2000_100_11398

Page 1


cy a

Çünkü artık ile sorunsuz abonelikler dönemi başlıyor. Abonet'le dilediğiniz yayınların size ulaşması şimdi çok daha kolay, hızlı ve güvenli... Abonet yeni, çağdaş, kolay ve güvenli bir abonelik sistemidir. Sisteme katılacak olan diğer yayınlarla birlikte Abonet, her geçen gün daha fazla okuyucuya ve yayıncıya hizmet verecek... Abonet ile okuyucular; • Bulunmayan dergileri aramak zorunda kalmayacaklar, • İstedikleri yayınlara istedikleri periyotta abone olabilecekler (Haftalıklarda en az

pe

4 sayı, aylıklarda 1 sayı),

• Abone oldukları yayınlar Aktif Dağıtım güvencesiyle ulaşacak, • Yayının durması halinde abonelik ücretini geri alabilecek veya başka bir dergiye abone olabilecekler, • İstedikleri dergiye telefon, faks, internet veya e-mail yoluyla abone olabilecekler, • Kredi kartıyla veya adreste nakit ödeme yapabilecekler.

YAZ KAMPANYASI GEZİ 99u incelemeden tatil programınızı yapmayınız! GEZİ 99 TÜRKİYE TATİL Bölge-bölge, il-il tüm Türkiye. Tarihi turistik yöreler antik kentler, hoteller, moteller, tatil köyleri, kaplıcalar, yol göstergeleri, ulaşım haritaları, dağcılık ve kayak merkezleri, lokantalar-barlar ve eğlence yerleri, seyahat acentaları

REHBERİ

Türkiye Gezi Rehberi Türkiye Antik Kentler Rehberi Türkiye Otel Rehberi Renkli ofset baskılı üç rehber

:5.000.000 TL. : 2.000.000 TL. : 2.500.000 TL. birarada 8.000.000 TL.

Alacağınız tüm ürünler adresinize İmza karşılığı teslim edilecek ve ister kredi kartıyla ister adresinizden nakit tahsilat yöntemiyle ödemenizi gerçekleştirebileceksiniz. Sipariş vermek için http://www.abonet.net 'ten "Gezi 99 formu" doldurunuz veya bizi arayınız...

Perpa Ticaret Merkezi II. Kat B Blok No.1752 Okmeydanı-İstanbul tel: (212) 222 83 32 - 222 72 06 faks:(212)222 27 10 e-mail: abonet@abonet.net internet: www.abonet.net


Tiyatro Yapım Yayıncılık Tic.

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri

Aydoğan, Yücel Erten, Enis Fos-

Redaksiyon ve Düzeltme:

Müdürü:

foroğlu, Müjdat Gezen, Erhan

Ayşe Nalân Özübek

ve San. Ltd. Şti.: Firuzağa

Mustafa Demirkanlı

Gökgücü, Dikmen Gürün, Lale

Hukuk Danışmanı: Fikret İlkiz

Mahallesi Ağahamamı Sokak 5/3

Genel Yayın Yönetmeni:

Kalpakçoğlu, Kerem Kurdoğlu,

Teknik Müdür: Erkut Arıburnu

Cihangir 80060 İstanbul

Orhan Alkaya

Ahmet Levendoğlu, Hülya Nutku,

Abone Sorumlusu: Murat Güler

Telefon: (0212) 243 09 37

Yazı İşleri:

Özdemir Nutku, T. Yılmaz Öğüt,

Film Çıkış: Çağdaş Grafik

Fax:(0212)252 94

Duygu Atay, Nihal Kuyumcu

Öykü Potuoğlu, Hüseyin Sorgun,

Baskı: Mart Matbaası

P. Çeki: Tiyatro Yapım 655 248

Katkıda Bulunanlar:

Sinan Şanlıer, Sevda Şener,

Abone Bedeli: 18.000.000.-

Banka Hesap No: T. İş Bankası,

Kubilay Tuncer.

Y.dışı Abone: 150 DM/ 75 $

Cihangir Şb. 197 245

Sadık Aslankara, Arda

14

ŞUBAT-MART 2 0 0 0

S AYI 1 0 0 1.500.000.-

A

Y

L

I

K

T

İ

Y

A

T

R

O

D

E

R

G

İ

S

İ

7 M A R T D Ü N Y A TİYATRO G Ü N Ü BİLDİRİSİ /S.4 EDİTÖRDEN Mustafa

Demirkanlı/S.5

HABERLER S.6

a

İ Z D Ü Ş Ü M Ahmet Levendoğlu/S.9

HABER/DOSYA RAHMİ DİLLİGİL'E İNTİHAL SUÇLAMASI /S. 10

cy

KIRK YILDA BİR BOOMERANG'IN DÖNÜŞ YOLCULUĞU BAŞLADI Mustafa Demirkanlı/S. 11 DOSYA TİYATRO... TİYATRO... DERGİSİ 10 YAŞINDA / S . 75-29

Bırakalım Tiyatro... Tiyatro... Dergisi Kapansın!.. Yücel Erten/ 15

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi: Kalıcı Bir Bilgi Kaynağı Sevda Şener/ 16 Tiyatro... Tiyatro... 10 Yaşında Özdemir Nutku/ 16

pe

Bu Dergi Yaşamalı Erhan Gökgücü/ 16

10 Yıl, 100 Sayı. Az Şey mi, Şu Yaşadığımız Ortamda Ahmet Levendoğlu / 17 Tiyatro... Tiyatro... Dergisi: 10 Yaşında Hülya Nutku/ 18

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ni Tümden Kaybedebiliriz Arda Aydoğan/20 Tiyatro... Tiyatro... Dergisi Yaşasın Müjdat Gezen/20 Tiyatro... Tiyatro... Tanığımızdır Enis Fosforoğlu/20

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin Kuruluş Öyküsü ve Düşündürdükleri T. Yılmaz Öğüt/21 Ateşi Yakanla Seyredenler Sinan Şanlıer/ 21 Ölü Toprağı Üzerinde Dergi Çıkarmak Kerem Kurdoğlu/22 100. Sayı... Nihayet Duygu Atay/23 Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ni Kimler Yaşatacak? Nihal Kuyumcu/25 Tiyatro... Tiyatro... Ve Dört Güzel Yıl Dikmen Gürün/27 Tiyatro... Tiyatro...'yla Geçen 100 Yıl Mustafa Demirkanlı/21 SÖYLEŞİ BEDENİN SAATİNİ YENİDEN KURMAK Öykü Potuoğlu /S.30 YUVARLAK M A S A ÇOCUK TİYATROSUNDA BİR MODEL ARAYIŞI: TİYATRO TİYATROSU /S.32 KENTLER VE TİYATROLARI TİYATRO SAMSUN'A AYAK BASTIĞINDA M. Sadık Aslankara/S.38 YAKLAŞIM DIFFICILE EST SATYRAS NON İZLENİM VETRINA EUROPA

SCRIBERE Hüseyin Sorgun /S.41

1999 Nihal Kuyumcu/S.42

İLLÜZYON İLLÜZYON SANATI VE TİYATRO VIII Kubilay QB Tunçer /S.45 BU AY PERDE DİYEN YENİ O Y U N L A R / S 48 E K / O Y U N C U N U N EL KİTABI Müjdat Gezen/S. 51 İ


a

cy

pe


EDİTÖRDEN

Mustafa Demirkanlı

10. Yıl Dosyası'na yazmam gerekiyordu, gerektiği için yazdım. "Kırk Yılda Bir" sayfam, artık "Kırk Günde Bir"e dönüşmeye başladı. Bu editöryal ise hiç hesapta yoktu. Sevgili Orhan bu sayıda da yazamadı, yani iş başa düştü sevgili okur. Bu sayıda bildiğiniz gibi geciktik, yine geciktik, çok kötü olduğunu biliyorum, bu bilgi bile tek başına uyku denen gereksiz zaman kaybıyla aramı iyice açtı, sanki birbirimize küstük. Onunla küsmek önemli değil ama iki oğlum ve sevgili karım da küsmeye başladı artık. Hele ufaklık, yani Melih, bu Dergi'ye iyiden iyiye içerlemeye başladı. Üç yaşının tatlı diliyle, "Baba, ben bu Dergi'ye kızmaya başladım haberin olsun" derken, "Oğlum sana söylüyorum, kızım sen anla"dan başka bir şey demediğini biliyorum. Büyük oğlum Deniz ise artık alıştı, sanırım tiyatro dergisi okumayacağı gibi, tiyatroya da tümden küsebilir, çekine çekine açtığım telefona "Yine mi baba, çok mu geç geleceksin? Üfff" derken, içimi nasıl burktuğunu bir bilse söylemez, ama onun içi de en az benim ki kadar burkuluyor. O da haklı, hem de yerden göğe kadar. Ya sevgili karım, evimizin en cefakar, en fedakar insanı, sevgili ve sevgilim Emine, ya ona ne demeli, dili bile yok. Yok, çünkü ne yaptığımı bilmekle malûl. Evin yükünü omuzlamak, çocukların kavgası ve yoğunluklarıyla uğraşmak, kocasızlığa alışmak... Ne o, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi 100. sayıyı çıkartıyor, 10 Yıl olmuş, İşte bu Dergi'nin görünmeyen kahramanları bunlar, benim sevgili ailem. Hepsine teşekkür

a

ederim, bana sevgiyle omuz verdikleri, beni hiç yalnız bırakmadıkları için, var olan gücümü bu güzel insanlardan alıyorum, biri bile eksik olsa, kendimi kör, sağır, çaresiz hissederim, parmaklarım tuşlara değmez bile... ama onlar var ve hiç eksik olmasınlar... Onları

cy

seviyorum.

***

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi kapanıyor mu? Şimdilik hayır. Sevgili Müjdat Gezen'den gelen destek bize umut ve güç kattı. Yeni bir heyecan ve coşku verdi. Sağ olsun. Yeni bir oyun yaptığında yine bizim için oynamak istediğini belirtti. Ne güzel, bu destekleri yanı

pe

başınızda hissetmek. Eminim ki diğer tiyatrolar da aynı desteği vereceklerdir. Bu

desteklerle yaşanan açmazı, açara çevirip ülkenin en uzun ömürlü Dergisi'ni daha nice on

yıllara götüreceğiz. Siz sevgili okur, hiç küçümsemeyin sizin destekleriniz bu Dergi'nin can damarı, üşenmeyin, biliyorum zor, 18 milyon abonelik bedeli ödemek değil, bankaya gidip havale etmek zor. Ama üşenmeyin gidin, katkınızı yatırın, bakın artık bankalar

telefonunuz kadar yakın size. Bir de bugüne kadar protokol olarak gönderdiğimiz Tiyatro... Tiyatro... dostlarına Dergi ile birlikte gelen mektup lütfen onları kırmasın, hep başımızın üstünde yerleri var. Ama şimdi, gerçekten şimdi onların da abonelik desteğine ihtiyacımız var.

Ve bu Dergi'nin gerçek dostları abone olmakla yetinmeyin, etrafınızda abone olabileck herkesi abone yapın, galiba yayına devam etmemiz gerekiyor. Siz dert etmeyin, benim sevgili ailemin şikayetlerine, son noktada çocuklarım babalarının, karım kocasının ne yaptığını biliyor, bana söylemiyorlar ama hoşnut olduklarına eminim. *** Son olarak, karşı sayfadaki siyah sayfa; "Dünya Tiyatro Günü Bildirisi". Tahmin edeceğiniz gibi İ. Rahmi Dilligil imzasını taşıyordu, bu sorumluluğu paylaşmak istemedik. Böylesine ciddi ve mesleki etiğin tamamen dışlandığı bir eylemin tam orta yerinde bu sorumluluğu alamazdık, almadık. Tarihe bizim üzerimizden akmasın. 101. sayıda buluşmak üzere, hoşça kalın... 5


Haberler... Mualla Fırat'ı Kaybettik (1929-2000)

Şehir Tiyatroları'ndaki en önemli oyunları: "Bu Melek Satılık Değil", "Güllerden Konuşuyorduk", "Ömür Satan Hüsam Çelebi", "Sonuna Kadar".

özgün yapıtların katılabileceği yarışmanın konusu serbest. Yapıtlar şimdiye kadar hiçbir yerde yayımlanmamış ve oynanmamış olmalı. Katılmak isteyenler, oyunlarını yedi nüsha olarak Kadıköy Belediyesi Barış Manço Eğitim ve Kültür Merkezi Müdürlüğü'ne 1 Haziran 2000 tarihine kadar teslim edecekler. Değerlendirme sonuçları 20 Eylül 2000 tarihinde açıklananacak. 1.ye 500 milyon, 2.ye 400 milyon, 3.ye 300 milyon olarak açıklanan ödüller, 6 kasım 2000 günü kendilerine verilecek. Yarışmanın jürisinde Hayati Asılyazıcı, Zuhal Ergen, Nesrin Kazankaya, Ahmet Levendoğlu, Ülkü Ayvaz, Selçuk Uluergüven ve Cuma Boynukara.

19 Ocak Çarşamba gecesi yitirdiğimiz sanatçı, Renan Fosforoğlu'nun eşi, Enis Fosforoğlu'nun annesiydi.

"Tartüf 00" Dünya Promiyeri'ni Yapıyor

İ.B Şehir Tiyatroları emekli sanatçısı Mualla Fırat 1929'da istanbul'da doğmuş. Fırat, Ses Opereti, Dormen Topluluğu, gibi özel tiyatrolarda çalıştıktan sonra Şehir Tiyatroları'na girmiştir.

İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda Panel

Nâzım Hikmet'in yazdığı, Yılmaz Onay'ın yönettiği oyun 17 Mart'ta Berlin'de Tiyatrom tarafından sahnelenecektir.

cy a

Bir dönem İstanbul Radyosu'nda Türk Halk Müziği çalışmaları da yapan sanatçı uzun yıllar da karakter oyuncusu olarak Türk Sineması'na emek vermiştir.

İstanbul Devlet Tiyatrosu, İstanbul Üniversitesi Tiyatro Bölümü ve Alman Kültür Merkezi'nin işbirliğiyle, 28 Şubat'ta, AKM Oda Tiyatrosu'nda, "Tiyatro'da Kültürlerarası Etkileşim" konulu bir panel düzenledi.

"Tartüf-59", hem klasik komedyadaki dolantılar üzerine kuruludur hem de Geleneksel Türk Tiyatrosu'nun açık biçim oyun özelliklerini taşımaktadır. İnancın kötüye kullanılması değişmeyen temalardan biri olarak günümüze kadar gelmiş olup, 2000 yılında da sahnelenmektedir.

pe

Panele, Berlin Özgür Üniversite'den Prof. Dr. Erika Fischer-Lichte, İst. Üni. Tiyatro Bölümü'nden Doç. Dr. Dikmen Gürün, Devlet Tiyatrosu'ndan Dr. Okday Korunan, Münih Üniversitesi'nden Tiyatro Eleştirmeni Prof. Dr. Bernd Sucher, A.Ü. D.T.C.F. Tiyatro Bölümü'nden Prof. Dr. Sevda Şener, Köln Üniversitesi'nden Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu katıldılar. Oturumu, İ.Ü Tiyatro Bölümü'nden Dr. Hasibe Kalkan Kocabay yönetti. Yerel kültürlerin politik alandaki globalleşmeye uygun olarak, yabancı kültürlerle alışverişe girmelerini ve uluslarası üne sahip yönetmenlerin, farklı kültürlerin ürünlerini yeni yapıtlarında kullanarak yeni teknikler denemeleri, farklı kültürlerin birbirlerinden etkilenmeleri, panelin tartışılan konularıydı.

1669 yılında Moliere'nin yazdığı "Tartüff'ten sonra 1959 yılında Nâzım Hikmet oyuna ikinci bir din madrabazını ekleyerek "Tartüf-59" olarak yeniden yazmıştır.

Oyun Yazma Yarışması Kadıköy Belediyesi Türk tiyatro edebiyatına yeni isimler kazandırmak amacıyla geçen yıl başlattığı oyun yazma yarışmasının 2.sini düzenliyor. Yalnızca 6

"Tartüf-00"ın dramaturgi çalışmasını Yılmaz Onay ile Hülya Karcı birlikte yapmışlar, kostüm ve dekor tasarımı ise; Telma Savietto-Dieter Rienkes ikilisine ait. Oyuncular; Levent Beceren, Hülya Duyar, Barış Eren, İbrahim Gündüz, Tayfun Kalender, Nizamettin Namidar, Dilruba Saatçi, Evren Yılancı, Mürtüz Yolcu.

Devlet Tiyatroları Kimsenin Babasının Çiftliği Değildir Eylül 1999'da Devlet Tiyatrolarında büyük oranda bir yönetim değişikliği yapıldı. Yeni Başrejisör bu değişikliği basında "Benim Darbem iyidir" diyerek savundu ve hedefe varmak için her

yolun mübah olduğunu açıkladı. Yeni yönetimin bu Makyavelist politikası üç ay içinde acı meyvelerini vermeye başlamıştır. Yeni yönetim işbaşına gelir gelmez Genel Müdür i. Rahmi Dilligil ve yardımcısı Tamer Levent'i rejisör pozisyonuna geçirdi. Hemen ardından Genel Müdür'ün akrabası olan Başrejisör, "Dava" adlı kendi oyununu Ankara'da sahneye koydu. Başrejisörün kızı da Amerika'ya "Bilgi-görgü(!)" bursuyla gidiyor. Keyfi tasarruflarla, provası yapılmakta olan "Küçük Şehir", "Uygunsuzlar", "Hülleci", "Mikado'nun Çöpleri" oyunla kaldırıldı. "Küçük Şehir" oyununun tamamlanan dekoru ve giysileri depoya atıldı, bozuldu. Ayrıca televizyon dizileri ve seslendirme yapabilmesi için İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda geçici görevlendirilmelerinin uzatılması amacıyla rejisör Kazım Akşar ile oyuncu Kemal Topal ve Hakkı Erkök Ankara'da sergilenmesi planlanan "Gece O Kadar Kirliydi ki..." adlı oyunun tüm provaların İstanbul'da gerçekleştirmişler, oyun Ankara'da sadece bir hafta oynandıktan sonra oyuncunun rapor alması neden gösterilerek gösterimden kaldırılmıştır. Mali sıkıntı içerisinde olan Devlet Tiyatroları'nın, yaklaşık 10 milyar civarında paraya mal olan bir oyunu, sır yönetimin yandaşı olan kişilerin işleri görülsün diye bir hafta gibi bir süre oynatılması büyük bir savurganlık örneği değil de nedir? Bazı rejisörlere görev verilmedi, ancak taraftar oyunculara ödül olarak rejiler veriliyor. Genel Müdür i. Rahmi Dilligil Bursa ve Çorum tiyatrolarını denetlemeye gittiğinde yanında geçici Dösim işçisi bayan sekreterini de götürüyor. Genç sekreterin yol, otel ve harcamaları hangi fondan ödenmiştir? Taltifler şoför kadrosunda olmayan memuru yasalara aykırı biçimde, turnede şoför olarak görevlendirme boyutunda sürüyor. 2000'li yıllara ayak bastığımız şu sıralar Devlet Tiyatroları'nın en büyük görevi cumhuriyet ve demokrasi kültürümüze sanat yoluyla katkıda bulunmak olmalıdır. Ancak bunun yerine Batı'daki ödeneksiz tiyatroların gişe geliri endişesiyle sahneledikleri "Bityeniği", "Tavariş", "Nikâh Kâğıdı", gibi eğlenceli


Haberler... Devlet Tiyatroları'nda yaşanan olumsuzlukları görüşmek üzere Kurum'da değişik tarihlerde görev yapmış 7 eski Genel Müdür, 5 Mart pazar günü bir araya gelerek gelişmeleri tartışmış ve sonuç olarak aşağıdaki metni kaleme almışlardır. Eski Genel Müdürlerden Cüneyt Gökçer toplantıya katılmamış, Tamer Levent ise şu anda yönetim sorumluluğunu üstlendiği için çağrılmamıştır. Bugüne kadar ilk kez böylesine bir buluşmanın gerçekleştiği toplantıda aşağıdaki metin kaleme alınmıştır.

cy

a

Kamuoyuna; Eski Genel Müdürler aramızda toplandık. Devlet Tiyatroları'nın içinde bulunduğu durumu görüşüp değerlendirdik. Devlet Tiyatroları'nı son yıllarda sarsan, örseleyen, sanatçıların büyük bölümünü mutsuz eden iki güncel sorun var: Birinci sorun: Kültür Bakanlığı'nın kaç zamandır, bu büyük sanat kurumuna doğrudan ya da dolaylı olarak sık sık müdahale etmesinden kaynaklanmaktadır. Devlet Tiyatroları 10. 06. 1949'da 5441 sayılı kanunla, tüzel kişiliği haiz olarak kurulmuş bir sanat kurumudur. Kanunda 1970 ve 1983 yıllarında değişiklik yapılmış, tüzel kişi olma niteliği ise özenle korunmuştur. Devlet Tiyatroları, yasa diliyle söyleyelim, "bağlı" değil, "ilgili" kuruluştur. Çünkü Genel Müdür'ün ve kurum içi kurulların görev ve yetkileri kanunla belirlenmiştir. Kanun bütünüyle yürürlüktedir. Kaldı ki bir sanat kurumunun, uzmanlarca yönetilebileceği de apaçık bir gerçektir. Oysa Kültür Bakanlığı'nda, tiyatro sanatı ve tiyatro işletmeciliği ile ilgili tek bir uzman bile bulunmamaktadır. Eğer bir aksaklık, yetersizlik varsa, Bakanlık, müfettişleri aracılığıyla denetleme hakkını ve yetkisini her zaman kullanabilir, idari inceleme yaptırabilir, sanatçıları ve diğer personeli dinleyebilir. Ama Kültür Bakanları kaç zamandır, Devlet Tiyatroları'nı doğrudan kendisine bağlı bir Genel Müdürlük gibi görüyor ve elini Devlet Tiyatroları'nın içinden çekmiyor. O kadar ki Genel Müdürlüğe bağlı Tiyatro Müdürlerini, hatta idari kademedeki şefleri bile değiştiriyor, yerlerine tayin yapıyor ya da yaptırıyor. Sık sık Genel Müdürler değişiyor. Hep birlikte tanığız. Bu tür yasa, töre ve sanatdışı müdahaleler, tiyatroyu ilerletmemiş, tersine tiyatrolarda düzensizlik, istikrarsızlık, huzursuzluk ve mutsuzluk yaratmıştır. Bakanlık tiyatronun önünü açacağına, sürüp gelen temel sorunların çözümüne yardımcı olacağına, tam tersini yapıyor. Sayın Bakanlığın Devlet Tiyatroları'nın içinden elini çekmesini, yasaya ve tiyatro sanatına saygı göstermesini talep ediyoruz! Devlet Tiyatroları'na hakim kılınmak istenen zihniyet ve tutumun, günün Devlet Tiyatroları yönetimi tarafından mevcut yasanın çiğnenmesi pahasına, sempatiyle karşılanmasını da onaylamıyoruz. İkinci sorun şu: Devlet Tiyatroları'nda, 200 kadar sanatçı hakkında soruşturma açılmıştır. Ne yapmış bu sanatçılar? Ayaklanmışlar mı? Provalara mı katılmamışlar? Sahneye mi çıkmamışlar? Perdeleri mi kapatmışlar? Turnelere mi gitmemişler? Siyasete mi soyunmuşlar? Hayır! Ömürlerini verdikleri tiyatrolarının içinde bulunduğu durumdan yakınmışlar. Bunu salt Bakanlığı eleştirmek için mi yapmışlar? Hayır! Bakanlık, Devlet Tiyatroları'nın içine sürüklendiği acı durumu öğrenip gereğini yapsın diye. Bu sanatçılar huzur içinde işlerini mi yapacaklar, yoksa günlerini ifade vermek, savunma yapmakla mı geçirecekler? Bu ruh haliyle sahneye çıkılabilir mi? 200 kadar sanatçının durumu, aynı kulisi ve sahneyi paylaşan diğer arkadaşlarını etkilemez mi? Sayın Bakanlığa ve sayın yönetime, yönettikleri elemanların çoğunluğunun sanatçılar olduğunu, Devlet Tiyatroları'nın bir sanat kurumu olduğunu, daha incelikle, daha anlayışla, daha hoşgörüyle ve özenle yönetilmesi gerektiğini, cezanın akla en son gelmesi gereken bir önlem olduğunu hatırlatmak kaçınılmaz bir görev olmuştur. Devlet Tiyatroları'nın geleceği ve esenliği için bu anlamsız, yararsız, sonuçsuz soruşturmaların durdurulmasını, bu teröre son verilmesini talep ediyoruz. Bu aşamada kamuoyuna açıklamamız bu kadardır.

pe

türler revaçtadır, Yapılan stajyer sanatçı, dekoratör, dramaturg sınavlarında "torpil meleği" kendini fazlasıyla hissettirdi. Reji asistanı sınavı için yeniden düzenlenen yönergenin bir cümlesi Devlet Tiyatroları kadroları içinde açıkça tek kişiyi işaret ederek yakında yapılacak sınava şimdiden şaibe getirmiştir. Devlet Tiyatroları çalışanları bu düşüşe tepki vermeye başladıklarında ise "Hitler rejiminin Korku ve Sefaletini" yaşamaktadırlar. Sanatın en fazla muhtaç olduğu özgürlük duygusu yok olmuştur. Devlet Tiyatroları tarihinde ilk kez olarak üç ay içinde 180 civarında soruşturma açılmış, çok sayıda çalışan büyük cezalara çarptırılmıştır, sendikamız üyelerinden sanatçı Coşkun Irmak üç aylık brüt maaş kesimi cezasıyla başı çekenlerden birisidir. İki master yapmış olan genç sanatçı Aclan Büyüktürkoğlu, Amerika'da kendi olanaklarıyla doktora yapma şansını yaratıp maaşsız izin talep ettiğinde reddedilmiş, müstafi duruma düşürülmüştür. Bardağı taşıran son damla bir takım bürokratik Düzenlemelerle, üyemiz bulunan, ödüllü sanatçı Serhat Nalbantoğlu nun işine son verilmesi olmuştur. Kültür-Sen Genel Merkezi ve Ankara Şubesi Ekim 1999'da yapılan darbeyi gerek basın yoluyla gerek Sayın Kültür Bakanı'na başvurarak eleştirmişti. Aradan geçen üç ay haklı olduğumuzu ortaya koymuştur. Sayın Bakan'dan bu gidişe "Dur" demesini ve ivedi olarak, genç cumhuriyetimizin bu saygın kurumunu yaşadığı hızlı çöküşten kurtarmasını, Devlet Tiyatroları'nın özerkleşmesine destek vermesini diliyor, kurumun şimdiki yönetimini kınıyoruz. Eğit-Sen Adına Ankara Şube Başkanı

Turgut Özakman • Prof. Bozkurt Kuruç • Prof. Raik Alnıaçık Ergin Orbey • Yücel Erten • Doç. Lemi Bilgin- Mehmet Ege 7


cy

a

Haberler...

pe

"Yedi Kocalı Hürmüz" Prodüksiyonu'ndan Tiyatro,.. Tiyatro...'ya Destek Tiyatro... Tiyatro... Dergisi elinizdeki sayının hazırlıklarını yaparken, son sayı olduğunu düşünüyordu, düşünmenin ötesinde planlarını buna göre yapıyordu. Tam o sırada Sevgili Müjdat Gezen arayarak "Yedi Kocalı Hürmüz" oyununu Dergi için oynayabileceklerini söyledi. Sevinçle, hüznü aynı anda yaşadık, yükün yine bir süre daha olsa bile üzerimizde kaldığını düşünmeye başladık. Bu destek çok önemliydi, her şeyin bittiği anda gelen önemli bir soluktu, çözüm arayışlarına biraz daha zamanımız kalmıştı... 6 Mart 2000 Pazartesi akşamı oyun sergilendi. Oyun günlerinin dışında bilet satmak zordur, ama Garanti

Bankası'ndan Binnaz Gökçek ve Buse Hanım ile Opel Gedizler'den Hande Mutluol'un yoğun çabalarıyla bu zorluğu da önemli ölçüde aştık. Her iki kuruluşa ve geceye katılanlara teşekkür ederiz. Ama önce bu girişimi başlatan Müjdat Gezen'e, Yayla Sanat Merkezi'nin ve prodüksiyonun sahibi Sayın Yavuz Yayla'ya, "Yedi Kocalı Hürmüz" podüksiyonunun tüm oyuncu kadrosuna, teknik ekibine ve Yayla Sanat Merkezi çalışanlarına teşekkür ederiz. Tiyatro... Tiyatro... Dergisi 8


İZDÜŞÜM

Kediler ve Pehlivanlar "Sahne Alıyor' AKM, Büyük Salon. 9 Ocak Pazar. Matinede "Cyrano de Bergerac"ı izliyorum. Uzun oyunun finaline giden, Cyrano ile Roxane'in yürek burkan lirisizmle yüklü sahneleri oynanmakta. Derken, duman renkli bir kerata kedi sol ön sahne girişinden emin adımlarla girip sahnenin göbeğine doğru ilerliyor. Yoğun ışık dışında onu ürkütecek pek bir şey olmamasına karşın o, eşsiz kedi sezgisiyle, o anda orada bulunmasının uygun olmadığını kavrıyor ve bu kez yeterince hızlandırdığı adımlarla sağ arka sahne girişine yöneliyor; yarım futbol alanı uzunluğundaki sahne yolculuğunu tamamlayarak, çıkıyor. Tiyatroseverlerden çoğunun benzer bir durum yaşamışlığı vardır, sanırım. Bense birkaç "kedili sahne" dışında bir iki "fareli sahne" bile anımsıyorum, zaman içinde. Diyeceğim, "Nasıl olur efendim!" diye öfkeyle ayaklara fırlanacak bir durum değil belki bu, hele şu bizim ülkemizde. Çünkü bir de şu var ki, kedi bir yere "sızmayı" kafasına koydu mu, ne yapar eder, onun yolunu bulur. (Yine de, gösterilerin yararı açısından, bina içinde kediler besleyip barındırmamak gibi bir önleme başvurulabilir). Ne var ki, duman renginde kerata kedi, beni o içine sızdığı kocaman yapıya ilişkin düşüncelere taşıdı... Evet, biliniyor ki AKM, hizmete girdiği günden bu yana, "çok başlı" ve "çok amaçlı" olmanın da ayağına doladığı engellerle, hizmette -çeşitli doğrultularda- kusur edegelmiştir. "Çok amaçlılığı" yanlış kavrayan kimi siyasilerin baskılarıyla bu kültür merkezinde geçmişte "tank-tüfek" sergisinden, uluslararası "mollalar" sempozyumlarına değin, yapılmadık kültür dışı iş kalmamıştır. Burada, o boyutlara girmeden, salt ara sıra yolu AKM'ye uzanan bir izleyici gözüyle, kafama üşüşen birtakım soruları sıralayacağım. (Bu soruları "yarım yüzyılı aşkın süredir" başlığı çerçevesinde algılayınız:) - Kulislere açılan giriş-çıkışların ve bu noktalarda biriken sanatçıların, ön sıralardaki izleyicilerin görüş açıları içinde kalmasına, böylelikle konuşmalar ve kimi gürültülerin de duyulur olmasına hiçbir çözüm bulunamaz mı?

a

- Gösteri sırasında portal'den içeri başını (ya da gövdesini) uzatıp pervasızca çevreyi izleyen "görevlilere" yönelik bir uyarı ya da yaptırım düşünülmez mi? - Vestiyer görevlilerinin -kışın ortasında- işlerinin başında olmamalarının bir açıklaması var mıdır? İzleyiciden "bahşiş" beklememesi gereken yer göstericilerin bu bekleyişten vazgeçmeleleri kimselerin dikkatini çekmez mi?

cy

Levendoğlu

- Aziz Nesin Sahnesi'nin çerçevesini sarmış olan atölyeler atıklarının ve kamyon cesedinin oluşturduğu çöplükten kurtulmayı hangi "mevzuat" engeller? - Gösteri öncesi bina önünde toplanan hatırı sayılır kalabalığın kullanımı için hiçbir oturma biriminin bulunmaması nedeniyle insanların -kimi zaman ıslak ve kirli- beton ve toprak setlerin üzerine ilişiyor olmaları, dev bir kültür merkezine yakışır bir durum mudur? En azından beş on tane bankın kimi kuruluşlardan armağan olarak bile edinilebileceği akıllara gelmez mi?.. (Öteki konuya yer kalması için bu sorularla yetinmeliyim.)

pe

Ahmet

Kırkpınar pehlivanlarımızın tiyatro serüvenini duymuşsunuzdur. Bir Fransız tiyatrocu onları er meydanında izlemiş, çok etkilenmiş; aralarından "mesleğe yatkınlıklarına" göre seçtiklerini ülkesine götürecek ve bizim pehlivanlarla orada "pehlivanlığın tiyatrosunu" yapacak. Ama yağız yiğitler önce burada, anavatanda oyunculuğa ısınma turları atıyorlar. Bir yandan zeytinyağlarını sürerek kameralar önünde birbirleriyle kapışırlarken, bir yandan cüppeler giyip bıyıklar takarak "padişah", "ağa" filan gibi rollere "ısınıyorlar". Doğal ki medyamız yanıbaşlarında. Alan (çeken) memnun, veren (çekilen) memnun. Yanlış anlaşılmasın "Yağlı güreşten tiyatro mu olurmuş?" filan demeye getirmiyorum sözü. Her şeyden tiyatro olur. Üstelik spor, onun her türü, iyi "dramatik" malzeme oluşturur. Yağlı güreşin de -hani, "çağa pek uymayan" yalanlarına gözümüzü kapatırsak- tiyatro için çekici bir görsellik taşıdığı söylenebilir. Öyleyse ben yağız pehlivanların serüveninden dem vurarak ne anlatmaya çalışıyorum? Yine kafama üşüşen sorular var da, onlar söze dönüşmek istiyor, zahir; - Anlı şanlı medyamızın tiyatroya yakınlık göstermesi için, yapılanın "böylesi bir tiyatro" olması gerektiğini biliyoruz. Biliyoruz da, "öylesi tiyatro" yapmaya yanaşmayanlar nereye kadar tiyatro yapabilecekler? - Türk tiyatrosu ancak Kırkpınar pehlivanları marifetiyle mi "dış dünyaya" açılacak? Yani, yaptığımız "tiyatro gibi tiyatroyu" dünyaya tanıtma hikâyesi "pehlivan tefrikası"na mı dönüşecek? Aslında bunlar bir yana, benim asıl sözüm Fransız meslektaşımıza; Dostum, çimen güreşinden tiyatro çıkar çıkmasına da, marifet bunu "otantik malzemeyi" yani Türk'ün kispetti yiğitlerini Frenkistan'a taşıyarak değil kendi ülkenin insan-oyuncu kaynağıyla yaratmaktadır. Sonra "ithal malı" pehlivanları sahneye sürüp oyuna benzer bir şey yaptın diyelim, iyi de, bu sana yaratma coşkusu verecek midir?.. Ben bunun altında başka bir şey de seziyorum. Burada derinden derine bir kibirlilik, giderek ırkçı bir yaklaşım yatıyor bence. Şunu demek istiyor Frenk meslektaş: "Bu yaptıkları şey çok ilginç. Ama bu (ilginç: tuhaf ?-ilkel?) şeyi ancak onlar yapabilir. Bizler değil." Olayın en gülünesi yanı ise, yorumda pek hünerli medyamızın olup biteni "Türk'ün yeni bir zaferi" diye tezgâhlama çabaları. Ne diyelim! Herkese iyi seyirler! 9


HABER

"Giysilerim Nerede" Oyununun Çalıntı Olduğu İddiası

RAHMİ DİLLİGİL'E İNTİHAL SUÇLAMASI

cy a

Dergi, baskıya girmek üzereyken posta­ dan gelen bir dosya kanımızı dondurdu ve baskıyı durdurmamıza neden oldu. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Rahmi Dilligil hakkında uzun süredir ortalıklar­ da dolaşan spekülatif haberler, yerini belgelere bırakmıştı. Sayfaları çevirdikçe hayretimiz arttı, belgelere bile inanmak­ ta zorlandık.

pe

Belgeler Rahmi Dilligil'in intihal (eser

hırsızlığı) yaptığını gösteriyordu, iddiaya göre Ray Galton-John Antrobus ikilisi nin yazdığı ve 1988 yılında Orhan Az zoğlu tarafından Türkçe'ye kazandırılan "Pantolonunu En Son Ne Zaman Gördün" oyunu, 1997 yılında Rahmi Dilligil tarafından "Giysilerim Nerede" ismiyle kendi oyunu olarak Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu'na verildiği ve Edebi Kurul'dan oynanabilir raporu aldığı anlatılıyordu.

Araştırmamızı yoğunlaştırdığımızda Devlet Tiyatroları eski sanatçısı Serhat Nalbantoğlu tarafından resmi evrakta sahtecilik yapmaktan Dilligil hakkında suç duyurusunda bulunulduğu, savcılığın da kurumdan ilgili evrakları istediği evrakların incelenmesinden sonra dava açılıp açılmamasına karar vereceğini öğrendik. BELGE-1 Dilligil'in, Devlet Tiyatroları'na, Edel Kurul'a verdiği ve 8.9.1997 tarih, 18 sayı numarası ile evraktan geçtiği oyu metninin kapak sayfası şöyle: "Giysilerim Nerede" 2 Perdelik Komedi Yazan: Rahmi Dilligil Adres: Halit Ziya Sokak 30/1 Çankaya ANK. Tel: 0312 440 2291 0542 4533530 Kapak sayfasının ardında, oyun kişiler ve 61 sayfadan oluşan oyun metni yer alıyor.

10


BELGE-3 Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü Başdramaturgluk antetli, Hizmete Özel damgalı ve 154 sayılı evrak incelendi­ ğinde de Eserin Kimliği bölümünde ya­ zarın karşısında Rahmi Dilligil adı okun­ makta ve Dramaturg Mine Acar imzası­ nı taşımaktadır. Bu üç belgeye baktığımızda, Dilligil'in eseri önce kendi eseri olarak kuruma verdiği sonra değiştirerek uyarlayan olarak düzelttiği anlaşılmaktadır.

pe

cy

a

Onk Ajans'a kayıtlı, yasal izni alınarak 1988 yılında Orhan Azizoğlu tarafın­ dan yapılan çeviriye baktığımızda yeni bir intihal (eser hırsızığı) ile daha karşı­ laştık. Dilligil'in yabancı iki yazara ait eseri kendi eseriyimiş gibi sunmakla kalmamış çevirmenin eserini alarak ayrı­ ca eserin çevirisini de kendine maletiği görülmektedir. Orhan Azizoğlu'nun çevirisini ve Dilli­ gil'in kendi eserim diye verdiği oyun metnini karşılaştırdığımızda: O. Azizoğlu metni: Londra'da Penny'nin apartmanı. geceyarısından biraz sonradır.

Vakit

R. Dilligil metni: İstanbul'da Nevin'in evi. Geceyarısı. O. Azizoğlu metni: HIRSIZ: Beş katı bunun için mi tırman­ dık yani. (etrafa bakınır, gardrobu açar, içeri elini sokar) R. Dilligil metni: HIRSIZ: Bu kadar yükseğe bunun için mi tırmandık yani?? "Gardrobu açar, elini sokar, korkar." O. Azizoğlu metni: PENNY: Canikom...

BELGE-2

0542 4533530

Aynı tarih ve sayılı (8.9.1997 tarih, 181) oyun metninin kapak sayfası şöyle:

Kapak sayfasının ardında, oyun kişileri ve 61 sayfadan oluşan oyun metni yer alıyor.

'Giysilerim Nerede" 2 Perdelik Komedi Yazan: Y.Johns Anstrobus-R. Galton (Bu bölüm elyazısı olarak eklenmiş, ya­ zar isimlerindeki yanlış yazım belgede aynen var olduğu için düzeltmedik) Uyarlayan: Rahmi Dilligil Adres: Halit Ziya Sokak 30/1 ÇankayaANK. Tel: 0312 440 2291

Görüleceği üzere her iki belge de aynı tarih ve aynı sıra numarasını içermekte ikinci belgede elyazısı ile yazarlar eklen­ miş ve yazan bölümü uyarlayan olarak değiştirilmiş. Ancak burada küçük bir dikkatsizlik daha yapılarak çok rahat görülebileceği gibi "Uyarlayan" bölü­ münün ayrı bir daktilodan çıktığı anla­ şılmaktadır.

R. Dilligil metni: NEVİN: Canım.. O. Azizoğlu metni: PENNY: Domuz. R. Dilligil metni: NEVİN: Eşşek... O. Azizoğlu metni: HOWARD: Hayır bir şey görmedi ama çalıların arasından çıktığımı görünce çıldıracaktı. Hele o elindeki köpeğin ha­ lini görmeliydin, öyle bir fırladı ki Hydepark'a varmıştır çoktan. R. Dilligil metni: 11


Yukarıdaki alıntılar rastgele sayfalarda seçilmiştir. Metinlerin bütününe bakğınızda eşleşmeleri çok daha yoğun olarak göreceksiniz. Eserin çevirme Orhan Azizoğlu ile yaptığımız görüşme de şu örneği verdi; "Türkçeye çevirirken bazı argo sözcüklerin karşılıkları Timizde yoktur. Çevirmen olarak siz uydurmak zorundasınızdır. Ben de öyle yaptım, ama gördüm ki bunlar da aynen alınmış. Bu da benim tercümemi kullanılmış olduğunu ispat eder" Azizoğlu'na yasal haklarını kullanıp kullanmayacağını sorduğumuzda, o y u n u Bursa Devlet Tiyatrosu repertuvarına alındığını ve provalara başlandığını, ancak oyun provadan indirildiği için, ilk aşamada lüzumsuz bir skandala sebebiyet vermemek için dava açmayı düşünemediğini, ancak sahnelenmeye kalkışdığında derhal dava açacağını belirtmiştir. ver bana... Şakam olmadığını bilesin

Örnekleri uzatmadan metinlerin sonu­ na bakalım.

R. Dilligil metni:

ha!

a

KEMAL: Hayır bir şey görmedi ama ça­ lıların arasından çıkacağımı görünce, çıldıracaktı.. Hele o gezdirdiği köpeğin hali. öyle bir kaçtı ki, İzmir'e varmıştır şimdiye kadar...

(Howard yavaş yavaş soyunmaya baş­

cy

larken ışıklar söner)

na.. Çabuk..

"Kemal soyunmaya başlar"

pe

O. Azizoğlu metni: KAPTAN WEBBER: Çabuk o elbiseleri

ALİ KAPTAN: Çabuk o giysileri ver ba­

12

Onk Ajans'ın sahibi Osman Karaca ise adı geçen oyun için herhangi bir uyarlama izni alınmadığını, ancak Başdramaturg Mine Acar'ın arayarak adı geçen eser için uyarlama izni var mı, buna bakalım, eğer yazarından izni yoksa isteyeceklerini belirttiğini, bugüne kadar da böyle bir başvurunun gelmediğinin eğer böyle bir başvuru gelirse, karşı tarafa ileteceklerini, belirtti.


pe cy

Diğer konuya gelince; "Giysilerim Nerede" adlı oyunun oynanması söz konusu olunca her zaman olduğu gibi oyuna ait bütün evrakları incelerken (Edebi Kurul Kararı, yazarın dilekçesi, oyunun metni vb.) Rahmi Dilligil'in 1997 yılında Başdramaturgluğa verdiği dilekçede oyunla bağlantısını açık bir ifade ile be­ ­ ­ r t m e m i ş olduğunu gördüm. Ve Rahmi Dilligil'den sözleşme yapabilmem için açık ve belirgin bir ifadeyle oyunla bağlantısını Başdramaturgluğa bildirmesini istedim. Bunun üzerine Rahmi Dilligil bu oyunun Y. Johns Antrobus-R. Gal­ ­on oyunundan uyarlandığını beyan eden bir dilekçe verdi. Yazarın beyanı doğrultusunda, oyunla ilgili olarak Başdramaturgluk arşiv ve kayıtlarında gerekli düzeltmeler yapıldı ve eksikler tamamlandı. (Bu da telif ücreti açısın­ dan kurumun menfaatine olan bir du­ rumdur.) Kaldı ki iddia edildiği gibi oyun metinleri asla resmi bir evrak niteliğinde değildir, her zaman gerekli dü­ zeltmeler yapılabilir ve oyun metinleri isteyenlere verilir. Başdramaturgluk oyun arşivi herkese (Devlet Tiyatrola­ rı'nın 12 bölgesinin, tüm sanatçılarının, konservatuar öğrencilerinin, çeşitli okul­ lar, özel tiyatrolar, belediyeler v.b. ya­ rarlandığı) açık bir oyun arşividir." dedi.

iddiayı gündeme getiren Devlet Tiyatro­ ları eski sanatçısı Serhat Nalbantoğlu ise; "Oyunun çevirisi Orhan Azizoğlu'na aittir. Rahmi Dilligil sadece isimleri Türkçeleştirmiş çeviriyi olduğu gibi al­ mış, en azından çevirmene karşı yapı­ lan bir haksızlıktır. Kaldı ki çeviri ve uyarlama oyunların telif ücreti % 15, Yerli oyunların telif ücreti ise % 40'tır ve arasında çok önemli bir fark vardır. Bu çevirmenle Dilligil arasındaki bir iliş­ ki, ancak Dilligil Başdramaturgluğa ver­ diği metinde yazar olarak görülürken, sonradan düzeltilen metinde uyarlayan diye görünüyor, ama iki belgenin de ta­ rih ve numarası aynı. Cumhuriyet Savcı­ lığı'na suç duyurusunda bulundum, in­ celeme devam ediyor." dedi. Nalban­ toğlu, Kültür Bakanı'na da; "İş başına getirdiği Genel Müdür bir başkasına ait eseri çalmış, 'önce ben yazdım, sonra da uyarladım' demiştir, uyarladım der­ ken bile aynen kullandığı çeviri için de çevirmen Azizoğlu'ndan izin isteme ge­ reği bile duymamıştır. Sayın Bakan gö­ reve getirirken bunları bilmiyordur ama şimdi gereğini yapması gerekmez mi? Ben bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak büyük bir sanat kurumunda, eser hırsızlığı yapan bir Genel Müdür is­ temiyorum" dedi.

a

Devlet Tiyatroları Başdramaturgu Mine Acar ise; "Osman Karaca ile çok sık yaptığımız telefon görüşmelerinden bi­ nde 'Giysilerim Nerede" adlı oyunun uyarlama izni konusunda görüştük. Konuyu Rahmi Dilligil'e aktardığımda, Rahmi Bey'in ONK Ajans'a bu konuda bir dilekçe ile müracaat ettiğini öğrendim.

Sayın Acar'ın açıklamasındaki telif açı­ sından yapılan gerekli düzeltmenin ne anlama geldiğini araştırdığımızda oyna­ nan oyun telif ise % 40, uyarlama ise % 15 olduğunu öğrendik. Yani telif eserle uyarlama eser arasındaki fark % 25 gibi önemli bir fark. "Giysilerim Nerede" isimli oyun, ikinci tur oyunlarıyla birlikte Bursa'da provala­ ra başlamış olmasına rağmen oyunun neden kaldırıldığını sorduğumuz Bursa Devlet Tiyatrosu Müdürü Emin Gümüşkaya, provalara başlandığını, kendisinin de başrolü oynadığını, ancak belindeki sakatlığın nüksetmesi ve tedavi olacağı gerekçesiyle oyunun şimdilik kaldırıldığı­ nı söyledi.

Böylesi önemli iddia ve belgelerle kamu­ oyunun gündemine oturan Dilligil'in bu yılın "27 Mart Dünya Tiyatro Günü" bil­ dirisini de yazıyor olmasından dolayı, görüşlerine başvurduğumuz İTİ Başkanı ve Devlet Tiyatroları Edebi Kurul Başka­ nı Refik Erduran ise, önce gerekli in­ celemeyi yapacağını söylemiş, daha sonra ise İncelemeyi yaptığını; "Şimdilik açığa çıkanın, söz konusu arşiv işlem­ lerinde sık sık rastlanan bir işlem belir­ sizliğidir." dedikten sonra, Tiyatro Bildirisi'ni değiştirmeyi düşünmediklerini açıklamıştır. Tüm bu gelişmelerden sonra, hakkında­ ki iddialara açıklık getirmesi için aradığı­ mız Genel Müdür Rahmi Dilligil, telefo­ numuza çıkmadığı gibi, yazılı olarak da ilettiğimiz sorulara dergi baskıya girene kadar cevap vermemiştir. Konunun gelişimini ve yeni belgeleri ö n ü m ü z d e k i sayıda yayımlamaya devam edeceğiz.

İntihal ve Evrakta Sahtecilik Suçu Tiyatro... Tiyatro... olarak elimizdeki evrakların bir kısmını yayımladık ve olayı öncelikle mesleki etik açıdan ele alıyoruz. Ancak, eylemin bir de hukuksal yönü var, bu konudaki yorumlarını istediğimiz Av. Lale Kalpakçıoğlu ilk incelemesi sonucu şu bilgileri verdi: "Rahmi Dilligil tarafından yazıldığı görülen ve 8.9.1997 tarihinde, 181 sıra numarası ile Devlet Tiyatroları Başdramaturgluğu'na verilen "Giysilerim Nerede" adlı oyunun metni ile Ray Galton-John Antrobus tarafından yazılan ve Orhan Azizoğlu'nun Türkçe/eştirdiği "Pantolonunu En Son Ne Zaman Gördün" adlı oyunun metni bire bir aynı olmakla, yazar Rahmi Dilligil, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 71/3 maddesini ihlâl ederek "intihal" suçunu işlemiştir. 5846 sayılı yasanın bu maddesine göre suç sabit ise verilecek ceza; "üç aydan bir yıla kadar hapis ve 300 milyon liradan 600 milyon liraya kadar ağır para cezası'dır. Ayrıca Başdramaturgluğa yazar tarafından verilen metne ait aynı tarih ve numarayla 2 kapak vardır. Birinci kapakta "Yazan: Rahmi Dilligil"; ikinci kapakta "Yazan: Y. John Antrobus. R. Galton" yazısı el yazısıyla sonradan eklenmiş ve "Uyarlayan" yazısı da bir başka daktiloyla yine sonradan eklenmiş olduğu açıkça görülmektedir. Bu ikinci metin kapağının tarih ve sayıları da aynıdır. Ayrıca dramaturg Mine Acar'ın vermiş olduğu raporda da kendisine verilen metnin yazarının Rahmi Dilligil olarak belirtilmesi de, yazar tarafından metnin 1. kapakla teslim edildiği, daha sonra kapakta tahrifat yapılarak 2. kapağın oluşturulduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu fiil de, TCK 339/1 maddesinin ihlâlidir. Yani evrakta sahtekârlık suçu. Bu suçun cezası da, "üç seneden on seneye kadar ağır hapis cezası"dır. 13


KIRK YILDA BİR

Mustafa

Demirkanlı

Boomerang'ın Dönüş Yolculuğu Başladı Sevgili Alkaya, Devlet Tiyatroları'nda yaşanan "Saray Darbesi"ndeki gelişmeleri yorumlarken boomerangın atıldığını ve geri dönüşünün acılı olacağını belirtmişti. Çok uzun zaman geçmeme sine rağmen, "Devlet Tiyatroları'nda huzursuzluk" gerekçe gösterilerek, ama huzursuzluk kaynakları belirtilmeden yapılan operasyon sonrasında tüm gelişmeleri kamuoyu hayretler içinde izlemeye başladı. Dilligil, Sayın Bakanla özel yakınlığını her yerde ve her zaman yüksek sesle dile getirmeye başladı (Biz buna hâlâ inanmıyor, Sayın Bakan'dan açıklama bekliyoruz.) Devlet Tiyatroları'nda ilkeler oluşturulması ve bu ilkeler doğrultusunda yeniden yapılanmanın sağlanması gerek ken, var olan ilkeler de göz ardı edilerek, torpiller yeniden işlemeye başladı. Tayinlerde esas, yakınlık ve kartvizit geçerli olmaya başladı. Kurumla ilgili görüş açıklayan sanatçılar hakkında derhal soruşturma açılırken, konuşan Türkiye'yi ararken, "Suskun sanatçılar" oluşturulmaya, istibdat yönetimini andırır yönetim sergilenmeye başlandı.

pe cy

a

Genel Müdür, basına tavır alıp, taraflılıkla suçlarken, hakkındaki iddialara, icraatlarına yönelik sorulara muhatap bile olmamakta, tehditler savurmakta, ilk icraatı aleyhinde yayın yaptıklarını düşündüğü gazetelerin ilanlarını kesmek, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ni ise kapattırmakla tehdit etmek oldu. Nasıl olacaksa! Oysa, Tiyatro... Tiyatro...'nun can çekiştiğini sağır sultanlar bile duydu. Tiyatro insanları ellerinden geldikçe yaşatmak için çaba sarf ederken, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü, ülkenin tek tiyatro dergisini kapattırmayı planlamakta. Oysa, Dilligil bilmez mi ki, yaptığı olumlu işler de bu dergi sayesinde tarihe kalmakta. Anlaşılan, olumsuzlukları olumluluklarından daha fazla olduğu için, tarihle bağını koparmayı yeğlemekte, ama yönettiği kurumun tarihi de arşivlere, kütüphanelere bu dergi ile intikal etmekte. Kişisellikle, kurumsallığı karıştırdığınız zaman artık o koltuğu işgal etme hakkınız da kalmaz. Dilligil bu noktada. Bunlar bakılan pencereden, farklı görülebilen savlar, ama Dergi'nin sayfalarında yer alan belgeler, belgelere dayanarak yapılan intihal (eser hırsızlığı) suçlaması karşısında söyleyecek söz bulamıyorum. İnsanın aklına ister istemez Dilligil'in geçen yıl sahnelenen "Şıp Sevdi" uyarlaması için rahmetli Avni Dilligil'in (Rahmi Dilligil'in babası) uyarlamasını da karşılaştırmak geliyor. Acaba onlar da aynı metinler mi? 35 yıl önceki bir metin olduğu ve hemen ulaşılabilecek bir belgelik olmadığı için o metni henüz bulamadık. Ama mutlaka bir yerlerde vardır. Önümüzdeki günlerde de önce Diyarbakır, sonra da Kıbrıs seyahatinin gerekli olduğunu da düşünüyorum. Bakalım oralarda havalar nasıl!

Devlet Tiyatroları'nda Genel Müdürlük yapmış yaşayan sanatçılardan Cüneyt Gökçer kendi katılmadiği için, Tamer Levent'in ise, sanırım şu anda yönetim sorumluluğunu paylaştığından dola çağrılmadığı toplantıda oluşan metin, Devlet Tiyatroları'nın iyice uçurumun kenarına geldiği göstermekte. Sanırım Sayın Bakan, yıllardır bu kurumu yönetmiş Genel Müdürlerle bir toplantı yaparak, rahatsızlıkların nedenlerini ve yapılan hataları daha detaylı olarak öğrenmek isteyecekti. Ama bir gerçek var ki, Dilligil, Sayın Bakan'a çok zarar verdi, vermeye devam ediyor. Sayın Bakan'ın, Dilligil hakkında şu anda Cumhuriyet Savcılığı'nca yürütülmekte olan soruşturma sonu da, dava açılma talebi gelirse bekletmeden izin vereceğini umuyorum. Çünkü, iddialar intihal suçundan çok daha ileri, doğrudan resmi evrakta sahtecilik suçunu içeriyor. Önümüzdeki sayıdan itibaren "Marko Paşa"lara, "Malûm Paşa"lara geri döneceğiz. Tiyatro...Tiyatro...'ya açıklama yapan her sanatçıya derhal soruşturma açılması, onların suskun kalmalarına neden olmaktadır. Oysa, bir açmazdan çıkılacaksa, konuşarak, tartışılarak çıkılacaktır. Bu kurumun her bireyinin görüşlerini açıklama hakkı vardır ve bu hakkı kimsenin elinden alamaz. Kimliği bizde saklı kalmak şartıyla (yani yazının imzasız olarak gelmemesi ve hakaret içermemesi koşuluyla) Devlet Tiyatroları sanatçıları görüşlerini, çözüm önerilerini ve tepkilerini mahlas (takma) isim Dergi'de dile getirebilirler. Böyle bir öneri içimi acıtıyor, ama bunun sorumlularının ağzından bir daha demokrasi, demokrasi sözcüklerini duymak bile istemiyorum. Böylesi bir uygulamaya kimsenin hakkı yok, olamaz, olmamalı da. Demokrasi sakız değidir.

14


Yücel Erten

"Bırakalım 'Tiyatro... Tiyatro... Dergisi Kapansın!.." Ülkemiz bir büyük mezarlığa dönüşmediyse... Üstümüze ölü toprağı serilmediyse... Çocuklarımızı sıçanlar kemirmiyorsa... Rengârenk yazmalarıyla analar, kamyondan atılan ekmeği kapışmak için birbirini çiğneyip;

a

çamurdan ekmek toplamıyorsa. Dağlardaki kurtlarımız bile kuduz olmadıysa...

cy

Konsolosluk önünde protesto gösterisi yapanlar, yankesicilere çarpı İnmiyorsa... Televizyoncular gelecek diye, hasta adamı kravatıyla yatağa yatırmıyorlarsa... Siyasetçiler, fotoğrafçılara rüşvet verip fotomontaj yaptırmıyorsa...

pe

Birileri şeyhlerin kirli çoraplarını, arabalarının aynasına asmıyorsa... Birileri, özürlü insanları sokakta savunmasız bulduklarında, ırzına geçmiyorsa... Birileri önce kafayı, sonra da polisleri bulup, bileklerini kesmiyorsa... Birileri nükleer atıkla zehirli altını, yeşille maviye tercih etmiyorsa... Birileri oylarımızla panayır pazarlığı tombalacılık yapmıyorsa... 500 kişilik camide 210 kişinin pabucu çalınmıyorsa... Mezarlıkta Kur'an okuyan 51 hocadan, yalnızca 21'inin Kur'an okumayı bildiği yalansa... Meclisteki 550 kişiden, 500'ünün, Brecht'in "Aklayıcılar Kongresi" oyunundan haberi varsa..

Adliyelerimiz, linç hukukunun deneme tahtasına dönmemişse... Düğünlerde şenlik olsun diye kurşun sıkarken damat vurulmuyorsa... Vicdanımız kör, yüreğimiz sağır, namusumuz kel, aklımız fodul olmamışsa... Sorun yok; bırakalım "Tiyatro... Tiyatro..."Dergisi kapansın!.. 15


cy

a

TİYATRO... TİYATRO... 10 YAŞINDA

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi: Kalıcı Bir Bilgi Kaynağı Tiyatro... Tiyatro... Dergisi on yılını doldurdu. Bir sanat dergisinin on yıl süreyle kesintisiz yayın hayatında kalabilmiş olması ülkemizde büyük başarı. Hele böyle özenle basılan, şık bir derginin. Başta bir dergi çıkartmanın uzun süre kahrını çekmiş olan Dikmen Gürün'ü, daha sonra derginin sürdürülmesini sağlayan Mustafa Demirkanlı'yı, Orhan Alkaya'yı, bu derginin yaşaması için emek vermiş ve emek vermekte olan herkesi kutluyorum. Onların çabasıyla Tiyatro...

pe

Sevda Şener

Özdemir

Nutku

Tiyatro... Tiyatro... 10 Yaşında Şubat 1991'de çıkan Tiyatro... Tiyatro...'nun ilk sayısını aldığımda, hem bir sevinç hem de belli belirsiz bir kuşku içindeydim. Sevinç duymuştum, çünkü yine uzun bir aradan sonra bir tiyatro dergisine kavuşuyorduk! Kuşkum ise, bu saman kâğıdına basılmış olan derginin ondan öncekilerin akibetine ne kadar 16

zaman sonra uğrayacağıydı. Ama işte şimdi derginin onuncu yılını kutluyoruz. Her açıdan gelişmiş, niteliği artmış, niceliği gelişmiş güzel bir dergi! Bunda, bu girişimi başlatan, ülkemizdeki tiyatro edebiyatının kurtarıcı yayıncısı Yılmaz Öğüt'ün büyük rolü var. O başlattı, Mustafa Demirkanlı sürdürdü. Ve dergi binbir güçlükle bugünlere geldi. Şubat 2000'de 100. sayısı çıkacak! Tiyatro... Tiyatro...'yu her şeye rağmen sürdürme azmi göserenlere teşekkür ediyor,

Tiyatro... yazarından oyuncusuna, hocasından öğrencisine, tasarımcısından yapımcısına, yöneticisinden teknisyenine, gencinden yaşlısına, sanata ilgi duyan herkesin dergisi oldu. Dergimizin onuncu yılı deyince, bir bütün rafı kaplamış olan geçmiş sayıları önüme diziverdim. Neler yok bu geçmiş sayıların içinde. Derginin on yıllık koleksiyonunda her ayın güncel haberlerini bulmak da, ciddi kuramsal yazılar okumak da olası. Belli başlı tiyatro olaylarından, tiyatroların aylık dergimizin uzun ömürlü olmasını diliyorum. Erhan

Gökgücü

Bu Dergi Yaşamalı "Tiyatro" Dergisi 10 yaşına basmış. Genç bir oyuncu iken sayısı pek az olan oyun kitaplarını ne denli açlıkla toplamaya giriştiğimi anımsıyorum. Bereket şimdi Boyut-Mitos var; çok yaşasın. İlk "Oyun" dergisini anımsıyorum, sonra Tiyatro 70-


yaşatma çabasının az yürek üzüntüsüne mal olmadığını yakından biliyorum. Tiyatro... Tiyatro... Dergileri'nin eski sayılarını karıştırmak insana hüzün de veriyor. Kaybettiğimiz sanatçıların anılarıyla doluyor insan. Nisa Serezli tatlı tatlı gülümsüyor bir derginin kapağında. Onu yitireli kaç yıl olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Anısı öyle canlı ki. içimde öyle yaşıyor ki. Son sayıda da Hüseyin Katırcıoğlu'nun fotoğrafını görüyorum. İyi ki birkaç yıl önce bu değerli tiyatro adamıyla İstanbul'da sergilediği "Medea" dolayısıyla tanışmıştım, diyorum. İyi ki, bir türlü gidip göremediğim Assos Festivallerine genişçe bir yer vermişim diyorum, kitabımda. Tekrar, bu bilgiler için de Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin eski sayılarına başvurduğumu hatırlıyorum.

a

Ülkemizde sanat dergilerinin sayısı azdır; uzun ömürlüsü daha da azdır. Keşke dağıtımı daha iyi yapılsa da Tiyatro... Tiyatro... her yöreye ulaşabilse, okuyucusunu artırsa, en azından sayıları giderek artan tiyatro okullarının okumaya istekli öğrencilerinin eline ulaşabilse diyorum. Böyle bir derginin, özlemini çektiğimiz düzeyli bir düşünce ortamı yaratılmasına çok katkısı var. Onu elbirliği ile yaşatmaya çalışalım.

pe cy

temsil çizelgelerinden, söyleşilerden, eleştiri, tanıtma yazılarına, kurultay, toplantı, seminer, festival haberlerinden, çocuk tiyatrosu, amatör tiyatro hakkındaki yazılardan tutun, tiyatro sanatı konusundaki farklı görüşlere, tartışmalara, belli konularda oluşturulmuş dosyalara kadar tiyatro hakkında her çeşit bilgiyi barındıran bir birikimle karşı karşıya kalıyorsunuz, Anadolu'nun pek çok yöresindeki tiyatro çalışmaları hakkında bilgi edinmek mümkün. Kuramsal yazılar daha çok öncü çalışmalar üzerinde, modern tiyatro üzerinde yoğunlaşıyor. Genç kalemlerin günümüzün tiyatrosu hakkında neler düşündüğünü, ülkemizde ve dünyada bu doğrultuda neler üretildiğini öğreniyorsunuz. Bu konularda yabancı sanatçıların düşüncelerine de epeyce yer verilmiş, Ülkemize gelen, atölye çalışmaları yapan tanınmış yönetmenlerle yapılan söyleşiler, atölye çalışmaları hakkında notlar, yorumlar yer alıyor. Cumhuriyet dönemi Türk tiyatrosu tarihini yazmaya çalışırken bu birikimden ne çok yararlandığımı hatırlıyorum. Yalnız tarihsel bilgi için değil, tiyatro sanatı ile ilgili her çeşit haber için güvenilir bir kaynak oluşturmuş bu on yıllık serüven. serüven diyorum, çünkü bu dergiyi

10 YlL 100 Sayı. Az Şey mi? Şu Yaşadığımız Ortamda 10 yıl, 100. sayı. Az şey mi, şu yaşadığımız ortamda? "Az şey olup madığının karşılığı bu sayılarda değil, içerikte-nitelikte yatar." diyebilirsiniz, haksız olmazsınız da, öyle demek.

Ben bu dergide üç buçuk yıldır yazıyorum. Gazete yerine dergi olduğunda "köşe" yerine "sayfa" yazısı oluyor? Dolayısıyla ben bir "sayfa yazarı" mıyım? Her ne isem, "bu da, daha niceleri... Çoğunun ömrü kısa oldu. Agon yalnızca 9 sayı çıkabildi. Tiyatro" 10 yıl dayandı. Bir yiğitlik bu; başka bir şey değil. Hep zevkle okudum, küçük eksikliklerine hep gözlerimi kapadım. Ama ekonomik nedenlerle ömrünü tamamlama sürecini yaşadığını öğrenince gözlerim faltaşı gibi açıldı, herşeylere şaşırmayı unuttuğumuzda insan ve sanatçı olarak duyarlılığımızı yitirmişiz demektir. Türkiye'de ödenekli ve özel tiyatrolarda 2000 kişi kadarız;

dergiden biri"yim. Öyleyse ben "taraf" oluyorum. O zaman, "taraf" olarak derginin ne olup ne olmadığına ilişkin görüş belirtmek bana düşer mi? Ya da "taraf" birinin görüşü ne denli nesnel sayılabilir? Bunlar tartışılabilir şeyler...

Ahmet Levendoğlu

Ancak "taraf" olma konusunda şunu eklemeliyim: Derginin yazarı olmasaydım da, ben, ondan "taraf" olacaktım; bir belgelikçi (arşivci), koleksiyoncu olarak. dahası 10'u aşkın tiyatro okulunda sanırım toplam olarak 300-400 kadar tiyatro öğrenci vardır. Bu sayının yarısı bile bu dergiyi yaşatabilir. Okumayı, öğrenmeyi ne çok sevmiyoruz. Kendi yakın çevremizde bile ne denli ilgisiz. Kimseyi inandırmak gibi bir zorunluluğum yok; bir yıla yakındır her sayısından ikişer tane alıyorum, birini bir arkadaşıma veriyorum. Sayın Demirkanlı'yla hepitopu 3-4 kez karşılaştım, ayaküstü... Hiçbir yazımı da

göndermedim dergisine. Ama o dostum... Tiyatroya verdiği emekle... Bu dergi yaşamalı. Tüm tiyatrocuların birbirlerini izlemeleri için... Dünya tiyatrosunu buradan izlemeleri için... Genç oyuncuların günün birinde bu derginin sayfalarında kendi isimlerini okuyabilmeleri için... Böylesi dergilerin yaşaması ortak çıkarımızdır. Ne var ki "Bu dergi yaşamalı" demek soyut bir tümce. Bir kampanya düzenlenmeli; hem de kısa zamanda. 17


Ondan da önemlisi, tiyatromuzun yakın geçmişini iyi izlemek, değerlendirmek, dahası, sık sık geçmişin haber, belge, yorum kaynaklarına başvurmak durumunda olan bir "tiyatrocu" ve tiyatro eğitimcisi olarak. Son on yılın tiyatromuz tarihçesini ortaya öylesine koyan başka bir kaynak var mı? Yok. işte o nedenle, ben zaten en baştan "tarafım. Gerçekte bu kadarı bile derginin bugün durduğu yere ilişkin yeterli bir "görüş" ortaya koymuş olur, sanırım. Ama ben bir şey daha yapmak, bir kıyaslama yoluyla Tiyatro... Tiyatro...'nun bugünkü konumuna ışık tutmak istiyorum.

pe

cy a

Yabancı yayınlarla ilgilenenlerin bileceği gibi, yaklaşık yarım yüzyıldır ingiliz tiyatrosunun önde gelen yayın organı "Plays & Players" dergisidir. 1953'te yayına giren aylık dergi 1966'da art arda bu alanın öteki dergileriyle de (Theatre World, Play Pictorial, Shows Illustrated, Encore) birleşerek -daha doğrusu onları içine alıp "yutarak"- daha da güçleniyor... 90'lı yılların başlarında zengin içerikli, kalın (100-110 sayfa) bir dergi konumunda. Ancak izleyen yıllarda belirgin bir düşüşe geçiyor: Mayıs '95 sayısında, yaklaşık 40 sayfaya inmiş, kâğıt hamur kalitesi düşmüş iken, çözümü kendisini "tüm gösteri sanatlarını da içeren tiyatro dergisi" olarak nitelemekte arıyor. Ekim '97 sayısında ise "Applause" dergisiyle -bu kez onun adını kendi adının yanına ekleyerek- birleşiyor ve tanıtımını "tiyatro ve sanat dergisi"ne dönüştürerek daha geniş bir okur alanı hedefine yöneliyor. Ancak kan kaybı sürüyor; tirajda da, nitelikte de (doğal ki ikisi birbirine sıkı sıkıya bağlı şeyler) bir iyileşme sağlanamıyor. 1999'da dergi ilk kez aylık sayılarını çıkaramaz duruma gelerek "ilkbahar", "yaz" sayılarıyla "mevsimlik" yayın düzenine düşme

Unutmayalım tiyatrocu dostlar, yaşatırsak böyle dergileri, sonuçta yine bir kârlı çıkarız. Paranın egemenliği sürecinde kaçımız kollarımızı sıvadı böyle bir gereksinme için. Bu yazım bir çağrıdır.

Hülya Nutku Tiyatro... Tiyatro... Dergisi 10 Yaşında Ülkemizde eksikliği ciddi olarak hissedilen tiyatro konusundaki 18

dergiciliğin belki de ilk ve tek ismi Tiyatro... Tiyatro..., adındaki tiyatro sözcüğünün yan yana iki kez yazılması, sanki bu eksikliği vurgulamak ya da altını çizerek dikkati çekmek için konulmuş gibi... Bugüne değin yayımladığı oyunlar, çeviriler ve tiyatro kitapları ile tiyatro yayın hayatına büyük katkıları olan Yılmaz Öğüt'le birlikte yola çıkan ve genç arkadaşımız Mustafa Demirkanlı'nın emekten öte mücadelesiyle ayakta duran bir dergi, çabalarla 10 yıldır direniyor,

durumunda kalıyor. Tüm bu ayrıntıları sıralayabiliyor olmam nedeni, bende derginin Ocak 1966'dan (ilk "birleşme"yi yaptığı tarihten) bu yar eksiksiz koleksiyonunun olması. 30 yıllık abone olmama karşın, postada yiten sayıları sonradan tamamlayabilmek için yıllardır akla karayı seçmişimdir. Çünkü dergi, ne yazık ki yitik sayıları (ederini bi kez daha ödeyerek) elde etme istemlerine yanıt bile vermiyor. Sözünü ettiğim kıyaslamayı şimdi daha "bire bir" yapalım: Bir yanda; her akşam yüz bine yakın izleyiciyi salonlarına toplayan ve tiyatrosunun genel niteliği "dünyada en önde" sayılabilecek İngiltere'nin başlıca, köklü tiyatro dergisi; 1990'ların başındaki, her bakımdan "çok iyi" durumundan, 1990'ların sonunda "aylık abonelerine ancak "mevsimlik" karşılık verebilir duruma düşmüş. 1999 yılından rasgele bir örnek, "yaz" sayısı; 34 sayfasının 20'si tiyatro üzerine, gerisi "opera-müzik-film-video-kitap, vb.". 20 kadar oyun eleştirisi varsa da, bunlar artak yarımşar-birer sütunluk "eleştiri özeti"ne dönüşmüş. Bir söyleşi ile dört "bölgesel tiyatro bülteni" geri kalan içeriği oluşturuyor. Öte yanda; 1990'dan bu yana tiyatrosu genel nitelik açısından tartışılır olan, son 1-2 yıl içinde de "yoz kültüre" teslim olmuş görünen Türkiye'nin (sürekli olmayan amatör/okul yayın girişimlerinin dışında) tek tiyatro dergisi; 1991 başında doğmuş, ilk sayısı saman kâğıda basılı, yarısı ilan, epey yanlış dolu 30 sayfa. Ertesi yıl "iyi" kâğıda geçmiş, içeriği gelişmiş. "Yarıyol"a gelmeden önce "eleştiri" boyutuna da uzanmış. 1995'te büyük boyuta atlamış; içerik ve kapsam belirgin biçimde genişlemiş, olgunlaşmış 1999 yılından bir örnek, Kasım-Aralık sayısı; 82 sayfa. Geniş yelpazeli 2000 yılında sayısal olarak 100'üncü sayıya ulaşmış olan bu dergiyi yaşatalım Nasıl mı? Gücünüz oranında; parası olanlar sermaye ile, yazısı olanlar katkılarıyla, okurlar abone olarak, hepsinden önemlisi topluma dayanışma örneği sunmaktan çok didişmeyi tercih edenlerin yerine gerçek bir tiyatrocular dayanışması örneği gösterelim. Yaşasın ve yaşatılsın Tiyatro... Tiyatro... Dergisi.


'Bir sanat dergisinin on yıl süreyle kesintisiz yayın hayatında kalabilmiş olması ülkemizde büyük başarı. Hele böyle özenle basılan, şık bir derginin." Prof. Dr. Sevda Şener

a

"... Kuşkum ise, bu saman kâğıdına basılmış olan derginin ondan öncekilerin akibetine ne kadar zaman sonra uğrayacağıydı. Ama işte şimdi Dergi'nin onuncu yılını kutluyoruz. Her açıdan gelişmiş, niteliği artmış." Prof. Dr. Özdemir Nutku

cy

"2000 yılını kendi kendime 'Tiyatro Yılı" ilan ettim. Dilerim ki, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin de yılı olsun" Müjdat Gezen

pe

"Tiyatroya tanıklık eden bir dergi olmalıdır. Tiyatro... Tiyatro... Dergisi oldu, olmalı, olacak." Enis Fosforoğlu

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ne abone olarak destek vermek istiyorum. Bir yıllık(11 sayı) abone bedeli olan 18.000.000 TL'yi,

T. İş Bankası, Cihangir Şubesi, Tiyatro Yapım: 1014-0197245 nolu hesaba yatırdım. Posta çeki hesabı, Tiyatro Yapım: 655 248 nolu hesaba yatırdım. Lütfen, randevu alıp ziyaretime gelin, İsim, soyisim: Adres: Tel. No:


içeriğinden bölümler; anma yazısı, editör yazısı, haberler, soruşturma, izlenim/söyleşi, "izdüşüm", portre(ler), "illüzyon" yazısı, otobiyografi, dosya (Devlet Tiyatrosu), tartışma(lar)-açık

oturum, söyleşi, öneri, çocuk tiyatrosu, yeni oyunlar tanıtımı, oyun metni. "Taraf" olarak "tarafsız" bir görünüm sunmayı umarım başarmışımdır.

Tiyatro Dergisi'ni Tümden Kaybedebiliriz

a

günümüzde hiç birine rastlanması mümkün olmayan Naum'un Tiyatrosu Concordia Tiyatrosu gibi sahnelerde istanbullulara seslenmişlerdir. Tepebaşı'nda bulunan Pera Bahçeleri'nde (Petits Champs de Pera kurulan Yazlık Tiyatro, Tanzimat sonlarına doğru kışlık binasına taşınmış, Cumhuriyet döneminde belediyeye ait olan Tepebaşı Dram Tiyatrosu şeklinde sanat hayatına katılmıştır. Türk tiyatrosunda, Tepebaşı Dram'ın bir ekol olduğunu iddia etmek çok da yanlış bir sav olmayacaktır. Kimler geçmiştir bu okuldan ya da hangi piyesler hayat bulmuştur? Sayacak olursak, bu binanın geçirdiği ikinci yangınla tamamen kül olmasından sonra yazılan eserler ya da doğan oyuncular. Köklü bir geçmişi olan Türk tiyatrosunun son dönem sanatçıları Muhsin Ertuğrul'un, Bedia Muhavvit'lerin, Vasfi Rıza Zobu'ların Perihan Tedü ve daha nicelerinin "evimiz" dediği bu mekanların o naif büyüsünü maalesef yaşayamamışlardır. istanbul Belediyesi'ne ait Şehir Operası tarafından sahnelenen ilk opera da bu binada temsil edilmiştir. Sayın hocamız Aydın Gün tarafından sahneye konan Puccini'nin Tosca Operası, büyük bir başarı kazanmış, İstanbul'un "Şehir Operası", bugünkü Devlet Opera ve Balesi'nin açılmasına ön ayak olmuştur. Aslında konumuz tiyatro tarihi değil, ama Türk tiyatrosundan her bahsedişimiz de, kültür ve sanat hayatımıza yaşam veren bu mekânların, bu insanların adını anmamak günümüz

pe

cy

Antik Yunan düşünürlerine şöyle bir baktığımızda, Herakleitos olsun, Aristoteles olsun, Plato ve onu takip edenler olsun oyunculuk sanatını her zaman asil sanatlar içerisinde saymış, devlet idaresinde, eğitimde, günlük yaşamda ve en önemlisi insanların iletişiminde oyunculuk sanatının yönlendirici niteliğinden söz etmişlerdir. Dithrambos Şiirinden, Komedya ve Tragedya'ya, Trubadurlardan, Kilise Oyuncularına, Rönesans'tan, Sanayii Devrimine kadar tiyatro sanat tarihinin bütün kesitlerinde varlığını sürdürmüş, dünyanın bütün uluslarında köklü ve kuramsal bir anlatım biçimi olarak sürekli gelişmiştir. Opera ve Bale gibi daha yakın tarihlere dayanan sahne sanatlarının temelini oluşturan oyunculuk sanatı, ülkemizde de geniş bir yelpazede sanatseverlerle buluşmuştur. Türk Tiyatrosu'da, bu gelişim içersinde kendisine has, belirgin bir stile sahip olmuştur. Örneğin doğaçlama oyunculuk tarzı belki de hiçbir benzerinde "Ortaoyunu"nda olduğu kadar önplana çıkmamıştır. Sözün ve mimiğin ustalıkla kullanıldığı bu tarz Türk Tiyatrosu'nun belkemiğini oluşturur. Modern anlamda tiyatronun gelişimi Tanzimat Dönemi ortalarına rastlar, batıya açılımın muhtemel bir sonucu olarak, özellikle İtalya başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinden pek çok tiyatro turpu istiklal Caddesi ve Tepebaşı'nda kurulu olan ve maalesef

Müjdat Gezen Tiyatro... Tiyatro... Dergisi Yaşasın Böyle bir ülkede bir tiyatro dergisinin yayımlanması, yaşaması ve giderek yaşam savaşı vermesi sıkça rastladığımız, olağan şeylerdendir. Acıdır ama böyledir. Kısa ömürlü olur bizim buralarda tiyatro dergileri. Zaten tiyatronun kendisi de bu kaderi paylaşır. Bu ülkede, pahalılık, sıkıntı, gerilim oldu mu insan önce tiyatrodan keser ayağını. İki gazete 20

alırken bir gazeteye düşer. Bir dergi alıyorsa onu almamaya başlar. Zaten dergi okuma alışkanlığı hemen yok gibidir ülkemizde. İte kaka yaşar dergiler ve ite kaka okunur. Ben Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ni çok seven biriyim. Yaşasın istiyorum. Bu konuda da üstüme düşeni yaptığım kanısındayım. 2000 yılını kendi kendime "Tiyatro Yılı" ilan ettim. Dilerim ki bu, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin de "yılı" olsun. El ele verip bu derginin bilmemkaçıncı yaşını birlikte

kutlayabilelim... Böyle bir yazı yazmak bile insanın gücüne gidiyor ama bizim memleket böyle bir memleket işte. Salyangoz satmaya çalışıyoruz. Hayırlı olsun. Enis

Fosforoğlu

Tiyatro... Tiyatro... Tanığımızdır Oyun biter, her şey uçar gider... Tiyatro yapar insanlar birbirinden habersiz... Perdeler açılır perdeler kapanır kimin


cy a

sanatseverlerine yapılan büyük bir haksızlık olacaktır. Günümüzde her temsilini kapalı gişe oynayan Şehir Tiyatroları, uluslararası standartlarda hizmet veren Devlet Tiyatroları ve daha başka topluluklar, amatörler, öğrenciler ve öğretmenler kendilerini bu köklü geçmişin içerisinde bir yere koyabilmelidirler. Ben, Tiyatro Dergisi'ni işte bu tarihin en parlak noktalarından birisi olarak görüyorum. Çünkü Tiyatro Dergisi, her yönüyle sanata ve sanatçıya destek olan bir basın kuruluşu. Belki içerisinde opera ve baleye ait haberlerin de olması gerekli ama bütününe baktığınızda son derece kaliteli, düzeyli, tarafsız ve bilgilendirici haberler ve yazılara sahip. Kanımca, Tiyatro Dergisi salt bir dergi değil aynı zamanda oyunculuk tarihimizin altının çizilmesinde en önemli ve devamlı kaynaklardan birisi olarak yıllardır büyük bir özverinin sonucu olarak bizlere ulaşıyor. Tabii ki, bu dergiye bizler yani sanatseverler ve sanatçılar sahip çıkmazsak, Tiyatro Dergisi'ni tümden kaybedebiliriz. 2000 yılında Türk sanatı

adına son derece utanç verici bir kayıptır bu. Tiyatro Dergisi'nin çok uzun zamandır maddi sıkıntılar içerisinde olduğunu biliyorum. Ama beni üzen asıl şey her gün pırtak gibi çıkan pop müzik sanatçılarının, kasetlerinin tanıtımlarında milyarlar harcayan bazı firmaların, işin içerisine böylesi kurumlar girince aniden sessizleşmeleri. Bir kasete ayrılan bütçenin onda biri bu kuruma sponsorluk olarak verilmiş olsaydı, Tiyatro Dergisi de, uluslararası bir yayınımız olur, bize de bu yazıda sanatsever kuruluşlara övgüler yağdırmak düşerdi. Bugün eğer Tepebaşı Dram Tiyatrosu'na sahip çıkmış olsaydık, yurtdışından gelen sanatçılara gösterebileceğimiz bir sanat harikamız olurdu, ama yapılan anıtsallaştıran mimarileri değil, içerisinde bulunanlardır. Tiyatro Dergisi'ni, Türk sanatı için vazgeçilmez kılan da budur işte. En azından bu dergiye sahip çıkmak bizi olduğu kadar, Türk oyunculuk sanatına emeği geçen her bir sanatçıyı da onurlandıracaktır.

'Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin Kuruluş Öyküsü ve Düşündürdükleri T. Yılmaz Öğüt

pe

1991'in 10 Ocak günü dostum Rutkay Azizle tiyatro için bir derginin gerekli olduğuna karar verirken şunu düşünmüştük: "Tiyatro toplulukları büyük özverilerle gerçekleştirdikleri oyunları yeteri kadar halka duyuramıyor, oyunlar hakkında tanıtıcı bilgiler veremiyorlar. Oyun eleştirileri ve haberleri oyunun premiyerinden çok sonra, bazen 1-2 ay sonra basında çıkabiliyor; seyirci yeni oyunlara ilişkin bilgi ve değerlendirmeleri

mrunda? sanatçı yeteneğinin izini arar, suya mı yazılmıştır kaderi? Tiyatroya tanıklık eden bir dergi olmalıdır. Tiyatro dergisi oldu, olmalı, olacak... Sinan Şanlıer Ateşi Yakanla Seyredenler 1990 yılının sonlarına doğruydu. Cihangir Baba Sokakta Dergi'nin temelleri atılmış, 1. sayı üçüncü hamur kâğıda basılmış ve

dağıtımı yapılmıştı. O günlerde Demirkanlı ile daha sık görüşür olmuştuk. Körfez krizi patlak verince çoğu insan gibi benim de iş gücüm açığa çıkmıştı. Dergi üzerine tartışmalarımız işte öylesi günlere denk gelmişti. Önce başlıklar üzerine düşünceler, yazıların karakterleri, sonra da sayfa düzeni ve vesaire, vesaire. Zaman içinde Enis, Dergi'de görev almış sonra da Nalân katılmıştı ve daha niceleri. Yılmaz Bey, Mustafa ve Rutkay

çok sonra öğrenebiliyor..." İşte Tiyatro... Tiyatro... Dergisi bu ihtiyaca cevap versin diye yayın yaşamına başladı. Bilindiği gibi, 1. Körfez Savaşı 17 Ocak 1991'de çıktı. Yani, derginin yayımına karar verilmesinden sadece bir hafta sonra savaş başlamıştı. O günleri yaşayanlar, bu olayın Türkiye'yi de savaşın içine sürükleyeceği endişesinin toplumu nasıl bir dehşet ortamına ittiğini hatırlayacaklardır. Bu olağanüstü olumsuz koşula rağmen kararımızdan caymadık ve Ağabey'in günlük sohbetlerinde ortaya atılan dergi fikri sonunda gerçekleşmiş, öyle ya da böyle tiyatro dünyasının bir dergisi olmuştu. Çalışmalara isimlerini buraya sığdıramayacağım daha niceleri katılmıştı. Kadro genişledikçe hedef büyümüş, hedef büyüdükçe de eksikler artmıştı. O zaman fark etmiştik ki; yaptığımız işin göle maya çalmaktan başka bir şey olmadığını. Ama ne var ki, göle maya çalmaktan başka da bir çare yoktu. 21


20 gün kadar sonra, Şubat 1991'de Tiyatro... Tiyatro...'nun ilk sayısı yayımlandı. ilk sayının kapağında "Tiyatrolar Barış'a Evet Diyor" solganı ile Bertolt Brecht'in savaşa karşı ünlü dizeleri bulunuyordu: "Savaş istiyoruz" / En önde vuruldu / Bunu yazan. Bu kapak, bir sanat dergisi için politik bulunarak yadırgandı bazı kişilerce... Tiyatro sanatının yaşamla iç içe olan ilişkisini ortaya koyan bu kapak, yaşama karşı sorumlu olmanın doğruluğu ve saygınlığının bir belgesi olarak bize hâlâ güç veriyor. 1991'den sonra dünyada ve ülkemizde, savaştan binlerce kişi öldü, hepimiz tarifsiz onarılmaz acılar çektik; ama sonunda, her şeye rağmen Barış'a ulaşmanın en akılcı yol olduğunu ortaya çıkmadı mı? İlk sayının ortaya çıkma heyecanı arasında, o günlerde başka bir heyecan daha yaşanıyordu yayınevinde: Tiyatro

kitaplarının yayınına da Şubat 91'de başlanacaktı. Nitekim derginin ilk sayısında, dizinin ilk kitabı olarak Vasıf Öngören'in Bütün Oyunları'nın çıkacağı duyurulmuştu. Bu iki olumlu girişim, bütün güçlüklere rağmen, inançla ve inatla günümüze kadar sürüp geldi. Dergi 100. sayısına ulaşırken, MitosBoyut Tiyatro Kitapları da 150. kitabının yayın hazırlıkları içinde... Tiyatro... Tiyatro... 10. yaşına girerken, o günden bugüne hep gelişerek, çağdaş yayıncılığın olanaklarını zorlayarak (ilk sayıların o çok mütevazı ölçülerinin çok üstünde niteliklerle) ve tiyatro sanatının saygınlığını öne çıkararak geldi; dergi, okuyucusuna ve tiyatro izleyicisine karşı görevini imrenilecek bir özveri ile yerine getirdi. Dileğimiz, aynı tarihte birlikte yola çıkmış, tiyatro sanatına adanmış bu iki girişimin önlerinin kesilmemesidir.

pe cy a

Ölü Toprağı Üzerinde Dergi Çıkarmak Hatırladığım ilk tiyatro dergisi 'Tiyatro 77'. Sonra 'Oyun' adlı dergiyi hatırlıyo­ rum. Ne zaman çıkmamaya başladıkları ise hafızamda yok. Eskişehir Üniversitesi kaynaklı 'Tiyatro Anadolu'nun ömrü oldukça kısa oldu. Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları'nın çı­ kartmaya başladığı 'Mimesis' her bir sa­ yısı ayrı bir kaynak değerindeki 'araştır­ ma' dergisi kimliğini, aralıklı yayınları ve soğukkanlı tavrıyla sürdürüyor. Ankara Dil Tarih'li öğrencilerin çıkarttığı 'Agon' dergisi, hırçın, kavgacı, ama aynı zamanda sorgulayıcı ve teoriye önem veren tavrıyla beni en çok umutlandı­ ran, tiyatro tartışmalarına dinamizm ge­ tiren bir dergi oldu. Olgunlaşmaya ihti­ yacı vardı. Ne yazık ki, tam olgunlaşma dönemine girerken, dergiye kan veren

gen insanların fikir ayrılıkları ve yaşam gailesi içinde kaybolmaları nedeniyle yok oldu. Tiyatro...Tiyatro... Dergisi ise neredeyse 10 yaşında. İlk önce bir tanıtım dergisiydi. Sonradan araştırma ve eleştiri işlev­ lerini de hakkıyla üstlenmek için çetin bir kimlik değiştirme çabasına girişti. Ti­ yatro eleştirisinin gazetelerde çok az yer almaya başladığı bir dönemde bu boşluğu doldurmaya çalıştı. Sadece öv­ gü sözlerinden hoşlanan bir tiyatro or­ tamında, bağımsız bir yayın politikası sürdürebilmek için çok mücadele verdi, birçok eleştiriye göğüs gerdi. Ne garip, ne hüzünlü bir yazgı ki, en uzun ömürlü dergi, zar zor 10 yılı biraz aşmış. Genellikle de bir kişinin inadıyla. Mustafa Demirkanlı olmasaydı, finansal

Tiyatro Dergisi 10 yılını böyle geçirdi. 10 yılı aritmetik hesaplarla açıklamaya çalışırsak 3650 gün, bilmem şu kadar saat ve hesap makinelerine sığmayacak kadar dakika ve saniyeler. Ya da bir başka deyişle, hesaplayamadığımız kadar beyin patlatmalar, çare aramalar, yılgınlıklar, küskünlükler vs. ama yine de yola devam.

rahat bir nefesle çıkması için. Bakırköy'de bir kitapçı dükkânı açmıştık. Ufak tefek bir şey değil. Hatırı sayılır miktarda kitap vardı. İş yapar mı diyenlere yanıtımız hazırdı. "Her şeye inat, kitaba devam."

On yıl öncesine dönüp baktığımda neler yapılmamıştı ki derginin daha olanaklı 22

O slogana mecburduk, çünkü ülkemizin geçirdiği günler kültürel yaşantımıza olabildiğince darbe vurmuş, kültür insanlarını sindirmiş dolayısıyla da kültürü üreten ve tüketen insanlar da bundan nasibini almıştı, hem de fazlasıyla.

Kerem

Kurdoğlu

Elbetteki tiyatroyu, tiyatro dünyasını ayı tutamayız. Hele hele maddi nedenlere bağlı olarak yayın hayatını sürdürmeye çalışan tiyatro dergisini ise asla. 5 Nisan kararları, her yıl katmerlenen enflasyon, doların dört nala koşması, çok sık değişen koalisyonlar, tükürük saçara konuşan kültür adamları ve bürokratlar Tiyatro Dergisi işte bu koşullara rağmen bu günlere gelebildi.


pe

cy

a

problemlerine muhtemelen çok daha önce teslim olup pes edecekti Tiyatro Ti­ yatro Dergisi. Çünkü ekonomik verimlilik ve kârlılık kıstaslarını karşılamayan hiçbir oluşumun hiç kimsenin gözünde meşru­ luk kazanamadığı bu çağda, böyle bir derginin varlığını sürdürmesinin hiçbir rasyonel açıklaması yok. Bir tiyatro dergisine kimin ihtiyacı var­ dır? Önce o dergiyi çıkaranların, sonra bizzat tiyatrocuların. Yani kendilerini bu sanat aracılığıyla ifade etmeyi, bu şekil­ de var olmayı seçmiş insanların. Bu du­ rumun taleple hiçbir ilgisi yok. Ne dün­ yada, ne de Türkiye'de, kitleler yeni bir tiyatro oyunu sahnelensin, gidip seyre­ delim, hakkında çıkan eleştirileri okuya­ lım diye can atıyor. İletişim kanallarının algılama biçimini değiştirdiği tipik bir ça­ ğımız insanı için tiyatro seyretmek artık pek de zevk verici bir şey olmasa da, ti­ yatro yapmak hâlâ en zevkli, en derin uğraşlardan biri. Tiyatronun heyecan vericiliğini bu kadar yitirmiş olmasına rağ­ men hâlâ varlığını sürdürüyor olmasının anahtarı da burada yatıyor zaten. Lâkin tiyatro yapma zevkinin hiç çözül­ meyecek bir iç çelişkisi de var. Çünkü bu zevk, içinde kalabalıklar tarafından be­ ğenilme ve sanat tarihinde kalıcı bir yer edinme beklenti ve umutlarını da barın­ dırıyor. O yüzden genellikle yarım ve ek­ sik kalan bir tatmin söz konusu. O yüz­ den hep yaptığı sanat yeterince önem­ senmediği için kızgın dolaşan tiyatrocu­ lar var etrafta. Tiyatronun nasıl da kültü­ rel yaşantının çok önemli bir parçası ol­ duğuna ikna etmeye çalışıyoruz herkesi. Heyecanlandırarak oyunlarımıza çeke­ mediğimiz insanları, görev bilinciyle ge­ tirmeye çalışıyoruz. Halbuki bugünün insanı bile, yeterince özgün ve iyi bir işle karşılaşınca ilgi du­ yabiliyor. Sorun, kendi yaptığımız işlerin, bizi bile heyecanlandırmıyor olmasında. Biz ise, tiyatro sanatına nasıl daha dina-

bütün bunlar bölük pörçük anılar, hatırlamalar. Aslında söylemek istediğim tam bunlar değildi. Nasıl söyleyeceğimi de bilemiyorum. Hani bir darbı mesel vardır. Ateşin etrafında bir yığın insan toplanır ama yakma gayretini içlerinden pek azı gösterir. Dergi'nin çalışmalarına katıldığım ilk günlerde koridorlarda dolaşan iki-üç yaşında bir velet vardı. Adı Deniz, Demirkanlı nın oğlu. O günlerde bir bebekti. Şimdi on iki-on üç yaşında bir delikanlı. Her bir şeyi bölüp çarpıp

çıkardığım zaman ortaya çıkan gerçek şu ki; iyisiyle kötüsüyle, eğrisiyle doğrusuyla insan ömründen giden kesintisiz tamı tamına bir on yıl. İçim elvermese de, inat­ la nice on yıllara. Bu sıkıntıya ihtiyaç var.

Duygu Atav 100. Sayı... Nihayet... Çoğu insanın iki yıl önceden milenyum beklentisine girip, gün hatta saat saydıkları gibi, biz de dergi çalışanları

mik, daha kişilikli, daha kışkırtıcı işler ka­ zandıracağımızı düşünmektense, sanatı­ mızı bellediğimiz köhnelikte sürdürüp il­ gi göstermeyenleri suçlayarak harcıyo­ ruz enerjimizi. Mustafa gibi insanlar çok ve kolay çıkmı­ yor. Ama yine de çıkıyor. Ve öyle görü­ nüyor ki, bu ülkede tiyatro dergileri de ancak onun gibi insanlar sayesinde var olabiliyor. Kâh 10 sayı, kâh 110 sayı, kâh daha fazla. Ben bu açıdan kötüm­ ser değilim. Bu ülke tiyatro dergisiz kal­ maz. Belki Mustafa pes eder, çünkü bu yalnızlığı, bu ağır yükü 10 yılı aşkın süre taşımak kolay değil. Ama bir yerden bir kahraman daha, ya da bir grup kahra­ man daha çıkar mutlaka. 1 yıl, 5 yıl, 10 yıl, ya da 15 yıl sürer taze kanların yorul­ ması, bezmesi. Bir perde kapanır, bir di­ ğeri açılır. Verilen emekler, hep hak edi­ lenden daha az olsa da, mutlaka anılır. Mesele bir tiyatro dergisinin var olmayı sürdürebilmesi değil. Mesele, kısa ya da uzun, ömrünü yeterince ilgi görmeme­ nin ezikliğiyle değil, kendi coşku ve di­ namizminin güveniyle sürdürüp tamam­ layabilmesi. Bunun da anahtarı, ülkemiz­ deki tiyatro ortamının uyuşukluktan kur­ tulmasında yatıyor. Bu sanatı, herkes için daha heyecan verici bir sanat dalı haline getirmeyi gerçek ve içten bir me­ sele haline getirmiş birkaç avuç insanın var olabilmesinden bahsediyorum. Pek meraklıyız herkes tarafından sevilip beğenilmeye. En entelektüelinden en pi­ yasa adamına kadar hangimiz olumsuz bir değerlendirmeyle karşılaşsak, beyni­ mizin tası atıyor. Ya panellerde ya sanat sayfalarında ya da televizyon ekranların­ da benzetiveriyoruz o değerlendirmeyi yapanı. Geriye yazı yazan, ya dalkavuk­ lar kalıyor ya da sadece kırk yılda bir, çok hoşuna giden bir şey olduğunda ya­ zan küskünler. Nedir acaba yapılan bir işin tartışılmasından bu kadar çok kork­ manın nedeni? Böylesine büyük bir özolarak 100. sayıya ulaşmanın beklentisi içindeydik. Ama bizim beklentimiz, yeni bir binyıla girmenin gereksiz özleminden çok farklıydı. Biz, kaderimizi bağlamıştık bu sayıya. "Tamam mı, devam mı?" sorusunun yanıtı, bu sayıda gizliydi. Önceden bilebilseydik yanıtın "devam" olacağını, o kadar da aldırmazdık elbette. Bir dergiyi on yıl sürdürmenin ve onu, neler neler bahasına 100. sayıya ulaştırmanın dehşetli keyfini yaşardık. Bu keyif çok görüldü bize. Ancak, her ne 23


sağlıyor. Bizi yerden yere vuran öyle ya­ zılar var ki, tiyatromuzu yerleştirdiği tar­ tışma platformuyla, yaptığımız işin öne­ mini birçok övgü yazısından çok daha iyi ortaya çıkarıyor. Birçok kez, birçok yerde yazıp söyle­ diğim bir şeyi yine söylemek istiyorum, eleştiri kurumunun işlevi, yazar, yönet­ men, tasarımcı ve benzeri yaratıcıların bilinçli olarak esere yerleştirdikleri gös­ tergeleri deşifre etmek değildir. Eseri elemanlarına ayırıp, 'iyi' veya 'kötü' diye kategorize etmek, hiç değildir. Eleştiri, okuma biçimleri önerir. Eserin, yaratıcılarının kastettiklerinin ötesinde, taşıdığı anlam ve etki üretme potansiyel­ lerini ortaya çıkarır. Dolayısıyla bir tek eserin, birçok esere dönüşmesini sağlar. Bir tiyatro dergisinin gücü ve kendine güveni, düşünsel ve estetik platformlar­ da açtığı tartışmaların derinliğine ve dinamizmine bağlı. İçinde bulun­ duğumuz tiyatro ortamında ise bu neredeyse imkânsız hale geliyor. Bütün olgunlaşmamışlığına, hatta tiyatroma ve şahsen bana hakarete varan sal­ dırılarına rağmen Agon dergisini çok sevmiş olmamın asıl nedeni bu 'neredeyse imkansız'ı göze alabilmesidir.

kadar inanmasak da mucizelere bel bağlar olduk. 99. sayımızda da okuduğunuz gibi, artık "Tamam"ın ucu görünmüştü. Ne var ki olmayacak olan oldu ve "Devam" kazandı savaşı. 100. sayıya ulaştık. Zafer -yani en azından tuş olmama zaferi- bizim. 1997 yılının Mart ayında ilk kez görüp tanıştığım Tiyatro... Tiyatro... Dergisi, derhal bünyesine girebilmek, içinde olmak, katkıda bulunmak için çıldırdığım bir mabetti benim için. Yaşamımın büyük

bir bölümünü geçirdiğim yabancı ülkelerden derhal dönerek, işin bir ucundan tutmak istedim. Ne yapabilirdim? Ne olursa. Anladığım tek şey tiyatro ve özellikle Çocuk Tiyatrosu olunca, sevgili Mustafa Demirkanlı, beni de kattı sınırlı kadroya. Coğrafyamı değiştirdim, kendimi İstanbul'a adadım ve karınca kararınca ben de tuttum bu saygın işin bir ucundan. Yani benim payım -birazcık var olduğuna inanıyorumvarsa bu saygın uğraşta, o da son iki

pe cy

a

güven eksikliğinin kaynakları ne olabilir? İnsanın aklına ister istemez çok daha te­ mel şeyler, içinde büyüdüğümüz aileler, ilkokul öğretmenlerimiz filân geliyor. Hep düşünmüşümdür zaten, böylesine sağlıksız bir aile yapısı ve böylesine kötü bir eğitim sisteminden bütün bir ulusun psikopat çıkması lâzım aslında, nasıl olu­ yor da öyle olmuyor diye... işte bu olu­ yor, daha ne olsun? Bir aptallık da söz konusu bence. Orta­ da dolaşan, suya sabuna dokunmayan, basmakalıp övgü sözlerinin yaptığımız işlere akın akın seyirci çekeceğini mi sa­ nıyoruz? Bir işin, olumlu, olumsuz, her açıdan tartışılmasının, hakkında kavga­ lar edilmesinin, o işin değerini çok daha iyi bir şekilde ortaya çıkaracağını fark edemiyor muyuz? Hem sanatsal bir kalı­ cılığı kastediyorum, hem de kalabalıkla­ ra yönelik bir ilgi çekiciliği. Eleştiri kurumu ve eleştirmenlik, birçok meslektaşımın aksine, benim çok değer verdiğim bir kurum. Yine birçok meslek­ taşımın aksine, bir oyunun asıl başarı kıstasının seyircinin gösterdiği ilgi oldu­ ğuna inanmıyorum. Gerek sıradan seyir­ cilerin, gerekse profesyonel eleştirmen­ lerin yaptığı yazılı değrlendirmeler çok daha önemli geliyor bana. Çünkü onlar beğenip beğenmemek gibi son derece güvenilmez bir kıstasın ötesinde, yapılan işin ne anlamlar, ne etkiler üretebilme potansiyel taşıdığının gerçek ve en önemlisi 'kalıcı' göstergeleri. Geçmiş iş­ lerimize baktığımızda, kendi ürettiğimiz dokümanlar dışında, bir seyircilerimizin doldurduğu anketler var, bir de gazete ve dergilerde çıkmış değerlendirme yazı­ ları. Evet, çoğu yazı, özlediğimiz derinlik­ te ve özgünlükte değil, yine övgü yazıla­ rı çoğunlukta; ama o beş yüzü aşkın ya­ zı içinde öyle bir otuz tanesi var ki, bir ti­ yatro grubu olarak hangi noktada dur­ duğumuzu, neyi başarıp neyi başarama­ dığımızı, bizim bile daha iyi kavramamızı

24

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi, Agon gibi militan bir dergi değil. Daha kurumlaş­ mış, daha oturmuş, daha ölçülü, daha olgun bir dergi. Böyle bir dergi olmanın da önemli avantajları olduğunu düşünüyorum. Ama bu kimlik, yine de daha heyecanlı, daha dinamik, zaman zaman sertleşebilen bir tartışma ortamı olmakla çelişmiyor. Tiyatro sanatına ve kendilerine gerçekten saygı duyanlar kavga ede ede katılırlar ona. Kolay beğeni peşinde olanlar ise küserek uzaklaşırlar. Sahici bir heyecana sahip bir avuç insan yeter, tiyatro ortamını daha kışkırtıcı, tiyatro dergisini daha ilgi çekici kılmaya. buçuk yıldır, koskoca on yılda. Geride kalan zaman diliminde çekilen sıkıntılar yaşamadığım için bilemem doğallıkla. Ama içinde yaşadığım bu süreç de, sırtını dayayacak bir yer olmadan bir dergi, özellikle tiyatro dergisi çıkarmanı ne demek olduğunu öğretti bana. Yani bu dergi çıkarma uğraşının keyfi, zorluklarıyla öylesine atbaşı gidiyor ki, hangisi üstün geliyor, foto-finişle bile zor anlıyorsunuz. Dergimizin bu on yıla neleri sığdırdığını


Tiyatro.. Tiyatro.. Dergisini Kimler Yaşatacak? Nihal Kuyumcu Sayın Nilüfer Kuyaş'ın Tiyatro... Tiyat­ ro...'nun Ocak 2000 sayısında yer alan bir çeşit isyanın ifadesi olarak adlandırabileceğim yazısında sorduğu "Tiyatro... Tiyatro...'yu neden yaşatamadınız, ne­ den yaşatamadık?" sorusuna yanıt arayı­ şı beni iki yıl öncesine 1. Uluslararası İs­ tanbul Çocuk Tiyatroları Festivali sırasın­ da yaşadıklarımıza götürdü. Ve sanırım bu sorunun yanıtlarından biri burada, ya­ şadıklarımızda saklı. Geleceğin sanat se­ verini, geleceğin tiyatro seyircisini hazır­ layan çocuk tiyatrosuna dün ve bugün verilen değer tiyatromuzun bugünkü du­ rumunu açıklamıyor mu? Bugünün yetiş­ kin seyircisi dünün çocuk seyircisi değil mi?

pe

cy

a

Tiyatro... Tiyatro... Dergisi 1998 yılında 8-23 Haziran tarihleri arasında üçlü bir programın son aşaması olarak (ilk aşa­ ma Eğitim Semineri, ikinci aşama 1. Tür­ kiye Çocuk Tiyatrosu Kurultayı) T.C. Kül­ tür Bakanlığı'nın da katkılarıyla 1. Ulusla­ rarası İstanbul Çocuk Tiyatrosu Festivali'ni düzenledi. Düzenlenen bu üçlü program Türkiye'de çocuk tiyatrosu adı­ na çok önemli bir yapı taşı olabilecek özelliklere sahipti. Örneğin ilk kez bir ço­ cuk oyununun ortaya çıkma süreci, ço­ cuk tiyatrosunda dramaturji, oyun yazı­ mı, oyunculuk gibi konular Almanya'dan davet edilen uzmanlarca bir eğitim semi­ neri çerçevesinde ele alındı. Seminere bu alanda çalışan oyuncu, yönetmen, dra­ maturglar katıldı. İkinci etkinlik Çocuk Ti­ yatrosu Kurultayı ki Cumhuriyet tarihin­ de ilk kez gerçekleşiyordu. Ne Milli Eği­ tim Bakanlığı'ndan ne de Kültür Bakanlı­ ğından bir tek yetkili ilgi gösterip gel­ mişti. Alınan kararlar ne zaman uygula­ nabilir, meyveleri ne zaman toplanır bi­ linmese de Tiyatro... Tiyatro... çok bü­

anlatmak bana düşmez elbette. Yalnız bence, belki de dergimizin en parlak yılı olan 1998'de neler yaptığını -ben de dahil olmak üzere- gördüm, yaşadım, Türkiye'de üç İLK'e imza atıldı o yıl. Çocuk Tiyatrosu Kurultay'ı, Çocuk Tiyatrosu Eğitim Semineri, Uluslararası Çocuk Tiyatrosu Festivali. Gerçekten de hayran olunacak işlerdi bunlar ve ancak güçlü bir vakfın üstesinden gelebileceği çaptaydı. Darboğaz da bunların ardından başladı zaten. Olsun. Tüm bunların

onuru bile bir dergiyi sonsuza kadar yaşatmaya yeter, isterse manevi yönden olsun. Dergi çalışanlarını, omuzdaşlarımı yürekten kutluyor, yanaklarından öpüyorum. 3. bin yılda da varız işte. Erkut

Arıburnu

İnadına Tiyatro... Tiyatro... Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nde çalışmaya başladığımda yıl 1993'dü ve 31. sayı

yük, çok olumlu bir adım atıp "denize at­ mıştı". Yine bu program çerçevesi içinde üçüncü etkinlik olarak " 1 . Uluslararası İs­ tanbul Çocuk Tiyatroları Festivali" düzen­ lenmişti ve festival sırasında, yaşananlar, gerçekte Türkiye'de (ya da İstanbul'da diyelim) festival düzenleme komitesinin, Kültür Bakanlığı'nın, Milli Eğitimin, Okul Müdürleri ve idarecileri'nin, Öğretmenleri'nin, Öğrencileri'nin, sanatı destekleyen (ya da bu iddia içinde olan) Özel Kurum­ ların, çocuk tiyatrosu yapan tiyatroların, çocuk tiyatrosuna (aslında tiyatroya) ba­ kışını çok net biçimde gözler önüne ser­ mişti. Her zaman çocuk tiyatrosu konusuna özel bir ilgiyle yaklaşan, bu konudaki ya­ zılara öncelik veren başta Mustafa Demirkanlı olmak üzere dergi yönetimi son derece iyi niyetle, özveriyle, ticari bir ku­ ruluş olmasına karşın kâr amacı gütme­ den, amatör bir ruhla konuya yaklaşarak (belki bugünün dünyasında böyle bir yaklaşım yanlıştı, ayrıca tartışılabilir) ço­ cuklarımıza ne olursa olsun ilginç örnek­ ler sunma çabasına girdi. Davet edilen gruplar arasında iptal edi­ lenler dışında Hırvatistan'dan aynı za­ manda bir karanlık tiyatro örneği olan kukla tiyatrosu "Alis Harikalar Ülkesin­ de", Kanada'dan iki grup Forum Tiyatro yapan Mixed Company "The Family" ve akrobasi gösterileriyle ilginç bir oyun ser­ gileyen Dynamo Tiyatrosu "Mur Mur" adlı oyunlarıyla, ayrıca İtalya'dan da bir sokak tiyatrosu yer alıyordu. Türkiye'den ise İBŞT, Ankara Deneme Sahnesi olmak üzere iki grup vardı. Dergi, Kültür Bakanlığı'nın desteğini de arkasına alarak çekinmeden yola çıktı. Öyle ya koskoca devlet arkasındaydı. Çehenüz çıkmıştı. Bugün yıl 2000 ve 100. sayıdayız. Aradan geçen yedi yıllık süre, bir bebeğin doğup, büyüyüp okula başlamasına kadar geçen bir zaman dilimi. Anne-babalar, doğum sürecinin ve sonrasının ne kadar zahmetli olduğunu çok iyi bilirler. İşte bu zahmetin birkaç katını, önce her bir sayının çıkışına, sonra da sponsorsuz bir dergiyi yaşatmaya çalışanlar daha da iyi bilirler. Bilirler diyorum ama, bu kadar uzun soluklu bir 25


Okul müdürleri çocukları oyuna getirme konusuna iki türlü yaklaştılar. Bir grup müdür hemen "kabız" bir ses tonuyla "işin mi yok diyen" bir ifadeyle öneriyi reddetti. Üstelik oyun olan tiyatroya yü­ rüme mesafesinde olan okullardan da bu biçimde karşı çıkıldı. Diğer grup okul müdürleri ise konuya oldukça sıcak baktı ama "izinsiz" olarak çocukları götüremeyeceğini, eğer bir veli şikâyet ederse baş­ larına iş açılacağını söyledi, içinde sami­ mi olan da, bu gerekçe ile işin içinden sıyrılmayı düşünen de vardı. Zaten sami­ mi olanlar (sadece bir okul) hemen izin almanın yollarını arayarak bizden süre is­ tedi ve olanaklarını sonuna kadar zorla­ yarak oyuna öğrencilerini getirdiler. Di­ ğerleri ise hiçbir çaba göstermeksizin reddettiler. Aslında bu davet böyle bir şeyin gerekli olduğuna inanmayan bir düşünce biçimi tarafından reddediliyor­ du. Kendileri belki de hayatlarında hiç ti­ yatroya gitmemişler, hiçbir sanatsal et­ kinliği izlememişler ama pekala müdür de olmuşlar, müdür muavini de. Zaten okulların görünüşleri, okul binalarındaki zevksizlik örneği renkler (beyaz renk, pis bir mavi ya da yeşil renkten daha pahalı değildir), parayla çok da ilgili olmayan

pe

cy

Festival başladığında asli görevi kültürel etkinliklere, sanata destek vermek olan bir bakanlık, daha önce düzenlenen 1. Çocuk Tiyatroları Kurultayı'na olduğu gi­ bi festivalin açılışına da bir odacısını dahi gönderme gereği duymadı. Sadece pa­ rayı vererek (o da yarım yamalak, belki hiç vermese daha iyi olacaktı) tüm işinin bittiğini düşünen bir anlayışla yaklaştı konuya. Belki bir domates festivali düzenlenseydi populist bir yaklaşımla ora­ da birileri hazır bulunurdu, medyatik sa­ natçılarla birlikte şarkılar söylerken bizler de haberlerde ya da televole gibi prog­ ramlarda izlerdik kendilerini. Cumhur­ başkanı o günlerde gittiği bir yurtdışı ge­ zisi nedeniyle açılışa katılamadı, neyse ki onun yerine sanat danışmanı Sayın Din­ çer Sümer vardı.

Belki duyuru yeterince yapılamamıştı, belki yaşanan belirsizlik dönemi sırasında bazı şeyler için geç kalınmıştı. Bunun üzerine bilet ücretlerini düşürerek, hatta kenar semtlerdeki okullar için tamamen kaldırarak öncelikle kenar semtlerden başlayarak devlet okullarını gösterilere davet etmeye başladık. Bu sırada çok il­ ginç saptamalarımız oldu. Birçok okul müdüründen biri dışında hiçbiri örneğin Kenter Tiyatrosu'nun yerini bilmiyordu. Şu anda içinizden üç kuruş maaş alan müdür ya da öğretmen tiyatronun yerin nereden bilsin dediğinizi duyar gibiyim. Ama hepimiz biliyoruz ki sorun öncelik verme, gereksinim olarak duyumsayabilme sorunu.

a

kinecek ne vardı. Önce teklif edilen festi­ val bütçesi bakanlıkça kabul edildi. Yurt­ dışından gruplarla bağlantılar kuruldu. Davetler edildi, kabul edenlerle anlaşma­ lar yapıldı. Ardından "içinde bulunulan şartları ileri sürerek" Bakanlık verdiği sö­ zü üçte bire indirdi. Para çıktı, çıkmadı, gönderildi, gönderilmedi, iptal, erteleme gibi uzun bir belirsizlik ve bekleme döne­ minden sonra, festivale devam kararı alındı. Çağrılma planları yapılan grupla­ rın birçoğundan vazgeçildi, grupların ilerki tarihlerde gösterileri olanlar iptal edildi. Çağrılan grup sayısı asgariye indi­ rildi. Gelen grupların paraları gecikmeli olarak ödendi/ödenemedi. Gruplar para­ larını alıncaya kadar kendilerini geldikleri bu yabancı ülkede dolandırılmış gibi his­ settiler. Hatta zaman zaman büyükelçile­ rine durumu açıklamaktan, onlardan yar­ dım istemekten söz ettiler. Ciddi sorun­ lar yaşandı, hâlâ da bu sorunlar tama­ men giderilmiş değil ne yazık ki...

Festival başladığında bilet satışlarının kö­ tü gittiğini, oyunların çok az seyirciye, adeta boş salonlara oynandığını gördük. dergi varsa bilirler elbette. Peki zorunlu muydum yani, bu kadar zahmete katlanmaya? Tiyatroyla direk göbek bağım olmadığı halde, neden bu kadar süre direndim? Karadenizli de değilim. O halde neydi bu inadın nedeni? Bana kalırsa, başarılması olanaksız gibi görüneni başarmaya uğraşmanın heyecanı... Her darboğazda Mustafa Demirkanlı ve arkadaşlarım, bize destek olanlar, yaptığımız işin saygınlığı... 26

Ülkemizin siyasal kaderindeki demokratik kesintiler gibi, finansal kesintiler de dergimizi iki kez bir daha belini doğrultamayacak ölçüde etkiledi bu yedi yıl içinde. Biri ünlü 5 Nisan kararları, ikincisi ise muhteşem projemiz 1. Uluslararası İstanbul Çocuk Tiyatrosu Festivali. Ama, öyle ya da böyle, bunları da aştık. Bir aile bütünlüğü içinde, kırılmadan, küsmeden, icabında dergimizde evimizde olduğundan bile daha fazla zaman geçirerek,

Cumartesi-Pazar-Bayram-Yaz tatili gibi kavramlara bile gereğinde uzak kalarak. Derginin 10. yılı için yazarlarımız, her zaman yazılarıyla katkıda bulunanlar, ünlü tiyatro insanları yazılar yazdılar. Ben de, derginin mutfağından biri olarak, karınca kararınca emeği geçmiş biri olarak, bu mutluluğu paylaşmak istedim okuyucularla. Dergi var oldukça var olmanın mutluluğuyla, inadına Tiyatro... Tiyatro... diyorum bunun için.


her alandaki perişanlık bu düşünce biçimi­ nin uzantısı değil mi? Bir diğer grup (ki bu grup içinde azınlık okulları büyük bir yer tutuyordu) ise sevinçle öneriyi kabul etti ve çocuklarını gönderdiler. Başlarına iş açma(!) korkusuyla ne yazık ki tek tek kendilerine buradan çok istememize kar­ şın teşekkür edemiyoruz.

pe

cy

a

Bir ülkede eğer genel anlamda bir yozlaş­ ma var ise bundan herkes belli bir oranda nasibini alıyor. Öğretmeni de öğrencisi de... Tiyatroya getirilen öğrencilerin bü­ yük bir gürültüyle salonda yer kaptıklarını gördük, tabii öğretmenlerin bağırtıları, çocukları azarlamaları da cabası. Diğer yandan oyun başladığında yine aynı öğ­ retmenin çocuklarla hiçbir şekilde ilgilen­ memesi; çocukların sahneye tırmanmala­ rından, kendi aralarında konuşmalarından ve salondaki uğultudan hiçbir şekilde ra­ hatsız olmaması ise bir başka ilginç nok­ ta. Gereksiz yerlerde öğrenciden bir asker disiplini bekleyen öğretmen nedense bir tiyatro salonunda böyle bir duyarlık gös­ terme gereği duymuyordu. Tiyatroya git­ mek başlı başına bir törendir ve bilet al­ madan itibaren, gitmek için yapılan hazır­ lık, tiyatroya gidiş, salonda yer alma ve perde açılmasıyla oluşan atmosfer hepsi bu törenin bir parçasıdır. Eğitim ise bunla­ rı bir bütün olarak yaşamak, duyumsa­ maktır. Ne yazık ki çocuklarımız tiyatroya getirildiklerinde böyle bir şeye hazırlanmı­ yorlar, böyle bir şeyi yaşamıyorlardı. Sanatı destekleme konusunda otellerin gösterdiği duyarlılık, odalarını gruplara açmaları, onları en iyi şekilde ağırlamaları, öte yandan sanatı desteklediğini iddia eden kuruluşların tüm "imdat" çağrılarına "hele bu sene bir yapın, hemen ardından önümüzdeki yıl için konuşalım" diyerek

yanıt vermeleri, sanatı nasıl destekledik­ lerini göstermeleri ise bir başka ilginç nokta. Böylesi tiyatro festivalleri özellikle yurt­ dışına gitme ve yeni biçimler görme olanağı bulamayan tiyatrocular için de yeni ufuklar açabilir. "Onlar çok güzel gidin, görün bir şeyler öğrenin" gibi bir şey demiyoruz. Ama sahnede bir ışığın kullanımı, oyuncunun bir tavrı ya da bir dekor parçası bu alanda çalışanlara yeni fikirler verebilir. Farklı kültürler, farklı tek­ noloji kullanımı yeni ışıklar yakabilir. Oyunlara çocuk tiyatrosu yapan iki kişi dışında hiçbir tiyatrocu, oyuncu, tiyatro adamı ilgi göstermedi. Oysa İstanbul'da hafta sonları hiç de ucuz sayılamayacak bilet ücretleriyle perde açan onlarca çocuk tiyatrosu topluluğu var. Şimdi Sayın Nilüfer Kuyaş, Tiyatro... Tiyat­ ro...'yu kimler yaşatacak diye bir kez de biz soralım. Önce destek verip sonra yarı yolda bırakan Kültür Bakanlığı mı yaşatacak dergiyi yoksa tiyatroya gitmeyi, öğrencilerini götürmeyi bir angarya olarak gören okul müdürleri mi? Ya da öğrencilerini tiyatroya getiren ama tiyat­ roya gitme, oyun izleme kültürünü alamamış, öğrencilerine de veremeyen öğretmenlerimiz mi? Ya da tiyatro iz­ lemenin o törensi havasını yaşayamamış bugünün çocuk, yarının yetişkin seyircisi mi? Yoksa mesleki heyecanlarını yitirmiş, kendi alanlarındaki diğer çalışmalara dahi ilgi duymayan, etkinlikleri takip etmeyen, yeniliğe kapalı tiyatrocular mı yaşatacak­ lar? Ne dersiniz? Geriye kim kaldı? Galiba geriye bir tek Mustafa Demirkanlı kalıyor, o da 10 yılda, 100 sayıda pes demek üzere...

Tiyatro... Tiyatro... ve Dört Güzel Yıl Ekim 1994-Ekim 1998. Dört yıl insan yaşamında uzun bir zaman. Ama, geriye dönüp baktığımda herşey sanki dün gibi... Eski dergiler arasında dolaşıyorum. İlk sayı 1991'de çıkmış. Ekim 1994'e kadar da bir haber-tanıtım dergisi olarak sürdürmüş misyonunu. Geçenlerde, o yıllarda yaşanan heyecandan söz ediliyordu. Her olay için geçerli değil mi bu durum? ilk yılların heyecanı giderek yerini daha sakin bir alışkanlığa bırakmaz mı? Evlilik gibi... Bizler de bir anlamda

"Tiyatro... Tiyatro... ile nikahlandık sayılır... Yine 1994'e dönersek; Mustafa Demirkanlı ve Danışma Kurulu onca heyecan arasında Dergi'nin içerik açısından bir değişim geçirmesi gerekliliği üzerinde durmuş olmalılar ki, bana o yaz "Dergi'nin Genel Yayın Yönetmeni olur musun?" sorusu soruldu. Biraz çekinerek kabul ettim. Benim Dergi'yle ilişkim heyecanlı mı başladı, sakin mi bilemiyorum. Galiba biraz da yapım nedeniyle, sakin başladım ve sakin bitirdim. Amacım, "Tiyatro... 27


Yukarıda da değindiğim gibi, çok küçük bir ekiptik, ama bizi dışarıdan destekleyen kocaman yürekli insanlar vardı. Yazı isteklerimin hiçbiri geri çevrilmedi. Bu destek sayesinde önemli konulara girdik, ciddi tartışmalar başlattık, tiyatromuzun sorunlarına parmak bastık, dünya tiyatrosundaki gelişmeleri irdeledik. Alanlarında otorite olan deneyimli sanatçıların, akademisyenlerin, eleştirmenlerin yanı sıra genç kalemlere geniş olanaklar tanıdık, onların farklı bakış açılarından yararlandık. Ayrıca; Ahmet Cemal, Ahmet Levendoğlu ve bir süre için de olsa Memet Baydur benim ricamla başlattıkları aylık yazılarıyla Dergi'nin içeriğini daha da zenginleşirdiler

a

Ekim 1998'de bırakmak zorunda kaldım "Tiyatro... Tiyatro..."yu. Şimdi, değerli dostum Orhan Alkaya Genel Yayın Yönetmeni. Umarım uzun yıllar kalır bu görevde. Gördüğünüz gibi, "Tiyatro... Tiyatro..."nun kapanacağı ihtimalini düşünmek bile istemiyorum. Bu nedenle de hiç değinmiyorum o konuya. "Mustafa Demirkanlı'da bu azim varken kolay kolay da kapanmaz Dergi'miz" diyorum. Ve, 101'inci sayıyı bekliyorum.

cy

Tiyatro..."yu bir haber tanıtım dergisi olmaktan çıkartarak eleştirilerle, inceleme yazılarıyla, araştırmalarla, tartışmalarla, çevirilerle daha zenginleştirmek ve farklı bir kulvara çekmekti. Bunu gerçekleştirmek kolay değildi, çünkü yerleşik bir yazı ekibimiz yoktu. Ayrıca, hiç kimseye telif ödeyecek durumda da değildik. Ama, tüm sorunlara karşın "Tiyatro... Tiyatro..." Ekim 1994'ten başlayarak hızla kimlik değiştirdi. Bu konuda tevazu göstermiyorum, içeriğinin değişmesinde, yoğunluğu olan bir tiyatro dergisine dönüşmesinde önemli adımlar attığıma inanıyorum. Hemen belirtmeliyim ki dergiye girdiğim ilk günden, "gitmek zorundayım" dediğim güne kadar Mustafa Demirkanlı hep yanımda yer aldı ve en küçük bir müdahalede bulunmadı. Zaten bunun aksi söz konusu olsaydı birlikte çalışabilir miydik bilmiyorum, ama aramızda dengeli bir ilişkinin kurulması yapılan iş açısından önemliydi. Bunun ötesinde sonsuz dırdırlanma, zaman zaman beni bile deli eden titizliğime göğüs germe şövalyeliğini de gösteren Sevgili Mustafa. "Ama, Mustafa", "Neden Mustafa", "Niçin Mustafa" sözcükleri Dergi'nin duvarlarına mıhlanıp kalmıştır herhalde...

Tiyatro... Tiyatro...'yla Geçen 100 Yıl süre bana en azından bunu düşünmeyi gerekli Mustafa kıldı. Bir dergiye, tiyatro dergisine kimler ihtiyaç duyar? Önce, mesleği "tiyatro" olanlar, tiyatro öğrencileri, sonra izleyiciler, meraklılar. Bu derginin abonelerinin % 2'si civarında bir sayı tiyatro ile doğrudan ilgilenen abonelerden oluşuyor. Bu oran hep böyle oldu. Oysa, Anadolu'nun dört bir yanına dağılmış, her şeyden uzak ve mahrum olan tiyatrocular bile Dergi'ye abone olmazken, İstanbul, Ankara'da yaşayan tiyatrocuların abone olmasını beklemek sanırım fazla iyimserlik olur. Bu Dergi, kapandı kapanıyor, bu sayının son sayı olmasına karar vermiştik aslında, ancak Sevgili Müjdat Gezen'in girişimi, Sayın Yavuz Yayla'nın olur vermesi, "Yedi Kocalı Hürmüz" müzikalinin tüm ekibinin katkılarıyla bu sürece biraz nefes aldırdı. Ama bu nefes, geçmişi toparlamaz, bugüne birkaç ay daha olanak tanır. Asıl olan bu mesleğin insanlarının Dergi'ye sahip çıkmaları, abone olmaları ve abone bulmaları ile mümkün olur.

pe

Evet, gerçekten yüz yıl. Bu yüz yıla neler sığmadı ki. Her şeyi burada anmak, sıralamak sanırım olanaksız olur, bir sürü emeği anamayacağım, ama o emekler o kadar yoğun içten ve coşku doluydu ki, bu Dergi'nin arşivinin her noktasına dokunduğunuzda size geçecektir. Sağ olun sevgili tiyatro dostları ve Tiyatro... Tiyatro... yandaşları.

Hepinizin bildiği gibi 1991 yılının ocak ayında ofiste Rutkay Aziz ve Yılmaz Öğüt ile yaptığımız sohbetin bir yerinde, Rutkay'ın "Bir dergimiz bile yok" serzenişi ile başlayan, benim "Çıkartalım o zaman" diye devam ettiğim, Sevgili Yılmaz'ın yürekten katıldığı ve hemen kolların sıvandığı süreç, bugünlere geldi. Ama, Yılmaz Öğüt'ün 10. Yıl yazısında, "1991'in 10 Ocak günü dostum Rutkay Azizle tiyatro için bir derginin gerekli olduğuna karar verirken şunu düşünmüştük:" diye başlayan giriş cümlesine önce içerledim, biraz da bozuldum. Sonra düşündüğümde, genç olsa kasten böyle yazdı diyeyim, amma unutkanlığın yaşla da ilgili olduğu gerçeği aklıma gelince, güzel insan, sevgili tiyatro dostu Yılmaz'ın yaşına verip işin içinden sıyrıldım. Bu işin şaka kısmıydı, gerçekler ise daha önemli, aslında Türkiye için bir tiyatro dergisi lüks, gereksiz, dahası ihtiyaç değil galiba. Bu 28

Dergi hep zorlandı, aksini de hiçbir zaman düşünmedim, beklemedim, ama bu denli darboğaza da girmezdi, bu darboğaz oluşmasında doğrudan katkısı olan kurumları ve kişileri burada anmayacağım. Oldu, bitti. En azından bir daha ne yapmayacağımı öğrendim.

Demirkanlı


Daha sonra, Dikmenin zorunlu olarak ayrılmasından sonra, Orhan'la yürütmeye çalışıyoruz. Ama bu dönem şansızlıkların ve olumsuzlukların en üst safhada olduğu dönemdir. Dergi artık batmış, sadece kapatma kararını veremediğimiz dönem oldu bu dönem. Ama bu dönemde de Orhan, Dergi'ye tüm olumsuz koşullara rağmen yeni bir ivme kazandırdı, Dikmen'in kaldığı yerden yeni başlıklar, yeni yazarlar ekleyerek daha bir güzelleştirdi. Dergi'nin ilk günlerinden beri her zaman yanı başında olan, gece demeden, gündüz demeden redaksiyonu, tashihi yapan, zaman zaman deli ettiğim (onun göremeden bastığım yazılarda olduğu gibi), çoğunlukla her sayıda benimle aynı mutluluğu paylaşan ve her zaman yanımda olduğunu bildiğim, yanımda olduğunu bilmekten güç aldığım Ayşe Nalân Özübek'i (ikinci 'a'daki şapkayı kasten yazmadım, onu bir kere daha kızdırmak için) yazmak bile istemiyorum, çünkü onu ve emeklerini anlatmam olanaksız. Olanaksıza da soyunmak istemem.

cy

Çok şanslıydım, yanı başımda hep güzel, doğru, çıkarsız desteklerini veren insanlar oldu. Örneğin Ahmet Levendoğlu tek kuruş beklemeden her ay düzenli olarak yazısını aksatmadan, büyük bir ciddiyet ve sorumlulukla yazarken, aboneliğini iptal etmek için göbeğimiz çatladı. Her yıl düzenli olarak bedelini ödeyerek aboneliğini yenilemeye devam etmek istedi. O zaman telif ücreti ödemek zorunda kalacağımızı söyleyerek tehdit ettik de, durdurabildik. Ödeyemeyeceğimizi biliyordu. Ama bunun yanısıra "Bana Dergi gelmiyor" diye sitem neden, "Adresim değişti" diye yeni adresini bildirenlerle de karşılaştık. Batıyoruz feryatlarını yaptığımız bu günlerde abone ücretiyle bile olsa destek olmayı düşünmeyenlerle de karşılaştık. Ama, birinci örnek her zaman daha fazla oldu. Şansımız bu.

Dikmen, pazartesi günü üniversiteye gitmeden önce Dergi'ye uğrar ve son kontrolleri yapardı, bu da benim için sabahın köründe kalkmak demekti. O üşenmez, Dergi'nin yanlışsız çıkması için her türlü fedakârlığı yapardı, ama ben buna kızar; "Yahu ne gerek var, bırak bu sayı da bir iki yanlışlı oluversin" (tabii içimden) der, ama yine de korkumdan erkenden Dergi'de olurdum. Güzel günlerdi o günler. Hep özlemişimdir.

a

Şubat 1991'de başlayan süreç nelere tanıklık ettirmedi ki bizi. Zaman zaman günlük tutmayı istedim ve hep geri durdum, yapılan iş zordu, Neredeyse olanaksıza yakındı, ama gerekli ve kaçınılmazdı. Yaşanan sürecin tabii ki olumsuz kahramanları da vardı. Dergiye yayın ilamında sahip çıkmak, bir yerinden bulaşıp şahsi' çıkarlarını savunmak, ittirmek isteyenler, işine gelmediği noktada taraflı olduğunu söyleyen, işine geldiği zaman"Dergimiz" demekten geri durmayan, 'şöyle yaparsanız, sizi destekleriz, ama siz...' diye başlayan cümleler... kötü, bed, fena... (siz benzer sözcükleri ekleyin) insanlar da hep yanı aşımızda oldu. Ama, gerek Danışma Kurulu e yayınlamdığımız 1994 yılına kadar, gerek sevgili Dikmen Gürün'le geçen 4 yılda, gerekse de Orhan Alkaya ile sürdürdüğümüz dönemde hiç kimse dönüp bakmadı bile böylesi "densiz!" insanlara. Bunları, bunların hatalarından oluşan bir günlüğün kime ne kararı var ki, güzellikler ise zaten dergi arşivinde yerini aldı.

pe

Son bir çığlık ile abone kampanyası açıyoruz, bakalım sonuç ne olacak? Hep, bir sonraki yıl buluşmak dileğimi tekrarlardım böylesi yazı ve konuşmalarda, ama bu kez fazla bir inancım yok galiba, onun için abone olanların abone ücretlerini, abone sayısı 1000'e ulaşıncaya kadar dokunmadan bir kenarda tutacağız, aksi halde iade etmek mümkün olamayacağından, en azından çok gecikeceğinden dolayı, her şeyin ötesinde bir de "sahtekar" yaftasını taşımak istemem. Arkadaşlarımın da buna ortak olmalarını istemem.

Danışma Kurulu ile yayımlandığımız dönemlerdeki heyecan bir başkaydı, Sevgili Yılmaz'ın Danışma Kurulu toplantılarına hazırlanışındaki ciddiyeti, titizliği, yapmak istediklerinin Danışma Kurulu'ndan geri dönebileceğini düşündüğü zamanlarda yaptığı, 'Biz de bu kurulun adını 'Danışma Kurulu' olarak değiştiririz espirileri, ama her zaman Danışma Kurulu'na uyması, zaman zaman bir çocuk naifliği ile kızması, hep güzel yanların resimleri olarak kaldı belleğimde. Sonraki dönemin, Yayın Yönetmenliği döneminin gerçek kahramanı Dikmen Gürün'dü. Kendi işleri zaten yoğundu, bir de Dergi, tüm zamanını kaplıyordu. Her yazıyı en az üç kez okurdu. Karda kışta, pazar günleri bile erkenden evinden çıkar, kayma, düşme korkuları arasında Dergi'nin yolunu bulurdu. Bazen, pazarlarını bile ayıramadığı olurdu. İşte o günler benim en korkulu günlerimdi. Çünkü

Çok tatsız, tutsuz bir 10. Yıl yazısı oldu, ama ne yapalım ki, bu kez böyle oldu. "Dünya Tiyatrolar Günü"nüz kutlu olsun, ama biz sayfalarda gördüğünüz gibi bildiriyi bile yayımlayamadık, yayımlayamazdık. Hiç değilse bu bildiri tarihe bizim üzerimizden akmasın, bunun sorumluluğunu paylaşmayalım. Ne diyelim, acısıyla, tatlısıyla 10. yıla ulaştık. Olur a, belki de 15. yılı da kutlarız. Belli mi olur, Kerem'in tanımladığı "Ölü Toprağı Üzerinde Dergi Çıkarmak", yerini yaşam çiçekleri arasındaki bir tarlaya götürüverir bizi. O zaman daha dolu, daha eksizsiz, vazgeçilmez bir dergi oluveririz. Belli mi olur? Hep olumsuzluklar kazanmaz ya... 29


SÖYLEŞİ

BEDENİN SAATİNİ YENİDEN KURMAK Öykü

Potuoğlu

İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Kristin Linklater, "Doğal Sesi Özgürleştirmek" adlı bir atölye çalışması yönetmişti. Kendi adını verdiği ses eğitim tekniğine giriş yapan Linklater, katılanlara sık sık "Beni taklit etmeyin", "O sesin yankısını kendi içinizde, kendi bedeninizde arayın" uyarısında bulunmuştu. İşte Linklater'in yolunu açtığı ses-beden-duygu bütününü geliştirmenin yöntemlerinden biri de, sahne

a

sanatlarıyla uğraşanların sıkça başvurduğu Feldenkrais. Biz de bu yöntemin Türkiye'deki iki uygulayıcısından biri olan Bülent Turan'la söyleştik.

pe

cy

Sakatlanmalar, ketlenmeler, gerginlikler... Yalnızca oyuncu ve dansçıların değil, hepimizin önünü tıkayan arazlar, sıkıntılar... Feldenkrais yöntemi, 1000'in üzerinde dersle bedenin saatini yeniden kurarak, bedenzihin dengesini tüm yaşama yedirebilecek denli güçlü bir sistem öneriyor. Tiyatro yönetmeni Peter Brook'tan keman virtüözü Yehudi Menuhin'e Jerzy Grotowski'den antropolog Margaret Mead'e birçok yaratıcının kimliğinde rol oynamış bir yöntem bu. Tai Chi ve Yoga gibi Doğu odaklı beden modaliteleriyle söyleşen bu anlayışın kurucusu Moshe Feldenkrais ise, aslen bir mühendis ve fizikçi. Bir yandan zihnini eğitirken juda ve futbola da ilgi duyan Feldenkrais, bir futbol kazasında dizini sakatlayınca adını verdiği zihin-beden dengesini geliştirdi. Bedensel kapasitesi ne olursa olsun herkesin faydalanabileceği yumuşak hareket odaklı Feldenkrais'in iki ayrı çalışma tarzı var. Genellikle grup halinde uygulanan "Hareket Yoluyla Farkına Varma"da öğretmenin verdiği sözlü talimatlar eşliğinde öğrenciler belli hareketler yaparak, bedenin yaşantısını keşfe çıkıyorlar. Öğretmenin öğrenciyle teke tek çalıştığı "işlevsel

30

Bütünleşme"de ise, öğretmen eliyle yumuşak ve küçük hareketler yaptırarak farkındalığı ve tüm benliği kullanmanın yollarını araştırır. Dört yıllık Feldenkrais eğitimden geçen iki öğretmen var İstanbul'da. Biri Sally Bradbrook, diğeri ise psikolog Bülent Turan. Kendi baş ve bel ağrılarını geride bırakıp bedenin yaşantısında yolculuğa çıkan Bülent Turan'la yöntemin niteliği, kazançları ve öneriler üzerine söyleştik. Feldenkrais metodu, bedenle nasıl bir ilişki kuruyor?

Diğer yöntemlerden farklı olarak Feldenkrais, bedeni obje gibi görüp mantık kuralları içinde tarif etmiyor. İçerden, yaşayarak, bedeni obje gibi görüp bölmeden, ilişki kuruluyor bedenle. Bütün olarak bakma, bütünü kullanma Feldenkrais metodunun sürek gündeminde. Yalnızca bedene de odaklanmıyor aslında. Duygu, düşünce, dil beden hepsi uyumlu bir bütün... Örneğin, İşlevsel Bütünleşme adını verdiğimiz teke tek derste Feldenkrais öğretmeni öğrencisiyle ses üzerine çalışacak ama öğrencinin kalçasında bir engel var, bir şey kopuyor. O noktada nasıl bir yaşantı, nasıl bir farkındalık, nasıl bir hareket, nasıl bir duygu olması lâzım ki, bu öğrenci öğrenebilsin diye soruyor, araştırıyor. 1000'in üzerinde hareket yoluyla farkına varma dersi var. İnce ince detaylandırılmış bedenin her yöresine yönelik dersler bunlar. Bu içerden bakış, her alanda bedenle daha rahat, daha temel bir ilişkiyi kolaylaştırıyor olmalı... Feldenkrais metodunda temel olan, değiştirmeye çalışmamak... Diyelim omzum gerildi. Şimdi onu nasıl


Dansçılar, hele bale kökenliler, genellikle hep sınıra kadar zorlamaya, bedeni bir obje gibi görmeye, hatta mümkün olduğu kadar yaşantıdan kaçmaya yönelebiliyor. Bedenlerini sonuna kadar zorladıkları için de ağrıyı, acıyı hissetmemek için yaşantıdan kaçıyorlar. Dolayısıyla, farkındalıkları daha az olabiliyor. Ancak, Mimar Sinan'dakiler bu metodla daha önceden tanıştığı için iyi bir başlangıç oldu.

Ülkemizde Alexander çok daha iyi bilinen bir yöntem. Feldenkrais'le nerelerde benzeşip, nerelerde ayrışıyor?

Bildiğimiz kadarıyla Türkiye'de Alexander öğretmeni yok, ancak iki Feldenkrais hocası var. Bu önemli ilk fark. Alexander, Feldenkrais'a göre daha statik, daha duruş üzerine. Feldenkrais, "insan bedeni durmak için

pe

Bunu sorarken bedeni işin içine katmak da çok önemli tabii. Beden, bozamadığımız bir ortam olduğu için çok değerli, çok temel bilgiler içeriyor, Yalan söylemiyor ve de dil empoze edilmiyor üzerine. Sözünü ettiğim tarzda bir yaklaşım yalnızca bedene değil, yaşamın her alanına yayılabilir aslında. Nasıl hissettiğini detaylarıyla kabul etmek... Böyle bir farkındalıkla yaklaştığımızda değiştirmek de daha kolay. Dolayısıyla, sırf beden, duygu, düşünce ve dili bir bütün olarak görmeyi öneriyor...

gözlemleriniz neler?

cy a

rahatlatırım diye düşünmek yerine acaba nasıl geriyorum, bu gerginliğin bedenimin diğer yanlarıyla ya da bugünlerde yaşadıklarımla ne ilişkisi var diye sormak yaşantı seviyesinde bir farkındalığa yöneltiyor bizi.

Sahne sanatlarıyla uğraşanlar için ideal bir yöntem...

değil, hareket için yaratılmıştır" diyor. Bir başka önemli fark, uygulamada. "Hareket yoluyla farkına varma" dediğimiz grup çalışmasına tekabül eden bir çalışma Alexander yönteminde yok. Onların grup çalışması, daha çok seminer gibi uygulamadan çok anlatma odaklı. Bir de, Alexander metodunda daha çok doğru-yanlış var. Meselâ başı böyle tutmak değil, böyle tutmak doğrudur gibi önermeler çoğunlukta. Feldenkrais'in doğrusu ise o bedenin, o anın ve o hareketin özelliğine göre belirleniyor. Başımı nasıl tutucağım günden güne, hareketten harekete değişir. Yerden bir şey alırken, karşımda bir de köpek varsa, üstelik hırlıyorsa, boynum uzun dursun diye dümdüz eğilemem. Karşıya bakmam gerek o sırada. Dört yıllık eğitimin ardından birçok Feldenkrais dersi verdiniz, teke tek çalıştınız. Şimdi bu yöntemin neresindesiniz? Daha yeni açılmaya başladığım çok büyük bir deniz Feldenkrais. Bunun sonu hiç gelmeyecek. Birikim dediğim şeyi, herkesin kendi vücudunda, kendi duygusunda yaşaması lâzım. Anatomik kitabını açmak gibi basit değil. Öğretmenlerimden bir tanesi, bir yerde takıldığı zaman, "bir dakika ders notlarıma bakmam lâzım" der ve sonra yere yatıp o hareketi kendisi yapardı. Dolayısıyla, ders kitabımız, kendimiziz... Kendi duygularımız, kendi bedenimiz... Bülent Turan: 0212 277 11 14 Sally Bradbrook: 0216 318 26 78

Zaten Amerika'da oyuncu, dansçı ve müzisyenlerin sık sık başvurduğu bir yöntem. Oyuncu ve dansçı kendisini malzeme olarak kullandığı için, yani nedeniyle ilişkisi performansını doğrudan etkilediği için bu ilişkiyi nasıl kurduğu çok önemli. Performans endişesi her koşulda var. Gösteri öncesinde o gün oyuncunun yaşadıkları, o oyunla ilişkisi, ailesiyle ilişkisi, hepsi var. Oyuncu, ya bunların farkına varmayabilir yani tüm bunlar ona farkına varmadığı bir etki yapar ya da farkına varıp performansını daha da zenginleştirebilir. Mimar Sinan Konservatuarı'ndaki dansçılarla da çalışmaya başladınız, dansçıların yaklaşımı hakkındaki

31


YUVARLAK MASA

Çocuk Tiyatrosunda Bir Model Arayış

TİYATRO... TİYATROSU

pe cy a

Demirkanlı- Duygu seninle iki yıl önce ta­ nıştığımızda Tiyatro... Tiyatro... Dergisi olarak, Türkiye'de Çocuk tiyatrosu yok deyip nedenlerini sıraladıktan sonra, bir Eğitim Programı'nı Festivalle birlikte ger­ çekleştirip, konuyu en azından tartıştırmaya açmaya karar vermiştik. Sen bunu duyduğun zaman heyecanlanmıştın. Ne hissetmiştin? Yani yurtdışından bakarak bu durum hakkında ne düşünmüştün?

Atay- Senin böyle büyük boyutlu bir ola­ ya karar vermeni duyduğum zaman ön­ ce biraz şaşırdım. Benim bildiğim kada­ rıyla Türkiye'de -tabii İstanbul'u kastedi­ yorum- Çocuk Tiyatrosu olduğunu bili­ yordum. Ama somut bir şey söyleyemi­ yordum. Çünkü oyunları bilmiyordum. Ondan sonra yavaş yavaş çocuk oyunları­ na gitmeye başladım. Bu arada Nihal Hanım'la tanıştık, onun da senin gibi dü­ şündüğünü öğrendim. Oyunları gidip gördükten sonra gerçekten Çocuk Tiyat­ rosu adına yapılan şeylerin hiçbir alterna­ tifi olmadığını, hepsinin aşağı yukarı aynı paralelde gittiğini gördüm ve dehşete kapıldım. Bir şeylerin bir yerlerden değiş­ tirilmesi gerektiğini düşündüm. Yalnız bu işin nasıl olabileceği konusunda aklıma bir şey gelmiyordu. Sonra da senin o bü­ yük çıkışın yani eğitim programı fikri, be­ ni büyüledi. Festival zaten düşünülüyor­ du ama; festival öncesi olacak olan bu eğitim programı beni çok heyecanlandır­ dı. Zaten çok sevdiğim ve yabancısı ol­ madığım bir türün uzmanlarının bu program için seçileceğini öğrenince, pro­ jeye dahil olmaktan başka bir şey düşü­ nemezdim bile... Çok büyük bir keyifle seninle birlikte bu işi götürdük. Demirkanlı- Nihal Hanım, siz daha önce dergide yazıyordunuz. Türkiye'nin tek Çocuk Tiyatrosu eleştirmenisiniz. Bu pro­ je dergide gündeme geldiği zaman siz dışarıdan bakarak akademik gözle proje­

32

yi nasıl yorumladınız?

Kuyumcu- Akademik çerçeveden baktığı nız zaman bu konudaki kaynak yokluğu bu alanda üniversitelerde yol gösterici ciddi çalışmaların yapılmadığı, Çocuk Tiyatrosu alanının çok az derslerle geçiştirildiği görülür. Bazı şeyler eleştirilirken karşı çıkılırken, bu alanda çalışanların nereye başvuracakları, nasıl bir eğitim programı alacakları ve nereden neyi yakalayabileceklerini bilemediklerini de biliyoruz. İşte bu eğitim programı da biraz bu ihtiyaçtan ortaya çıktı. Neyin nasıl yapılabileceğini, nelerin dikkate alınması gerektiğini, ne şekilde gelişeceğini gördük. Ne yazık ki bu alanda çalışan arkadaşların kaynak araştırması yapmadığında anladık. Eğitim Programı çalışması çok hoş bir şeydi. İlk defa böyle bir çalışma yapılıyordu ya da en azından bizim bildiğimiz kadarıyla bir ilk çalışmaydı. Bu nedenle de bu çalışmanın başlaması çok iyi bir şey çocuk tiyatrosu alanında.

Demirkanlı- Peki, Çocuk Tiyatrosu Kuru tayı amaçladığımız hedefe ulaştı mı? Kuyumcu- Kurultay, birtakım sorunla ortaya koydu. Atay- Var olan, bilinen...

Kuyumcu- Var olan, bilinen sorunları b kez daha ortaya koydu. Konuşuldu, bir takım komisyonlar toplandı. Çalışmalar yapıldı. Ama ne yazık ki, Kurultay'ı da Türkiye gerçeğinden soyutlayamayız. Çok önemli adımlar atıldı diyebileceğimiz bir gelişme oldu mu?

Demirkanlı- Olmadı ama zaten kurultaylar sonuç alınacak yerler değildir. Kurultay bittikten sonra ilgililerin sonuç alması için yol göstericidir.

Kuyumcu- Ama, kaç tane ilgilinin ilgisini çekti? Yani çok karamsar olmak istemiyorum ama,


kurup, faaliyete geçirmekten öte, bu ça­ lışmaları sürdürecek -Grips ekolü bağla­ mında- önümüzdeki yıllarda da farklı ekollerde yoğunlaşacak eğitimi, prog­ ramları düşünüyorduk.

olmadığını gösteriyor. Atay- Bu dedikleriniz, seminere katılanla­ rın nitelikleriyle doğru orantılı. Katılanla­ rın neredeyse yarısına yakını dramaturg­ lar, diğerleri de oyuncular. Oyuncular ço­ cuk tiyatrosu bağlamında, çocuk oyunla­ rında oynadıkları rollere göre nasıl bir ar­ tı katabilir bu seminer, diye baktılar. "Oyunculuğumu nasıl geliştirebilirim" di­ ye düşündüler. Oyuncu olmayanlar da "Bilmedikleri tarzda bir tiyatronun verile­ ri" olarak algıladılar. Ben isterdim ki, bu seminerin içinde bire bir çocuk tiyatrosu yapan tiyatro adamları, yönetmenleri ol­ sun. Onların da katılımıyla daha değişik bir boyuta götürülsün. "Başka ufuklar da varmış", demeleri gereken insanların ka­ tılması gerekirdi. Ama onlar yazık ki, ara­ mızda yoklardı.

pe cy a

tay- Zaten bu ülkede bugünden yarına bir şey değişmiyor. Susurluk'tan sonra Türkiye'de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayayacak dendi. Depremi ele alalım. Yine aynı olay, onun için Kurultay'dan önce, Kurultay'dan sonra diye bunu Milat olarak ikiye ayıramayız. Her şey aynen devam edecek. Ama bence yine de bir hareket getirdi. Kuyumcu- Evet, çocuk tiyatrosu tarihinde olumlu bir sıçrama olduğuna inanıyorum, bu da çok önemli. Demirkanlı- Yani oradaki sonuçların gerçekleşmesi çok uzun zaman alacak. Milli Eğitim Bakanına birkaç kez girişimde bulunduk, ancak sonuç alamadık. Konuya olumlu yaklaşıyor ama, paralel gitmesi gereken bir çalışma için fazla ilerleyemedik... Eğitim programına siz gözlemci olarak katıldınız, Nihal Hanım, Duygu da çevirmen ve Koordinatör olarak katıldı, dışarıdan bakarak neler söyleyeceksiniz, bu çalışmalardan olumlu bir sonuç alabildik mi? Kuyumcu- Bu altı haftalık bir programdı. Katılımcıların orada birçok şeyi keşfettiklerini daha doğrusu yeniden birçok şeyi ilk kez orada gördüklerini izledik. Çocuk Tiyatrosu yapan ve bu alanda çalışan in­ ­anların bile, birçok şeyi ilk kez duyduklarını saptadık, ilginç bir şeydi. Yapılan çalışmalar Grips Tiyatrosu çerçevesi içindeydi. Ama sonuçta amaçları bir çocuk oyununu ortaya çıkarma süreciydi, Grips'in uzmanları için. Yazık ki, katılım­ ­­ların bunun farkında olmadıklarını gözlemledim. Bizdeki oyun ortaya çıkarma süreçlerinde böyle bir çalışma yapılıyor dU? Hiç sanmıyorum. En azından İstanbul'da benim gördüğüm oyunlar böyle

Kuyumcu- Bir de zaman sorunu vardı, al­ tı hafta gibi. Her gün, saat on'dan on sekiz'e kadar süre çok fazlaydı. Çok kişinin vakti yoktu, birtakım başka işleri de ola­ bilirdi. Ama ilk kez böyle bir çalışma ya­ pılıyordu. Bu yüzden daha fazla arkada­ şın katılımını bekledik.

Atay- Tabii, birtakım özürler de geldi sonradan. "Keşke katılabilseydim, ama altı hafta gelemezdim" dediler, işin o kıs­ mı bizim hatamız. Yani "ilk günden so­ nuncu gününe kadar katılamazsan gel­ me" demek gibi. Kuyumcu- Ama bu seminer duyurusu dergide yayımlandı, yani duymadık gibi bir özür söz konusu olamaz. Demirkanlı- Bu eğitim programından sonra şöyle bir amacımız vardı: Eğitim programına katılan tiyatroculardan bir topluluk oluşturmak. Bir çocuk tiyatrosu

Atay- Çok haklıydık böyle düşünmekle. Çünkü şu anda var olan Çocuk Tiyatrosu yapısını temelinden, 180 derece değişti­ recek olan bir yapı anlayışını getirmek niyetindeydik. Bu da ancak, Grips olabilir­ di, o yüzden seçimimiz yüzde yüz doğru­ dur. En azından bir alternatif olarak. Ya­ ni mevcut Çocuk Tiyatroları anlayışının bir alternatifi olsun, yaşama geçsin. Son­ ra başka tiyatro türleri de elbette çıka­ caktır. İlla bizim düşündüğümüz gibi ti­ yatro olacak diyecek halimiz yok, ama şu kokuşmuş, çürümüş anlayışın en azın­ dan bir kere ters yüz edilmesi gerekiyor­ du. Sonra ne olursa olur. Bu bağlamda biz doğruyduk. Demirkanlı- Evet,ama biz bir Grips Tiyat­ rosu kurmaktan öte bu ekolü model ola­ rak alıp, altı hafta süren çalışmaları da orada bırakmayıp geliştirerek, bütün kente yayıp, hatta önümüzdeki yıllarda bu konuda eğitim verebilecek bir ekip haline getirmeyi amaçlıyorduk. Atay- Evet, zaten gelen uzmanların gö­ rüşleri de bu doğrultudaydı. Bu çalışma­ lar burada kalmasın bu çalışmalardan bir şey çıksın diye uğraşıyorlardı. Demirkanlı- Fakat, böyle bir projeyi yaşa­ ma geçirme koşullarımız maddi olarak yoktu. Aslında bu oyun da başlamaması gereken bir çalışma. En azından senin ıs­ rarınla biraz erken ve olanaksızlıklarla başladık. Ama başlamış olduk. "Mine, Ömer, bi de... Deniz" oyunuyla başladık işte. Tam olarak ne kadar sürdü bu çalış­ ma? Atay- Yılbaşında başladığımızı esas alır­ sak, prömiyere kadar dört ay. Bir çocuk oyunu için rekor sayılabilecek bir çalış­ ma. Ama bu dört ay tam kapasite çalışı­ lamadı. Hastalıklar dolayısıyla aksamalar oldu. Biri yattı, biri kalktı. Sonra birtakım teknik olanaksızlıklar. Birkaç tane sahne değiştirdik provalar için. Parasızlık yü­ zünden dekora geç başlandı, tam çalış­ ma denemez. Demirkanlı- Yanılmıyorsam, Türkiye'de ilk kez bir çocuk oyunu pedagojik danış­ man ve dramaturgla birlikte çalışıldı. Böyle diyebilir miyiz? Kuyumcu- Diyebiliriz. Çünkü bu durum çalışmanın içeriğinde var. Çalışma süre33


algıladıklarını, karakterlere nasıl yaklaş­ tıklarını anlamaya çalıştık. Örneğin oyun­ da iki kardeş var. Bu kardeşler arasındaki ilişkiler nasıl yürüyor, gibi sorular sorduk.

a

Atay- Tekniği çok sağlam, dünyanın pek çok ülkesinde oynanmış oyun, okundu­ ğu zaman bile metin olarak hayran kalı­ nıyor. Hiç adaptasyon yapılmasa bile fev­ kalade güzel bir çocuk oyunu. Ama bi­ zim amacımız bu değil. Amaç, bir tiyatro kurup ve çok güzel bir çocuk oyunu bu­ lup onu sahnelemek değil. İşte bu çalış­ malar, bu yüzden yapılıyor. Yoksa oyun­ da düzeltilecek hiçbir yan yok. Öylece oynanırsa oynanır. Zaten biz bu oyunu seçmeden önce, daha oyun ortada bile yokken burada bir ön çalışma yaptık. Ar­ kadaşlar birtakım okullara gittiler, çocuk­ larla konuştular. Beklentilerini saptaya­ cak ve oyunla filan ilgisi olmayan birta­ kım sorular sordular. Sahnede neyi gör­ mek istedikleri, temel çelişkilerinin ne ol­ duğu, umutları, üzüntüleri... Bu bağlam­ da birçok soru sorduk, beklentilerinin ne olduğunu öğrendik.

cy

cinde başlangıcından itibaren çocuklara yöneldik. Çocuklara sorular yönelttik. İlgi alanlarını bir çeviri oyuna yönelterek işe başladık. Sahne çalışmalarına başlama­ dan önce de, oyunun Türkiye'deki ço­ cuklara ne kadar uyduğunu görmek için ilgi alanlarını saptamaya çalıştık. Umutla­ rı, beklentileri, ev yaşamları, kardeşleri, yani oyunun metniyle. Oyun, çeviri. Ama biz bu metni Türkiye şartlarına uygula­ mak zorundaydık. Çünkü Almanca'dan çevrilmiş, Almanya koşullarına göre ya­ zılmış bir oyun. Oradaki bir araştırma ve çalışmanın sonucu ortaya çıkan bir oyun­ du bu.

pe

Atay- Ben oyunu masa başında adapte ederek çevirdim ama, ne kadar bizim gerçeklerimizle örtüştüğünü bilemiyor­ dum. Çocuklardan gelecek olan tepkile­ re göre, sağlıklı bir şekilde doğru mekâ­ na oturtmak gerekiyordu. Hâlâ da tam uymuş değil.

Kuyumcu- Amacımız çocuğun gerçeğini oyuna yansıtmaktı. Oyunda tepeden in­ me bir şeyler göstermek değildi. Oyunun amacı da bu. Grips gerçeği, çocuğun KENDİ dünyasını, KENDİSİNE göstererek varlığını göstermek, KENDİ varlığını fark ettirmek. Bunu da ancak, kendisini sah­ neye taşıyarak başarabilirsiniz. Bir Alman çocuğunun gerçeğini de tabii Türk çocu­ ğuna gösteremezsiniz. Türk çocuğu ken­ dini sahnede tanımalı. Grips'in mantığı da bu. O yüzden de oyunların, çeşitli ül­ kelerde bire bir oynanmasına izin vermi­ yorlar. Ancak oyunların oynandığı ülkele­ rin koşullarına adapte edildiği durumlar­ da izin veriyorlar. Biz de buradan yola çı­ karak, oyunda birtakım şeyleri ele alıp, çocuklara sorular yönelterek, neyi nasıl 34

Kuyumcu- Toplanan bu veriler oyuna yansıtıldı. Ama yine de çok fazla değişik­ lik yaptığımız söylenemez. Atay- Yapmamıza gerek kalmadı. Çünkü çocuklardan gelen yanıtlarla oyunu ger­ çekten doğru seçtiğimizi, oyunun onla­ rın gerçekleriyle bire bir örtüştüğünü gördük. Adaptasyonda tutmayan birkaç yer vardı, onları da düzelttik. Demirkanlı- Dergi olarak da bizim Tiyat­ ro Tiyatrosu'nda üstünde durduğumuz çok önemli bir konu yaş grubu. Oyunlar­ da yaş grubunun belirtilmesi gerekli. Pe­ ki neden Nihal Hanım?

Kuyumcu- Dört- beş yaşındaki çocuğu ilgi alanı, beklentisi, algılama yeteneği ile on iki yaşındaki çocuğunkileri bir tutamayız. Beş yaşındaki çocuğumuza farklı bir kitap alırız. Bakması için az yazılı çok resimli kitapları tercih ederiz, ama on iki yaşındaki çocuk için, daha bol yazılı küçük puntolu, metni çok olan kitaplar tercih ederiz. Tiyatroda da böyle olmak gerekir. Her çocuğun gördüğü, algıladığı farklı şeyler vardır, ilgi alanları farklıdır. Korkuları farklıdır, dünya görüşleri farklıdır. İşte bütün bunlar, hedef kitle belirleme zorunluluğunu getiriyor. Eğer böyle bir sınırlama belirtilmezse, beş yaşındaki çocuğa, on bir-on iki yaşa hitap eden oyunu izletme durumu ya da tersi oluyor. O zaman da büyük yaş grubundakiler sıkılıyor. Aman ne kadar çocukça deyip oyunu hiçbir şekilde ciddiye almıyorlar. Ama alt yaş sınırını belirlemek, çok daha önemli. Çünkü çok iyi kurgulanmış çok iyi hazırlanmış bir çocuk oyununu altı yaşındaki de, altmış altı yaşındaki d aynı zevkle izler. Ama on üç yaşındaki bir çocuk için hazırlanmış bir oyuna, altı yaşındaki bir çocuğu getirirseniz sıkılır.

Atay- Sizin bu söyledikleriniz varsayım değil, veri. Biz bunu çocuklara sorulan sorulardan aldığımız yanıtlarda görüyoruz. 1. sınıf çocuğu ile 5. sınıf çocuğunun algılama düzeyi bambaşka. Bu yüzden sorulan sorulara gelen yanıtlar da çok farklı oluyor.

Demirkanlı- Buradan yola çıkarak, şöyle diyebilir miyiz? Demek ki aslolan alt yaş sınırı. Üst yaş sınırı diye bir şey yok. B yaş grubu sınırı meselesinden sonra Tiyatro Tiyatrosu'na dönersek amaçlarınıza, hedeflerinize, ne kadar ulaştınız? Örneğin, oyuncuların yaklaşımı nasıldı? Ekip, oyunu ne kadar benimsiyor, ne k, dar çelişiyordu?

Atay- Seminerde on altı kişi sertifika aldı. Ve bunların ikisi, üçü bu tarzı benimsesi bile bu bayağı bir başarıdır demiştin, biliyorsun. Ama çağrımıza sekiz kişi geldi bu, yüzde elli demektir. Ve büyük bir başarıdır, inanılmaz bir rakam. Ama sonra bunlar azaldılar. Bazı şeyler onlara uymadı, v.s. Ama ben gelenlerden, tabii hepsi bu altı haftalık semineri bitirmiş oldukları için çok daha fazla şeyler bekliyordum. Baktım ki, öğrendiklerinin ancak yarısı kalmış akıllarında. Çünkü bazen çalışma sırasında öyle bir soru yönetiyorlardı ki, Grips sisteminin tam tersi. Böyle bir soru soramazlar. Sorabiliyorlar sa, demek ki yanıtını öğrenmemişler.


Demirkanlı- Peki, Tiyatro Tiyatrosu'nda şu anda oyunculuk olarak zaaf bulundu­ ğu, daha çok ve yoğun oyunculuk üstün­ de çalışılması gerektiği söylenebilir mi? Kuyumcu- Bir de şu var: Bizde teori ve pratik çok ayrı şeyler. Okullarda yıllarca müzik dersi okutulur, ama biz evlerimizde bir sigortayı değiştirmesini dahi bilmeyiz. Teori ile pratiği bir arada düşünmeyiz, yıllarca kimya dersi okuruz ama, kimya­ nın ne işe yaradığını bilmeyiz. Bizde de bu sorunlar var bence. Atay- Seminerde büyük boyutta pratik çalışmalar yaptılar.

doksana memnun olacağınıza o küçük sayıya takılmıştınız. Ama şimdi sanıyo­ rum, o yüzde on da ortadan kalktı.

Kuyumcu- Bütün temsillerden sonra ço­ cuklara çeşitli sorular dağıttık. Oyunun mesajı seyirciye ne kadar geçmiş, ne ka­ dar geçmemiş saptayarak düzeltmeler yaptık, yapıyoruz. Bu bir süreç. Her oyundan sonra gelen yanıtları dikkate alıyoruz.

Kuyumcu- Şeytan ayrıntıda gizlidir. Ben Çocuk Tiyatrosu eleşitirisi yazıyorum. Akademik olarak bu konuda çalıştım. Çocuklarla çok çalışmalar yaptım, onları iyi tanıdığımı düşünüyorum. Ama ilk de­ fa bu çalışmayla salona indim, şimdiye kadar seyirciydim, ilk defa sahne üstüne çıktım. İlk defa böyle bir çalışmanın ne kadar zor olduğunu anladım. Yukarıda olan zorluklar aşağıdaykenki düşüncele­ rimi değiştirmedi. Gene hemen hemen aynı şeyleri düşünüyorum. Yani sahnele­ me aşamasındaki olası zorluk ve güçlük­ leri, seyirci çocuklara yansıtmaya hakkı­ mız olmadığını düşünüyorum. Tabii bir­ çok şey kolay olmuyor Türkiye'de. Küçük şeyler büyük sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Ama şimdi yukarıda, daha önce aşağıda olmuş olmam düşüncelerimi de­ ğiştirmiyor.

Demirkanlı- Yani, sahneleme çalışması hâlâ bir taraftan devam ediyor. Kuyumcu- Evet, bu sürecek ve sürmesi gerektiğine inanıyorum. Atay- Bu durum Grips'te de aynen var, ben tanığım. Altmış yedinci oyun oyna­ nırken dramaturg elinde text, şurasını burasını düzeltelim, değiştirelim diye yö­ netmenle tartışıyor. Kuyumcu- Ben de her temsilde çocuklar­ la birlikte oyunu izleyerek onların anlık tepkilerini saptıyorum. Nerede gülüyor­ lar, nerede sıkılıyorlar, ilgisi nerede yo­ ğunlaşıyor, dikkati nerede dağılıyor, bun­ ları hep not alıyorum. Demirkanlı- Bu sizin Duygu'yla ilk çalış­ manız. Grup da ilk kez bir araya geliyor. Gerek dramaturgi gerek sahne çalışma­ larınızda zaman zaman kavgaya varan çatışmalarınıza tanık oldum. Bu çatışma­ ları nasıl çözdünüz? Ya da çözemediniz mi?

Atay- Çözdük. Ben yüzde doksan anlaşı­ yoruz demiştim, siz de geri kalan yüzde onun ne olduğunu bilmiyorum demişti­ niz. O yüzden ona takılmıştınız. Yüzde

pe

Kuyumcu- Yaptılar, ama onu pratik tiyat­ ro yaşantılarına taşımakta, birtakım ko­ pukluklar görüyorum. Bu da pratiği te-riyle tamamlama eksikliklerinden geli­ yor. Orada yeni bir oyun oluşturmak için, pratik bir çalışma yaptık. Bu pratiği kendi oyunumuza taşımak kolay olmadı. Bu ezberci eğitimin bir sonucu olmalı. ama yine de sonuçta biz şanslıyız. Çün­ kü altı hafta süren bir semineri bitiren bir ekiple çalışıyoruz. En azından bir şey yapılması istendiğinde, nedeninin bağ­ ıntısını kurabiliyorlardı. Bu, bu tür tiyat­ ro anlayışını hiç bilmeyen kişilerle çalış­ maktan çok daha avantajlı. Yine de "Ça­ lışma tümüyle amacına ulaşabildi mi?" erseniz, birtakım teknik sorunlar, oyun­ cuların yan işleri olması yüzünden istediğ im iz sayıda prova yapamadık. Prova ye­ ri bulamadık, yoğun çalışamadık; bunlar genel zorluklar t a b i i .

dan sonra çocuklara yönelttiğimiz soru­ lardan aldığımız yanıtlar doğrultusunda çeşitli düzeltmeler yapılır.

cy a

öğendiklerini bir daha anlatmak zorun­ da kalıyordum. Ama bunun dışında bu ekip, şu anda Grips ekolünde böyle bir oyunu oynayabilecek tek ekip. En azından seminerde öğrendiklerinin yarısı akıllarında kalmış olsa bile, bu önemli bir birikim. Eğer ben böyle bir seminere katılmış olanlarla birlikte çalışmış olsam, durum çok farklı olurdu. Her şeye yeni baştan başlamak zorunda kalırdım. Bu açıdan benim yükümü çok hafiflettikleri­ ni söylemeliyim.

Demirkanlı- Peki, bütün açısından zor­ landığınız oldu mu? Kuyumcu- Tabii, çünkü ben olaya hâlâ eleştirmen gözüyle bakıyorum. Ama bu pratik değil. Duygu Bey bunun pratiğini yapıyor. Nereye kadar neyin olabileceği­ ni ya da olması gerektiğini ve nasıl yapı­ lacağını biliyor, ben onların hiçbirini bil­ miyorum. Ama nasıl olması gerektiğini biliyorum. O yüzden de birtakım sorun­ larımız oluyor. Atay- Bana çok yardımcı olduğunuz ke­ sin. En azından mükemmele ulaşmakta benim önüme bir hedef tahtası koyuyor­ sunuz ve diyorsunuz ki bu hedefi tuttu-

Atay- "Tamam mı, bitti mi artık çalışma" d iy e sordun. Bitmez. Hiç bitmez. Filme benmeziyor bu. Bir film vizyona girdik­ ten sonra y ö n e t m e n i n , yapımcının, oyuncunun elinden çıkmıştır; artık hiçbir şey yapamazsınız. Kitap da öyledir. Sergi açıldıktan sonra tablo da öyledir. Ama t i ­ yatro canlıdır. Dolayısıyla sürekli olarak aksayan yönleri düzeltilir. Bu tür çalışmada da, her oyun35


re yine dışarıdan bakıyorum. Demirkanlı- Ama şimdi benim bu yanıtlarla kafam iyice karıştı. Dramuturg, yönetmen, oyuncular diye ayrı bir yapı mı var? Kuyumcu- Hayır yok, ama zaten bu üçünün "Aman ne kadar uyumlular" diye görünmesi, kendine hayranlığı getirir ki, bu iyi değildir. Bence şu anki d u r u m çok sağlıklı bir şey. Eleştiri ve çatışma her z man olmalı. Herkes birbiriyle tartışma eleştirmeli, fikrini ortaya koymalı. Hiçbirimiz kendi kişisel duygularımızı, kişisel boşluklarımızı t a t m i n için bir araya gelemedik. Daha iyiye gitmek için beraberiz. Demirkanlı- Yani o zaman şunu diyebiliriz s a n ı y o r u m : O y u n c u l a r kendilerine söylenen, anlatılan karakterleri en iyi bi-

cy a

çimde yansıtmak için uğraş vermiyorlar aynı zamanda bir dramaturg, bir yöne men gibi de tartışmalara katılıp, kendi fikirlerini ortaya sürüp, onları gerektiğin de savunabiliyorlar.

avukatlığını yaparak, sizi çatıştırmak için sormuyorum. Konu çocuk. Hata kabul etmeyen bir şey. Ama şimdi oyun çık­ mış, sahnelenmiş durumda. Yine de hâlâ aranızda tam bir uyum olmadığını ifade ediyorsunuz.

pe

ralım. Eğer bu hedef tahtasını koymaz­ sanız, ben belki yanından geçerim. Böyle de olabilir diye düşünürüm. Ama siz "Ha­ yır, hedef bu diyerek beni yönlendiriyor ve yardımcı oluyorsunuz. Demirkanlı- Kameranın arkasındaki Nihal Kuyumcu'yla, önündeki Nihal Kuyumcu arasındaki fark nedir?

Yapmak istediklerinizle, yaptıklarınız Ti­ yatro... Tiyatrosu'nun bu oyununda ne kadar örtüştü?

Kuyumcu- Yapmak istediklerime tümüy­ le ulaştığımı söyleyemem. Çünkü tiyatro bir ekip çalışması. Oyuncu, yönetmen, dramaturg, her şeyiyle bir ekip çalışması. O yüzden çok kısa sürede bir araya gel­ miş bir ekibin, birbirini anlayarak her şe­ yiyle anlaşarak mükemmel bir uyum sağ­ laması mümkün değil. Benim de mutlu olmadığım birçok nokta var, ama bir ye­ re kadar fedakârlık edip bir yerden son­ ra da ısrar ederek ikna etmeye uğraşıyo­ rum. Ama tıkanıp kaldığı da oluyor. O yüzden tam ideal bir çalışma değilse de, koşulların ağırlığı bizi zorluyor. Yine de bir tiyatro oyunu bir toplulukla ortaya çı­ kıyor. Demirkanlı- Bu soruları ben size şeytanın 36

Atay- Ama bu sağlıklı bir şey. Demirkanlı- Bu noktada sana dönersek, sağlıklı bir şey dediğin Nihal Hanım'ın ak­ tardığı ve senin formüle ettiğin % 90- % 10 meselesi... % 10 nereden kaynaklanı­ yor? Görüşleriniz birbirini tutmadığı için mi, yoksa olanaksızlıklardan dolayı yapı­ lamayanlar mı, bu % 10?

Atay- İkisi de değil. Bu % 10, benim yapı olarak Nihal Hanımla aramızdaki fark. Nihal Hanım bilim kadını. Her şeyi bilim­ sel raya oturtmaya çalışıyor, ben daha duygusal bir tavır sergiliyorum, ben gru­ bumu peşimden sürükleyen bir lokomo­ tif görevi gördüğüm için... Ben tek kişi olsam Nihal Hanımla % 100 anlaşırım. Ama işte grup olduğu için... Kuyumcu- Yani tampon bölge gibi olu­ yor Duygu Bey. Benim görüşlerimi gruba veya oyuna yansıtma durumunda, iki ta­ rafı buluşturma görevini alıyor. Ben her ne kadar işin içinde olsam da, bazı şeyle­

Kuyumcu- Tabii, g r u p yani hepimiz sürekli tartışma içindeyiz. Herkes birbirini doğruyu bulmak için ikna etmeye uğraşı yor.

Atay- Örneğin oyunda Mine'nin bir repliğini değiştirmek istiyorsam, onu sadece ilgiliye değil diğerlerine de iletiyorum. Yani karşılıklı sahneleri olmayanlar biri değişiklikten haberli oluyorlar ve onay veriyorlar. Onay olmazsa, grupça kabul edilene kadar tartışıyoruz. Birbirimizi ikna ediyor ya da edemiyoruz ama bir ortak paydada buluşuyoruz. Bu d u r u m diğer t i y a t r o gruplarının çalışmalarından belki farklı bir yöntem ama biz böylesini uygun görüyoruz.

Kuyumcu- Her z a m a n birbirimizi ele tiriyoruz. Çünkü daha iyiye varmak iç eleştirinin çok ö n e m l i o l d u ğ u n u d ü ş ü n ü y o r u m . T a m a m çok başarılıyı çok iyi bir yere geldik demek yapılanla geri götürür.

Demirkanlı- Peki, Duygu, sen bu oyun yola çıkarken h e d e f l e d i k l e r i n i n ne kadarına ulaştığını düşünüyorsun?

Atay- Bu soruya yine bir yüzdeyle yar vereyim. % 70 m e m n u n u m . Diğer oyunlara bakarak m e m n u n o l d u ğ u m u söyleyebilirim.

Kuyumcu- Ama bu doğru bir şey değilYani başka ö r n e k l e r e b a k a r a k , alternatifimiz yok demek doğru değil.


Kuyumcu- Yine aynı şeyi tekrar ediyorum ama tiyatromuzdaki olanaksızdar, oyuncuların şartları, yani hepsinin :ken olduğuna bakarsak, %60-65'in üstüne çıkamıyoruz gibi geliyor bana. En azından'bu çalışmadaki arkadaşların bu işi bilerek yola çıkmaları iyi. Yani yine de iyi bir başlangıç olduğunu söyleyebiliriz. Demirkanlı- Şimdi isterseniz var olan koşulları var olarak bir kere kabul edelim. Yani, olanaksızlar şunlar bunlar tamam ama, ekibin bütününe baktığımızda kendi kapasitelerinin ancak % 49'unu ortaya koyduklarını düşünüyorum. Belki daha zorlayarak yüzde artırılabilirdi ve daha yukarı çıkarılabilirdi ama çıkılamamış oldu.

Atay- Evet ama sözlerinin şurasına katıl­ mıyorum. Yani bu işin ivmesini gözardı etmemek gerekiyor, ilk başta yola çık­ tığın insanların, yapacakları tiyatro tarzı konusunda bir fikirleri yok, hiç Grips teksti okumamışlar. Seminerde de sadece doğaçlama tarz olduğu için, bir Grips oyununun içeriğinin nasıl olacağını bilmiyorlardı. Ama bu süreç içinde ben hiç durmadan harıl harıl Grips oyunları çeviriyorum. Bu oyunları okudular. İçeriğini biliyorlar, tekniğini anladılar. Bu bağlamda bundan sonra yapılacak oyun, kazanılan bu ivmeyle ve bu oyundaki

deneyimlerinin de katkısıyla, hem daha iyi, hem daha çabuk çıkacaktır. Yani bundan sonra öyle altı ay, sekiz ay gibi çok uzun sürelere ihtiyacımız olmayacak­ tır. Demirkanlı- Ben bu zaman dilimlerini öy­ lece, faraziye olarak söyledim. Yoksa tabii, oyun sahneye çıkmak için ne kadar süre gerektiriyorsa o kadar, altı hafta, sekiz hafta da olabilir. Biraz acımasızca getiriyorum söyleyeceklerimi ama, böyle olması gerekli. Aslında bu proje, şu aşamada hayata geçmemesi, yani en azından şu sıralarda başlamaması gereken bir proje. Hiçbir altyapı donanımı yok. Tamamen grubun öz­ verisiyle, her türlü maddi-manevi öz­ verisiyle gerçekleşti. Masa taşımaktan, broşür bastırmaktan, dekorunu yapmak­ tan, her şeye kadar üstlenildi. Bütün bu olumsuzluklar, bunların getirdiği moral bozuklukları, sıkıntılar, stres, eğer bunlar olmasaydı benim söylediğim % 49, tabii ki % 70'lere çıkardı. Ben bütün bunları bildiğim için, bu rakamı veriyorum.

pe cy

Atay- Çıkılacak, evet. Yani % 49 çok kötümser bir tahmin, ya da düşünce, eğer ben % 50 deseydim, zaten hemen bu işi bırakırdım. % 50'nin altına düşersem, yapmam daha iyi. Ben bu yüzdeye inanırsam, bırakırım. Demek ki olmuyor, derim.

uzun bir hazırlık döneminden sonra, bir an önce seyirciyle buluşmak istemeleri, sahneye çıkma heyecanı filan olabilir. Ama yetmiyorsa bu d ö r t ay tam kapasite için, o zaman hazırlanma dönemi altı aya, o da yetmiyorsa sekiz aya çıkabilir. Yani sanıyorum biz, şu kadar zamanda oyunu çıkaracağız diye bir limit koymuyoruz, değil mi? Yani ne zaman tam anlamıyla hazır oluyorsa o zaman oynanacak.

a

Atay- Hayır, asla. Alternatifimiz yok filan demiyorum. Siz benden daha iyi biliyorsunuz, sürekli yurtdışı festivallere gidiyorsunuz. Orada gördüğünüz oyunları bize anlatıp, bize hedef olarak onları göstereceksiniz. Onların seviyesini anlatacaksınız bize. Yani, hedefimiz onların mükemmeliyetine ulaşmak.

Demirkanlı- Ben oyuncuların gerçek kapasitelerini oyuna yansıtmadıklarını düşünüyorum.

Kuyumcu- Bütün olanaksızlıklar şunlar bunlar, bizim % 100 kapasiteyle oynayacak oyuncularla oluşacak bir oyun çıkarmamıza engel olmamalı. Ayrıca oyunculara fazla da haksızlık etkilemeliyiz. Okul çocuklarına verdiğimiz soruların yanıtlarına baktığımızda, yaptığımızın çok da kötü olmadığını görüyoruz. Fazla tevazuya da gerek yok bence. Demirkanlı- Evet, ben de pek çok kez oyunu dışarıdan biri olarak izledim. Tepkiler gayet olumlu geliyordu. Kuyumcu- Ben oyunu izleyerek söylemiyorum söylediklerimi. Çocuklardan gelen yanıtlar çok önemli. Anlatmak istediklerimizin büyük oranda salona geçtiğini saptıyoruz. Buradan da yanlış şey-

ler yapmadığımızı anlıyoruz. Ama bu bizim daha iyiye gitmemiz için itici güç. Demirkanlı- Evet, tabii. Oyuncuların 37


KENTLER VE TİYATROLARI

TİYATRO, SAMSUN'A AYAK BASTIĞINDA.. M. Sadık Aslankara

Samsun'a ilk ayak basan Mustafa Kemal kuşkusuz... Ama seksen yıl sonra, yani 19 Mayıs 1999'da, bir kez daha karşılamaya koştuğunda halk, bu kez ayak basan Samsun'a, "tiyatro"ydu... Evet evet, tiyatro... Yanaş/vermişti o tansık vapur Bandırma. Sonra güzelim kalpağıyla Mustafa Kemal, Samsunluları selamlaya

a

selamlaya inmişti gemiden... Alkış, kıyamet... Bir yandan Mustafa Kemal'i karşılamaktı bu, öte yandan tiyatroyu, tiyatrocuları... Gerisi tam bir şenlikti, ne yalan söylemeli! Zaten "bağımsızlık savaşlarının her biri, bir şenlik değil midir? O

pe cy

gün yer gök inlemişti sevinçten, neşeden! Samsun Valiliği ile Samsun'un kendi topluluğu Tiyatro Tiyatro'nun birlikte kotardıkları çalışmanın başlığı da yeri göğü inleten bu mutluluktan kaynaklanıyor işte: "Dağ Başını Duman Almış"... O gün ben yetişemedim Mustafa Kemal'i, yani tiyatro topluluğunu karşılamaya ama sonradan bu çalışmaya emek ve gönül vermiş Samsunlu tiyatrocuları dinledim, dinledim ne, gözledim, izledim de, Samsunluların yaşadıklarını ben de yaşadım doğrusu...

1999, Mayıs'ın on dokuzunda Samsun'a ayak basanlar kimler miydi? Hiç üşen­ meden tek tek adlarını anmak istiyorum tiyatronun bu "Kuvvacı'larını... Kemalettin Akgün'ün yazıp yönettiği Yaşar Gündem'in yapım organizasyonunu üstlen­ diği sahne çalışmasında bakın kimler rol almış: Yaşar Gündem, Güler İnce, Kemalettin Akgün, Ceyhun Ardal, Cihangir Dülger, Ferhat Hançer, Hasan Ergin, Abdülkadir Sağır, Suat Özgültekin, Behçet Çopuroğlu, Sebahattin Dülger, Uğur Mayda, Berceste Akgün, Ali Yavuz, Elif Aslan, Çağla Akal, Sedat Erdiş, Cemal Dönmez, Asiye Celep, Bülent Kaplan, Mehmet Can, Ali Kaya, Murat Sarıkaya, Tarık Sümertaş, Şafak Tuna, Pınar Bayar, İsmail Şengül... Çevre düzeninde Hakan Dündar'ın, kostümde Güler İnce'nin, efekt tasarımda Bora Balâ'nın, efekt seslendirmede Altan Alkan'la Öz­ lem Balcı'nın, ışık kumanda da Umut Za-

fer Baş'ın, slayt kumanda da Burak Kaya'nın da adlarını anmak gerekiyor! Ya nız onlar mı?.. Müzikte Kemal Günüç, "Sekseninci Yıl" marşına söz yazan sev­ gili dost Haluk Işık'ın da katkıları var bu yapımda. Ve topluluk olarak Anka­ ra'dan Ekin Tiyatrosu'nun da!

Görüyorsunuz ya "Kurtuluş" dizisi ya d. "Cumhuriyet" filmi gibi... Ziya Öztan, Turgut Özakman ikilisinin o yapımların­ da Türkiye'nin bütün oyuncuları rol al­ mıştı neredeyse, bunda da Samsunlu oyuncuların tümü...

O zaman iyice ayırdına vardım işin. Samunluların "hurraaa!" yaparak alkışladık ları, aslında kendi çocukları, kendi tiyatrolarıydı... Ve Samsunlular, Samsun'u yakamozlandırarak kent tiyatrosu yap­ maya çalışan çocuklarını, bağımsızlıkları nı, özgürlükleri denli sakınıp korumaya çabalıyordu gerçekte.

Tiyatronun, bellibaşlı kentlerinin bellibaşlı caddelerinde, sokaklarında ya da vapurlarında yapıldığını sanıyorsanız al­ danıyorsunuz... Samsun da bir tiyatro kenti, bir tiyatro sokağı artık... Sam­ sun'un bütün tiyatro toplulukları, bu sokağa dizilmişler sağlı sollu. Mescizade sokağa bir giriyorsunuz, hepsi birer iki­ şer kapı arayla bu sokakta... Örneğin, Tiyatro Tiyatro, Düşevi Oyuncuları, Uğur Mayda Tiyatrosu, Tiyatro Mask, Tiyatro Bakış, hep Mescizade sokağı tiyatrola­ rından...

Duyar gibiyim sorunuzu... Ne hikmeti var diyorsunuz bu sokağın, değil mi? Var elbet bir hikmeti, olmaz olur mu! Büyükşehir Belediyesi'nin bir "Oda Tiyatrosu" var çünkü bu sokakta; aydınlık, pırıl


pırıl, şipşirin bir salon... Topluluklar, alarında anlaşmışlar, her biri, belirlenen günde salonu matine suare kullanabiliyor. Bu yüzden biri dekorunu, tektek gereçlerini çıkarırken arka kapıdan, öteki topluluk ön kapıdan eşyasını sokmaya koyuluyor hemen... Güzel mi güzel, iç ısıtan bir tiyatro sokağı çıkıyor böylece ortaya...

Bu kadar değil salonu Samsun'un... Samsun dediğimiz, tiyatrolar kenti! Şimdiki İlköğretim Okulu ile Anadolu Turizm ve Otelcilik Meslek Lisesi yapıları arasında bir "Kâzım Paşa Tiyatrosu" var-

pe cy

mış ki, dillere destan! Zamanın en görkemli salonuymuş bu. Yapı, kiliseden tiyatroya çevrildiği için olağanüstü güzel bir ses düzeni varmış... Sonra çift balkonlu, çift localı bir salonmuş burası; tavanında ve duvarlarında göz alıcı bezemeler insanın içini ferahlatılmış... Hep mış" diye anlatıyorum, çünkü 1939 Erzincan depremiyle birlikte yerle bir olmuş ne yazık ki yapı!

a

Ama ilginçtir, geçmişte de Mescizade'ye benzeyen bir sokağı var Samsun'un, yine tiyatro topluluklarının kullandığı... Cumhuriyet Meydanı'nın batı yönüne düşen, halen mobilyacılar çarşısı olarak kullanılan semt de tıpkı Mescizade gibi bir zamanlar tiyatro sokağıymış... Nemlizade Hamdi Bey'in yaptırdığı bin kişilik tiyatro ile bir başka ahşap tiyatro, bu çarşıdaymış işte... Samsun Meşrutiyet Tiyatrosu ile Ahmet Fehim Efendi, Nemlizade'nin bu salonunda oyunlar sergilermiş...

Bir kentteki tiyatrolardan söz açarken o kentteki Halkevi tiyatrosuna değinmemek olası mı? Sağlık Müdürlüğü arkasındaki Halkevi Tiyatrosu ise, 450 kolluklu bir salon 1930'larda.

Ama tiyatro, çok daha eskilere uzanıyor Samsun'da... Örneğin, Fransızların, tütün işçilerinin eğlencesi için, ilin en eski yapılarından şimdiki Tekel Sigara Fabrikası'nda tiyatro topluluklarını konuk ettiği biliniyor. Zaten daha sonraları, Darülbedayi de kullanıyor bu yapıyı. İstanbul'dan gelip temsiller vermek, Samsun'da sıkça rastlanan bir olgu... Nitekim 1956-1959 yılları arasında Orhan Erçin de ekleniyor halkaya. Halit Akçatepe ile Şemsi İnkaya'yı da yanına alıp Valiğe bir dilekçe veriyor Erçin: Amaç, Samsun'da "Şehir Tiyatrosu" kurmak! sonra başka topluluklar da şanslarını

deniyor zaman zaman kentte. Bu toplu­ luklar, kimi Samsunluları profesyonel sahnelere taşıyor bu arada. Örneğin Ferdi Akarnur, Şefik Döğen, Yekta Ke­ çeli, İlhami Şahbaz, Demircan Türkdoğan vb. adlar, hep bu dönemde sahne­ ye çıkıyor büyük kentlerde. 1960'larda tüm Türkiye'de olduğu gibi, Samsun'da da büyük parıltılar yaşanıyor tiyatroda. Örneğin belediye, 120 koltuk­ lu bir oda tiyatrosu yapmak için kolları sıvıyor. 1964-65'te Samsun'lu gençlerin başlattığı "Yedinci Bölge Tiyatrosu" ve "Samsun Oda Tiyatrosu" da işte hem bu topluluklardan hem de yapımı ta­ mamlanan Oda Tiyatrosu yapısından kaynaklanıyor. Sırası gelmişken, bu olu­ şuma iş adamı Yılmaz Ulusoy'un sağla­ dığı katkıların da altını çizmek gerek ga­ liba... Türkiye'de tiyatro yayıncılığında artık kurumsallaşma sürecindeki MitosBoyut yayınlarının sahibi Yılmaz

Öğüt'ün de Samsun için büyük katkılar sağladığı öteden beri biliniyor zaten... Yine tüm Türkiye'de olduğu gibi, 1970'lerde ise bir çöküş sürecine giriyor tiyatro hareketi Samsun'da. Her yerde olduğu gibi topluluk, önce kendi arala­ rında çekişmeler yaşıyor, ardından da perdelerini kapatıyor... Ali Poyrazoğlu, İsmail Hakkı Şen gibi ti­ yatrocular gelip ayağa kaldırmaya çalışı­ yor ya, ı-ıh! On yıl susuyor Samsun'da ti­ yatro. Bu süre içinde ne sesi çıkıyor ti­ yatronun ne de soluğu! 1980-81'de dö­ nemin belediye başkanı Selahattin Ereren, Ragıp Erden'i, tiyatro için görevlen­ direne dek! 1980'lerden 90'lara, Ragıp Erden'in bu çalışmalarıyla geçiliyor. 1989'da belediye başkanlığına gelen Muzaffer Önderle birlikte tiyatronun iv­ mesi daha bir yükseliyor. Bu atakta hiç kuşkusuz, o sıralarda Ordu'dan Sam39


"Dağ Başını Duman Almış", Yazan-Yöneten: Kemalettin Akgün, Tiyatro Tiyatro yapımı, 1999

mış. Teknik sorumluluğu Yıldan Gürse salon amirliği Oktan Erboğa, kondüvit liği Aynur Coşkuner tarafından yapılar oyunun bağlamaları ise Mehmet Çömez'e ait. Çömez dedim de aklıma geldi. Mehmet Çömez, anladığım kadarıyla diksiyon hocalığını da yapıyor topluluğun. Nitekim Mehmet, Türkçeyi, hakkını vererek konuşuyor. Oyun bitti, kim kimi alkışlıyor karıştır­ dım... Sahnede oyuncular, salonda biz ler hep birlikte çılgınca alkışlıyorduk. Mustafa Kemal, Nâzım'ı da takıp koluna, işte çıkmıştı Kocatepe'ye, bun dan daha coşkulu ne olabilirdi?

Derken yapımı tamamlanan Büyükşehir Oda Tiyatrosu! Sonra Gazi Belediyesi Ti­ yatro Topluluğu...

pe cy

Oda Tiyatrosu, nasıl sıcak bir ortam... Seyirci, oyuncu hep iç içe... Beni de ara­ larına kattılar hemen, baktım, sahnede­ yim, tutmuşum dekorun bir ucundan... Ne onlar beni yadırgıyor, ne de ben on­ ları... işte bu coşku, bu heyecan onları ayakta tutan! Seyirci de bu duygularla dolduruyor salonu! Her gün farklı toplu­ luk, farklı oyun...

nar'ın adını anmalı. Cem, duygusallık­ tan arındırıp da Kurtuluş Savaşı'nı, yaşanılan bu olağanüstü sürecin nesnel koluşlarını öne çıkarmayı amaçlamış daha çok. "Kuvayi Milliye Destanında Yekta Keçeli, A. Sabri Karataş, Necati Yılmaz, Mehmet Çömez, Cem Kaynar, Neslihan Aydoğan, Özlem Argunşa, Melike Taslak, Ender Kara, A. Öykü Acar, Muammer Aydoğan oynuyor. Sanat danışmanlığını Ragıp Karataş'ın yaptığı oyunun müzik tasarımını A. Sab­ ri Karataş, afiş tasarımını Mustafa Can, kostüm tasarımını grup üstlenmiş. Işık kumanda da ismail F. Akçay, efekt kumanda da Aslan Sancak görev yap­

a

sun'a gelip kentteki çalışmalara omuz veren Gülçin Üstüntaş'ın da büyük eme­ ği ve katkısı söz konusu!

Siz şimdi sanıyorsunuz ki, tiyatro, gün­ düz Samsun'da ayağa bastı, gece de sahneye taşındı! Evet, bir yanı böyle bel­ ki... Ama bana sorarsanız, gece de Kocatepe'ye çıktı tiyatro, Nâzım Hikmet'in dizeleriyle "Kuvayi Milliye Destanında. Sarışın kurda benzeyen adam, başında o şayak kalpak, Kocatepe'nin doruğundaydı... Ne zaman Samsun'a ayak bas­ mıştı, ne zaman Kocatepe'den Afyon'a atlamıştı, vallahi anlayamadım...

Düşevi Oyuncuları'ndan izlediğim en yurtsever Nâzım Hikmet'in "Kuvayi Milli­ ye Destanı"nda, öylesine içtenlik, öylesi­ ne duruluk vardı ki... Bir ara baktım, bi­ zim Yekta girmez mi sahneye; Yekta Keçeli... Yekta, Ankara'dan, otuz yıl ön­ cesinden arkadaşım... O, Yılmaz Gruda'nın "Çuvaldız Kabare"sinde oynardı, bense Halk Oyuncuları'nda... Yunmuş, arınmış, yerine oturmuş bir oyunculuk tabii... Gece Kocatepe'ye çıkanlar kimlerdi di­ yeceksiniz; en, onları da sayayım... En başta oyunun yönetmeni Cem Kay40

Oyun biter elbet, biter ya coşku biter mi?

Nasıl sarılmışız Yekta'yla, o otuz yılı da yedeğimize alıp birbirimize... E yani, rakı meden olur mu şimdi? Ulusoy'la dönüşte, bir düğüm kalmıştı içimde söyleyemediğim. Sevgili Mescizade sakinleri, bir dahaki sefere, bir koluma Uğur Mumcu'yu, öteki Koluma Ahmet Taner Kışlalı'yı takıp öyle geleceğim oyunlarınızı iz­ lemeye... Yer ayırmayı unutmayın, ol­ maz mı?

"Kuvayı Milliye Destanı", Nâzım Hikmet, Yön. Cem Kaynar Düşevi Oyuncuları, 1999


BAKIŞ

Difficile est satyr as non scribe ren Hüseyin Sorgun Bir sanat yapıtı ile üreteni arasında mantıksal hatta duygusal bir bağın varlığını inkar edecek kimse yoktur, fakat özne/nesne bağlamında biribirinin aynıymış gibi düşünmek/varsaymak da hiç akıllıca değildir. Ne ki, çoğu zaman, ürünü eleştirmekle sanatkârını eleştirmek eş tutulmuş, hatta 'adamın kendisine türlü hakareti et ama sanatına (!) laf etme' noktası birçok durumda genel bir kabul olarak deklare edilegelmiştir. Evvela, bu ayrımın çok iyi yapılması gerekir. Madem ki sanat, 'creative' bir edimdir, öyleyse ilkanda mükemmellik yerine zaman içerisinde yoğrulan ve pişen bir ustalık esas olmalıdır. Gel gör ki, hiç de öyle değil. Endamını dev aynasında görmeye alışmış şaşı Janus'ların, noksansızlığı kendisinden menkul 'üstad'lıkları karşısında değil laf söylemeye, şüphe etmeye bile hakkınız olabilir mi? Böyle birşey, her türlü hak mahrumiyetini, ilişki yitimini ve aşağılamayı da beraberinde

a

getirecektir, kuşkusuz: "Sen ne anlarsın be sanattan; anlasan beğenirdin zaten...' Bu türden soruların özneleri/Freud'yen sıralamada 'makatsal karakter' boyutunu aşamamış kişiler, ne kadar da peşinevetçi insanlar isterler etraflarında. 'Nasıl buldun?' sorusu daha sorulurken, duyulmak istenen tek söz, 'iyi ya

pe cy

da mükemmel...'dir. Aksi yönde bir söz, muhatabınızın çelikten atmosferine çarpar da ziyadesiyle hızlanarak geri döner.

Sunulan nesnenin/sunağın kutsallığı ve tekdoğru olduğu yönündeki körbilincin malûl oluşu kadar, özneyi nesneden daha da büyük gösteren güruhun da payı yok mudur, bütün bu olanbitenlerde. Konumu gereği çoğunlukla muhalif olması gereken yerginin, iktidarın hasbahçesinde olmasının sebebi ne ola ki: 'Yanına kahkahayı almış olanın kanıta ihtiyacı yoktur. Bu yüzden de yüzyıllar boyunca...

daha güçlü tarafın yanında, otoritenin yanında yeralmayı yeğledi yergi.'(1) Yergiye yakışan sıcak döşekler değil, bir Manchalı kalkışırındır, ancak. *

*

*

(İR)Reel bir ortam. Gülümseyen yüzler görüyorum ilkin. Peşin kahkahalar. Ucuz methiyeler: B r a v o ;

yaşa; mükemmel; üstad, sana da bu yakışırdı...'sonrası... Aslında, övgüdeki suskun yergi ne kadar riyakârca ve süngerimsi ise, yergideki suskun övgü de bir o kadar acımasız: 'BU kadar saat nasıl dayandım bilemiyorum; bir felaketti; zaten beceriksiz biri; amacı sanat falan da değil; bırak kardeşim, bu yaptığı da sanat mı yani şimdi...'

Anladınız, sanırım... Yıllardır özgür sanat için demokrasi havariliğini elden bırakmayan sanat ortamı, eleştirilmeyi en çok bugün hakediyor. Bu bir övünç kaynağıdır. Çoğu zaman antitezini de birlikte getiren birçok sanat kuramının varlığı düşünülürse, günümüz Türkiyesi sanat ortamında eleştirinin, gerekliliği/eksikliği daha net ortaya çıkar. Bazılarının kutsallık aylasından sıyrılmaları ve kendi bedeni ve fikirleriyle 'varım' demeleri ise bu gerekliliğin ötesinde bir şeydir. Zira, her eleştirinin afarozla fetvalandığı bir ortamda, eleştirmenin mürted sayılması kadar; fotokopinin aslından sahici görünmesi de doğaldır. *

*

*

Bu bir Eleştiriydi. Söyleyeceğim, ekleyeceğim bir şey yoktur. Cezama razıyım. *Latin Yazarı Juvenalis'in bir sözü. 'Yergi yazmak zordur' anlamında, 1) Adorno, Minima Moralia. 41


İZLENİM

Dans, Hareket ve Çocuklar

Nihal

Kuyumcu

VETRINA EUROPA 1999

4-6 Kasım tarihleri arasında İtalya'da çağdaş sanat alanında farklı biçimlerin bir araya getirildiği, temasının "Hareket" olduğu bir buluşma gerçekleştirildi. Bu üç günlük şenlikte tiyatro oyunlarının yanı sıra dans ve görsel sanatların tiyatro ile birleşiminden/etkileşiminden meydana gelen ilginç gösteriler de yer aldı. Genel sanat yönetmenliğini Giocomo Scalisi'nin yaptığı bu buluşmanın bizim açımızdan en önemli özelliği ise çocuk ve genç seyirciyi hedeflemesiydi.

pe cy

a

Son yıllarda çocuk tiyatrosu alanında sık sık tanık olduğumuz yeni arayışlar, bu defa Parma'da dans ve hareket bağlamında karşımıza çıktı. Çocuklar dansı, hareketi çok seviyorlar. Bu onların doğal yapılarının bir gereği. Çok sıradan, kendileri için çok çekici olmayan bir konu belli bir hareket eşliğinde verildiğinde uzun süre dikkatlerini verebiliyorlar. Bu hareketler bildiğimiz dans formunda olmasa bile... Örneğin Fransız sanatçı Denis Plassard bu buluşma çerçevesinde, çocuklarla yaptığı birkaç günlük çalışmanın sonunda küçük bir gösteri sundu. Çalışma hakkında bilgilerin verildiği "II bambino, La danza" adlı gösteride sahnenin aydınlanmasıyla bir anda sahnedeki boş masanın altından iki konuşmacı kafalarını çıkararak, her cümleyi bir hareket eşliğinde söylemek üzere kendilerinden ve yaptıklarından söz etmeye başladılar. Karşımızda masanın altına giren, üstüne çıkan, ayaklarını havaya kaldıran, amuda kalkan ve atlıyan, zıplayan çember atan konuşmacılar vardı. Çift, her hareketi bir Fransızca bir de İtalyanca sözler eşliğinde yapıyorlardı. Anlattıkları, çocuklarla yaptıkları dans ve hareket üzerine bazı teknik bilgilerdi ve zaman zaman seyircileri ve çalıştırdıkları çocukları da hareketin içine çekerek ilgiyle izlenen bir gösteri ortaya koydular. Bir başka gösteri başlığı ise Alessandro

42

Libertini'nin sunduğu "Çocuklara sanal tarihi anlatmak" idi. Çocuklara sanat tarihi üzerine bir konferans vermek konferansı veren kişi için olduğu kadar çocuklar için de zor olmalı. Ancak bu defa öyle olmadı; sahne üzerinde yaklaşık beş-altı metre uzunluğunda bir masa, masanın üzerinde bir mikrofon, bir yığın kağıt, bir bardak ve sürahi vardı. Sahnenin bir başka köşesinde, seyirciler yerini alırken projeksiyon makinesine diaları yerleştiren, düzeltmeye çalışan bir kişi bulunuyordu ve bu kişi iliklenmemiş kol düğmeleri olan spor gömleği, blue-jean pantolonu dağınık saçları ile biraz sıradışı, şaşırtıcı bir tipti. Perde üzerine sanat tarihinin farklı dönemlerine ait resimleri yansıtmaya başladı. Ancak, dialar hâlâ düzgün bir sıra takip etmiyor, bazıları yan ya da ters duruyordu. Düzeltme işine devam ederken seyircilerin geldiğini, gösterinin başlamasını beklediklerini fark edince dialardan birini perdeye yansıtır bir şekilde bırakarak masanın arkasındaki yerini aldı. Konuşmaya başladığında iyi çıkmayan güvensiz bir ses tonuyla bir şeyler demeye çalıştı, mikrofona yaklaştı, beceriksizce bir şeyler yaptı ve gürültüyle mikrofonu kendisine doğru çekerek, çok güçlü olmayan bir sesle seyircilere bir yanlış anlaşılma olduğu konusunda bir açıklamada bulundu. Bunun bir tiyatro gösterisi olduğu sanılarak öyle duyurulduğunu, oysa gerçekte bu etkinliğin "İlk çağlardan günümüze batı sanat tarihi" konulu bir konferans olduğunu söyledi. "Endişelenmeyin en fazla 60 dakika sürecek" dedikten sonra önünde duran bir karış yüksekliğindeki bir tomar kâğıdın sadece bir özet olduğunu ve


a cy

aldıktan sonra garaja getirildik. Üstü kapalı kamyonun aydınlatılan kasası içinde bizi bekleyen kişi arya eşliğinde kısa bir performans sundu. Yaklaşık bir saat süren bunun gibi tek kişilik gösteriler başka mekânlarda da -nerdeyse gardrop kadar diyebileceğimiz çok küçük bir kostüm odasında, mutfakta, büyük karanlık bir mekânın ortasına yerleştirilen bir çöp kutusunun içinde, vestiyerde, mumlarla aydınlatılan hiçbir yere çıkmayan merdivenlerin bulunduğu küçük bir odada- sürdü. Hemen hepsinde gördüğümüz ortak nokta, çağımızın insanının yalnızlığı, dar alanlardaki sıkışmışlığı, sandığımız kadar özgür olmadığı idi. Bizler de bu performansların birer parçası olmuştuk yaratılan atmosferle...

pe

Hepsini ayrıntılarıyla anlatmaya çalışacağını sözlerine ekledi. Böylece uzun ve sıkıcı bir toplantı olacağının her türlü işaretini vererek oturumu başlattı. Bildiğimiz konferanslarda rasladığımız monotonluk, gittikçe konuşmacının garip hareketleri ile şaşırtmalarla kesilerek oturum yavaş yavaş eğlenceye, konferans gösteriye dönüşüyordu. Konuşmacının garip davranışlarının sürmesine ve şaşırtılmamıza karşın biz seyirciler hâlâ önceden duyrulan tiyatro gösterisi yerine biraz kuşkuyla da olsa konferansa katıldığımızı düşünüyorduk, yaklaşık 45 dakika konuştuktan sonra kağıt tomarlarından bir sayfayı aldı yanına koydu. Seyirciler umutsuzluk içinde aralarında gülüştüler, bu kadar zaman içinde sadece bir tek sayfa anlatmıştı. Teselli eden bir iki küçük hareketten sonra anlatmayı sürdürdü. İşte yandan çok ilginç bilgiler de veriyordu. Sözlerine tarih öncesi dönemlerde kayalara yapılan resimlerle başlayıp çağımıza, günümüze, buraya, şimdiye içinde yaşadığımız ana, yani dergilenen gösteriye getirerek sözlerini tamamladı. Böylelikle bu gösteri de sanat tarihine ait bir eser olarak tarih içindeki yerini aldı... Çünkü, sonuç olarak izlediğimiz içine bir konferansın filizlendiği bir tiyatro gösterisi idi. Böylece her iki gösteride de anlatılanlar düşüncelere yönelirken, hareketler davranışlar duygulara ulaşarak seyirciyi (çocuk/büyük) kuşatmış, normalde belki daha kısa süre için dikkat çekebilecek konular sonuna dek ilgiyle dinleşmiş oldu. Yapılan bir başka ilginç çalışma ise Portekizli sanatçı Madalena Victorino'nun Briciole sanatçıları ile hazırladığı performansları izletmek için seyircilere tiyatro binası içinde yaptırılan ilginç yolculuktu. (Tiyatro binası büyük bir parkın ortasında oldukça eski ve büyük bir bina. Bu bina aynı zamanda içinde bulunan küçüklü büyüklü salonları, atölyeleri, garajı ile Tiyatro Briciole'nun mekânı. Bu tiyatro belediye, devlet ve bazı kuruluşlardan destek alan özel bir tiyatro topluluğu.) bu yolculuk için seyirciler küçük gruplar haline getirilerek her birinin başına bir görevli verildi ve tiyatronun salonları dışındaki bölmelerinde, karanlık, yarı karanlık dehlizlerinde nereye ve ne için oIduğunu bilmeksizin bir süre yol

Dans tiyatrosu alanında önemli bir isim olan Giorgio Rossi'nin kareografisini yaptığı "Sparra alla pioggia" dansın keman eşliğinde şarkılarla ve sözlerle süslendiği unutulmaz güzellikte bir gösteriydi. Gösteri, alışık olduğumuz

sadece müzik eşliğinde yapılan dans tiyatrosunun ötesinde çocuklar için açıklayıcı, onların dikkatlerini uzun süre canlı tutan değişik ifade biçimlerinin de bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştu ve xxxxx objelerle kısa öyküler anlatan, seyircileri de sorularıyla bir yaratıcı düşünme sürecine çeken gösteri bir başka ilginç çalışma idi. Sergi sadece sergilenen objelerin incelendiği pasif bir etkinliğin ötesine geçerek, katılımcılara yeni öyküler düşünme, üretme ve ifade etme özgürlüğü tanıyordu. Yine bu çalışma da hedef kitle çocuklardı. Sonuç olarak birkaç örnekle anlatmaya çalıştığımız gösterilerin yanı sıra çeşitli ülkelerden çocuk tiyatrosu, gölge tiyatrosu ve kukla tiyatrosu örneklerinin de yer aldığı "Vetrina Europa 1999", "Hareket" teması altında tiyatro ile tüm diğer sanatları çocuklara ve gençlere yönelik olarak buluşturmayı amaçlıyordu ve gördüğümüz kadarıyla bu amacına ulaştı.

43


a

pe cy


İLLÜZYON

İLLÜZYON SANATI VE TİYATRO-VIII Kubilay QB Tuncer Bir tiyatro formu olarak illüzyon sanatı, önünde sonunda tiyatronun temel kuramsal sorunlarıyla yüz yüze gelir. Sanatı var eden temel dinamik, bence, insanların buldukları yanıtları değil, sordukları soruları paylaşabilmesine olanak tanımaktır. Bu soruların her zaman sözcüklerle dillendirilmesi, hesada kitaba oturması gerekmez. Zarfın üzeri yazılmamış da olsa mektup mektuptur çünkü. İllüzyon sanatının kendine özgü kuramsal sorunları yok değildir. İllüzyonist, şu ya da bu şekilde, belli bir mekanik diziyi gerçekleştirdiğinde illüzyonun var olabildiğini bilir bilmesine ama, izleyicinin gözünde illüzyonu var eden koşulların analizini her zaman yapamaz/yapmaz. Durup düşünmemizi gerektiren en can alıcı nokta budur: insanlar niçin yanılır! Yanılma bir refleks midir?

cy a

Bir gereksinim olabilir mi yanılma? Yanılma süreci bir bütün olarak , insan aklı tarafından nasıl kodlanır? Bu ve bu türden soruların da doğal olarak , bütün bütün yanıtları yoktur. Düşündüğüm birkaç şey var. Öncelikle, illüzyonun en cazip kısmının, illüzyonistin üstlendiği riske tanıklık etmek olduğunu savlıyorum. Bu, belki de canını ortaya koyan canbazları izlemeye benzer bir duygu. İllüzyonun her zaman, belirgin paradokslar oluşturduğunu düşünüyorum bir de . Yani, ipuçlarıyla sonuç arasında mantıksal bir bütünlük olmaması durumu. Galiba, insan aklı paradoksları seviyor. Bir tür, hayatta kalma içgüdüsü bile olabilir bu. Biliyoruz ki, gerçekte paradoks diye bir şey yoktur. Ya öncellerde (ipuçlarında) bir gizleme vardır ya da ipuçlarını veya

pe

sonucu tam anlamıyla görememişizdir. Veya üçüncü bir durum olarak, aynı önermeler dizisinde gibi gözüken önceller ve sonuç aslında başka başka önermeler dizilerine aittir. Böylesi bir çerçeveden illüzyon sanatınının kuramsal sorunlarına geri dönüldüğünde, genel olarak

tiyatronun beslenebileceği birtakım patikalar gözümüzün önünde belirebilir.

Bu patikalardan

yürüyebilir, oyun-oyuncu, seyreden-seyredilen, oyun-oynanan şey gibi karşılaştırmalar dizilerine göndermeler yapabiliriz. Tiyatro kuramcısı için illüzyon sanatı, kesinlikle gözardı edilmemesi gereken bir alan olarak yerini koruyor.

illüzyona dayalı "Dikkat Kandırılıyorsunuz" adlı sahne gösterim uzun bir Anadolu turnesi yapıyor. Söylenecek, üzerinde uzun uzun durulacak birçok konunun sunuşunu yaptığıma inandığım "illüzyon ve Tiyatro" adlı yazı dizimi , böylelikle, üzülerek de olsa uykuya yatırıyorum, illüzyon sanatına

bir ölçüde de olsa ilgi çekmeyi başardıysam kendimi mutlu sayacağım. Birçok başka

alan gibi, illüzyon da kuramsal ve pratik çalışmalar yapılmayı hak ediyor. Ne yazık ki, ülkemiz ve dilimiz, bu konuda çok geri kalmış durumdadır. Ne bizler ne de illüzyon sanatı bunu hak ediyor. Erken ve zamansız bütün elvedalar gibi, bu elvedanın da sadece ve sadece derin bir yeniden buluşma isteği olduğunu bilmek, sizler gibi benim de ruhumu ferahlatıyor. Dikkatli olun ve kandırılmayın! Yine, Tiyatro... Tiyatro...'da buluşmak dileği ile. Kubilay QB Tuncer,

qbtuncer@yahoo.com 45


BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Bursa Devlet Tiyatrosu Yazan: Güner Sümer Yöneten: M. Emin Gümüşkaya Dekor Tasarım: Ethem Özbora Kostüm Tasarım: Gülhan Kırçova Işık Tasarım: Ali Karaman Oynayan: Pınar Saner Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet'e geçişte, toplumsal değişime ayak uyduramayan bireyin dramı, hüzünlü bir yaşamın öyküsüdür "Hüzzam". Paşa torunu Mahpeyker, yaptığı yanlış evlilik dışında, Cumhuriyet'e kadar sorunsuz yaşamış bir soylu kalıntısıdır. Cumhuriyet düzeniyle birlikte geçim sorunu başgöstermiş, bu nedenle çalışmak zorunda kalmıştır. Genelde bütün soylular gibi herhangi bir uğraşı

Tiyatro: Bursa Devlet Tiyatrosu Yazan: Tuncer Cücenoğlu Yöneten: Erdal Gülver Dekor-Giysi Tasarımı: Hüseyin Mumcu Işık Tasarımı: Ali Karaman Oyuncular: Halil Balkanlar, Berrin Kulya, Erkan Gökpınar, Emre Özcan, Kemal Okur, Belgin Bilgin, Macit Doğan, Halil Kumova, Hikmet Orhon, Zeynep Kumral

a

olmadığı için yaptığı işi bir türlü başaramamış, yaşamı yanlışlarla dolu bir insandır Mahpeyker; evliliği iyi gitmez, oğlu ve kocası çalışmadığı için onlara bakmak zorunda kalır; öyle ki bilinçsizliği yüzünden oğlu ve kocası tarafından kendisi gibi bir Osmanlı kalıntısı olan dede yadigarı yalıyı bile yitiresiye kadar, iliklerine varıncaya kadar sömürülür...

bile boşaltıyorlar yangına koşarken... Kavgalar, dövüşler... Hep o yarışın parçaları... "İşimiz seyretmek ey ahvan, biz bize benzerüz" sözü de tulumbacıları seyredenlerin ruhunu açığa vuruyor.

pe cy

Oyun, broşürde; "İzleyeceğiniz oyun, öğretmen Hasan'ın hayatı boyunca ailesinden bile önde tutuğu meslek yaşamını ve bunun için verdiği onur savaşını anlatıyor. Ve bizler bu oyunun, ideallerini hiç kimseye, hiçbir koşulda satmayan can dostlarımıza bir armağan olsun istiyoruz" diye tanımlanıyor.

Tiyatro: Bursa Devlet Tiyatrosu Yazan: Ülkü Ayvaz Yöneten: Raik Alnıaçık Dekor Tasarım: A. Cem Köroğlu Giysi Tasarımı: Hale Eren Işık Tasarım: Adnan Açkdüşünenler Dramaturg: Mine Acar Müzik: Cem İdiz Dans Düzeni: Editha Alnıaçık Oyuncular: Rüçhan Gürel, Celal Kadri Kınoğlu, Kemal Okur, Cihan Büyükışık, Elif Nutku, Özer Tunca, Jale Çiçek, Celal Bıyıklı, Ahmet Somers, Erdal Gülver, Bora Özkula, Ergun Akvuran, Halil Balkanlar, Erem Nala, Emir Çiçek, Hande Keçeci, Duygu Yalçınkaya, Murat Yatman, Zeynep Kumral.

Külhanbeyleri renkli insanlardı. Çok sesliliği temsil ettiklerini de belirtmek gerek. Çok renkli, çok sesli... Eh, bir "Opera"nın kendinde saklı tuttuğu, seyirci karşısında bunu açığa vurduğu asal özellikler de bu nitelikler değil mi? "Mühim olan yarıştır!" Yarışın nereden başlayıp nerede bittiğini düşünmeden; neden-niçin-kim için? sorularını sormadan bu yarış hâlâ devam etmiyor mu? Tulumbacıların yarışı o dönem öyle bir hale gelmiş ki, yarışta öne geçmek için, tulumba sandığının suyunu 46

Tiyatro: Bursa Devlet Tiyatrosu Yazan: Tayfun Türkili Yöneten: Fikret Tartan Dekor-Giysi Tasarımı: Hüseyin Mumcu Işık Tasarımı: Adnan Açıkdüşünenler Oyuncular: Cihan Büyükışık, Ayşe Akınsal, Duygu Yalçınkaya, Kemal Okur, Ekrem Nala, Hikmet Orhon, Emin Gümüşkaya, Celal Bıyıklı, Veysel Kamış, Yıldırım Selim, Aşkın Kürşat, Ümit Kılıçel, Cengiz Erdem, Uğur Gümüşkaya, Fırat Salman, Derya Aydın, Akif Oktay, Kamil Atlıman, Macit Doğan, Zeki Bıçakçı, Filiz Mete Seri cinayetler işlenen, çete bağlantılı yargısız infazlar yaşanan ya da mafya hesaplaşmalarına tanık olunan bu ülkede, bir gün,


BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR evlerinin kapısı çalınır. İçeriye Bond çantalı, fötr şapkalı, sırtına bıçak saplanmış bir adam girer ve onların gözü önünde düşüp ölür. Olaylar öyle gelişir ki yaşlı karı-koca serüvenin içine girmek zorunda kalırlar.

Yasal olmayan yollarla Almanya'da yaşamakta olan Muhammed, bir tren yolculuğunda tanıştığı ve çalışıp, hem okumakta olan Marion'la bir seks show'da tekrar karşılaşır. Marion'un işi haftada üç gün bu lokalde striptiz yapmaktır. Bu durum Marion için son derece olağan, Muhammed için ise kabul edilemezdir. İki genç, kültürel yapılarından kaynaklanan bu çatışmayı aşmayı başarırlar ve aralarındaki ilişki filizlenmekte olan saf bir sevgiye dönüşür. Ancak dış etkenler ve tutucu yapı buna izin vermeyecektir.

a

Tiyatro:Diyarbakır Devlet Tiyatrosu Yazan: Erhan Bener Yöneten: Nurhan Karadağ Müzik: Nedim Yıldız Koreografı: Selçuk Göldere Işık Tasarımı: Selim Yıldız Kostüm Tasarımı: Nalân Türkoğlu Oyuncular: Nazan Kırılmış, Okan Irkören, Turgay Kılıç, Çetin Azer Aras, Sertel Uğur, Güzin Alkan, Hatice Sezer, Nazan Yatkın, Duygu Zade, Özlem Gündoğdu, Hakan Şahin, Hüseyin Baylan.

Tiyatro: Yeni Tiyatro Oyun: Marion ile Muhammed Yazan: Dinçer Sümer Yöneten: Nuri Gökaşan Dekor Tasarımı: Hüseyin İngin Müzik: Nurettin Özşucu Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz Oyuncular: Billur Kalkavan, Ali Gül, Orhan Aydın, Metin Coşkun.

pe cy

Barış temasının önde olduğu Şahmeran'da, yarı insanyarı yılan meranlarla sürekli açlık, zulüm ve entrika içinde yaşayan insanların dünyası, sarmal bir anlatımla işleniyor. Meran(yılan)lar, başlarında ölümsüz eceleri Şahmeran'la binlerce yıldır yeraltında mutlu bir yaşam sürdürmektedirler. Yerüstünde ise Şah Keyhüsrev'in ülkesinde insanlar, açlık, zulüm ve kavgayla uğraşmaktadırlar. Camsap adlı bir genç, arkadaşı Şehmur'la yılanların ülkesine inerler. Şahmeran'la Camsap'ın aşkı burada başlar. Tiyatro: Diyarbakır Devlet Tiyatrosu Yazan: Gogol Yöneten: Zurab Sıkharulidze Dekor Tasarımı: Hakan Dündar Kostüm Tasarımı: Berna Yavuz Işık Tasarımı: İzzettin Biçer Müzik: Tamor Khorava Oyuncular: Orhan Özyiğit, Tolga Tuncer, Veda Yurtsever İpek, Neşe Baykent.

Oyun, Türk ve dünya tiyatrolarınca defalarca oynanmış ve oynanacak bir komedi. 1820 Çarlık Rusyası'nda yönetim erkinin, yolsuzluk ve rüşvete nasıl bulaştığının öyküsünü anlatıyor. Olayın geçtiği kasabadaki yöneticiler derin, hatta derinlemesine devlet sisteminin küçük bir yansımasıdır sadece.

Tiyatro: Bursa Devlet Tiyatrosu Yazan: Fikret Terzi Yöneten: Özer Tunca Dekor-Giysi Tasarımı: Murat Gülmez Işık Tasarımı: Rahmi Ozan Müzik: Yaşar Kemal Alim Koreografı: Süleyman İlter-Özer Tunca Oyuncular: Murat Yatman, Hande Keçeci, Erem Nalcı, Aylin Akman, Zeki Bıçakçı, Veysel Kamış, Firdevs Vüdül, Kutsal Alkan, Cem Bora.

Keloğlan, Anadolu'dan çıkmış bir masal kahramanı. Uykucu, dalgacı, oyunu çok seven, tembel ama çok akıllı.

Tiyatro: Kenter Tiyatrosu Yazan: Michael Frayn Çeviren: Lale Eren Yöneten: Müşfik Kenter Dekor Tasarımı: Cengiz Özek Kostüm Tasarımı: Hale Eren Oynayanlar: Müşfik Kenter, Kadriye Kenter, Mehmet Birkiye, Gülce Uğurlu, Hakan Gerçek, Güneş Berberoğlu, Berkun Oya, Y. Gerçek, D. Bazan. Alışılmadık bir biçimde ama zorunlu olarak üç perdelik olan oyun, bir küçük kent tiyatrosunun oynadığı bir oyunda, sahneleme sırasında yaşanan güçlükleri, kulisi, sahne önünü izleyici karşısına çıkartıyor. Üç ayrı zaman diliminde oyuncuların birbiriyle olan gönül ilişkileri, yanlış anlama ve anlaşılmalar oyunun ana izleği.

Tiyatro: Kenter Tiyatrosu Yazan: Margaret Edson Çeviren: F.LTepedelen Yöneten: Yıldız Kenter Dekor Tasarımı: Osman Şengezer Kostüm Tasarımı: Çolpan İlhan Oynayanlar: Yıldız Kenter, Şükran Güngör, Engin Hepileri, Yeşim Koçak, 47


BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Tiyatro İstanbul Yazan: Oscar Wilde Yöneten: Gencay Gürün Oynayanlar: Can Gürzap, Arşen Gürzap, Nurseli İdiz, İlkay Saran, Kemal Bekir, Şahnaz Çakıralp, Kazım Aksar. Yüz yıl önce yazılmasına rağmen şaşılacak derecede bu gün bile hâlâ geçerliliğini yitirmeyen bu oyunun ana teması halkın güvendiği, sevdiği, dürüstlük sembolü olarak gördüğü zirvedeki bir politikacının gizli bilgileri borsaya sızdırmasını, sosyete, iş alemi ve

Lale Belkıs, Mustafa Berat, Okan Yalabık, Esra Kızıldoğan, Zeynep Ardağ.

siyasetin girift ve zaman zaman kirli ilişkilerini konu alıyor. Çok namuslu dürüst bir İngiliz politikacısının borsaya sızdırılan bilgilerle ilgili başına gelenler, ülkemizde de bir süre önce aynı nedenlerden dolayı intihara teşebbüs eden hazineden sorumlu devlet bakanının kaderiyle örtüşmesi, yüzyıl önce siyasetin yüz yıl sonra da değişmediğini ortaya koyuyor.

pe cy

Tiyatro: Sadrı Alışık Tiyatrosu Yazan: Dario Fo Çeviren: Egemen Berköz Yöneten: Nefrin Tokyay Oynayanlar: Çolpan İlhan, Gökçe Yiğitel, Yiğit Sertdemir, Özgürol Öztürk.

a

Genç bir Amerikan yazarının ilk oyunu olan "Nükte" geçen yılın Pulitzer ödülünü kazanmış. Sanatın durmadan sorguladığı yaşam, ölüm, tanrı,ahlak kavramlarının, dil, içerik, 17.yüzyıl İngiliz şiirine gitgellerle işlendiği bir bir oyun.

Kocası tarafından terk edilen Giula, intihar etmeye karar vermiştir. Ölmeden önce kocasına veda mektubu yerine bir video

Tiyatro:Yayla Sanat Merkezi Yazar: Aziz Nesin Yönetmen: Şevket Çoruh Müzik: Murat Hasarı Kostüm Tasarımı: Nalân Özgün Işık Tasarımı: Ahmet Demircioğlu Dans Düzeni: Sonay Yücel Oyuncular: Ayşen Gruda, Ercan Bostancıoğlu, Nilgün Belgün, Osman Gidişoğlu, Settar Tanrıöğen, Ümit Yesin, Yaman Tüzcet.

Aziz Nesin'in öykülerinden seçilen bir kolaj. Halk müziği danslarının içine monte edildiği oyunda, çok sayıda genç oyuncu, ustalarla birlikte rol alıyor. kaset bırakmayı düşünür. Bu veda kaseti sadece kocasına değil, acımasız ve vahşi bulduğu bir düzenin; katılamadığı oyunlarına karşı bir cevaptır da aynı zamanda. Olayların traji-komik bir örgü içinde gelişerek noktalandığı oyunda; 1) Teknoloji karşısında yabancılaşmış insanın düştüğü gülünç durumlar, 2) Kadının ne kadar modern ve özgür olursa olsun erkekler dünyasındaki değişmeyen rolü, 3) İletişim araçlarının bir yerden sonra iletişimsizliğe dönüşerek insanları yalnızlığa ve mutsuzluğa itişinin komedisi, eleştirel bir boyutla vurgulanmaktadır.

48


BU AY PERDE DİYEN YENİ OYUNLAR Tiyatro: Ankara Devlet Tiyatrosu Yazan : Adem Atar Yöneten: Serhat Nalbantoğlu Dekor Tasarımı: Sertel Çetiner Kostüm Tasarımı: Nalân Türkoğlu Oyuncular: İclal Özergün, Şefika Ümit Tolun, Ümit Sergen, Emel Keleş, İpek Çeken, Fatma Öney, Füsun Akay, Yeşim Şaşmaz, Betül Gökçer, Nihal Tercan, Emre Gökgöz

cy a

Oyun, af çıkabileceğini duyan bir cezaevinin kadınlar koğuşunda, kadınların gelecek özgür günlerin provası olarak "Özgürlük Oyunu" oynamalarını işlemektedir.

Ankara Devlet Tiyatrosu Yazan-Yöneten: Ferdi Merter Dekor Tasarımı: Hakan Dündar Kostüm Tasarımı: Sevgi Türkay Işık Tasarımı: Burhanettin Yazar Müzik: Kemal Günüç Dans Düzeni: Onay Miser Oyuncular: Can Öztopçu, Ahmet Türkoğlu,Hüseyin Soysalan, Nusret Şenay, Olcay Kavuzlu, Volkan Ünal, Güven Besimoğlu, Okan Şenozan, Meltem Keskin, Emre Alpago, Oktay Dal, Şahin Ergüner, Kayhan Sarıgöllü, Yavuz Köken, Halit Güngör, Ebru Nil Aydın, Şirin Çelikbilek, Gül Seçkin.

pe

1070'li yıllarda Selçuklu istilasındaki İran'da insanların iktidar hırsıyla her türlü gücü ve dinsel kavramı kullanarak erk elde etme savaşını işleyen bir oyun.

KRYOLAN Profesyonel Makyaj Malzemeleri ACADEMİE Profesyonel Cilt Bakım Ürünleri FREED Dans ve Bale Malzemeleri DANSKIN Dans, Bale ve Spor Kıyafetleri SHOW & KARNAVAL Malzemeleri ve Aksesuarları PROFESYONEL SİHİRBAZLIK Malzemeleri KOSTÜM ve MASKOTLAR Sakal, Bıyık, Peruk Yapım Malzemeleri

VİRA KOZMETİK SAN. ve TIC, A,Ş. Merkez Bağdat Cad. Çuha Çiçeği Sk. Seyhun Apt. No: 4 D:1 Kızıltoprak- İstanbul

Tel: ( 0 2 1 6 ) 347 30 70- 347 71 60 Fax:( 0216) 337 05 25


cy a pe Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'ne abone olarak destek vermek istiyorum. Bir yıllık(11 sayı) abone bedeli olan 18.000.000 TL'yi,

T. İş Bankası, Cihangir Şubesi, Tiyatro Yapım: 1014-0197245 nolu hesaba yatırdım. Posta çeki hesabı, Tiyatro Yapım: 655 248 nolu hesaba yatırdım. Lütfen, randevu alıp ziyaretime gelin. İsim, soyisim: Adres: Tel. No:


Oyuncunun Elkitabı • 1

OYUN METNİ

Müjdat Gezen

OYUNCUNUN ELKİTABI Müjdat Gezen'in 1999 yılında yayımlanmış olan "Oyuncunun Elkitabı" isimli eserini, genç oyuncu adayı okurlarımız için tam metin olarak yayımlıyoruz. Bu kitabın Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nde yayımlanmasına hiçbir ücret talep etmeden izin veren Müjdat Gezen'e teşekkür ederiz.

El kitabı; Yaşamını tiyatroya adamış, tiyatro için doğmuş, tiyatro için yaşamış ve tiyatro uğruna ölmüş tüm tiyatroculara adıyorum... Müjdat Gezen, 1999 İstanbul

cy a ÖNSÖZ

Mesleğimin kırkıncı yılında, birikimlerimi kitapla­ ra dökmek ve bu mesleği seçecek gençlere yar­ dımcı olmak amacıyla MSM Yayınları'nın bu ikinci kitabını sizlere sunuyoruz. Sanıyorum ya­ rarlanacaksınız. Çünkü bir ders kitabı gibi di­ daktik olmaktan öte, sizi rahatça mesleğe hazır­ layacak nitelikte kaleme almayı uygun buldum. Rahatça okuyup anlayacağınız bir dil kullanma­ ya özen gösterdim. Bu kitabı okuduğunuza göre bu mesleği seçi­ yorsunuz ya da seviyorsunuz ya da seviyorsu­ nuz demektir. Öyleyse yolunuz açık olsun. Sevgimle. Müjdat Gezen

pe

MÜJDAT GEZEN Ekim 1943 yılında İstanbul Fatih'te doğdu. Sahneye ilk kez 1953 yılında bir ilkokul piyesinde çıktı ve aynı yıl Doğan Kardeş Çocuk Dergisinde şiirleri yayımlandı. Yine bu yıllarda İstanbuI Radyosu Çocuk Kulübü'nde mikrofonla tanıştı. 1956-57 yıllarında çeşitli amatör tiyatro topluluklarında rol aldı ve 1960 yılında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda profesyonel oldu. 1961 yılında İstanbul Belediyesi Konservatuarı Tiyatro Bölümü'ne girdi. 1962 yılında ilk filimini çevirdi. 1963 yılında ilk özel tiyatro çalışmaları yaptı. Münir Özkul ve Muammer Karaca Tiyatrolarına girdi. 1963-64 yıllarında sanat dergilerinde şiirleri çıktı. 1964-66 Askerlik yılları ve oyun yazma denemeleri. 1966 yılında Ulvi Uraz tiyatrosu'na girdi. 1967 yılında arkadaşlarıyla birlikte Halk Oyuncuları'nı kurdu. 1968 yılında ilk kez kendi özel tiyatrosunu açtı ve aynı sezon İstanbul Tiyatrosu'nda çalıştı. 1970 yılında sah-

"Sanat insanı onarır." Müjdat Gezen

ne çalışmaları ve film çalışmaları, TV. çalışmaları. Aynı yıl Elif adlı kızı dünyaya geldi. Gazete ve dergilerde yazdı. 1975 yılında ilk kitabı yayımlandı. 1999 yılı itibariyle 28 yayımlanmış kitabı var. Ayrıca ilkokul Türkçe kitaplarında yazılarını görüyoruz. 1982 yılında bir yayınevi kurdu. Yine aynı yıl İstanbul B. Konservatuvarı ve sonradan da. Devlet Konservatuvarı'nda Türk Tiyatrosu öğretmenliği yaptı. Aynı yıl yazar arkadaşı Kandemir Konduk'la birlikte Güldürü Üretim Merkezini kurdu ve büyük gazetelerde mizah sayfası yönetti. 1991 yılında MSM'yi kurdu. 1992 yılında MSM Ormanı'nı kurdu. 1995 yılında Hamlet Efendi adlı oyunu ödül aldı ve Devlet Tiyatrolarında oynandı. 1996-98 Cumhuriyet Gazetesi'nde yazdı. 1997 Devlet Tiyatroları'nda oyun yönetti. Aynı yıl Bam adlı oyunu ödül aldı. 1998 yılında ilk kez kendi adını taşıyan tiyatrosunu kurdu. Yüz civarında filmde, elli civarında oyunda, binden fazla radyo ve TV. skecinde rol aldı, yazdı ve yönetti. M. Gezen'in 28. kitabıdır.

OYUNCUNUN ELKİTABI Bir oyunu elimize aldığımızda onu baştan sona okuyoruz. Hiç satır atlamadan her satırını oku­ yoruz. Oyuncu; satır aralarını da okuyan kişidir. Çünkü çoğu kez, oynayacağı rolün asıl gizi o sa­ tır aralarında saklıdır... Sizlerle, oyunculuk mesleğine sıfırdan başlaya­ rak; yetenek, eğitim, çalışma üçgenini birlikte ir­ deleyip, iyi bir oyuncunun nasıl yetişeceğini bu yolculuğumuzda göreceğiz... BU MESLEK Güzel Sanatlar'ın bir kolu olan edebiyatın, sah­ ne oyuncularını anlatan bölümüne tiyatro oyun­ ları diyoruz. Kuşkusuz, opera, operet, bale gibi sahne sanat­ ları da bu dala giriyor. Hatta pantomim sanatını da gene burada anabiliriz. Ama bizim mesleği­ miz tiyatro. Bu nedenle de tiyatro ve tiyatro oyunculuğunu anlatacağız burada. Bu meslek gerçekten ilginçtir. Eğer sıradan bir oyuncu olmayı istiyorsanız size söylenecek pek bir şey yoktur. Çünkü o zaman tiyatro sanatçılığı, duvarcı usta­

lığından veya maydonoz yetiştiriciliğinden pek farklılık göstermez. Yok eğer sıra dışı bir sanatçı olacağım diyorsa­ nız, işte o zaman farkı hemen fark edersiniz. Çünkü sizi birçok zorluklar ve sıkıntılar bekliyor demektir. Tabii buna karşılık size sağlayacağı olanaklar oldukça iyidir. Aranılan, sevilen, say­ gın bir tiyatro sanatçısı iseniz, toplum içinde önemli bir yeriniz var demektir. Hiç beklemediğiniz olanaklar avucunuzun için­ dedir. Aslında her meslekte olduğu gibi, ne verirseniz onu alırsınız. TİYATRONUN İLK ÇIKIŞI İnsanın var olması ile birlikte oyun denen olay da başlıyor. İlkel insanların birbirlerini güldürmek amacıyla hayvan avlama taklitlerini yaptıkları sanılıyor. Diyonizos Şenlikleri ile de ilk gösteriler başlamış oluyor. İlk tiyatro yazarlarından sayılan Aiskilos'un söylemlerini oynamak ise tiyatronun baş­ langıcı olarak bildiriliyor. Tiyatro adı ise; oyunlara ve oyunculara bakılan izlenen yer olarak biliniyor. Teatron denilen bu yer izleyicinin oturduğu yer. Tiyatro deyimi bu sözcükten geliyor. KADIN OYUNCU Tiyatronun gerçek kimliğine kavuşmaya başladı­ ğı çağlarda kadınlar sahneye çıkamıyorlar. Bu salt müslüman toplumlarda değil, batıda da böyle. Bu nedenle bizde "zenne" batıda "tüy­ süz" denen yumuşak tarzda oyuncular, oyunlar­ daki kadın rollerini oynuyorlar. Türklerde cumhuriyet öncesi ilk kadın oyuncu olan Afife Jale, cumhuriyetin ilk kadın sanatçısı olarak da Bedia Muvahhit biliniyor. İLK ÇALIŞMALAR Eğer onaltı yaşın altında iseniz ve henüz bir konservatuvar eğitimine başlamamışsanız işiniz zor­ dur. Çünkü bilmeden ve öğrenmeden "nasıl ol­ sa oynanırken öğrenilir" mantığı ile yola çıkıldı51


Oyuncunun Elkitabı • 2 yon çalışması gibi işler yapmamıştır. Rolünü ez­ berleyip çıkıp oynamıştır. Günümüzde böyle bir şey söz konusu değildir. Oyuncu yönetmeni ile sıkı bir diyalog ve teslimiyet içinde olmalıdır. "Nasıl olsa yönetmen işi bitince çekip gidecek, o zaman ben de seyirciyle karşı karşıya kalacağım, dilediğimi yaparım" düşüncesi bir oyunu ve oyuncuyu batırmaya yeter. Pek çok oyun ve oyuncu böyle ramp ışınlarına veda etmiştir. Oyuncu önce yönetmenle uyum içinde olmayı hedeflemelidir. Eğer oynayacağı rol bir karakter ise, bunun için gerekli olan üç boyutu iyi kavra­ ması gerekir. Bu üç boyut, bir karakterde bulun­ ması şart olan boyutlardır: 1. Fizyolojik durum. 2. Sosyolojik durum. 3. Psi­ kolojik durum...

kitap haline getirilmemiş olduğundan bu bir bel ge niteliği taşıyacaktır. O nedenle ilk kez karşıla şaçağınız bu deyimlere açıklık getirmeye çalışacağım... Dinlemeyi dörde ayırıyoruz: 1. Kendini dinle 2. Karşısındakini dinleme 3. Çevreyi dinleme, 4. Seyirciyi dinleme. Bu sonuncusu dram, tragedi gibi oyunlarda pek gerekli olmaz, ama özel komedilerde en gerekli durumdur. Salondaki öksürük sesi bile o andaki büyük gülmeyi ya düşürebilir. Çünkü sahnede söylenen öne sözcük veya espri anlaşılmayabilir. Bu nede geleneksel tiyatromuzda, özellikle Kavuklu'ya kanlar böyle durumlarda karşısındaki oyuncu "Efendim, anlayamadım" gibi bir soruyla o repliği yineletirlerdi. Şimdi başa dönelim:

Buradaki sıralama da önemlidir. Fizyolojik du­ rum, bir rolün sahneye adım attığı andaki konu­ mudur. Kısa boylu mu, iri yapılı mı, sakat mı, ku­ surlu mu?... Bunu hemen fizyolojik durumdan anlarız. Sosyolojik durum ise ilk repliklerde ken­ dini belli eder. Bu: Ne iş yapar, oyundaki konu­ mu nedir, kimin nesidir? Bu iki durumdan elde edilen üçüncü durum ise psikolojik durumdur. Çünkü bir insanın fizyolojik ve sosyolojik duru­ mu psikolojik durumunu belirler... Mutlu biri mi, kinci mi, iyi biri mi, kötü mü, akıllı mı, deli mi? Ne ise, onu bu son durum belirler. Oyuncu rolü­ nü çalışırken bu üç boyutu irdelemeye başlar. Eğer oynadığı bir TİP ise üçüncü boyuta gerek yoktur...

1. Kendini dinleme: Burada kastedilen Müjdat Gezen değildir. Yani evhamlı, sürekli nabza bakan, kendini dinleyen birinden söz etmiyoruz

Oyuncu giderek ezber yapmaya, doğru vurgula­ malar bulmaya ve yavaş yavaş, kostümüne, ak­ sesuarına alışmaya başlar. Provalar ilerledikçe uykusuz geceler de sıklaşır. Uyanıp rolüyle ilgili notlar almak, makyajını dü­ şünmek, role eklemeyi düşündüğü küçük replik­ ler, hep bu dönemin mahsulleridir. Zaten mesle­ ğin en heyecan verici yanı burasıdır. Bazen yö­ netmenle ters düştüğü olur oyuncunun. Bu dö­ nemde doğru olan yönetmene teslim olmaktır. Çünkü o, işe dışarıdan bakmayı becerebilen kişi­ dir. Duygusal olmaktan öte matematikseldir. Aksi halde neden o oyunun yönetmenliği ona verilmiş olsun ki?...

cy a

ğında sizi hiç beklemediğiniz sürprizler karşılar. Sahnede sesiniz duyulmaz, ne dediğiniz anlaşıl­ maz, ne izleyen ne oynayan, hiçbir şey anlamaz. Biz buna "okul müsameresi" diyoruz. İşin temel kurallarından biri "iyi insandan iyi oyuncu çıkart­ mak daha kolaydır" felsefesinden hareketle yo­ la çıkmaktır. Bu perfeksiyonist bir yaklaşım ol­ maktan çok gerçekçi ve denenmiş bir vakıadır. Çünkü temelinde kötü olan birinin bu mesleği seçerek iyi oyuncu olması pek gerçekleşmemiş­ tir. Genç oyuncu adayının ilk yapacağı şey, lise­ yi bitirdikten sonra tiyatro eğitimi yapan bir konservatuvara girerek bu işin eğitimini almak ol­ malıdır. Toplumumuzda oldukça yaygın olan: "yetenek varsa eğitime ne gerek var?" yaklaşımı kocaman bir aldatmacadan başka bir şey değil­ dir. Kuşkusuz yetenek bu işin ilk adımıdır. Ama buna bir de eğitimi ve çok çalışmayı eklediğiniz­ de fena mı olur? Dünyanın neresinde eğitimin zararlı olduğu görülmüştür? Cahil kişiler tarafın­ dan sıkça kullanılan: "eğitim cehaleti alır, eşeklik baki kalır" sözü doğrudur. Ama bunu söyleyen eğitimli biri ise iş gerçeklilik kazanır. Yoksa bir eşek tarafından söylenmişse hiçbir önemi yok­ tur. Cehalete kılıf aramak maalesef toplumumu­ zun en geçerli mazeretlerinden biri haline gel­ miştir son yıllarda. Özellikle 12 Eylül dönemin­ den bu yana, "bitir işi dön köşeyi" felsefesi bizi buralara kadar getirmiştir. Oyunculukta iki açı vardır: Amatör oyunculuk; profesyonel oyuncu­ luk. Amatör oyunculuk, amatör topluluklarda, okullarda, derneklerde oynanan oyunlarda ken­ dini gösterir. Eğer iyi bir öğretici yönetmen de yoksa oldukça tehlikeli ve yanlışlarla dolu bir se­ rüvendir bu. Profesyonel oyunculuk ise ilkinden de daha çetin ve tehlikelerle doludur. Çünkü ti­ yatro; insanı insana insanla ve insanca anlatan bir sanattır. İnsan her geçen gün değiştiğine gö­ re, bu meslek de değişim gösterir. O nedenle "artık oldum" fikri bu mesleğin tabiatına aykırı­ dır. Sahnedeki profesyonel yaşamımın kırkıncı yılında her geçen gün yeni bir olayla karşı karşı­ ya geliyorum. Binlerce kez sahneye çıktım. Yüze yakın oyunda oynadım. Ama derim ya sonu yok, oldum yok. Bir bakıyorsunuz o günkü oyunda hiç bilmediğiniz bir şey oluyor. Ya seyirciden ya sizden, ya oyun arkadaşınızdan kaynaklanan yepyeni bir olay. "Bundan önce bununla hiç kar­ şılaşmamıştım" deyiveriyorsunuz. 1999 Yılında Hababam Sınıfı oynuyorum. Öğrencilerden biri bana su sıkıyor. Ben de yağmur yağıyor sanıp şemsiye açıyorum. Bu sahne alkış alıyor. Bir ge­ ce şemsiye açılırken bir saniyelik tutukluk yaptı. Bırakın alkışı gülme bile gelmedi. Bu başıma kırk yılda bir gelecek bir olaydı işte. Ertesi gün şem­ siyeyi değiştirdim ve yeni bir şemsiye aldım. Ay­ nı reaksiyon geri geldi. İşte ben bunu kırk yılın sonunda ilk kez yaşıyordum. Ve kim bilir daha neler yaşayacağız?... Profesyonel tiyatro sanatçı­ sı ilk oyun çalışmalarına oyunun yönetmeninden önce başlar. Bu şu demektir: Okuma provaların­ dan önce oyuncu oyunu okur. Belki üzerinde düşünmeye başlar.

pe

Sinemada nasıl yönetmen mutlak hakimse, gü­ nümüz tiyatrosunda da öyledir. Ama oyuncu: "Ey yönetmen sen işini bitirip gittikten sonra ben gene kendi bildiğimi okurum" diyorsa o başka. Kuşkusuz burada önemli bir noktayı atlamamalıyız. Oyuncu, oyun ve seyirci kadar önem­ lidir. Zaten üçü bir arada olmadan tiyatro ol­ maz. Yönetmen her evrede oyuncuyu anlayabi­ len kişilerden olur. Olmalıdır. Çünkü gerçekten işin sonunda, seyirci ile yüz yüze kalacak olan ki­ şi oyuncudur. Oyuncu, önemli bir yönetmen yanlışını seyircisine izah edemez. "Bunu yönet­ menim böyle istedi onun için böyle yapıyorum" diyemez. O nedenle ta baştan yönetmen ve oyuncu uyum içinde çalışırsa işler iyi ve doğru gi­ der. Oyuncunun ilk sahne yaşamındaki ilk çalış­ maları çok önemlidir. Herkesten, her şeyden öğ­ renecekleri vardır. Bunları iyi değerlendirmek oyunculuğuna katkıdır.

Ama asıl çalışma ilk okuma provaları iledir. Ön­ ce oyunun yazarı tanınır, adı geçen oyunu han­ gi nedenle yazdığı, oyunun neyi önerdiği, nasıl bir yorumla sahneleneceği tartışılır. Sıra oyuncu­ nun kendi rolüne gelir. Burada oyuncu ile yönet­ men arasında gerçekçi, samimi, sıkı bir diyalog oluşması şarttır. Bazen oyuncu duygusal hatalar yapabilir. Örne­ ğin "Hitler"dir. Oyuncular duygusal insanlardır. Oyuncu bu rolü çok sevebilir, sevince de sevdir­ meyi hedefleyebilir. Diyebilirsiniz ki: "Bu denli bi­ linçsiz bir oyuncu olabilir mi?" Olur. Akademik eğitim almamışsa bu inceliği kavrayamayabilir. Çünkü daha önceden dramaturji, karakterizas52

DİNLEME Bu ve buna benzer pek çok deyimi ilk kez bu ki­ tapta göreceksiniz. Çünkü tiyatro kitabı yazan değerli yazarların pek çoğu oyunculuktan gelme değildirler. Bu nedenle sahne üzerinde birebir yaşanan olayları bilemezler. Sadece ben bili­ rim... demek istemiyorum, sakın yanlış anlaşıl­ masın haaa... Fakat sahne üzerinde yaşadıkla­ rımdan öğrendiklerimi size aktarırken kullanaca­ ğım deyimlere geçmiş kırk yıl içinde rastlamadı­ ğımı fark ettim. Yoksa pekâlâ oyuncular anlata­ caklarımı yaşamış olduklarından iyi bilirler. Ama

(!)

Oyuncu kendini dinler sahnede. Sesi ne kadar çıkıyor, tonlamaları doğru mu, yanlış bir replik mi?... 2. Karşısındakini dinleme: Rol arkadaşı doğru replik mi veriyor, unuttu mu, sesi duyulmuyor mu?... Örneğin karşımızdaki oyuncunun repliği şu: ' simsiyah elbiseler sana hiç yakışmamış." Sizin yanıtınız da şu: "Ne simsiyahı yahu bu bir elbise." Karşınızdaki rol arkadaşınız o oyunda dalgınlıkla "bu kapkara elbise sana hiç yakışmamış" de< Siz de dalıp gitmişsiniz dinlemiyorsunuz. Yal nız malum: "Ne simsiyahı yahu..." Oysaki onu dinleyip asıl repliğinizi bir yana bırakıp "ne kapkarası yahu bu gri bir elbise" demeniz gere Bu ve buna benzer hatalar çokça yapılır tiyatro da. Ama karşınızdaki rol arkadaşlarınızı da oyunda, ilk kez duyuyormuş gibi dinlerseniz hem siz hem oyun başarılıdır. 3. Çevre: Kulistir. Bir oyuncu antre kaçırabilir size fısıldıyor olabilirler durumu. Dinlemek gerekir. 4. Bu maddeyi yukarıda andık.

ZAMANLAMA Batılılar buna tayming diyorlar, ama biz zamanlama diyelim. Çünkü Türkçe karşılığı tam böyle. Bir oyuncuya en gerekli olan şey zamanlama Zamanlama kitapla öğretilecek bir şey değ aslında. Ama anlatacaklarım biraz olsun yararlı olursa, gene başarılı olmuş sayılırız. Önemli ola tümceyi söylerken bazen bir saniyenin çok değe ri vardır. Yanlış yerde alınan bir nefes, sözcük bir saniye önce veya sonra girmek belli başlı zamanlama hataları örneği sayılabilir. Zamanlamanın dinlemeyle, davranışla çok kından ilgisi vardır. Karşınızdaki oyuncuyu kez duyuyormuş gibi dinlememek oyuncuya maniama hatası yaptırır. Hatalı davranış da za manlamayı bozar. Durup dururken kaldırılan bi kol, karşınızdaki konuşurken yaptığınız bir burun kaşıma hareketi zamanlama hatasına yol açar. Bunlar aslında "sahne çalma" konusunda değinilecek noktalardır ama, biz bilinçsiz yapıla hareketlerden söz ediyoruz. Zamanlama ustas olmak zaman ister. Öyle hemen kavranılacak bi konu değildir. Çoğu kez, eski oyuncuların da zamanlama hatası yaptıklarına tanık olduk. ! ne üzerinde küçücük bir dalgınlık zamanlama hatasına yol açar. O nedenle oyuncu oyunu,pasif oyundayken de çok dikkatle takip etmelidir. Özellikle komedilerde zamanlama hataları konu nun kaymasına ve bozulmasına neden olur. Özetlersek, oyuncunun en önemli silahı zamanlamadır.


Oyuncunun Elkitabı • 3

Yani bir anlamda "sahne çalıyorsunuz." Az sonra bu konuya detayıyla değineceğiz. Pasif oyun; oyuna katkı amacı taşır, yönetmenin vermediği fazlalık bir hareketi yapmamanızı önerir. Aksi halde, sözü olmayan oyuncunun oyuna katkı macıyla, iyi niyetle yaptığı küçücük bir hareket, yunun kaymasına neden olur. Pasif oyunu kısaca şöyle tanımlayabiliriz: Önemli bir sahne oynanırken siz sahnedeyseniz ve lafınız yoksa, seyirci acaba bu oyuncu neden katılımda bulunmadı?" diye sormamalı. Bu pasif oyundur.

pe

SAHNE ÇALMA Bu deyimi ilk kez 1963 yılında usta oyuncu Vasfi Rıza Zobu'dan duydum. Size anlatacağım olay, yaşanmış bir hayatı hakikiye sahnesidir... Şehir Tiyatrolarında çalışıyorum. Vasfi Rıza Zobu, Cevat Fehmi Başkut'un Paydos adlı oyununu sahneye koymuş. Rollerden birini devrin ünlü komedyeni Gazanfer Özcan oynuyor. Fakat bu arada Özcan ve eşi Gönül Ülkü bir özel tiyatro kurma kararı alıyorlar. Gazanfer Özcan'ın Paydos oyunundaki rolüne bir oyuncu gerekli. Vasfi Bey tiyatroya haber salıyor. Aktör Kamuran Usluer: "Müjdat var," diyor. Başkaları da başka isimler söylüyorlar. Neyse, beş on aday gidiyo-

GERİ KAÇMA Yıl: 1966. Ulvi Uraz Tiyatrosu'nda çalışıyorum. Rıfat Ilgaz Hoca'nın ünlü oyunu Hababam Sınıfı'nı oynuyoruz. Ulvi Hoca ile ünlü oyuncu Zihni Küçümen'in karşılıklı bir sahnesi var. Artık ikisi de aramızda yok. Anlatacağım şey onları küçült­ mek amacı taşımıyor. Kendilerini savunamazlar. Ayrıca öyle bir durum da söz konusu değil. An­ cak, yaşadıklarımdan gördüğüm bir olayı nakle­ deceğim. Bunun benim dışımda tanıkları da ol­ duğundan gönlüm rahat. Hem Ulvi Uraz'dan hem Zihni Küçümen'den pek çok şey öğrendik. Bunu teslim etmek gerekir. Ama bu adı geçen oyunda zaman zaman ikisi sürtüşürlerdi. Bir sah­ nede ikisi karşılıklı oynuyorlar. Sahnede ikili ve karşılıklı oyunlarda, geleneksel tiyatromuzda ol­ duğu gibi Kavuklu-Pişekâr muhaveresi vardır. Tıpkı öyle, ikisi karşılıklı konuşuyorlar. Ancak, ko­ nuşan yanıtını beklerken sahnenin gerisine doğ­ ru kaçarsa (bu bir adım geri atmak kadar belli belirsiz bir şeydir) yanıtı verecek olan geri dön­ mek zorunda kalır ve söyleyeceği söz veya espri seyirci yönüne olması gerekirken arkaya dön­ müş olur... Olay tüm oyuncuların gözleri ve se­ yircinin izlenimi önünde yaşandı. Zihni Küçümen lafını söyledi ve bir adım geri çekildi. Esprisinin tam anlaşılmasını isteyen Ulvi Uraz da iki adım geri giderek espriyi patlattı. Sıra Küçümen'e ge­ lince o bir adım daha geri attı. Ulvi Hoca iki adım geriledi. Bu diyalog boyunca böyle sürün­ ce, sonunda dekorun duvarına yapıştılar. Biz başladık gülmeye. Çünkü önde oynanması gere­ ken bir sahne, dekorun en arkasına kadar geri­ lemişti... İkisi de işi inada bindirince bu durum ortaya çıktı.

a

SIZI oyuncular öndeki oyuna katkı olsun diye Beklenmedik reaksiyonlar verirler. Bu en yanlış şeydir. O sırada seyircinin gözü size kayar ve önceki oyundan kopar. Bu en yanlış şeydir. Bu saniyenin onda biri kadar bir kopma olsa bile oyunun izlenmesinde zorluklara yol açar. O sırada kimsenin sizden bir şey beklediği yok. Kimse "bu kişi neden oyuna katılmıyor?" diye sormaz. Ama bilinçsiz katılır ve oyunu bozarsanız, bunun düzeltilmesi zordur. Pasif oyun, oynamıyormuş gibi, ekonomik davranışlarla önde oynanan oyuna katkı ile olur. Örneğin ön ortadaki ikili mecliste gerilim oluyor, siz de arka solda yanınızdaki arkadaşınızla birliktesiniz. Gerilime katkı olsun diye dönüp arkadaşınıza bir hareket başlatıyorsunuz. Seyirci bir söze gireceksiniz düşüncesiyle dikkatini size yöneltiyor. Oysa sizin böyle bir göreviniz ve repliğiniz yok. Bu durumda pasif oyunu bozuyorsunuz ve dikkati kendi üzerinize çekiyorsunuz.

Vasfi Bey: "Odama gel evladım" dedi. Makyajı­ mı sildim, gittim odasına. Beni öveceğini sanıyo­ rum. "Sahne çalıyorsun," dedi. Oldum olası (çal­ mak) fiiline karşı müthiş bir antipatim vardır. İnanılmaz bir suçluluk duygusuna kapıldım. "Ho­ cam bir yanlışlık olacak, ben bir şey çalmadım," dedim. Vasfi Hoca gülümseyerek: "Oğlum, sah­ nede bir meclis oynanırken, repliği olmayan oyuncunun oyuna çeşitli biçimlerde müdahale etmesine SAHNE ÇALMAK denir," dedi. Doğru, benim o sahne ne lafım, ne bir fonksiyonum var... Ne diye kendi kendime oyunlar icat ediyo­ rum ki?... Bu, o oyunu gerektiğince prova yapa­ mamak ve deneyimsizlikten kaynaklanıyordu. Bilinçli veya bilinçsiz sahne çalmak, tiyatroda en sevilmeyen şeydir. Onca provadan sonra, yönet­ menin denetimi dışına çıkarak gereksizce yapı­ lan tüm eylemler sahne çalmaktır. Bir oyuncu­ nun, kendine olduğu denli, oyuncu arkadaşları­ na ve oyuna ve en önemlisi seyircisine saygılı ol­ ması doğaldır. Sahne çalmak bazı oyuncuların alışkanlığıdır. Benim asal ve asıl işim komedyenlik olduğundan bunu yapan tipleri yakından izle­ mek fırsatını bulmuş olmam bir şanstır. Ama on­ ları böyle kalıcı bir belgeyle anmak hoş olmasa gerek... İyi bir oyuncu sahne çalmayı ne bilinçli ne de bilinçsiz düşünmemelidir. Bilinçsiz olunca düşünme olmaz diyorsanız, o zaman bilinçsiz ol­ mamayı düşünmelidir.

cy

PASİF OYUN Sahnenin ön bölümünde bir meclis oynanıyor. Sizin konumunuz ise o anda farklı. Arka solda, sizde oynanan oyunu izliyorsunuz. İşte bu anda sizden beklenen çok önemli bir şey vardır: Hiçbir şey yapmamak.

ruz Vasfi Hoca'nın sınavına. Henüz 19 yaşımda olmama karşın Vasfi Hoca beni istiyor ve Gazanfer Ağabeyimin rolüne hazırlanmaya başlıyorum. Vasfi Bey hastalanıyor. Oyun afişten kalkıyor.

Gazanfer Özcan k e n t tiyatrosunu kurarak ayrılıyor ve bir gün bir telefon geliyor bana: "Vasfi Bey iyileşti Paydos başlıyor." Gazanfer Ağabey pek sempatik ve ünlü bir oyuncuydu. Onu provalarda izledim, çıktım oynadım. Çok iyi eleştiriler çıktı hakkımda. Çok genç ve deneyimsizdim, henüz konservatuvarın ilk yıllarındaki çömez bir oyuncu adayıydım. Her ne kadar Şehir Tiyatrolarında üç yıldır çalışıyor da olsam, Vasfi Rıza Zobu ile ve pek çok ustayla aynı oyunda aynı sahneyi paylaşmak zor işti... Oyunda bir önemli sahnesi var. Final. Vasfi Rıza'nın başrolünü oynadığı emekli öğretmen, sonraki bakkal'ın bakkal dükkanındayız. Vasfi Bey bir aktörle ön sahnede konuşuyor ve oyun çözülüp final oluyor. Ben de tüm oyuncularla birlikte arkada duruyorum, bakkal dükkânında leblebiler var. Önde oyun oynanıyor, ben de aklımca kendime bir oyun buldum leblebi yiyorum. Seyirci buna çok güldü, ben de mutlu oldum aklımca. Oyundan sonra

Komediyi tam anlamıyla bilmeyenler bu durumu kavrayamazlar. Komedi oyuncuları esprisinin tam seyircinin yüzüne söylenmesini ister. Geri dönüp arka tarafa değil. Zaten doğrusu da bu­ dur. İyi düşünün. Sahnenin orta yerinden yüzü­ nüz seyirciye dönük bir espri mi daha geçerli olur, yoksa sırtınız seyirciye dönük olarak yaptı­ ğınız bir espri mi? Kuşkusuz birincisi doğrudur. Geri kaçma tiyatro­ da hiç sevilmeyen bir şeydir. Yönetmen nasıl saptamışsa öyle sürdürmelidir oyuncu o mizan­ seni. Özellikle komedilerde bu durum zaman

içersinde kayar. açabilir. Oyuncu oyunu başladığı Oyunculuk bunu

Beklenmedik tatsız olaylara yol bunlara çok dikkat edecek ve birinci gün gibi bitirecektir. gerektirir.

AKSESUARLAR İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Ti­ yatro Bölümü'nde "Geleneksel Türk Tiyatrosu" dersleri verdiğim bir günde, öğrencilere "Kuliste bir mektup veya bir bardak su görürseniz sakın dokunmayın belki o sahnede sizin işiniz olmadı­ ğı için kalabalık kadrolu oyunlarda, atlamış ola­ bilirsiniz, o mektup bir oyuncunun özel aksesu­ arı olabilir, oraya koymuştur" diye bir nasihatte bulundum. Bazı öğrencilerim içlerinden: "Böyle de ders olur mu?" diye geçirmişler. Bunu nereden mi biliyorum?... Aradan on yıl geçti. Bir öğrencim MSM'ye geldi, hatır sorma­ ya. Konuşuyoruz. "Hocam, on yıl önce bize bir şey söylemiştiniz derste, bir mektup veya her­ hangi bir şey görürseniz ona dokunmayın, de­ miştiniz. Biz de arkadaşlarla aramızda konuş­ muştuk "ne saçma," diye... O oldu... Geçen gün oyunda bir genç arkadaşımız üzerinde oyuncu arkadaşımızın ismi yazan bir mektubu dekorun arkasına dayalı görmüş, alıp odasına bırakmış. Meğerse o mektup o oyuncunun oyundaki en önemli aksesuarı imiş. Mektubu götüren oyun­ cu arkadaşımızın o sahnede işi olmadığından provaları izlememiş, zaten provalarda mektup varmış gibi yapıyorduk. Anlayacağınız oyun yat­ tı. Kuşkusuz oyun gene oynandı, seyirci bir tu­ haflık olduğunu hissetti ama tam anlayamadı. Ama o mektubun yerine bir beyaz kâğıt bulma­ ya çalışan oyuncular oyunun o arada ne denli tempo yitirdiğini en iyi bilen kişiler oldular. Aksesuarlar bazen oyunun hayati elemanlarıdır. Onlara gereken önemi vermek gerekir. Bir oyu­ nun içinde aksesuar gibi bir oyuncu olmak hoş değildir, ama gerekli bir aksesuarı gerektiğince kullanmak yararlıdır. Örneğin, Hamlet'te mezar­ dan çıkacak olan, çıkması şart olan Yorik'in ka­ fatası unutulursa oyun yara alır. ANTRE KAÇIRMAK ' Her an başınıza gelebilir bu olay. Kuşkusuz hiç ama hiç olmaması gereken bir durum. Ama oyuncu da etten kemikten yapılma biri. Olur da antre kaçırırsa ne olur?... Ne olmaz ki?... Oyun durur. Özellikle dramatik yapısı kuvvetli oyunlar­ da, hele hele oyun bir dram veya tragedya ise, sahnedeki oyuncunun da doğal olarak doğaçla­ ma, tuluat yapma yeteneği sınırlı olacağından, o sahneyi yeniden oyuna kazandırmak çok zah­ metli bir iş halini alıverir. Bu olay çok gençken benim başıma bir kez ve son kez geldi. Asaf Çiyiltepe'nin İ.B. Şehir Tiyatroları'ndaki ikinci yö­ netmenliği. İlk Yönetmenliği Çılgın Dünya adlı ünlü İspanyol yazarı Lop de Vega'nın oyunu... Benim de ilk profesyonel oyunum. Yıl: 1960. Oyunda figüranım. 10 Lira yevmiye alıyorum. Asaf Ağabey beni ikinci oyununda bir rolle ödül­ lendirdi. Bu Henrik Ibsen'in başyapıtı olan Bir Halk Düşmanı idi. Ben halk düşmanının oğlu Morten rolündeyim. O yıllar konservatuvara gidiyorum. 17 yaşların-, dayım. Yoruluyorum. Gündüz okul gece tiyatro. Bir ara kuliste uyumuşum. Derinden bir ses ve güzel bir ses, babamın sesi (Toron Karacaoğlu) "Morteeeen Morteeeen" diye adımı çağırıyor. Uyandım. Girdim sahneye. "Neredesin oğlum?" diye sordu babam. Elimde okul çantam okuldan eve dönme sahnemdi. "Okuldaydım geç çıktık baba" dedi... Bir yevmiyem (on liram) kesildi, antre kaçırmaktan. Sonra hiç antre kaçırmadım, çünkü o para bana gerekliydi ve tiyatroda da antre kaçırmamak gerekliydi... Ama olur da böy53


Oyuncunun Elkitabı • 4

pe cy

LAFA GİRME Oyuncunun insan olduğunu, hataların da insan­ lar için olduğunu önce bir kabul edelim. Kuşku­ suz tiyatro oyunculuğu sinema oyunculuğuna benzemez. Sahnede yapılan hatanın dönüşü yoktur. Bu nedenle uzun süre provaların sonun­ da oyuncu artık metne iyice hâkimdir ve kolay kolay hata yapmaz. Ama dedik ya insanız diye. Ola ki sağlığı bozuktur, moral olarak iyi değildir, bunu elinde olmadan sahneye taşımıştır ve o ge­ ce dalgındır. Daha karşısındakinin lafı bitmeden yanıtını verebilir. O denli çok rastladığımız bir şeydir ki bu. Durum gereği telefon çalacak. Çal­ madan telefon yönüne bakan, kapı çalacak, çal­ madan kapıya yönelen çok oyuncu gördüm. Bu, dinlememekle ilgili olduğu kadar, lafa girme er­ ken davranma kavramlarıyla da ilgilidir. Oyuncu­ nun sahneye çıkmadan önce, o gün (tiryaki ise bile) sigara içmemesi, alkol almaması, yorulma­ ması, başka işlerle (özellikle sinirleri geren) pek uğraşmaması iyidir. Kuşkusuz tüm bu söylenen­ ler iyi bir oyuncu için geçerlidir. Sıradan bir oyuncunun bunları yapmasında bir sakınca yok­ tur. Çünkü o ta baştan durumunu kabullenmiş­ tir zaten. Bu kitapta anılan tüm konular, sıra dı­ şı bir oyuncunun hazırlanma amacını gütmekte­ dir. Bunun aksi düşünülemez zaten. Özetle, iyi bir oyuncu lafa girme konusunda dikkatli olmak durumundadır. Sıradan bir oyuncu ise lafa gir­ menin ötesinde önce bir tiyatroya girebilmelidir.

madığı bir durumla karşılaşınca güler. Yıllar önce Savaş Dinçel'le birlikte Artiz Mektebi adlı bir müzikli oyunda oynuyoruz. Savaş beyaz tokyolarının içine siyah çorap giyiyor ve bir kapı­ cı oynuyor. Bir gece kırmızı çorap giymiş, karşı­ lıklı sahnemizde bana işaret etti ayaklarını. Baş­ ladım gülmeye, kendimi tutamıyorum. Şimdi in­ san buna özel yaşamında gülmeyebilir. Ama ben siyah çoraba alışmışım, birdenbire kırmızı ile karşılaşınca sinirim bozuldu. Sahnenin mantığı özel yaşama benzemez. Eğer siz de bir oyunda böyle bir durumla karşılaşırsanız, gülmeyi dur­ durmanın bazı yolları vardır. Oyuncu karşısında­ ki oyuncuyla göz göze oynar. Gülme başlarsa karşınızdaki oyuncunun gözlerinden gözlerinizi kaçırın. Bu durumda kulağına bakmak yararlıdır. Çünkü göz göze gelmek tehlikelidir. Onun da gözlerinin içi gülüyordur o anda. En doğru hare­ ket başka şeyler düşünmek veya bir dış uyarıya başvurmaktır. Üçüncü bir oyuncu tarafından ya­ pılacak uyarı gülmeyi durdurur. İzleyici bazen gülmeyi bağışlar. Hatta kendi de eşlik eder bu­ na. Ama bazı zamanda da kendisiyle alay edili­ yor düşüncesine kapılabilir. İşte bu çok tehlikeli­ dir. Para verip oyun izlemeye gelmiş birine ciddi olmak zorundasınız. Siz en iyisi sahnede gülmemeye ve güldürmemeye özen gösterin. Ama ol­ du da seyirciden gelen bir aksırık veya bir deği­ şik nida sizi güldürdü?... O zaman gene gülme­ yi önleyici aynı çarelere başvuracaksınız. Kuşkusuz hiçbir kitapta böyle bir derse rastla­ mayacaksınız. Çünkü oyuncu zaten gülmemeli, ciddi olmalı, falan filan. Ama kırk yıllık deneyim­ lerim onu göstermiştir ki, en ciddi hocalarımız bile sahnede en az iki üç kez güldüler. Çünkü onlar da etten kemikten ve duygudan yapılmış insanlardı.

a

le bir şey başınıza gelirse, en geçerli mazereti hazırlamak durumunda olduğunuzu bilin. Oyun durur o anda. Sahnedeki oyuncu ne yapacağını şaşırır, eli ayağına dolaşır. Dediğim gibi bir dramsa oyun, işler iyice zorlaşır, çünkü yazar oyunu, ille de o anda girmeniz için yazmıştır. Daha önce girmek veya geç girmek işe yara­ maz... Antre kaçırmak deyimi hiçbir tiyatro kita­ bında yer almaz, ama gerçek tiyatro yaşamında çok yer alır.

TÜRKÇE 12 Eylül'den sonra ardı ardına açılan özel radyo­ lar ve televizyonlar sunucu adı altında pek çok insanı mikrofona ve ekranlara çıkardılar. Bunla­ rın hemen hiçbiri belli bir eğitimden geçmedikle­ rinden Türkçe'yi kötü konuşuyorlardı. Gelgelelim bu kişilerin konuştuğu Türkçe, ekranlar ve mikrofonlar aracılığı-ile tüm yurda yayılınca mil­ letçe bir dil erozyonu yaşadık. 12 Eylül faşizmi bu arada Türk Dil Kurumu'nu da kapatınca olan­ lar oldu ve dilimiz kuşdiline döndü. Bu ister iste­ mez genç kuşağı etkiledi. Konservatuvar tiyatro bölümü sınavlarına giren pek çok öğrenci, dahi ile dâhi'yi birbirine karış­ tırdı. Bu nedenle biz MSM'ye dilbilgisi ve Türkçe derslerini koyduk. Her ne kadar liseden gelen öğrenciler bir kez daha bu dersleri okuyor olu­ yorlarsa da ne zararı var ki? Bilgilerini yineleyip, dil üzerine tartışıyorlar. Türkçe oynanan oyunlar­ da dili doğru kullanmak oyuncunun görevi ol­ malıdır. Bu nedenle de her oyuncunun bir Türk­ çe bir de Osmanlıca sözlüğü olması gerekir. Oyuncu kendi dilini güzel konuşmak zorunda­ dır. Doğaldır ki bunu yaparken, sahnede bir kompozisyon ya da diyalekt gerektiren bir rol oynuyorsa, o zaman bundan vazgeçecek ve ro­ lünün gerektirdiğini oynayacaktır. GÜLME Yukarıda da söyledik. Oyuncu etiyle kemiğiyle insandır. Ciddi bir rol oynarken bile bilinç dışı, sahnede gülmeyen oyuncu yok gibidir. Sahnede durup dururken gülmenin pek mantığı yoktur, aranmaz da. Çünkü normal yaşamda gülünme­ yecek bir şeye sahnede gülünebilir. Oyuncu alış­ 54

ASİSTANLIK Genç oyuncu adayının, haydi oyuncunun diye­ lim, yapacağı en akıllıca şey, bir yönetmenin asistanlığını, (yardımcılığını) yapmaktır. Bu sıra­ da o denli çok bilgi edinir, öyle şeyler öğrenir ki, bir konservatuvar eğitimi kadar yararlı olacaktır kendisine. Asistanlık süresince, dramaturji, tah­ lil, rol çıkarma, dekor, kostüm, makyaj, aksesu­ ar, müzik, dans, özetle tiyatroda olabilecek tüm konuları bire bir öğrenmeye başlar genç oyun­ cu. Asistanlık oyunculuğun en yararlı bilgi edin­ me bölümüdür. O nedenle herkese salık veririm. Bir kez -hiç de­ ğilse- asistanlık yapın, bu şansı elde etmeye ça­ lışın. Yönetmenle uyum içinde çalışarak, prova gün ve saatlerini oyunculara bildirmek, teknik ekiple koordinasyonu sağlamak, sufle vermek, sahne prova dökümlerini çıkartmak, oyunu baş­ tan sona bilmek, tekste hâkim olmak, bir oyun­ tunun arayıp da bulamadığı nimetlerdendir. İşte bu asistanlıkla elde edilebilir. İyi oyuncu ve iyi yö­ netmenler, yaşamlarında en az bir kez asistanlık yapmışlardır. Benim genç oyunculara önerim: "Ne yapın yapın, bir kez iyi bir yönetmene asis­ tanlık yapın" olacaktır. KONSANTRASYON Günümüz modern tiyatro anlayışında bu sözcük artık gerilerde kaldı. Konsantre olmak, oyuna kendini kaptırmak gibi kavramlar modern anla­ yışta yok. Her oyuncu teknik bilgisi ve ustalığı ile oyununu oynamakta. Eski tiyatro anlayışında oyuncunun oyundan önce kendini rolüne hazır­ lamak için tek başına konsantrasyon çalışmaları yapması, bir köşeye çekilip rolüne girmesi falan gibi durumlar günümüzde komik olarak nitelen­ diriliyor. Konsantrasyon, akıl ve bilgi çağında, oyunculuk mesleğinde de artık rafa kaldırıldı. Onun yerine teknik ve bilgi ile oynanıyor. Ben

bazı oyuncuların konsantre olup dekor kapışır gerçek ev kapısı gibi kapayıp duvardaki tabloları devirdiğini biliyorum. Bunlara eskiler "Dekor yıkan" derlerdi. Kontrolsüz, gerçek gibi davranan, oyuncunun kolunu tuttu mu kopartacak gibi sıkan oyuncular artık günümüzde yok. Varsa da oyuncu olarak yok. Anılmıyorlar. Kötü oyuncu tanımlaması ile üçüncü sınıf televizyon oyunculuğu iyi bir oyuncunun, bu sözcüğü duyduğu anda kaçtığı bir durumdadır. Kendinizi oyuna verin ama teslim olmayın. TEKNİKLE OYNAMA Konsantrasyon çağdışı kaldıysa onun yerini alan nedir? Biz buna teknikle oynama diyoruz. Teknik bilgi bir oyuncunun zaman içersinde edinebileceği bir alışkanlık, eğitim. Ama kaçınılmaz Tekniği sağlam bir oyuncunun üstesinden gelemeyeceği rol yoktur. Belki zaman zaman "aktör her rolü oynar" prensibiyle yola çıkıldığında, görülür ki her aktör kolay kolay her rolü oynaya maz. Bazen fiziksel durum, bazen ses, bazen oyuncunun konumu, o rolü oynamaya elverişli olmayabilir. Oyunculuk mesleğinin enstrüman bizatihi oyuncunun kendisi olduğundan onur tüm durumlarını gözönünde bulundurmak gerekir. Günümüz oyuncuları teknikle oynamayı eşyanın tabiatı olarak görmekteler. Tüm dünyayı gezdim. Tokyo'da Geyşa Tiyatro su'nda doğaçlama sahneye çıktım. Puk Çocuk Tiyatrosu'nda sahne aldım. Amerika'nın pek çok kentinde Avrupa'nın belli başlı ülkelerinde oynadım. Ayrıca bu ülkelerin tiyatrolarını ve tiyatro eğitimi veren okullarını yakından izleme fırsatını buldum. Kızım, biri ABD biri İngiltere'de olmak üzere bu konuda iki yüksek okulun mezunu Olayı yakinen biliyorum. Artık tüm dünya oyun cuları oyunculuk tekniğinde yepyeni yöntemle geliştiriyorlar. Bizim kendi derslerimizde 1999 yılı itibariyle 17 yıldır öğretmeye ve öğrenmeye çalıştığımız şey de bu. Yeni oyunculuk tekniği ile kendi oyun ve oyuncularımızı geliştirmek. Tekniğin elde edilmesi hiç kuşkusuz yıllar alacaktı Ama henüz yola çıkarken, seçilecek biçimin saptanması zaman kazandıracağından, oyuncu adayı kendini teknikle oynamaya şimdiden h. zırlarsa yararına olur... Sahnenin bir köşesinde elini alnına koyup, sırtı sahneye dönük oyuncular tanıdım. Birine, "Ne yapıyorsun?" diye sorduğumda önce yanıt vermemişti. Tekrar sorduğumda ise "çekil başımdan konsantre oluyorum," demişti. Ben de aynı oyunda oynuyordum ve konsantre olmuyordum. Sonra o arkadaş b dükkân açtı işadamı oldu, ben de hâlâ oyuncu olmaya çalışıyorum. Hâlâ da konsantre olduğum yok.

DUYGU Her oyunun ve her rolün bir matematiği bir c duygusu vardır. Eğer duyguyu yitirirseniz, oynadığınız rolü seyirciye aktaramazsınız. Oyuncu nun en büyük silahlarından biridir duygu. Duygusuz bir oyuncu duygusuz sevgili gibidir. Bir süre sonra inandırıcılığını yitirir ve insan ondan kapar. Duygusunu teknikle birleştirebilen oyuncu iyi oyuncudur. Kuşkusuz duygu her konuda önemli. Ama duygu ile duygusallığı birbirine karıştırmamak gerekiyor. Gerçekte zaten sanatı duygulu ve duygusaldır. Ama sahnede duygu sallığa pek yer yoktur. Çünkü iki işi birbirine karıştırmamak gerekir. Oyuncu rolünü ilk okuduğunda bu kavramı çözer. İyi yazılmış bir karakter olduğu düşüncesinden yola çıkarak o rolü üçüncü boyutunun içinde yatan psikolojik durumun içinden rolün duygusunu çıkartacağız. NASIL BİR MESLEK


Oyuncunun Elkitabı • 5

DUYGUSAL SAHNELER Komedilerin pek çoğunda bir veya iki duygusal sahne bulunur. Dramlarda ise zaten oyunun ge­ neline serpiştirilmiş sahneler vardır. Bir komedi­ nin içindeki duygusal sahneye ani geçiş yapmak kolay değildir oyunculuk açısından. Bunun bir yolu vardır ve o tekniktir. Dünyanın pek çok oyuncusu bunu bilir.

a

Bir komedi oyununun içinde o duygusal sahne­ nin sizin rolünüzün içinde olduğunu varsayalım. Daha az önce izleyiciyi güldüren sözler size aitti. Şimdi ise duygusu ağır bir sahnenin içindesiniz, insanın özel yaşamında da böyle durumlar olur, gülerken ağlayıp, ağlarken gülümsediğimiz çok olmuştur. Sahnede elimizde bu konuda klasik bir anahtar vardır. O an geldiğinde, aklınıza sizi duygulandıracak, üzecek bir şey getirirsiniz. Bu çok sevdiğiniz birinin ölümünden tutun da, sizi bundan önce çok duygulandırmış evvelce yaşa­ dığınız bir olay olabilir. İşte tam o anda o olayı düşünürsünüz. Bu sizin için bulunmaz bir fırsat ve tekniktir. Yoksa kendinizi rolün gerektirdiği karaktere sokup onun adına üzülüp düşünmek, oyuncuyu son derece yıpratır. Bu bir kez değil, oyunun oynanacağı her gece yinelenmesi gere­ ken bir durum olduğundan, oyuncu bunun yeri­ ne başka kolaylaştırıcı bir duyguyu o ana monte eder ve sahne tam istediği gibi olur. Size bura­ da yaşadığım bir ipucunu vereyim. Hababam Sınıfı'nın birinci perdesi benim bir tiradımla kapa­ nır. Az önce çok güldüren bir repliğin ardından oldukça duygusal bir tirattır bu. Öğretmen yaşa­ mı boyunca teftiş görememiş ve terfi edememiş­ tir. Dersine bir müfettiş gelir ama o fark etmez bunu, çok yaşlanmıştır, kulaklar duymamakta, iyi görememektedir. Sahnenin ön ortasına yü­ rür. Üzerinde bir puan ışık kalmıştır. Yaşlılığını ve artık emekli olup ölümü beklediğini söyler. Ben burada bir şans eseri, kendi öğretmenliğimle pa­ ralellik kurabiliyordum.

pe

Genç oyuncu adayının içi içine sığmaz. Bu işin eğitimini veren okullarda en disiplinsiz en bencil tipler tiyatro bölümü öğrencilerinden oluşur. Enstrümanlarının görünmesini, fark edilmesini isterler. Bunu ellerinde gezdiremezler. Fırsatını bulur bulmaz öne çıkıp göstermek isterler. Ger­ gin, iddialı, hırslı olurlar. İçlerinden kendini kur­ taranlar, bir sanatçıya yakışır yaşam biçimini ka­ kalarlarsa onlar sivrilir ve ilerisi için umut vaat eden oyuncu adayları olarak sivrilirler. Burada genç oyuncu adayının yapacağı şey, hem özel hem eğitim yaşamına özen göstermek olmalıdır. Salt yeteneğin veya salt eğitimin bu işe yetmedi­ ğini ta baştan kabullenmek, yetenek ve eğitimi çok çalışmayla birleştirip ideal oyuncuyu yakala­ mak olmalıdır hedef.

bunları sahneye taşımaz. Kulis kapısından girer girmez her şey dışarıda kalır. Bu mesleğin belki en çetin yanlarından biri budur. Ama başka ça­ resi yoktur. Seyirci para vermiş, bilet almış, ta oralara kadar gelmiş sizi izleyecek. Artık sahne­ ye çıkıp rolünüzü gerektiği gibi oynamanın dışın­ da bir işiniz yoktur. O sabah babanızı yitirmiş olabilirsiniz. Çok sevdiğiniz anneniz artık yoktur. Ama oyun devam edecektir. Her şeye rağmen devam edecek. Çıkıp hiçbir şey olmamış gibi oy­ nayacaksınız. Bu iş böyle...

cy

Oyunculuk mesleğini ne abartmak ne de küçük görmek doğru (değil). Kimsenin kuşkusu olmasın ki, iyi bir keman virtüözü, iyi bir oyuncudan daha önemli konumdadır. Belki popülaritesi oyuncu kadar değildir, ama nitelik olarak aşağı da değildir. Bunu diğer sanat kolları için de geçerli sayabiliriz. Ancak olağandışı büyük oyuncular, gerek dünyada gerekse ülkemizde karizmatik kişiliklere sahiptirler ve belki popülariteleri fazladır. Kuşkusuz oyunculukla bir ilgisi olmadan, yaşamını salt resim yaparak geçirmiş olan P'icasso'nun adı, sanırım Lavrence Olivier'den aşağı değildir. Bu meslek sahiplerinin diğer sanatlarda olduğu gibi enstrümanları yok. Ressamın boyaları, fırçaları, tuali var, kemancının kemanı, heykeltraşın çekici, mermeri, çamuru, edebiyatçının kâğıdı, kalemi, mimarın cetveli, gönyesi, fotoğrafçının makinesi, objektifleri... Oyuncunun enstrümanı ise kendisi. Bu nedenle bu mesleği seçenler biraz kendilerine dönük bulurlar. Alt beyinleri onlara hep uyarılarda bulu­ ­ur: "Sen iyisin, sen teksin, sen büyüksün" gibi... Çoğu kez buna teslim olan oyuncu kendini bir anda boşlukta buluverir. Kemanını gözü gibi saklayan kemancı, piyanosunun akordunu ihmal etmeyen piyanist gibi davranmaz ve enstrüma­ nını harcamaya başlar. Sigara ve içki bunun ilk belirtileridir. Yavaş yavaş özel yaşamı bozulur, bunu sahneye yansıtmaya başlar. Daha sonra da değineceğimiz gibi özel yaşam sahneye akta­ rıldı mı, bu iş biter.

ÖZEL YAŞAM Her gördüğüne nasihat veren amcaları sevmem. kendimi de bu durumda görmek istediğimden genç oyuncu adayına nasihat vermek yerine, ya­ ­adıklarımdan örneklemeler yaparak küçük çap­ ­a bir yol göstermeyi yeğleyeceğim. Çok büyük oyuncular tanıdım. Bunlar devrinin en önde gelen ünlü starlarıydı. Gerçekten de toplumda hem sevilen hem de özel bir ünleri vardı. Fakat bir gün geldi, bu sanatçılar birdenbire yok oluverdiler. Öylesine yok oldular ki, onları ne kendi kuşakları, ne de sonradan gelenler anmadılar bile. Tek bir şey, biri kadın biri erkek olan bu iki oyuncuyu aldı götürdü. Bu, alkol'dü. İkisinin de kendi adlarına tiyatroları vardı. Gittikleri yerde tanınıyor, oyunculukları beğeniliyor ve seviliyorlardı. Alkole öylesine teslim oldular ki, bu iki büyük sanatçıyı bu gün eski filmlerden izleyen genç kuşak insanlar, bu iki oyuncuyu merak edip de, "Kim bunlar?" diye sormuyorlar bile. Bunun nedenini ben şuna bağlıyorum: Sanatçı­ ­­­ toplumuna, halkına karşı bazı sorumlulukları vardır. Yani oyunculuk mesleğinin tüm nimetlerinden yararlanıp da en ufak bir sıkıntısına katlanamamak, sonunda insanı götürüverir. Alkole teslim olup, türlü sıkıntıları sahneye taşımak oyunculukla bağdaşmaz. Oyuncu insandır. Kuşkusuz onun da sevinçleri, sıkıntıları, dertleri, üzüntüleri olacaktır. Ancak hiçbir iyi oyuncu

1999 yılı itibariyle 17 yıldır öğretmenlik yapıyor­ dum, 56 yaşındaydım ve benim de emekliliğim gelmek üzereydi. Durumumla paralellik kurdu­ ğumda işim kolaylaşıyordu ve sahne alabildiğine duygu kazanıyordu. Ama ben bu örneği durup dururken vermedim. Aynı rolü 1968 yılında da oynamıştım. O zaman çok gençtim ve böyle bir deneyimim yoktu. O sahneyi oynarken aklıma babamı getirirdim. Yaşlanmış emekli olmuş ve birkaç yıl sonra ölecek. Aynı duygu gene gelir­ di... Bunlar oyunculuğun sırları olmaktan öte, uzunca yıllardır kullanılan bir tekniktir.

GÖSTERMECİ OYUNCULUK Bunun ilk somut örneğini 1979 yılında Berliner Ensamble Tiyatrosu'nda Eckehard Schall'ı izledi­ ğimde gördüm. Ben oyunculuğumda bilinçlen­ meye başladığım 1966 yılından bu yana hep bu tarzı benimsemiş ve öyle oynamış bir oyuncu ol­ dum. Yurt dışında, bu kavramı ilk kez "Epik Ti­ yatro" sonra "Diyalektik Tiyatro" ve bağlı olarak da "Göstermeci Tiyatro" olarak adlandırılan Brecht'in damadı Schall'da izledim... Tabii da­ madı olması bu işi iyi bilmesini gerektirmiyor. O dünya tiyatrosunun en iyi oyuncularından biri

olarak anıldığından ve Brecht'in ölümünden sonra onun ekolüne sahip çıkanların başını çek­ tiği için onu burada anıyorum. 1979 yılında İs­ veç'te bir film çektim. Dönüşümde Berlin'e uğ­ radım. Berlin o zaman Doğu-Batı olarak ayrılıyor­ du ve doğuya geçmek problemdi. Üç kez geçip üç Brecht oyununda Schall'ı izledim. Sonra gitti­ ğim 1984 yılında ise 40 gün süreyle bu fırsatı ya­ kaladım. Schall gerçekten çoközel bir oyuncuy­ du. Rolünün yanına çıkmasını becerebiliyor, oy­ nadığı rolle dalga geçebiliyordu. Bizim bazı tiyat­ rocularımızda bir özellik vardır. Duydukları ile ye­ tinirler ve onu kendi kafalarında bir biçime soka­ rak öyle anlatırlar. Bize yıllarca Brecht'in beyaz perdesini, sefaletin, fakirliğin bir göstergesi olarak, kirli pis, buruşuk olarak anlattılar. Gidip görmeden olmuyor. Olayları bire bir yaşamadan ahkâm kesmek en büyük özelliğimiz. Brecht'in dilimize çevrilmiş iki kitabını okuyup bu konuda Brechtisyen kesilen­ leri gördük. Yaşamları boyunca bir kez Berliner Ensamble'ın kapısından içeri girmemiş meslek­ taşlarımız, konuştukları zaman mangalda kül bı­ rakmazlar. Ama işin aslı öyle değil ki. Geleneksel Türk Tiyatrosu'nun biçimi gösterirle­ ridir. Daha oyun başlamadan Pişekâr oyunun bi­ çimini deklare eder: "... oyununun taklidini al­ dım, çal da oyunumuz başlasın..." der. Dünyada bundan daha açık bir biçim yoktur. Brecht uzun yıllar sonra Uzakdoğu'dan bu hoşgörü biçimini almış ve bunu diyalektik özle bağdaştırıp kendi ekolünü kurmuştur. Schall bu biçimi çok iyi kav­ ramıştı. İzlediğim bir oyunda deli bir kralı oynu­ yor, uzun bir sahnenin sonunda da tam sahne­ den çıkarken seyirciye dönüp göz kırpıyordu. Schall burada çok önemli bir göstermeci biçim sergiliyor, tam çıkarken az önce oynadığı rolde­ ki kahramanı tiye alıyordu. Bunu İstanbul Üni­ versitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'ndeki, derslerimde öğrencilere anlattım. On­ lardan biri de başka bir hocaya anlatmış bu ola­ yı. O hoca da engin bilgisiyle "öyle epik oyuncu­ luk mu olurmuş?" diye derin kültürünü orada sergilemiş. Ben bu meslektaşımı tanırım. Berli­ ner Ensamble'ın kapısından girmemiştir yaşa­ mında. Bazı şeyler salt kitaplardan öğrenilmez. O kitapları biz hatmettik, ama gidip yerinde gö­ rünce başka şeylerle karşılaştık. Eğer bir konuda bir iddianız varsa o iddianın arkasında durabile­ cek donanıma da sahip olmanız gerekir... Eğer göstermeci bir oyunda oynuyor ve o oyunculuk biçimini denemek istiyorsanız, işi iyi bileceksiniz. Yoksa çelişkiye düşersiniz. Orta Oyunu metinle­ rini iyi inceleyin, buradan hareketle bu biçimi da­ ha iyi kavrayacaksınız. Dramatik oyunculukla he­ men hemen taban tabana zıt bir biçim gösterir bu tarz. Biz derslerimizde iki biçimin en işimize yarayan yanlarını alıp yeni bir sentez oluşturma konusunda çok çaba sarf ettik. Bunu başka bir kitapta derinlemesine göreceğiz.

DOĞAÇLAMA Ustalarımızın tuluat dedikleri doğaçlamanın tari­ hi oldukça eskilere dayanır. Köy Seyirlik oyunla­ rı, Karagöz oyunları, Meddah gösterileri hep do­ ğaçlamanın getirdikleridir. Biz burada tuluat olarak analım ve tuluat tiyat­ rosunun ilk kez nasıl çıktığına değinerek sahne­ deki tuluat örneklerini görelim ve oyuncu ile tu­ luat arasındaki bağa değinelim. (Doğaçlama genç kuşaklar tarafından başka anlamda görüle­ bilir. Örneğin konservatuvarların tiyatro bölüm­ lerinde doğaçlama çalışmaları tam anlamıyla tu­ luatı göstermez. Bir öğrenciye belli bir konu ve­ rilir bunun üzerinde sesli veya sözsüz, doğaçtan gelen biçimde gösteri yapması istenir. Bizim bu­ rada anlatacağımız daha farklı olduğundan tulû55


Oyuncunun Elkitabı • 6 eğitim. Bu sözcükler bizim MSM'nin genel pren­ sibidir. Salt tiyatro oyuncu adayları için değil, tüm sanatçı adayları için geçerli olan bir beşlik bu. Özgünlük; insanın kendi gibi olmasını sağlar. Özgürlük; sanatçının bağımsız düşünmesine ya­ rar. Doğallık; oyuncuya en gerekli olan özelliktir. Soru sormak; bir sanatçı adayının, oyuncunun, sanat öğrenimi gören bir sanatçı adayının en ge­ reksinimi olan şey budur. Soru sorup öğrenmek. Ömür boyu eğitim; salt sanatçılara değil, herke­ se gerekli olan bir şeydir. Ama özellikle oyuncu­ luk mesleğinde bundan daha gerekli bir konu yoktur. KOMEDİ OYUNLARI Sonunda en bildiğimi sandığım bölüm geldi. Bu başlık benim yaşamımın tam kırk yılını almış bir konudur. Tiyatroya başladığım ilk yıllarda kuşku­ suz ne rol verildiyse onu oynadım. Bunların için­ de dram ve trajediler de vardı. Ama kendi tiyat­ romu kurmaya başladığım yıllarda artık branşımı seçmiştim. Bu komedi tiyatrosu idi. Kırk yılda pek çok komedi oyununda, filminde, televizyon çekiminde, radyo skecinde, sahne çalışmasında rol aldım. Yönetmenlik ve yazarlık yaptım. Hep konum komedi idi. Bunca yılda hiçbir şey öğren­ memiş olsam, yine de öğrendiklerimle uzunca bir süre idare edebilirim. Ama benim amacım öğrendiklerimi size aktarabilmek. Komedinin hemen her türünde oynadım. Vod­ vil, müzikli oyun, orta oyunu, oyun, müzikal, ak­ lınıza ne geliyorsa hemen hepsinde rol aldım. Öğrendiğim çok şey oldu. Özellikle büyük kome­ di ustalarıyla aynı sahneyi paylaşmak ve onları kulisten izleyebilmek, bana inanılmaz kazanım­ lar getirdi. Komedilerin temel amacı güldürmek­ tir. Güldürmenin temel ilkesi ise, güldürmeyi bil­ mektir. İşin belli kuralları vardır. Önce seyircinin nabzını iyi tutmak gerekir. İnsan nelere güler?... Bu konuda Bergson'un Gülme adlı yapıtının dı­ şında pek önemli bir araştırma kitabı yoktur. Bergson da günümüz gülme anlayışının oldukça gerilerinde kalmıştır. Hiç şüphe yok ki yaptığı ta­ nımlamalar, insan psikolojisinin değişmezleriyle ilgilidir, ama gene de günümüz insanları bazı abuk sabukluklara da güler oldu. Burada sözü­ nü edeceğimiz gülme kavramı hep sağlıklı gül­ me olacak. Yoksa gıdıklanarak gülme, sinir bo­ zukluğundan gülme, dış etkenlerle gülme (gül­ me spreyi, gülme hapı vb.) değil... İyi bir komedi yazarı, ne zaman, nerede, nasıl güldüreceğini iyi bilir. Aziz Nesin, Haldun Taner, Sadık Şendil gibi usta yazarlar bunu çok iyi yap­ mışlardır. Geleneksel Türk Tiyatrosu'ndaki orta oyununun da temel amacı güldürmektir. Burada görüyoruz ki usta oyuncular seyircisini alabildi­ ğinde güldürüyor. Güldürmenin belli kurallarını tariflerken, gene Bergson: "Aklın yolunu şaşırt­ mak" olarak tanımlıyor. Yani bir raydan giden treni durup dururken diğer raya sokuyorsunuz. Seyirci bunu hiç beklemiyor. Beklemediği bir olayla karşılaşınca da gülüyor. Yapılan en klasik gülme tariflemelerinden biri de "üstünlük duy­ gusudur. Düşen birini gördük mü bilinçaltımız çalışır: "Aptala bak düştü ben düşmem," der gü­ leriz. Buna komedide slepsistik deniyor. Düşüp kalkma geglerine dayalı güldürme araçları. Ko­ medi oynarken en önemli şey zamanlamadır. Zamanlaması iyi bir oyuncu mutlaka güldürür. En ufak bir zamanlama hatası gülmeyi de, eğer o sahnede veya esprinin sonunda alkış varsa onu da alır götürür. Doğru yerde, doğru zaman­ da, doğru tonlamayla, doğru volümde söyleye­ ceksiniz repliğinizi. Eğer davranış komiği ise ge­ ne her koşulu aynen yerine getireceksiniz. Ko­

pe

cy a

at olarak anmakta yarar görüyoruz.) Güllü Agop Efendi Gedikpaşa'da ilk özel tiyatro­ sunu kurduğunda devrin padişahından özel bir icazet koparır. Buna göre bir metne bağlı oyun­ ları kendisi dışında kimse oynayamayacaktır. Fransızca da bilen Agop Efendi (sonradan Müs­ lümanlığı kabul edip Yakup Efendi adını almıştır) yabancı oyunları tercüme edip tiyatrosunda oy­ namaya başlar. Diğer kumpanyalar aç kalmakla burun buruna gelirler. Çünkü bu oyunları adap­ te edip oynayamamak durumuyla karşı karşıya kalmışlardır. Zaptiye oyunlarını basmakta ve hepsini tutuklayıp götürmektedir. Bunun üzeri­ ne bu oyuncular bir çare düşünürler. Gidip grup halinde Güllü Agop'un oyunlarını izleyip ve her biri bir rolü aklında tutarak, kendi tuluat tiyatro­ larını oluştururlar. Zaptiye tiyatroyu basıp oyu­ nun tekstini aradığında ise ortada bir şey bula­ maz çünkü oyun hepsinin sadece aklındadır. Böylece tuluat tiyatrosu doğar. Tuluat tiyatrosunun yapısı ve kalıbı ortaoyununa hiç benzemez. Batı tiyatrosundan adapte edildi­ ğinde hem dramatik yapısı vardır hem de ortaoyununda rastladığımız mahalli tipler burada yoktur. Genellikle Fransız komedilerden alınarak oynanan tuluat oyunları Türk Tiyatrosu'nun için­ de önemli bir yere sahip olmuştur. Hatta öyle ki, devrin ortaoyunu sanatçıları da bu yola girmiş ve tuluat oynamışlardır. Komik Naşit Bey'i ve İs­ mail Dümbüllü'yü hem ortaoyunu hem tuluat oynayan sanatçılar olarak sayabiliriz. Gelelim günümüzde tuluata. Bu kavram genellikle sah­ nede rol dışına çıkarak güldürmek amacıyla oyu­ na o anda eklenen espri için kullanılıyor. Çağımız Türk Tiyatrosu'nda bunu en iyi yapan ustaları şöyle anabiliriz: Muammer Karaca, Celal Sururi, Nejat Uygur ve daha pek çok isim. Ama ben yaşanmış örneklerden yola çıkacağımdan adı geçen sanatçıları burada andım. Örneğin Muammer Karaca ile aynı sahneyi paylaştım ve rolümü hiç prova etmeden salt tuluata dayana­ rak oynadım. Karaca Tiyatro'da Münir Özkul'la birlikte 6 Oyunları adı altında oynuyorduk. Mu­ ammer Karaca beni izledi ve: "Benim Tiyatrom­ da da oyna," dedi. "Hangi rolü?" dedim. "Bu gece Süheyl'in rolünü izle, o biraz rahatsız, ya­ rın çık oyna." "Prova yapmayacak mıyız?" diye sordum. "Biz terzi miyiz, ne provası çık oyna iş­ te." Çıktım oynadım. Cahil cesareti. Bugün aynı şeyi, milyarlar verseler yapamam. İlk kez böyle bir şeyle karşılaşıyordum. Daha önce Lülebur­ gaz'a yaptığımız bir turnede de başıma gelmiş­ ti, ama o amatör bir tiyatro idi. Koskoca Muam­ mer Karaca ile karşılıklı oynamak başka o başka. Hiç unutmuyorum o anı. Aradan kırk yıla yakın zaman geçmiş. Sahneye adımımı attım, başladık karşılıklı konuşmaya. Tam bir tuluattı bu. Ben sonraki oyunlarda da artık aynı oyunumu oynu­ yordum ama o dilediği gibi değiştirip istediği ye­ ni bir diyalogu ekleyiveriyordu oyuna. Bir gece oyunculardan biri hastalandı. O oyun­ cunun rolünü telefonla oynadı. Yani gelmesi ge­ reken kişi ona telefon ediyordu. Hem karşısında­ kinin hem kendinin tüm laflarını söyledi telefon­ da ve aynı gülmeleri aldı... Eğer günün birinde bir komedi oyununda aklını­ za bir doğaçlama gelirse, bunu hemen yapma­ yın. Karşınızdaki arkadaşınıza haber verip ertesi gece deneyin. Kuşkusuz oyunun yönetmenin­ den, sahne amirinden ve rol arkadaşlarınızdan izin alarak... Tuluat bir zenginlik bir ustalık işidir. Bunu yapmak için biraz beklemekte yarar vardır sanırım. Çünkü tuluat herkesin işi değildir.

ÖZGÜN, ÖZGÜR... Özgün, özgür, doğal, soru soran, ömür boyu 56

mediler matematiksel yazılmış oyunlardır. Güldürücü lafın iyi anlaşılması için oyuncunun yüzü nün seyirciye dönük olması komedinin birinci şartıdır. Sırtı dönük de espri yapılabilir. Ama ilk amaç o sırada güldürmekse, bunun mutlaka seyirciye dönük, anlaşılır, iyi artiküle edilerek,ve tonlanarak söylenmesi gerekir... Dram oyunculuğuna gelince... Onu ustaları bırakmak daha yerinde olur kanısındayım.

SIRADAN OYUNCU Bu kitapta yazılan hiçbir satır, sıradan oyuncu olmak isteyenler için yazılmadı. O nedenle okuyup boşa zaman harcamasınlar. Eğer iyi bir tiyatro izleyicisi olmak düşüncesiyle okuyorsanız ya da bilgi edinmek amacıyla, ona sözüm yok. Ancak oyuncu olmak, ama ille de iyi bir oyuncu olmak amacıyla okuyorsanız o zaman ben de amacına ulaşmış sayacağım kendimi. Çünkü sıradan oyuncu olmanın herhangi başka bir işi sıradan yapmakla bir farkı yoktur. O zaman ne diye daha iyi yapabileceğiniz bir işi yapmıyorsunuz? Zaten sıradan oyuncu pek kitap da okumaz. Demek ki siz sıradanlığı aşmışsınız. İlle de iyi oyuncu olmayı hedefliyorsunuz. O zaman yolunuz açık olsun. Artık hiçbir işi sıradan yapmayacaksınız. Küçücük bir rolü çıkartırken bile, oyunun analizini yapıp, yönetmeniyle, yaşamını sürdür yorsa yazarıyla, oyuncu arkadaşlarınızla tartışacaksınız. O küçücük rolle öne çıkmayı bileceksiniz.

Sizi izleyen seyirci: "Küçücük rolü ne kadar güzel oynadı," diyecek. Bu hemen belli olur. Yeteneklerinizi zorluyor musunuz? Çalışkan bir oyuncu musunuz? İşi ne denli ciddiye almışsınız?...Gö leyen kişi belki bunu inceden inceye tarifleyemez, ama bu elektrik hemen ona geçer. Bilmeden sizi beğeniverir. Salt yeteneğin bu işe yetmediğini iyi bilin. Günün birinde arkanızdan sizin için: "Sıradan bir oyuncuydu," dedirtmeyecek Herkes sizin için: "O'nu daha ilk izlediğimde notumu vermiştim bu çocuk büyük oyuncu olacak demiştim," desin. İnsanlar bunu söylemeye bayı lırlar. Sizi ilk keşfetmiş olmak onlara haz verir. Bu fırsatı izleyicinize tanıyın. Sıradan oyuncu ola caksınız hiç olmayın daha iyi. Sizin iyi bir oyuncu olacağınızdan kuşkum yok. Eğer oyuncu olmak amacının dışında bu kitabı okuyorsanız, o zaman iyi bir seyirci olacaksınız. İkisi de değil, benim ne yazdığımı merak ettiğiniz için okuyorsanız, o zaman da teşekkür ederim. Üçü de de siz zaten iyi bir oyuncusunuz, ama "Acaba bilmediğim bir şey çıkar mı bir kitaptan?" diye okuyorsanız. Ohooo siz işi yırtmışsınız hocam...

OLDUM İşte bu mesleğin en tehlikeli sözcüğü: Ben ar oldum... Hele hele bunu ilk oyununuzdan sonra söylerseniz, gerçekten "size olmuş olanlar" demekten başka söz bulunamaz. Bunları durup dururken yazmıyorum. Nicelerini gördüm. S. neye ilk çıktığı rolde bir iki beğeni alınca "bu tamam, ben artık oldum" diyerek kendi kuyularını kazdılar. Bunları bire bir yaşadım. Kırk yılda bir zaman değil. İnsan nelerle karşılaşıyor. Genç oyuncu adayı için yaşadıklarımdan öğrendiklerimi şöyle aktarmak isterim: - Tiyatro insanı insana insanla anlatan bir sanat kolu olduğuna göre ve insan da her gün değiştiğine göre demek ki bu meslekte de her gün olumlu bir değişim söz konusudur. O halde değişime ayak uydurmak gerekir. Bu durumda da öğrenilenlerin olanların sonu yok demektir. O halde oyunculukta "oldum" yok. Bunu iyi belleyen, günün gelişmelerini iyi izleyen oyuncular, sonsuza dek çağdaş oyuncu kavramına uyup bunu sürdürebiliyorlar.


Oyuncunun Elkitabı • 7

ROLÜ SIRTLAYAN OYUNCU çeşit oyuncu vardır. Bir: Rolü sırtlayan. İki: Rolün sırtına binen. Ben üzülerek söylemeliyim ki hep birincisi oldum. Oynadığım oyunlar genellikçok sağlam çizilmiş karakterler olmaktan laktılar. Bu nedenle her oynadığım rolü sırtlamak zorunda kaldım. Eğer çok büyük bir yazarı çok iyi yazılmış bir oyununda iyi bir rol oynuyorsanız, o rol sizi sırtlar götürür. Siz görevinizi yapın yeterlidir. Ama komedilerde bu genellikle böyle olmaz. Çünkü roller karakter olmaktan uzak, tiptir. Psikolojik boyutunu biraz es geçmiş-

OYUN-DANS-ŞARKI Bu önemli üçlünün ne yazık ki bizim tiyatro eği­ timi veren okullarımızda önemi henüz kavran­ mış değil. Sıkça söylediğim gibi dünyanın pek çok ülkesinde oyun izledim. 1999 nisan ayı için­ de İngiltere'de bir müzikal izledim. Yüz kişilik bir oyundu. Oyuncuların tümü şarkı söyleyip dans ediyorlardı. Hemen tümü birer ses sanatçısı, dansçı ve oyuncu niteliğinde idiler. Yani bir mü­ zikli oyunda gerekli üç özelliği tek vücutta birleştirebilmişlerdi. Bu bir oyuncu için koşul olan özelliktir. Müzikli bir oyunda dans etmeniz, şar­ kı söylemeniz ve rolünüzü gerektiğince oynama­ nız şart. Eğer rolü iyi oynuyor da dansları beceremiyorsanız ortada bir terslik var demektir. Yö­ netmeninize: "Ben oynarım ama dans edip şar­ kı söylemem" diyemezsiniz. Bir müzikli oyunda böyle bir şey söz konusu olamaz. MSM'de bu konuda gereğinin neredeyse üstünde dersler var. Daha önce de sözünü ettik. Mim, Vücut Di­ li, Taici, Folklor, Eskrim, Dans... Tüm bu dersler hem oyuncunun vücut performansını geliştiri­ yor, hem de geleceğe yardımcı oluyor. Örneğin, tiyatro eğitimi veren okullarda oyuncunun vücut gelişimine yardımcı sporlar olarak eskrim ve te­ nis iyidir. Güreş veya boks doğal olarak düşünü­ lemez. Konservatuvar eğitimi dışında eğitim al­ mak isteyen oyuncu adayları içinde bu sporlar gereklidir. Belki her yerde eskrim veya tenis yap­ ma olanağı bulunamayabilir, ama konservatuvarlarda bu dersler mutlaka bulunmalıdır. Ek olarak vücudu geliştirici yukarıda anılan dersleri de görmek şarttır. Ses ve şan derslerine gelince: Bu zaten tiyatro bölümlerinde okutulmakta. Se­ sini açmamış bir oyuncu adayı düşünülemez. Şan dersi oyuncunun en gerekli sığınağıdır. Oyun için ise, zaten elinizdeki kitabın tümünde bunu görüyorsunuz. Demek ki oyun-dans-şarkı üçlemesinde üçünün de birbirinden az olmama­ sı gereğini kavrayacağız. Aksi halde bir müzikli oyunda "o oyuncunun sesi yoktur işe yaramaz" ya da "dans yeteneği yoktur" gibi canınızı sıka­ cak sözlerle karşılaşacaksınız demektir. Şan sesi­ nizi, dans yeteneğinizi geliştirici çalışmaları sıkça yapın. Yararını göreceksiniz.

pe cy

tir yazar. İş sizin omuzlarınıza düşer. O role bazı özellikler bulmak, geliştirmek, çoğu kez repliklerini ve esprilerini baştan yazmak ve o rolü sırtlamak görevi sizindir. İşiniz zordur. Ama tiyatro oyunculuğu zoru sever. O sizi sırtlayıp götüren rolleri herkes oynar. Hüner, sizin kreaktif hale getireceğiniz rolü çok iyi yazılmış rol gibi oynamaktır. İşte nitelikli oyuncu böyle zamanların adamıdır. Oyunu okur, tam anlamıyla yazılamamış rolü alır, bir güzel çalışır üzerinde, komedyen olmanın tüm özelliklerini getirir sahneye ve çıkar oynar. Metin üzerinde ortalama bir rol olan o kişilik, oyuncunun özellikleri sayesinde güzel bir rol olur çıkar ve oyuna çok şeyler katar. Rolü sırtlayan oyuncudan anlatmak istediğimiz budur. Rolün sırtına binip gitmeyi yeğleyen oyuncular şunu iyi bilirler ki, o rolleri her oyuncu o kadar oynayabilir zaten.

nız, özel yaşamlarını sahneye getirmişler ve oyu­ nu olumsuz yönde etkilemeye başlamışlardı. Bu gibi durumlar için ille de sevgili olmak gerekmi­ yor. İki yakın arkadaş da birbiriyle tartışabilir ve bunu sahneye taşıyabilir. O nedenle ben kendi tiyatrolarımda ve yönetmenlik yaptığım oyunlar­ da, kuliste, futbol, politika ve benzeri konularda tartışma yapılmasını doğru bulmam. Bunu ya­ pan gençler olayı hemen sahneye taşıyorlar, bu da oyunun yanlış oynanmasına neden oluyor. Siz genç oyuncu adayısınız. Bu notlar size yarar­ lı olacak. Yaşanmış hataları yeniden yaşamama­ nız için söylüyorum bunları. Ne diye Amerika'yı yeniden keşfetmek için uğraşalım ki. İşte yılların süzgecinden geçmiş, yaşanmış anılardan derlen­ miş, içten hayat notları. Kuliste ne denli moralli, neşeli, dost, arkadaş olursanız sahnede o denli başarılı olursunuz.

a

OyunculuK tekniğinde de yeni gelişmeler var. Eskiden Stanislavski ve onun öğrencisi Boleslavskinin metodlarıyla çalışırdık. Sonradan Brecht'in dialektik tiyatro kavramı çıktı. Şimdilerde bir yı­ ğın yeni çalışma metodlarıyla karşılaşıyoruz. Suci metodu bunlardan sadece biri. Taici Çu metodu da beden çalıştırma, ruh ve bedenin uyum da tiyatro derslerinde kullanılan bir metot. doğrusu biz konservatuvar öğrencisi iken, eskrim, dans ve mim dışında pek vücut dersi görmezdik. Oysa bu gün sadece MSM'de Vücut Dili Taici Çu, Eskrim, Dans, Folklor, Mim gibi oyuncuya çok gerekli olan ruh ve beden uyumugeliştirici dersler veriliyor. Bu çalışmaları ömür boyu yapmamız gerektiğini düşünürsek, kırkıncı yılımda benim bile eksiklerim ortaya çıkıyor ve "oldum" demenin yanına bile uğramıyoRUM. Genç oyuncum... Bunu hiç unutma. "Oldum" demek yok. Unutma.

KULİS sahne kadar önemli bir yerdir kulis. Kuşkusuz buradaki aynalardan, lambalardan, odalardan söz etmiyoruz. Kulisteki dostluk, arkadaşlık ve kulisin önemi bizim konumuz. Oyuncu duygusal bir yaratıktır. Kavgalı rol arkadaşıyla karşılıklı sahnesinde, seyircinin fark edeceği biçimde komik ve donuk oynayan oyuncularla yaşadım. Burada usta bir oyuncu diyebilir ki: "Oyuncu özel yaşamındaki duygusunu sahneye yansıtmaz." doğrudur. Ama biz burada genç bir oyuncunun hazırlanışından söz eden bir kitabın içindeyiz. Bu nedenle başlığımıza "Kulis" dedik ve bunun önemini altını çize çize, örnekleyerek sunacağız, profesyonel bir tiyatroda oyun koymuştum sah-

neye. Oyunda iki sevgili rolünü, gerçek yaşamda da sevgili olan iki genç oyuncu oynuyorlardı, (sonra ikisi de çok ünlü oldular) sahnede sevgili rolleri devam ediyordu. İkisi de genç ve deneyimsizdi. O geceki oyunda bu kavga sahneye uğrayıverdi. Birbirlerine "seni seviyorum" derken sanki "az sonra öldüreceğim," der gibiydiler. Kulise girdiklerinde birbirleriyle sarmaş dolaş oturan iki oyuncu, artık kendi odalarına çekiliyorlar ve ancak antreleri geldiğinde sahnede buluşuyorlar ve oyunun içine ediyorlardı. Anlayacağı-

TİYATRO BİNALARI Burada bir karşılaştırma ve nostalji yapacağız. Karşılaştırma batıdaki tiyatro binaları ile bizim binalarımız arasında olacak. Eskiye özlemimiz ise; yanan, yıkılan, süpermarket yapılan eski ti­ yatro binalarını anlatacak... ABD'de dört ayrı okulun tiyatro salonunda gösteriler yaptım. Kenter Tiyatrosu'yla konuk oyuncu olarak Ame­ rika'ya gittim ve dört şehirde oynadık. Sözde amatör, okul salonları idi. Ben ülkemizde birkaç profesyonel sahne dışında bu kadar güzel salon­ lara rastlamadım. Her şeyi ile mükemmel ve pro­

fesyoneldi. Tokyo'da bir geyşa tiyatrosunda ve Puk Çocuk Tiyatrosu'nda sahneye çıktım. Puk'ta alta, üste, sağa, sola asansörlü idi bu küçük sah­ ne. Almanya'da, Hollanda'da, İsveç'te, İtal­ ya'da, Fransa'da, İngiltere'de pek çok ülkede sahneye çıktım. Hepsinin yapısı çok farklı idi. Son kez İngiltere'de 1600 kişilik bir tiyatroyu ta kulislerine kadar gezdim. 60 milyon Sterlin'e mal olan bu binanın inşaatını size anlatmak isti­ yorum... Sahne aynı zamanda koltuklar monte edilerek seyirci yeri olabiliyor. Kulis dört adet dev asansöre sahip. Tüm kapılar yangına karşı çelikten yapılmış ve otomatik alarmlı. Ses ve ışık düzeni tamamen bilgisayara bağlı ve uzaktan kumandalı. Sofita yüksekliği 10 katlı bir bina ka­ dar. İnanılmaz derecede korunuyor ve güvenli. Sadece yüz personel bu binanın teknik işlerine bakıyor. Daha ne sayayım?... Biz en güzel tiyat­ ro binalarımızı yaktık. Tepebaşı'nda inanılmaz güzellikte iki tiyatro binamız vardı. Biri komedi tiyatrosu diğeri de dram olarak anılırdı. İlkini alt­ mışlı yıllarda ikincisini de yetmişli yılların başında yaktık ve yerlerine iş hanı otopark ve şimdi bildi­ ğimiz fuar binası yapıldı. Ama o iki tiyatroyu gör­ meliydiniz. Ben dram tiyatrosunda çok oynadım. Bir Halk Düşmanı, Çılgın Dünya, Hamlet, Mac­ beth... Şu anda AKM ve C. Reşit Rey, bir de Lütfi Kırdar Salonlarının dışında, dört dörtlük diye­ bileceğimiz nitelikte bir salon yok İstanbul'da. Hemen tümü sinemadan bozma ya da bilgisiz ellerden çıkma uyduruk salonlar. Tiyatromuza oyuncu, yazar, tiyatro adamı yetiştirirken, tiyat­ ro salonu çizecek mimarlar da yetiştirmemiz ge­ rekiyor. Benim anımsadığım kadarıyla bu işi bi­ limsel olarak yapan bir iki isim var. Aytaç Yörükarslan oyunculuktan gelme bir tiyatro mimarı olduğu için, işi biliyor. Yukarıda andığım salonla­ rın mimarlarından başka mimarlar var mı bilmi­ yorum. Burada adlarını anmayarak kimseyi kır­ mak istemem. Ama durum böyle. Tiyatro bina­ sı, kulisi, bir oyuncu için son derece önemlidir. Oyuncu orada soyunacak, giyinecek, prova ya­ pacak, oynayacak, hayatının büyük bir bölümü bu binanın içinde geçecektir. Kimse bunu dü­ şünmez. Tiyatro binalarını iki saat gelip gidilecek yerler sanır. Oysa hiç de öyle değil. Yeni yapılmış son derece güzel bir tiyatro binası biliyorum. Ku­ lisleri çok rahat sanatçı odalarından oluşuyor. Mükemmele yakın bir salon. Ama terzihane, prova alanı, dekor deposu ve dans salonu unu­ tulmuş. Milyarlar sarf edilmiş ama o denli eksiği var ki insan üzülüyor. Hele dış ülkelerdeki salon­ larla karşılaştırılınca "bu kadar masrafa yazık" demeden geçemiyorsunuz. Tiyatro salonu bir oyuncunun günlük yaşamının yarısıdır. 24 saatin, çoğu kez 12 saati burada geçer. O nedenle bu kitabın içinde salonlarımız ve kulislerimiz de anılsın istedim.

SAHNE PLANI Özellikle Geleneksel Türk Tiyatrosu'nun en önemli birimi olan ortaoyunu, ister İtalyan sah­ nede, ister arena tipi sahnede, ister meydanda oynansın, ortada oynanır. Yani sahnenin ortası dominanttır. Sağ sol yanlar, arkalar kullanılmaz. Genel olarak sahneyi altıya bölüyoruz. Sağ ön, sağ arka, ön orta, ön arka, sol ön, sol arka. İn­ san gözü (İslam ülkeleri hariç) yazıyı soldan sa­ ğa okuma alışkanlığı edinmiş olduğundan, ge­ nellikle sahneyi izlerken de soldan sağa bakışla­ rı daha kolay takip eder. Bu nedenle söze ilk gi­ renler genellikle sahnenin ön sağ, sol yanını kul­ lanırlar. O bölgede seyirci ile iletişim ve girişler daha sıkı olur. Ön orta, gelenekselde en çok kul­ lanılan bölgedir. Tüm iletişim seyirci ile bu bölge­ den yapılır. Seyirciye direkt seslenmenin en gü­ zel alanı burasıdır. Ön sağ, oturma alanlarının 57


8

ve diyalogların sıkça kullanıldığı bölümdür. Sol arka, pasif oyunların ve mizansenlerin bölgesi­ dir. Arka ortada klasik oyunlarda taht ve benze­ ri yükseklikler bulunur. Bunları yönetmenler, de­ koratörler bilir, ama oyuncunun bilmesinde de bir sakınca yoktur. Çünkü sahnenin çeşitli bölge­ lerini kullanırken, izleyeni etkilemesi açısından önemlidir.

- Gerçekten bu mesleği seviyor musunuz? - Bu mesleğin tüm zorluklarına katlanmayı şim­ diden kabulleniyor musunuz, yoksa sadece ni­ metlerini kullanmayı mı düşünüyorsunuz? - Tiyatro dışında sizin için televizyon veya sine­ ma oyunculuğu daha mı ön planda? - Bir an önce popüler olmayı düşünmekten baş­ ka saplantınız yok mu? - Tiyatro sizin için araç mı amaç mı? - Bu mesleği seçenlerin ilk yanıtı: "Çünkü çok seviyorum" olur genellikle. Çok sevmenin dışın­ da bu mesleğe bir katkıda bulunmayı düşünüyor musunuz? - Gelecekte Türk Tiyatrosu'na katkınızın ne ol­ masını istersiniz? Bu ve buna benzer soruları içinizden samimiyet­ 58

hatsınız. Sırtınızı yaslamış g ö z l e r i n i z kapalı dur u y o r s u n u z . Şimdi yavaş yavaş içinizden o n a kadar sayın ve g e n e yavaşça gözlerinizi açın. Kendinizi d i n l e n m i ş ve sağlıklı hissedeceksiniz. Yoga

Metodu:

Sırtüstü bir yere u z a n ı n . Gözlerinizi kapatın,karnınızın t a m o r t a s ı n d a bir beyazlık d u y g u s u h i s s e t m e y e çalışın. Sonra ellerinizin ve ayaklarınızı p a r m a k u ç l a r ı n d a n ağrı v e y o r g u n l u k duygusun u n çıkıp g i t t i ğ i n i d u y u m s a y ı n . Sonra yüzükoy u n d ö n ü n v e sağ ayağınızı diz e k l e m i n i z d e n i k i kez kalçanıza d o ğ r u ç e k i n , sonra aynı işlemi solla y a p ı n . Sonra iki ayağınızla iki kez y a p ı n . İki eli-

nizle şınav çeker g i b i bir kez kalkıp bir iki sarıp d u r u n ve eski halinizi alın. Tekrar sırt ü s t ü dön ü n . Sağ elinizi ve sol ayağınızı ç a p r a z olarak

sonsuza d o ğ r u g e r i n . Aynı işlemi sol el ve sol ayakla yineleyin. Esneme d u y g u s u gelecek.Bir elinizle b u r n u n u z u n sol d e l i ğ i n i k a p a t ı p sağ deliği ile d e r i n nefes alıp y u t k u n u n ve sol eli açın sağ elle sağ b u r u n deliğinizi tıkayın aynı nefesi dışarı v e r i n , iki kez yapın bu h a r e k e t i . Belki ilk kez biraz başınız d ö n e b i l i r . A m a g ö z ü n ü z ü a ç t ı -

ğınız z a m a n rahatlık d u y g u s u n u bulacaksınız.

MEDİTASYON METODU Bir k o l t u ğ a r a h a t ç a o t u r u n , gözlerinizi k a p a Daha ö n c e d e n sadece sizin bildiğiniz ve artık size ait olacak o l a n iki heceli soyut s ö z c ü ğ ü m ü z ü yavaş yavaş t e k r a r l a m a y a başlayın. Bu a r a d a yak ı n d a n d u y d u ğ u n u z sesleri u z a ğ a a t m a y a ç a l ı -

MEDİTASYON Doğudan kaynaklanan meditasyon teknikleri oyuncunun en sağlıklı başvuru araçlarından biri­ dir. Pek çok meditasyon tekniği olmakla birlikte benim sahne ve özel yaşamımda uyguladığım üç ayrı metodu sizlere anlatacağım. Bunlardan biri, bir üniversite profesörünün geliştirdiği tek­ nik, diğeri bir yoga tekniği, üçüncüsü ise tran­ sandantal meditasyon tekniği. Üçünü de uygu­ layabilir ve oyuna çıkmadan önce, provalar ön­ cesi rahatlayıp, beyninizi dinlendirebilirsiniz. Stres Atma Metodu:

yın. Bilincinize g e l i p g i t m e y e başlayan düşünce-

Düz bir yere sırt üstü uzanarak gözlerinizi yavaş­ ça kapatınız. Kısa bir süre rahatlık duygusu çağ­ rıştırın. Sonra önce sol elinizi yumruk yaparak iyice sıkın ve içinizden ona kadar sayıp gevşetin. Aynı hareketi bir kez daha yapın. Sağ elinizle yi­ ne iki kez aynını tekrarlayın. Yeniden sol elinize geçin. Yumruğunuzu iyice sıkın ve bırakın, bir kez daha. Şimdi sağ ele geçin ve aynı hareketi yine iki kez yapın. Tekrar sol kola geçin ve elini­ zi omzunuza doğru çekin. Bir kez daha, aynını sol elle yapın. Ayaklara iniyoruz: Önce sol ayak parmaklarınızı aşağı doğru bükün, tekrar. Şimdi sağ ayak parmakları aynen. Şimdi gene sol aya­ ğınızın topuğunu hızla yere bastırın. Bir daha. Şimdi sağ. Sol ayak parmaklarınızı yüzünüze doğru gerin. Bir daha. Aynen sağ ayak. Şimdi kalçalarınızla yattığınız yeri delecekmiş gibi bas­ tırın. Bir daha. Şimdi derin nefes alıp nefesinizi tutun, bırakın. Bir daha. Şimdi çok rahat iki kez nefes alın. Çenenizi göğsünüze doğru bastırın. Bir daha. Dişlerinizi gene iki kez sıkın bırakın. Gözlerinizi iyice kısın bırakın, bir daha. Kaşlarını­ zı kısın bırakın, bir daha... Böylece tüm bedeni­ niz sıkıldı ve gevşedi. Şimdi rahatlayın. Gözleri­ niz kapalı ve düşünmeye başlıyorsunuz: Bir tem­ muz akşamı, tatlı ılık bir akşamüstü. Deniz kıyı­ sında sizden başka kimse yok ve yalınayak yürü­ yorsunuz. Kuş sesleri var. Ayaklarınıza sular de­ ğiyor. Kumdan yapılmış bir koltuk görüyorsu­ nuz. Üzerinde sarı, pembe çiçekler var. Yavaşça oturuyorsunuz. Güneş batıyor. Gökyüzünde ha­

malı.

pe

TİYATROCU Kimileri tarafından yadırganan bu sözcüğü sevi­ yorum. İçinde bir samimiyet içtenlik var. Tiyatro­ cu denince, acaba tiyatro binasının sahibi mi yoksa başka bir meslek mi gibi karmaşaya yol açsa da artık halkın diline oturdu. Bu sözcük kul­ lanılınca kimsenin aklına oyuncunun dışında bir şey gelmiyor. Şimdi kim tiyatrocu kim değil ona bakalım. Yani oyuncu kim?... Eğer gerçek bir oyuncu olmak istiyorsanız bu sorunun yanıtını bir test doldurur gibi yanıtlamaksınız.

f i f t e n yıldızların çıktığını g ö r ü y o r s u n u z . Çok ra-

şın. S ö z c ü ğ ü n ü z ü d u r m a d a n içinizden t e k r a r l a -

cy

BATIDA PROVA VE OYUNLAR Hep kendi tiyatromuzdan söz ediyoruz. Acaba bir Türk oyuncusu, bir batı ülkesinde tiyatro oyunculuğu yapıyor olsaydı ne olacaktı? Yanıtı pek iç açıcı değil. Çok kısa bir süre önce Mart, Nisan 1999'da İngiltere'de oyun ve provalar iz­ ledim. Sıkı durun: Provalar sabah sekizde başla­ yıp onyedide bitiyor. Öğlen bir saat ara var. Ya­ ni bir işçi ne kadar çalışıyorsa tiyatro sanatçısı da o kadar mesai yapmak zorunda. Bunun lamı ci­ mi yok. Tümü sendikalı olan sanatçılar anlaşma­ larını yaparlarken tüm isteklerini kabul ettiriyor­ lar. Buna karşılık kendileri de pazar dışında her gün sekiz saat prova yapmayı kabul ediyorlar. Bu provanın içinde mizansen, dans, şarkı çalış­ ması ve bunlara başlamadan yarım saatlik ısın­ ma egzersizleri var. Prova giysileri ayrı, oyuncu­ ların. Duşları, ter odaları, hobi odaları ona göre ayarlanmış. Bir saatlik ara onlara ait. Kendi çay veya çorbalarını yapıp kitap okumak, müzik din­ lemek, uzanmak, dans etmek bu bölümlerde ya­ pılıyor. En önemlisi, dört haftayı geçen prova yok. Aksi, kurumu maddi zarara sokuyor. Bizim ödenekli tiyatrolardaki memur sanatçılarımızın bazıları gibi yan gelip yatmak yok. Günde sekiz saat çalışacaksın ve bununla ayakta duracaksın. Tabii böyle olunca da senin oyununu izlemek için beş ay önceden dünyanın her yanından re­ zervasyonların yapılacak ve yer bulunmayacak senin oyununa. Ünlü Sefiller müzikalini izlemek istedim, Mart ayıydı. Bana Haziran'a yer buldu­ lar. İyi bir şans yakalayıp iade bilet kuyruğuna gi­ rerseniz oyunu izleyebilme olasılığınız var. Adam Amerika'dan yer ayırtmış, işi çıkıp gelemi­ yor, o bilet "return ticket" denilen gişelerden sa­ tılabiliyor. Oyunlara gelince; başlamış oyun gene prova ediliyor. Fazlalıklar çıkartılıyor, eksikler onarılıyor, giderek yapılan kaymalar düzeltiliyor. Oyuncunun çalışması bitmiyor bitmiyor. Bizim için ne kadar lüks değil mi?... Ama böyle.

le yanıtlayın. Eğer verdiğiniz yanıtlar sizi tatmin ediyorsa, ne ala, yok etmiyorsa hiç başlamayın derim. Çünkü bu meslek size hem çok önemli bir konum sağlayabilir hem de sizi hayal kırıklığı­ na uğratabilir. Seçim sizin. Vermeden almak di­ ye bir şey yok. Siz oyunculuk sanatına ne denli katkı yaparsanız o denli karşılığını görürsünüz. Yok eğer "bir an önce bir televizyonda yer kapıp köşeyi döneyim" düşüncesiyle yola çıkacaksınız, ömrünüz, sanat ve oyunculuk yaşamınız, ancak o rol veya dizi süresince olacaktır. Size yüzlerce oyuncu sorarım, hiçbirini anımsamazsınız bile. Oysa onlar iki üç yıl öncesinin televizyon yıldızla­ rıdır. Tiyatro oyunculuğu ile bu uyduruk oyuncu­ luğu birbirine karıştırırsanız, yandınız demektir. Eğer yukarıdaki soruların yanıtlarını az önce de söylediğim gibi, tüm içtenliğimizle doğru yanıt­ larsanız ve bütün bu zorluklara göğüs germeye hazırsanız, yolunuz açık olsun, sizden en azın­ dan doğru bir oyuncu çıkacak demektir. İyi ve nitelikli oyuncu olmaya gelince; orada tüm yete­ neğinizi zorlayacaksınız, çok çalışacaksınız, ge­ cenizi gündüze katacaksınız, işte o zaman tam bir oyuncu oluyorsunuz demektir... Sevgili genç meslektaşım. Bu mesleği sevmek tıpkı insanı sevmek gibi bir olgudur ve insanı sevmek ne gü­ zeldir. İnsan doğadaki yaratıkların en erdemlisi, en seveceni, en duygulusu, en düşüncelisi, en yaratıcısıdır. Sadece insan bu mesleği seçebilir. Gerçi hayvanların meslekleri olur mu bilmiyo­ rum, ama insanı diğer canlılardan ayıran en be­ lirgin özellik, düşünebilmesi ise, bu meslek de düşüncenin ta kendisidir.

a

Oyuncunun Elkitabı-

leri u m u r s a m a d a n , s ö z c ü ğ ü yineleyin. Bu arada yirmi dakika sabah yirmi dakika akşam yapılması g e r e k e n bir çalışma. A n c a k b u v a k t i b u l a mazsanız o n a r d a k i k a d a olabilir. O n dakikanın

b i t i m i n d e yere b a k a r a k yavaşça gözlerinizi açın. Sol b u r u n deliğinizi tıkayıp sağ delikle d e r i n nef e s alın, şimdi sağı açıp solu k a p a y a r a k nefesi geri v e r i n . İki kez y a p ı n bu h a r e k e t i . Dinleneceksiniz. NOT: K e n d i n i z e seçeceğiniz sözcük anlamsız olmalı ve size, var o l a n hiçbir s ö z c ü ğ ü ç a ğ r ı ş t ı r m a -

OYUNCULUK

METODLARI

Tiyatro m e s l e ğ i n i n bilimsel m e t o d l a r ı k i t a p o l a rak y a y ı n l a n m a y a b a ş l a d ı k t a n b u yana d o ğ r u s u pek u z u n yıllar g e ç m e d i . Bizler ü n l ü Rus kuramcı t i y a t r o a d a m ı Stanislavski ve ö ğ r e n c i s i Boleslavski'nin kitaplarını G o r d o n G r e e k ' i n b u alandaki yapıtlarını, B r e c h t ' i n e p i k t i y a t r o k u r a m ı n ı anl a t a n kitaplarını biliyoruz. G i d e r e k Piscator'un ve Dario Fo'nun ve burada sayamayacağımız kadar ç o k k u r a m ı n , m e t o t l a r ı n ı g ö r d ü k . Biz bu konuda bir o k u r o l m a k t a n ö t e y e g i d e m e y i z . O nedenle biz b u r a d a a n l a t a c a ğ ı m ı z m e t o t t a , son y i r m i y ı l içersinde g e l i ş t i r m e y e çalıştırdığımız M S M M E -

T O D U ' n d a n söz edeceğiz... Yıllardır ü z e r i n d e ça lışmakta o l d u ğ u m u z m e t o d a b u ismi v e r d i k . M S M M e t o d u , " M ü j d a t Gezen Sanat M e r k e z i " n d e ders v e r e n d i ğ e r s a h n e t a t b i k a t ı ö ğ r e t m e n l e r i n i bağlayıcı d e ğ i l d i r . Ç ü n k ü M S M ' n i n e n

b ü y ü k ö z e l l i k l e r i n d e n biri ç o k sesli olmasıdır. O r a d a Geleneksel T ü r k T i y a t r o s u ' n d a n Epik Tiy a t r o ' y a , V o d v i l ' d e n A n t i k Y u n a n Tiyatrosu'und S h a k e s p e a r e ' d e n , Dario Fo'ya aklınıza gelen t ü m t i y a t r o b i ç i m l e r i d e n e n i r . B e n i m derslerim d e ise adını andığımız m e t o d uygulanır, b u n e dir, nasıldır o n u g ö r e c e ğ i z . . . D ö r t yıllık e ğ i t i m s ü resince bu m e t o d l a çalışan ö ğ r e n c i l e r birinci yılın ilk d ö n e m i n d e t e k kişilik m e d d a h çalışması yaparlar. Bu ö n c e k e n d i yazdıkları 3-4 dakikalık bir g ö s t e r i d i r . Genellikle b a ş l a r ı n d a n g e ç e n bir


Oyuncunun Elkitabı • 9

Yarı yıl tatilinden sonra ikili çalışmalar başlar. Bu bölümde özellikle paylaşma ve dinleme üzerinde durulur. İlk yılı başarı ile bitiren öğrenci okula kabul edilir ve deneme sınıfından birinci sınıfa geçer. Burada önce üçlü sonra kalabalık sahnelerde ve giderek oyun çalışmalarında, oyunculuk için gerekli bilgiler verilir. Bu kitabın içinde gördüğünüz dinleme çeşitleri, sahne çalma, geri kaçma, sahnenin bölümlerini doğru kullanma, göz göze oynama gibi önemli konular tatbiki olarak çalışılır. Üçüncü yıl öğrencinin kendine daha güven kazandığı yıldır. Gerekirse profesyonel bir tiyatroda küçük rollere çıkmasına izin verilir oyuncu adayına. Son yıl artık öğrencinin ben oldum" demeye başladığı en tehlikeli yıl— dır. Bazı ilişkiler kurup bir iki de televizyon dizisi veya reklam filmi aldıysa, artık dokunmayın ona bitsin yılıdır bu yıl. İşte burada biz onu uyarırız... Buraya kadar metoddan öte müfredat programımızı göstermeye çalıştık. Metodumuz önce ki özellikleri kapsar: . Doğallık. . Türk tipi oyunculuk . Özgünlük . Sahne disiplini Belki buraya yeri geldiğinde başka maddeler de eklenebilir, ama bizim metodumuzun dört temel özelliği bunlarda yatar.

Özgünlük: Burada, kimseye, hiçbir yabancı oyunculuk biçimine öykünmeyen, kendine öz­ gü, özgür, özgün bir biçimden söz ediyoruz. Si­ zi izleyen bir seyirci, hiçbir aktörü anımsamasın. Sizi sizde bulsun. Bu bir oyunculuk kimliğidir de. Kişilik oyuncuda çok önemlidir. Öğrencilerime her zaman anımsatırım ki, hiçbir öğretmeninize öykünmeyin, özgün, kendiniz gibi olun. Bu çok önemli. Özgün. Sahne disiplini: Hangi iş disiplinsiz yürür ki? Di­ siplinsiz bir şoför arabasını vurur, disiplinsiz bir operatör doktor hastasını öldürebilir, disiplinsiz bir avukat müvekkiline dava kaybettirir. Hiçbir meslek yoktur ki disiplinsizliğe prim versin. O ne­ denle özellikle oyunculuk mesleğinde disiplin çok daha gereklidir. Seyirciyle yüzyüze bir iş ya­ pıyorsunuz, yaptığınız hatanın dönüşü yok. Si­ nema oyunculuğunda var. O nedenledir ki sine­ ma oyunculuğu tiyatrodan ayrı tutulur. Sinema yönetmenin işidir. Kimi olsa alır oynatır. Tiyatroda yönetmen evine gider oyuncu seyirci­ si ile her gece yüz yüze kalıverir. Artık yapılacak en küçük veya büyük hata oyuncuya aittir. Disip­ linli bir oyuncu (bu disiplin sözü fazla militer gö­ rünüyor, ama karşılığını bulamadım) kendini iyi eğitmiş oyuncudur. Eğitim çoğu kez okulla olur ama, okulsuz iyi eğitimli oyuncular da tanıyoruz. Disiplin ya da yerine koyacağımız bir sözcük, ti­ yatro oyunculuğunda en önemli konulardan bi­ ridir. Şimdi biz bu dört öğeyi, doğallığı, Türk Ti­ pi oyunculuğu, özgünlüğü ve sahne disiplinini birarada irdelersek görürüz ki, iyi bir oyuncuya doğru gitmekteyiz. Sahne disiplinli bir oyuncu­ nun özelliği; ilk oyunla yüzüncü oyun arasında fark bulunmamasıdır. Belki rolünü geliştirip içtenleştirebilir, ama sahnedeki diğer arkadaşları­ nın hiçbir hakkına tecavüz etmeden. Komediler­ de oyuncu, bazen yeni bir şeyler bulabilir oyu­ nun gelişimi içinde. Bunun önce nöbetçi rejisö­ re, sonra oyuncu arkadaşlara söylenmesi prova edilmesi şarttır. Belki oyun için olumlu bir katkı­ dır bu, denenebilir. Ama işin aslı, oyun nasıl baş­ ladıysa öyle bitmeli, disiplin dışına çıkmaya izin verilmemelidir. Dört öğenin tümü iyi uygulanırsa iyi oyuncu geliyor demektir. MSM Metodu'nun çalışma biçimi içersinde sahne tatbikatı, daha çağcıl anlamda uygulamalı sahne dersleri ön plandadır. Kuşkusuz bilgi de önem taşır, ama deneysel olarak sahne üzerinde yapılan çalışma­ lar, bize gösteriyor ki, oyuncunun yetişmesi oy­ nayarak çabuklaşıyor. Hele bazı profesyonel oyunlarda ufak tefek rollerle ustalar arasında ye­ tişmek çok daha yararlı oluyor. Çünkü okul sıra­ larında yapılan derslerde genellikle reaksiyonlar, sınıf arkadaşlarından gelir. Bunlar çok belirleyici olmaz. Çok sık karşılaştığımız bir durum vardır: ilk gece herkesin eşi dostu oyuna gelir ve gül­ meler, alkışlar çok bol keseden olur. İkinci gece hem seyirci değişmiştir hem de oyun. Komedi oyuncuları ikinci geceyi hiç sevmezler ve kaba­ hati hemen seyirciye ve oyuna yüklerler. Oysa oyun genellikle aynı oynanmıştır, seyirci de seyir­ cidir. Ama o, gerçek kriter olan bilet parası öde­ miş olan seyircidir... MSM Metodu gerçekte uy­

pe

Doğallık: Bizim oyunlarımızda oynayan oyuncu önce doğal olacaktır. Bunu yakalamak kısa sürede o kadar kolay değildir kuşkusuz. Ama zaman ilersinde bu doğallık yakalanırsa oyuncu ilk avantajını da yakalamış olur. İzleyici: "Ne kadar da tabii oynuyor" tesbitini yapmaya bayılır. Bu dansı ona vermek gerekir. O nedenle doğallık bizim ilk işimizdir.

tu da iyi çizilmiş bir karakter. Diğer yandan ise geleneksel tarzımızın hoşgörülü biçimini alıp iki­ sini yepyeni bir özle birleştirerek, Türk Tipi Oyunculuk'u yakalamak. Ülkemizde bunun örnekleri var. Dışarıdan izleyen yabancı bir tiyatro adamı bu başkalığı hemen sezinliyor. Ben uzun yıllardır bunu yapmaya çalışıyorum. Köşeleri kırık, yumu­ şak, doğal kendi gibi (aktörün kendinden kimli­ ğinden parçaları role eklemesi gibi) sıcak bir oyunculuk tarzı. Bu biçim bizim tiyatromuzun geleceğini belirleyici özelliklerin başında olacak.

cy a

olayı bir küçük dramatik yapıyla sunar öğrenciler. İkinci etapta tüm öğrenciler oynanan oyunu geliştirir ve öğrenci gelecek ders yeniden düzeltilmiş şekliyle oynar. Daha sonra ünlü bir yazarın bir öyküsü oyunlaştırılır. Bunu yine öğrenci kendisi uygular ve gösterir. Bu çalışmalar üç ay sürer. Bu süre içinde sahnenin bölümleri, duruşlar, nefes alma ve vurgulamalar bir oyuncunun ilk öğrenmesi gereken pek çok şey bu bölümde öğrenilir.

Ne demek Türk tipi oyunculuk? Yani Japon tipi, İngiliz tipi oyunculuk mu var?... Nasıl şey bu?... Evet, Japon tipi ve İngiliz tipi oyunculuk var. Ve bunlar tıpatıp kendilerine özgü bir oyunculuk biçimi. Tokyo gezimde No Tiyatrosu izledim ve Geyşa Tiyatrosu'nda sahneye çıktım. Oyunculuk biçimleri ne bize ne de başka ülkelerin oyunculuk biçimlerine benziyor. Kendilerine özgü bir biçimleri var. Göstermeci, dans öncelikli, mimiksiz, testuslara dayalı, değişik bir biçim. Anlayacağınız, bu biçimle Hamlet oynanmaz. Belki oynanır, ama Hamlet olmaz. Yeni bir yorum denebilir, belki de iyi olur, onu bilemem, yapınca görülecek bir şey. Bir İngiliz aktörü izledim. Bağdat Yollarında adlı bir Türk oyununda oynuyordu, bağlama çalıp türkü söylemesi gereken bir yerde bizi epeyce güldürdü. Ne denli gözlem yaparsa yapsın davranışları bir türlü o Türk insanına benzeyemiyordu. Biz gelelim Türk tipi oyunculuk meselesine. Geleneksel Türk Tiyatrosu'nun biçimi göstermecidir. Yani oyunun ta başından itibaren size bir oyunun içinde olduğunuz, seyirciye de bir oyun izleyeceği bildirilir. İllüzyon yoktur. Bu nedenle dramatik tiyatro oyunlarından ayrılır. Bizim burada yapmaya çalışacağımız sentez, biraz farklı. Dramatik tiyatronun en işe yarayan yanı olan oyundaki dramatik yapı (ki bu ortaoyununda yoktur) ve buna bağlı olarak tip yerine üç boyu-

gulamayla çok daha belirgin olarak anlaşılacak bir çalışmadır. Bu kitabın içinde daha çok teorik yaklaşımları bulacaksınız. Ama ille de MSM Me­ todu ile tanışmak istiyorsanız, 1 6 - 2 2 yaş arasın­ da lise mezunu olup altı aşamalı MSM Giriş Sı­ navları'™ kazanmanız gerekiyor. Ardından bir yıl deneme sınıfı ve üç yıl da üst sınıflar. Anlayaca­ ğınız dört yılınız bu metodu tanımak, yaşamak ve uygulamakla geçecek. Yoksa kitaba bakarak hiçbir uygulama yapmadan nasıl oyuncu olunur ki?... Ayrıca MSM'ye geldiğiniz takdirde, daha pek çok çağdaş tiyatro metodu ile karşılaşacak­ sınız. Birçok tiyatro türünü tanıyıp, uygulayacak­ sınız. MSM metodu, doğal olmayı ilk prensip edinen bir çalışmadır. Bunu unutmayın. OYUNCU VE AKSESUVAR Bunu yaşamadan bilmek olası değil. Bir oyunda oynuyorsunuz. Diyelim ki bir gözlük kullanıyor­ sunuz. Ya da kulisin bir köşesine koyduğunuz bir bardak suyunuz var. Oyuncu neden oyuna bir saat önce gelir? Önce ısınacak, makyajını ya­ pacak, seyircinin sesini ta odasından duyacak, aksesuarlarını kontrolden geçirecek. Bardak ve suyu yerinde mi? Bir arkadaşı şaka yapıp suyu iç­ miş mi? Gözlüğü yerinde mi? Yoksa sapı tam çalışmıyor mu? Burnun üzerinde hafif sağa mı kaykılmaya başladı? Ne kadar küçük şeyler. Adeta ayrıntının ayrıntısı. Tiyatro da zaten ayrın­ tılar mesleğidir. .Oyunculuk ayrıntılar yelpazesidir. Çünkü o gözlük oyuncunun, oyunun sonu­ na dek, ilgisini dağıtır ve oyunu bozar. Size kü­ çücük ayrıntılardan sık sık söz ediyorum. Bunla­ rı birleştirin, bu tiyatro oyunculuğunun ta kendi­ sidir. Aksesuarlarınızı oyundan bir saat önce kontrol etmeyi unutmayın. Oyuncu ve aksesuar başlığını baştaki "Aksesuar­ lar" başlığından ayrı tutma nedenim de küçük bir ayrıntı değil mi? DENEME OYUNLARI İnsanın kendi oynayacağı kısa oyunları kendi yazmayı denemesi kadar güzel bir şey olamaz. Kuşkusuz bir oyuncu adayı hiçbir zaman bir pro­ fesyonel yazar değildir. Ama kendi iyi bildiği bir konuyu tek kişi için, kendi için yazıp oynarsa or­ taya pekâlâ güzel bir küçük oyun çıkabilir. Ben öğrencilerime bunu mutlaka yaptırırım. İçlerinde artık kendi oyunlarını yazıp oynayan, kendi kur­ dukları tiyatrolarda bu oyunları sergileyen MSM mezunu oyuncular var. Son derece başarılılar. Siz de deneyin, başarılı olacaksınız. Başınızdan geçen ilginç bir olay olmuştur mutlaka. Buna bir giriş, bir gelişme bir de ilginç bir final bulun. Kü­ çük çapta bir dramatik yapıdır bu. Hemen kale­ me alın, ezberleyin, sahneye koyun ve oynayın. İlle de profesyonel sahnede oynayacak değilsi­ niz. Arkadaşlarınıza oynayın. Ailenize oynayın. Bu çok iyi bir çalışmadır. Oyuncunun kendine güvenini artırır. Az bir gayret yeterlidir. Sakın yıl­ mayın. Belki ilk denemeleriniz başarısız olacak­ tır. Yılmayın. Yeniden yazın. Göreceksiniz bir gün başarıyı yakalayacaksınız. Bir deneyin. Yara­ rı var zararı yok. KENDİNİZİ SEVİN Salt, oyuncu için değil, herkes için ne kadar ge­ rekli bir düşünce bu. Kendini seven insan, gide­ rek başkalarını da sever. İnsanları, hayvanları, doğayı sevmek ise tiyatro sanatını sevmenin başlangıcıdır. Çünkü içinde insan vardır tiyatro­ nun. İnsansız bir tiyatro olamaz. İnsanı sevmek ise oldukça yüce bir duygudur. Giderek bu mes­ leğin en zor en çetin yanları olan provaları sev­ mek, hasta hasta oynanan oyunları sevmek, ikiyüzüncü oyunu sevmek... Ne demek istediğimi eski oyuncular anlıyorlar... 59


Oyuncunun Elkitabı • 10 SINAVLAR Geldik en can alıcı bölüme. Genç oyuncu adayı­ nın tek hedefi iyi bir konservatuvarın tiyatro bö­ lümünü kazanmak ve buradan mezun olmaktır. İşte bu sınavların bazı kuralları vardır ki hemen her giriş sınavında bunlarla karşılaşırsınız. Genel­ likle sizden:

1- Okula başvuran her öğrenci, bir komedi, bir dram, bir Türk yazarı eseri ve bir şiir veya ken­ dini özgürce kanıtlayacak biçimde dilediğince seçim yapıp sınava girer. 2- Birinci aşamayı kazanan öğrenci, okul psikologu tarafından ön teste tabi tutulur. 3- Üçüncü aşama olarak, bir önceki sınavda gös­ termediği doğaçlamalarını sergiler. Bu bölümde hocalarla konuşma ön plandadır. Hocalar öğ­ renciye genel kültür soruları sorarlar. 4- Bundan da geçen öğrenciye yazılı genel kül­ tür sınavı yapılır. Kulağına bakılır. 5- Bu aşamaya gelen öğrenciye bir günde hazır­ layıp ertesi günkü sınava getirmesi için bir tirat verilir. 6- Bir günde çalıştığı tiradı oynayan öğrenciye dörtlü grup oluşturularak doğaçlama kuru yap­ tırılır ve bunda da başarılı olduğu saptanırsa okula deneme sınıfı öğrencisi olarak alınır. 7- Bir yıl deneme sınıfında okuyan öğrenci başarılı olmazsa okuldan ayrılmak zorunda kalır ve bir yıl süreyle yeniden giriş sınavına giremez. Tüm öğretmenler giriş sınavlarında bu kuralları bölüm başkanı başkanlığında uygularlar. - Öğrenci adayına oynadığı parçayı tamamen farklı bir duygu ve yorumla oynamasını öner­ mek. Örneğin: Ophelia'nın delirme tiradını aklı selim ve bilinçli bir duyguyla... Ya da Antigone'nin final tiradını kararsızlık ve pişmanlık duygularıyla oynamasını istemek... Seçilen par­ çanın ana/dramaturjik kurgusuna 180 derece zıt bir duyguyu denemesini önerme yönteminin temelinde, doğal olan her duygunun tezatını da içinde barındırdığı prensibi yatıyor. Zıt duyguyu (şöyle ya da böyle) yakalayamayan ya da zıttı ol­ mak yerine daha farklı (örneğin, aslına yakın) bir çizgiyi tutturan öğrenci, yorumladığı karakterin doğal (ana/dramaturjik) özelliklerini yakalamak­ ta da aynı güçlüğü çeker.

cy a

1. Bir Dram parçası 2. Bir komedi parçası 3. Bir şiir isterler. Yanı sıra da doğaçlama falan gibi şeyler yaptırıp, neden bu mesleği seçmek istediğinizi sorarlar. En önemli bölümlerden biri sizinle jüri­ nin konuştuğu bölümdür. Burada ne çok iddialı ne de çok alçakgönüllü olacaksınız. En iyisi ken­ diniz gibi olmaktır. Bir de bu işe çok çalıştığınıza jürinin inanması gerekir. Eğer yeteneğiniz de tamsa, kazanamamanız için hiçbir neden kal­ maz. Önce yetenek, sonra 7-8 ay sınavlara hazır­ lanmış olmak ve tiyatro konusunda az da olsa bir donanıma sahip olmak... EK 'te ise hem kız hem erkek öğrenciler için komedi ve dram oyun­ larından tiratlar sunuyorum. İşinize yaramasını isterim. Şiir için genellikle William Shakespe­ arean Talat Sait Halman çevirisi olan "Soneler"i çok yararlıdır. Burada önemli olan kendinize, ti­ pinize, kişiliğinize uygun rolü çalışıyor olmaktır. Çünkü bazen heyecana veya duygusallığa kapı­ lıp, çok sevdiğiniz bir rolü hazırlarsanız, size kim­ se o rolün fiziğinize ve kişiliğinize uygun olmadı­ ğını söylememiştir, sınavda moraliniz bozulur, kaybedersiniz. Oysa oradaki jürinin, seçici öğret­ menlerin amacı sizi kaybetmek değil kazanmak­ tır... Bir de şunu iyi bilmeniz gerekiyor: Genç bir oyuncu öğrenci adayının sınavı kaybettiğinde tek sığındığı şey: "torpilliler kazandı ben kazanamadım"dır. Bunu aklınızdan çıkartın. Sanatta ve sporda torpil olmaz. Benim yeğenimin boyu bildim bileli 1.56. İlle de basket­ bol oynamak istiyor. Milli takım koçu da ar­ kadaşım. Buna torpil söker mi?... Kusuru ken­ dinizde arayacaksınız. Bu güne değin binlerce öğrenci ile karşılaştım. Tümü sınavlara girdiler. Kimi kazandı kimi kaybetti. Ne kazananları tanırım ne kaybedenleri. Türkiye'nin hiçbir konservatuvarında bu konuda çok yeteneksiz birinin, sırf torpilli diye alındığına veya alınabileceğine ihtimal vermem. Ancak şu olabilir: O okulda kontenjan sınırlıdır, o zaman Ahmet'i alacaklarına birinin yakın akrabası olan Mehmet'in lehinde oy kullanmış olabilirler. Ama tiyatro bölümlerinde sınırlı kontenjana hiç tanık olmadım. Kim yetenekliyse o alındı. Eğer o ak­ raba konumundaki genç de çok yetenekliyse, hiç karşılaştırma yapılmadan ikisi de alındı. MSM'de bu da olmaz. Kontenjan diye bir sınır­ lamamız hiç olmamıştır. Kim yetenekliyse o girer. Yanılgı payımızı da ortadan kaldırmak için bir yıl " deneme sınıfında okur (bu başka hiçbir okulda yoktur). Orada da başarı sağlarsa okula alınır.

için)

pe

- Bedenini ve sesini kullanma güçlüğü çeken öğrenciye, yorumladığı parçayı, parçanın doğal dinamiğine aykırı bir dizi egzersiz yaparak yorumlamasını önermek. Örneğin: Hamlet'in "Var olmak mı, yok olmak mı?..." tiradını koşarak ya da boks yapıyormuşçasına oy­ namasını... Ya da Beatine'nin final monoloğunu fısıldayarak ya da için için ağlayarak söylemesini önermek...

EKLER Şimdi genç oyuncu adaylarına sınavlar için önemli ipuçları vereceğim: Dediğim gibi, hiçbir seçici kurul üyesi sizi kaybetmek ya da sizin sınavı kaybetmenizi istemez. Durum tam ter­ sidir. Zaten az bulunan tiyatro bölümü öğren­ cisini neden istemezlik etsinler ki?... İlerleyen sayfalarda MSM'de sınava giren öğrencilerden ne gibi istemlerde bulunurlar ve "Öğretmenler öğrenci adaylarından ne isteyecekler?" var. Size daha nasıl yardım edeyim?... MSM KONSERVATUVARI TİYATRO BÖLÜMÜ GİRİŞ SINAV KURALLARI/(Öğretmenler 60

Her iki yöntemde de genci yüreklendirmek ve motive etmek adına, düzmece bir kurgu sun­ mak ona yardımcı olur. Örneğin: "Duyun ki An­ tigone yaptığından son derece pişman. Ölmek falan istemiyor. Elinde olsa kaçacak bir delik arıyor. "... Beatie benliğini yitirmiş, kendine ait hiçbir düşüncesi olmayan, şizofrenik bir papağan. Tek yaptığı, tarafından terk edildiği sevgilisinin sözlerini banttan yayın gibi tekrar edip durmak."... Her iki egzersizde de öğrencinin metne sadık kalması, ama kendini sıkışık hissettiği nokta da (metni tanınmayacak hale getirmemek şartı ile) ufak değişiklikler, doğaçlamalar yapabileceği hatırlatılmalıdır. - Toplu doğaçlama: Beş kişilik grup doğaç­ laması. Her bir adaya (birbirlerinden haberleri olmaksızın) aralarında ortaklıkların kurulabileceği farklı karakterler ve durumlar sunulur. Örneğin: Yer (ortak): Hapishane. 1: Gardiyan, 2+3: Mah­ kûm, 4: Ziyaretçi, 5: Müdür/Doktor, vs... Bir sınıf- 4-5 öğrenci (çalışkan-tembel-hasta-zeki) 1 hademe, 1 öğretmen... Konu; özgür...

Amaç, öğrenci adaylarının doğaçlama yetileri gözlemekten öte, sınav gibi gerilimli bir d u r u m da birbirlerine ne ölçüde destek ve yardımcı olduklarını ve oyunculuğun temel zaaflarına sahip olup olmadıklarını (sahne/rol çalmak, kalabalıkta saklanmak, vs.) anlamak... ÇALIŞMA PARÇALARI Öncelikle kendinize en uygun çalışma parçalarını seçmeye özen gösterin. Size ekte birkaç örnek sunuyorum. Bu parçalar genellikle giriş sınavlarında öğrenci ve öğretmenler tarafından çokça seçilen tiratlıkdır. Ama siz gene de kendinize en uygun parçaları arayın. Başarı sizin olsun.

ANTİGONE HABERCİ - Korkunç bir haber. Antigone'i henüz çukura atmışlardı. Son taşı yuvarlamamışlardı bile. Kreon ile etrafındakiler birden mezardan iniltiler geldiğini duydular. Herkes sustu ve dinledi. Çünkü ses Antigone'nin sesi değildi. Çukurun derinliklerinden gelen bu ses, değildi bir sesti. Herkes Kreon'a baktı. İşi ilk önce o anlamış, herkesten önce o kavramıştı. Birden çocuk gibi haykırdı: "Taşları kaldırın!" Köleler taş yığınlarının üstüne atıldılar. Kral da ter içinde ve ellerinden kanlar aka aka onların arasındaydı. Sonunda taşlar yerinden oynadı ve kölelerin en zayıfı açılan delikten içeri kaydı. Antigone mezarının dibinde kemerinin telleriyle asılı duruyordu. O mavi, o yeşil, o kırmızı teller çocuk kolyesi gibi idi boynunda. Haimon da çökerek Antigone'ye sarılmış, yüzü onun elbisesinin içine gömülü, inliyordu. İri bir parasını daha oynattılar ve nihayet Kreon mezara inebildi. Mezarın karanlığı içinde beyaz saçları seçiliyordu. Haimon'u kaldırmaya çalıştı yalvardı. Haimon duymuyordu onu, ama sonra birden doğruldu. O kara gözleriyle, çocuk haline hiç bu kadar benzememişti. Bir dakika kadar öylece babasına baktı ve birdenbire onun yüzüne tükürüp, kılıcını çekti. Kreon sıçrayıp, kaçtı, o zaman Haimon ve küçümseyen, çocuksu gözleriyle ona baktı yine. Kreon kılıçtan kaçtı, ama o keskin bakışlardan kaçamadı. Hainmon mezarın öbür ucunda korkudan titreyen bu ihtiyar adamı süzdü ve hiçbir şey söylemeden kılıcını karnına sapladı. Sonra, kanlar içinde Antigone'nin yanına uzanıp, onu kucakladı.

KEŞANLI ALİ / H. TANER NURİ - Bohçacı Raziye o kadar gizli tutuyor düğün haberini Sinekliye getirdiğinde ben Ali'nin yanında idim./ Bursa bıçağı ile tırnaklarını kesiyordu./ Raziye şom ağzını açıp da hali keyfiyeti nakledince Ali şöyle bir yumuldu./ İyi malİlkin rengi attı/ Gözleri kaydı/ Gülmeyi denedi Ah buna gülme değil, ağlama demek daha doğru olurdu/ Kahkaha atmak istiyor, ama boğuk ses hıçkırık gibi çıkıyordu/ Eli tabancasının kabzasına gitti.../ Biz ilkin kendini intihar edecek sandık/ Istidacı Derviş, Beş Vakit Niyazi, Bilal Temel ortaya atıldılar/ "Sana yapılan bu haksızlık bize yapılmış sayılır" dediler/ "Ey Kurşun Hasibe bacının asil oğlu Ali, ruhsat ver senin öcünü almak şerefi bize müyesser olsun dediler/ İyi mi?/ Onun üzerine Ali onları eliyle itt i / "Zilha'yı onlara nam edersem bana da Keşanlı Keşanlı Ali demesinler" diye kükredi/ Şimmi? /Şeref abla işin sarpa sardığını görüyor. "Koş Zilha'ya haber ilet hemen kaçsın" diye beni sana yolladı/ Arka patikadan bir çığı gibi kendimi Şerbetderesi yoluna attım/ Şerif ablanın helalarını temizleyen belediye hortumlusuna bu layıp buraya uçtum/ Ali tabanca elinde yo


Oyuncunun Elkitabı • 1 1

VVARE - (Ahsen'e) Sen bir şey anladın mı? AHSEN - Bu adam Yunan Tragedyalarındaki habercinin gecekondu nüshası bu olsa gerek. Neden kıskançlık damarı kabarmıştır) Peki, kim dediği? CİMRİ - (Yattığı yerden başını kaldırıp) Sineklinin birisi meşhur Keşanlı Ali. CİMRİ / MOLİERE ARPAGON, daha bahçeden imdat çağırarak okasız gelir.) ARPAGON - Hırsız var! Hırsız var! Katil var! Yangın var! Allahım sen yetiş! Mahvoldum, boğazladılar beni, paramı çaldılar. Kim çaldı? Nereye kaçtı? Ne oldu? Nerede saklanıyor? Nasıl bulayım onu? Nereye koşayım, nereye koşmayayım? Şurada olmasın? Burada olmasın? Hırsız kim? Dur. Haydut, ver paramı... (Kendi kolunu tutmuştur) Ay! Benmişim! Zihnim altüst konuş, nerdeyim, kimim, ne yapıyorum, farkında değilim. Ah! Paracıklarını! Paracıklarını! Benim canım, ciğerim! Seni elimden aldılar; seni kaybettim, mesnedim, tesellim, saadetim elden gitti; artık işim bitti benim, bu dünyada fazlayım ben artık; sensiz nasıl yaşarım ben? Bitti, artık dayanamıyorum, ölüyorum, öldüm, gömdüler yani. Allah rızası için beni diriltecek kimse yok mu? Bana paramı versin, yahut kimin çaldığını bildirsin. Ha? Ne dedin? Kimseler yokmuş. Beni duyan her kim ise zamanını iyi hesaplamış; tam oğlum olacak alçakla konuştuğum sırada işini görmüş. Gideyim, polis çağırayım, bütün ev hal­

KEŞANLI ALİ DESTANI / H. TANER ZİLHA - Ne diyordum efendicağızıma söyleyim. Beni bu eve evladı maneviyatlık aldılar. Bir çocuğu, bir de şamamayı gezdiriyorum. İşim o kadar. Şamama evin köpeği. Burda medeniyet varmış be. Eskiden ayaklarımı aydan aya yıkar­ dım. Hem de çorabımı çıkarmadan; Oldu olacak ikisi birden yıkansın diye. Şimdi her gün banyo yapıyorum. Her Allanın günü yıkanan deri ne kadar yumuşak olurmuş meğer. Uç kapıda amonyak kokusuna öyle alışmışım ki burada temiz hava ilkin ciğerlerine dokandı. (Gider masanın üstünden bir resim alıp gösterir) Filiz'in babası Bülent Bey, illetli fakir; Karısı evden kaç­ mış. Adam da böyle sönmüş fenere dönmüş. İh­ ya Bey doktorlara ne paralar yedirmiş, nafile... Malankoli diyorlar, düşman başına. Bana bazen tuhaf tuhaf koyun gibi bakar. (Taklidini yapar) Çok dokanıyor içime. Hani birinci perde de çişini bile unutan bunak profesör vardı ya, deli doktoruymuş meğer o. Küçük beye şimdi o bakıyor. İki de bir evde. Benim kılık kıyafetime bile karışır. Yok saçını şöyle tara, yok gözünü böyle boya. Deli mi ne? İhya Bey buba adam. Tuttuğu altın olsun neme lazım. Beni kızı gibi sever. Sen bizim ailenin maskotusun kız diyor. Uğur getiriyormuşum diye arada bir makas da alır. Olacak artık o kadar. Madam Olga'ya tenbihat geçmiş. Bana oturup kalkma konuşma öğretsin diye. Kim bilir belki de iyi bir kısmet çıkarsa sevabına everecekler. Dünyada hayır sahabları daha ölmedi... (Kapı vurulur) Madam galiba. Sen misin, madamcığım, buyur... NOT: Tüm eserlerin, önce tamamını okuyun ve yazarını tanıyın.

pe

kını işkenceye koydurayım. Hepsini sorguya çek­ tireyim: hizmetçileri, uşakları, oğlumu, kızımı, kendimi bile! Aman ne çok adam toplanmış buraya. Gözüm hangisine gitse içime bir şüphe düşüyor, hangisine baksam işte beni soyan diyorum. Ha! Ne konuşuyorlar onlar bakayım? Paramı çalandan mı bahsediyorlar? Nedir o yukardaki gürültü? Hırsız orada mı yoksa? Ne olursunuz beni soyanı gören, bilen varsa Allah rızası için söylesin, aranızda saklanmış olmasın sakın? Hepsi bana bakıp bakıp gülüyorlar. Göreceksiniz, bu hırsızlıkta hepsinin parmağı var. Çabuk, komiserler, zaptiyeler, çavuşlar, yargıçlar, bukağılar, zincirler, darağaçları, cellatlar, çabuk yetişsinler. Herkesi astıracağım, gene paramı bulamazsam kendimi de asacağım.

- bunlar çıkıyor ortaya, bunlar için de bir çaba gerekmiyor, kolay bunlar, "Biz paranın kay­ nağını bulduk" diyorlar, ne sandınız ya! işçide para var. Öyleyse verelim işçiye istediğini. Bu baygın şarkıları, bu alık film yıldızlarını mı istiyor, alsın öyleyse. Tek heceli sözler mi istiyorlar, onu verelim kendilerine. Üçüncü sınıf şeyler mi is­ tiyorlar, canları cehenneme, biz de ONU veririz onlara. Ne yuttursak yeridir, nasıl olsa daha iyisini istedikleri yok!/ Bütün bu para düşkünü, aşağılık dünya tükürüyor suratımıza, biz oralı bile olmuyoruz. Doğru söylüyor Ronnie, suç biz­ de, kendi eşşekliğimizde bizim. Üçüncü sınıf şey­ ler verirler bize böyle! Böyle işte! Böyle...

cy a

yor abla/ Kaç Zilha kaç anam/ Her ne vasıta varsa gemi, araba, uçak, dolmuş, çöp kamyonu anam... (Bir maraton habercisi gibi yıkılır.)

KÖKLER / ARNOLD WESKER BATIE - Yoo, sizleri adam yerine koyuyor koymasına tabiatla Tanrısal bir bağ kurduğumuzu sanıyor. Tabiatla sözüm ona Tanrısal bir bağımız varmış. Ama başkaları adam yerine koyarlar mı ki, ha anne? Ne dersin, koyarlar mı? Hiç sanmam. Gerçekten adam mıyız biz?/ Bugünlerde gazeteler, işçiler söylediler, işçiler böyledir diye bizi şişiriyorlarsa, ciddiye alacak değilsin ya bunu, hep zırva onlar. Değiliz çünkü. Yurdumuzda elinden iş gelen insanlar, bizim için mi çalışıyorlar sanıyorsun? Ne gezer! Bizim kıçımızı bile yerinden oynatmayacağımızı bilmiyorlar mi?/ Ne yazarlar biz anlayalım diye yazıyorlar, ne ressamlar biz ilgileniriz diye yapıyorlar resimlerini - ne besteciler biz beğenelim diye besteliyorlar eserlerini./ "Aman" diyorlar "çok vefasız bu yığınlar/ Onların düzeyine inilmez, Onlar bir çaba göstermiyorlarsa, biz niye uğraşalım?" Bunun üzerine ortaya ne çıkıyor, biliyor musunuz? O baygın sesli şarkıcılar, o uyuz, bayağı yazarlar, filimciler, o aşağılık kadın dergileri, pazar gazeteleri, resimli aşk romanları

SON OLARAK Sevgili oyuncu adayı... Sana oyunculuk deneyimlerimden ve öğrendiklerimden örnekler vererek geleceğine yararlı olmaya çalıştım. Bizim zamanımızda kimse bu işlerle uğraşmazdı. Kon­ servatuar sınavlarına biz iki üç arkadaş kendi bil­ diklerimizle girmiştik. Ne elimizden tutan oldu, ne "o öyle değil böyledir" diyen. Düşündüm ki, hâlâ oyuncu olmak isteyen genç meslektaş­ larıma bildiklerimi anlatayım. Hiç olmazsa bu kadarcık faydam olsun istedim. Çünkü siz çok çetin çok çileli ama bir o kadar da onurlu bir mesleği seçiyorsunuz. Benim mesleğimi... En sevdiğim işi... Size yardımcı olmayacağım da kime olacağım?... Bizim gençliğimizde çektik­ lerimizi sizin çekmenizi istemiyorum. MSM'yi de bu nedenle' açtım. Orada binlerce genç insan geleceğe hazırlanıyorlar. Onlar ikibinli yılların gerçek sanatçıları olacaklar. Özgün, özgür, doğal, soru soran ve ömür boyu eğitim görmeyi ilke edinen gencecik insanlar. Biliyor musunuz MSM'den pekiyi derece ile mezun olanlar bir dilekçe ile başvurup okula asistan oluyorlar. Beş yıl asistanlık yapıp öğretmenlik sınavına giriyor­ lar ve artık eski okullarını kendileri yönetmeye başlıyorlar. Böylece bir ekol oluşuyor. Bu çok

yetenekli gençler geleceğin sanat politikalarını belirleyecek olan sanatçı adayları. Sizlersiniz bu anılanlar... Epeyce şey anlattım sizlere. Karşılığında minicik bir isteğim olacak. Sakın, çağımızın aptal kutusu televizyonun, büyüsüne kapılıp, bunca yıl emek verdiğiniz mesleğinizi burada harcamayın. Ken­ dinize saygınızı yitirirsiniz. Televizyonda sanat ol­ maz. Oradan para kazanmanıza kimse bir şey demez. İyi kaliteli bir dizide ve aynı nitelikte bir reklam filminde oynamanıza kim ne diyebilir ki? Ama sizi başka işlerde de kullanmak isteyebilir­ ler. Buna izin vermeyin. Televizyonda sanat ol­ maz. Son olarak şu dediklerimi sakın unut­ mayın: - Televizyonda herkes oynar - Sinemada bazıları oynar - Ama tiyatroda sadece aktörler oynar. Yolunuz açık olsun. Sevgim hep sizinle olacak, çünkü benim sev­ diğimi seviyorsunuz. Müjdat

Gezen

27 Mart 1999, Kalamış. International Theater Institut (İTİ) 1999 yılında Dünya Tiyatrolar Günü Bildirisi'ni bana yazdırdı. Bu bildiri kısa ve öz olsun istedim. Bir köşede bulunsun diye size de aktarıyorum: 27 MART DÜNYA TİYATROLAR GÜNÜ BİLDİRİSİ Önce "Dünya Tiyatrolar Günü"nüz kutlu olsun. Tiyatro yazan, oynayan, yöneten, izleyen ve hat­ ta izlemeyen herkese kutlu olsun, insanı insana insanla ve insanca anlatan bu sanatı sevmek çok da insanca bir şeydir. Bugün

Dünya Tiyatrolar Günü'nü

kutlarken,

dünya tiyatrosu yerine kendi tiyatromuzdan söz etmek istiyorum. Ülkemize dışarıdan bakma adetini bir türlü yerleştiremedik. Kendimizi övüp duruyoruz, ama dünyaya armağan ettiğimiz pek bir şey de yok. İşte bu noktada gönül rahatlığıyla "ama tiyatro oyunlarımız var" diyebiliyorum. Dünya dillerine çevrilip oynanıyor. Daha birkaç gün önce Lond­ ra'da bir Türk yazarının oyununu izledim. Ayak­ ta alkışlandı. İyi düşünelim: Şeker gibi oyun yazarlarımız var, un gibi tertemiz bembeyaz gencecik oyuncularımız var, elimizde yağ da var, bunu lezzetli bir tatlı yapmamak için bir neden vat»

mı?...

Biz

dünya

tiyatrosunda

yer

edineceğiz. Batılılar bizim oyunlarımızı kendi dil­ lerine çevirip oynayacak. Bu mutlaka olacak, daha çok olacak. Türk tiyatrosu; yazarıyla, oyun­ cusuyla, yöneticisiyle, her türlü teknik adamıyla dünya tiyatrosunun içinde olmayı hızlandırarak sürdürecek. Benim üç yüz altmışbeş günüm tiyatro günüdür. Başkaca bir şey düşünmeyi bile düşünmedim. Tiyatroyu seviyorum ve tiyatroyu seven herkesi seviyorum.

Bu;

televizyonlarda

sıkça

duy­

duğunuz "herkesi çok seviyorum" söylemine benzemez. Bu; kırk yıl, tam kırk yıl sahne tozu yutmuş ve ölünceye kadar o tozu yutarak yaşayacak bir tiyatro emekçisinin sözüdür... Dünya Tiyatrolar Günü'nüz ve Türk Tiyatrosu Günü'nüz kutlu olsun. Müjdat Gezen, 1999 61


cy

pe a


a

pe cy


a

pe cy


pe cy a


pe cy a


i l e abone olabileceğiniz d e r g i l e r ( ş i m d i l i k ) : Türk edebiyatının öncü dergisi. Sanatta ve edebiyatta kalıcı. Estetisyenin dergisi. Katalogla ürün satışı. Aylık genel kültür dergisi. Doğa sevgiyle korunur, sevgi bilgiden doğar. Kafkas, Artvin ve Gürcü kültürü dergisi. Beyaz eşya ve dayanıklı tüketim mallarında yeni bir nefes. Aylık düşünce dergisi. "Eleştiri önemlidir". Mizah kültürü dergisi. İş ve teknoloji yöneticilerinin dergisi. Ürün ve hizmetlerinizi hedef kitleye ulaştıran rehberiniz. Tarih, edebiyat, kültür ve sanat dosyası. Kuaför, parfümeri ve kozmetik dergisi. Saç modelleri, kozmetik ve estetik. Cinsiyetçiliğe ve ırkçılığa karşı kadın dergisi. Sanal Ördek kullanınız: Yılışmadan güldüren kara izah dergisi. Bütün sanat olayları. Tiyatro... Tiyatro... Havacılık dünyası Turkish Aviation ile avucunuzda. "Bizim şarkımız haritada kayıp bir şehirdir". Kültür ve edebiyat dergisi. Kültür dergisi.

cy a

Dergi sayısı önümüzdeki günlerde artacaktır.

ABONE FORMU

Aşağıdaki bilgileri bize telefonla da iletebilir ya da www.abonet.net sitesine girerek kaydedebilirsiniz. Tel: (212) 222 83 32 Faks: (212) 222 27 10 Adı-Soyadı/Name-Surname : Adres/A ddress : Tel No. :

Faks No. :

Dergi Adam Öykü Adam Sanat Beauty Forum Beauty Life Kataloğu Bütün Dünya Çepeçevre Gazetesi Çveneburi Dağıtım Kanalı Düşünen Siyaset Edebiyat ve Eleştiri Güldiken Information Week İnşaat Ekonomi Kafkasya Yazıları Kuaför Cosmetic Market Kuaför Magazin Roza Sanal Ördek Sanat Çevresi Tiyatro... Tiyatro... Turkish Aviation Uç Dergisi Yazın

E-mail Kapak Fiyatı 1.250.000 TL. 750.000 TL. I.250.000 TL. 250.000 TL. 750.000 TL. 500.000 TL. 1.000.000 TL. 1.000.000 TL. 2.000.000 TL. 1.000.000 TL. 1.000.000 TL. 1.000.000 TL. 750.000 TL. 1.500.000 TL. 1.000.000 TL. 1.500.000 TL. 500.000 TL. 450.000 TL. 2.000.000 TL. 1.500.000 TL. 1.500.000 TL. 1.000.000 TL. 900.000 TL.

pe

Periyodu İki Aylık Aylık İki Aylık Üç Aylık Aylık Aylık Üç Aylık Aylık Aylık İki Aylık Dört Aylık Haftalık Aylık Üç Aylık İki Aylık İki Aylık İki Aylık Aylık Aylık Aylık İki Aylık İki Aylık İki Aylık

Kaç sayılık abonelik istiyorsunuz?

Dergi tesliminde nakit ödeyeceğim. (Toplu aboneliklerde) Havale gönderiyorum, (İş Bankası - Perpa Şb. Hesap no. 105912) Abonelik bedelini Kredi Kartı hesabımdan her ay çekiniz.

Kart Tipi : Visa Kart No. : .

I Master Geçerlilik Tarihi:

/

İmza:


pe cy a


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.