğretmenin kendisine duyduğu "yüce aşk"ın sürüklemesiyle kocasını aldatmış; cinselliğini, kadınlığını keşfettiğini, sevildiği sanmış ama genç aşık da diğerlerinden farklı çıkmamış. Aldattığı kocası tarafından fark edilmiş, intihara kalkışmış, kocası onu "büyük bir özveriyle affederek", "dışarı" ile olan ufak bağlantılarını da kopararak eve, "içeri" kapatmış. Ara ara geçilen bu geçmiş zaman hikayeleri arasında telefon çalar; kadının sesi telefon sapığının fantezi malzemesi olur. Telefon çalar; koca denetler. Kayınbirader klakson çalar; alçıya alınmamış tek yeri olan eliyle "eller", ancak yengesine karşı çok naziktir; izin


ister. Genç aşık kapıyı çalar; ısrar eder. Röntgenci dikizler; kadın şikayet edemez çünkü polis evde "uygunsuz" giyindiği için onu suçlar. Bebek ağlar; süt ister. Telefon çalar; kocasının hamile bıraktığı kızın babası failin karısına (yalnız kadın) patlar. Tüm bu şimdiki zamanla geçmiş hikaye birleşerek bir karabasana dönüşür ve sonunda kadın intiharı düşünürken, ölüm fikri öldürmeye dönüşür ve sahnede küçük çaplı bir katliam yapar: Erkeklere ait iktidar simgesini (tüfek, güç, şiddet) onlara doğrultur. Kadının trajedisi güçlü bir gülmece ile birleşerek oyunla izleyici arasına belli bir mesafe koyar. Böyle yüksek tempolu bir yerden projeksiyonda görünen "erkek" tanımıyla (TDK) ikinci oyuna geçilir: "Medea". Bu oyun, diğer iki oyundan farklı olarak daha dramatik ve trajik bir yapıya sahiptir. Antik Yunan trajedisinin ünlü kahramanı sahnede bu defa "kadın" olarak var oluşunu sorgulamaktadır. Uyarlamada Medea'nın eylem gerekçesi değişmiş, tarihte kadına yüklenen "kutsal anne"lik ve kocanın yasalarla korunan çok eşlilik hakkı tartışmaya açılıp; yasalara, topluma, aldatılmaya karşı salt "kadın" olarak var olma temeline dayandırılmış. "Medea", kocası tarafından terk edildiği gerekçesi ile ondan öç almak için çocuklarını öldüren ananın mitidir. Uyarlama yolu ile "kadın" hem tarihsel hem de "mitsel" olarak tartışmaya açılmıştır. Medea, çocuklarını öldürerek ona yüklenen "anne"lik rolünü de sembolik olarak öldürür. Bu bölümde ışık, sembolik bir anlatım aracı olarak oyuna katılırken, kullanılan final müziği dramatik bir işlevle duyguları coşturucu bir nitelik taşır. Çocuklarını öldürme motifiyle rollerinden sıyrılan Medea sahnede bir embriyo halini aldığı sırada bulunduğu yer karartılırken, sahnenin arka kısmı aydınlatılarak yeni bir doğumu simgeler; ışık burada yeni eşin doğumuna gönderme olarak okunabileceği gibi, Medea'nın rollerinden sıyrılmasıyla salt kadın olarak doğduğu şeklinde de okunabilir.

a

Ardından hızla, projeksiyonda bu defa aile tanımı yapılarak "Açık Aile" hikayesine geçilir. Başlangıçta içine sokulduğumuz gülmece ve tempoya tekrar gireriz. Bu defa yine modern zamanlara dönerek, sözde entelektüel bir kocanın tek taraflı cinsel özgürlük mücadelesine tanık oluruz. Hikaye yine ilk hikayede olduğu gibi geçmiş/şimdiki zaman arasında gidip gelir. Mambretti zamana uyum sağlamak, özgürleşmek adı altında karısı Antonio'ya "Açık" bir "Aile" olmayı teklif eder. Fakat "hiç beklenmedik" bir şekilde kadın tarafı da "açık" olmaya başladığında, bu fikrin hiç de işlemediğini görürüz. Kadın, yalnızca saygı duyulan ve ondan ev ve annelik gerekleri (sözlük anlamına uyumlu olarak) beklenen bir alandan çıkış olarak kocasından daha "üstün" bir sevgili bulduğunda, kocası için tekrar bir cinsel objeye dönüşür. Kendinden daha üstün biri karşısında erkeğin iktidar alanı zayıflamış, açık aile projesi onun var oluşunu tehdit eden bir unsur olarak karşısına çıkmıştır.

cy

Bu üç hikayenin de ortak noktası, iletinin bir neden-sonuç diyalektiği içinde kadınların içinde bulundukları durumlar üzerinden geliştirdikleri sorguluma biçimidir. Kuşatılır, yalnızlaştırılır, aldatılır, yok sayılırlar. Üç hikayenin finali de ölümle biter: "Yalnız Kadın" çevresindeki tüm erkekleri, "Medea" çocuklarını, "Açık Aile"de erkek, varlık sebebinin yok oluşuyla kendini öldürür.

pe

Dario Fo ve Franca Rame gerçek hayatlardan yola çıkarak, Commedia dell'Arte geleneğinden beslenen, oyuncu ustalığının aktarımda temel teşkil ettiği, absürd özellikler içeren, ironi ve mizahla işlenen oyunlarıyla tanınır. Bu nedenle oyunlarından, özellikle oyunculuk yeterliyse, temposu yüksek, izleyiciye fazla boş alan bırakmayan ancak gösterme yoluyla seyircisini düşünsel sürece sokan sahnelemeler ortaya çıkar. İzlediğimiz uygulamada Dario Fo tiyatrosuyla bütünleşmiş tüm bu özellikler, üç oyuna da değişik ölçülerde dağıtılmış durumda. Öncelikle hepsindeki ortak özellik oyuncuların hikayelerini hem anlatan ve hem de oynayan olmaları. Anlatıcı/oyuncu geçişi bir yandan da zamansal bir geçişi de koşulluyor. Bunun gerçekleşmesinde ışığın etkin bir rol oynadığı söylenebilir. Oyunculukta büyük ölçüde -özellikle "Medea" oyununda- Commedia dell'Arte geleneğindeki tipleştirme, oyuncu/anlatıcı geçişinde kendini hissettiriyor. "Medea"nın kendi anlatıcılığından çevredeki kadınların (toplumun) ona bakışını canlandırmaya geçişi bu yolla sağlanmış. Medea, burada genç, yaşlı pek çok kadın tiplemesine girer. Bu yolla toplumun kadına yüklediği misyon vurgulanırken, oyuncu ustalığı gerekliliği, ses ve bedende kendini gösterir; aynı zamanda bu, seyirci üzerinde bir yabancılaştırma sağlar.

İzlediğimiz uygulamada ana metinden çıkarılmış bölümler, sahnede kullanılan projektörle oyunun konusuna daha baştan dikkat çekilmesi; iletiyi tek merkezde toplayarak oyunun takibini kolaylaştırırken, tempoyu da artırıyor. Ancak bu yüksek tempo ve mizahtan "Medea"nın trajedisine yapılan ani geçiş seyircinin dikkatinde ve algılamasında ilk anda bir güçlük çıkarıyor. Aynı zamanda diğer iki oyuna hakim olan gülmecenin dozunun artırılması zaman zaman iletinin onun arkasına düşmesine neden oluyor. İncelikle kurulmuş metin, çeşitli kültürlerde yadırganacak ve kadını yargılayacak durumları ustalıkla dengelerken, sahnelemede kimi zaman abartılı oyunculuk bu çizginin kaybolmasına yol açıyor. "Açık Aile"de erkek, yaptığı esprilerle seyircinin sempatisini kazanırken kadının kocasını aldatması, aslında bambaşka bir temele oturtulmuşken, kadına antipatik bakılmasına neden oluyor. Ancak tüm bunlar, oyunun bütünündeki uyumunu ve tartışılan meseleyi zayıflatmaya yeterli görünmüyor ve ortaya farklı kadınlar üzerinden, hiç yabancı olmadığımız "Üç Tanıdık Hikaye" çıkıyor© (1) İATP Bülteni, İstanbul Üniversitesi Yayınları, sayı: 2002-2003

49 <


> Olivium Sahne

> Nihal Kuyumcu -

a

Yeni Bir Tiyatro Salonu ve

pe cy

"Olivium Sahne Oyuncuları"

Alışveriş merkezleri... Büyük şehirlerde özellikle son yıllarda ailelerin haftasonlarını geçirdikleri, fast food yiyeceklerle öğün geçiştirdikleri, alışveriş yaparak kendilerini iyi hissettikleri, anneye, babaya, çocuklara, kısaca her yaşa ulaşan, daha doğrusu oraya gelen her yaştaki insanı tüketiciye dönüştürmeyi amaçlayan mekânlar. Var olma gücünü "satın al, mutlu ol, satın alabildiğin ölçüde varsın, satın al kendini daha iyi hisset" gibi gizli sloganlardan alan bu mekânların her bir köşesi bir şekilde bunları hissettirecek şekilde düzenlenmiş. Zeytinburnu Olivium Alışveriş Merkezi de böyle bir mekân. Ancak böyle bir dergide bir alışveriş merkezinin yer alması sevgili okuyucuyu şaşırtabilir. Biz bu merkezde yeni açılan tiyatro salonundan söz edeceğiz. Alışverişe gelenlerin tiyatroya girmesi mi yoksa tiyatroya gelenlerin alışveriş yapmaları mı, hangisi ağır basacak, zaman içinde göreceğiz, ancak her iki olasılıkta da bir şekilde yol tiyatrodan geçecekse, üstelik bu Zeytinburnu gibi çarpık kentleşmenin en yoğun yaşandığı, bir zamanların varoşu sayılan bir bölgesinde olacaksa neden sözetmeyelim dedik ve sayın Şakir Demirpehlivan ile bu konuda konuştuk. Ne dersiniz Sayın Demirpehlivan bu merkezlerde yer alan tiyatro salonları tiyatromuza yeni seyirciler kazandıracak mı? Hızlı yaşıyoruz, hızlı yaşantılara zorlanıyoruz. Acelemiz var. Tüm ihtiyaçlarımızı en kısa zamanda, en pratik şekilde karşılamak istiyoruz. Alışveriş merkezleri sizde olumsuz bir çağrışım yapsa da, bu hızlı yaşantının zorunlu bir sonucu. Markete, kuaföre ayrı gitmeye, semt semt mağaza gezmeye ayıracak hiç vaktimiz yok. Hepsinin topluca bir arada bulunduğu yerleri tercih ediyoruz artık. Alışveriş merkezlerinin yalnızca fiziksel ihtiyaçlarımızı gideriyor, hatta mal ve hizmetlerin sunumundaki kışkırtıcılık nedeniyle sanal ihtiyaçlar yaratıyor olduğu da düşünülebilir... İşte tam bu noktada Olivium Alışveriş Merkezi'nde, birçok merkezde ihmal edilen, yok sayılan kültürel ihtiyaçlarımızı gidermek, günlük koşuşturmacanın içinde kendimizle başbaşa kalabileceğimiz, soluk alabileceğimiz alanlar yaratmak adına Olivium Sahne Oyuncuları sahnesini açtık. Bugün tiyatro; hızlı ritmimize uygunluğu, erişebilirliğinin rahatlığı ve kolay algılanabilir özellikleriyle televizyon ve sinemaya rekabet etmekte zorlanıyor. Zamanlarının çoğunu televizyonun karşısında ve alışveriş merkezlerinde geçiren insanlarımızı tiyatro kazanmalı diye düşünüyoruz ve kazanacağına inanıyoruz... Olivium Sahne Oyuncuları, kendilerine ve çocuklarına özel zaman ayırmakta zorlanan ebeveynlere, alışveriş yaptıkları mekânda çocuk ve yetişkin oyunları gibi nitelikli seçenekler sunuyor. !


Bildiğim kadarıyla başka birkaç alışveriş merkezinde daha tiyatro salonu var. Sizin Olivium'u tercih etmenizin özel bir sebebi var mı? İstanbul'da sadece Profilo Alışveriş Merkezi'nde tiyatro salonu var. Bildiğim kadarıyla sahnemiz İstanbul'da alışveriş merkezlerinde yer alan ikinci sahne. Olivium diğer alışveriş merkezlerinden farklı olarak bir outlet merkezi; İstanbul'un farklı bölgelerinden ziyaretçilerin bir araya geldiği bir mekân. Üstelik de Zeytinburnu gibi yoğun göç alan, büyük şehirde taşra hayatının sürdürüldüğü, İstanbul'un kültürel nimetlerinden neredeyse hiç yararlanılamadığı bir yer. İşte bu yüzden, geniş bir seyirci profiline sahip olacağımızı umarak sahnemizi Olivium'da açmayı tercih ettik. Profesyonel oyuncu kadromuzla, yetkin sahne arkası ekibiyle çıkaracağımız nitelikli oyunlarla, hem ilk kez tiyatro izleyecek insanları kazanmak, hem de var olan tiyatro etkinliklerini takip eden seyirciler için yeni bir seyir yeri yaratmayı hedefledik. Bir salondan bahsediyoruz. Şunu merak ediyorum; Olivium Alışveriş Merkezi'nin mimari projesinde tiyatro için ayrılmış özel bir alan mı size tahsis edildi? Ne yazık ki hayır. Mağazalar, fast food katları, sinemalar mimaride düşünüldüğü halde tiyatro sahnesi ihmal edilmiş. Zamanla yönetim tarafından bunun eksikliği hissedilmiş. Tiyatromuzun da yerleşik bir salona ihtiyaç duyduğu bir zamanda Olivium yönetimiyle tanışmış olmamız büyük bir şanstı. Daha önce restoran olarak kullanılan 368 metrekarelik bir alanı bir ay gibi kısa bir dönemde tam donanımlı ışık ve ses düzenine sahip, 200 kişilik bir tiyatro salonuna dönüştürdük. Uzun süredir tiyatro salonları kapatılıp pasajlara ve restoranlara dönüştürülüyordu. Sizse bunun tam tersini yapmışsınız. Bu belki kapanan tiyatroların tekrar açılması için teşvik edici bir örnek olabilir. Peki siz kimsiniz. Sahne Oyuncuları hakkında bilgi verir misiniz? Sahne Oyuncuları 1987 yılında İzmir'de kuruldu. O zaman tüm kadrosu 9 Eylül Üniversitesi GSF Tiyatro Bölümü mezunlarından oluşuyordu. İzmir'de etkinliklerimiz devam ederken, 1994 yılından itibaren de Akatlar Kültür Merkezi'nde İstanbul seyircisiyle buluştuk. Bugüne kadar 200'ü aşkın sanatçının görev aldığı 36 çocuk oyunu ve 11 yetişkin oyununa imza attık. Yaz aylarında da tiyatro izleme olanağı bulamayan bölgelere turneler düzenliyoruz. Bu yıllar içerisinde birçok kurumun (T.C. Ziraat Bankası, T. Halk Bankası, Yeni Asır Gazetesi, Gazete Ege, Beşiktaş Belediyesi...) tiyatro yapımcılığını da üstlendik. Halen Pınar Gıda Grubu adına, 16 yıldır çocuk tiyatrosu çalışmalarını başarıyla sürdürüyoruz. Aynı zamanda 10 yıldır, alanında uzman akademisyenlerle birlikte 7-12 yaş grubu çocuklarla yaratıcı drama çalışmaları yapıyoruz. Çocuklarla yapmış olduğumuz çalışmalar bizi dinamik kılıyor.

pe cy

a

Çocuklarla ve çocuklar için yapılan çalışmalardan bahsediyorsunuz. Peki Olivium'daki salonunuzda bu alanda neler yapmayı planlıyorsunuz. Sahnemizi 13 Mart 2004'te çocuklar için hazırladığımız, William Shakespeare'in "Fırtına" adlı oyunuyla açtık. Zeytinburnu halkının tiyatroya ilgi göstermeyeceği söylendiği bir zamanda, salonu dolduran küçük seyircilerin ilgisi, benim ve ekibimin ne kadar isabetli bir seçim yaptığımızı bize kanıtlamış oldu. Bu sahnede bugüne kadar haftasonları oynadığımız çocuk oyunlarının hepsi ve turneye gelen tiyatroların yetişkinlere yönelik oyunları da aynı ilgi ve heyecanla karşılandı.

Peki yeni sezon için neler planlıyorsunuz? Yeni sezonda çocuk oyunlarına devam edeceğiz. Akşamları ise yetişkinler için dört ayrı projemiz var. Repertuvarımızı temmuz ayında açıklayacağız. Ama şimdiden "Her çocuk tiyatro izleyecek" kampanyası başlatacağımızı, gençlik matineleri, dinletiler, paneller, söyleşiler ve halk günleri düzenleyeceğimizi söyleyebilirim. Ayrıca şunu da eklemek istiyorum; kendi salonumuz olmadan önce biz de diğer tiyatro grupları gibi benzer sıkıntılar çekiyor, onlarla dertleşip, bu soruna ortak bir çözüm bulmaya çalışıyorduk. Artık bir salonumuz var; basın yoluyla yaptığımız duyurulara rağmen, salon sıkıntısı çeken tiyatro gruplarının çok azı bizle ilişkiye geçti. Sizin aracılığınızla tiyatrocu meslektaşlarımıza ve sanatseverlere bu salonun hepimizin olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim© İletişim Telefonları: 0 212 547 31 00/0 212 547 57 27 e-mail: sahneoyunculari@yahoo.com

51


> Havelaar Festivali afişi/"Zeus'un başlığı Marakko'da."

a

> Emine Özacar

pe cy

Özgürlük Gününde

Kültürler Arası

Bir Buluşma

Amsterdam halkı her yıl Hitler faşizminden kurtuluş günü olan 4-5 Mayıs tarihlerini düzenlenen festivallerle kutluyor. Oud-West Belediyesi, Gençlik Merkezi Alhorn, Tiyatro Akademisi, Havelaar Halkevi'nin düzenlediği Havelaar Festivali'ne destek veren kurumlar. Festival'e birçok ülke sanatçısından da destek veriliyor. Türkiye'den Kavimler Kapısı Atölyesi ikinci kez oradaydı. Festival'in tarihinin 4-5 Mayıs günleri olarak belirlenmesine rağmen, Festival, zaman olarak yaklaşık bir haftayı kapsıyor. 30 Mayıs'ta Amsterdamlılar bütün gün "Kraliçe Günü"nü kutluyorlar. Tatil olan bu günde herkes sokaklara çıkıyor. Sokaklarda bütün halkın katıldığı kermesler düzenleniyor. Şehrin en büyük parkı olan Vondelpark'ta, çoğunluğunu çocukların oluşturduğu müzisyenler konserler veriyor, dansçılar danslarını sergiliyorlar. Gün sonunda küçük sanatçıların gösteriyi izleme ücreti için koydukları para kutuları dolmuş oluyor. 30 Mayıs ve Havelaar Festival'i kendiliğinden birbirine bağlanmış oluyor. Kendinizi Kalbinizle Yönetin Festival 2 Mayıs'ta palyaçoluk üzerine çalışan Rene Kress önderliğinde bir sokak yürüyüşü ile başladı. Herkesin içinde var olan palyaçoluğu sokak yürüyüşünde ortaya çıkarmayı amaçlayan Kress'e İtalya'da kurduğu bir palyaço okulu olan Global Clowns'da eğittiği öğrenciler ve İzmir'den gelen tiyatro grubu eşlik e t t i . Rene Kress, sokak yürüyüşünden önce, Havelaar Halkevi'nde Kavimler Kapısı Atölyesi oyuncuları ile bir atölye çalışması yaptı. Atölye çalışmasını vücut perküsyoncusu Tugay Başar vücut masajı ile başlattı. Bu, insanın kendi bedenini tanıması ve kendi bedeni ile müzik yapması üzerine yapılan bir çalışmaydı ve Kress'in insanların kendilerine bakmaları, kendilerini tanımaları üzerine yaptığı çalışmaya ön ısınmayı oluşturuyordu. Kress çalışmasını "kendinizi kalbinizle yönetin" düşüncesine dayandırıyordu. Kendi yazdığı şiirini, geçtiği Amsterdam sokaklarında insanlara okuyarak onları da kendilerini kalpleri ile yönetmeye davet e t t i . Yürüyüş için seçtiği alanlar; parklar, farklı sınıflardan insanların oturduğu sokaklar, ki bunlardan biri polis komiserinin evinin olduğu sokaktı ve çay bahçeleriydi. İnsanların içlerindeki ölmeyen çocuğu tutsak etmemeleri, bu çocukluğun hangi durumlarda olursa olsun açığa çıkmasını


da hedefleyen yürüyüşte Kress, tahta atı ile lakabı olan Don Quıjote gibi arkasında çocukluğunu serbest bırakmış bir sürü insanla birlikte dolaştı. Bugüne kadar birçok ülkede sokak yürüyüşleri yapmış olan Rene Kress ortak çalışmaların önemini vurguluyor ve: "Don Quıjote'u yazan Cervantes hücresinde önce Nasrettin Hoca'yı okudu sonra Don Quıjote'u yazdı. Benim Nasrettin Hoca'lara ihtiyacım var" diyor. Festival'de gösterilerin yanında farklı alanlarda work-shoplar da düzenlendi. 3 Mayıs'ta Festival kapsamında Tiyatro Akademi Okulu doçentleri. Kavimler Kapısı Atölyesi öğrencileriyle "bulunulan mekândan yola çıkarak tiyatro yapılması" üzerine bir work-shop çalışması yaptılar. Bu çalışma, Türk tiyatro öğrencilerinin ve Hollandalı eğitmenlerin buluşması ve iki kültürün bulunulan mekâna bakış açılarının karşılaştırması bakımından önemli bir çalışmaydı. 4 Mayıs'ta Gençlik Merkezi'nde, Kavimler Kapısı Atölyesi, Şihali Yalçıner tarafından yönetilen "Kazandibi Orkestrası"nı sergiledi. İnsanın insanı kıskanması, insanı kıskanan insanın toprağını kıskanması, toprağını kıskanan insanın savaşmaya başlamasını anlatan oyunda kıskançlık anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışıldı. Oyunda kazanlar, güğümler kap-kacaklar müzik aletlerini oluşturuyordu. Halkevinin İşlevi Nedir? Havelaar Halkevi Amsterdam'da bulunan 60 halkevinden biri. Halkevinin amacı ayrıcalıksız insanlara yardım edebilmek ve hayatlarına bir biçim kazandırmak. Ayrıcalıksız insanlar arasında düşük eğitim alan insanlara, fazla oyun alanı bulamayan çocuklara, Hollanda'ca öğrenmek isteyen yabancılara ve yaşlılara hizmet veriyor. Bu grupların aynı çatı altında olmasının sebebi sürekli bir etkileşim içinde olabilmeleri ve bu yolla kaynaşmalarını sağlamak. Özellikle çocuklar için yapılan çalışmalar ayrı bir önem taşıyor. Havelaar Halkevi, Kees Buizer'in yönetiminde, 24 yıllık düşman işgalinden kurtuluşun ikinci günü olan 5 Mayıs'ta Havelaar Festivali'ni düzenliyor. Festival yerel yönetim ve devlet tarafından da destekleniyor. Festival'in belirlenmiş iki konsepti var: Anti-faşizm konulu bir sergi mutlaka yapılıyor. Bu sene bir fotoğraf sergisi düzenlenmiş. Serginin konusu "Amerikan Askerlerinin İkinci Dünya Savaşı'ndaki Özel Rolü". Sergi boyunca ziyaretçiler bu konuda özel bilgisi ve tecrübesi olan insanlardan bilgi alabiliyorlar. İkinci konsept ise; şehrin ülkeyle tanışması ve ülkenin şehri tanıması.

cy a

Festival günü Halkevi'nin bahçesinde Hollanda'da yaşayan çeşitli halklar kendi geleneksel yiyeceklerini satıyorlar. El sanatları çalışmaları sergileniyor. Festival kapsamında tüm dünyaya dair bir tanıştırma çalışması olarak "sportmen ticaret" adı altında düzenlenen kermeste, üçüncü dünya ülkelerinde yapılmış olan ürünler sergileniyor ve satılıyor. Bu ürünlerin iyi koşullar altında üretilmesi, yani çocuk emeğinin sömürülmemesi ve sosyal haklarından mahrum olan insanlar tarafından üretilmemesi gerekiyor. Festival'e katılacak sanatçıları ve grupları Kees Buizer davet ediyor. Katılımcıların farklı kültürleri tanıtmasının yanında kaliteli işler olmasına özen gösteriyor. Festival için 7 bin Euro'luk bir bütçe ayrılıyor. Bu bütçe ile katılımcıların yol ve konaklama masrafları karşılanıyor. Festival'e izleyici olarak katılanlar hiçbir ücret ödemiyorlar ve istedikleri etkinliğe aktif olarak katılabiliyorlar.

pe

Festival etkinlikleri: Karaipler'den bir salsa dansçısı, Beatles'in şarkılarını çalan bir grup, erkek bir göbek dansçısı, Rock'n Roll söyleyen bir grup, özellikle buluğ çağındaki gençlere hitap eden bir moda şovu, çocuklar için özel bir kermes, Hollanda halk dansları yapan yaşlılardan oluşan bir ekip, farklı ülke çocuklarının oluşturduğu ve eğitimcileri Türk olan Amsterdam Müzik Okulu grubu ve Kavimler Kapısı Atölyesi oyuncularıydı.

Clobal Clawn Okulu'nun öğrencilerinden biri.

23 Nisan Çocuk Bayramı'nda Nesin Vakfı'nda bir gösteri yapan Rene Kress bu sene Esos Festivalinde Ankaralılarla bir yürüyüş yapacak.

53


Kavimler Kapısı İki Yıldır Festival'e Katılıyor Kavimler Kapısı Atölyesi, İzmir-Bornova'ya bağlı Karaburun'da küçük bir köy olan Ambarseki'de Şihali Yalçıner tarafından eski bir zeytinyağı fabrikasından dönüştürülerek kurulmuş bir tiyatro okulu. Yazları üç ay boyunca gençler bu okulda komün halinde yaşıyorlar. Farklı ülkelerden gelen, farklı disiplinlerde çalışan eğitmenler hiçbir ücret talep etmeden okula destek veriyorlar. Amsterdam Tiyatro Okulu'ndan mekân ve oyunculuk üzerine çalışmalar yapan Bruin Otten, 16. yüzyıl palyaçosu üzerine 30 yıldan fazla zamandır çalışan Rene Kress, doğaçlama tiyatro üzerine çalışan Mirjam Dirks, Hoolwood'da uzun yıllar oyunculuk yapmış David Bower şimdiye kadar bu okulun çalışmalarına destek vermiş dünya sanatçılarından bazıları. Kavimler Kapısı Atölyesi bir Hindistan çocuk oyunu olan "Küçük Karabalık" adlı oyunu sahneledi. Oyunda küçük bir derede yaşayan küçük karabalığın derenin dışında yaşamı merak etmesi ve sonu belli olmayan bir yolculuğa çıkması Türkçe-İngilizce olarak hikaye ediliyor. Daha çok görselliğin ön plana çıkartıldığı oyuna çocuklar kadar büyükler de ilgi gösterdiler.

pe cy

a

Şihali Yalçıner bu buluşmaları desteklemeye devam edeceklerini söylerken başka bir konunun altını çiziyor: "Bu Festival'de bir gençlik merkezinin ne gibi işlerle uğraştığını gördük, sokak yürüyüşü ile sokakları tanıdık, farklı disiplinlerde çalışan sanatçıların çalışma yöntemleri üzerine bilgi sahibi olduk. Bunun gibi özgürlük günleri enternasyonalist yapıda kültürel buluşmalar şekline dönmeden dünya bence büyük belalardan kurtulamayacak."©

"Küçük Karabalık" oyununu küçükler kadar büyükler de ilgiyle izlediler. Oyun Türkçe-lngilizce gösterildi.

tiyatro

Şimdi abone olun, yeni sezon için 2 tiyatro bileti kazanın Ekim'de yayında olacak www.tiyatrodergisi.com.tr'de yer alan 15 yıllık arşive ücretsiz ulaşın.

Abone ücretini, isterseniz derginiz geldikçe tek tek ödeyin. Abone olmak çok kolay. 0212.210 0 110 ya da www.abonet.net >54


> TİYATROCA DÜŞÜNMEK > Haluk Şevket Ataseven

Bir Oyunun Oyuncuları Dram sanatları içinde en etkin sanat tiyatrodur. Tiyatro sanatını beynimizden silmek istersekte o, bedenimizin diğer organları gibi buna izin vermeyecektir. Ne var ki bütün yaşam boyu beraberliğini sürdürecek olan tiyatronun da kendine özgü birtakım hataları olacaktır. Amaç bu hastalıkları giderici sağlıklı işleyen bir yönteme gereksinmemiz vardır. Bu yöntem hangi kanallardan geçer, hangi kanallarda anlam kazanır. Ayağınız uyuşunca nasıl görevini yapamaz hale gelince, beynin uyuşması da aynı ayak uyuşması gibi görevini yapamaz hale gelir. Ve bu durum düşünce zafiyetine uğramış, artık tutar yeri kalmamış ve düşünce yetisini kaybetmiş bir toplumun geriye sadece çöküntüsü kalmıştır. Bunların adını (Düşünme Zafiyeti) ve (Uyuşmuş Beyinler) koyabiliriz. Öncelikle birbirlerinden kopuk yaşayan sanat dallarından her birinin kendi özgün yapılarıyla sağlıklı ilişkiler kurmak ve bu ilişkileri yaşama geçirmek asal bir düşünme biçimidir. Sadece düşünsel değil, duyarlı insan olmakta, birtakım davranış ve eylem biçimini de gündeme getirebilir. Nasıl bir toplumda açık rejim, kapalı rejim varsa, bütün onlarla eşgüdüm içinde tiyatro sanatında da kapalı tiyatro açık tiyatro rejimi var demektir. Bizler bunları en uzak geçmişle, en yakın geçmiş arasında değerlendirebiliriz.

pe cy

a

En uzak geçmiş etik bir alanı, en yakın geçmiş ise estetik bir alanı tartışma alanına getirmelidir. Ayrıca bu mantıktan yola çıkarak geçmiş ve geleceği (burada-şimdi) potasında kaynatarak sanat dünyasına alabiliriz. Yani Deney/Yanılma, Neden/Sonuç, Ve Uyum/Denge... Bir oyuncunun iç dünyası ile dış dünyası arasında oluşan biçim, kendini zamansal ve mekânsal bir hıza ulaştırır, burada her şey, biçimle başlar ilişki kurduğu her nesneye kendi biçiminide katarak özgün olanı yeniden yaratmaya çalışır. Oyuncu burada nesnenin doğal biçimiyle, oyuncunun yaratıp ona kattığı biçim arasında bir oluşum başlar, bu da biçime biçimle varılır, varsayımsal önerisini gündeme getirir. Burada herşey biçimle başlar, biçimde biter. Ve oyuncu bu biçimlerin düzeyinde ona kendi özelliklerini de katarak doğada olmayan yeni bir nesne/biçim'ide doğaya katmış olur. Bu kısa yaklaşımlardan sonra yine kısaca yöntem üzerinde duralım. Üç bin yıllık bir geçmişi olan tiyatro sanatı çalışmaları yönlendirmek için (Canlı Eylemler Müzesi) adını kullanabiliriz... Bunu bir soru olarak ele alalım. Ama yine de bunlara yanıtı gösterim alanı uygulamaları

verecektir.

Öncelikle üniversitelerimiz, yüksek okullarımız ve onlara çalışma süreci içinde duyguların estetiğini seyredip seyrettiren konservatuvarlarımız ve onların yetkin öğrencileri... Bu yöntem içinde ilk uygulanacak çalışmalar yine süreklilik üstüne olmalıdır. Çünkü süreç içinde çalışma tiyatroyu güçlendirip bu gücü insanın tarihsel ve estetik görünümüne katmak anlamına gelir. O zaman yeniden duygu ve düşüncelerle donanımlanmış kültür, kültür üstüne bina edilmiş, çağımızın oyuncusunu hep birlikte arayalım. Belki biraz daha görünen köy kılavuz isteyecek ama, ondan sonra nesneler dünyası kavramlar dünyasına dönüşecektir. Gereğine göre ilk elde seminerlere katılacak olan yüksek düzeyde okulların ve konservatuvarların hazırladıkları bildirgelere dayanarak (Canlı Eylemler Müzesi) faaliyete geçebilecektir. Müze, yani eskinin yeniye yansımış hali... Artık insan varlığı maddenin bir başka boyutta oluşan bilimsel

ve sanatsal görünümünü değiştirmiştir. Böylece yaşama güç veren yaşamı yücelten ancak zihnimizdeki soyut ve genel tasarımlardır. Bu nedenlerden ötürü, 2 1 . yüzyıl nasnelerden kavramlara geçiş yüzyılı olacaktır. Bu da yeni kavramların yeni boyutlar kazanarak tiyatro sanatını yaratıcı kılacak ve bilinenden bilinmeyene seslenecektir. (Beni duyuyor musun eylemlerin bilinci, yaşam boyu sende olan ne varsa, onlar sende kalsın, yalnız bana insanı bırak) Nasıl ki insan bedeni yaşamını sürdürecek organları taşıyorsa, bunlardan birisi de tiyatrodur. Tiyatro sanatı yapısı gereği herkeste başka özellikler gösterir ve diğerlerinin taşıdıkları o kendilerine özgü tiyatrolarına benzemezler. Bu demektir ki varlığımda taşıdığım tiyatro, benim kimliğim, kendimi ifade gücüm, her konuda yaratıcılığım, zaman ve mekân arasındaki eşgüdümdür. Ve herkes kendi varlığında taşıdığı tiyatronun sahibi, yönetmeni, oyuncusu ve seyircisidir. Çok genç bir ulusuz, gençler sadece, hiç değilse yetenekleri düzeyinde olanakları olanların, yardımlarını bekliyor. Bugün için Türkiye tiyatrosu belli bir yetenekler düzeyindedir. Kısa zamanda o çizgiyi de aşacaktır. Artık genç sanatçılar sanatsal bir örgütlenmenin kapısındadırlar. Sanatın evrenselliği ve derinliği üzerinde Şayna ne diyor: Hiç bir şey, hiç bir yerde, hiç bir zaman. >55


> Murat Gökçer/Trabzon D.T. Sanat Yönetmeni

> Mustafa Demirkanlı

a

> mdemirkanlı@tiyatrodergisi.com.tr

pe cy

Trabzon'da

Tiyatro Yapmak

Türkiye'nin bir diğer ucunda, Trabzon'da "Karadeniz'e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Buluşması" yapılır yıllardır, ben ilk kez fırsat bulup izleme olanağı buldum Buluşma'nın beşincisini. Trabzon'a, Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun davetlisi olarak ikinci gidişimdi, daha önce sanırım 1998'de gitmiştim. Bu kez havaalanına iner inmez bir şok haberle sarsıldık. Trabzon Vali'si Aslan Yıldırım ile D.T. Genel Müdür Yardımcısı Tamer Levent arasında tartışma ve itişme yaşanmış. Duymuştum, Trabzon Valisi geçen yıl da benzer bir olay çıkartıp, açılış konuşması yapmayı nezaket kurallarının dışında bir biçimde reddetmişti. Anlaşılan, değil festival, tiyatronun kendisine toptan karşı çıkan bir Vali. Bunu anlamak kolay da, kabul etmek pek o kadar kolay olmuyor. Olayın detaylarını Cengiz Korucu'nun yazısında göreceksiniz ben burada sadece şuna değinmek istiyorum. Olaydan bir-iki saat sonra karşılaştığım Tamer Levent'in, Vali'nin iddia ettiği gibi değil sarhoş olması, içkili olduğunu bile söylemek mümkün değildi. Bunu kesin ifadelerle kullanıyorum, çünkü Tamer Levent'in içkili halini de bilirim. Gördüğüm Tamer Levent, olsa olsa bir önceki akşam bir iki duble bir şeyler içmiştir, gelen konuklarla birlikte. Beni esas meraklandıran Trabzon halkının ne düşündüğü idi. Olaydan sonra, ertesi günü yerel ve ulusal basının tamamı bu olaya yer vermişti. Yerel basını tanımak bu olayın haberlerini izlemek kadar basitti, kim neyin peşinde hemen anlaşılıyordu, yani haberlerde "haber unsuru" hemen hemen hiç yoktu. Ama, halkın ne düşündüğü daha önemliydi, hem de bu kadar bonbardımandan sonra. Konuştuğum insanları, genellikle esnaftan seçmeye çalıştım, öğretmen, memur gibi bir iki kişiyle de konuştum. Hemen hemen tamamı Vali'yi suçluyorlardı. Hele biri, bir ayakkabı boyacısının anlattıkları tüm anlatılanların anafikri gibiydi; Trabzonlu yurttaş aynen şunları söyledi: "Bu Vali Trabzon'un düşmanı mı ki bunları yapıyor? Burası bacasız bir sanayii, burada fabrika yok, önemli kazancımız turistlerden oluyor, tiyatrocular da her yıl burada festival yaparak 250-300 yabancı insanı


konuk ediyorlar, onlar gezip dolaşıyor, alıveriş yapıyorlar, gittiklerinde ülkelerindeki insanlara anlatıyorlar, yeni turistler geliyor. Tiyatrocu içki de içer, bu onun işi, yabancı misafirlerine 'ben içmiyeyim' mi deseydi? Bu yakışık alır mı? Vali ne karışıyor ki onun içkisine?" Diğer konuştuğum insanlar da üç aşağı beş yukarı benzer şeyler söylediler. Anlaşılan, Trabzon'a atanan Vali, Trabzon halkının çok gerisinde kalmış. Neyse ki, olaydan bir iki gün sonra yaş haddinden emekliye ayrıldı da Trabzonlu da kurtulmuş oldu. "Siyaset-Bürokrasi Neden Sanata Karşı?" adlı bir dosya hazırlamamız, kültür ve sanatın ülkenin gelişmesindeki rolü ve önemini bir kere daha ülkeyi yönetenlere aktarmamız gerekiyor. İşe yarayacaksa bir kere daha böyle bir uğraşa gireriz. Trabzon'da Tiyatro Yapmak Trabzon'da kaldığım 3 gün boyunca bol bol konuşmaya çalıştım, hem Devlet Tiyatrosu çalışanlarıyla hem de Trabzon'da özel tiyatro yapmaya çalışan Necati Zengin'le. Öncelikle şunu bütün samimiyetimle belirtmek isterim ki Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda müthiş bir kadro var. Hem oyunculukları hem de olaylara yaklaşımları ve geleceğe bakışları beni bir kere daha şaşırttı. İstanbul, Ankara gibi illerdeki oyuncuların ataleti, adamsendeciliği hiçbirinde yok, hepsi mesleklerini seviyor ve inanması çok zor ama geleceğe umutla bakıyorlar. Öncelikle, Trabzon Devlet Tiyatrosu Müdürü Murat Gökçer'le sohbet ettik. Murat'la zaman zaman telefonla konuşuyorduk ama ilk kez Trabzon'da yüz yüze geldik. Dinamik, oradan oraya koşturan bir adam: Lojmanındaki köpeği, genç oyuncu arkadaşları, bürokrasi, festival hazırlıkları, web sitesinin güncellenmesi ile günlerinin nasıl geçtiğini anlamayan biri yani. Trabzon'a bir yıllığına gelmiş, ikinci yılını "bitirmek üzere, kendi yakında döneceğim diyor ama kovulmazsa pek de dönecek gibi görünmüyor. Murat Gökçer, 33 yıllık sanatçı, önce baletlik yapmış, Sait Sökmen'in kurduğu Dans Tiyatrosu'nda görev almış, ama çocukluğundan beri içinde var olan tiyatrodan uzaklaşamamış, 1983 yılından beri de tiyatroda. Ankara dışında aldığı ilk görev ama 2 dönem sanatçı temsilciliği yaptığı için bütün bölgeleri gezmiş, buraların sorunlarının farkında. Ankara'daki bir toplantıda Lemi Bilgin: "Bölgelere deneyimli arkadaşları gönderebilir miyiz acaba?" diye sorup, Murat'la göz göze geldiklerinde, sandalyeden kalkıp, valizini hazırlamaya gitmiş ve şimdi Trabzon'da.

cy a

İstanbul, Ankara gibi şehirlerden bölgelerin sorunları biliniyor gibi gözükür, bilinir de, ama bir de yaşamak diye bir deneyim vardır. Ben de Murat Gökçer'e bunu sordum: "Bilmekle olmuyor, yaşamak gerek, öncelikle inanılmaz bir sosyal yaşantı baskısı var, müthiş bir sorun. Trabzon'u, Trabzonluyu tanıdığımı sanıyordum ama bire bir yaşayınca bunun hiç de bildiğiniz gibi olmadığını görüyorsunuz. Buna alışmak bile önemli bir zaman dilimini kapsıyor."

Sanatçı arkadaşlarıyla tanışmaları, uyumları nasıldı? Anlaşabiliyorlar mıydı? "Arkadaşlarımla çok iyi bir uyum yakaladık, 7-8 yıldır bir bölgede görev yapan bir sanatçı arkadaşım artık gitmek ister, hâlâ da gitmek istiyorlar ama burada yapılan işleri görmeye başlayınca, inanmaya başladıkları zaman güzel işler de kendiliğinden geldi, tek sıkıntımız kendimizi ifade etmek, duyurmak. Sanki aynı dili kullanıyorlar, gencferle sohbet ederken onlar da kendilerini gösterememekten, İstanbul, Ankara seyircisinin karışısına çıkamamaktan dertliydiler.

pe

Genç oyuncuların, mezun olduktan sonra kendi alıştıkları çevrelerden uzaklaşıp, dar bir çevre içine girdiklerinde yaşadıkları sorunlar hep konuşulur, iki yıllık deneyiminden sonra Murat Gökçer nasıl bakıyordu bu soruna, neler yaşamış, neler tespit etmişti. "Ben öncelikle bölgelerin bu biçimde açılmış olmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Bütün sanatçıların

Barış Bağcı, Kadri Özcan, Rojda Demirere, Şebnem Koçtepe 57


Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun Sanatçı Kadrosu Murat Gökçer/Sanat Yönetmeni Ayla Baki Hakan Meriçlier A. İlkay Akdağlı Erdinç Gülener Leyla Aykan Gülener Ebru Uysal Melike Aslı Kılan M. Ali Toklu Ozan Yıldırım Durukan Ordu Buğra Koçtepe Şebnem Koçtepe S. Barış Bağcı İclal Karaduman Cem Balcı Murat Çıdamlı Cemalettin Çekmece Melek Temel Çekmece Kadri Özcan Mesut Yüce Tansel Öngel Ayşegül Günay Demir Dilek Güven Zülfikar Ali Sinan Demir Suat Karausta Uğur Keleş Meltem Gülenç Rojda Demirer

merkezde olması, sadece turnelerle bölgelerin beslenmesi taraftarıyım. Bu hem vizyon olarak hem de mali külfet olarak önemli. Bölgelerdeki insanların en büyük sıkıntısı; kendilerini yenilemek gibi, izlemek gibi şeylerden mahrum kaldıkları için sadece yaptıkları tiyatro ile yetiniyorlar. Sosyal çevreleri tabii ki çok kısıtlı, bu yüzden psikolojik ve ruhsal olarak dengeleri bozuluyor. Ben burada arkadaşlarımı sıkmamaya çalışıyorum, oyunları olmadığı zaman izin veriyorum, gitsinler kendilerini yenileyebilmek için, kendi sosyal çevreleri ile bağlarını devam ettirsinler, oyun izlesinler, film izlesinler, bunu her fırsatta kullanıyorum. Ama şu da bir gerçek, tüm bölgeleri bildiğim için, iddia ediyorum ki, İstanbul'dan, Ankara'dan sonra en iyi oyuncu kadrosu burada. Ama sadece ve sadece mesleği ile beslenmek ne kadar yeterli, bu tartışılır. Murat Gökçer, 17 yıllık mazisi olan tiyatroda hâlâ seyirci sorununun yaşanıyor olmasını önceleri pek anlayamamış, sonradan keşfettiğine göre, sorun göçten kaynaklanıyormuş. Murat'ın anlattığına göre seyirciyi yetiştirip, artık sürekli ilişki kurulacağını zannederken, bir de bakıyorsunuz, o seyirci artık Trabzon'da değil, yaşam mücadelesi için bir başka ile göçmüş. Aynı sorunu, hafta sonları da yaşıyorlar, başka yerlerde haftasonu matine, suarede seyirci patlaması yaşanırken, Trabzon seyirci bulmakta zorlanıyor, çünkü cuma akşamı büyük çoğunluk köylerine gidip, pazar akşamı geri geliyormuş. Çocuk tiyatrosuna ve çocuk izleyiciye önem veriyorlar, bir de asker ve polislere. Trabzon'un çevre köylerinden hiç tiyaroya gitmemiş çocukları otobüslerle getirip oyun izletiyorlar, ücret de almıyorlarmış. Rize Valisini anlata anlata bitiremiyor Murat. Vali, Rize'nin köylerinden çocukları otobüslere doldurup tiyatro izlesinler diye Trabzon'a gönderiyormuş, kendisi de bugüne kadar hiçbir galayı kaçırmamış. "Yeni belediye başkanımızla inanılmaz işler yapacağız, önümüzdeki sene yapacağımız festivali görmenizi istiyorum." diyerek belediyedeki kan değişiminden ne kadar heyecanlandığını anlıyorsunuz, haklılar da, küçük illerde gerek yerel yönetimlerin gerekse de valiliklerin çok belirleyici rolleri oluyor. Örneğin, Festival'in açılışında yaşanan tatsızlıktan sonra gece açılış oyununa Vali Beyfendi gelmedi, o gelmeyince ilin diğer erkanını da görmek mümkün olmadı, oysa Vali tatsızlık çıkartmayıp da gerektiği gibi ev sahipliği yapsaydı, ilin tüm yöneticileri de orada olacaklar, Festival'e sahip çıkacaklardı. Trabzon Devlet Tiyatrosu, sadece salonlarında oyun yapıp, izleyici beklemiyor. Milli Eğitim Müdürlüğü ile görüşüp, anlaşmışlar önümüzdeki yıldan itibaren Trabzon'daki tüm okullarda haftada bir saat çocuklarla sanat sohbeti denebilecek dersler planlıyorlar, tüm sanatçıların görev bölümü yaparak katılacakları bu derslerde hem çocuklarla sanat üzerine sohbet etmek hem de yetenekli çocukları keşfedip, çocuk oyunlarında görev vermeyi düşünüyorlar.

pe cy

a

İstanbul'dan bakınca "Karadeniz'e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Buluşması"nın önemli bir etkinlik olduğunu düşünürdüm ama yaşayınca bir soru takıldı kafama; "Trabzon halkının bu etkinlikle arası nasıl acaba?" Bu konuya Murat Gökçer şöyle bakıyor: "Dün akşam seyirci hiç de fena değildi, geçen yıla göre daha kalabalık olduğunu gördüm, aslında şaşırdım da. Festival'in seyirci ile ne kadar bütünleştiği konusuna gelirsek, çok bütünleştiğini sanmıyorum çünkü bu tür festivallerin halkla çok bütünleşmesi pek beklenmemeli, bence amaç ülkelerin birbirleriyle buluşması, kültür alışverişinin yapılması, daha çok sanatçılara hizmet ediyor olması gerekir. Bu yıl 10 ülkenin sanatçısı bir araya geldi, birbirlerini izliyor, sohbet edip farklı kültürleri tanıyorlar, bunun da azımsanmayacak bir şey olduğunu düşünüyorum." Bence de doğru düşünüyor Murat Gökçer, ifade ettiklerine birşey de ben eklemek istiyorum, bu Festival'e gelen yabancı konuklar şehrin ekonomisini de olumlu yönde etkiliyor, ayrıca tiyatronun evrensel ve önemli olduğunun da altını çiziyor, belki 10 yılda değil ama daha sonraları bu Festival Trabzonlu izleyicilerin de beklediği bir etkinliğe dönüşebilir, dönüşmelidir, dönüşecektir de. Bu alanda atılan adımlar önceleri çok minik gibi gözükse de, bir noktaya vardığında aslında ne kadar büyük ve önemli adımlar olduğu anlaşılacaktır. Bu böyledir, ülkemizde de dünyada da böyledir. Kültür yatırımları karşılığını hemen vermeyen ama verdiği zaman da ne kadar önemli olduğu anlaşılan uzun soluklu yatırımlardır.

>58


pe cy

a

Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun Kahramanları Murat Gökçer'le sohbetimiz bittikten sonra dört genci yakaladım kantinlerinde: Şebnem Koçtepe, Rojda Demirer, Kadri Özcan ve Barış Bağcı. Gençlere sorduğum ilk soru, "günleriniz nasıl geçiyor oldu?" Barış aldı sözü, kısa ve net bir yanıtla: "Tiyatro yapmaya geldik, geldiğim sene dört oyunda rol aldım. Tiyatronun dışında bir şey yapmaya pek vakit yoktu ama zaten maksat tiyatro yapmaktı." Hoppala, bu çocuk dalga geçiyor, tek amaç tiyatro yapmak olur mu? Söze Şebnem giriyor: "Bizim gelişimimizi sağlamak için tabii ki kullanacağımız bir ortam yok, sadece Trabzon'da değil, diğer bölgelerde de, biz sadece işimizi iyi yapmaya çalışıyoruz." Dik dik bakan, minik kız Rojda karışıyor söze, "Trabzon'a gelirken, mutsuz olacağımı, yaşamın nasıl geçeceğini düşünüyordum ama geldikten sonra öyle bir tempoyla karşılaştım ki inanın hangi şehirde olduğumun bile farkında olmuyorum. Prova, oyun, tekrar prova ve tekrar oyun. Ama oyunum olmadığı zaman gidiyorum. Bu olanağı sağlıyor bana sanat yönetmenim." Rojda, 2001 Hacettepe mezunu, filmlerde oynamış, dizilerde rol alıyor ve tiyatro yapıyor hem de Trabzon'da. Hap gibi bir kızçocuğu, önündeki yaşamın farkında, genel sanat yönetmenliği yapmış bazılarının farkında olmadığı kadar farkında, soruyorum Rojda'ya, sen bu yaşında filmlerde oynamışsın, dizilerde oynuyorsun, zaten hayatını kurtarmışsın, buralarda eza çekip, önündeki olanaklar merdivenlerini neden zorlaştırıyorsun diye. "İkisi de oyunculuk olabilir ama ikisinden de alınan tat çok farklı, birinde, bire bir seyirci ile yüz yüzesiniz ama televizyon veya film oyunculuğu tam da tatmin etmiyor, kesile kesile montajlana montajlana bir yere varıyorsunuz. Oyunculuk yaptığını insan sahnede anlıyor. Bu tadı almak her şeyden çok daha önemli. Ekran çok fazla tüketen bir yer ama burada hâlâ bir şeyler öğreniyoruz." Pes, gerçekten pes, bu çocuk 2001 yılında mezun olmuş, yaşı olsa olsa yirmilerinde bir yerde. Ekranın tükettiğinin farkında ve İstanbul'da oturmasına rağmen Trabzon'da tiyatro yapıyor hemde 7 gün, neredeyse günde 24 saat. Biz zaman zaman gereksiz umutsuzluğa mı kapılıyoruz acaba? Küçük bir şehir (Tabii İstanbul'a göre), kültürü üretmek de tüketmek de çok zor, çok sınırlı. Bu genç insanlar mezun olduktan sonra buraya gelmiş ve tiyatro yapıyorlar en önemli sorunlarından biri, ürettiklerini gösterememek daha geniş bir izleyiciye. Eleştirmenlere gösterememek ama kendilerinin farkındalar. Kadri: "Burada ciddi bir kadro var, hırslı bir kadro var, iyi işler yapmaya çalışıyor, daha çok çalışkan olmaya çalışıyoruz." derken, benim izlediğim kadarıyla doğru bir saptamada bulunuyor. Gerçekten de Festival'in açılış oyunu olarak izlediğimiz "On İkinci Gece"yi İstanbullu tiyatroseverlerin de izlemesini isterim, sanırım Kadri'nin saptamalarına katılacaklardır.

Sanat Yönetmenleri ile araları nasıl? Beklentileri neler? Bu çocuklar ne isterler bu gündelik koşuşturmanın arasında? Hep bunları merak edip dururdum, biraz da kışkırtıcı bir biçimde yönelttim soruları, hani biraz Sanat Yönetmenleri'ni çekiştirseler fena mı olurdu, diye. Yok, bu gençlerde iş yok, akılları fikirleri tiyatroda. Öncelikle Şebnem söz aldı: "Fark etmez, müdürün aramızdan biri olması veya dışardan gelmesi bizim için çok önemli değil, belki aramızdan biri olsa daha sıkı ilişki kurarız, istediklerimizi daha rahat yaptırırız gibi gözükebilir ama biz böyle bakmıyoruz olaya, iyi işler yapabiliyor olmamız önemli, bu iyi işleri kiminle yapabiliyorsak, onunla yapalım ama dışardan gelen, daha deneyimli bir müdürle daha iyi oluyor gibi." Yani dertleri kaytarmak değil, yaptıkları işi daha iyi yapabiliyor olmak, daha çok şey öğrenmek, uygulamak, gelişmek, tabii ki günün birinde Ankara'ya, İstanbul'a gitmek. Bu konuda Barış'ın tespitlerine katılmamak mümkün değil: "Seyirci bizi, biz de seyirciyi de ezberledik, değişiklik iyidir. 7 sezonum bitti, her sene tayin istiyorum ama herhalde iki-üçyıl daha buradayım. Ben mezun olduktan sonra yurtdışına gitmeyi düşünüyordum ama param yoktu, Devlet Tiyatrosu'na girdim ve yedi yıl geçti, bir de baktım ki rahat hoşuma gitti. Güvencedesin, her ay maaşını alıyorsun." Burada iki doğru birden var gibi geliyor bana, birincisi bölgelerde oyunlar çok çabuk tüketiliyor, altı-sekiz hafta sonra seyirci bitiyor, mutlaka yeni bir oyun hazırlamış olmanız gerekiyor, bu da bir yandan oynarken diğer yandan yeni oyunun provasını yapmak demek, kadro zaten kısıtlı, her oyunda aynı yüzler, doğrudur seyirci de sıkılıyordur aynı yüzleri görmekten, Barış'ın anlatımında bir doğru daha var, rutinin içinde rahata alışmak, işte en tehlikelisi de bu galiba. Trabzon'un bir diğer kahramanı da Necati Zengin. Trabzon Sanat Tiyatrosu'nu on yıldır sırtlamış götürüyor, ben izleyemedim ama Hayati Asılyazıcı"Yer Demir Gök Bakır"ı izledi ve oyunla ilgili görüşlerini Tiyatro... Tiyatro... için yazdı. Özel olsun, Devlet Tiyatrosu olsun tiyatro yapmak Türkiye'nin her yerinde çok zor ama Anadolu'da tiyatro yapmak bir kaç kat daha zor. Yıllardır özverili çalışmalarını sürdüren tiyatro kahramanlarına bir kere daha selam olsun der, kolaylıklar dilerim© 59


pe cy

a

> Filiz Elmas

Trabzon'da Festival Heyecanı ve

"On İkinci Gece''

Bu yıl 4-14 Mayıs tarihleri arasında Karadeniz'e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Buluşması'nın beşincisi Trabzon'da gerçekleşti. Türkiye'nin ev sahipliğinde yapılan buluşmaya on misafir grup katıldı. Program Bulgaristan'dan Rusya'ya uzanan zengin bir içeriğe sahipti.

Açılış oyunu Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun "On İkinci Gecesi" idi. W. Shakespeare'in bu eseri, soylu genç Orsino'nun, şımarık büyümüş genç kız Olivia'ya aşkını anlatan bir komedyadır. Oyuna daha sonra, gemi kazasında erkek kardeşini kaybedip yabancı bir yerde yalnız kaldığı için erkek kılığına giren ve Orsino'ya aşık olacak Viola da katılır. Yazar, bu karmaşık ilişkiye Olivia'nın kâhyası olan Malvolio'nun öyküsünü de ekler. O'nun ukala, aptal, yobaz kişiliğinden bıkan ev halkının planları, aşk temasına paralel olarak işlenir. Bu arada akıllı, yetenekli ve karmaşık ilişkileri çözebilen bir soytarı (Feste) da oyunda bulunmaktadır.

"On İkinci Gece"nin yönetmeni Işıl Kasapoğlu, sahnelemede oyunu bir tiyatro topluluğunun sahne performansı olarak aktarıyor ve böylece oyunculuk hünerini öne çıkarmayı amaçlıyor. Sahnede oyuncular yönetmenin amacını iyi anlamış ve büyük bir çaba harcayarak seyirciye doğru aktarmış gözüküyorlar. Trabzon'un oyuncu kadrosunu daha önce, sezon başında, "Hayvan Çiftliği" oyunu ile Ankara'da izlemiştim. Topluluk için şu cümleyi kurmak istiyorum: Tiyatroya saygı duyan, sahnede elinden gelen çabayı gösteren yetenekli bir ekip. Bu nedenle "On İkinci Gece" oyunculuk açısından keyifli bir seyir olmuş. Tüm ekibin eline sağlık. Burada vücut kullanımı ve sahne enerjisi için Ozan Yıldırım'a, karakter açılımı ve yorumu için Şebnem Koçtepe ve Meltem Gülenç'e, ekip oyunculuğunda Malvolio sahnesinde Murat Çidamlı, Ozan Yıldırım, Tansel Öngel, Sinan Demirer'e ayrıca teşekkür etmek gerek. Kasapoğlu, komedyanın güncel eleştirisini günümüz müzikleri, kişilikleri ile dozunda çağrıştırıyor. Bu çağrışım ince ve zor bir çizgi. Aksi halde çizginin biraz dışı popüler, biraz içi bayat kalabilirdi. Ama çizginin tam üstü keyifli olmuş. Yine de Olivia'nın fazlaca pop star bir yorumda sunulması, Tobi Dayı'nın "Kır Belini" şarkısı bence yorumda koyduğumuz bu çizgiyi aşan yanlar arasında görülebilir ama, bütünde ölçülü bir yorum izleniyor diyebiliriz. Oyunu izlerken aklıma takılan bir soruyu aktarmak ve Festival'in diğer oyunlarına geçmek istiyorum. İzleyici oyunda özellikle Malvolio ile iletilen toplumsal eleştiriyi kavrayabiliyor mu?


Festival'de ikinci gün Bulgaristan, Sava Ogvanov Drama Tiyatrosu'nda "Tarla Kuşuydu Juliet'i izledik. Ephraim Kishon'un oyunu bir Türk rejisörünün imzasını taşıyordu. Bulgaristan Tiyatrosu'ndan bir Türk yönetmenin yorumunu izlemek heyecan vericiydi. Murat Karasu'nun yönettiği eser, Romeo ve Juliet aşkının ilerleyen yıllarını anlatıyor ve yaşamın meşakkati ile sevdanın gücü arasındaki savaşımla romantizmin komiğini ortaya çıkarıyordu. Sahnelemede teknik hataları sadece olanaksızlık olarak niteliyorum. Oyundaki genç Romeo ve Juliet bölümleri ise bütünün kaderini etkilemiyor diye düşünüyorum. Oyunculuklara gelince; Lubomır Kanev'in Papaz rolünde gösterdiği başarı dışında oldukça yetersiz. Kısaca ortalamanın altında kalan bir oyun olarak değerlendirmek yerinde olur. Üçüncü gün ise Arnavutluk, Scampa Tiyatrosu, "Gelecek Yumurtaların Üzerinde Duruyor" oyununu sahneledi. Oyunun adı dikkat çekici değil mi? Orijinali 1953 yılında yazılmış olan metnin konusu kısaca şöyle: Erkek egemen insan topluluklarında nesli sürdürme çabası içinde oluşan (aslında oluşturulan) toplumsal kimliklerin yaşadığı şiddet ve baskı. Festival broşüründe oyun lonesco'nun orijinalinden yönetmen Adonis Filipi tarafından uyarlama olarak tanıtılıyor. Oyun için öncelikle şunu söylemeliyim. İlk kez Arnavutluk'tan bir oyun izledim ve yönetmen Adonis Filipi ile tanıştım. Sonuç mutluluk vericiydi. Oyun absürd tiyatro sahnelenmesi açısından iyi bir örnekti. Burjuva yaşam biçimi, grotesk öğeler kullanılarak karikatürleştirilmiş, parçalanmış bir eklektik üslupla yansıtılmıştı sahneye. Kuşkusuz böyle bir sahnelemede oyunculuk da zor ve uzun bir çalışmayı gerektiriyor. Ses, beden kullanımı kalıplaşmış söylemi kırmalı, hatta onun ötesine geçerek bir eleştiri içermeliydi. Bu kıstaslarla bakıldığında oyunculuk oldukça yetersizdi denilebilir fakat Yaşlı Kadın'ı oynayan Rondo Hajrie'yi bu tartışma dışında tutmak istiyorum. Çünkü fizik kullanımı, ses ve diğer oyuncularla iletişim açısından kusursuz bir performans gösteriyor ve övgüyü fazlasıyla hak ediyordu. Sahnelemede görsel malzeme kullanımı, saçmanın mantığını doğru anlatan göstergelerin seçimi ile dikkat çekiyordu. Oyuncuların hareket düzeni, kişilik açılımını veren bir trafiğe sahipti. Seyirciye karakterlerin titiz, saldırgan, rahat kişiliklerini anlatan yorumun güzel yanı, bu farklılıkların ortak bir toplumsal normda, belirlenmiş kurallar içinde gerçekleşmesiydi. Adonis Filipi'ye başarılı rejisi için teşekkür ediyorum.

a

Üç oyun izleme şansını yakaladığım Festival'de tiyatronun gücünü hissettiğimi söylemeliyim. Farklı kültürlerde pek çok insanla tiyatro bazında buluşmak heyecan vericiydi. İyi bir çalışmaydı ve Devlet Tiyatrosu'nun yaptığı nitelikli işler arasında yer alıyordu.

pe cy

Desteklenmeli. Festival de, tiyatro da...

61


> Hayati Asılyazıcı-Necati Zengin

cy a

> Hayati Asılyazıcı

Trabzon Sanat Tiyatrosu'nda

"Yer Demir

pe

Gök Bakır''

Bir Yaşar Kemal Tiyatrosu... "Yer Demir Gök Bakır" aynı adlı romandan tiyatroya uyarlanmış; ilginç ve başarılı bir çalışma. Yaşar Kemal'in romanları, öyküleri, Türk edebiyatının özgün yapıtlarıdır. Yaşar Kemal "Teneke"yi kendi uyarladı, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu'nda oynandı (1965-66), "Ağrı Dağı Efsanesi"ni Ali Taygun uyarladı, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda oynandı (1974). Aynı romanı Macit Koper yeniden uyarladı ve oyun Dostlar Tiyatrosu'nda oynandı (1981). "Ağrı Dağı Efsanesi" ayrıca Çetin Işık Özlü tarafından opera olarak bestelendi ve oynandı. "Yer Demir Gök Bakır", Nihat Asyalı "Uzundere" adıyla uyarladı ve Ankara Deneme Sahnesinde sahneye koydu (1965). Aynı oyun, romanın özgün adıyla Ankara Deneme Sahnesi olarak Fransa'nın Nancy kentinde düzenlenen Uluslararası Tiyatro Festivali'ne katıldı, 20'yi aşkın oyun arasında birinciliği kazandı. Aynı oyun Dormen Tiyatrosu'nda (1967) ve Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahnelendi. Üç sezondur da Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sahneleniyor. "Yer Demir Gök Bakır" topraksızlığı, topraksızlığın getirdiği ekonomik sıkıntıları, köylülerin yoksulluk çizgisinde çektiklerini gerçekçi bir dille anlatır. Köylülerin ezilişini destansı anlatımla verebilen bir başka yazar yoktur ülkemizde. Nihat Asyalı'nın yapmış olduğu uyarlama edebiyat-tiyatro ilişkisinin en başarılı örneklerinden biridir. Nihat Asyalı'nın uyarlaması son olarak Trabzon Sanat Tiyatrosu repertuvarına alınmış. 5. Uluslararası Karadeniz'e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Buluşması'nda, Festival'in yabancı konuklarıyla birlikte Trabzon Sanat Tiyatrosu'uda izledik. Necati Zengin'in yönettiği oyun uyarlamasına ve kurgusuna uygun, çağdaş tragedya havası ve atmosferinde gerçekleştirilmiş. Oyun, Festival'e katılan yabancı tiyatro yönetmen ve oyuncuların da ilgisini çekti. Yaşar Kemal, Nihat Asyalı ikilisinin romandan-tiyatroya uyarlamasında gösterdiği başarı.


Trabzon Sanat Tiyatrosu'nun genç oyuncularıyla sahneye de taşınmış. On bir yıldır bu tiyatronun yaşaması için savaşımını sürdüren Necati Zengin'in başarılı yönetimine Şeker Mumcu sahne tasarımıyla. Nergis Türk giysi tasarımıyla önemli katkılarda bulunmuş. Taner Ören'in ışıkları, Zülfü Livaneli'nin müzikleriyle başarılı bir şekilde buluşmuş. Oyuncular amatör olmasına rağmen, takım oyunuyla "Yer Demir Gök Bakır"da başarıyı yakalıyorlar. Bu oyuncular tiyatro çalışmalarını aralıksız sürdürebilseler önemli gelişme içerisinde olabilirler. 11 yıl bu tiyatroyu taşımak, Necati Zengin için kolay olmuyor ama bu çaba başarıyı da beraberinde getiriyor. "Yer Demir Gök Bakır", Gençlik Tiyatro Festivali'ne katılabilecek düzeyde bir oyun. Bu oyunda rol alan tiyatro sevdalılarını ekip oyunculuğu içerisinde beğendiğim için adlarını rolleriyle birlikte anmak istiyorum: Adnan Akyüz (Muhtar), Süleyman Sertkaya (Vurgun Ahmet Onbaşı), Zeki Kamber (Memidik), İbrahim Gürsoy (Bekçi), Sıtar Karabil (RecepJandarma), Metin Ergüden (İbrahim), Soner Çelik (Hasan), Yusuf Küçükosman (Dilsiz), Zeynep Yılmaz (Zalaca), Nigar Settahoğlu (Meryemce), Songül Nadir Kamber (Taşbaş'ın Karısı), Nergis Türk (Fatmaca), Neslihan Ulusoy (Hüsne), Mehtap Baki (Elif), Sevil Arapoğlu (Anakız), Menşure Uzun (Sultan) ve Aleyna Akyüz (Fatmaca'nın Kızı).

pe

cy a

Yaşar Kemal'in oyunlarında ve özellikle romanlarında çizilen karakterleri betimlemek belki de oyunculuğun en güç tarafıdır, bu genç oyuncular bu zorluğun üstesinden başarıyla kalkıyorlar©

63


VALİNİN GAZABI

cy a

> Cengiz Korucu

5. Karadeniz'e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Buluşması

Vali Bey'den

pe

"Tekme"li

Protokol Dersleri

5. Uluslararası Karadeniz'e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Buluşması'nda yaşanan skandala ve Tamer Levent olayının haber arkasına bakmak istedik. 5 Mayıs Perşembe sabahı, ısrarlı bir telefon sesiyle yataktan fırladım. Hattın öteki ucunda tiyatrodan tanıdığım çok eski bir dostum vardı. Karşılıklı hâl hatırdan sonra hemen konuya girdi: "Olanlardan haberin var mı?" diye. Ben de uykudan uyandırılmanın verdiği mahmurlukla "Hangi olanlardan?" diye sordum. Heyecanlı bir ses tonuyla "Gazetelere bakmadın mı?" diye üsteleyince; kendine, gece geç vakitte yattığımı anımsatıp henüz gazeteleri görmediğimi söyledim. Bunun üzerine; Trabzon'daki Uluslararası Tiyatro Festivali'nin açılış töreninde, Vali Aslan Yıldırım ile Devlet Tiyatroları Genel Müdür Yardımcısı Tamer Levent arasında Atatürk anıtına konulacak çelenk yüzünden tartışma çıktığını haber verdi. Yaşanan çelenk krizi sonrasında Vali'nin Tamer Levent'e "pis sarhoş, terbiyesiz köpek." diyerek hakaret ettiğini, hatta öfkesini alamayıp saldırdığını, tekme attığını söyleyerek "Ne günlere kaldık." dedi ve ekledi: "Bu, tam bir skandal." Olayı basından okuyunca, bir sanatçı, bir tiyatrocu olarak kanımın çekildiğini, tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Gazetelerin çoğu olan biteni birinci sayfadan verirken "Vali'nin Gazabı", "Vali'den Utanç Tekmesi", "Vali Vole!", "Vali'den Tekme", "Protokolde Tiyatro" gibi başlıklar kullanarak duyuruyordu. Kimileri de Tamer Levent için "Vali'yi çıldırttı", "Vali'nin 'alkol' hassasiyeti", "Vali'den sanatçı müdüre: P is sarhoş", "Törende 'sarhoş' kavgası", "Vali, 'hazır ol'da sanatçı istiyor" diyerek sözü alkole getiriyor, "Tiyatro Gibi Kavga", "Çelenk Tartışması Karakolda Bitti" manşetleriyle, O'nu sorumluluklarını ve protokol adabını bilmeyen bir yönetici konumuna sokmaya çalışıyordu.


Aynı tutuma, iktidara şirin görünmek isteyen, yanlı televizyon kanallarını izlerken de tanık olacaktım. Gün boyu ekrana gelen haber programlarında; Festival'in açılışına gölge düşüren "tekme olayı" bir skandal olarak nitelendiriliyor, ancak "işin içine alkol karıştı" vurgusuyla hedef şaşırtılıyordu. Amaç, her olayda olduğu gibi bir "suçlu" yaratmaktı elbet. Bu kez piyango Tamer Levent'e vurmuştu. Hem de Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü bünyesinde D ı ş llişkiler'den sorumlu bir Genel Müdür Yardımcısı olarak... Üstelik görevini altı yıldır sürdürmesine karşın. Öncesinde de aynı kurumda Genel Müdür'lük yapmış, yöneticiliği sırasında da uluslararası ilişkilere önem veren bir politika izlemiş, bu alanda birçok ülkeyle sanatsal ilişkilerin başlaması için girişimlerde bulunmuştu. O'nun kişisel olarak, uluslararası sanatsal işbirliğine olan ilgisi konservatuvardan mezun olduğu yıllara dayanıyordu. Yüz altmışı aşkın ülkede; pek çok çalışmaya imza atmış, drama atölyesi yönetmiş, konferanslar vermiş, festival jüri üyesi olarak raporlar hazırlayıp sunmuştu. Ayrıca uluslararası seminerlere katılıp FIA, E D R D , AITA ve İ T İ gibi kuruluşlarla da çalışmalar yapmıştı. Bunların bazılarının yönetim kurullarında çeşitli görevler üstlenmiş, bazılarında da oyunculuk dersleri vermiş ve U N E S C O ' n u n seminerlerine katılmıştı. Yaklaşık yirmi b e ş yıldır sanatçı kimliğiyle uluslararası platformda benzer etkinliklerde bulunan Tamer Levent, bu yıl da Devlet Tiyatroları'nı temsilen. Uluslararası Tiyatro Festivali'nin açılışı için Trabzon kentindeydi. İlki 1999 yılında gerçekleştirilen, "Uluslararası Karadeniz'e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Buluşması", Trabzon'un yurtdışında tanıtılmasını hedefleyen, evrensel dil olan sanat aracılığıyla toplumlar arasındaki kültürel alışverişi sağlamak için düzenlenmiş bir etkinlikti. Bu Festival'den önce, Karadeniz'e komşu ülkeler arasında ekonomik işbirliği antlaşması yapılmıştı. Antlaşma çerçevesinde, Türkiye'ye doğal lider gözüyle bakılıyordu. Onlar bizi, gelişmesini hızla tamamlayarak Batılılaşmış, yaşam ve estetik standartlarını yükseltmiş bir ülke olarak görüyorlardı. Trabzon da bu ülkenin Karadeniz'deki en önemli liman kentiydi. Devlet Tiyatroları, Festival'i başlatırken, Trabzon'u Karadeniz'in kültürel başkenti olarak öne çıkartmayı planlıyordu. Festival'in beş yıllık geçmişine baktığımızda; bu kısacık sürede bile çok önemli gelişmeler gösterdiğini söyleyebiliriz. Çünkü dünyada yapılan istatistikler; bize festivallerin en az on yıldan sonra oturmaya başladığını ve süreklilik arz ederek, kendi kültürel kimliğini kazandığını söyler... Festival'e katılan ülkeler; her yıl, yeni bir oyun üreterek karşımıza çıkarlar. Konuk olarak gelen topluluklar, ülkelerinde kendi aralarında yarışarak belirlenirler.

pe cy

a

Bu ülkeleri kültür sanat cephesinden değerlendirdiğimizde ekonomik açıdan bizim kadar gelişmemiş, nüfusları bizden daha az olmalarına karşın, sayısal bakımdan bizden daha fazla festivalleri olduğunu görürüz. Hiçbir siyasetçi, hiçbir yerel yönetici, bu festivallerle ilgili herhangi bir olumsuz görüşe sahip değildir. Zamanla siyaset anlayışları değişse bile bu durum festivalleri etkilemez. Tam tersine; farklı siyasi anlayışların, iktidara gelmek için sundukları seçim vaatleri arasında festival gibi sanatsal etkinliklere daha çok hizmet etme istekleri vardır. İşte Karadeniz'deki Festival; bir anlamda bu özellikleri barındıran ulusların buluşmasıdır.

İlk Festival'in düzenlenebilmesi adına. Devlet Tiyatroları, Kültür Bakanlığı'na öneride bulunur ve sanatçıların konaklaması ile harcırahları için destek sözü alır. Bunun üzerine Tamer Levent; Karadeniz'e kıyısı bulunan R u s y a , Ukrayna, Bulgaristan ve Beyaz R u s y a gibi ülkelere gider, oradaki seçkin tiyatroların oyunlarını izleyip, onlarla görüşmeler yapar. Bir buçuk aylık zaman diliminde de Festival'in programı hazırlanır. Kültür Bakanlığı'nın, Trabzon Valiliği'nin, Trabzon Belediyesi'nin ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nün katılımı ile 19 Mayıs 1999 tarihinde Festival başlamış olur. Trabzon Devlet Tiyatrosu da gerek salonuyla gerek sanatçıları ve çalışanları ile ev sahipliği görevini üstlenir. Birinci Festival tiyatroseverler arasında coşkuyla karşılanır. Festival sırasında yerel ve ulusal basın, yabancı topluluklara ve sanatçılara yoğun ilgi gösterir. Konuk tiyatro grupları tanışıp, birbirleriyle oyunlar üstüne düşünce alışverişinde bulunurlar. Buluşma süresince; Trabzon Devlet Tiyatrosu çalışanları, Trabzon'daki amatör tiyatro sanatçıları, Trabzonspor Kulübü ve Trabzon halkı da Festival'den ilgisini esirgemez. Hatta kapanış yemeğini bile o zaman ki Trabzon Valisi Adil Yazar verir. Tiyatroya karşı aşırı düşkünlüğüyle tanınan Vali Bey, açılış konuşmasında da bütün grupları sevgiyle kucakladığını söyleyerek, onlara çeşitli armağanlarla birlikte, çiçekler sunar. Kent merkezinden Devlet Tiyatrosu'nun bulunduğu Haluk Ongan Sahnesi'ne kadar -sonradan gelenek haline gelecek olan- festival yürüyüşünü başlatır. Festival'in ilk üç yılında; Atatürk'ün heykeline çelenk konulurken Valilik ve Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü ortaklaşa hareket eder. Halka olumlu


mesajlar verir. Hatta Vali Adil Yazar, Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü temsilcilerini havaalanında karşılayarak, onlara "hoş geldiniz" der. Festival'i büyük bir içtenlikle benimseyerek, oyunları izler. Festival'in kusursuz geçmesi için elindeki tüm olanakları seferber eder... Dördüncü Festival, Adil Yazar'sız geçer. Çünkü devir değişmiş, AKP iktidara gelmiştir. Trabzon halkı ve festival yöneticileri bu kez Anıt Alanı'nda toplandıklarında, açılış törenine katılmayan ama tören yürüyüşünü kaldıran bir Vali ile karşılaşır. Sanata ve tiyatroya ayıracak zamanı yok gibidir yeni Vali'nin... Ne Festival programını ne de yıl içinde Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda sergilenen oyunları izler Aslan Yıldırım.

a

Ben kendisini bu yılki Festival nedeniyle tanıdım. İlkin gazetelerden, sonra da ekrana gelen o utanç verici görüntülerden. Devlet Tiyatroları Genel Müdür Yardımcısı Tamer Levent, açılışta yanına gidiyor ve Kültür Bakanlığı'na ait çelengi, daha önceki yıllarda olduğu gibi birlikte koymayı öneriyordu. Vay! Sen misin ricada bulunan... Vali Bey, yüksek sesle ve sert bir tavırla "Bu çelenk, senin çelengin. Git, kendi çelengini kendin koy." diyor ve ekliyordu: "Hayret bir şey. Ben senin çelengini niye koyacağım?" Önce şaşkınlığa uğrayan Tamer Levent, daha sonra bu çelengin kendi çelengi olmadığını. Bakanlığın çelengi olduğunu anımsatıyor. Kültür Bakanlığı'nın devlete hükümet eden Bakanlar Kurulu'nun bir üyesi olduğunu belirtiyor, bundan dolayı da ilin en yüksek mülki amiri olması nedeniyle Sayın Vali'yi çelengi birlikte koymaya davet ettiğini söylüyordu. Bunun üzerine Vali Bey, "Yani buraya Milli Eğitim Bakanlığı gelse, O'nun çelengini de mi ben koyacağım?" diye karşılık veriyor, Tamer Levent de "Siz buranın Vali'si olarak koymazsanız, ben hiç koymam." diyerek protokoldeki yerine gidiyordu. Bu tartışmadan sonra çelenk, Trabzon Devlet Tiyatrosu Müdürü Murat Gökçer tarafından Atatürk heykeline sunuluyordu. Törenle ilgili açılış konuşmalarına geçiliyor, önce Murat Gökçer, ardından Tamer Levent kürsüye çıkıyor, konuşmasını yapıyordu. Kürsüden inip, yerine dönmekte olan Tamer Levent'e Vali Bey, uzaktan laf atarak ellerini cebinden çıkarmasını söylüyordu. Bu duruma üzülen Tamer Levent, Vali Aslan Yıldırım'ın yanına giderek, neden böyle konuştuğunu soruyor, O'nu bu tutumundan dolayı eleştiriyordu. Son derece sinirli olduğu gözlemlenen Vali'yi yatıştırmak için araya Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canalioğlu giriyor, yaşanan itiş kakış sırasında "Ben devletim, yaparım" zihniyeti ile hareket eden Vali, bilinçaltındaki sanata ve sanatçılara olan tahammülsüzlüğünü ortaya döküyor ve Devlet Tiyatroları Genel Müdür Yardımcısı pozisyonundaki bir insanı, herkesin ortasında yaftalamaktan çekinmiyordu: "Pis sarhoş!" Bununla da yetinmiyor, oradan hızla çekip giden Levent'in arkasından basıyordu "tekme"y\... Bu ilkelliği, 10 ülkenin katılımı ile düzenlenen, 5. Uluslararası Karadeniz'e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Buluşması'nın açılış töreninde yapıyordu. Hem de "Sanatçı toplumda uzun çaba ve çalışmalardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır, "diyen yüce önder Atatürk'ün manevi huzurunda toplanan 178 sanatçının gözleri önünde.

pe cy

"Çamur at, izi kalsın" mantığından yola çıkan Vali, bir mülki amire yakışmayacak hal ve davranışını, törenden sonra da sürdürüyor, Tamer Levent'i Valiliğe hakaret ettiği gerekçesiyle savcılığa ihbar ederek, alkol muayenesinden geçirilmesini talep ediyordu. Polis, aynı gün saat 12.30'da Tamer Levent'i kaldığı otelden alarak, önce Emniyet Müdürlüğü'ne götürüyor, ardından alkol testinden geçirmek için Trabzon Numune Hastanesi'ne sevk ediyordu.

Dr. Yavuz Çakıroğlu tarafından yapılan kontrol sonunda; kanında (0) promil alkol çıkan sanatçı, savcılık tarafından ifadesine gerek görülmeden oteline geri gönderiliyor, ancak yolda polis arabasının telsizine yapılan bir anonsla tekrar Numune Hastanesi'ne davet ediliyordu. Bu kez; Trafik Ekipler Amirliği'nden gelen Faik Bey tarafından alkol muayenesine tabii tutuluyor, gerekçe olarak da ilk aletin arızalı olduğu söyleniyordu. İkinci ölçümde ise, (1.02) promil alkollü bulunuyordu. Bunun mümkün olamayacağını, çünkü sabahları alkol kullanma alışkanlığının bulunmadığını belirten Tamer Levent'e orada bulunan bir başka doktor, bu oranın normal olduğunu, alkol almamış herhangi bir insanda bile bu oranın çıkabileceğini anımsatıyor, sabahları yenilecek bir portakalda dahi bu miktara rastlanabileceğinden söz ediyordu. Ekipler Amiri Faik Bey bu durumdan şikâyet etmemesini, yoksa (15) promil alkolü, espri yaparak, şimdi kendinin ekleyeceğini söylüyor, bunun üzerine Tamer Levent, hastaneden ayrılıp, dinlenmek için oteline dönüyordu. Ondan sonra hepimiz, yazılı ve görsel medyadan bu çirkin olayı öğrenmeye başlıyorduk. Kimi yerlerde Valilik'ten yapılan açıklamaya değiniliyor, Tamer Levent'in Vali'ye hakaret ettiği için hakkında suç duyurusunda bulunulduğuna. Savcılığın da takibata başladığına işaret ediliyordu. Hatta alkol oranının bir anda (102), (120) promil değerlere ulaştığına bile tanık oluyorduk. "Ağzı leş gibi kokuyor" diyen Vali Aslan Yıldırım, laik Türkiye Cumhuriyet'inde içki içmenin büyük bir suç olduğunu düşünerek, yargısız infazını, toplumsal bir linçe dönüştürmeye çabalıyordu. Tamer Levent'in kişiliğinde "Sanatkârlar bazen saygı hudutlarını aşıyorlar. Onların nezaket ve protokol kurallarını bilmeleri gerekir." diyerek bu işle uğraşan her sanatçıyı potansiyel suçlu ilan ediyordu. Gerçi biz, oyunlar yasaklayan, kitaplar toplatan çok yönetici görmüştük. "Ben böyle sanatın, içine tükürürüm." diyen Belediye Başkanı'na da alıştık. Ama, uluslararası bir Festival'de ağza alınmayacak sövgüler sarfedip, tekme atan bir Vali'ye ilk defa rastlıyorduk. Güzel ülkem nereye sürükleniyordu acaba? Yoksa, dışa karşı imajımızı zedeleyen bu görüntülerin sahibi, cesaretini, işine gelmeyen soruyu sorunca "Sen sarhoşsun" diye gazeteci azarlayan Başbakan'dan mı alıyordu? Ne olursa olsun, bir Vali'nin sorumsuzca ve kişilik haklarını hiçe sayarcasına davranmaya hakkı yoktur diye düşünüyorum. Buradan Tamer Levent'e geçmiş olsun derken, olayı araştırmadan sunan yanlı medyayı kınıyor, sanatçıyı "Bir Halk Düşmanı" haline getiren anlayışlar karşısında herkesi uyanık olmaya çağırıyorum©

66


pe cy a


pe a

cy


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.