Azizm Sanat E-Dergi Nisan 2015

Page 1


Yayın Kurulu Fırat Tunabay Gökay Korkmaz Gökhan Baykal Onur Keşaplı Osman Bahar Özgür Keşaplı Didrickson Selin Süar

Ön Kapak: Çocuk (1921) – Charles Chaplin Arka Kapak: Pablo Picasso Stüdyosunda Çocuklarıyla (1957) – Rene Burri

azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

1


Editörden Cumhuriyetimizin kuruluşuna doğru giden savaşımın en önemli ve simgesel hamlelerinden olan Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş tarihi 23 Nisan’ın, devrimlerin ardından Mustafa Kemal Atatürk tarafından, ulusal egemenlik bilincinin de yanına eklenerek çocuklara armağan edilişi, yeni rejimin yeni zihniyet inşasında önemli bir tercih olarak göze çarpıyor. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ulusal egemenlikten yalıtılarak bürokratik bir çocuk bayramına indirgenen 23 Nisan, günümüzde cumhuriyetin tüm kazanımlarını imha ederek gerici, sermayeci ve faşizan bir “Yeni Türkiye” inşasına girişenlerin ilk hedeflerinden biri olmuştur. 12 Eylül’ün armağanlarından olan Kutlu Doğum Haftası’nın kitleselleştirilerek kutlanışı, her ne hikmetse hicri takvimden kopartılarak her yıl 23 Nisan’a denk getirilişi masumane bir tercihten daha fazlasıdır. Tıpkı sembolik olarak liderlerin koltuklarını bir günlüğüne çocuklara bırakışındaki tercihlerin İmam Hatip delikanlılarına yönelik oluşu gibi… Devamında eğitim sisteminin parçalanışının, süratle dinselleştirilmesinin geldiğini anımsatmak gerek. Hedefte çocukların oluşunun başlıca sebebi çocukların idealize edilen “özgürlük” kavramı ve hissiyatına en yakın toplama tekabül edişi. Bu özgürlük onların hayal güçlerinin sınır tanımazlığını besliyor ve ondan besleniyor. Çocuklar devletten, kitlelerden, dinden ve türevlerinden gelen baskılara ve dayatılan güdülemelere maruz kalmadıkları için, kimi zaman patavatsızca bulunsa da, akıllarına geleni sansürsüzce dile getirebilirler. Çocukların ihtiyacı olan tek şeyin bu hayal güçlerinin kararmadan, körelmeden ilerleyebileceği bir çevreyi sağlamaktır. Fakat öyle bir ülkede yaşıyoruz ki çocukken en büyük hayali astronot olmak olan milyonlarca çocuk, bilim üretmeme hedefine sahip bir ülkede yaşamanın dayanılmaz hafifliği karşısında renksiz mesleklere yönelmek

2


zorunda kaldı. Yine aynı çocuklar Hindistan’ın Mars’a gönderdiği aracın, Türk milli takımının yıllık bütçesinden az olduğunu ise fark edemedi, sorgulayamadı çünkü çocuklukları öldürülmüştü. Günümüzde kaç çocuk astronot ya da bilim adamı olmak istiyor? Kaç çocuk sanatçı olmak istiyor? En kötüsü bunların kaçının bu hedefe varabileceğine dair umut taşıyoruz? Çocuk zekâsı sadece naif bir hayal ürünü değildir. Çocuk zekâsı boşlukları cesurca doldurabilir. Pablo Picasso’nun en uç kübist eserine bakan bir yetişkin, yorum getirmekten kaçınabilir ancak biz Türkiye’nin Burhaniye ilçesinde okul öncesi bir çocuğun aynı tabloya bakıp “bu yapboz tamamlanmamış” yorumunu getirdiğini Picasso’nun bunu izleyiciye bıraktığını duyduktan sonra ise “çok komik adammış” dediğini biliyoruz. Yine aynı bizler Türkiye gericilerinin büyük özverisiyle bir kez daha kan gölüne dönen Orta Doğu’da fotoğraf makinesini silah sanarak ellerini kaldıran, teslim olan, fotoğraftan önce ölümü öğrenmiş çocuklar olduğunu da biliyoruz. Çocukların ölüm, gericilik, muhafazakârlıkla değil bilim, sanat ve Aydınlanmayla etkileşime gireceği bir ülke ve dünya amaçlıyorsak

eskinin

çocukları

ya

da

çocukluğunu

yaşayamamış/unutamamış/rafa kaldırmamış olan bizlerin, savaşıma daha büyük bir direnç ve hayal gücüyle sarılması gerekiyor. Bu doğrultu ve amaçla hazırladığımız Çocuk ve Sanat dosyamız, çocukların yaratımı olan öykü, şiir, izlenim ve resimlerle açılıyor. Üç söyleşinin yer aldığı dosyamız, masal anlatıcısı Songül Bozacı, müzik yazarı ve eğitmeni Ahmet Say ve opera-şan sanatçısı, akademisyen Levent Ayan’ın yanıtlarıyla derinlik kazanıyor. Hedef kitlesi öncelikle çocuklar olan çizgi filmlerin ve o çizgi filmlere eşlik eden müziklerin tarihsel dönüşümleri iki ayrı çalışmayla sayfalarımızda. Bir türlü önüne geçilemeyen çocuk işçiler sorunsalının sinemamızda ne kadar yer bulabildiği sorusuna yanıt arayan bir araştırma, Nazım Hikmet’in dizelerinden

3


yola çıkarak şekillenen deneme, eleştiri ve şiirler birlikte dosyamız farklı sanat disiplinlerinde çocukların ve çocuk zekâsının izini sürüyor. Çocukların hayallerinin somutlaşacağı bir dünya için, Sanatla kalın dostlar…

Azizm’in Notu: Manifestomuzun yazılışının ve örgütümüzün kuruluşunun 8. yılını kutlayacağımız Azizm Sanat E-Dergi’nin Mayıs 2015 tarihli 89. sayısı için başta Aydınlanma eksenli çalışmalar olmak dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim, video ve fotoğrafı 4 Mayıs 2015 tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

4


İçindekiler Palamut Cücesi – Nehir Koç

s. 6

Sempozyumdaki Günüm – Rüzgâr Can

s. 8

Güneş Bize Küsmesin – Yaren Göçmez

s. 10

Yapayalnızım Ben – Kağan Koç

s. 11

Bir Güzel Masal – Lemannur Güneri

s. 13

Çocuk – Rüzgâr Can

s. 14

Aile – Yaren Göçmez

s. 15

Söyleşi: Songül Bozacı

s. 16

Çizgi Filmlerin Yeri, Önemi ve Etkisi – Onur Soylu

s. 23

Animasyonlar ve Değişen Müzik – Selin Süar

s. 27

Söyleşi: Ahmet Say

s. 33

Sinemamızın Hayaletleri: Çocuk İşçiler – Onur Keşaplı

s. 38

Dünyayı Verelim Çocuklara – İnan Aşık

s. 45

Çocuk ve Şiir – Gökay Korkmaz

s. 47

Söyleşi: Levent Ayan

s. 50

Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar – Osman Bahar

s. 60

5


Palamut Cücesi Nehir Koç * Bir varmış bir yokmuş… Ali güçlü kuvvetli biriymiş. Attığını vurur tuttuğunu da koparırmış. Ali’nin birde ihtiyar anası varmış. Ali her gün ormana gider odun keser, haftada iki günde kasabaya iner odunları satarmış. Ali bir gün annesinden erken kalkmış. Hemen hazırlanıp odun kesmeye gitmiş. Tam bir ağacı kesecekken palamut meşesi görmüş. Onu kesmeye başlamış. Bir cüce çıkıvermez mi? ‘’Söyle bakalım sen palamut meşesinin evini nasıl yıkarsın? Evimi yıkmanın cezasını çekeceksin’’ demiş. Bu sırada havadan bir kambur gelmiş. Bu kambur Ali’nin sırtına yapışmış. Bundan sonra Ali’ye herkes Kambur Ali demeye başlamış. Bir gün Ali “ana hakkını helal et” demiş kendi kendine. Bir köye varmış ‘’çoban dayı beni yanına alır mısın?’’ demiş. Çoban Ali’yi yanına almış. Akşamları da onun kulübesinde yatıyormuş. Koyunlarını gütmeye başlamış. Birden bire cüce çıkmış koyunların yarısını almış görünmez olmuş. Çoban gelmiş koyunların eksik olduğunu görünce Ali’yi yanından kovmuş. Ali tekrar yollara düşmüş. Dağ tepe aşmış. Bir köye varmış ‘’çifti dayı beni yanına alır mısın?’’ demiş. Çiftçi dayı Ali’ye acımış onu yanına alıp çalıştırmaya başlamış. Yaz gelmiş ekinler sararmış. Çiftçi bir iş için şehre gitmiş. Ali çalışırken ortaya cüce çıkmış ‘’evimi yıkmanın cezasını çekeceksin’’ demiş. Hemen bütün buğdayları almış kaybolmuş. Sonra çiftçi gelmiş harmanda bir tek buğday kalmadığı için Ali’yi yanından kovmuş. Ali uzaklara gitmek istemiş. Çok susamış ileride bir su görmüş. Oraya gitmek için bir köprü aramaya başlamışken cüce çıkmış karşısına. Ali ‘’lütfen bir suç işlediysem bağışla’’ demiş. Cüce ‘’evimi yıkmanın cezasını çekeceksin’’ demiş. Ali su kıyısında yere yıkılmış. Bir söğüt ağacı görmüş. Onu suya almış. Balıkçılar Ali’yi kayıklarına almışlar. Balıkçıların başı ‘’sen buralarda ne arıyorsun’’ demiş. Ali iş

6


arıyorum demiş. Balıkçılar başı Ali’yi yanına almış. Balıkçıların kulübesinde yatıyormuş. Bir gün yine cüce çıkmış ‘’evimi yıkmanın cezasını çekeceksin’’ demiş ve balıklar canlanmış. Ali balıkları tutmak için çok uğraşmış. Balıkçılar geri döndüğünde balıkların olmadığını görünce Ali’yi yanlarından kovmuşlar. Ali çok üzülmüş arkasından biri seslenmiş. ‘’Artık çektiğin sıkıntıları görmeyeceksin’’ demiş. Cüce sayesinde Ali’nin sırtındaki kambur kaybolmuş. Ali gözlerini açtığında büyük bir çiftliğin sahibi olmuş. Ali cüceden annesini getirmesini istemiş. Annesi Ali’yi evlendirmiş. Hep birlikte mutlu bir hayat yaşamışlar.

* Reşat Benli İlkokulu 3/F, Eskişehir.

7


Sempozyumdaki Günüm Rüzgâr Can * Sevgili Azizm Sanat Dergisi, ben 1 Nisan Çarşamba günü Hacettepe Üniversitesi, Toprak Etiği Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin düzenlediği turnalarla ilgili bir sempozyuma katıldım çünkü bu sempozyumda annem, Özge Keşaplı Can’ın bir sunuşu vardı. Okulumdan izin alıp sempozyuma gittiğimizde “Klasik ve Modern Türk Şiirinde Turna” sunumu yapılmaktaydı. Bu sunumdan “Telli Turna” şarkısının aslında bir şiir olduğunu öğrendim ama açıkçası sunumdan biraz sıkıldım. Bu sunum bitince kahve molası verildi. Moladan sonra annemin sunuşu vardı. Annem sunuşunu “Children are the hope” (çocuklar umuttur)’un kurucusu olan Korie M. Klink ile birlikte hazırlamıştı. Fakat maalesef Korie yurtdışında olduğu içi sunuma katılamadı. “Bülbülden Turnaya Kuşlarla Eğitim” adlı sunuşunda annem, benim ve kardeşimin resimlerini de kullandı.

8


Annemin sunuşunun ardından bir sunuş daha vardı. Daha sonra Hügem Anadolu müzik topluluğundan turna türkülerini dinledik. Saat 17.00’de “Gitme Turnam”(çünkü turna nesli tehlike altında olan kuşlarda biri) isimli sergi açılışı vardı. Sergide elliden fazla sanatçının turnayla ilgili eserleri vardı. Sergiden çok keyif aldım.

Bu sempozyum sayesinde turnaların kültürümüzdeki yerini öğrendim ve Nisan ayına güzel bir başlangıç yaptım.

* Ahmet Yesevi İlkokulu 4B, Ankara

9


Güneş Bize Küsmesin Yaren Göçmez *

* Mustafa Kızılağaç İlkokulu, 3. Sınıf, Bodrum.

10


Yapayalnızım Ben Kağan Koç * Gözlerimi açtım; Yeni bir gün, Yine korku, Yine endişe…

Etrafıma bakıyorum, Kimsecikler yok. Yapayalnızım… Dört duvar arasında kapatılmış gibiyim.

Yanımda elimi tutabilecek bir annem, Peşinden koşup oyun oynayabileceğim bir arkadaşım, Ya da bana yol gösterecek bir büyüğüm… Kimsem yok yapayalnızım.

Sanki kimse beni sevmiyor. Bana değer vermiyor.

11


Herkes sanki bana küsmüş. Kimse benimle ilgilenmiyor. Annesiz babasız bir çocuğum ben…

* Şehit Barış Öztürk Ortaokulu 6/B, Eskişehir

12


Bir G羹zel Masal Lemannur G羹neri *

* TED Koleji, 2. S覺n覺f, Bodrum.

13


Çocuk Rüzgar Can * Bir çocuğum ben, Bulutlardan gemi yapıp, Hayal denizinde yüzen.

Bir çocuğum ben, Topraktan araba yapıp, Rengârenk yollara düşen.

Bir çocuğum ben, Gövdesi havuçtan, kanatları maruldan, Bir uçak yapıp, Yıldızları seyreden

* Ahmet Yesevi İlkokulu 4B, Ankara

14


Aile Yaren Göçmez *

* Mustafa Kızılağaç İlkokulu, 3. Sınıf, Bodrum.

15


Söyleşi: Songül Bozacı Songül Bozacı, Yaratıcı Drama Eğitimi süresince Masal ve Drama alanına ilgi duydu. 2012 İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali koordinatörlük sürecini tamamladığında Şirince Masal Festivali’ne katıldı. İstanbul dönüşünde Nazlı Çevik’in armağan ettiği Hikâye Anlatıcılığı eğitimine katıldı. Hikâye Anlatıcılığı ve Yaratıcı Drama yöntemi ile gerçekleştirdiği Evvel Zaman İçinde, Masal Sanat İçinde çocuk masal atölyelerini farklı kurumlarda gerçekleştirmeye devam etmektedir. Aynı zamanda 2016 İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali Koordinatörlük sürecini yürütmektedir.

Masal türü gibi büyük bir çoğunluk için mazide kalmışçasına yok sayılan bir anlatı biçimini sürdürüyorsunuz. Buradan yola çıkarak masal anlatıcılığına yönelim sürecinizi, amacınızı ve motivasyonunuzu sizden dinleyebilir miyiz?

16


Masallar uzun yıllardır bu topraklarda hep vardı ve var olmaya devam edecek. Hiçbir zaman mazide kaldığını açıkçası düşünmüyorum. Eskiden dedelerimiz, ninelerimiz, annelerimiz, babalarımız bizlere uyumadan önce hep masal anlatırlardı. Teknoloji çağı ile birlikte değişen birçok denge oldu. Masal anlatıyordum fakat bunu bir meslek olarak görmeyi aldığım Hikâye Anlatıcılığı eğitiminden sonra düşünmeye başladım. Çocuklarla çalışıyorum ve çocuklara yönelik birçok projede yer alıyorum. Masalların anlatılıyor olması onların ilgi ile dinleniyor olması eskinin kadim bilgeliğine yönlendiriyor bizleri. Yaratıcı Drama nasıl ki hayatın provası ise masallar da hayatın bilgeliği diye düşünmekteyim.

Bugüne kadar nasıl bir ilgiyle karşılaştınız? Öngördüğünüz hedef kitleye erişme açısından mevcut durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yetişkinlere masal anlatımını dâhil olduğum Fama’nın Evi Hikâye Anlatıcıları ile gerçekleştirdim. Bu anlatılarda gördüm ki her masalın ulaştığı bir kitle var. Hem çocukların hem yetişkinlerin aynı masalı keyifle dinlediklerini gördüm. Bireysel olarak anlatımlarımı çocuklarla atölye tarzında sürdürmeye çalışıyorum ve bu atölye ile ulaşabildiğim birçok çocuğa ulaşmak istiyorum. Hedef kitlem öncelikle çocuklar olacak. Masal’a gönül veren herkesin bir şekilde yolu kesişiyor diye umut ediyorum.

Sizce çocukların kişisel gelişiminde masallar nasıl bir rol oynuyor? Bu noktada kuşak/dönem farkı ne ölçüde etkin? Çocukların yaratıcı düşünmesini ve yaratıcılığını artırmasında masal dinlemenin oldukça önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Çocuklar dinledikleri masalın kahramanlarını düşünerek, onların yerine geçerek hem ifadelerini hem

17


kendilerini anlatmayı masal ile birlikte çok daha keyifli bir hale getiriyorlar. Her yaş grubuna ve her kuşağa hitap eden masallar ve hikâyeler bulunuyor. Ve tabi ki bizim kuşağımız biraz daha şanslı idik çünkü bize masal anlatan annelerimiz, babalarımız, dedelerimiz, nenelerimiz var idi. Bir ara kuşak belki bunları yaşayamamış olabilir fakat yeni kuşak da şu anda yeniden diriltilen hikâye anlatıcılığı ile tekrardan masalları dinlemeyi ve çocuklarına masal anlatmanın keyfini yaşıyorlar.

Masalları yöresel halk hikâyeleri olarak ele alsak ta birçok anlamda evrensel olduğunu görmekteyiz. Sizce bunun sebebi nedir? Masalların mesajları her bölgeye göre değişmekte. Anlatmak istediğim masalı seçmek için birçok kaynağa başvurmaktayım. Ve seçtiğim masalın kesinlikle benimle bir bağı oluyor. Verdiği mesaj, içinde ki bir karakter kendi içimizle bir bağ kurmamızı sağlıyor. Yaptığım araştırmalarda görüyorum ki aynı masal başka

18


bir ülkede başka bir yorumla anlatılmakta. Masalın iskeleti kesinlikle aynı fakat verdiği mesaj çok farklı olabiliyor. Fakat çok uzak ülkelerde dinlenilen bir masal Anadolu’nun bağrında gelip bizi bulabiliyor. Masallar ortak insani yönlerimiz ile birbirimize bağ kurdurtuyor. Bu da olayları yaşayanların kültürel olarak farklı olsa da hikâyelerin anlatıldığı kişiler o toprakların yaşayanları olduğundan nesiller boyu aktarılmaya devam ederek kültürü ayakta tutuyor. Daha önce dediğim gibi masal hayatın bilgeliğini öğretmede bize aracılık ediyor. Pulitzer ödüllü yazar Willa Cather “Aslına bakarsanız insana ait sadece birkaç değişik öykü vardır ve bu öyküler çağlar boyunca sanki daha önce hiç anlatılmamış gibi tekrar tekrar anlatılır.” Cümlesi ile masalın evrenselliğini çok net ifade etmektedir.

Masallarda anlatıcının rolünün önemi dinleyici kitle üzerindeki etkisi ele alındığında açıkça ortaya çıkıyor. Dinleyici kitlesinin çocuk olduğu bir grupta masal anlatımında ne gibi sorunlarla karşılaşıyorsunuz? Anlatıcı masalı yaşayarak anlattığında karşı tarafta bunu hissediyor ve kendisi de masalın içinde oluyor. Bir bütünleşme hali olabiliyor. Her anlatıcının farklı bir anlatım tarzı olabiliyor ve her masalın farklı bir kişiye hitap ettiği de oluyor. Lakin en önemli etken yürekten anlatıyor olmak. Çok fazla teatral büyük hareketler katmıyor olmak. Dinleyicinin dikkatinin çok fazla dağılmaması gerektiğini düşünüyorum. Çocuklara, masal anlattığımda onların heyecanla ve merakla bir sonra ki adımı beklediğini hissedebiliyorum. Anlatımlarımda çocuklarla interaktif olmaya çalışıyorum. Bazen onlara sorular sorarak onları da masalın içine katıyorum. Çocuklarla masal anlatma serüvenim de herhangi bir sorun ile karşılaşmamaktayım. Fakat eğer ki anlatım sürecinde çocuklarla sorun ile karşılaşan arkadaşlarım var ise başlangıçta onlarla masal ile ilgili kısa bir

19


sohbet ya da meraklarını çekebileceklerini düşündükleri sorularla ilgilerini anlatıma çekebilirler. Hatta çok kısa bir oyun ile masal sürecine başlayabilirler diye naçizane önerilerde bulunmak isterim.

Son dönemlerde dinlere dayalı birçok söz ve olgunun masalların içine yerleştirildiğini

görmekteyiz.

Bunun

çocuklar

açısından

sakıncalarına

değinebilir misiniz? Din sosyolojik bir olgu olarak çocukların ve hepimizin hayatında. Fakat çok küçük bir yaş çocuğa henüz tüm kavramları düz bir çizgide anlayabiliyor iken bu tarz mesaj kaygısı ile hareket eden masallarla ulaşıyor olmak çocuğun kendi düşüncelerini oluşturma sürecine zarar verdiğini düşünüyorum. Masal sonuçta hayatımızın bir parçası ve yaşamın bir nevi anlatı yolu ile bilgilendirmesi bizi. Masalların alımlamaları yapıldığında aslında anlatılmak istenen birçok bilginin çok farklı mesajlar taşıdığını da görebiliyoruz. Çocuklara anlatılacak masalların

20


özenle seçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sonu iyi biten her masalın da illa ki çocuklara hitap ettiğini düşünmüyorum. Çocuğun hikâyeden öğreneceği bir durum olmalı. Ya da sorgulayabileceği… Ya da sadece keyif alacağı bir dinleti süreci yeterli olacaktır.

Önümüzdeki döneme dair kısa ve uzun vadeli çalışmalarınız nelerdir? Sizi nerelerde takip edebileceğiz? “Evvel Zaman İçinde, Masal Sanat İçinde” çocuk masal atölyelerini farklı kurumlarda gerçekleştirmeye devam ediyor olacağım. Ayrıca şu anda devam eden Elim Sende Derneği bünyesinde Leyla Sakpınar ile gerçekleştirdiğimiz

21


Masalın Sözcükleri, Masalın Rengi atölye çalışması ile çocukların kendi hikâyelerini oluşturdukları ve onların resimlerini çizdikleri bir projemiz devam etmekte. Ayrıca; 2016 İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali hazırlık sürecim yoğun bir şekilde devam ediyor. Bienal süresince öğretmenlere ve öğrencilere yönelik hikâye anlatıcılığı atölyeleri de hazırlıyor olacağız. https://www.facebook.com/VeSanatVeDramaVeMasal?fref=nf&pnref=story https://www.facebook.com/istanbulcocukgencliksanatbienali?fref=ts Bizlere zaman ayırarak “Çocuk ve Sanat” dosyamızı zenginleştirdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Dosya başlığınız oldukça önemli. Bu dönemde çocuk ve sanat için yapılan her çalışma benim için çok değerli. Bu dosyada olma fırsatı tanıdığınız için çok teşekkür ederim.

Fırat Tunabay

22


Çizgi Filmlerin Yeri, Önemi ve Etkisi Onur Soylu

Yirmi yaşına gelmiş ve hala çizgi film izleyen biri olarak fazla detaya inmeden çizgi filmlerin tarihsel ve kendi açımdan önemi yazmak istedim. Yaşım itibari ile daha çok 2000’lerden sonraki çizgi filmlerle büyüdüm. Bu yüzden günümüze baktığımda daha şanslı bir çocukluk geçirdiğim söylenebilir. Şuan aynı heyecanı almak zor. Pokemon’un yeni bölümleri için akşamları okuldan eve koşarak gelirdim. Bazense okula geç giderdim Cedric için. Çünkü okulda yedi yaşımda dertlerimi kimse anlamıyor ve anlatamıyordu onun kadar. Richie Rich vardı bir de. Paranın ne kadar önemli ve güzel olduğunu öğütlerdi sanki. Çok zengindi vicdansız. İlk o zaman cebime bakıp taso bulduğumda kendi kendime fakirim demiştim. Zaten o günden sonra da izlemedim onu. Hayatımda en önemli yere sanırım Şirinler sahipti. Çocukken pek anlayamazdık tabi ama şu an düşününce hepimizin hayali olan bir hayat vardı o çizgi filmde. Şirin Babanın sakallı olup Karl Marx’a benzetilmesi, parasız bir hayat sürmeleri, her şirinin bir uğraşının olması, Gargamel’in ABD’ye benzetilmesi, para ve altın düşkünü olması (kapitalizm), şirinleri yemesi (misyonerlik) vs. Sanırım bu yüzden olacak ki ABD’de bir süre yasaklanmıştı…

23


Arı Maya, Taş Devri, Jetgiller vs. ismini unuttuğum pek çoğu… Bunlar bizi eğiten ve şekillendiren çizgi filmlerdi. En önemli nokta da bu sanırım “Eğiten ve Şekillendiren” olması.

Çizgi filmler tarihte yeni bir nesil oluşturmada çoğu kez tercih edilmiştir. Bunun pek çok nedeni var. Dönemsel olarak bakarsak insanı etkilemenin en kolay yolunu burada görürüz. O sevimli karakterler nasıl olur da yalan söyleyebilir ki bize? Çizgi filmlerin bu yöntemle kullanılmasını en net olarak 2.Dünya Savaşında görüyoruz. Savaş döneminde ülkeler birbirlerini yok edebilmek için her şeyi kullanmaktan çekinmezler. Bu savaşlar askeri, ekonomik ve siyasi olabilir. Çizgi filmler ise daha çok savaşlarda kültürel rol oynar.

Özellikle Walt Disney karakteri başta olmak üzere Amerikan çizgi filmleri bu savaşta en güçlüleri arasındaydı. Kullanmaktan da hiç çekinmedi denebilir. Nazi

24


Almanyası bu karakterleri Anti-Amerikan propaganda çizgi filmlerinde de kullanarak bir nevi kendi silahlarıyla Amerika’yı vurdu. Çizgi filmler sosyalistler için de önemli bir araçtı. SSCB’de o dönem okuma yazma oranı oldukça az olduğundan ve en geniş topraklara sahip olmasından kaynaklı propaganda oldukça önemliydi.

Lenin’in de sözünü ettiği gibi “Bütünsel olarak okuma yazma bilmeyen ve periferide ikamet eden herhangi bir normal Sovyet yurttaşının anlamakta zorlanacağı birçok devrimci/sosyalist/komünist düşünceyi iletmenin en emin yolu yine propaganda ile mümkündür”. Propaganda önemliydi ve çizgi filmler en önemli propaganda aracıydı.

1924 yılından Prestrayla dönemine kadar yapılmış çizgi filmler en önemlileriydi. Bunlar genel olarak Varşova Paktı ve diğer Sosyalist ülkeler için yapılmışlardı. Dört adet kısımdan oluşan bu çizgi filmler; -Amerikan Emperyalistler -Faşist Barbarlar -Kapitalist Köpekbalıkları -Aydınlık Geleceğe Doğru- Komünizm

Sovyet çizgi filmlerindeki çocukları ürkütmeyen, yumuşaklığı ve sakinliği bu filmlerde de görmek mümkün. Üstelik Nâzım Hikmet’in aynı yıllarda kaleme aldığı bir makalesinde de dediği gibi “Çizgi filmler yalnızca çocuklar için değil, büyükler içindir de” Nazım Hikmet’in de 1959 ve 1962 yıllarında sonuçlandırılmış “Sevdalı Bulut” ve “Hanene Huzur Dolsun” adlı iki canlandırma filmi ve yaratım sürecinin hikâyeleri bulunuyor.

25


“Sevdalı Bulut”ta iyi niyetli ve temiz ruhlu Ayşe’nin güzelim bahçesini ele geçirmek isteyen zalim Seyfi’nin kurnazlıkları Ayşe’ye sevdalanan Bulut’un aklı ve özverisiyle sonuca ulaşamaz. Sonuçta kazanan sevgidir; sevdikleri uğruna kendini feda etmek durumunda kalanların yaşamının sonsuzca sürebilir olmasıdır. Davul sesleri, komutan, halk, aile gibi simgelerin yer aldığı “Hanene Huzur Dolsun” canlandırma filminde ise üç savaş dönemiyle barış mücadelesi ve her şeyin insanın kendi elinde olduğu anlatılıyor. Eğitimin şu denli gericileştiği, yeni dindar ve kindar bir neslin yaratılmak istendiği şu dönemde çocuklarımızın, kardeşlerimizin bu sapkınların ellerine bırakılmamasının önemi büyüktür. Evde, okulda, sokakta yapılacak her propaganda gelecek Haziran kuşağımız için çok kıymetlidir.

Hepimize kolay gelsin.

26


Animasyonlar ve Değişen Müzik Selin Süar

İnsan, sosyal bir varlık olarak doğduğu andan itibaren çevresiyle etkileşim içine girer. İlk başta anne ve babayı rol model alan çocuk, zaman içerisinde içinde yaşadığı toplumun kültürel özelliklerine olan aidiyetini çevresiyle ve eğitimle kazanır. Günümüzde sosyal çevrenin ve okulun yanında kitle iletişim araçlarının da bu aidiyetin kazanılmasında, ideolojilerin oluşumunda etkin bir rolü bulunmaktadır. Başta televizyon ve internet bireylerin hayatını etkileyen, hatta onu şekillendiren bir yerde konumlanmaktadır. Sinema, bir kitle iletişim aracı ve yedinci sanat olarak varlığından bugüne dek kitleleri şekillendirmekte ve yönlendirmekte büyük bir işleve sahiptir. 1896 yılında, Paris’te bulunan Grand Cafe’de, görüntüleri kaydeden ve bir ekran üzerine yansıtmaya yarayan sinematograf, Lumiere Kardeşler tarafından ilk kez halka tanıtıldığında büyük heyecan uyandırır. Sessiz sinema çağı olarak nitelendirebileceğimiz bu görüntüler, sinema dilinden oldukça uzak olan belge ve haber görüntüleridir. Sinemanın kendine özgü anlatım olanaklarından yararlanma ve öykü anlatma dönemi, temel olarak Fransız yönetmen Georges Melies’le başlar. İlerleyen dönemde, bu alanda baş gösteren rekabet, yapımcıları kitlelerin ilgisini uyandıracak yeni filmler yapmaya iter. Böylelikle birkaç makaralık uzun filmler de yapılmaya başlanır. En nihayetinde Amerika’da uyarlama eserler beyaz perdeye aktarılmaya ve ‘star system’ (yıldız oyuncular) ortaya çıkmaya başlar.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da Fransız ve İtalyan sinemaları öncül konumdadır. Sinemayı seyirlik eğlenceden bir anlatım aracına yükselten en önemli kişi olan Griffith, tarih sahnesine çıkmıştır. Sinemanın olanaklarıyla atmosfer kuran, duygu ve düşünceleri en çarpıcı biçimde aktaran Griffith, film

27


yapım sürecinin temel ilkelerini oluşturmuştur. I. Dünya Savaşı sonrasında yine en önemli gelişmelerden biri, savaştan mağlup ayrılan Almanya’dan gelmiştir. Dışavurumcu Alman Sineması, 1920’lerde gelişiminin doruğuna varır. Bununla beraber savaş sonrasında sinema alanındaki en önemli gelişmelerden biri de Sovyetler ’de ortaya çıkar. Sinemanın bir propaganda aracı olduğunu kavrayan Sovyet hükümeti, dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü’nü (VGİK) kurar. Amerika ise aynı dönemde film yapım, dağıtım ve gösterimi en önemli sanayi dallarından biri haline gelmiştir. Geniş kitleleri cezbeden popüler sinema türleri de bu zamanda oluşmaya başlamıştır. Elbette bunlar arasında en çok ilgi göreni komedi olmuştur. Herkesin bildiği üzere Charlie Chaplin, Fatty Arbuckle veya Harold Lloyd gibi sanatçılar ortaya çıkmıştır. Bu filmlere bakılacak olduğunda, görüntülere bir piyano eşlik etmiş ve klasik müzik eşliğinde dönemin popüler eserleri çalınmıştır. Zamanla piyano, yerini, salonun kenarına kurulan orkestraya bırakmıştır. Bu nedenle denilebilir ki, sinemanın müzikle birlikteliği eski yıllara dayanmaktadır.

Canlandırma Sineması

Günümüz sinemasının en vazgeçilmez öğelerinden biri olan animasyon, yani canlandırma sineması resimlerin hareketli oldukları yanılsamasını uyandıracak biçimde düzenlenmesidir. Bir başka deyişle fotoğrafların art arda sıralanıp gösterilmesine dayanan animasyon tekniği, var oluşundan bugüne dek çocukların ilgisini en çok çeken türlerden biridir. Farklı olay örgüleri, karakterleri ve anlatım teknikleri ile çocuklara hitap eden animasyonlar daha ziyade eğlenceli, mizah anlayışıyla donatılmış ve hareketlerin seslerle desteklendiği, müziğin yoğunlukta kullanıldığı bir şekilde karşımıza gelmektedir. 1920’li yıllarda Walt Disney’in ilk sesli animasyon filmleri ile birlikte çizgi film sektörü

28


bir eğlence aracı olarak büyük bir aşama kaydeder. 1923 yılında Walt Disney’in sahibi olduğu stüdyo iflas edince Disney kendine yeni bir stüdyo açar. Burada çizgi film karakterleri kullanarak animasyonlar yapmaya başlar. Bu nedenle Walt Disney, animasyon kültürünü oluşturan en önemli isimlerdendir. Sonuç olarak 1928- 1938 yılları arası, çizgi film sektörü bir anlamda altın çağını yaşar.

Çizgi filmler, çocuğun, hayatı bilişsel ve duyuşsal olarak kavradığı evrelerde, çocuklara hitap eden, onların bilinçaltına sızan oldukça önemli bir tür olarak karşımıza gelir. Animasyonlarda müzik kullanımı yine hikâye örgüsü kadar önemlidir. Müzik, sinema gibi güzel sanatların bir koludur ve sanatın işlevi düşünüldüğünde müzik ve sinemanın bir toplumda kültürün taşıyıcıları olduğunun

altını

çizmek

gerekir.

Animasyonlarda

film

müziği,

film

görüntüleriyle aynı potada birleşen bir çerçeve içinde sunulmaktadır. Bu nedenle filmin ritmiyle paralel ilerlemekte ve görüntülerden bağımsız değerlendirilememektedir. Animasyon türünün oldukça geliştiği Japonya ve Amerika gibi ülkelerde sektör içerisinde teknik, çizim, modelleme kadar

29


müzikler de bir endüstri haline gelmiştir ve hayati önem taşımaktadır. Bu anlamda sinema ve müzik; birer popüler kültür ürünüdür ve her popüler kültür ürünü gibi sisteme endeksli icra edilmektedirler. Müziğin önemli bir kültürel olgu olduğunu düşündüğümüzde ve müzikle beraber izlerkitleye sunulan filmlerin etkileyicilik oranının ne kadar arttığı göz önünde bulundurulduğunda her iki sanatın da kitleleri yönlendirme gücünün devasa olduğu görülür.

Günümüzde popüler kültürün dayattığı en önemli olgulardan biri eğlence olmaktadır. Televizyon içerikleri ve yine sinema endüstrisinde yan sanayi ürünlerine kadar her şey eğlenceye ve tüketime dayalı tasarlanmaktadır. Bu bağlamda animasyonlarda müziğin eğitici olma özelliğinden ziyade eğlendirici olma özelliği barındırmasına yer verilmektedir. Amaç, izleyicilerin hoş zaman geçirmesidir. Teknolojinin de etkilediği bu manzarada kuşaklararasındaki fark artmaktadır. “Ekonomik ve mekanik olarak yayılan müziğin canlı ve kaydedilmiş pop müzik dinlemenin standardı haline geldiği, bir çocuğun görüntüyü dondurabildiği, yazılı metinleri ancak yeniden okuyabilecekken bir sesi ya da görsel bir bölümü tekrar tekrar izleyebildiği, televizyon ekranlarında dramatik bir anlatımı otuz saniye içinde aktarmak gibi teknolojik yenilikler karşısında teatral bir görünümün hiçbir etki yaratmadığı bir çağda yetişmiş birinin, modern yüksek teknolojinin bütün mevcut televizyon kanalları sayesinde algının birkaç saniye içinde harekete geçirilmesini mümkün kılmasından önceki günlerde geçerli olan basit çizgisel ya da ardışık algıyı hatırlaması pek mümkün değildir” (Hobsbawm, 2006: 675). Özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibaren çizgi filmlerin de içeriği, yapısı ve buna paralel olarak müzikleri de değişmiştir. Kahramanı temel alan, mücadeleyi ve savaşı hikâye örgüsüne koyan animasyonlar, günümüzde daha çok şiddet içerikli olmuş, yaş grubunun

30


belirlenmesi, olumsuz sözcük kullanımının yasak olması gibi kıstaslar neredeyse ortadan kalkmıştır.

Televizyon bu aşamada bir nebze olsun sansürlenebilen bir kitle iletişim aracıyken internet üzerinden film içeriklerine kolayca ulaşılabilmesi ve elbette üç boyutlu teknolojilerle modellenen bilgisayar oyunları ve yine buna göre tasarlanan müzikler; çocukların şiddete eğilimli olmalarını da beraberinde getirmektedir. Beyaz perdede ise durum biraz daha değişiktir. Yaş grubuna ve cinsiyete göre film içerikleri ve müzikler değişse de hip-hop, rap, rock gibi türler animasyonların içine girmiştir. Bununla beraber Ruhların Kaçışı, Komşum Totoro, Küçük Deniz Kızı, Karınca Z ve ismini sayamayacağımız birçok animasyonun tema müziği çok güçlü orkestralar tarafından, güçlü operalar şeklinde bestelenmiştir.

Sonuç olarak bir sanat yapıtı, kendisini çevreleyen toplumsal, tarihsel, ekonomik ve sosyo-kültürel koşullardan bağımsız olarak değerlendirilemez. Sinema, toplumların görsel belleğini oluşturan ve gelecekle köprü kuran bir

31


sanat dalıdır. Müzik ise neredeyse insanoğlunun varlığından beri olan en eski sanat dallarından biridir. İlkel insanların taşlardan, kemiklerden yaptıkları enstrümanlarla doğadaki sesleri taklit etmesine kadar uzanan bir tarihi bulunmaktadır. Sinema ve müziğin birlikteliği ise sinemanın ilk yıllarına dayanır. Sessiz film döneminde animasyon örnekleri de dâhil olmak üzere karakterlerin hareketlerine ve olay örgüsüne müzik eşlik etmektedir. Animasyonlarda yer alan çocuk karakterler, mekân, hayvanlar, şirin yaratıklar, fantastik bir dünya; çocukları çizgi filmlere bağlayan temel unsurlar arasındadır. Çocuklar, animasyonda

izledikleri

edememekte

ve

çoğu

kahramanlarının çocuk,

dünyasının

kendini

gerçekliğini

animasyon

ayırt

kahramanıyla

özdeşleştirmektedir. Animasyon için yapılan müziğin payı da bu bağlamda oldukça büyüktür. Çizgi film bir iletişim aracı olarak; içinde barındırdığı karakterler, hikâye kurgusu veya çizdiği atmosferle kültürü ve ideolojiyi izlerkitleye aktardığı gibi çizgi film müziğiyle de aktarabilmektedir. Hatta film müziğinin bu aşamada payı büyüktür. Ancak dayatılan kapitalist hegemonya, iktidar temsillerinin güçlendirilmesi ve popüler kültür kodlarıyla hem çizgi filmlerin içeriği hem de müziğinin tarzı değişmiştir. Bu bağlamda özgün ve eğitici çalışmaların yapılması, şiddet içeren görüntülerin ve bu tarz hisleri uyandıracak müziklerin uzak tutulması her şeyden önce çocukların ruh sağlığı açısından ve bilinçli bireyler yetiştirmek adına önemli bir görevdir.

KAYNAKÇA

HOBSBAWM, E. (1996). Kısa 20. Yüzyıl 1914 – 1991 “Aşırılıklar Çağı”, (Çev: Yavuz Alogan), İstanbul: Sarmal Yayınları.

32


Söyleşi: Ahmet Say Çocuk ve Sanat dosyamız çerçevesinde müzik deyince akla gelen ülke aydınlarından Ahmet Say ile Çocuk ve Müzik temalı bir söyleşi gerçekleştirdik. Ülkenin kırsal bölgelerinde müzik eğitmenliği yapmış buralarda korolar ve dans toplulukları kurmuş olan Say, eğitimdeki eşitsizlikten, 4+4+4’ün çocuklardan çaldıklarından ve bilinçsizlikten de şikayetçi. ‘‘Ne yapmalı?’’ sorusunun cevabının kovalandığı hoş, sohbet havasında geçen söyleşimizle sizleri baş başa bırakıyoruz. İyi okumalar…

Müzik eleştirmeni ve eğitimcisi olarak günümüz koşulları düşünüldüğünde, çocukların müzik ve sanatla etkileşiminde ne gibi farklılıklar görüyorsunuz? Sistem ve zihniyet, çocukların dünyasını hangi ölçüde bozdu?

Bilindiği gibi, günümüz eğitim anlayışının zihniyeti ve sistemi, müzik ve resim sanatlarına kötü gözle bakıyor. Oysa müzik ve resim sanatları, çocukların kendini ifade etmesinin en doğal biçimidir. Şarkı söylemek ve resim yapmak,

33


“çocuk hakları”nın başında gelir. Bu hak, okullarda çocukların elinden alınmış görünüyor: “4+4+4” denen eğitim sürecinde, müzik ve resim dersleri yalnızca ilk dört yıllık dönemde var. O da haftada iki saatten bir saate indirilmiş durumda. Şarkı söylemeyen, resim yapmayan çocuk, kendi iç dünyasına kapatılmış demektir. “Çocuk dünyası”nın kimyasını bozmak anlamına gelir bu.

Kolejlere gidebilen çocuklar, müzik ve resim konusunda daha şanslı görünüyor. Bu durum, eğitimde eşitsizliği getirmiyor mu?

Tabii ki getiriyor. Kolejleri geçelim, yurdumuzda öteden beri, kırsal kesimle kentlerdeki eğitimin düzeyi arasında eşitsizlik vardır. Söz konusu eşitsizlik, Köy Enstitüsü gibi, bütün dünyanın hayran kaldığı çağdaş bir eğitim sistemiyle giderilebilirdi. Buna izin verilmedi ve enstitüler kapatıldı.

Azizm ekibinin büyük bir bölümü, öğrenci olduğu yıllar boyunca müzik eğitimi alamadı. Çoktan seçmeli sınavlar için yuvarlak doldurmakla geçen yılların ardından kayıplarımız daha da belirginleşiyor ve ister istemez klişe bir soru çıkıyor ortaya: Çocuklar için müzik eğitimi neden önemlidir?

Çocuklar, yaratıcılığa uzanan yeteneklerini geliştirmeye, düş gücünü de kullanarak öğrenimin ilk yıllarında ağırlık verir. İzleyen yıllarda müzik, insan hayatının her evresinde insanı saran, insanla iç içe olan bir olgudur. Müziksiz insan, müziksiz toplum yoktur. Müzik, insanoğluna kendini tanıma, kendini ifade etme, kendini gerçekleştirme, hatta kendini aşma olanaklarını verir. Müzik derslerinde uygulanan toplu şarkı söyleme ise insandaki dayanışma bilincinin etkili bir uygulamasıdır. Çünkü toplu şarkı söyleme sırasında duyguların

34


paylaşımı, insan dayanışmasının yükseltilmesi anlamındadır. Biz buna “müzikal kafadarlık” diyoruz.

Çocuklarımız, hem müzik hem söz açısından yoz şarkılar dinliyorlar. Çocuk şarkıları konusunda aileler de bilinçli değil. Ne yapmalı?

Her konuda olduğu gibi, bu konuda da bilinçsiz anne ve babalardan hayır gelmez. Okullardaki “genel müzik eğitimi”, aynı zamanda bu tür eksikleri gidermek için konmuştur. Sırası gelmişken okurlara müzik eğitiminin üç temel türünü belirteyim: Okullarda uygulanan müzik eğitimine “Genel müzik eğitimi” denir. Konservatuvarlar ve benzeri müzik okullarındaki eğitime “Profesyonel müzik eğitimi”; kurumlarda, işyerlerinde örgütlenen müzikseverlerin uyguladığı eğitime ise “Amatör müzik eğitimi” denir. Toplumda bu üç müzik eğitimi türünün ayrı ve önemli yeri vardır. Gelişkin ülkelerdeki “Amatör müzik eğitimi”, geniş boyutlar kazanmıştır. Bireysel doyum ve toplumsal dayanışma açısından, kitleleri kucaklayan “Amatör müzik eğitimi” sayesinde artık “müzik otobüsü”nü kaçıran pek yoktur. “Ne yapmalı?” sorunuz karşılığında, bu üç müzik eğitimi türünün bilinçle uygulanması gerekir. Ülkemizde günümüzdeki koşullar buna uygun olmasa bile…

Cumhuriyetin kuruluş döneminde, aydınlanmanın bir öğesi olan müzik sanatının çağdaş yönde bir sıçramaya yöneldiğini görüyoruz. “Türk müzik inkılâbı” denen bu hareketin tam anlamıyla başarı kazandığını söyleyebilir miyiz?

“Türk müzik inkılâbı”, Avrupa’da Rönesans’tan başlayarak çoksesli müziğin katettiği yolu kestirme yoldan alabilmek için düşünülmüş bir iyi niyettir. Oysa

35


toplumun sınıfsal yapısı buna uygun değilse inkılâbın başarı şansı bütün toplumu kapsayamaz. Türkiye’de asıl aydınlatılması gereken sınıf ve tabakalar, “müzik inkılâbı”na uzak durmuştur. Buna karşılık, yalnızca Avrupa müzik kültürünün gelişim çizgisine yakınlık gösteren küçük bir aydınlanmış çevre, bu inkılâbı benimsemiş, uygulamasına yardımcı olmuştur. Sonuçta şu gelişimler yaşanmıştır: Okullardaki “Gınâ” dersleri yerine çağdaş anlamda müzik dersleri konmuş, konservatuvarlar, müzik öğretmenliği eğitimi, senfoni orkestrası, opera-bale kurumları, devlet tiyatroları, yoktan var edilmiştir. Günümüzdeki gerici anlayışa bakarak söz konusu inkılâbı küçümseyemeyiz.

Evet, TÜSAK Yasası ile bütün bu kurumların kapatılması öngörülüyor şimdi. Buna ne dersiniz?

TÜSAK Yasası, ülkemizdeki bütün devlet müzik ve sahne sanatları kurumlarının kapatılmasını öngörüyor. Devlet Tiyatroları’nın 22 ilimizde bulunan 40 dolayındaki sahnesi; Devlet Opera ve Balesi’nin Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya, Mersin ve Samsun’daki 6 birimi; ayrıca, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Antalya ve Bursa’da konserler veren 6 devlet senfoni orkestramız… Bu kurumların kapatılması, sahne sanatları ve müzikte Cumhuriyet öncesi döneme geçmek demektir.

Peki, bu sanat kurumlarında görev yapan binlerce sanatçı ne olacak?

Yasa taslağından anlaşıldığına göre, kıdemli sanatçılar emekli edilecek, ötekilerse illerdeki kültür müdürlüklerinde istihdam edilerek hiçbir işten anlamaz kâtip ya da bekçi konumuna getirilecek. Ya da bu sanatçılara “Sen git evde dinlen!” denecek. Ben öyle görüyorum…

36


Gericilik, klasik müziği ısrarla “seçkinlerin müziği” olarak gösteriyor ve bu görüşte olanlarla sermaye flört ediyor. Sizce bu ikili tehlikeye karşı nasıl bir direnç oluşturulabilir?

Çoksesli müzik kültürünün, “seçkinlerin müziği” olmadığını göstererek direnç oluşturulabilir. Bir örnek vereyim: Oğlum Fazıl Say, Uluslararası Antalya Piyano Festivali’nin sanat yönetmeni olduğu 14 yılda, Antalya’nın çoğunlukla gecekondu mahallelerini barındıran Kepez’de, binlerce kişi alan dev bir çadırda konserler veriyordu ve buranın halkından geniş ilgi görüyordu. Birkaç ay önce ise Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesine bağlı Karaözü köyünde, şan sanatçısı Serenad Bağcan’la bir konser verdi. Daha açık bir deyişle söyleyeyim: Serenad’ın söylediği şarkılara Fazıl piyanosuyla eşlik etti. Üç bin kişi geldi bu konsere. Ben de oradaydım. Köy meydanında halkın büyük bir sevgi ve saygıyla dinlediği bu konserden sonra Fazıl, basından gelenlere şöyle dedi: “Bundan sonra köylerde de konser vereceğim!”

Bu örnek, bazı şeylerin yapılabileceğini, olabileceğini gösteriyor. Söyleşimizle Azizm’e destek olduğunuz için size teşekkür ederiz.

Azizm gibi ileri insanlıktan yana bir dergiye destek olmak görevimdir. Ben de size teşekkür ederim.

Gökay Korkmaz

37


Sinemamızın Hayaletleri: Çocuk İşçiler Onur Keşaplı Güncel siyasetin süratle değişkenlik gösterdiği, söz konusu akışın akılcılıktan uzaklaşarak “laf sokma”nın dayanılmaz hafifliğiyle şekillendiği bir ülkedeyiz ne yazık ki. Faşizan, sermayeci, gerici düzeni alaşağı etme ve eşitlikçi, özgürlükçü yeni bir düzende yeni bir zihniyet inşasına girişmeyi amaçlayan örgütlerin bile içine çekildiği bu düşüklük, gündelik yaşamın kimi büyük sorunlarının dahi rafa kaldırılabildiği bir durum meydana getiriyor. İlerici, muhalif sanatçıların da mevcut durumdan kopmaları kolay olmuyor. Özellikle sinemada sol tavırla film üreten sanatçıların büyük çoğunluğu, halkın hali hazırda politik bir bilince eriştiği konularda film üretmeyi tercih ediyor ya da hedef kitleyi bilinçli bir toplamla sınırlayarak adeta kendi kendini tatmin etmeyi seçiyor. Böyle olunca örneğin F tipi cezaevlerine, Gezi Direnişine, Kürtlerin sorunlarına dair filmleri zaten konuya vakıf kitle izleyip alkışlıyor ve herhangi bir toplumsal aydınlanma veya dönüşüm yaşanamıyor. Bu durumu kırmak için başvurulması gereken yöntem, daha önce Azizm sayfalarında ve diğer yayınlarda defalarca değindiğimiz, Üçüncü Sinema biçimidir. Özetlemek gerekirse, Hollywood temelli geleneksel sinemanın ekonomik ve kültürel açıdan tüm dünyada inşa ettiği egemenliğe karşı 1960’lı ve 1970’li yıllarda Güney Amerika’da şekillenen Üçüncü Sinema, doğrudan politik ve radikal bir içerikle hareket eden sinematografik bir yöntemdir. “Kusurlu Sinema” ve “Açlığın Estetiği” gibi kodlara sahip olan bu yöntem, geleneksel sinemanın, yapım, dağıtım ve gösterim kanallarını aşarak, yapıtı hedef kitlesine doğrudan ulaştırmayı amaçlamıştır. İzleyiciye mesajını dolaysızca ileten ve ideolojik olarak tarafını net bir biçimde ortaya koyan Üçüncü Sinema, hedef kitlesini politikleştirmek adına agitpropa da uygulayan

38


saldırgan bir sinemadır. Bu doğrultuda hedef kitle olarak genel izleyicinin belirlendiği bir film ile belli bir toplumsal sınıfın belirlendiği bir filmin Üçüncü Sinema açısından aynı içeriğe sahip olması beklenemez. Aynı şekilde hedef kitlenin filme gitmesini beklemek lüksü bu yöntemde yoktur. Filmi üretenler, mesaj kaygısını somut olarak taşıyanlar filmlerini bizzat kitleyle buluşturmak zorundadır. Eğer hedef kitle sosyalist bir tabansa, filmin ya sola, devrime dair bir tartışma açması ya da o güne dek değinilmemiş bir konuya parmak basması gerekmektedir. Tam da bu noktada, ülkemizin Üçüncü Sinema açısından ne denli zayıf ve amaçsız olduğunu belirtmek gerekiyor. Yılmaz Güney’in son dönem yapıtları ve geçtiğimiz yıllarda gösterime giren Devrimden Sonra filmi dışında bu yönteme eğilen çalışmalar görmek imkânsız. Sorunlarını toplumsallaştırma ihtiyacı duymayan muhalif bir sinemanın kime/neye muhalefet ettiğini anlamak gerçekten zor. Bu konuda risk almayan sinemacılarımızın, ilerici hedef kitle için yeni bir soruna değindikleri filmler de çekmedikleri gerçeği amaçsızlığı tembelliğe dönüştürüyor. Sinema için “yeni” olacak sorunlardan birisi olarak çocuk işçileri gösterebiliriz. Kapitalizmin inşasından bu yana, kimi kanunlarla kısıtlanan ve zaman zaman coğrafya değiştiren bu sorun, ülkemizde haliyle mevcut olup son yıllarda sermayenin 24 Ocak-12 Eylül 1980 hücumuna aratmayan hamleleriyle büyümüştür. TÜİK’in 2012 verilerine göre 292 bin olan çocuk işçi sayısı, eğitim sistemindeki karşıdevrimci 4+4+4 müdahalesiyle 2014 yılında 900 bine ulaşmıştır*. Ortada yasalara ve insan haklarına aykırı bir hakikat olmasına rağmen hiçbir sinemacının kamerasını çocuk işçilerin gündelik yaşamına çevirmeyişi popüler bir tabirle söylemek gerekirse manidar. Bunda hiç şüphesiz son dönemde sınıfsal bakış açısından uzaklaşmanın payı büyük. Ancak hiçbir

39


sebep, çocuk işçilerin sinemamızda yok sayılmasını gerekçelendirmeye yetmiyor. Çocuk mahkûmlar gibi sinema için yeni ve bilinmedik sulara, Duvar filmiyle cesurca girebilmiş Yılmaz Güney örneği önümüzdeyken sonraki kuşağın ne çocuk mahkûmlara ne de çocuk işçilere değinmeyişi üzerinde tartışmayı gerektiriyor. Genel olarak işçi sınıfının beyazperdeden uzaklaştırılması, sansür en önemlisi de bireyin iç çatışmalarına öykünen hikâyelerin genel paydadaki hacim artışı çocuk işçileri alt başlıkların da altında konumlandırıyor. Diğer içeriklere dair filmlerde en fazla birer sahne veya motif olabiliyor yasalara rağmen çalıştırılan çocuklar. Buna karşın özellikle 1980’lerde, Küçük Emrah ile süren arabesk film furyasında, duygu sömürüsünü kuvvetlendirmek amacıyla sıklıkla çalışmak zorunda bırakılan çocuklara dair görüntüler görülmektedir. 12 Eylülün sinemamızı da imha ettiği bilinen bir gerçek. Toplumsal yapının bir daha asla darbe öncesindeki durumuna varamayışı sinemada da bir ölçüde geçerli. Ancak konu çocuk işçiler olduğunda, 1960-1980 arasının politize olmuş kitleleri ve sinemacılarına rağmen son otuz yılda hayaletmişçesine görülmeyen çocuk işçilerin söz konusu yirmi yılda da görmezden gelindiğini belirtmeliyiz. 1960’ların ilk yıllarıyla beraber, modern anlamda sinemamızın başlangıcı olarak yorumladığımız Toplumsal Gerçekçi dönemde Erksan ve Sağıroğlu’nun mülkiyet, emek odaklı filmlerinin tarla ya da fabrika çekimlerinde çocuk işçiler kısa sürelerle de olsa görüntülenmiş ancak filmin odağında yer almamışlardır. Yeşilçam’ın sabun köpüğü filmlerinin bile politik söylemler taşıyabildiği, hatta Cüneyt Arkın’ın popüler sağ ve solda konumlanan Malkoçoğlu ya da Komiser Cemil karakterlerine can verdiği bu dönem, çocukların başrolde olduğu bir filme de tanık olmuştur.

40


Senaryosunu Onat Kutlar’ın yazdığı, yönetmenliğini Ömer Kavur’un üstlendiği, 1979 yapımı Yusuf ile Kenan, 12 Eylül arifesinde sansür kurulunun yaptırımları neticesinde sinemacıların boykotuyla iptal edilen 16. Antalya Altın Portakal Ödülleri’nde En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini kazanarak dikkat çekmiş bir yapım. 2011 yılında “geç gelen portakallar” adı altında ödüllerine 32 yıl sonra kavuşan film, kan davası sebebiyle aileleri katledilen iki küçük kardeşin,

41


sığınabilecekleri tek akrabaları olan amcalarına ulaşma gayesiyle İstanbul’a uzanan hikâyesini anlatıyor.

Günümüzde de halen büyük önem atfedilen film, çocuk işçiler sorununa yaklaşımıyla ne yazık ki sınıfta kalıyor. Öncelikle filmin kent yaşamını olabildiğince kötülediğini, karikatürize edilmiş kötü figürler eşliğinde burjuvaziyi taşlarken bir bütün olarak kentteki insan ilişkileri gülünç duruma düşürdüğünü not edelim. Amcalarını bulamayan ve sokaklarda yaşıtlarıyla zaman geçirmeye başlayan Yusuf ve Kenan, kent yaşamının yıkıcılığına da birinci elden tanık olurlar. Çocuklar hayatta kalmak, dolayısıyla para bulmak zorundadır. Ağabeyi Yusuf’a göre daha naif bir portre çizen Kenan, klişe tabirle beladan uzak durmaya, namuslu kalmaya çalışırken Yusuf çete ilişkilerine bürünmüş yaşıtlarıyla daha tehlikeli bir sürece doğru ilerler. Kent yaşamının parçaladığı aile kurumunu da yan karakterler olan çocukların aileleri üzerinden ele alan film, Yusuf’un suç batağına çekildiği Kenan’ın ise işçi sınıfına mensup bir aile tarafından sahiplenildiği bir sona varıyor. Kenan’ın açısından bakıldığında izleyicide arınma ve bir ölçüde mutluluk uyandıran bu son, duvardaki

42


posterlerden sosyalist olduğunu anladığımız proleter ailenin Kenan’a sahip çıkarak ona iş bulmasıyla tamamlanıyor. Umutla sonlanan filmde Kenan’ın neden okula gönderilmediğini ya da en azından bunun neden mümkün olamadığı üzerinden bir tartışma şekillenmiyor. İlkokul çağındaki bir çocuğun niçin çalıştırıldığı maddi koşullarla ve evdeki diğer çocukların da çalışıyor oluşu göz önüne alındığında gerçekçi duruyor, fakat filmin bu mevcut duruma herhangi bir sorgulamaya girişmeden olumlu bir tutum takınması Yusuf ile Kenan’ın Aşil topuğu oluyor adeta.

Ezilen çocukların dünyasına en gerçekçi yaklaşımı sunan filmimizin, başarılı oyuncu yönetimi ve dönemi için güçlü sayılabilecek diyaloglarına karşın meselenin temelindeki yanılgısı sinemamızın muhalif kanadı için üzücü bir tablo ortaya koyuyor. Ardından gelen hiçbir filmin bu seviyeye ve odağa bile yaklaşmaması ise utanç verici. 1979’da göre çocuk işçi sayısının yasal

43


düzenlemelerin göz boyamasına karşın arttığı, büyük sermayenin de ucuz emek gücü olarak fırsata çevirme amacıyla desteklediği kesintili eğitimin yaşandığı bir dönemde sinemacıların bu çocuklara hayaletmişçesine davranmasının önüne geçilmeli. Kendilerini muhalif/sosyalist olarak nitelendiren ve adeta bunun ekmeğini yiyen sinemacıların bu konuya neden eğilmediklerini sorgulamalıyız, onları Üçüncü Sinema yöntemiyle kışkırtmalı hatta gerekiyorsa güdülemeliyiz. Ana dilini konuşamayan çocukların sinematografik imajlarının yanına, hakkı olan eğitimi göremeyen, sömürülen ve en önemlisi çocukluğunu yaşayamayan çocukların imajlarını da eklemeliyiz.

* Jüpiterlerinizi Saklayın – Akif Akalın https://haber.sol.org.tr/blog/sinifin-sagligi/akif-akalin/jupiterlerinizi-saklayin107551

44


Dünyayı Verelim Çocuklara İnan Aşık ‘‘Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında dünyayı çocuklara verelim kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi hiç değilse bir günlüğüne doysunlar bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı çocuklar dünyayı alacak elimizden ölümsüz ağaçlar dikecekler’’

Diyor Nazım usta 1962’nin Mayıs ayında. Nazım Hikmet bunları yazarken benden bir önceki kuşak bile daha dünyaya gelmemiş olsa gerek. Zaman geçti benden önceki kuşak dünyaya geldi, çocuk oldu ve büyüdü. Galiba onlara da bir günlüğüne de olsa dünya verilmemiş. Tarih kitaplarında okumadık, şimdiye kadar söyleyen de olmadı ‘’dünyanın arkadaşlığı öğrendiğini’’. Aksine tarih kitaplarında ve televizyon ekranlarında savaşları gördük hep. Dünyanın her gününde çocukların öldüğünü gördük, ebeveynleri tarafından şiddet gören çocuklar gördük, söylemeye dilim varmıyor ama ceza evlerinde tecavüze uğrayan çocukları da gördük.

45


Sonrasında bizler geldik dünyaya bizlerde büyüdük. Geldik bugüne. Bugünden bahsetmeden önce biraz çocukluğumuza dönelim. Güzel anılarımızın olduğu anlar vardır muhakkak. Arkadaşlık ilişkilerimizi hatırlayalım çıkar ilişkisi var mıydı? Hayvanlara olan sevgimizi hatırlayalım, kırlarda koşuşumuzu, ağaçlara tırmanışımızı… Kocaman bir sevgi vardı içimizde. Her güneşin doğuşunda bir yaşama sevinci vardı. Özgürlüğümüz vardı gökyüzünün sonsuzluğunda. Aldatma, hile, menfaat yoktu. Bir saflık vardı içimizde. Gökteki uçaklara el sallardık naralar atarak. Bazı günler o uçaklar geçmezdi; sabırsızlıkla beklerdik. Büyüyünce öğrendim o uçaklar F16 imiş. O uçaklar savaş uçağıymış. O uçaklarla şehirler bombalanır insanlar öldürülmüş. Söyleyin çocukken hangimizin dünyasında insan öldürmek vardı? Büyüdükçe sanki yeni bir dünyaya doğduk. Büyüklerin dünyasına. Ve bu dünyaya her adım atışımızda kirlendik. Ama öyle çamura batmak falan değil. Aklınıza gelen bütün kötülüklerle kirlendik. Ve bu dünya şimdi biz büyüklerin ellerinde. Şimdi biz de aldığımız mirası devam ettiriyoruz. Kirletiyoruz dünyayı. Kirletiyoruz gelecek nesillerimizi. Peki, hep böyle sürüp gidecek mi? Bu kirli düzen arlanıp paklanmayacak mı? Elbet değişecek insanı insanla kırdıran bu düzen. Yeter ki bu dünyayı çocuklara bırakalım bir an önce. Ama bu haliyle değil elbet.

46


Çocuk ve Şiir Gökay Korkmaz

Çok iddialı bir başlık. Bu yazı, adında haykıran bu iddiayı sırtlamayabilir. Daha doğrusu, bu iddiayı sırtlamak bu türden bir yazının harcı değildir. Belki geniş kapsamlı bir makale, belki de bir kitap… Çocuk ve şiir birçok açıdan ele alınabilir. Mesela çağımızın kavramı olan ‘‘çocuk şiirleri’’nden -çocuklar için yazılmış şiirler- bahsedilebilir. Bu konuyla ilgili, ülkemize henüz sıçramamış da olsa, batıda süren ve bir türlü fikir ortaklığına varılamayan ummalı tartışmaların bir parçası olabilir veya yeni bir görüş ileri sürülebilir. Bunu şuan yapmayı düşünmüyorum. Bu yazıda sadece şiirin çocuk için öneminden ve şiirin çocuktaki yerinden bahsedeceğim. Şiirin, insanı geliştiren ve olgunlaştıran bir edebi tür olduğu düşünüldüğünde, çocuğun gelişimi için de önemi belirginleşecektir. Çocuğun harmanlandığı disiplinlerden birisi mutlaka şiir olmalıdır. Şiir yazan veya okuyan çocuk kendisini tanıma-anlama serüvenine adım atmış olur. Bir çocuk bu serüvene ne kadar erken başlarsa, kendini tanıma-anlama evresini de o kadar erken bitirir ve bu diğer yollara nazaran daha sağlıklı olur. Kendisini tanımlayan bir çocuk etrafındaki olup biteni kavramaya çalışır, sorgulama yetisini kazanmaya başlar. Bunların yanı sıra şiir çocuğa soyutlama yeteneği kazandırır. Hayal dünyasını genişletir. Bu da çocuğu başka bir serüvene iter. Buna yazının ikinci kısmında değinmek istiyorum. Buraya kadar olan kısımda şiirin çocuk için öneminden bahsetmeye çalıştım.

47


Şiirin çocuğu olgunlaştırmasından bahsetmişken, yanlış bir algıyı düzeltme ihtiyacı duyuyorum. Çocukluk ve olgunluk birbirinin zıttı kavramlar değildir. Bu her ne kadar böyle gösterilmeye çalışılsada, çocuk olgunlaştığında çocukluktan çıkmış olmaz. Bu kavramlardan biri yaş ile alakalı iken diğeri düşünsel becerinin geliştirilmesiyle alakalıdır. ‘Çocuk erken yaşta olgunlaşırsa çocukluğunu yaşayamaz’ düşüncesi terkedilmelidir. Çocukluk çok güzeldir. Bu yıllarını, daha anlayarak, dolu dolu geçirmeleri için elimizden geleni yapalım. Şiir yazmak hayal gücü deryasında avlanmaya benzer. Peki, sadece avlanmak mı? Hayır! Bu, ilk adımdır. Usta şair, avladıklarını aklıyla terbiye eden, duygu ocağında pişiren ve her seferinde kalbiyle sunan kişidir. Çocuklar usta olmasa da ‘‘Her çocuk doğal şairdir’’ der, Kenneth Koch. Doğru da söylüyor. Bence de her çocuk şiir yazmak için doğal bir yeteneğe sahiptir. Biraz önce yaptığım tanıma geri dönelim. Çocukların; Hayal güçleri, hayatlarının hiçbir döneminde olmayacak kadar geniştir. Sürekli o temiz kalpleriyle hareket eder, konuşurlar. Akılla terbiye etme ve duyguyla pişirme işini de bırakalım ustalaşınca yapsınlar. Sınır tanımaz hayal güçleri ilk adımda yeterli olacaktır onlara. Şiirin çocukta ki yeri demiştik… Şiir çocuğun doğasında var. Bize düşen görevse sahip oldukları bu yeteneği keşfetmelerine olanak sağlamaktır. Brecht okuyun onlara! Nazım kitaplarını hediye edin. Anlamak da zorlanacaklardır elbet. Varsın olsun üstesinden gelecek güce, tertemiz bir akla, sahip çocuklarımız. Bir çocuğun yazdığını görmek, hele de şiir yazdığını görmek; eşsiz, tarifsiz bir duygu benim için. Bu anlamda dergimizin ‘‘Çocuk ve sanat dosyası için çocuklara çağrı’’sını önemli buluyorum. Yazılarını gönderen her çocuğu gönülden tebrik ediyorum. Bize kendi şiiri ‘‘Yapayalnızım Ben’’i göndermiş olan 12

yaşındaki

dostumuz

Kağan

48

Koç’un

gözlerinizden

öpüyorum.


Kaleminizi elinizden bırakmayın çocuklar, kaleminiz silahınız olsun, sıkın karanlığın üstüne.

Aydınlık bir dünya sizle mümkün!

49


Söyleşi: Levent Ayan

Müzik, insanlığın varlığından beri ruh halimizi etkileyen en önemi kavramlardan biri olarak karşımıza gelmekte. Klasik Batı müziğinin ana parçalarını oluşturan ve genellikle tarihi bir drama eşliğinde ortaya konan opera, yalnızca dünya tarihinde değil, Türk coğrafyasında da önemli bir yere sahip. Floransa’da bulunan ve kendilerine Camerala diyen bir grup aydının Rönesans’ın da etkisiyle müzikli dramaları geri döndürme çabalarının ortaya çıkması ve bunun için Eski Yunan’daki Erupides ve Sofokles’in tragedyalarından hareket etmeleriyle başlayan büyülü hikâye, Ortaçağ’ın karanlık dünyasından sıyrılıp dindışı öğelere karşımıza gelen ve devamında halk ezgileriyle süslenen müzikli eserin; zaman içerisinde tiyatro, orkestra ve koro eteğinde birleşmesiyle farklı biçimlerde günümüze dek uzanıyor. Üç beş notadan ve basit ritimlerden oluşan popüler müziklerin etrafımızı çevrelediği ve doğru duyma yetimizi her geçen gün daha da geriye götürdüğü günümüzde, sanatın devrimci ve ilerici kimliklerinden birini ortaya koyan opera eğitimcilerinden Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuarı, Opera-Şan Anasanat Dalı Başkanı Levent Ayan’a kulak verdik…

50


Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler Sayın Hocam. Çukurova Devlet Konservatuarı öğrencilerinin yüzünde sıcak bir tebessüm bırakan Levent Ayan kimdir, dilerseniz buradan başlayalım…

1967 Ankara doğumluyum. 1986 yılında Hacettepe Üniversite'si Ankara Devlet Konservatuvarı Opera-Şan Bölümü'nü derece ile kazanıp bu yola başladım. Öncesinde TRT Ankara Çocuk Korosu ve Gençlik korosunda söyledim. Zaten kafamdaki Konservatuvar ve Opera oluşumu da o dönemlerde başladı. O dönemlerde Türkiye'de bulunan Dünya Çapındaki Alman Koro Şefi Walter Strauss, sesimi dinleyerek beni konservatuvara; Opera Bölümü'ne yönlendirdi. Konservatuvara girmemle hayatımın akışı değişti. Konservatuvar aidiyet olgusu, operacı olmak duygusu, sanatçının gelişiminde bana göre çok önemli. Muammer Sun, Cüneyt Gökçer, Nüvit Kodallı, Yalçın Davran gibi çok değerli sanatçılarla çalıştım. Sanatçılığın ve sanatın ne demek olduğunu, Avrupa'nın

51


eğitim kalitesi açısından ilk 5’e giren Ankara Devlet Konservatuvarı'nda öğrendim. Konservatuvarda okurken 1990 yılında Macaristan'ın Budapeşte ve Debrecen şehirlerinde solo konserler verdim. Bunlar ilk yurt dışı konserlerimdi. Sonrasında yurt içi ve dışında sayısını hatırlayamadığım kadar solo şan konserleri ve resitaller verdim. Yine 1990 yılından itibaren Ankara Operası'nda korist ve solist olarak sahneye çıkmaya başladım. 1993 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı'ndan mezun oldum. 1996 yılına kadar Ankara Operasında çalıştım. O yıllarda onca yıl Opera’da çalışıp kadrosuzluk sıkıntısı çekmek, beni Türkiye'de sanata ve sanatçılığa bakış açısının ne kadar diplerde olduğunu anlamama sebep oldu. Yaşadığım kadrosuzluk, tercihlerimi değiştirmeme sebep olmuştur. Opera sanatına sanatçılar yetiştirmek üzere eğitmenliğe yöneldim. Teklif üzerine, 1996 yılında yeni kurulmuş olan Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Şan eğitmeni olarak göreve başladım. O tarihten itibaren bu kurumda Opera-Şan Anasanat Dalı Başkanı olarak görev yapmaktayım. Yüksek Lisansımı Çukurova Üniversitesi'nde tamamladım. Yüksek Lisans tezimi G.Verdi'nin Rigoletto Operası'nın Şan Tekniği ve Yorumlama Problemleri Açısından İncelenmesi üzerine yazdım. 2012 yılında kurduğumuz, konser grubu olan, Academic Quartet grubu üyesiyim. Yurt içi ve yurt dışında konserlerimiz sürmektedir.

Meslek tercihinde herkesin bir anısı vardır, ancak takdir edersiniz ki ülkemizde sanat eğitiminin çok da gerekli olmadığını düşünen büyük bir kitle var. Ailelerin ve gençlerin sanatla ilgili herhangi bir dala meslek olarak soğuk baktıklarını görmekteyiz. Tüm bunların gölgesinde konservatuara girmeye nasıl karar verdiniz? Bu mesleği seçerken endişeleriniz var mıydı? Aileniz destek oldu mu?

52


Meslek tercihimde benim hayatımda birkaç dönüm noktası niteliğinde anım olmuştur. Ama en önemlisi yukarıda da belirttiğim gibi o dönemlerde Türkiye'de bulunan TRT Ankara Çok Sesli Korosu şefi Walter Strauss'un benim sesimi dinlemesi ve konservatuvara yönlendirmesi olmuştur. Walter Strauss gibi değerli bir şefin o dönemlerde Ankara'da TRT'de olması benim için büyük bir şanstı. Hiç bir kaygıya yer etmeyecek şekilde bu şansı iyi değerlendirdiğimi düşünüyorum. Ailem de, hem bu yola yönelmemde, hem de eğitimimde maddi manevi bana tam destek olmuştur. Her fırsatta aileme ve eğitmenlerime teşekkürü bir borç bilirim.

Sanatın her alanı belli bir yaratıcılık ve yoğun emek gerektiriyor, ancak ses ve dolayısıyla şan eğitimi insanın doğru duyması ve duyduğunu doğru tonlaması nedeniyle ilk bakışta biraz ürkütücü geliyor. Sizce sahne sanatlarının belkemiği olarak niteleyebileceğimiz şan eğitimi denildiği kadar zor mu ve ses nankör mü? Şan eğitiminin yaş sınırı var mı?

Sözlüklerde Opera; “Bütün sanatların birleşimi" olarak tanımlanır. Gerçekten de opera, bütün sanatların bir arada kullanıldığı bir oluşumdur. Operada, oyunculuk vardır. Dans ve estetik vardır. Müzik, resim ve heykel vardır. En önemlisi de bu sanat unsurlarının yanı sıra insan sesi vardır. Bütün bu unsurların bir arada kullanımında koordinasyon yeteneği çok önemli yer tutmaktadır. Opera sanatçılığı, sadece sahnede şarkı söylemek değildir. Belli bir anlatım içerisinde ki biz buna rejistrasyon diyoruz, opera sanatçısı hem sesini, hem de rol gereği tüm bu sanat unsurlarını rejiye bağlı kalarak bir arada kullanmak durumundadır. Aynı zamanda orkestra çukuru diye tabir edilen çukurdaki enstrümanların her birini dinlemek, duymak zorundadır. O orkestrayı yöneten orkestra şefinin yönetimine uymak zorundadır. Bestecinin o eserde

53


uygulanmasını istediği bütün nüanslara uymak zorundadır. Opera eseri icra etmek, üst düzey ses tekniği gerektirir. Opera sanatçısı en az iki oktav ses aralığına sahip olmak durumundadır. Günümüzde sesin volümünün büyüklüğü ya da küçüklüğü çok önemli değildir. Önemli olan sizin o sesi nasıl kullandığınızdır. Her şeyden önce donanımlı bir opera sanatçısının yetiştirilmesi ve sesinin eğitimi, uzun ve ayrı bir emek gerektirir. Sesin eğitimi çocuk yaştan itibaren, yani mutasyon dönemi öncesinden itibaren başlayabilir. Mutasyon dönemini, yani ergenlik dönemini tamamlandıktan sonra da başlayabilir. Önemli olan sesin eğitime elverişli olmasıdır. Sesin eğitiminde müzik kulağının yeri çok ayrı bir yer tutar. Kulağın müziğe duyarlı olması sesin teknik anlamda gelişiminde ayrıca önemlidir. Sesin müzikle uyumlu yani bir armonik düzende olması gerekmektedir. Buna da Entonasyon denilmektedir. Entonasyon, bir opera sanatçısında olması gereken en önemli unsurdur. Fiziksel elverişlilik ve diksiyon da ayrıca önemlidir. Opera sanatçısının sesi her zaman sağlıklı ve bakımlı olmalıdır. Opera sanatçısının enstrümanı kendi doğal sesidir. Sesini hem günlük hayatın akışı içinde, hem de opera icra ederken kullanmak zorunda olduğundan sesine iyi bakmak ve korumak zorundadır. Ses günlük yaşam içerisinde her koşuldan etkilenir. Beslenme, uyku düzeni ve ruh sağlığı, kısacası her şey, vücut sağlığını ve dolayısı ile sesi bire bir etkiler. Bir opera temsili icrası üst düzey performans ve efor gerektirir. Bir opera sanatçısı için ses, vücut ve ruh sağlığı çok önemlidir. Bütün bunlara ses hijyeniği denilmektedir. Ses nankördür, ses hijyeniğine dikkat etmezseniz o da sizi sahne üzerinde yarı yolda bırakır. Bu yüzden de opera icra etmek ve dolayısı ile opera sanatçılığı zordur. Opera sanatçısı her açıdan düzenli yaşamak durumundadır.

Operada çalışan sanatçıların 20 yıllık opera hayatlarından sonra yerlerini gençlere devretmeleri gerekmez mi?

54


Opera sanatçılığı memuriyet gibi algılanmamalıdır. Belli bir yılı ya da süresi yoktur. Sesi, fiziği ve yaşı elverdiği ölçüde opera sanatını icra ederler. Dünyanın hemen hemen her yerinde operalar özerk kuruluşlardır. "Sanatçı sahnede ölür" deyimi bu yüzdendir. Ama maalesef ülkemizde sanat kurumları devlete bağlı olduğundan opera sanatçıları, memur statüsündedir ve 65 yaşına kadar çalışırlar. Kadro verildiği sürece emekli olanların yerine genç opera sanatçıları alınır. Kadro verilirse tabii (!)…

Gerek opera şan bölümüne girebilmek için yapılan hazırlıklara, gerekse bölüme

girdikten

sonra

en

iyisi

olabilmek

için

harcanan

çabaya

baktığımızda her bir süreci takdirle karşıladık. Eğitmenlerin, öğrencilerini en iyi şekilde yetişmeleri için hem fiziksel, hem de psikolojik olarak yaptıkları müdahaleleri şaşkınlıkla izledik. Tabii burada yanlış anlaşılmasın; örneğin bir öğrencinin ağzını daha iyi açabilmesi, diyaframını daha etkin kullanabilmesi için yapılan olumlu müdahalelerden bahsediyoruz… Devamlı olarak aktif, enerjik ve dikkatli olmayı gerektiren bu meslek sizi hiç yormuyor mu?

Bir opera sanatçısının yetiştirilmesi için uzun bir süreç ve bu sürece bağlı oranda da bir emek gerektirmektedir. Genç opera sanatçılarının konservatuvara girdikten sonra eğitmenleri ile birlikte geçirdikleri bu uzun süreç, gelişimlerine bağlı olarak eğitmenlerini de yakından ilgilendirmektedir. Şöyle ki; bu uzun ve sabır gerektiren inişli çıkışlı yolda, düşe kalka gelişimlerine şahit olmaktayız. Onların bu ruhsal durumlarını yakından izleyip kayıtsız kalmak mümkün değil. Bir süre sonra aile gibi oluyorsunuz. Üzüntü ve mutluluklarını paylaşıyorsunuz. Her konservatuvar Şan Bölümü'ne giren öğrenci, opera sanatçısı olacak diye bir kaide yok. Bu durum dünyanın her yerinde böyle. Aksi durumlarla da karşılaşabiliyoruz. Başarı kadar başarısızlık da var işin içinde. Tabii ki amaç,

55


onların donanımlı, nitelikli birer sanatçı olmalarına katkı sağlamak, fakat tersi durumlar söz konusu olunca etkilenmemek mümkün değil. Bu yüzden opera eğitmenlerinin işleri zordur. Ayrıca bir husus daha var; opera eğitmenleri, sesi eğitirken öğrencilerin sınıflarına ve teknik seviyelerine göre doğru zamanda doğru eser ve repertuar seçimi yapmalıdır. Öncelikle eğitmenler, ses tekniği ve performansları açısından üst düzeyde olmalıdırlar. Öğrencilere doğru pozisyon gösterebilmeli,

kadın

veya

erkek

ses

gözetmeksizin

örneklendirme

yapabilmelidirler. Bunun için de eğitmenler daima aktif, dinamik ve katılımcı olmalıdır ki, enerjilerini öğrencilere daha verimli ve daha sağlıklı şekilde aktarabilsinler. Günlük psikolojilerine göre değişkenlik gösteren seslerine, doğru egzersizler çalıştırmalı ve sağlıklı çalışma ortamları sağlamalıdırlar.

Bu ayki dosyamız Çocuk ve Sanat. Opera çerçevesinden baktığımızda aslında operaya giden ailelerin genel olarak opera çevresinden olduğunu ve çocuklarını da operaya bu yolla götürdüğünü görüyoruz. Sizce Türk insanının operayı tercih etmemelerinin altında yatan temel neden ne olabilir? Gelecek nesillere operayı nasıl sevdirebiliriz?

Konservatuvarda öğrenciyken (1986-1993), haftanın beş günü opera temsili olurdu. Hemen hemen bütün temsiller dolu salonlara oynanırdı. Benim o zamanlar gözlemlediğim, genellikle memur kesimin operaya ilgi gösterdiğiydi. Gala ve prömiyerlere, Devlet Protokolü, Büyükelçilik mensupları ve Ateşeler mutlaka gelir; önden 5-6 sıra protokol sırası olur, geri kalan koltuklar yine takım elbise giyen erkekler ve tayyör giyen kadınlar tarafından doldurulurdu. Gala ve prömiyer sonrası kokteyller verilirdi. Hafta sonları öğrencilere ve çocuklara mutlaka suareler yapılırdı. Günümüzde durum biraz farklı tabii. Bunun nedeni sanat politikalarının doğru yönetilmemesidir. Gelecekte umudum, sağlıklı sanat

56


politikalarının oluşturulması, görsel ve yazılı medya yoluyla seyircinin opera, bale, tiyatro ve senfonilere teşvik edilmesidir.

Belki çok genel bir soru olacak, ancak kültürel yapının, yaşam biçimlerinin, güzellik ve beğeni algısının oldukça değiştiği ve herkesin birer ressam, şarkıcı, yönetmen, fotoğrafçı; kısacası sanatçı olabildiği (!) günümüz ortamı içerisinde opera nerede?

Belki çok genel bir cevap olacak, ama yüce Atatürk'ün söylemiş olduğu üzere "Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatkâr olamazsınız" sözü, yüzyıllar da geçse, toplum algıları ve yaşam biçimleri ne kadar değişse de doğruluğunu kaybetmez. Öncelikle kıstaslara uygun yetenekleriniz olmalı ve o sanat dalı ile ilgili olarak eğitim veren sanat okullarında eğitim alınmalıdır. Mankenden tiyatrocu, kuaförden şarkıcı olmamalıdır. Ya da şarkıcı olursunuz, fakat yorumcu olamazsınız. Sanatçı hiç olamazsınız. Nasıl ki dansçı olabileceğiniz, fakat bale sanatçısı olamayacağınız gibi, evet belki şarkıcı olabilirsiniz, fakat operacı olamazsınız.

Türkiye ile Dünya’yı kıyasladığımızda operayı nasıl görüyorsunuz ya da soruyu daha farklı soracak olursak, Türkiye’de aranılan opera sizce nasıl olmalı? Türkiye’de çıkartılan eserlerle operanın gerçek hakkı verilmiş oluyor mu? Verilmiyorsa bu nasıl başarılmalı?

Türkiye ile Dünya'yı kıyaslayacak olursak, günümüzde Dünya'nın gelişmiş ülkelerindeki ‘Opera Evleri’nde gelişmiş teknolojiler kullanılmaktadır. Operalara büyük

yatırımlar

yapılmakta

ve

yüksek

bütçeli

prodüksiyonlar

oluşturulmaktadır. Bilet fiyatları da buna göre daha yüksek tutulmaktadır. 100

57


ile 1000 Dolar ya da Euro arasında değişen yüksek bilet fiyatlarına rağmen, operalar kapalı gişe oynamakta, biletler aylar öncesinden tüketilmektedir. Aralarında Microsoft ve Texaco Petrolleri gibi Dünya'nın en büyük 500 şirketinin sponsor olduğu özel şirket operası olan New York Metropolitan Operası'nda Carmen Operası temsilinin tek koltuk bilet fiyatlarının yer ve balkon konumlarına göre 1000 – 5000 – 10.000 Dolar’lara satıldığına bizzat şahit olmuşumdur. Yine Metropolitan Operası'nda locaların sezonluk fiyatı ise 100.000 Dolar’a ulaşmaktadır. Ülkemizde operalar kısıtlı bütçelerle ve memurlaştırılmış sanatçılarla icra edildiğinden bu imkânsızlıklar dâhilinde seviye oldukça

düşmüş

bulunmakta

ve

bu

durum

günden

güne

geriye

gitmektedir. Çağdaş ülkelerde durum böyleyken, eğer biz de çağdaş ülke olma iddiasındaysak sanat kurumlarına maddi manevi destek verilmelidir. Destek, gerek toplum olarak gerekse kurumsal olarak verilmeli ve sanat kurumları hak ettiği seviyeye çıkartılmalıdır. Sanat politikaları oluşturulmalı, opera ve konser salonlarının fiziki şartları geliştirilmeli, Opera Evleri’nin ve konser salonlarının sayısı artırılmalıdır. Görsel ve yazılı medya, sanat kurumlarına tam destek vermelidir.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Azizm Sanat Örgütü’ne bana bu röportajda, fikir ve görüşlerimi açıklama imkânı verdikleri için teşekkür ederim. Son olarak eklemek istediğim, Ulu Önderimiz Atatürk'ün çok sevdiğim anlamlı bir sözü... " Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur."

58


Azizm olarak sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.

Selin SÜAR, Onur ÖZEL

59


Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar Osman Bahar Getto’da büyümek kolay değil öyle. Bir Paris gettosu olmasa da Pendik de bir dönemin gettosu bence. Bakmayın havaalanı falan yapıldı, inşaat sektörü o bölgede yürüdü falan. Kiracı olmayan mahallenin zenginiydi biz küçükken oralarda. Hele arabası da varsa önünü ilikle o derece. Köyden geldiğimde ilk başta çok garipsemiştim durumu. Vaayy be İstanbul dedikleri bu muymuş, bizim orasıyla aynı lan diye. İnsan afilli bir şey bekliyor tabi. Neyse zamanla alıştık mecburen. Arkadaşı edinmeye başlayınca sıkıntı ortadan kalkıyor. (Arkadaş önemlidir.) Küçükken herkes büyüyünce bir şey olmak isterdi, ben bir şey olmak istemezdim çünkü pek de büyümek istemezdim bizim etrafımızda büyüyenleri gördükçe. Erkeklerin ömrü işle kıraathane arasında geçer benim büyüdüğüm yerlerde. Haliyle bize pek yol gösteren, “evladım manyak mısın 2 kitap okusana” diyen olmadı. Hatta öyle bir çevrem vardı ki benim, kitap aldığımda “ne yapacan olum o kadar kitabı, verdiğin paraya yazık” cümlesini bile duyduğum oldu, Yiğit Özgür karikatüründe olduğu gibi. İlk ve ortaokul top peşinde koşturmakla, atari oynamakla geçti. Liseye gelince ergenliğin de verdiği gerzeklikle mahallede volta atar, arkadaşın ailesinin tuhafiye dükkânında akşama kadar arabesk müzik dinleyip dertlenir hale gelmiştik. Bizim için sanat arabesk müzikti yani. (Müslüm Baba’ya selam olsun) Hocadan kaynaklı mı bilmem, resim ve iş teknik dersini çok severdim. İkisine de aynı hoca gelirdi. Galiba o yüzden de hep resim yapmaya yeteneğim var sanırım. Hatta şimdi düşününce hatırladım. Ortaokuldayken elektrikler gittiğinde herkes uzanırken ben mum ışığında resim çizmeye çalışırdım. Güzel de çizdiğimi düşünürdüm. Hani ergenliğe girdiğinde vücut değişim gösterir ya.

60


Sanırım ben o arada o yeteneği kaybettim. Ya da kuzguna yavrusu şahin görünür misali çizdiklerimi beğeniyordum, büyüyünce geçti. Şimdi resim çizmeye çok uzağım ama varsa güzel bir sergi alırım bi’ dal. Sinemaya ilk kez, yanılmıyorsam –ki genelde böyle durumlarda yanılırım- orta ikide, bir hocanın sınıf etkinliği düzenlemesiyle gittim. Cem Yılmaz adını o dönemin Televole’sinden biliyorum çünkü Televole çok meşhur. Mazhar Alanson kim hiçbir fikrim yok ama çok beğenmiştim Her Şey Çok Güzel Olacak’ı. Film bir yana hatırladığım başka bir şey detay: En son bir yıl önce gittiğimde k.ç kadar, yıkık dökük bir sinema salonu halinde gördüğüm Pendik Güney Sineması (AVM sinemalarına karşı bir duruşumuz var sonuçta), gözüme o zaman o kadar büyük

görünmüştü

ki,

perdenin

çalışma

mekanizmasını

o

kadar

anlayamamıştım ki, şaşkınlıktan dünyam değişmişti. Ondan kaç yıl geçtikten sonra sinemaya tekrar gittiğimi hatırlamıyorum çünkü o gün verdiğim para bir haftalık harçlığıma denk düştüğü için kıyamıyor insan her zaman. Büyüdükten sonra anladım ben sinemanın her seferinde gidildikçe daha çok sevebileceğin bir şey olduğunu. Kitapları okudukça insanın yeni dünyalara aktığını çok sonraları anladım. Çok kitap okumuşları, çok film izlemişleri hep kıskanır(d)ım. Keşke her şeyden biraz daha fazla alabilseydim ve en azından birine yeteneğim olabilseydi. İşte ben bir klasik “bu toprak” çocuğum. Çok sonra anlarız neler kaybettiğimizi ve geriye dönüp onları alamayacağımızı. Keşkeler sırtımızda yükler olur. Türkiye gibi çoğunluğu yoksul ya da gelişmekte olan ülkelerden birinde yaşıyorsanız ve çocukken sanatla tanışabildiyseniz çok şanslısınız demektir. Okuma - yazma oranının kaç olduğunun belli olmadığı, insanların her zaman para harcarken başka öncelik/ihtiyaçlarının bulunduğu, sanata yapılan yatırımın gereksizliği konusunda her zaman hem fikir olunduğu bir ülkede yaşıyorsanız,

61


sanatla ancak ya iyi şartlar altında yaşayan bir ailenin çocuğu olarak tanışırsınız ya da hocalarınızdan biri götürür ve siz seversiniz. Her ne kadar şartlar 20 yıl öncesine göre biraz daha iyileşmiş olsa da maalesef durumumuz hiç parlak değil. Hepinizin sanata ayıracak bütçelerinin olduğu dönemler dilerim.

62


azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat

63


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.