AvangArt Kadın Dergisi Ocak 2011

Page 1

1


2

www.dervisbagzibagli.com


Esin KARAER

GÜNDEM - 1 … 6 - 7 Gerçek Gıda İnisiyatifi Başlangıç Bildirgesi Gerçek Gıda İnisiyatifi Grubu GÜNDEM - 2 … 8 - 9 Halay… Kırmızı Çizgi Haluk TARCAN GİRİŞİMCİ - LİDER KADIN … 10 Tarihte Önemli Kişiler ve Koçları Deniz AĞGÜL GÜLER ÇALIŞ(K)AN DIN … 12 - 13 Parkta

Şebnem OAKMAN

AVANGART ANNE … 14 İkizler Annem Derya AYDAN EĞİTİM … 16-17 Mobbing ile Başetme Yolları Deniz AĞGÜL GÜLER CAN SAĞLIĞI … 18 - 19 Can Dolaşımı ve Tuz - VI Enis KIRIMLI YEMEK KÜLTÜRÜ … 20 Mutlu Yıllar Madam Afitab Ümid GÜRGÜLER BİTKİLERLE YAŞAM … 22 - 23 Bozdağlar Flora Gezisi Nazım TANRIKULU HAYVAN DOSTLARIMIZ … 24 - 25 Sokak Hayvanları Lena GAVURAKİ VATAN ve KÖKLERİMİZ … 26 Karlofça Antlaşması ve Türkler için Örülen

Nefret Kapısı 300 Yıl Sonra Yıkıldı Denizhan SEZGİN

EVİMİZ DÜNYA … 28 - 32 Ulusal Çevre Andı’nın Düşündürdükleri Selman GERÇEKSEVER

G. Y. Yönetmeni Yazarlık Danışmanı Ş.Burçak ALKANLI Türkan COŞKUN

Yazı İşleri Md. İnci GÜL

EVRENSEL DEĞERLER … 34 - 40 Mucize Nedir? - II Selman GERÇEKSEVER HAYATA YENİDEN BAKMAK … 41 Yarın Yeni Bir Gün Semiha BATMAZ SALCI YUVARLAĞIN KÖŞELERİ … 42 İstanbul Nilay UZGÖREN PAPİLA AKILLI KALPLER … 43 Özgüven Eray BECEREN GÜL IŞIĞI … 44 Kırmızı Sardunya Gülseren ALÇI İLKNURCA … 45 Salata Tabağı ve Sürahi İlknur ERŞAHİN ÇAKICI EVRENDE ZEKİ HAYAT … 46 Gizemli ‘Zaman Kuyusu’/ Zerdüşt Sorcha Faal KÜLTÜR - SANAT … 48 - 49 Renklerin Ustası: Salim Özüdoğru Sevcan BİRGÖREN MODA … 50 - 51 Raşit Bağzıbağlı İle Moda Üzerine Aynur SEZGİN SİNEMA … 52 - 53 Av Mevsimi İlknur ERŞAHİN ÇAKICI GEZİ … 54 - 60 Sri Lanka’da Dinlerin Harmonisi Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR ORJİNAL YOGA SİSTEMİ … 62 Öze Dönmenin Mutlak Rotası Orijinal

Yoga Sistemi

Çiler KARATAŞ KRİSTAL ASTROLOJİ … 65 Kova Burcu ve Aventurin Taşı Selman GERÇEKSEVER AVANGART ETKİNLİK … 66 - 67 Vivasan

Aromalamba Semineri

Logo Tasarım Selçuk ACAR

Fotoğraflar Berran AYDAN

Tasarım Hakan ER

Kapak Ç. ATASAGÜN

3

İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER … 3 EDİTÖRDEN …4 ŞİİR KÖŞESİ …5 2011 İstanbul Yardım Etmiyor, Her Yer İstanbul


4

Merhaba Sevgili Okurlarımız,

EDİTÖRDEN

AvangArt Kadın Dergisi’nin kuruluş misyonu, ataerkil bir toplum yapısına sahip olan ülkemizde kadınların kendilerini yaşamın her alanında üreterek daha fazla ifade etmelerine teşvik etmekti. Girişimci olarak, lider olarak, çalışan bir çalışkan kadın olarak, çocuğunu iyi yetiştiren bir anne olarak kadınlarımıza seslenmeye çalıştık. Diğer yandan köşe yazarlarımız tek tek güncel konulara değinerek kendi bakış açılarını bizlerle paylaştılar. Sevgili Şebnem Oakman, Nilay Uzgören Papila’nın şiir tadında yazılarını, Enis Kırımlı, Eray Beceren, Nazım Ta n r ı k u l u ’ n u n değerli bilgilerini, kendine özgü anlatımıyla Afitab Ümid Gürgüler’in birbirinden güzel ve özel yemek tariflerini, Esin Karaer’in en güzel dizelerini okumaya doyamadık. Semiha Batmaz Salcı ile Hayata Yeniden Baktık, Melda Keskin ile Evimiz Dünya dedik, Gülseren Alçı ile bir de Gül Işığı’ndan baktık çevremize. Dergimize son çeyrekte katılan Sn. Selman Gerçeksever çeşitli alanlardaki deneyimiyle bir fark yarattı. KültürSanat editörümüz Sevcan Birgören bizleri her sayımızda farklı bir sanat veya s a n a t ç ı y l a tanıştırarak yeniden sanatla sarmaladı. Moda editörümüz Aynur Hanım değerli vaktini bizlerle de paylaşarak modanın özü hakkında daha fazla bilgili olmamızı sağladı. Gezi yazıları ile Gülçin Hanım bir insanın emekliliğini ne kadar müthiş şekilde geçirebileceğini açıkçası bizlere çok güzel bir şekilde sundu. Ara ara konuk yazarlarımız da aramıza katılarak enfes bir yazı demeti hazırlamamıza yardımcı oldular. Burada ismini

sayamadığımız teknik ve tüm diğer alanlarda destek sunan gizli kahramanlarımızı da unutmamak gerek. Her ay düzenli olarak bir AvangArt Etkinlik’de bulunduk, dergimiz sanal ortamdan üretilip okunsa da hem yazarlarımızla hem de okurlarımızla ayda bir kere toplanarak birbirimizi daha iyi tanıdık, anladık ve çok sevdik. Yılsonuna doğru katıldığımız Kitap, Sanat, Naturel Doğal ve Sağlıklı Yaşam, Ekoloji Günleri Fuarları ile hem yüz yüze geldik hem de yeni okurlarımızla tanıştık. Yıl boyunca yapılan tüm faaliyetlerimizde hep ilkeli ve onurlu bir yayın politikası ile hareket ettik. Yayınlanan her makalenin yazarı ile temasa geçilerek gerekli izinler alındı. Hem basın yayın ilkelerine sadık kaldık hem de emeklere saygı duyduk ve elimizden geldiğince ödüllendirdik. Ayrıca bir ilk olarak bir internet dergisi olarak devletimize vergimizi de ödemeyi seçtik. Her yeni yıl yeni umutlarla yeni hedeflerle karşılanır. Bir yılın sonunda gerek dergi gerekse kendi gelişimimiz açısından yeniden yapılanmaya girerek, hem kendimize hem de okurlarımıza en faydalı olacak şekilde yeni bir platformda karşınıza çıkmayı hedefledik. Gerisi sizlere sürpriz olsun… Yayın hayatımız boyunca bizimle birlikte olan okurlarımıza bu vesile ile teşekkürü bir borç biliyoruz. Şimdi, yine zevkle okuyacağınıza inandığımız yazılarımızla sizlerleyiz. Emeği geçen herkese teşekkür ediyor, sizlere de güzel okumalar diliyoruz… Yeniden buluşana dek sağlıcakla kalın! AvangArt Kadın Dergisi Editörleri Şafak Burçak Alkanlı, Türkan Coşkun, İnci Kaplan Gül


NASIL BİR DURUMDASIN Esin KARAER

5

2010 Yorgunu Buluş Bir Cafe’de Anlat Umutlarını Kahveni Yudumlarken

HER YER İSTANBUL Esin KARAER

Güçlendim mi Yoksa Yenilgiyi mi Sevdim Orası Belli Değil Yağmur Boyuna Yağıyor Düşlerime Şemsiyem Yok Yürür Giderim Yolumu Çizmeden Vardığım Her Yer İstanbul...

İÇİMDEKİ SEN GEÇMEDİ HALA Esin KARAER

İçimdeki Sen Geçmedi Hala Birikiyor Direniyor İstanbul Yardım Etmiyor Ne Bir Boğaz Gezisi Ne Bir Resim Sergisi Yok Bunun Tesellisi İstanbul Yardım Etmiyor

ŞİİR KÖŞESİ

Patlat Kahkahalarını


6

GERCEK GIDA INISIYATIFI BASLANGIC BILDIRGESI Gerçek Gıda İnisiyatifi Grubu

GÜNDEM - I

Gerçek Gıda İnisiyatifi olarak bizler; insanlığın ve doğanın önüne kârı koyan gıda sistemine karşı çıkıyoruz. Gıda üretiminin sürdürülebilirliğini engelleyen, çevreye zarar veren, ekolojik dengeyi altüst eden ve insan sağlığını riske atan tüm teknoloji ve uygulamaları reddediyoruz. Gıda üretiminin bileşenleri arasında olan havanın, suyun ve gen kaynaklarının ticarileştirilmesini istemiyoruz. Sofralarımızda; binbir türlü işlemden geçirilmiş, doğa düşmanı tekniklerle üretilmiş, katkı ve koruyucu maddelere boğulmuş ve doğasına aykırı yetiştirilmiş olan, şık ambalajlı ancak içi boşaltılmış gıdaları değil, gerçek gıdaları görmek istiyoruz. Gıdanın sağlıklı olabilmesi için, tarladan sofraya gelene kadar geçtiği her aşamanın sağlıklı ve adil olması gerektiği düşüncesindeyiz. “Gıda güvenliği” kadar “gıda güvencesi” ve “gıda egemenliği”ne de ihtiyacımız olduğunun bilincindeyiz. Gıda güvenliğinin tam anlamıyla sağlanabilmesi için; yalnızca parasal gücü olanların değil bütün insanların kaliteli, güvenli ve sağlıklı gıdaya erişebilmesi mümkün kılınmalıdır. Gıda güvencesinin sağlanabilmesi için; tüm insanların aktif ve sağlıklı bir yaşam sürebilmeleri için gerek duydukları ve tercih ettikleri besleyici gıdalara, düzenli olarak, yeterli ve güvenilir bir şekilde erişebilmelerinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Gıda egemenliğinin sağlanması için; gıda politikalarının, piyasanın dayatmaları ya da büyük ölçekli ulusal ve ulusaşırı şirketlerin talepleri doğrultusunda değil, bizzat gıdayı üretenlerin ve tüketenlerin talepleri doğrultusunda belirlenmesi gereklidir. Gıdanın hem üretim hem de tüketim süreci içerisinde yer alan insanların emeklerinin ve harcamalarının karşılığını alabilmesi, herkes için eşit ve adil olarak üretilen ve tüketilen ve güvenli gıdanın mümkün kılınması, dünya yüzündeki 2 milyar aç insana yenilerinin eklenmemesi ancak gıda ile ilgili bu üç talebin gerçekleştirilmesi durumunda mümkün olur. Gerçek Gıda İnisiyatifi olarak gıda ve tarım sisteminin işleyişinin aşağıdaki ilkeler doğrultusunda gerçekleşmesi gerektiğini savunuyoruz: - Gıda, kâr amacına hizmet eden bir nesne olmaktan çok ve bundan önce bir insan hakkıdır. Herkesin, eşit ve adil olarak üretilen ve tüketilen, kaliteli, güvenli, sağlıklı gıdaya ulaşmaya hakkı vardır.

- Dünya üzerinde yaşayan tüm halkların “gıda güvenliği”, “gıda güvencesi” ve “gıda egemenliği” hakları vardır. - Gıdanın üretimi, dağıtımı, taşınması, saklanması, işlenmesi vb. aşamalarının tümünde piyasaya ve -ne pahasına olursa olsun- kâr elde etmeye değil, kaliteli ve sağlıklı gıda üretimine odaklanılmalıdır. - Gıdanın ticaretinde sosyal adaleti ve ekolojik sürdürülebilirliği sağlayacak önlemler alınmalıdır. - Gıdanın tarladan sofraya gelene kadar geçirdiği her aşama doğayla dost yöntemlerle gerçekleştirilmelidir. - Bitki, hayvan, mikroorganizma vb. canlı çeşitlerinin patent altına alınması engellenmelidir. - Gıdanın doğayla yabancılaşmasını sağlayan GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar), terminatör ve benzeri tohum kısırlaştırma teknolojileri ve bunlara benzer diğer yöntemler reddedilmelidir. - Gıda üretiminde fosil yakıta bağımlı, doğal kaynakları kirleten ve suyu tüketen endüstriyel tarım metotları uygulanmamalıdır. - Gıdanın üretiminde yerel tercihlerin ve yerel pazarların özelliklerine, farklı kültürel beslenme alışkanlıkları ve geleneklerine saygı duyulmalıdır. - Gıda üretiminde, endüstriyel tarım ürünü tektipleşmiş tohumlar yerine, bitki ve lezzet çeşitliliğini koruyan ve zenginleştiren yerel tohumların kullanılması desteklenmelidir. - Gıda üretiminin sürdürülebilirliğinin sağlanması ve ekolojik dengenin korunması için küçük çiftçiliğin korunması ve kırsal refahın desteklenmesi gerekmektedir. - Gıda konusunda insanlar yalnızca bir “tüketici” olarak algılanmamalıdır. Gıda “tüketilen” bir nesne olmanın ötesinde yaşamsal bir varlıktır. - Tüketicilerin gıdaya adil bir fiyatla ulaşabilmesi, üreticilerin emeklerinin karşılığını adil bir şekilde alabilmesine bağlıdır. Tüketici ve üretici arasında kurulacak dayanışma gıda güvenliği ve egemenliğinin temelidir. Bu dayanışmanın geliştirilmesini sağlayacak her türlü örgütlenme biçimi desteklenmelidir. - Tüm tüketicilerin gıdaların nasıl üretildiğini, nereden geldiğini ve içeriğinde neler bulunduğunu öğrenmeye hakkı vardır. - Tüketicilerin üreticilerle kopan ilişkisinin yeniden kurulmasını sağlayan yerel ürünler ve yerel pazarlar


- Tüketicilerin gıdaya yabancılaşmasının önlenmesi için hayata geçirilecek her türlü girişim desteklenmeli, çocukların sağlıklı ve besleyici gıdanın üretimi ve hazırlanması konusunda bilgi ve beceri edinmesi sağlanmalıdır. - Kentlilerin gıdaya yabancılaşmasının giderilmesi için kent bahçeciliği, balkon bahçeciliği gibi uygulamalar desteklenmeli ve hayata geçirilmelidir. - Gıdaların doğal olarak yetişmesi gereken mevsimde üretilmesi ve tüketilmesi desteklenmeli, insanın doğayla ve gıdayla yabancılaşmasına hizmet

eden, gıdaların mevsimi ve doğası dışındaki ortam ve koşullarda yetiştirilmesi ve üretilmesini sağlayan uygulamalara itibar edilmemelidir.

7

- Gıda kültürünü yok eden, sağlıksız beslenme tarzlarının yaygınlaşmasına hizmet eden ayaküstü beslenme alışkanlıklarıyla mücadele edilmeli, yemeğe zaman ayrılması, sofra ve mutfak kültürlerinin zenginliği ve çeşitliliği desteklenmelidir. - Gıda üretim süreçlerinde hayvanlar üzerinde uygulanan akıl ve vicdan sınırlarını aşan uygulamalar reddedilmelidir. Kâr elde etme uğruna hayvanlara eziyet edilmesi ve hayvanların doğalarına aykırı biçimlerde yaşatılması engellenmelidir.

GÜNDEM - I

ve bu yöndeki her türlü girişim desteklenmelidir.


8

HALAY…

Haluk TARCAN Türk Halkbilimci, Bilimsel Araştırmacı, Yazar

GÜNDEM - II

Ben halay duyduğum zaman çıldırırım, yerimde duramam, gözyaşlarımı tutamam. Bu, herhalde Urfa’da doğmuş olmamdan olacak.

KIRMIZI ÇİZGİ

mi?

İşte her fırsatta televizyonda gördüğümüz, duyduğum zaman beni kendimden geçiren halayların tarihin derinliklerindeki kökeni : İ.Ö. 8.000, Orta Asya Qara-Tau… Kazakistan

30 yıl kadar önce, Yapı ve Kredi Bankası’nın Türk olmaktan büyük mutluluk duyan müdürlerinden biri olan ve Türk kültürünü tanıtmak için büyük çabalar sarfeden rahmetli Vedat Nedim Tör’ün organize ettiği Halk Oyunları Festivalinde duyduğum, seyrettiğim, yerimde duramadığım halaylardan birinin aklımda kalan teması:

Babam, Atatürk’ün etrafındaki 4üncü çemberden idi. Urfa yöresinin sağlığı için mevcut Asker Hastahanesi’ni tedvire (organize etmeğe) Atatürk tarafından memur kılınmıştı. O yöredeki Şıh atlılarını gönderir, bizi, 3 erkek kardeşi çadırında misafir edermiş, ben çok küçüktüm, hatırlamıyorum; Şıh’ıh erkek çocuğu olmamıştı… Babam “derman, derman” diye gelen, beş meteliği olmayan Kürt kadınlarına parasız bakarmış… Ev sabahtan akşama kadar bu hastalarla doluymuş. Ara sıra annem de ona yardım edermiş… Yaralarına oksijenli su döker, tentürdiyot sürermiş… Osmanlı İmparatorluğu enkazından Türkiye Cumhuriyeti böyle kurulmuştur. Askeri doktor olan babamın emireri, beni leblebi almaya kucağında götürürdü, Kürt’tü -sonradan öğrendim- Ankara’daydık. Emireri terhis edilip köyüne döndüğünde çok ağlamışım, sonra gelen emirerinden kaçmış durmuşum… Biz Atatürk Türkiyesi’nde böyle yaşadık. Kürt /Türk ayrımı yoktu. Diyap Ağa Atatürk’ün dostu idi. Şimdi ise Batı’dan pompalanan fikirlerle kültür zenginliğinden söz ediliyor; Bu, kendine özgü bir kültürü olmayan ve kültürü ona Doğu’dan gelenlerin, Ön-Atalarımızın getirdiği, öğrettiği, kültür fakîri Avrupalının aşağılık duygusunu tatmin edecek olan bir emperyalist icadı olsa gerek… Kültür zenginliği söz konusu ise, bu iddiada bulunanlara soruyorum: Türk kültürü ile Kürt kültürü arasında ne fark vardır? Bana bunun kırmızı çizgisini çizebilirler

Kün-Ëki, Güneş ve Eşi, yeryüzüne inmişler, Güneş’in eşi yani AY, Tanrı adına, halkı tarafından seçilmiş olan Buğ’u kutsamıştır. Bu kutsama da OYUNG’la, Halay çekme ile resmiyet kazanmıştır. (K.Mirşan) Bu resimde baştaki Buğ’un kıvrık kolu Halay çekenlerin -resimde net görülmeyen– kollarını, el ele tutuşlarını, oyuncuların bacak ve vücut şekilleri birer damgayı ifade etmekte ve bundan Ön-Türkçe bir yazı çıkmaktadır. (K.Mirşan). Doğu Anadolu, Tîri-Şin (Prof.M.Uyanık)…İ.Ö.7.000

yaylâsı,

Davulcular.

Davulcu, bayrağı davuluna takmış… Baş Tutgan Kişgi (baş tutan kişi) elinde mendili,


9

Oyung’u yönetiyor… Üstte, yan yatmış (V) harfi ve devamında ALTI nokta OĞ-ALTI diye okunuyor , Tanrı ALTI, “Tanrı Temsilcisi” anlamını veriyor… Demek ki Halay, gerçekten TİNSEL değerde bir OYUNG… Zaten bu sözcük, “felsefî” bir fikri ifade ediyor; felsefî fikir yâni, “Tanrıya erişme başarısı, onunla özdeşleşme başarısı” demek… Anadolu’yu isteyenlere

çıkarları halay’la

Acaba siyasîlerimizin, resmî tarihçilerimizin şu ufak kaya resminden ve onun siyasal ve san’atsal değerinden haberleri var mı? Halay, Doğu Anadolu geleneksel halk oyunlarının başında gelir.

Samarra Vazo kenar motifi, İ.Ö. 5.000 (A.Parrot, Sumer, Gallimard, 1960 s.46/f.62/63) Mezopotamya’da

Ön-Türk

kültürü

şüpheyle

karşılanabilir. Fakat :

İşte, Erzurum Dadaşları halay çekmeye hazırlar.

Yukarıda, Tîr-i şin yaylâsındaki davulcular resminde gördüğümüz ve ES diye okunan bir dikey çizgi ve önünde bir haç yâni OQ damgası, ES-OQ diye okunur: OQ(halkı)DIR… Yandaki resimde görülen OQ damgası yâni, Haç şekli, aynen karşımızdadır.(A.Parrot, Sumer,Gallimard 1960, Paris,s.334/f.410)

Doğu Anadolu’ya İ.Ö.13.000’de ayak basmış olan ÖnAtalarımız. (Prof.A.Erzen, Urartular, Doğu Anadolu, 1984 TTK.Ank.) Mezopotamya’ya inmişler ve bu kültürü oraya da taşımışlardır. İşte Mezopotamya’da halay: Halay, Doğu Anadolu geleneksel halk oyunlarının başında gelir. Hassuna Vazo kenar motifi, İ.Ö. 5.000

Bu sunduğumuz ve sadece Halay ile ilgili belgeler karşısında Doğu Anadolu’yu, kültürü ileri sürüp, çok kültürlülük kavramında bulutlandırıp, iki ayrı kültürden söz etmek imkânı var mıdır? Yoksa, Anadolu dip kültüründe, kökende Türk kültürünün, Ön-Ata kültürünün varlığını itiraf etmek zorunluluğunu mu kabul etmek gerekir? Hani, kırmızı çizgi nerede?... http://www.haluktarcan.com/

GÜNDEM - II

Yalnız bu kaya resmi, doğrultusunda parçalamak verebileceğimiz bir cevap…


GİRİŞİMCİ - LİDER KADIN

10

TARİHTE ÖNEMLİ KİŞİLER ve KOÇLARI Deniz AĞGÜL GÜLER Kariyer Koçu ve Gelecek Stratejisti İnsan bir tohumdur. Bu tohum her zaman ne tür bir tohum olduğunu ve ne kadar ileri gidebileceğini merak etmiştir. Doğada hiçbir tohum kendini merak etmez. O sadece vardır. Öylelikler içindedir. Özündeki bilgi öylelikler içinde olduğu için kendi kendine ortaya çıkar ve tüm güzelliği artık oradadır. Özündeki bilgi “toprak ve an” onu öptüğünde kalın kabuk çatlar ve filize dönüşür. Tohum, toprağın altına ve üstüne doğru dans ederek dönüşmeye devam eder. Sonunda özündeki tüm bilgiyi kullanarak dönüşümü tamamlar. Ortaya güzellikler çıkar ve o güzellikler ileri doğru hareket ederek her zaman yeni tohumlar verir ve çember tamamlanır. Var oluşta hiçbir zaman şüpheye yer yoktur. Sonsuz güven içindedir tüm varlıklar. Bir varlık hariç; insan. İnsan kendisi hakkında derin bir güvene sahip değildir. Kendini var oluşa teslim edemez. Teslimiyet ancak sonsuz güven ve öylelikler içinde yaşamakla olur. Bunun yerine insan gerekliliklerle yaşamayı seçmiştir. Akışı unutmuş, kendi özünden uzaklaşmış olduğu için güveni kalmamıştır. Bilinmeyen her zaman korku ve güvensizlik yaratır. İnsan kendini tanımadığı için neler yapabileceğini de bilemez olmuştur. Tabii bu tablonun dışında kalan istisnalar vardır. Tarihe baktığımızda bazı insanların mucizeler yarattığını görebiliyoruz. Nasıl mı? —Elbette sadece kendilerini tanıyarak gerçekleştirdiler mucizelerini. Peki, insanın kendini tanımak için nelere ihtiyacı vardır? —Bir aynaya ve ışığa. Bu ayna nasıl gösterecek gerçekleri ve ışık nereden gelecek? —İnsana en iyi ışık yine insandan gelir. En iyi ayna da yine insandır. Geçmişe baktığımızda iz bırakan kişilerin çoğunun başarılarını ayna ve ışık kullanmalarına borçlu olduklarını görebiliriz. Sokrat Eflatun’a ışık tutmuş, ayna olmuştur. Eflatun kendi çiçeğini felsefe, fen ve matematik alanında açarak kendi potansiyelini ortaya çıkarmış, kendini gerçekleştirmiştir. Hatta Eflatun “Kendini tanı, Dünyayı yönet.” demiş ve bu sözü öğrencisi Aristo’nun öğrencisi İskender yerine getirmiştir. Eflatun Aristo’ya ışık olmuş ve Aristo mantık alanında çiçek açmıştır. Aristo ise Büyük İskender’e ışık ve ayna olmuş bu şekilde kendi potansiyelini ortaya çıkaran Büyük

İskender genç yaşta dünyanın neredeyse üçte ikisini fethetmiştir. Hatta Aristo’ya olan hayranlığını şu sözlerle dile getirmiştir; “Babama hayatımı borçluyum, Aristo’ya ise değerli bir hayat sürme bilgisini’’. Ya Şems ve Mevlana? Şems Mevlana’ya ayna oldu. Mevlana aynada gördüğü kendi eşsiz güzelliğine hayran oldu. Şems Mevlâna’yı ateşledi, ama karşısında öyle bir volkan patladı ki, sıcaklığında Şems de yandı. Mevlana kendine “hamuş” derdi “suskun” anlamında. Şemsten sonra Mevlana’nın dilinden inciler döküldü. Tasavvufta bu ayna ve ışık tutma olayına mürşitmürit ilişkisi denmiş. Milattan önce Sokrat-Eflatun, Eflatun-Aristo ve Aristo-İskender gibi ilişkilere öğrenci öğretmen ilişkisi denmiştir. Tarihte her zaman bu tür ilişkiler olmuştur. Kendi topraklarımızdaki tarihe baktığımızda Selçuklu döneminde başlayan ve Osmanlı döneminde de devam eden lalalığın da bu türden bir ilişki olduğunu görüyoruz. Tabii buradaki fark, lalanın öğrencisinin genelde imparatorluğun şehzadelerinden olmasıdır. Bir de toplumsal paradoksları açan insanları nedenselliğin değişik boyutlarına götüren Nasreddin Hoca var. O da topluma ışık ve ayna olmuş bilgelerdendir. Şimdilerde bu ayna ve ışık olma ilişkisini modern yaşamda “koçluk” adıyla kullanıyoruz. Sanki yeni bir yöntemmiş gibi algılanan koçluk aslında çağlar öncesinin vazgeçilmez yöntemiydi. Fakat değişen, sürekli akan dünyada her konuda olduğu gibi koçluk da daha sistematik olarak uygulanmaya başlandı. Hatta bu ilişkiyi şimdi dizilerde bile görmeniz mümkün. Ezel ve Dayı’yı seyredenler bilirler. Aslında insanların çoğu da bu diziyi bu ilişki nedeniyle seyrediyor. Çünkü Dayı Ezel’in koçu olarak sürekli onu kendisiyle yüzleştiriyor. Kendisiyle yüzleştikçe kendini keşfeden Ezel her geçen gün kendi potansiyelini ortaya çıkarak bir tohum gibi büyümeye ve çiçek açmaya devam ediyor. Tarih boyunca insan insanda buldu kendini. İnsan insanın aynasında ve ışığında kendini gördü ve pişirdi. Şimdi buna koçluk diyoruz. Fakat baktığımızda tüm bu ilişkilerin bir pişme süresi olduğunu ve ortalama 2–5 yıl arasında kişinin kendi ışığının yandığını görüyoruz. Sizi özünüzle tanıştıracak her ışığa korkmadan ilerleyin çünkü yanmadan yeniden doğuş olmaz. Güzellikler ancak içeriden gelir. Sevgiyle paylaştım… Maremis Gelecek Enstitüsü www.maremis.com


11

www.astrolojiokulu.com


12

PARKTA

ÇALIŞ(K)AN KADIN

ihtiyaçlarımızı alıp mutfağa girerdik. Okulu bitirdikten sonra o bir burs kazanıp akademik kariyer yapmak için yurtdışına gitti, ben ise hemen işe girdim, bir süre iletişim kurmaya çalıştıysak da yeni yaşamlarımızın getirdiği telaşlara kapılıp koptuk.

Şebnem OAKMAN Endüstri Mühendisi

Trafiğe takılmamak için erkenden yola koyulmuştum. Toplantıyı şirket dışında yapmanın ne alemi vardı ki sanki, üstelik de karşıda... Sabahın köründe, aceleyle giyinip evden fırlamak dışında birşey ifade etmiyordu bana bu konferans merkezine gitmek... Çok erken çıkmış olmalıyım ki toplantıdan bir saat önce oradaydım. Bir saatim vardı, içeri girip lobideki rahat koltuklara kurularak kitap okuyabilirdim, internette gezebilirdim veya müzik dinleyebilirdim. Kazandığımı düşündüğüm bu bir saati nasıl değerlendireceğimi düşünerek otoparktan binaya doğru yürümeye başladım. Bir yandan da etrafa bakıyordum. Uzun zamandır buralara gelmemiştim, ortam çok değişmişti. Parlak camlı iş merkezleri, ofisler ve rezidans denen ultra lüks dairelerle dolu gökdelenler, şık kafeler, restoranlar, markalı giysileri ve pahalı çantaları ile koşar adım yürüyen insanlarla doluydu her yer. Onlara bakarken yıllar öncesine gitti aklım, üniversitede okurken buralara yakın bir sokakta oturan bir arkadaşım vardı, üç kişi küçük bir evi paylaşırlardı, çok rahat bir ortam değildi ama ben yurtta kaldığımdan bana en kötü ev bile saray gibi gelirdi. Sık sık arkadaşıma yemeğe giderdim. Yemek dediğim de sade makarna, yağda yumurta, menemen, öğrenci işi ucuz, çabuk ve basit ne olursa... Arkadaşımın bölümü farklıydı, seçmeli derslerin birinde tanışmıştık. Bazen onun dersleri benden uzun sürerdi, öyle günlerde ben önceden çıkar, evinin civarında dolanıp onu beklerdim. Ne ben ondan anahtar istemiştim ne de o bunu teklif etmişti. Onu beklemek hoşuma gidiyordu. Bir süre sonra, yakınlarda bir park keşfetmiştim. Parkta öylece oturur, geleni geçeni izlerdim. Acele etmeden yaşadığımız, hiçbir şey yapmadan saatler geçirebildiğimiz yıllardı. Küçük bir parktı ama gelen gideni çoktu… Sıkılmaz, arkadaşım ne zaman gelecek diye dakika başı saate bakmaz, parkta oturmanın keyfini sürerdim. Bazı günler arkadaşım parka gelirdi, biraz da birlikte otururduk, sonra ağır adımlarla eve yürür, köşedeki bakkaldan ekmek, yumurta gibi temel

İçimden o parkın olduğu yere doğru yürüyüp yerinde olup olmadığına bakmak geliyordu. Lobideki rahat koltuklar mı sonunda büyük olasılıkla birşey elde etmeyeceğim sıkı bir yürüyüş mü? Koktuklar cazip görünse de parkı görme isteğim galip geldi, yürümeye başladım. Kafam yıllar öncesine ait anılarla dolmuştu, merakım ve heyecanım gitgide artıyordu. Aradan 18 yıl geçmiş, caddeler ve sokaklar çok değişmişti, bulmak kolay olmayacaktı. Herşeyden önce evin olduğu sokağı tespit etmeliydim, oradan parkı bulabileceğimi sanıyordum. Sokağı bulana kadar yirmi dakika harcadım, park iki sokak ileride, sağda olmalıydı, tabii hala yerindeyse... Bu gidişle parkı bulur bulmaz dönüş yoluna koyulmam gerekiyordu. Oysa içimdeki parkta oturma arzusu hızla büyüyordu. Parka vardığımda toplantının başlamasına yirmibeş dakika kalmıştı. Park gözüme çok küçük ve kuru göründü, biraz hayalkırıklığına uğramıştım. Bu park bu kadar küçük müydü, benim büyüklük anlayışım mı değişmişti yoksa etrafına dikilen yüksek binalar yüzünden mi küçük görünüyordu? Ne olursa olsun en azından park yerindeydi, on dakika da olsa oturacaktım parkta. Gelirken aradığım için zaman kaybetmiştim, beş on dakikada geri yürürdüm nasıl olsa... Park çok kalabalık değildi. Yaşlı bir amca, bankın birinde, bastonuna çenesini dayamış oturuyordu, birkaç lise öğrencisi şakalaşarak okul öncesi vakit geçiriyor, orta yaşlı, şişmanca bir kadın ise hızlı adımlarla parkın etrafında yürüyordu. Hava serindi, gece yağmur yağmıştı. Kuytu bir köşeye gidip hafif nemli banklardan birisine oturdum. Arkadaşım bana burada oturduğumuz birgün, sonbaharda düşen yaprakları izlemeyi öğretmişti, o güne kadar bildiğim ama önemsemediğim bir konuydu bu. O soğuk Kasım günü, konuşmadan düşen yaprakları izlemiştik. Yapraklar farklı salınımlarla, açılarla düşüyordu, her biri farklı renkteydi. Bu olağan, doğa olayını birkaç saat büyülenmiş gibi izledikten sonra örnekler toplayıp eve getirmiş, evde de incelemelerimizi sürdürmüştük. Ağaçlara baktım, çoğu yerindeydi. Yine bir sonbahar günüydü, yapraklar düşüyordu, yine çeşit çeşit renklerdeydiler. Ama benim yaprakları izlemek için


Üniversite öğrencisi olduğunu sandığım bir çift gelip yanımdaki banka oturdu. Birbirlerine sarıldılar, etrafı izlemeye koyuldular. Erkek yerdeki kuru yapraklardan birisini alıp ufaladı, kız gülümsedi, erkeğe iyice sokuldu. Kız i-Pod’unu çıkarıp bir kulaklığı kendisinin diğerini erkeğin kulağına taktı. Okula gitmeyeceklerini, bütün gün orada oturacaklarını düşündüm.

Buraya ait değildim, parkta eğreti duran tek unsurun ben olduğumu anlıyordum. Park yerindeydi, yerinde olmayan bendim. Park sakinlerini kendi dünyalarında bırakarak ait olduğum yere dönmek üzere kalktım.

13

Yürürken düşündüm. Kendimi iyi hissediyordum, oraya kadar yürümek, parkı görmek bana iyi gelmişti. Yürümeseydim park benim için ulaşılmaz bir anı nesnesi olarak kalacaktı. Anılarımdaki park hala güzeldi, ama artık aynı anlamı taşımıyordu. Artık farklı anlamlar vardı hayatımda, büyümek de buydu işte. İyisiyle, kötüsüyle...

Fotoğraf Berran AYDAN’a aittir.

ÇALIŞ(K)AN KADIN

ne zamanım vardı ne sabrım. Park için ayırabildiğim on dakikam hızla doluyordu ve geri dönmem gerekiyordu. Öğrenciyken elimi kolumu sallayarak geldiğim bu parka şimdi dizüstü bilgisayarımın içinde olduğu ağır bir çanta ile gelmiştim. Banka yayılmak şöyle dursun, ucuna ilişivermiştim. İnsanları izlemeye de odaklanamıyordum, kafamın içi düşüncelerle doluydu. Toplantıda anlatacaklarım, sorulara vereceğim cevaplar, oğlanın proje ödevi için kırtasiyeden alınacaklar, kuru temizlemeye bırakılacaklar...


14

İKİZLER ANNEM Derya AYDAN Mimar, Yazar Benim annem ikizler burcudur.

AVANGART ANNE

Keşke beşizler diye de bir burç olsa da annemi dahil etsek. Tez canlıdır, bir sürü işi aynı anda yapar. Sokaklarda pıtır pıtır koşturur, boyu da benden kısa, adımları küçük ama ben zor yetişirim. Kısacık zamana çok işler sıkıştırır. Elinde koca bavulla İstanbul’a gelir, Harem’de iner, asla servise binmez, illa vapurla geçilecek karşıya çünkü! Üşenmez taşır b a v u l u n u Harem’den i s k e l e y e , (Sokaktaki çiçekçilere özenir, ah elleri boş olsa da biraz frezya alabilse!). Vapurda çayını içer, simidini yer, keyif yapar. Babama “Geldim ben keyif yapıyorum,” diye telefonunu açar, anını paylaşır. Vapurda çay-simit yapamadıysa Beşiktaş’ta iskelenin yanındaki kafede oturur. Sonra da taksiye biner eve gelir. Beraber girmişsek boş eve, yemek falan yoksa, anında yoktan yemek yaratır. Pıtır pıtır koşturma sesini duyarsınız, on beş dakikada sofra hazırdır. Kızına Zonguldak’tan getirdiği yemekleri ısıtır, bir İstanbul dergisi alıp kahvesini içmeye koyulur. Halbuki İstanbul dergisine ihtiyacı yoktur! Ne kadar sergi, konser varsa telefon açar haber verir bana. Arkadaşlarım şaşırır, nasıl yani, daha biz bilmeden o nasıl biliyor diye. İstanbul’da olup biten bir etkinliği haber verirsiniz, “ha ben onu biliyorum” der, hevesinizi kursağınızda

bırakır. Müzeymiş, tiyatroymuş hiçbir şey kaçmaz. Bir keresinde, İstanbul Modern Sanatlar ilk açıldığında, sergi sonrası o güzel kafesinde oturmaya pek heveslenmişti. Gidip, tam cam kenarına oturduğumuz anda kocaman, tüm görüşümüzü kapayan bir yolcu gemisi gelmişti de ne gülmüştüm annemin haline! Tüm kadınlar gibi sokakta zigzaglar çizerek yürür, arkanızda yürürken haber vermeden birden bir dükkana girer, siz tek başınıza yürür gidersiniz. Babam hızına ayak uyduramaz, ‘senin içinde 10 ayrı kadın var, 10 ayrı koca lazım sana’ der. Pazar

günleri

ya

Fener’de yürüyüş yapılacak, ya kahvaltıya Ilıksu’ya gidilecek, yoksa Yedigöller’e mi gidilse? Bir yandan ocakta yemeği pişerken bir yandan da mesela termik santrallerle ilgili basın açıklamasını bilgisayarda yazar. Çalışmadığı halde her gün yapacak bir sürü işi vardır. Ona sorulunca da ‘ev kadınıyım’ demesine çok gülerim. O anne ki, elindeki bavulu Harem’e bırakmış, sonra yarım saat var daha otobüse deyip geri dönmüş ve Kız Kulesi’ni gezmiştir! O anne ki, gittiği her kafede restoranda en az üç kere masa değiştirmiştir! O anne ki İstanbul’un Zonguldak şubesidir! O anne ki yıllardır doğayı korumak için mücadele vermektedir. Bu aralar biraz yavaşlamış gördüm annemi, eski hızına dönsün diye de bu yazıyı yazdım.


15


16

MOBBING İLE BAŞETME YOLLARI

EĞİTİM

Deniz AĞGÜL GÜLER Kariyer Koçu ve Gelecek Stratejisti Bazen bize felaket gibi gelen olaylar karşısında sadece algımızı değiştirerek bambaşka bir boyuta geçebiliriz. Algıyı değiştirmek an’ın bir sonraki anı doğururken başka bir tohum vermesi demektir. Böylelikle siz de olayların gidişatını değiştirmiş olursunuz. Koçluk çalışmalarımın çoğunda beni de danışanlarımı da şaşırtacak sürprizler sıklıkla olur. Başlangıçta yüzeyde görünenlerle altından çıkanlar genellikle farklı oluyor. Örneğin; üst, orta düzey yöneticilerin ve iş yaşamındaki diğer profesyonellerin bireysel koçluk çalışması içine girmek istemelerinin nedeni genellikle şunlar olur; • İş yaşamında tükenmişlik, • İşini sevmemek hatta nefret etmek, • Başka seçenekleri gözden geçirme isteği, • Yeni bir sayfa açma isteği,

Ne tür davranışlar değerlendirilebilir?

“Mobbing”

kapsamında

• İşinizi yoğun bir çabayla ve özenle yapsanız da çoğunlukla beğenilmiyorsa, • Yöneticiniz, astlarınız ve tarafından dışlanıyorsanız,

arkadaşlarınız

• Görmezden geliniyorsanız, • Aşağılanıyor, arkanızdan konuşuluyor ve alay ediliyorsanız, • Sizinle arkadaşlarınız, astlarınız veya yöneticiniz selamlaşmıyor, konuşmuyorsa, • Size özel görevler verilmiyor veya verilenler geri alınıyorsa, • Ağır veya pozisyonunuzun yönlendiriliyorsanız,

altındaki

işlere

• Toplantılarda grup içinde kişiliğinize saldırı yapılıyorsa,

rencide

edilip

• Hayallerini gerçekleştirme isteği,

• Size bir arkadaşınız, astınız ya da yöneticiniz tarafından yüksek sesle bağırılıyorsa,

• Performansını arttırma isteği…

• Hakaret ediliyorsa…

Çalışanlar, yüzeyde bu nedenlerle koçluk çalışmasına girerler fakat çalışmaya başladığımızda görülür ki derinlerde çoğunlukla “mobbing” faktörü yatar. Mobbing nedeniyle istifa etmeyi düşünenler, tükenip depresyona girenler, intiharı düşünenler olduğu gibi bazı profesyoneller de kariyerlerini yeniden gözden geçiririrler. İş değiştirmek, sektör değiştirmek hatta yaşamlarının akışını tamamıyla değiştirmek isteyen ve gerçek akışa kavuşanlar bile oluyor. Bu nedenle mobbing gerçeğini sadece “mobbingten korunma” durumunun dışına çıkartmak ve farklı bir açıdan bakmak istiyorum. “Mobbing” kelimesi iş yerindeki psikolojik şiddeti ifade ediyor. Amacı çalışanı yıldırmak, pasifize etmek, kendisini güçsüz ve çaresiz hissetmesini sağlayarak motivasyonunu düşürmek ve hatta işinden ayrılmasına neden olmak. Büyük, küçük, kurumsallaşmış, kurumsallaşmamış, aile şirketleri, uluslararası şirketler gibi her tür kurumsal yapıda bu sorunla karşılaşmak mümkünse de patron yönetimindeki şirketlerde daha yaygın ve şiddetli olduğu söylenebilir. Kadın, erkek ve kültür farkı gözetmeksizin her iş ortamında olabiliyor. Ayrıca bizim gibi ilişki odaklı toplumlarda “Mobbing” daha ağır tablolar ve sonuçlar yaratıyor.

Bu listeyi çeşitlendirebilir, hatta internette kısa bir araştırma yaparak mobbing uzmanlarının görüşlerini inceleyerek içinde bulunduğunuz durumu netleştirebilirsiniz. Burada içinde bulunduğunuz durumu “mobbing” olarak tanımlamanız için yapılan davranışın sistematik olarak yapılıyor olması gerekir. Eğer davranış planlanarak ve sürekli olarak belli bir kişiye yönelik yapılıyorsa “Mobbing”, aksi şekilde “davranış bozukluğu” olarak algılamalısınız. “Mobbing” uygulayanların gerçeği… Bu kişiler bastırılmış veya aktif öfkeye sahiptirler. Öfkenin altında korkular yer alır. Bu kişiler korkak ve güvensizdirler. Güven, hem kendine yönelik hem de dış dünyaya yönelik olarak eksiktir. Ayrıca sürekli kıyaslama bilincindedirler yani kıskançtırlar. Dolayısıyla yıkıcı rekabet algısına sahiptirler. Baskıcı ve otoriter olan bu kişilerin farklı fikirlere toleransları çok azdır. Genellikle statü arttıkça bu davranış bozukluğunun etkileri artar. Bu kişiler kesinlikle “mutsuz” ve “kendini gerçekleyememiş” kişilerdir. Aslında yaptıkları işi seven kişiler değillerdir. Sevgi ile yapılan işlerde insanlar daha sevecen, tutkulu ve paylaşımcı olurlar.


“Mobbing”e sorgulayın…

maruz

kaldıysanız

yaşamınızı

Böyle bir durumla karşı karşıya kaldığınızda yapacağınız iki şey var; 1-Mobbing uygulayanla savaşmak. Onun da istediği budur zaten. Duygusal tepkiler vererek sinirlerinizi harap edip depresyona girersiniz. Siz onunla savaştıkça o güçlenecek, egosu şişecek ve bu durumdan haz almış olacak. Bu durumda her zaman kaybedersiniz. İş değiştirseniz bile bilinçaltınızdaki korkulardan dolayı gittiğiniz her yerde böyle kişiler sizi bulacaktır. Çünkü savaşmak aslında korkudan kaynaklanır ve savaşılan her şey bilinçaltında güçlenir. 2-Durumu olduğu gibi kabul edip fırsata çevirmek. Dinginliğinizi koruyup durumu olduğu gibi kabul edin. Her tür değişim temelde kabule ihtiyaç duyar. Ve her ne olursa olsun içinde bulunduğunuz resmin dışına çıkarak kendinizi ve olayı dışarıdan gözlemleyin. Bu durumu kendinizi sorgulamak ve özünüze yaklaşmak için bir fırsat olarak algılayıp yaşamınızı yeniden gözden geçirin. İnsanlar kendi özlerini ya çok zor durumdayken ya da hazzın içindeyken tanırlar. Sizde şu anda bir travma etkisi yaratan bu durumda kendinize şu soruları sorarak yaşamınız için farklı bir açılım yakalamaya kendinizi biraz daha tanımaya çalışın; • Bir milyon dolarım olsaydı ne yapardım? Dünyadaki hangi ihtiyacın karşılanmasına katkı sağlardım? • En severek yaptığım aktiviteler neler? • En kolay yaptığım aktiviteler neler? • Yaşamım anlamlı mı? • Hayallerim var mı? • Şu anda gerçekten yapmak istediklerimi yapabiliyor muyum? • İşim beni ifade ediyor mu ve tatmin ediyor mu? Bu soruları çoğaltabilirsiniz. Sizi kendinize yaklaştıracak her tür soruyu kullanın. Kendinizi ve mobbing uygulayanı her ortamda suçlayarak her anınızın kalitesini ve kendi zihinsel ve fiziksel enerjinizi düşürerek sadece sağlığınızı bozarsınız. Yaşam

sadece güzelliklerden ibaret değil. Her tür durum oluşturduğunuz algıyla olumluya dönüşebilir.

17

Bu süreçte yapmanız gereken en önemli şey “böyle insanlar hep beni bulur” diye düşünmemektir. Çünkü eğer ağzınız bunu söylüyorsa zihniniz öyle düşünür, zihniniz öyle düşünüyorsa bilinçaltınız sürekli böyle insanların karşınıza çıkması yönündeki frekansta çalışır ve yaşamınıza bu gerçekliği çeker. Kurumlar ne yapmalı? En güzel ve yaratıcı stratejiler, en modern ve pahalı yatırımlar ve harika planların çökmesine, neden işe yaramadığına şaşırmamalılar. Çünkü en şahane olan her şey ancak kurumda doğru ve sağlıklı davranışlar olduğu sürece işe yarayarak en verimli sonuca ulaştırır. Mobbing uygulayan çalışanlar ve yöneticiler kurumun verimliliğini etkinliğini, karlılığını büyük ölçüde düşürürler. Huzur ve güven ortamı çalışanların bağlılığını, motivasyonunu ve verimliğini arttırır. Bu nedenle kurumlar, dünyada yaygın olarak uygulandığı gibi yöneticilerini koçluk sürecinden geçirerek hem kendilerine ayna tutmayı, kendileriyle yüzleşmeyi sağlayan hem de astlarına koçluk yaparak yönetme kültürünü benimsemeyi tercih etmelidir. Bu hem önlem almak hem de çözüm bulmak amacıyla kurumlarda uygulanabilir.

Maremis Gelecek Enstitüsü www.maremis.com

EĞİTİM

Tüm bu davranış bozuklukları kendilerini onlara yansıtılan ve olması gereken bir “sahte ben” algısıyla tanımladıklarından kaynaklanmaktadır. Bu kişilerin bir dış destek alarak kendileriyle yüzleşerek tüm bu bozuk davranışların ağırlığından kurtularak daha mutlu bir birey haline gelmeleri mümkündür.


18

CAN DOLAŞIMI ve TUZ - VI Enis KIRIMLI BioMedikal Mühendis Merhaba Sayın Okurlar,

CAN SAĞLIĞI

Yeni yılın sevgi, sağlık, neşe dolu bir yıl olması dilekleri ile hepinize iyi seneler. Yazı dizimizi takip eden okurlarımız, soru sormak isterlerse enisk@biosense-tr.com adresine yazarak öğrenebilirler. Daha evvelki yazılarımızı okuyamayanlar, eski sayılarımızı gene aynı web sayfamızdan okuma imkanına sahip olacaklardır.

boyunu nasıl çıkarabileceğinizdir. Bizim de artık biyofiziksel olarak kanıtlayabileceğimiz gibi bu işlemi yapmak için ‘suyu canlandırma cihazları’ mevcut. En iyi içebileceğiniz su, doğal temiz kaynak suları, artezyen suları, agratopejik artezyen kaynaklarıdır. Agratopejler, yeraltından kendi güçleriyle yukarı çıkan yer altı artezyen sularıdır, çünkü suyun da kendine has bir olgunluk derecesi vardır. Su, yağmur olarak yere indiğinde bunu “juvinil” su olarak adlandırırız. Bu suda solar frekanslar ölçülebiliyor fakat jeomanyetik frekansların da oluşabilmesi için suyun yerin çok altına inmesi, “toprağın kanı” haline gelmesi gerekiyor. Yeraltında tamamen olgunlaşan ve tüm jeomanyetik frekans desenlerini içine alan “toprağın kanı”, kendi başına binlerce metre derinliklerden girdap şeklinde yukarı çıkabilecek güce ve enerjiye sahip oluyor. Siz şişeden mineral suyu içtiğinizde bunu vücudunuz alamaz, işleyemez; çünkü mineral suyundaki mineraller inorganik yapıya sahiptirler. Bunlar zararlı değiller fakat hücreler için kullanılabilir de değillerdir. Böylece kanınıza kadar giren kalsiyum hücrelerinizde özümsenemediği için hiçbir faydası olamaz.

GEÇEN AYIN DEVAMI...

Burada konu Kalite’ye geliyor.

1992’den beri de zaten bu 300 tarım ilacından sadece 18’i ölçülmekte. Böylece aslında neler içtiğinizi düşünebilirsiniz.

Su, kristal gibi basınç ile elementlerin koloidal oluşmasını sağlayamadığından elementler inorganik kalıyor ve bu yüzden vücudunuz da bunları alamıyor. Bazıları, bunların bir kısmı belki alınabilir diye düşünse de bu kesinlikle mümkün değil.

Örneğin bunların içinden birini çıkaralım: Nitrat mesela, kanserojendir. Sadece kimyasal olarak bir zehir olmasından dolayı değil sebebi çok daha başka. Nitrat, kimyasal bir yapı olarak belli bir dalga boyuna, dolayısıyla da bir elektromanyetik kuvvete sahiptir. Vücudunuza Nitrat girdiğinde rezonans yerine dizonans oluşur, çünkü vücudumuz Nitrat içermediği için bu madde ile rezonansa geçemez. Oluşan dizonans bedende kaosa neden olur ve birden, bazı hücre grupları dejenere olmaya başlar, çünkü sürekli bir elektromanyetik içtepiye maruz kalırlar. Aslında bedenimiz kendini tekrar rejenere edebilir fakat her gün aynı içtepilere maruz kaldığında, artık Nitrat’ın miktarının da önemi kalmıyor, tekrar eski yapısını koruyamıyor. Örneğin suya bir taş atıyorsunuz, bir dalganın, dalga boyunun oluşmasına sebep oluyorsunuz. Böylece içine sadece taşı atarak suya bir enformasyon vermiş oluyorsunuz. Aynı anda, taşı derhal çıkarsanız bile oradaki dalgayı yaratmış oluyorsunuz. Konu oradaki kimyasal yapıyı değil de negativiteyi yaratan dizonans dalga

Bunu kahvaltıda tabağınıza bir çubuk demir koymuş gibi de düşünebilirsiniz. Sudaki mineralleri alabilirseniz, çubuktaki demirleri de yiyebilirsiniz. Bu da mümkün olmadığı için suyun hangi mineralleri içerdiği de önemli değil. Önemli olan, suda hangi frekans desenleri mevcut, bu mineraller halen iyonize durumda


Böylece oluşan “molekül evliliklerinde”, örneğin pozitif yüklü kalsiyum ile negatif yüklü hidrojenkarbonatlar birleşirler. Aslında, bunlar su canlı olduğu sürece, yani bir strüktüre sahip olduğu sürece, aralarında su bir duvar gibi olduğu için iyonal yapılarından dolayı birleşemezler ve bedene zararlı hale gelemezler. Kalsiyum ve hidrojenkarbonat örneğinde yeni oluşum kalsiyumbikarbonattır, yani kısacası kireç oluşur. Ve siz de bunu evinizin borularından dışarı atabilmek için en pahalı cihazları kullanırsınız. Bunu yaparken kendi bedeninizdeki kireçlenen borularınızı/damarlarınızı hiç düşünmezsiniz. Yaşlandıkça damarlarımız ve beynimizdeki sinir iletişim bağları kireçleniyor; doğal olarak enformasyonu iletmek için köprü kurulamadığından unutkanlık başlıyor. Burada oluşan kireçleri çözebilmek için canlılığa, enformasyona veya strüktüre ihtiyacınız var. Suyun geometrisine ihtiyacınız var. O zaman, oluşan molekül birleşimlerini de kırabilirsiniz.

Biz, araştırmalarımız çerçevesinde, segmanter diyagnostik ve organometri ile İmedes diye adlandırdığımız, enerjetik seviyede ölçüm yapabilen bilimsel bir cihaz sayesinde, organizmadaki patolojik rahatsızlıkların bile sadece su ile rejenere edilebileceğini kanıtlayabiliyoruz.

19

Uzun yıllar boyunca teşhis amaçlı takip altında bulundurduğumuz hastalar var. Bizler, doktor değil de sadece biyofizikçi olduğumuzdan bizim kendi kendimizi rejenere ettiğimizi, doğanın iyileştirdiğini biliyoruz. Devam edecek... Değerli Biofizikçi Peter Ferreira Institute of Biophysical Research

Çeviren: Biomedikal Mühendis Jeff Say Derleyen ve Yorumlayan: Enis Kırımlı www.gidaintoleransi.com

www.yupilife.com.tr

CAN SAĞLIĞI

mı ve etrafları su kılıfı ile çevrili mi? Çünkü biz bu suyun strüktürünü bozduğumuzda, içindeki iyonize ve suya elektromanyetik dalga boyları veren elementlerin başka elementlerle birleşmesini sağlamış oluruz. Bu da genellikle boru basıncı veya suya katılan karbon diyoksitlerle yapılır, böylece suyun doğal oksijeni alınıp, nitrojen katılır, halbuki bizim amacımız bedenden nitrojeni uzaklaştırıp oksijen verebilmek olmalıdır.


YEMEK KÜLTÜRÜ

20

MUTLU YILLAR MADAM Afitab Ümid GÜRGÜLER Yazar Madam Evantiya, Kalpakçılar yokuşunu hızla yürürken aralık ayının son gününde esen rüzgara, yerdeki buzlara aldırmıyordu. İnce, zayıf vücudu, yüzündeki derin çizgiler, onu olduğundan daha yorgun gösteriyordu. Kocası öldükten, akrabaları kıyının öbür yakasına geçtikten sonra tek göz odada yaşam savaşı veriyordu. Beyoğlu’nda oturan zengin ailelere gündelikle ütüye, dikişe yardıma gidiyordu. Bugün işe gitmemiş, sevdiği bir hanımefendiye yılbaşı keki götürüyordu. Kim bilebilirdi o zengin gördüğü hanımefendi, bir gün gelecek Evantiya’yı koruyup, kollayacak, yıllar sonra Evantiya’dan daha zor durumlarda, perişan olacaktı. Siyah elbisesi, üzerinde siyah paltosu, elinde henüz fırından çıkardığı keki, yeni yıl kutlamasına gidiyordu. Bu kek özeldi, içinde un yoktu, süt, yoğurt, en önemlisi yağ da yoktu. Bütün bunları düşünürken kapının önüne gelmişti. Birden düşünceye daldı. Haber vermeden gelmişti. Ya hanımefendi evde yoksa? Ya onu kabul etmezse? Yine de zile dokundu. Evin görevlisi kapıyı açıp, soran gözlerle yüzüne baktı. -“Hanımefendiye yılbaşı keki getirdim” dedi, güçlükle. Nefesi tükenmiş, ihtiyar yüzü sararmıştı. İçeriye buyur edildi. Köşedeki oymalı koltuğa ilişiverdi. Az sonra kapı açıldı, hanımefendi misafirini karşılamak için odaya girdi. Onu dostça kucaklayıp, öptü. Bu kültürlerin kaynaşmasıydı, yeni yıl bahanesiyle. Osmanlının mirası olan toplumlarının bir olmasıydı. Hanımefendi bu ziyaretten duyduğu mutlulukla kendi eliyle yaptığı

“Üryani Eriği Tatlısı”nı misafirine ikram ederken, özenle, kristal tabağı sehpanın üzerine bıraktı. Evantiya, bir kaşık tattığı üryani eriği tatlısının enfes lezzetine hayran kaldı. Tarifini sormadan alıkoyamadı kendini; Osmanlının son temsilcilerinden olan hanımefendi muzip bir gülümsemeyle anlatmaya başladı. “Üryani eriğini akşamdan az suyla ıslatıyorsun. Ertesi sabah genişçe bir tencerede suyu azalıp, erikler yumuşayıncaya kadar pişireceksin. Sonra arzuya göre şeker koyup tatlı kıvamına gelince ateşten indireceksin Evantiya’cığım… İyice soğuduktan sonra eriklerin içine kaymak koyup servis yapacaksın. -Ah hanımefendiciğim, ellerinize sağlık. Ben de size bu pakette yılbaşı keki getirmiştim. -Hatırladım, geçen yıl getirdiğin o güzel kek değil mi? Söz vermiştin, tarifini verecektin. Hadi hemen söyle yazıyorum. “3 yumurta, 1 su bardağı dövülmüş ceviz içi, 1 çay fincanı şeker, 1 su bardağı galeta unu, 1/2 çay kaşığı tarçın, 1/2 paket kabartma tozu, hepsi bu kadar. Ceviz, galeta unu, tarçın, kabartma tozu karıştırılır. Yumurtalar şekerle köpürtülür. Sonra toz karışım ilave edilerek yağlanmış kapta 170 derece fırında pişirilir.” Evantiya, hepsini bir nefeste söylemişti. Artık gitme vaktiydi. Kar ince ince başlamıştı. Kalpakçılar yokuşu buzlanmadan izin istedi. Başıyla selamladı ve ağzınızın tadı hiç bozulmasın dileğiyle vedalaştılar.


21

www.yemekvekultur.com


BİTKİLERLE YAŞAM

22

BOZDAĞLAR FLORA GEZİSİ Nazım TANRIKULU Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Teknikeri

lon sarıldıktan sonra tatbik edilir ve 1 hafta bekletilir.

İzmir, Manisa ve Aydın illeri boyunca uzanan Bozdağlar’ın en yüksek noktası 2157 m yüksekliğindeki Bozdağ zirvesidir. Bu sebeple ilk kar buraya düşer ve yaz başına kadar kalır. Bozdağ Kış Sporları Merkezi’nin kurulmasıyla bölge kış turizmi açısından önem kazanmıştır. Yürüyüş ve tırmanış parkurlarıyla da doğaseverlerin ilgisini çekmektedir. Bozdağlar’ın diğer önemli özelliği, centiyane (Gentiana lutea L.) bitkisinin ülkemizdeki sınırlı doğal yaşam alanlarından biri olmasıdır.

Yerel ismi: Yılanbıçağı

Sarı Centiyane

Hazımsızlık, gastrit, öksürük ve kansızlıkta;

Sarı centiyane bitkisini doğal ortamında gözlemek ve Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi’nde yetiştirmek için numune almak üzere Eylül 2008’de Bozdağlar’a yaptığımız flora gezisinde, bitkinin Yılanlı köyü yakınlarındaki Yılanlı yaylasında bulunduğunu, yörede “zambak” ismiyle tanındığını, bol bulunduğu alana “zambaklık” dendiğini tespit ettik. 1800 rakımlı Yılanlı yaylasına tırmandık. Yaylaya 100 m mesafede, “sığır argacı ” sarı centiyane populasyonuyla karşılaştık. İhracat amacıyla yapılan “vahşi toplama” yüzünden sınırlı sayıda sarı centiyane kaldığına üzülerek şahit olduk. Bitkinin kültüre alınmasına yönelik bir proje başlatılması hem yokolmasını önleyecek hem de yöre halkına yeni bir geçim kaynağı yaratacaktır.

Yılanyastığı (Arum maculatum L.)

Yerel kullanımı: - İyice olgunlaşan meyveleri toplanır, ekzema, basur ve kaşıntıda 1 hafta boyunca her gün 20-25 tane yutulur. Sarı centiyane (Gentiana lutea L.) Yerel ismi: Zambak, sivrikök, centiyane Yerel kullanımı:

- Yarım nohut tanesi büyüklüğünde kök yutulur. - Kökü toz haline getirilip balla karıştırılır, sabahakşam 1 çorba kaşığı yenir. - İki parça kök yarım bardak soğuk suda 3-4 saat bekletilip içilir. Banotu (Hyoscyamus niger L.)

Yörede kullanılan 10 bitki Ödemiş merkezde ve gezi güzergahındaki Birgi, Hacı Hasan ve Yılanlı ve Kemer köylerinde kaydettiğimiz bilgilerden bazıları aşağıdadır. (Söz konusu bitkilerin tıbbi etkinliği ve güvenliği konusunda danışınız.) Civanperçemi (Achillea sp.) Yerel ismi: Ayvadana Yerel kullanımı:

Yerel ismi: Gözotu

- Çiçekli topraküstü yakılır, dumanı ağızdan teneffüs edilerek diş kurtları düşürülür.

Yerel kullanımı:

- Çiçekli topraküstü kısmından sigara yapılır. Sarımsak (Allium sativum L.) Yerel kullanımı: - 250 gr sarımsak soyulur, buharda bekletilir, iyice yumuşayınca ezilip zeytinyağıyla karıştırılır, temiz bir tülbente yayılır, bel fıtığından muzdarip hastanın beline sarımsağın yakıcı etkisini önlemek için bir kat nay-

- Su dolu bir tepsinin ortasına metal kap yerleştirilir, içine meşe koru doldurulur, korun üzerine bir tutam banotu tohumu serpilir, gözler dumana 1-2 dakika temas ettirilerek göz kurtları düşürülür. Sarı kantaron (Hypericum perforatum L.) Yerel ismi: Sarıot, kantaron Yerel kullanımı:


- Saplı çiçekleri kavanoza konur, üzerine zeytinyağı ilave edilir, 3 gün güneşte, 1 sene karanlıkta ve kullanmadan önce 3 gün güneşte bekletilir, elde edilen kırmızı renkli kantaron yağından vücut içindeki ve dışındaki yaralarda sabahları aç karna 1 çorba kaşığı içilir, iyileşme belirtileri görülene kadar devam edilir.

Dövülmüşavratotu (Tamus communis L.)

- Kurutulmuş incirin üzerine 2 damla kantaron yağı damlatılır, bağırsak tembelliğinde yemeklerden önce 3 tane yenir.

Hayıt (Vitex agnus-castus L.)

Yerel ismi: Karabaş, börtlek Yerel kullanımı: - Çiçeklerinden hazırlanan soğuk çay kolesterol, tansiyon ve göğüs ağrısında içilir. Anason (Pimpinella anisum L.) Yerel kullanımı: - Öğüre gelmeyen büyükbaş hayvanların yemine 5 gün boyunca her gün 1 avuç anason tohumu karıştırılarak çoğalmaları sağlanır. Küçükbaş hayvanlarda doz daha düşük tutulur.

Yerel ismi: Adamotu Yerel kullanımı: - Kökü ekzema, basur ve romatizmada fasulye tanesi büyüklüğünde yutulur.

Yerel ismi: Ayıt Yerel kullanımı: - Yaprakları olgunlaşmamış üzümle (koruk) birlikte dövülür, tülbente yayılır, ateşli hastalıklarda soğuk olarak sırta sarılır, iyileşme belirtileri görüldüğünde çıkarılır. - Yaprakları ebegümeci yapraklarıyla birlikte lapa haline getirilir, mide ağrılarında ağrı olan bölgeye tatbik edilir. Bu makale ilk olarak Zeytinburnu Tıbbi Bahçeler Dergisinde yayınlanmıştır. Çalışmamıza katkılarından dolayı aktar Mustafa Demir, emekli Fen Bilgisi öğretmeni, bitki araştırmacısı ve yazar Hulusi Kütük, Abdulkadir Gölcü ve Ertuğrul Tel’e teşekkür ederiz.

BİTKİLERLE YAŞAM

Karabaşotu (Lavandula stoechas L.)

23


24

SOKAK HAYVANLARI

HAYVAN DOSTLARIMIZ

Lena GAVURAKİ Yazar Sokak hayvanları… Onlar, yarattığımız, kaldırımlar, yollar, bina ve beton yığınlarının arasında hayatını sürdürmeye çalışan, can dostlar. Vücutları yumuşak bir döşek görmeden, kene ve pireler içinde sokaklara mahkum ettiğimiz, pek çoğumuzun korktuğu ya da tiksindiği ama aslında zararsız ve genellikle biraz sevgi ve şefkate muhtaç canlılar. Aralarından şanslı olanları, hızlı giden umursamaz bir şoförün kullandığı araba tarafından ezilmeden, hayatta kalmayı başarıp; bir avuç yemek için, çöp bidonlarını karıştırırken bazı zamanlarda içebileceği bir damla suyu bulabilmek için, günlerce yağmur yağmasını bekleyen bebekler… Bebek diyorum, çünkü benim için korunmaya muhtaç her canlı bir bebek niteliğindedir. Ülkemizde onlardan fazlaca görüyor olmanın bir şans mı yoksa, bir şansızlıktık mı olduğuna henüz karar verememişken; size, kışın onları, ne gibi tehlikelerin beklediğini ve hiç olmazsa bir nebze bile yardım edebilecek olursak bir can kurtarabileceğimizi hatırlatmak adına bu zorlu kış aylarında neler yapabileceğimizden biraz bahsetmek istiyorum. Öncelikle kuşlardan başlayalım, artık şehirlerde kuş cıvıltısını duymak her ne kadar mümkün olmasa da, tüm hava ve gürültü kirliliğine, havai fişek gösterilerine, dalına konacak pek bir ağaç kalmamış olmasına rağmen; onlar, hala aramızda hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Yemediğimiz ve/veya artan ekmek kırıntılarını evimizdeki balkona ya da penceremizin pervazına biraz ıslatıp koyacak olursak minicik bir canın beslenmesine vesile olmuş oluruz. Çünkü soğuk kış aylarında tabiat içinde yaşamayan canlıların yemek bulması daha da zorlaşıyor. Ayrıca, penceremizdeki ekmek kırıntısını yemeğe çalışan bir kuşun görüntüsü, eminim ki, çocuğunuzu çok eğlendireceği gibi onun sevgi duygusunun da gelişmesini sağlayacaktır. Ekmek kırıntılarını çocuğumuzun pencereye koymasını isteyecek olursak da onun sorumluluk alma ve paylaşma duygularının gelişmesini de sağlamış oluruz. Kanatları olmayıp da uçamayan dostlarımız için, durum biraz farklı. Sokaktaki kedi ve köpekler için durum daha da zor. Kediciklerin; özellikle birinci yaşını doldurmamış miniklerin büyük bir kısmı bu kış aylarında yaşamını yitirtmektedir.

Kedi, bilirsiniz, sıcağı seven bir hayvandır. Evimizdekiler, kaloriferin ve temiz yünlü battaniyelerinin üstünde yatma lüksüne sahipken; sokaktakiler, nefret ettikleri ve korktukları yağmura ve tabii ki soğuğa maruz kalmaktadırlar. Karınlarının tok olması, onların üşümemesi için önemli bir etkendir. Dolayısıyla, marketten alacağınız bir mamayı apartman kapısının önüne ya da kuru kalacak bir köşeye azar azar dökmeniz, onların soğuğu daha az hissetmelerine yardımcı olacaktır. Onun ıslanmasını ve üşümesini engellemek ve tabii çocuğunuzla hoşça, yaratıcı vakit geçirmek istiyorsanız, sokak kedilerine kartondan sokak barınakları yapmanız da mümkündür. Bakkaldan isteyebileceğiniz bir koliye kedinin sığabileceği büyüklükte bir delik açmanız, içine bir yastık ya da kullanmadığınız bir kazak koymanız ve koliyi bantla kapattıktan sonra, su almasını önleyecek bir malzemeyle kaplamanız yeterli olacaktır. Ben bu iş için kalın çöp torbaları ve strafor kullanmaktayım. Ancak karton kutuları muşambayla da kaplayan arkadaşlarım var. En zor olanı ise, sokakta barınan köpekçikleri korumaktır. Onlara bir kulübe yaptırabilmek çok güzel olurdu ama bu yeterince zor. Bir de halkımızın büyük bir çoğunluğu, köpeklerden korktuğu için, onları kaynar sularla yakarak mahallerinden uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Halbuki, onların çok iyi bir dost, evimizin bekçisi olduğunu unutuveriyoruz. Mahalledeki sokak köpeğinin ölmesinden sonra aynı mahalledeki artan hırsızlık olaylarını çok sık duymaktayız. Onlara göre büyük bir baraka veya kulübe sağlayamasak bile, yemek artıklarımızı ayrı bir poşete koyup onlara vermemiz karınlarının doyması açısından yine çok faydalı olacaktır. Aynı kediler gibi, köpeklerin de karnı tok olduğunda, daha az üşüdükleri bir gerçektir. Ve ne olur, apartman paspasının üstünde yatan bir köpek gördüğümüzde, onun orda kalmasına izin verin. Onun size bir zararı yoktur. Tek istediği biraz sıcaklık… Biraz uyumak... Ben evin tek çocuğuydum, ondan tek çocukların ne kadar sosyal olurlarsa olsunlar, özellikle evlerine, odalarına çekildiklerinde, dertleşecek ve paylaşacak bir kardeşe ne kadar çok ihtiyaç duyduklarını iyi bilirim. Belki çocuğunuzun psikolojisini olumlu etkilemek adına onlardan biriyle evinizi paylaşma fırsatını yaratabilirsiniz. Onlardan birine evinizi açmaya karar


Zayıf olan halkalara biraz daha duyarlı ve yardımcı olsak hayat daha güzel olmaz mı?

Bu arada kışın, yazlıkların yoğunlukta olduğu bölgelerde, yaşayan hayvanların durumu da ayrı bir içler acısı durumdur.

Ev arayan kedicikler

Örnek verecek olursak, prenses adalarında özellikle Kınalı ve Burgazada’da, yazın tosun tosun olan kedicikler kışın açlıktan ölmektedir. Buralarda, kışın soğan kabuğu yiyenine bile, rastlamak mümkündür. Çünkü evler boş olduğu için, yiyecek bir çöp bile bulamamaktadırlar. Hafta sonu adaya gitmek çok güzel bir etkinlik olabilir. Temiz hava, sessiz ortam sizi rahatlatacağı ve dinlenmenizi sağlayacağı gibi, çocuğunuzun da arabalardan uzak rahat rahat koşup oynamasına olanak verecektir. Buralara kasaptan ya da marketten alacağınız bir poşet kemik veya kedi ve köpek mamasıyla gitmeniz onlara hayat vermeniz için yeterli olacaktır. Aynı durum, diğer yazlık bölgelerde de mevcuttur. Unutmayın bu dünya hepimizin. Hayata gelen her canlının en az bizim kadar yaşamaya hakkı vardır.

Benim adım bile bilinmiyor. Gri beyaz bir kediyim, tüyüm kadife gibi. Eski sahibimin 20’ye yakın kedisi vardı. Evden taşındı ve beni yanına almamaya karar verdi. Sokaklara atıldım. Alışmış olduğum sıcak ortamın dışında yaşamak hayatımı çok zorlaştırıyor. Zaten ayağım hafif aksak… Sokaklarda yürümek de oldukça zor. Tek istediğim sıcak bir yuva ve bir kap yemek, tercihen bahçeli bir ev aramaktayım. Bana sıcak bir yuva vermek isterseniz söz, ben de size tüm sevgimi vereceğim. Lütfen 0532 3437347 numaralı telefonu arayın. Şimdiden teşekkürler. Ev Arayan Köpekçik: Birbirinden güzel bu bebeklere acil birer yuva arıyoruz. Hepsi Yeniçiftlik barınağında ve oradaki yetersiz şartlardan dolayı maalesef her hafta bebeklerimizden bazıları hayatlarını kaybediyor. Bu güzellikleri yaşatmak için hepsine sıcak birer yuva arıyoruz. İletişim Ayfer Hn: 0532 311 16 29 Yer: Tekirdağ / Yeniçiftlik barınağı

25

HAYVAN DOSTLARIMIZ

verirseniz eminim ki evin içindeki hayat çok daha eğlenceli bir hal alacaktır.


26

Karlofça Antlaşması ve Türkler İçin Örülen Nefret Kapısı 300 Yıl Sonra Yıkıldı!

VATAN VE KÖKLERİMİZ

Denizhan SEZGİN Yazar Karlofça Antlaşması, her Türk için lise tarih kitaplarında yazan o klasik bilgileri akla getirir: İkinci Viyana Kuşatması sonrası 1699 yılında II. Mustafa’nın Padişahlığındaki Osmanlı Devleti ile Kutsal İttifak ülkeleri arasında imzalanan bu antlaşma Osmanlı Devleti’nin batıda büyük çapta toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Sultan II. Mustafa döneminde Osmanlılar Avusturya İmparatorluğu üzerine üç büyük sefer düzenlendiler. Ancak 11 Eylül 1697’de uğranılan Zenta yenilgisiyle ile Osmanlı Devleti bir anda savunmasız kaldı. Bu arada Venedikliler, Mora ve Dalmaçya’ya, Lehistan ise Boğdan’a saldırmışlardı. Aynı dönemde Rusya’nın başına Deli Petro geçmişti. Deli Petro ordusunu modernize etmiş, boğazlardan Akdeniz’e inme ve Karadeniz’e egemen olma çabalarına girişmişti. 1695’deki saldırıda başarısız olmuş, fakat bir yıl sonra Azak Kalesi’ni ele geçirmişti (6 Ağustos 1696). Papa, Osmanlı Devleti’ne karşı Avusturya, Lehistan, Rusya, Malta ve Venediklilerden oluşan bir ittifak oluşturdu. Uzun süren savaşlar sonunda Osmanlı Devleti yorgun düştü. Özellikle İngiliz hükümetinin araya girmesi sonucu, Sultan II. Mustafa barışa razı oldu. İmzalanan Karlofça Antlaşması ile Banat ve Temeşvar hariç, bütün Macaristan ve Erdel Beyliği Avusturya’ya, Ukrayna ve Podolya Lehistan’a, Mora ve Dalmaçya kıyıları Venediklilere bırakıldı. Ayrıca barışın süresi 25 yıl olarak belirlenirken, antlaşmanın garantör devleti de Avusturya oldu. Anlaşma için müzakereler Sırbistan’ın Karlofça kasabasındaki bir çadırda yapıldı. Osmanlı temsilci-

sinin karşısında, Avusturya, Polonya (Lehistan), Venedik ve Rus müzakereciler oturdu. Osmanlı’yı barışa razı etmek için diplomasi tarihinde ilk kez yuvarlak masa Karlofça’da kullanıldı. Ayrıca tarafların eşit olduğunu belirtmesi için ülkelerin temsilcilerinin 4 ayrı kapıdan aynı anda içeri girmesi kararlaştırıldı. İşte bu tarihi anlaşmanın yapıldığı çadır, 1710 yılında minik bir şapele (küçük kilise) çevrildi. 72 gün süren müzakereler sırasında hayatını kaybeden Venedikli diplomatın mezarı da kilisenin içine yerleştirildi. Anlaşmanın yapıldığı tarihte Türk temsilcinin girdiği doğu kapısına ise “Türkler, artık bir daha bu kapıdan geçip Avrupa’ya ayak basmasınlar diye” duvar örüldü. Ancak bu durum geçen yıl Türkiye’nin Belgrad

Büyükelçisi Süha Umar’ın girişimleriyle değişti. Büyükelçimiz Karlofça’da katıldığı bir törende Karlofça Belediye Başkanı Milenko Filipoviç’le tanışmış. Belediye Başkanı kendisini Karlofça Anlaşması’nın 310’uncu yıldönümü için yapılacak törenlere davet etmiş. Büyükelçi Umar da 300 yıl önce örülen bu duvarın yıkılmasını rica etmiş ve o takdirde davete katılabileceğini belirtmiş. Belediye Başkanı da Büyükelçimizin ricasını kabul ederek duvarı yıkıp yerine kapı takmaya söz vermiş. Verdiği sözü de yerine getirmiş. Türkiye’nin Belgrad Büyükelçisi Süha Umar’ın girişimiyle böylece 300 yıl sonra olsa da Karlofça’daki “Nefret Kapısı” yıkılmış oldu. Bu sayede Türkler tekrar Avrupa’ya girmiş oldu.


27


28

ULUSAL ÇEVRE ANDI’NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ riyet Gazetesi – 23.02.2004) (1)

Selman GERÇEKSEVER Emekli Öğretmen ve Yazar

EVİMİZ DÜNYA

Giriş Birkaç on yıl içinde lafı bile edilmezken, günümüzde “çevre hakkı”, en çok sözü edilen insan haklarından biri haline gelmiştir. İnsan haklarından en yaşamsal olanının çevre hakkı olduğunu ancak çevreyi berbat ettikten sonra anladık. Temiz bir çevreye, yani; havası, suyu, bitki örtüsü kirletilip tahrip edilmemiş bir doğaya sahip olmak artık insan haklarının ilk telaffuz edilen maddesi haline gelmiş bulunuyor. Uluslararası hukuk metinleri “çevre hakkı” kavramına yoğun biçimde yer verir oldu… Bu hukuk metinlerine temel/kaynak oluşturan bilimsel raporlar daha sık yayınlanır oldu. Oxford Üniversitesi’nden Prof. Dr. Martin REES’e ait, “Son Yüzyılımız” başlıklı raporda şu olası tehlikeler sıralanıyor: 1) Kimyasal/biyolojik silahlarla donanmış teröristlerin; biyolojik, genetik, sibernetik gelişmeleri sonunda vücut bulması olası denetim altına alınamayacak virüslerin yaratması olası tehlikeleri, 2) Küresel ısınma, 3) Gıda ve enerji krizi Hemen hemen kaçınılmaz tehlikeleri içeren raporlardan biri de Kyoto Protokolü’nü inatla imzalamamış bulunan ABD eski Başkanı Bush’a sunulmuştu. Bir süre gizli tutulduktan sonra açıklanan bu raporda çarpıcı birkaç cümle şu bilgileri içeriyordu: İklim değişikliklerinin yaratacağı panik ve dehşet, önümüzdeki 20 yıl içinde çok büyük savaşlara neden olacak. 2020 yılından itibaren Avrupa’da bazı kentlerin sular altında kalabileceğini, bazı Avrupa ülkelerinin de Sibirya soğuklarının görüleceğini ileri süren rapor; birçok ülkenin, kaynaklarını korumak için nükleer silahlarla donanma yolunu seçeceğini ileri sürdükten sonra, rapor şöyle bir cümle ile son buluyor: Bugün (Bush yönetimi yıllarında) dünya için terörden daha korkunç tehlike, küresel ısınmasının yarattığı iklim değişikliklerinden kaynaklanan kaos ve korkudur. (Hür-

Bu halimizle, dünya beşeriyeti olarak; üzerinde doğup büyüdüğümüz ve yaşam boyunca tüm nimetlerinden yararlandığımız öz anasına (yer küreye, “Toprak Ana”ya) ihanet etmiş durumdayız. Sözüm ona “eşref-i mahlûkat” (yaratıkların en onurlusu) zeki varlıklar olarak bitkiler ve hayvanlar âlemine karşı da suçlu durumdayız. Demek ki teknoloji ile, silah üstünlüğü ile, emperyalist sömürgen zihniyetle “eşref-i mahlûkat” olunmuyor. Dünya beşeri ve onun yönetici kadroları gerçekten “eşref-i mahlûkat” olsaydı; yerküre dediğimiz ve üzerinde doğup büyüdüğümüz şu uzay gemisini kirletip, yaşanmaz hale getirmek yerine onu ihya eder, daha da güzelleştirirdi. Uygarlık herhalde, bunu gerektirirdi... Bunu yapamadığına göre şimdi dünya beşeri gerçek anlamda uygar da değil. Doğanın kirlenmesi, iklim değişikliği ve gezegenin yer yer yaşanmaz hale gelmesi ve yakın gelecekteki hemen hemen kaçınılmaz tehlikelerin nedeninin esasen dünya beşerinin henüz insanlaşmamış olması, söz konusu kirliliğin (çevre kirliliğinin) asıl nedeninin “beşeri kalp kirliliği” (Kur’an ifadesiyle kalbin paslı olması) olduğunu biliyoruz. Bu “kalp kirliliği”nin dışa yansıması, çevre kirliliği ve nefsanî çıkarlar uğruna doğa dengelerinin bozulması, hatta doğanın tahribi /talanı olmaktadır. Bunun ayrıntılarına ilerleyen paragraflarda girmek üzere çevrenin genel görünümünü incelemeyi biraz daha sürdürüyoruz: “Doğa ölüyor, tehlike kapıda değil, içeride”: Yerkürenin doğal kaynaklarını olumsuz yönde etkilemiş ve etkilemeyi sürdürmekte olan başka bir beşeri basiretsizlikse kontrolsüz nüfus artışıdır. Nüfus artışı, insan sayısının artması demektir. İnsan sayısının artması ise belli bir yoğunluktan sonra, sadece makul ihtiyaçların değil; doğayı tahrip eden beşeri hırs, savurganlık ve talan gibi olumsuzlukların da artması olacaktır. Böyle bir artışın sonucunun, doğanın tahribinde bir ilerleme olacağı kaçınılmazdır. Ayrıca şu bir gerçektir ki, beşeri nüfusun artması, bitkilerin ve hayvanların da zararına olduğu gibi, doğanın ve hatta uzayın da zararına olmaktadır. Bu olumsuz artış, hem öteki canlıları, hem de tüm canlıların ortak yaşam alanlarını tahrip etmektedir. Bu zararlı artış, doğrudan doğruya beşeriyetin de aleyhine olmaktadır. Çünkü beşeri nüfusun bu anlamda olumsuz artışı; ne yazık ki, beşerin yaşam alanlarını da tahrip ile sonuçlanıyor. O halde, “doğanın tahribi”ni frenlemek, niteliksiz nüfus artışını önlemek ile eş anlamlı olmaktadır. Bugünkü 6-7


Hesapsız kitapsız ve niteliksiz nüfus artışının beşeriyeti başka bir felaketin eşiğine getirdiğini açık ve kesin bir dille ilk kez söyleyen İngiliz rahip düşünür Robert Malthus olmuştu. Malthus (ölm. 1834) beşeri nüfustaki artışın geometrik; tarım ürünlerindeki artışın ise aritmetik bir artış olduğunu ve sonucunu beşeriyetin aç kalması olacağını söylemekle de kalmamış kendince bazı çareler de önermişti. Nüfusun kontrolsüz artışı, sadece aş ve iş problemleri açısından sıkıntı çıkarmakla kalmıyor; beşeri amaçları, doğanın dengelerini ve sonuç olarak da ideal bir dünyanın oluşumunu tehlikeye atıyor. Şimdiki görünümüyle niteliksiz ve kontrolsüz nüfus artışı, beşeriyetin zaten sorumlu ve tehlikelerle dolu olası geleceğine yönelik tehditlerinde en büyüklerinden biridir. Yüce Peygamber Hz. Muhammed yüzyıllarca öncesinden bugünleri görmüşçesine, beşeriyetin başına bu sorunları saranları lanetlemekten kendini alamamıştır ve bu, İslam Peygamberinin biricik lanetidir; zamanında/sağlığında kendisine ve ailesine yönelik pek çok vahşiliği hoşgörüyle karşılamış, tek bir bedduanın ağzından çıktığı görülmemiş ama bu konuda (doğa dengesini bozan zalimler konusunda) lanet okumadan edememiştir: “Yerkürenin belirgin alameti olan değerleri, yeryüzünün olmazsa olmazlarını yozlaştırıp bozanlara ALLAH lanet etsin! (1) Doğa Ölüyor; Tehlike kapıda değil, içerde… Sadece Muhammed Peygamber değil, tüm öteki peygamberler de kendini bilmek ve şuurlanmak konusunda beşeriyeti uyarlamışlar; kendini bilmezliğin olası sonuçları konusunda hatırlatmalarda bulunmuşlardır. Çünkü kendini bilmezlik; bireyi oturduğu dalı kesecek kadar budalaca bir sapkınlığa götüren, astral ve mantal kirlilikten/dengesizlikten kaynaklanan bir basiretsizliktir. Bugün şikâyetçisi olduğumuz, insanlığa yakıştıramadığımız ve korkmaya başladığımız tüm olumsuzlukların kökenindeki temel neden bireyin astral ve mantal kirliliğidir. Bu yazımızın temasını oluşturan çevre sorunlarının temelinde olan bu konuyu ilerleyen paragraflarda birlikte irdeleyelim. Çevrenin Korunmasına ve Geliştirilmesine Bireysel Katkı ve Katılım: Ulusal Çevre Andı(2)’nı oluşturan maddelerden birinde,

“Çevrenin korunması ve geliştirilmesinde bireysel katkı ve katılım”ın gereğini ve önemini vurguladığını görüyoruz. Sadece çevreye değil, bireyin kendisini ve kendisinden başkalarını ilgilendiren her işe katılımın; doğal, olumlu ve pozitif olabilmesi, onun fedakârlık yapabilme erdemini geliştirmiş olmasıyla olasıdır. Elcilik (diğerkâmlık), fedakârlık, başkaları için kendi rahatından özveride bulunmak demektir. Bunun olabilmesi, kişinin kendisinden çok ya da en az kendisi kadar başkalarını düşünebilmesiyle olasıdır. Kendinden çok başkalarını düşünebilmek ise, bencil kişinin harcı değildir. Çünkü o fedakârlık yapabilecek olgunlukta ve güçte değildir. Karşılıksız bir şey veremez ve kendisinden başkasını (menfaati olmadıkça ya da korkmadıkça) düşünemez. Kendini bilmeyen, dolayısıyla egosunun güdümünde yaşayan birey, örneğin; bir piknik alanının ve doğanın olanaklarından yararlandıktan sonra, yemek artıklarını, yiyecek ambalajlarını ve çöpünü orada bırakıp çekip gidebilir. Çünkü o kendisinden sonra oraya gelecekleri düşünmeyecek kadar basiretsizdir ya da egosunun güdümünde olduğu için çevreyi bulduğu gibi bırakmak zahmetine katlanmak gücüne sahip değildir. Nefsin güdümünde olan bedeninin nikotin gereksinimini gidermek keyiflenmek için topluluk içinde fütursuzca sigara içmekten kendini alamaz. İşte bu kusurumuzu gidermeyi, büyük çoğunluk olarak şimdiye kadar kendi kendimize beceremediğimiz için 2009’un yaz aylarından beri yasa zoruyla bunu bize yaptırıyorlar. Neyse, hepimiz biliyoruz; ne yazık ki yasa zoruyla dizginlenmeye çalışılan pek çok (kendini bilmezlikten kaynaklanan) beşeri kusurumuz, hatta azgınlıklarımız var… Dolayısıyla görülüyor ki, bir çıkarı yoksa hele bir de cahil ise; Ulusal Çevre Andı’nda vurgulanan , “Çevrenin korunması ve geliştirilmesine bireysel katkı ve katılımda bulunamaz. Kendini bilmeyen bencil beşer, katkıda bulunmak şöyle dursun; çevreyi kendi bencilce çıkarları yönünde kötüye kullanmaktan kendini alamaz. (Bunun örneklerini yazımızın giriş kısmında vermiştik…) O halde çevrenin korunması konusunda bireylerden böyle bir katkı ve katılım bekleniyorsa ve bunun sürekliliği hedefleniyorsa, çevre temizliğine ve tahrip olan çevrenin düzenlenmesine; “çevrenin çevreci olmayan (hatta çevre düşmanı olan) biriminden başlamak gerek. Önce kendi içsel çevremiz ( iç zeminimizin) temizliğine yönelmek gerek. İçsel çevremizin (iç zeminimizin) tanzim ve temizliği ise, “kendi kendimizi tanımaya yönelik, bencillikten/nefsaniyetten kurtulma operasyonu”dur. Bunda başarılı olduğumuz ölçüde; sadece çevreye yönelik değil, her türlü olum-

29

EVİMİZ DÜNYA

Milyarlık dünya nüfusunu beslemekte yetersiz olmaya başlayan yerküre, (tahminlere göre) 2020’de 9-10 Milyarı bulacak olan dünya nüfusunu besleyemeyecektir. O halde 2010’un arifesinde olduğumuz şu aylarda aynı zamanda “açlık sınırı”na da gelmiş bulunuyoruz.


30

lu etkinliğe katılmayı ya da katkıda bulunmayı, içsel gelişimin doğal bir gereği olarak biliriz. Böyle bir kimse çevresini olumsuz yönde etkilemeyeceği ve bu tutumuyla çevresindekilere (özellikle de çocuklara) güzel bir emsal oluşturacağı gibi, çevrenin korunmasına ve geliştirilmesine yönelik bireysel katkısını ve katılımını da sergilemekten geri kalamayacaktır.

EVİMİZ DÜNYA

Çevre Konusunda İşbirliği ve Dayanışma: ULUSAL ÇEVRE ANDI’nın son cümlesinde anlamını bulan “işbirliği ve dayanışma anlayışı” (daha doğrusu “işbirliği ve dayanışma bilinci”) kendiliğinden ve doğal olarak, hatta uygar insan olmanın gereği olarak erdemli bireyin belirgin niteliğidir. Kendini bilen uygar insan, “kişi, kişinin gelişim aracıdır” gerçeğinden hareketle, çevresindeki bireylerle bağlantılı, hatta onlara muhtaç olduğunu bilir ve bu bilincini kendisine yüklediği sorumlulukla yaşar. İşte bu sorumluluğun gereği, başka bireylerle işbirliği ve dayanışmadır. Kendini bilen uygar insanın söz konusu işbirliği ve dayanışma anlayışı sadece çevresindeki hemcinsleriyle sınırlı kalmaz. Çünkü insanın doğal çevresinde, kendi hemcinslerinden başka canlılar da vardır. Bizler tüm bu canlılarla birlikte; toprak, su kaynakları ve atmosferden oluşan doğal bir ortamda bulunuyoruz. İşte söz konusu “işbirliği ve dayanışma anlayışı” çevrenin bu alanlarını da (ya da doğanın bu olmazsa olmaz birimlerini de ) kapsar. Çünkü her bir canlı, çevre dediğimiz bu doğal ortamın doğal bir üyesidir. İnsan bu ortamın en zeki varlığı olduğuna göre (ayrıca onun bir de “eşref-i mahlûkat” gibi bir sıfatı bulunduğuna göre) bu konuda en duyarlı titizlik insandan beklenir. Ama insan (daha doğrusu insan olmaya çalışan beşer) yukarıda belirttiğimiz erdemleri kazanmadıysa, çevresine karşı bu sorumluluğu yerine getiremez. Kutsal metinlerde “eşref-i mahlûkat” olarak tanımlansa bile, içinde bulunduğu bencillik ve nefsaniyet, onun bu sıfata layık hareketlerde bulunmasını engeller; doğaya karşı vazifesini yapamadığı gibi, zaman zaman doğaya karşı suç işlemekten de kendini alamaz. O halde çevreye yönelik işbirliği ve dayanışma anlayışının geliştirilmesi; yine, bireyin içsel gelişimi yönünde biraz yol almış olmasına, bencilliklerinden çıkarcılıklarından kurtulmasına ve en az kendini sevdiği kadar, içinde bulunduğu çevrenin öteki üyelerini de sevmesine bağlıdır. Bundan dolayı çevre eğitiminde başarılı olmak, kişinin “iç çevresi”nin (iç zemininin) tanınmasında ve iç zeminin temizliğinde başarılı olmaya bağlıdır. Önce kendi iç zeminlerimizi temizleyelim, sonra başkalarının kendi iç zeminlerini temizlemelerine yardımcı olalım; sonuç, bu iç temizliği (astral /

mantal temizlik) çevreye yansıması olacaktır. Şimdiki ve Gelecek Kuşakların Temiz ve Sağlıklı Çevrede Yaşama Hakkına Sahip Olduğu Gerçeğinden Hareketle… Erdemli ve uygar insan, kendinden önce (ya da en az kendisi kadar) başkalarını düşünen insandır. Ayrıca, şimdiki ve gelecek kuşakların en az bizler kadar (çevreyi kirleten şimdiki bizler kadar) temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahiptirler. Sadece çevre konusunda değil, her konuda en az kendisi kadar başkalarını düşünmek, onlara hak tanımak, hatta öncelik tanımak erdemli bilge insanın (Kur’an ifadesiyle, Takva ehli Müslüman’ın) niteliklerinden biridir. Gerçek anlamda erdemli ve uygar insan kendisi için istemediğini başkası için istemez. Hele bu “başkaları” şimdiki bizlerin çocuklarından oluşacak “geleceğin toplumu” ise, bu konuda çok daha titiz olmanın zorunluluğu, sanki onurlu ve sorumlu insanlara özgü bir borç olarak bizim omuzlarımıza binmektedir. Sadece şimdiki bizlerin değil, gelecek kuşakların sağlığına ve mutluluğuna da yönelik böyle bir sorumluluğun bireylerde oluşumu, ruhsal gelişimle yakından ilgili bir olgudur. Çünkü ruhsal gelişimden nasibi alamamış; nefsin karanlık çukurlarında çırpınan bencil kimselerden, kendinden başkalarını düşünmesi beklenemez. Nefsini eğitmemiş (astral ve mantal temizliğini yapamamış) bencil birey, içsel gelişimi çocukluk aşamasında kalmış bir zavallıdır; bu zavallı çevresinde bulduğu gelişim olanaklarını sömürürcesine kullanır, kendi aç gözlü nefsini tatmine yönelik uygulamalarla sadece tüketmekle kalmaz, onu / onları kendinden sonrakilerin kullanamayacağı hale getirir bırakır. Gezegenin ve beşeriyetin bugünkü perişan manzarası işte bu zihniyetin eseridir. Adap, edep özürlü bu zihniyetin temsilcilerinin oylarıyla iktidara gelen yöneticiler mensubu bulundukları dini de saltanat aracı yaparak uyguladıkları basiretsiz ve adaletsiz yönetimler sadece manevi ve insani değerleri değil çevreyi de yozlaştırırlar. Bir örnek verelim: Söz konusu yönetimin elinde bulunan teknoloji atmosfere her yıl 6,5 milyar tonu fosil yakıtlardan, 1,5 milyar tonu da yeşil alanların tahribinden (orman talanından) kaynaklanmak üzere toplamda yaklaşık 8 milyar ton CO2 yüklüyor. Bu toplamın yarısından biraz azı gezegeni ısıtmak üzere atmosfere kalıyor. (KÜRESEL AFETLER, Yaşar N. Öztürk – Baskı 2, Sayfa:152) Küresel tarım uzmanı olarak çalışan C. Dean FREUNDENBERGER, bundan on bin yıl öncesine göre, birkaç yüzyıldan beri suiistimal (kötüye kullanma, ta-


Oysaki nefsini eğitmiş, büyük ölçüde bencillikleri-

ni gidermiş erdemli insan önce çevresinde bulduğu gelişim olanakları için şükreder, kendi ihtiyacından fazlasını başkalarına dağıtır ve elinde kalanları ruhsal gelişim için araç olarak kullanır, onlarla özdeşleşmez, biriktiriciliğe gitmez. Erdemli insan, çevresindeki tüm olanakların ruhsal gelişim için birer araç ( ama usulüne göre kullanılıp, başkalarının da kullanımına bırakılacak birer araç) olarak görür ve bu basiretli görüşün gereği olarak, onlardan yararlanır ve temiz bir şekilde (hatta bulunduğundan belki de daha temiz ve gelişmiş bir şekilde) başkalarına bırakır. Yine erdemli insan bilir

ki, belli bir çevrede doğmuş olan ruh varlığının bir görevi de, bulunduğu çevreyi her bakımdan ihya etmektir. Erdemli insanlardan bunun tersi beklenemez, hele çevreyi ve çevredeki gelişim olanaklarımız olan çevrenin elemanlarını tahrip etmek, doğal dengelerin bozulmasına neden olmak asla… Yerkürede küresel ısınma geri döndürülemez bir noktaya geldiğinde (BM bünyesindeki Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin 2001 yılı raporu), sera gazlarının %60’lık bir kısmının fosil yakıt kullanımıyla oranlarının tahribinden kaynaklanan CO2’den oluştuğu artık kesin olarak bilindiğine göre, demek ki dünya beşerinin ve onun yöneticilerinin, en azından bu konuda erdemlilikle /

31

EVİMİZ DÜNYA

lan) sonucu ekili alanların yüzde ellisinin kaybolduğunu, 2000’li yıllarda ise 7 Milyar insana karşılık mevcut arazinin yüzde ellisinin daha kaybolarak toplam yeryüzü alanının ancak yüzde dördünün ekili olarak kalacağı ileri sürülmektedir. Tüm canlılar için yaşamsal önem arz eden atmosferik oksijen bu çölleşen alanlarda artık üretilemeyecektir. (ÇEVRE ve DİN, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları 2/165-188). İçsel gelişimlerden nasibini alamamış, nefsini eğitememiş kendini bilmez beşeri yönetimlerin eseri doğal olarak bu olmaktadır. Bu zavallıların içsel kirlilikleri çevre kirliliği ve doğal dengelerin bozulması şeklinde dışa yansımıştır.

uygarlıkla ilgisi yoktur. Bugünkü genel görünüm (hemen hemen her alandaki yozlaşma) söz konusu kendini bilmez erdemsiz zihniyetin arzularının perişan manzarasıdır. Görülüyor ki, “…şimdiki ve gelecek kuşakların temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahip olmalarının …” gereğinin yapılması, büyük ölçüde bireylerin bazı erdemleri geliştirmiş olmalarına (bu cümleden olmak üzere büyük ölçüde bencillikten kurtulmalarına) bağlıdır ki bu erdemler de kişinin kendini tanıma cehti


32

içinde önce nefsini eğitmesiyle, yani önce kendi iç çevresini temizlemesiyle, onu yeniden tanzim etmesiyle olasıdır. Çünkü bugün dış çevremizde gördüğümüz kirlilik ve karmaşıklık/kargaşa; bireyin iç çevresinin (iç zemininin) kirliliğinin (ve içsel dengesizliğinin) dışa yansımasından başka bir şey değildir. O halde, ULUSAL ÇEVRE ANDI’nın ilk cümlesinde andını bulan “gerekliliğin” gerçekleştirilmesi, bireyin kendi iç zemininin (mantalitesinin) iyileştirilmesinden geçmektedir ki, “çevre eğitimi”nin esasını da bu oluşturur sanıyoruz.

EVİMİZ DÜNYA

Savaş ve Terör, İki Çevre Suçu: ULUSAL ÇEVRE ANDI’nda ve daha birçok benzer belgede anlamını bulan “işbirliği ve dayanışma anlayışı”nı geliştirebilmiş, böyle bir bilince sahip bulunmayan kimseler; çevrelerinde sadece kirlenmeye, tahribata ve orman talanına neden olmakla kalmazlar, zaman zaman içinde bulundukları çevreyi savaş alanına da dönüştürürler. Savaş ve terör gibi beşeriyetin yüz karası olan olgulara neden olarak çevrelerini daha çok tahrip ederler. Bu nedenle savaş ve terör birer çevre suçudur. (3) Kendini bilmeyen dar şuurlu beşerin ve onun basiretsiz yönetimlerinin; hem hemcinslerine, hem de çevrenin öteki elemanlarına (hayvanlar, bitkiler, su, toprak ve atmosfer) karşı işlediği bir suçtur savaş ve terör. Sadece kendi halkına değil dünya toplumunu da uyduruk bahanelerle/yalanlarla kandırarak başka bir ülkenin topraklarını işgal eden bir yönetim savaş suçlusudur. Böyle saldırgan bir ülkenin gelişmişliği de sahte bir gelişmişliktir. Çünkü “ruhsuz teknoloji” gelişimin işareti değildir. Savaş ve terör, ULUSAL ÇEVRE ANDI’nda anlamını bulan “işbirliği ve dayanışma anlayışı”ndan yoksun anlayışsız kimselerin ve yönetimlerin eseridir. Bu anlayıştan yoksun birey; kendini bilmez, dar şuurlu ve her an suç işlemeye yatkın bir bencildir. O halde, birer çevre suçu olduğunu yukarıda belirttiğimiz savaş ve teröre neden olan böyle kimseler/yöneticiler söz konusu niteliklerinin gereği olarak bu suçu sadece işlemekle kalmıyor; hem çevreyi, hem de kendilerini berbat ediyorlar (negatif karmik yük ile daha da ağırlaşıyor). Savaş ve terör çeşitli dış etmenlerle durdurulabilir, hatta bir süre (karşılıklı çıkarlara bağlı olarak) engellenebilir. Ama bu çevre suçlarına neden olan beşer eğitilmedikçe, savaş ve terör her zaman patlak vermeye hazırdır. Burada kişinin kültürel durumu ve mesleki eğitiminden çok; onu içsel eğitimini (nefsaniyetin/bencilliğinin giderilmesini) kastediyoruz ki bu “Kendini Tanımak/Bilmek” ana başlığı altında tüm inisiyatik öğretilerde (kutsal metinlerde de din-

sel olarak) anlamını bulan “gerçek eğitim”dir. O halde okullarda çocuğun egosunun eğitilmesine (bencilliğin giderilmesine) yönelik bir eğitim yapılmıyorsa, onlara “gerçek eğitim” verilmiyor, sadece öğretim yapılıyor demektir. Yani kendini bilmeyen meslek sahibi benciller yetiştirmiş oluyoruz. Beşeri, beşeri zaaflardan kurtarıp, insanlaştıran insani erdemler ancak bu anlamda “gerçek eğitim”le kazanılır. Bu eğitim almış olan insanların çevresi de hiçbir zaman kirlenmez, tahrip olmaz. Çevrenin kirlenmesi bir yana, böyle “gerçek bir eğitimden geçmiş” bir insanın iç temizliği doğal olarak ve kaçınılmaz bir şekilde çevresine yansıyacaktır. Böyle insanlardan oluşan çevrede kirlilikten söz etmek kadar anlamsız ve yersiz bir laf düşünülemez. Bu insanlar kendilerine savaş açılmadıkça (saldırılmadıkça) karşılık vermezler. Bu karşılıkta sadece (Kurtuluş Savaşında olduğu gibi) kendini/vatanını savunma savaşıdır. (Kur’an Bakara 190 ve devamı ayetler). Cennet nitelikli böyle temiz bir çevreye ve temiz insanlara yeryüzü, herhalde, Yeni İnsanlık Dönemi’nde ev sahipliği yapacak… ----------------(1) KÜRESEL AFETLER, Yaşar N. Öztürk – Yeni Boyut Yayınları (2) 05 Haziran 1994 günü zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından, Dünya Çevre Günü dolayısıyla imzalanan belge. ULUSAL ÇEVRE ANDI metni internet ortamında bulunabileceği gibi, ÇEVRE ve İNSAN DERGİSİ’nin 1994 Eylül sayısında da (sayfa 15) görülebilir. (3) Orta Asya ve Balkan Cumhuriyetleri Çevre Bakanları Konferansına katılan ülkeler, “Terör ve Savaş bir çevre suçudur.” Şeklinde görüş birliğine vardırlar. ÇEVRE ve İNSAN DERGİSİ Eylül’ 94

www.kuzeyorganik.com


33

www.lamisorganic.com


34

MUCİZE NEDİR? - II Selman GERÇEKSEVER Emekli Öğretmen ve Yazar

EVRENSEL DEĞERLER

Evrende Mucize Yoktur… Öncelikle kabul etmemiz gereken bir konu var: Evrende mucize yoktur. Ne geçmişte olmuştur, ne şimdi olmaktadır, ne de gelecekte olacaktır. Böyle gizemli, anlaşılmayan ve İlahi İrade Yasalarının kapsamı dışında cereyan eden en ufak bir olay bile olamaz ve olmayacaktır. Ne olmuşsa, ne olacaksa her şey Yasa Koruyucuları emri ve gözetimi altında olur. O halde “mucize” derken, akla yasa bozucu ya da yasalar dışı garip ve anlaşılmaz olaylar gelmemelidir. Her şeyin bir nedeni, bir anlamı ve hedefi vardır. Biliyoruz ki, evren “İlahi İrade Yasaları” dediğimiz, kapsamı idrakimizin üstünde olan bir yasalar topluluğu ile yönetilmektedir. İlahi İrade Yasaları dediğimiz zaman, giderek çoğalan, kabalaşan yasalar bütününü anlıyoruz. Bizim fizik evrenimizi ele alacak olursak, galaksilerin oluşumu, güneş sistemleri, gezegenler vs. hep bu yasalarla işler. Dünya üzerindeki bitki, hayvan ve insanıyla canlı kürenin faaliyeti, bedenimizin ayakta kalışı, madenler, mevsimlerin dönüşü, çiçeğin açması, elektronların hareketi vs. hep İlahi İrade Yasaları çerçevesindedir. Bildiğimiz doğa yasaları, onun bir cüz’üdür. Şimdi, nereye baksak dört başı mamur bir şekilde bu evren içerisinde sanki bir ur gibi peydahlanmış, ne olduğu bilinmeyen ya da yasaların işleyişinden kaçıvermiş mucize dediğimiz olaylara yer verilebilir mi? Elbette ki, hayır. Fakat mucizevî diye nitelendirdiğimiz olaylar yok mudur? Vardır, fakat o olaylar da İlahi İrade Yasaları kapsamındadır ve de asla rastgele ve kendiliğinden değildir. İlahi İrade Yasalarının en büyük özelliği, değişmemeleri, sapmamaları ve birbirini çürütmemeleridir. Yani onlar rotalarından şaşmaz. Her şey İlahi İrade Yasalarıyla işler. Bir İlahi İrade Yasasının icabından, bir başka ilahi İrade Yasasını kullanarak kurtuluruz. Örneğin, ateş yakar, ama su ile ateşi söndürebiliriz. Bu durum çelişki değil, yasaların birbiriyle uyumunu ve tamamlayıcılığını gösterir. O halde mucize diye bir şey yoktur; fakat mucizevî dediğimiz olay karşısındaki aczimiz, yetersizliğimiz ve bilgisizliğimiz vardır. Mucize, Bizce Şimdilik Bilinmeyen Yasaların Tezahürü Konuya mantıksal açıdan baktığımızda, yaşanmış örnekleri incelediğimizde açıkça gördüğümüz husus

odur ki; mucize vardır ve henüz bilmediğimiz yasalara göre vuku bulur. “Ben nedenini bilmiyorum, o halde mucize yoktur, benim bildiğim yasalar dışında bir fenomen cereyan edemez.” demek ne kadar hatalıysa, “Hikmetinden sual olunmaz, yasayı koyan da bozan da ALLAH’tır.” deyip; aklı işletmemek, düşünmemek ve ibret almamak da o kadar eksik ve tembelcedir. Elbette, her şey ALLAH’ın yasalarıyla olur, ama olanlar karşısında acz içinde kalmayı kabul etmek; bu gibi olayların altında yatan bilgiyi elde etme çabası göstermeyip, atalet içinde kalmak da insana yakışmaz. Zaten insandan istenen de aklını, vicdanını kullanarak hayattan ve olaylardan ders alması, araştırması, bilgi ve görgüsünü artırması değil midir? O halde her şeyi gücümüz ölçüsünde anlamaya çalışmak zorundayız ve bu cehit, gelişimin gereğidir. Görülmektedir ki, mucize, bizim henüz bilmediğimiz bazı yasaların sonucu olarak ortaya çıkan olaylardır. Mucizevî olaylar da, aslında, bildiğimiz, tanıdığımız ve alışageldiğimiz olaylar kadar doğaldır; onların işleyişi de bir bilgi ve Varlıksal İlkelere dayanır. Yani kendiliğinden ve rastgele değildir; şuurlu varlıkların kullandığı öğretici bir vasıtadır. Herhangi bir olayı “mucize” olarak nitelendirmemizin iki olası nedeni vardır: Nâdir cereyan eden olaylar olmaları: İnsan öyle ilginç ve gizemli bir yapıya sahiptir ki; nedenini bilmese, anlayamasa bile, eğer o olay sık sık vuku buluyorsa, hele kendisine bir zararı dokunmuyorsa, ona bir süre sonra alışıyor ve önce mucize diye kabul ettiği olayı doğal karşılamaya başlıyor. Öyle ki, ne olayın nedenini araştırma zahmetine katlanıyor, ne de mucize diye kabul ediyor. Çünkü olay sık sık tekrarlanmış, zararsız olduğu anlaşılmıştır. Çok cahil bir insanın, ilkel bir kabile üyesinin yanında bir teyp, bir radyo ya da televizyon çalıştırırsanız; o, bu olayı bir mucize olarak karşılayacaktır. Böyle bir şey olmuştur. Avustralya ve Afrika’daki kabileler, beyazlara ilah gözüyle bakmışlardır. Ama aynı şeyi her gün görürse, aynı olay artık sıradan bir olay haline gelecek ve kimse için mucizevî bir anlam taşımayacaktır. Benzer şekilde, insanların çoğu telepat olsaydı, görünmez hale gelebilseydi, havada uçsaydı, ruhsal âlemle temas birkaç yerde görünebilseydi, bedeni terk ederek astral seyahat yapılabilseydi, su üstünde yürüyüp, istediği şekle girseydi, maddenin yapısını değiştirseydi, caddenin ortasında her gün bir UFO görseydik ve bu


Bilgisizlik: Olaylara mucize diye bakmanın gerçek nedeni bilgisizliktir. Her ne kadar maddeci beşer şu ana kadar elde ettiği, daha doğrusu yukarısının izniyle elde ettiği bilgilerle kibirleniyorsa hatta onları nefsanî çıkarlarına araç yapıyorsa da, bunlar bilinmeyenler yanında hiç kalır. Bilgi aslında bir bütündür. Ama gene de bilgiyi a) Maddesel evren bilgisi, b)Ruhsal evren bilgisi diye ikiye ayıracak olursak, biz Dünya beşeri, özellikle ruhsal bilgiler konusunda çok cahiliz ve bu cahilliğimizdir ki, mucizelerin sayısını artırmaktadır. Çağımızda atom fizikçileri ve astronomi uzmanları artık mikro âlemi ve makro âlemin enginliğini ve son noktadan ne kadar uzak olduklarını kabul ediyorlar. Madenin içine daldıkça, uzayın uçsuz bucaksızlığına açıldıkça yeni parçacıklarla, yeni galaksilerle karşılaşıyor ve bunlar beraberinde yeni yasalar gerektiriyor. Keşfedilen enerji türleri giderek artıyor ve süptilleşiyor. Kuantum fizikçileri insan zihnini de kapsayacak bir “ortak alandan” söz ediyor.(*) Ama ne yazık ki, dikkatler ruhsal âleme ve ruhsal âlemin yasalarına yeterince çevrilmediğinden, madde evrenindeki gelişmeler de bir noktada kalıveriyor ve ilerleyemiyor. Ruh ve madde bütünlüğü ve bunlar arasındaki ilişkiler bilinmedikçe de, gerçek gelişmeden, ilerlemeden söz etmemek gerekir. Her şeyden önce ruhun maddeye olan üstünlüğü, maddeye şekil verenin ruh olduğu ve bu üstünlüğü şuurlu şekilde sürdürmek için insanın kendi üzerinde çalışması gerektiği bilinmelidir. Mucize dediğimiz olaylar, bilgisizliğimiz yüzünden mucizedir. Parapsişik fenomenler, ruh gücünün etkisiyle, fizik alanda oluşan olaylardır ve ruh unsuru olmadan bu olaylar açıklanamaz. Mucize, Bir Üst Boyutun Yasalarının Bir Altta Tezahürü… Varlık âlemi denince akla, sadece Dünya küresi üzerinde yaşayan biz insanlar ve diğer canlılar elbette ki gelmez. Evren bizim havsalamızın alamayacağı kadar bir genişlik ve çeşitlilik arz eder: Evrenler içinde evrenler, madde içinde madde, zaman içinde zaman, boyut içinde boyut… Henüz ruh ve madde beraberliğini fark edememiş olan bilim adamları, başka gezegenlerde varlıkların

yaşadığını kabul etmese de, oraları meskûndur. Hatta yeryüzünde bile başka boyutta olmak üzere yaşayan varlıklar vardır. Fakat bizler henüz farklı boyutları ve farklı zamanları, beş duyumuzla algılayamıyoruz. Sınırlı duyularımızla algılayamıyoruz diye onlar elbette ki yok değildir. Unutmayalım ki elektromanyetik skalanın çok büyük kısmını (5 duyumuzla) algılayamıyoruz ama bilim, bu skalanın bir kısmını cihazlarla saptayabiliyor. İlahi Kudret, yukarıdan aşağıya doğru (inceden kabaya doğru) iner ve giderek tezahüründeki kudret azalır. Bu kudretin tezahürü varlıkların tekâmül düzeylerine bağlı olarak ortaya çıkar. İlahi Kudret; üst planlarda, yüksek boyutlarda daha güçlü ve etkin bir haldedir. Bu kademelerin yasa sayısı da bir aşağısına göre belki iki misli az ve kapsamlıdır. Daha alt varlık planlarında ise hem yasaların sayısı artmış ve hem de tesirliliği azalmıştır. Bu icap ve bir üst, bir altın görüp gözeticisi, eğiticisi, öğretmeni, Rabbi’dir. “Üst”, “alt”tan sorumludur. Mucize konusuna bu açıdan bakacak olursak, daha iyi kavrayabiliriz. Bir üst boyutun, bir üst planın yasası, geçici de olsa bir altta tezahür ederse, bu olay alt planın varlıklarınca mucize olarak algılanır/adlandırılır. Üst boyutlara ait bir yasanın gücü ve kapsamı 2 ise, alt boyuttaki 1’dir ve hiç kuşkusuz bu yasalar, alt boyuta egemen olacak ve şaşkınlık uyandıracaktır. Açıktır ki, bu tür tezahürler amaçlıdır ve büyük bir bilgiyi de beraberinde taşırlar; yeter ki bizler düşünelim, aklımızı işletelim yeni yeni şeyler keşfedelim.

Mucizelerin Amacı Biliyoruz ki, evren abes üzere kurulmamıştır. Her şey anlamlıdır, planlıdır ve bir amaç taşır. Bizim herhangi bir olayı rastgele, tesadüfî, kendiliğinden ya da saçma bulmamız, cahilliğimizden ileri gelir. Her olay, her varlık bir plan ve program üzere tezahür eder. Üstelik her şeyin ve varlığın birbirleriyle ilgisi, bağlantısı vardır. Fark etsek de, fark etmesek de bu böyledir. Bütün mevcudat ve olaylar, işleyen bir cihazın, bir bütün oluşturan birimleri gibidir. Evrende her olay, şuurlu varlıkların kontrolü ile ve bir amaca hizmet etsin diye (İlahi İrade Yasaları Çerçevesinde) vuku bulur; daha doğrusu vuku buldurulur. Evrende olağanüstü bir olay da olmaz. Her şey olağandır. Ne var ki, bilgisizliğimizle o olayı olağanüstü görürüz. O olayın, başka olaylarla olan bağlantısını, taşıdığı mesajı fark edemeyiz. Ama bu, bizim eksikliğimizden ileri gelir. Olay olması gerektiği gibi, en kusursuz şekliyle olmuştur, ama biz olup biteni

35

EVRENSEL DEĞERLER

olaylar sık sık olsaydı; bugün mucize denen ve nadiren vuku bulan olaylar artık mucizevi diye kabul edilmeyecekti. Görülmektedir ki, mucizevi olayın nadiren cereyan etmesi ve nadir kimseler tarafından yapılması, o olaya atfedilen “mucizevi” oluşu desteklemektedir.


EVRENSEL DEĞERLER

36

anlamakta yetersiz kalmışızdır. Evet. Mucizevî olaylar birer mizansendir ve aşağıdaki amaçlar doğrultusunda sahnelenirler: 1-Sahipsiz değiliz: Mucize türünden olaylar, özelikle Peygamberlerin gösterdiği mucizeler, insanın sahipsiz olmadığını, görüp gözetici bir mekanizmanın üstün bazı yasaları, bizim planımızda tezahür ettirdiğini gösterir. Mucizenin olmasında aracılık yapan da peygamberlerin kendisidir. Yüksek bir mekanizma, insanları eğitsin diye gönderdiği peygamberlerin mucize göstermelerini sağlayarak, hem onları dolaylı olarak korumakta ve hem de insanlara, görüp gözetici bir ruhsal planın varlığını işaret etmektedir. Mucizeyi yapan değil, yaptıran önemlidir. Burada bir noktayı vurgulamamız gerekir: İnsanların mucizelere bakarak, ruhsal bir yönetimi fark etmeleri, esasen düşük bir düzeydir. Üstün düzeyli, üstün anlayışlı için böylesi fizik planda tezahür eden fenomenlerle bazı gerçekleri kavraması yakışık almaz. Mucize ile belli bir anlayış kazandırma işi, çok maddeci kafaya hitap edebilir. Ama yüksek sezgilere sahip bir varlık için bir ufacık hareket, bir ilgi kırıntısı bile anlamlar ifade edebilir. Yani maddesel kanıtlar, çok yüksek düzeyli bazı gerçekleri kavramakta bir amaç olamaz. Fakat vuku bulan bu mucizeden sonra, derin bir düşünüşle bazı bilgiler elde ediliyorsa, bu yöntem ancak o zaman makul karşılanabilir. 2- Evrenin tek efendisi ve en büyüğü Dünya insanı (beşeri) değildir: Bencil beşer, doğal olarak nefsini her türlü fenomende, her sistemde merkeze ve en yüksek köşeye yerleştirecektir. Bir zamanlar Dünyayı evrenin merkezi ve kendisini de yegâne canlı ve akıllı varlık zanneden insan, mucizevî olaylar vesilesiyle, en güçlü varlığın kendisi olamadığını, kendisinden çok üstün şuurlu varlıklar sisteminin mevcut olduğunu sezebilir, çünkü aciz kalmıştır. 3- Mucizevî olaylar insanı araştırmaya yönlendirir: Kuşkusuz önce korku ve şaşkınlık yaratan mucizevî olaylar, düşünen/aklını işleten insanı bu olayların altında yatan yasaları keşfetmek üzere araştırmaya zorlayacaktır. Bu araştırma ise önce zihin düzeyinde bir etkinliği getirecektir. Çaba gösteren insan da, er ya da geç, süregelen cehdi ve liyakati oranında sorularına yanıt bulabilecektir. Peygamber Mucizeleri Peygamberlerin mucizeleri, ilerde daha ayrıntılı açılanacağı gibi, çeşitli yönleriyle önem taşır. Bu tür mucizeler peygamberleri, dolaylı olarak koruma işlevini gördüğü gibi, imana davet ettiği kimseler üze-

rinde derin etki oluşturan bir araçtır. Ayrıca peygamberlik gibi ağır bir görevin yapılması için varlığın sıra dışı bazı algılama ve etkinlik araçlarına sahip olması gerektiği de açıktır. Ne var ki, onlar bu olağan dışı denen DDA (Duyular Dışı Algılama) melekelerinin kendilerinden değil, ağır vazifelerini yürütebilmeleri için Yukarı’nın bir yardımı olduğunu bilen yüksek seviyeli varlıklardır. 1-

Musa Peygamber’in Mucizeleri:

Hz. Musa en fazla mucize gösteren peygamberdir. Çünkü o devirde Mısır majları, sihir konusunda çok ileriydiler ve peygamberin elinde karşısındakilerden çok daha güçlü bir silah olmalıydı. Hz. Musa peygamberliği boyunca, kendisine verilen mucize gösterme gücünden yararlanmıştır. Tevrat ve din tarihleri Musa’nın dokuz büyük mucize gösterdiğini yazarlar. Bunlar asa, beyaz el (yed-i Beyza), tufan, çekirgeler, bit, kurbağalar, kan, karanlık, Kızıldeniz sularının yarılması: • Firavun ve adamları, onu büyücülükle, yalancılıkla suçlarlar ve ona inanmazlar. Firavun, Musa Peygamber’in kendi büyücüleriyle bir yarışmaya girmesini ister. Peygamber önce çekinir, fakat Rabbi kendisine hiçbir şeyden kaçınmamasını buyurur. Bunun üzerine Musa yarışmaya katılmayı kabul eder. Firavunun büyücüleri, ellerindeki değnekleri yere attılar. Değnekler birer yılana dönüştü. Rabbi Musa’ya da elindeki asayı yere atmasını buyurunca, asa iri bir yılana dönüşerek bütün yılanları yutar. • Gene bir gün firavun ve çevresindekiler, Musa Peygamber’in peygamberliğine inanabilmek için, ondan bir mucize göstermesini isterler. Bunun üzerine Musa, koynuna soktuğu elini dışarı çıkarır. Eli çevreye ışık saçmaktadır. Bu mucize dolayısıyla Musa Peygamber’in eline Yed-i Beyza (en beyaz el) denir. İmana gelmeyen firavun ve ona tabi olanları yumuşatmak üzere, toplum olarak birçok felaketler ve musibetlerle karşı karşıya gelirler ve her defasında onları kurtaran Hz. Musa olur. • Bir defasında da, şiddetle yağan yağmurlar Nil nehrini taşırmış ve Mısır’ı sular altında bırakmıştı. Ne yapacaklarını şaşıran Mısırlılar firavunun da oluruyla perişan bir vaziyette Hz. Musa’ya giderek, bu afetin kalkmasını isterler ve eğer kalkarsa iman edeceklerini bildirirler. Hz. Musa ümitlenerek bu afetin kalkması için Rabbine dua eder. Dua üzerine sular çekilir ve afet de ortadan kalkmış olur. Fakat Mısırlılar imana gel-


• Bunun üzerine Mısır’a çekirgeler musallat olur. Bütün ekinleri yerler ve kıtlık baş gösterir. Mısırlılar yine Hz. Musa’ya başvurarak bu belanın da kalkmasını, kalkarsa iman edeceklerini söylerler. Hz. Musa gene dua eder ve çekirge afeti ortadan kalkar. • Daha sonra Mısırlılar bit istilasına uğrar. Sahne gene tekrarlanır, bitler telef olur, ama Mısırlılarda değişiklik yoktur. • Mısırlılar bu defa daha büyük bir belaya uğrarlar. Bu bela kurbağa istilasıdır. Bu kurbağalar evleri, sokakları, mutfakları, yatak odalarını kısaca her yeri istila edip gece gündüz Mısırlıları şaşkına çevirirler. Hz. Musa bu felaketi bir duasıyla ortadan kaldırır. • Bir seferine de Nil dâhil tüm Mısır suları kana dönüşür. Mısırlılar bir damla içecek temiz su bulamazlar. Bu ise, belalarının en dehşetlisidir. Güneşin yakıp kavurduğu Mısır ülkesinde halk susuzluktan yanıp kavrulur. Susuzluk tahammül edilmez olunca, son çare olarak gene Hz. Musa’ya başvururlar. Her zamanki gibi müracaatları kabul olunur.

2- İsa Peygamber’in mucizeleri: Hz. İsa’nın mucizeleri doğumuyla başlar: Hz. Meryem’den babasız olarak doğmuştur. Meryem, oğlunu doğurduktan sonra, Yahudilerin sorularıyla karşılaşacağını bildiğinden üzüntüye kapılır. Meryem bu düşünceler içindeyken henüz küçük bir bebek olan Hz. İsa, annesiyle konuşmaya ve onu teselli etmeye başlar. Meryem, açıktır ki toplum tarafından ayıplanır ve suçlanır. Fakat o sesini çıkarmaz ve beşikteki oğlu küçük İsa’ya işaret eder. Halk, Meryem’e çıkışır. “Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz? O bize cevap veremez ki!” Fakat ummadıkları bir şey olur ve beşikteki İsa konuşmaya başlar. Halk şaşkına döner. Hz. İsa, çamurdan kuş yapar, ona nefes üfleyerek hayat verirdi. Körlerin gözünü açar, kötürümleri ayağa kaldırır, obsesyon tedavisi yapar; hatta ölüleri diriltirdi. Hz. İsa, görmediği halde insanların ne yediğini, ne içtiğini, ne yaptıklarını bilirdi. Zihinden geçenleri anlayabilirdi. Nitekim Son Yemek’te Havarileri’nden Yahuda’nın kendisini ele vereceğini söylemişti. Havari’leri yeni iman ettikleri sırada Hz. İsa’dan gökten yiyecek dolu bir sofra indirmesini isterler. Ve istekleri olur.

• Bu kez Mısır üç gün karanlık içinde kalır. Kimse kimseyi göremez; yalnız İsrail Oğullarının evleri aydınlıktır. Tekrar aydınlığı getiren hiç şüphesiz Hz. Musa’nın mucize yaratan duasıdır.

Aslında mucize denen bu olaylar, kapsamı daha dar olmakla beraber zamanımızda da cereyan etmektedir. Parapsikoloji 1930’lardan beri Duyular Dışı Algılama(DDA) konusunda akademik ve deneysel çalışmalarla bu olayları açıklamaya çalışmaktadır. Ne var ki, parapsikoloji mucizenin maddesel yönünü, ruhçuluk ise asıl yönü, ruhsal yönü inceler.

• Hz. Musa’nın en çok bilinen mucizesi Kızıldeniz’in yarılmasıdır.

Hz. İsa mucizelerini D.D.A açısından yeniden inceleyelim:

Firavun, Hz. Musa’yı ve İsrail Oğullarını Mısır’dan sürmüş ve öldürmek üzere peşlerine düşmüştür. İsrail Oğulları çoluk çocuk ve bütün ağırlıklarıyla gittikleri için hızlı

a) Telepati:

ilerleyemezler. Firavun ise seçme askerleriyle aradaki mesafeyi hızla kapatmaya çalışmaktadır. Derken Hz. Musa ve İsrail Oğulları Kızıldeniz’in kenarına varırlar, ne var ki, Firavun da iyice yaklaşmıştır. Firavun ve askerleri silahlı, Hz. Musa ve yanındakiler silahsızdır. İsrail Oğulları adım adım Kızıldeniz’e yaklaşırken, Firavunla aralarındaki mesafe de giderek kapanmaktadır. Sonunda, Hz. Musa asasını denize vurur ve Kızıldeniz yarılarak önlerinde geniş bir yol açılır. Onlar karşıya vardığı sırada Firavun ve askerleri deniz kıyısına varmışlardır. Hırsla ayrılan yoldan denize dolarlar, fakat İsrail Oğulları tamamen karşı kıyıya geçtiklerinde, sular tekrar birbirine kavuşur. Firavunla beraber bütün askerleri sulara gömülür.

İncillerde Hz. İsa’nın büyük bir D.D.A Medyumu, bir Hassas Kişi olduğunu gösteren birçok olaya rastlıyoruz. Telepati Durugörü ve Kehanet fenomenleri, birçok kez tezahür etmiştir. Hz. İsa’nın telepati yeteneğine ilişkin olarak, İncillerde, Yazıcıların ve Ferisilerin “düşüncelerini bilmesi”nden söz edilir. “Ve işte, bazı kimseler yatak üzerine inmeli bir adamı gösteriyorlar; onu içeri sokup İsa’nın önüne koymaya uğraşıyorlardı. Kalabalıktan dolayı onu içeri sokmak için yol bulamayarak, evin damına çıktılar; kiremitlerin arasından yatağı ile ortaya, İsa’nın önüne indiler. Onların imanını görerek, İsa: Ey adam, günahların sana bağışlandı, dedi. Yazıcılar ve Ferisiler: Küfür söyleyen bu kişi kimdir? ALLAH’tan başka kim günahları bağışlayabilir? diye düşünmeye başladılar. Fakat İsa düşüncelerini bilerek, cevap verip onlara dedi: Niçin

37

EVRENSEL DEĞERLER

mezler, üstelik Beni İsrail’e zulmetmeye devam ederler.


38

yüreklerinizden düşünüyorsunuz? Hangisi daha kolay: Günahların sana bağışlandı, demek mi; Kalk, yürü, demek mi?” (Luka 5/18–23) Hz. İsa’nın Yazıcılar ve Ferisiler’in “düşüncelerini bilmesi”ne ilişkin bir diğer olay da gene Luka İncili’nde (6/6–10) geçer.

EVRENSEL DEĞERLER

b) Durugörü: G.Maurice Elliott, Two Worlds dergisinde yayınlanan ve aynı adı taşıyan kitabından derlenen, “Hz. İsa’nın Psişik Yaşamı” (The Psychic Life of Jesus) adlı yazı dizisinde, Hz. İsa’nın Durugörü yeteneğinden bahsederken şöyle demektedir: “Hz. İsa, psişik yeteneklerinin yanı sıra, durugörü yeteneğine de sahipti. Bu, kendisine, insanların karakterlerine doğrudan vakıf olma kudreti veriyordu. Anlaşıldığına göre, insanların auralarını ve düşüncelerinin, çevrelerindeki ether’in üzerinde oluştuğu etkiyi görüyordu.” Yuhanna İncili’nde, bu konu açıkça belirtilmektedir: “Ve Fısıh’ta, bayram günlerinde Yeruşalim’de iken, yapmış olduğu alametleri göstererek çokları onun ismine iman ettiler. Fakat İsa, bütün insanları bildiği için, kendisi onlara inanmazdı; çünkü insan için kimsenin şahadetine ihtiyacı yoktu; çünkü insanda ne olduğunu o kendisi bilirdi.”(Yuhanna 2/22–25) G. Maurice Elliott, Hz. İsa’nın, böylece, havarilerini de aynı şekilde ‘bilerek’ seçtiğini belirtmekte ve onlardaki psişik yeteneği durugörüsel olarak algılamış olması gerektiğini söylemektedir. Elliott’un, Hz. İsa’nın insanların ‘auralarını okuması’ ile ilgili olarak verdiği bir örnek de, Yuhanna İncili’nde (1/43–49) bahsedilen, Hz. İsa’nın Natanael’in karakterini bilmesi olayıdır. Hz. İsa’nın Durugörü Medyumluğu ile ilgili birçok olay mevcuttur. Bunların, “geçmişi bilme” (retrocognition) türünden olan bir örneği ise Yuhanna İncili’nde (4/13–19) geçer. Hz. İsa, insanların geçmişlerini ve karakterlerini ‘görmesinin’ yanı sıra, uzak ya da yakın çevresindeki her şeyi de tümüyle algılayan komple bir Durugörür’dü: “Ve Ferisiler dışarı çıkıp İsa’yı nasıl helak etsinler diye, ona karşı öğütleştiler.” “İsa bunu bilerek oradan çekildi ve çokları onun ardınca gittiler. İsa onların hepsini iyi etti.” (Matta: 12/14–15) Hz. İsa’nın aynı kusursuzlukta bir duruişiti medyumu olduğunu belirleyen olaylar, havarilerin arasındaki “söyleşmeleri bilmesi” şeklinde geçer: “Şakirtler karşı yakaya gelince, ekmek almayı unuttular. Ve İsa onlara dedi: Sakının da Ferisiler ile Sadukiler hamurundan kaçının. Ve onlar: Ekmek almadık, diye aralarında söyleşiyorlardı. İsa da bunu bilerek dedi: Ey aza imanlılar! Ekmeğiniz olmadığından dolayı aranızda

neden söyleşiyorsunuz?” (Matta: 16/5-8) Hz. İsa’nın havarilerin, kendisini yağla mesheden kadının aleyhindeki konuşmalarını bilmesi, Matta İncili’nde (26/6-10) yer alan bir diğer duruişiti olayıdır. C- Kehanet: Hz. İsa’nın D.D.A Medyumluğunun bir veçhesini oluşturan güçlü kehanet yeteneğine İnciller’den çeşitli örnekler verilebilir. Bu örneklerde, Hz. İsa’nın, olacak olanları hep önceden bildiği görülmektedir. Bunların en ilginci, belki de, Hz. İsa’nın, ‘Petrus’un inkârına’ dair kehanetidir (prekohnisyon): “Simun, simun, işte, işte buğday gibi kalburlamak için Şeytan sizi istedi; fakat senin imanın tükenmesin diye senin için ben dua ettim ve yine döndüğün zaman, kardeşlerine kuvvet ver. O da İsa’ya dedi: Ya Rab, seninle hem zindana, hem ölüme gitmeye hazırım. İsa dedi: Petrus, sana diyorum: Beni tanıdığını sen üç kere inkâr etmeden, bugün horoz ötmeyecek.” (Luka:22/31–34) “İsa’yı yakalayıp götürdüler ve baş kâhinin evine soktular. Petrus da uzaktan ardınca gidiyordu. Avlunun ortasında bir ateş yakıp birlikte oturdukları zaman, Petrus onların arasında oturdu. Ve bir hizmetçi kız, Petrus’un ateş ışığında oturduğunu görerek ona dikkatle bakıp dedi: Bu adam da onunla beraberdi. Fakat o: Kadın, onu tanımam, diye inkâr etti. Biraz sonra bir başkası onu görüp dedi: Sen de onlardan birisin. Fakat Petrus: Be adam, değilim, dedi. Bir saat sonra kadar başkası: Gerçekten bu adam onunla beraberdi, çünkü Galileli’dir, diye ısrar etti. Fakat Petrus: Be adam, senin ne dediğini bilmem, dedi. Henüz söz söylemekte iken, hemen horoz öttü. Ve Rab dönüp Petrus’a baktı. Petrus, Rabbin, kendisine: Bugün horoz ötmeden önce beni üç kere inkâr edeceksin, diye söylediği sözü hatırladı. Ve dışarı çıkıp acı acı ağladı.”(Luka: 22/54– 62) Hz. İsa’nın kehanetlerine verilebilecek başka bazı örnekler de şunlardır: • Hz. İsa’nın, ‘kendisini mesheden kadının İnciller vasıtasıyla anılmasına’ dair kehaneti (Matta: 36/6– 13) • Hz. İsa’nın, ‘ele verilip çarmıha gerilişine ve kıyam edişine’ dair kehaneti (Matta: 17/22–23) • Hz. İsa’nın ‘Kudüs’ün mahvına’ dair kehaneti (Matta: 17/22-23). G. Maurice Elliott, Hz. İsa’nın Kudüs’le ilgili bu kehaneti hakkında şunları söylemektedir:


D- Psikokinezi: Hz. İsa’nın Yüce bir Fiziki Medyum olarak gerçekleştirdiği tezahürler, fiziki medyumluğun kapsamına giren PK, levitasyon gibi fenomenlerin birer görkemli örneğidir: Hz. İsa’nın PK Medyumluğu denildiğinde, sınırlı bir telekinezi tarzında (-yani, objelerin, temas edilmeden hareket geçirilmeleri şeklinde-) değil de, daha ziyade genel bir ‘zihnin maddeye hakimiyeti’ tarzında oluşturulan PK olayları söz konusu olmaktadır. Bunların arasında, Hz. İsa’nın bir incir ağacını kurutması (Matta: 21/18–22); fırtınayı dindirmesi (Matta: 8/23–27); Barnabas İncili’nde (189) geçen “Güneşi durdurması”

“Bir insanın zihni, bir ağacın kurumasına nasıl sebep olmaktadır? Dr. Canon, Hz. İsa ile ilgili olarak, şunları yazıyor: ‘(Hz. İsa,) bedenin vibrasyonlarını incir ağacından neşrolan vibrasyonlara dikkatlice ayarlamak suretiyle, emir verebilmiş ve (ağacı) kendisine itaat ettirmişti.’” E- Levitasyon: Hz. İsa, havarilerin gözleri önünde, suyun üzerinde yürüyerek, ‘levitasyon’ fenomeninin yüksek bir örneğini vermiştir:

“Günümüzde, incir ağaçlarını “derhal kurutabilen” bir kimse var mıdır? Evet- hem de aynı psişik kuvveti (PK

“Ve İsa şakirtleri hemen kayığa binmeye ve halkı salıverinceye kadar kendisinden önce karşı kıyıya geçmeye zorladı. Ve halkı salıverdikten sonra, dua etmek için dağ ayrıca çıktı; akşam olunca, orada yalnız başına idi. O sırada kayık denizin ortasında dalgalarla dövüşmekte idi; çünkü yel onlara karşı idi. Ve gecenin dördüncü nöbetinde, İsa denizin üzerinde yürüyerek yanlarına geldi. Fakat şakirtler, onu denizin üzerinde yürürken görünce: Bu bir hayalettir, diye şaşırdılar ve korkudan bağırdılar. Fakat hemen İsa: Cesur olun, benim, korkmayın, diyerek onlara söyledi. Petrus ona cevap verip dedi: Ya Rab, eğer sen isen, suların üzerinde sana gelmemi emret. Ve İsa: Gel dedi. Petrus da kayıktan inip İsa’ya gelmek için suların üzerinde yürüdü. Fakat yeli görünce korktu ve batmaya başlayarak: Ya Rab, beni kurtar! Diye bağırdı. İsa hemen elini uzatıp onu tuttu ve kendisine dedi: Ey az imanlı, neden şüphe ettin? Onlar kayığa çıktıkları zaman, yel dindi. Kayıkta olanlar: Gerçekten sen ALLAH’ın Oğlu’sun, diye ona tapındılar.”(Matta: 14/22–23).

gücünü) kullanarak.”

F- Apor:

Bu satırları yazan G. Maurice Elliott, ‘ağaç kurutma fenomeni’ hakkında şu açıklamaları yapmaktadır:

Hz. İsa’nın da öteki peygamberler gibi, Apor Medyumluğu sayesinde ‘bolluk mucizeleri’ ve ‘apor olayları’ oluşturduğunu görüyoruz. İnciller’de geçen apor olayları şunlardır:

olaylarını sayabiliriz. Hz. İsa’nın bir incir ağacını kurutması, Matta İncili’nde şu şekilde anlatılır: “Ve İsa sabahleyin şehre dönerken acıktı. Yol kenarında bir incir ağacı görüp ona geldi; ancak yapraktan başka onda bir şey bulamadı ve İsa ona dedi: Artık senden ebediyen meyve çıkmasın. Ve incir ağacı hemen kurudu. Şakirtleri bunu görünce: İncir ağacı, hemen nasıl kurudu! Diyerek şaştılar. İsa cevap verip onlara dedi: Doğrusu size derim: Eğer imanınız olup şüphe etmezseniz, yalnız bu incir ağacına olanı yapacak değilsiniz, fakat bu dağa: Kalk, denize atıl, derseniz, olacaktır. Ve dua iman ederek her ne dilerseniz alacaksınız.”

“Dr. Alexander Cannon, ‘Görünmeyen Tesir’ adlı kitabında, Hz. İsa’nın bir incir ağacını kurutmuş olduğuna gerçekten inanıp inanmadığını ve böyle bir fiili bugün için bir ‘mucize’ olarak mütalaa edip etmeyeceğini soran ünlü bir profesörden bahsetmektedir. Profesör, daha sonra, Dr. Cannon’u civardaki bir bağa götürür. Bağda bulunan yaşlı bir ağaca şöyle seslenir: ‘İyi yaşadın; hayatın fırtınalarına göğüs gerdin… Şimdi öl ve artık canlanma!’ Ağaç derhal kurur… Dr. Cannon ve başkaları, ağacın kurumuş halini ve kurumayı kastetmiş olan fotoğrafları incelemişlerdir.

39

“Beş bin erkeğin doyurulması” olayı (Markos: 6/36–44) (27) “Dört bin erkeğin doyurulması olayı” (Matta: 15/32– 38) (27). “Büyük balık avı” (Luka: 5/1-7). “Bir diğer büyük balık avı” olayı ise Yuhanna İncili’nde (21/1-6) şöyle geçer:

EVRENSEL DEĞERLER

“ Kırk yıl sonra bu kehanet yerine gelmişti. Romalı General Titus, Kudüs’ü, çevresinde tahkimat yaparak kuşatmıştı. Kuşatmadan sonra, kent ve sakinleri dehşetli bir kırıma uğramışlardı”.

Dr. Cannon, şöyle demektedir: ‘İncir ağacının sadece bir emirle kurumasına sebep olan, Hz. İsa’nın zihniyetiydi. Bu “mucize”, günümüzde, Hindistan ve Tibet’in, ücra yerlerinde, Tanık olduğum üzere, sık sık gerçekleşmektedir.”


EVRENSEL DEĞERLER

40

“Bu şeylerden sonra, İsa, Taberiye gölü kenarında yine şakirtlere (çarmıha gerilişten sonra) kendisini gösterdi ve böylece gösterdi. Simun Petrus, Didimus denilen Tomas, Galile’nin Kana şehrinden Natanael, Zebedi’nin oğulları ve onun şakirtlerinden başka ikisi birlikte idiler. Simun Petrus onlara: Balık avına gidiyorum, dedi. Ona: Biz de seninle geliriz dediler. Çıkıp kayığa bindiler; o gece bir şey tutmadılar. Artık gün doğarken, İsa kıyıda durdu; fakat şakirtler İsa olduğunu bilmediler. Ve İsa onlara dedi: Çocuklar, bir yiyeceğiniz var mı? Ona: Hayır, diye cevap verdiler. O da onlara dedi: Ağı kayığın sağ yanına atın, bulursunuz. Bunun üzerine attılar ve balıkların çokluğundan artık ağı çekmiyorlardı.” Levi İncili’nde (1), bir başka Apor olayı olan ‘suyun şaraba çevrilmesi’, vakası yer alır: “İsa, bir kenarda durup sessiz düşünürken, anası geldi ve ona: Şarap tükendi; ne yapacağız, dedi. Ve İsa ona dedi: Şarap nedir ki? Üzümlerin tad verdiği sudan ibarettir. Ve üzümler nedir? Üzümler, tezahür ettirilmiş olan belirli düşünce türlerinden ibarettir ve ben o düşünceyi tezahür ettirebilirim ve su, şarap olacaktır. İsa, hizmetçileri çağırdı ve onlara dedi: Müritlerim, taştan yapılma altı su küpü, bunların her biri için bir küp getirin ve onları ağızlarına kadar suyla doldurun hizmetçiler (her biri iki veya üç metriti 28 alan) su küplerini getirdiler ve onları ağızlarına kadar doldurdular. Ve İsa, kudretli bir düşünceyle, etheri, tezahür etmiş olanlara ulaşıncaya harekete geçirdi ve işte, su kızardı ve şaraba dönüştü.” (Levi: 70/8–13) Yüzyıllar sonra, Hz. Mevlana da, suyu yiyeceğe dönüştürme şeklinde, aynı türden bir apor olayı luşturacaktı… G- Transfigürasyon: Hz. İsa’nın fiziki Medyumluğu’nun bir tezahürü de, ‘materyalizasyon’ fenomeni kapsamına giren ‘Transfigürasyon’ olayıdır: “ Ve vaki oldu ki, bu sözlerden sekiz gün kadar sonra, Petrus, Yuhanna ve Yakup’u beraberinde alıp dua etmek için dağa çıktı. Dua ederken yüzünün görünüşü

başka oldu, ve esvabı ak ve çok parlak oldu. Ve işte, iki kişi onunla konuşuyorlardı; bunlar Musa ve İlya idiler ki, izzetle görüp, yakında Yeruşalim’de vaki olacak intikalini söylüyorlardı. Fakat Petrus ve onunla beraber olanlara uyku bastı. İyice uyandıkları vakit ise, İsa’nın cemalini ve kendisiyle beraber duran iki Kişiyi gördüler. Ve vaki oldu ki, onlar İsa’nın yanında ayrılırlarken, Petrus ne söylediğini bilmeyerek İsa’ya dedi: Üstat, bizim için burada bulunmak iyidir; biri sana biri Musa’ya ve biri İlya’ya üç çardak kuralım. Petrus bunları söylerken, bir bulut geldi, onlara gölge saldı ve buluta girerken şakirtler korktular, Buluttan: Seçtiğim oğlum budur, onu dinleyin, diye bir ses geldi. Ve ses geldiği vakit, İsa yalnız bulundu. Ve onlar sustular ve o günlerde kimseye gördüklerinden bir şey söylemediler.” (Luka: 9/28–36) G. Maurice Elliott, ‘Trasfigürasyon’ olayının analizini şu şekilde yapmaktadır: “(Transfigürasyon

sırasında)

Dört

Medyum

mev-

cuttu. Bunların En Yüce’si olan Hz. İsa, demateryalize olmuştu… Kendisini, Spritüel Beden’in ihtişamı içerisinde göstermişti: ‘… Yüzü güneş gibi parladı ve esvabı ışık gibi ak oldu…’ Kuşkusuz, üzerinden atmış olduğu bedenin unsurları, Hz. Musa ile İlya’nın materyalize olmalarına kısmen katkıda bulunmuştu. “Üzerine uyku basmış olan ‘Petrus, Yuhanna ve Yakup, derin bir transa girmişlerdi ve onlardan ‘psişik güç’ alıyordu. Bu Üç Medyum, ‘iyice uyandıklarında’, yani transtan çıktıklarında, Üç Peygamberi, ihtişam içerisinde, bir arada dururken görmüşlerdi. Ne var ki, psişik güç, giderek etkisini yitiriyordu: ‘…Onlar Hz. İsa’nın yanından ayrılırken…’ ……………………………………. (*) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. KUANTUM BİLGELİĞİ VE TASAVVUF, Doç.Dr.Haluk BERKMEN


Semiha BATMAZ SALCI TV Program Yapımcısı ve Sunucusu

Gece yerini yeni güne bırakırken, kar sakin sakin Ankara’yı beyaza boyuyor. Yeni bir yıl. Yeni, her şey yepyeni… Yıl biterken televizyon ekranlarında, dakikalarca o biten yılın değerlendirmesi yapılır. Ocak ayından başlayıp, aralık ayına kadar, olan biten iyisiyle kötüsüyle anlatılıp durulur. Geride bırakacağımız yılda ne olmuş ne bitmiş, bir kez daha görme imkanı buluruz. Bu yıl, ben size bir defter alıp, hayatınızın 2011 yılını tutmanızı tavsiye edeceğim. Gün gün, ay ay ne olmuşsa o deftere yazın. Olanı biteni, iyisiyle kötüsüyle… Düşüncelerinizi, yorumlarınızı, hayallerinizi anlatın o deftere. En iyi dostunuz olsun sizin, içinizi döktüğünüz. Sonra 2011’in sonu geldiğinde başa dönün. Dönün ki yüzleşin o koskoca bitirdiğiniz 365 günle. Kaç tane benzer olay yaşadığınızı ve hiç birinden ders alamayıp acı çektiğinizle yüzleşin. Kaç hayalinizin olduğunu, kaçını yeni girecek yıla ertelediğinizi görün. Kaç kişinin sizi üzdüğünü. Kaç kişinin hayatınıza girdiğini, kaçının çıktığını yazın. Kaç kez sihirli bir elin hayatınıza değdiğini hissedip, şükrettiğinizi hatırlayın. Siz bu kaçların sağlamasını yaparken… Yarın yeni bir yıl kadar değerli, yepyeni bir güne adım atıyoruz. Ankara’da kar var. Yılın düşen ilk karı. Üşümekten kimse hoşlanmasa da, kar herkesi mutlu eder. O hiç dokunulmamış beyazlık hepimizi mutlu eder. Kendi yaşamlarımız gibi. Beyaz bir sayfa… Açıp içine olmasını istediklerimizi yazdığımız. Yarın Ankara’da kar var. Erken kalkıp hiç dokunulmamış o beyaz tablonun kahramanı olma günü.

41

HAYATA YENİDEN BAKMAK

YARIN YENİ BİR GÜN


42

İSTANBUL zelim binalarını ezberledim, saraylarını, köşklerini, bahçelerini…

YUVARLAĞIN KÖŞELERİ

Ne olsa acemisiydim bu şehrin ama bir şekilde bizim kelimelerimiz hep denk düştü.

Nilay UZGÖREN PAPİLA Yazar

Bizimki ilk görüşte aşktı. Aniden giriverdi hayatıma ve hayatım oluverdi. Üstelik sonbahar sonuydu, en sevdiğim yüzünü, yazını, daha göstermemişti bile bana. Yağmur çamur demeden atmıştım kendimi en kalabalık noktasından Pera’ya. İnsanlar akın akın üstüme geliyor, satıcıların sesleri birbirine karışıyor, yıllardır sokakta duyumsamaya hasret kaldığım kestane kokuları etrafı sarıyordu. Herkes şikayet ederken kalabalıktan, ben kah yüz okuyor, kah tabelaları ezberliyor, kah “Kara Kitap” ile öğrendiğim bir oyunla işaretlerin anlamlarını zihnimde çözmeye çalışıyor, bana yön göstermelerine izin vererek eğleniyordum. Hiç bilmediğim arka sokakları böyle keşfettim. Ok işaretlerini takip ederek… Bir gün bir ok işareti beni bir sanat galerisine götürüyordu. Mehmet Aksoy sergisindeki her bir heykeldeki duygu yükünü içime işliyordum. Başka bir gün bir sokak tabelası, ironik bir şekilde adı Fransız sokağına çevrilmiş olan Cezayir sokağına sürüklüyordu. Soğuğa dayanamadığım noktada ise elimde kestanelerim kendimi pasaj içindeki güzel ve kişilikli sinemalarından birinde buluveriyordum. Her gelişimde, o yolun başına hiç durmadan yürüdüm, yürüdüm. Yolun sonunda gerçekten tünel olduğunu keşfettim. Tünele giden yolda sarraflar, lavanta kokuları ve kapısı dışa açık dükkanlardan dışarıya taşan bir şarkısının olduğunu öğrendim. Tüm duyularıma hitap eden bu ayrıntılarıyla onu sevdim. Hiç ama hiç üşenmedim ilk zamanlarında… Yaşadığım yerin bu güzellikten sürülmüş bir yerde olmasına, onca yola aldırmadım. Hergün geldim onunla buluşmaya, hiç aksatmadım. Hergün geçtim o köprüyü, gözlerimi sonuna kadar açıp o manzarayı kazıdım zihnime. Gü-

İlk buluşmaların çekingenliği yıllar içinde tekrarlanan rutinlere bıraksa da güzelliği ve derinliği ile hep şaşırttı beni İstanbul! Herkes trafik, çamur, kalabalık deyip şikayet ederken, ben hep sevdim o kalabalığın içinde küçük bir nokta olmayı. Sarıp sarmalardı beni İstanbul kalabalığında. Yeni yılın ilk yazısını İstanbul’a ayırdım çünkü Haydarpaşa alev alev diye okuduğum andan beri kilometrelerce uzaktan, sadece onu düşünüyorum. Haydarpaşa, İstanbul’un binaların en güzeliydi…

siluetinde

ezberlediğim

Yıllar öncesinde eşimle başbaşa yaptığımız ilk tren yolculuğunun son durağıydı. Anadolu yakasının en görkemli binası; Kadıköy’e her gelişimizde tüm heybetiyle bizi karşılayan dost; geçen yıl kızımın resim sergisine ev sahipliği yapan muhteşem teras; Boğazda vapur yolculuklarımın başlangıç noktasındaki selam; ve 102 yıllık tarihti... İstanbul’a ihanetimizin kanıtı olarak sönmüş külleri arasından pozlar verdiyse de o hazin olay sonrasında; dindiremedi hiçbir şey bir türlü acımı. Bunun için dergimiz bir yılını doldururken, İKİBİNONBİR yılına girdiğimiz bu ilk sayıda yeni yıl yazısı çıkmadı benden bir türlü. Yazdığım her şey İstanbul oldu. Elif Şafak benim gibi iflah olmaz İstanbul aşıklarının derin sevdasını çok güzel özetliyor: “İstanbul’da bir sevdiğin varsa üstüne üstlük bir de İstanbul’u seviyorsan eğer, ne kadar uzağa gidersen git ve nasıl bir hızla, gene de kurtulamazsın bu şehirle cebelleşmekten rüyalarında.” Hayatın merkezi İstanbul’sa, merkezden çok uzakta giriyorum bu sefer yeni yıla. Uzak düşüp eksik kalsak da O’ndan, O hiç eksilmeden olsun diye diliyorum. Sizlerin de yeni yılı kutluyorum ama O’nu asla unutmuyorum. Nice mutlu yıllara güzel İstanbul.


43

ÖZGÜVEN ilginçtir ki başına gelenleri değiştirme gücüne sahip olduğuna inanmasını sağlayacak adımı atmaz. Günlük hayatta; • herhangi bir sorumluluk aldığımızda yapabildiğimizin en iyisini sergilemeyi,

Önemli bir savaş sırasında Japon bir komutan askerlerinin sayısının düşmanlarınkine kıyasla çok daha az olmasına rağmen saldırıya geçmeye karar verir. Ordusunun kazanacağına olan güveni tamdır. Ancak, askerleri zafer konusunda oldukça kaygılıdır. Savaş alanına doğru ilerlerken, yol kenarındaki bir tapınakta durup hep birlikte dua ederler. Daha sonra komutan cebinden bozuk para çıkararak “Şimdi yazı-tura atacağız. Eğer tura gelirse, biz kazanacağız, ama eğer yazı gelirse kaybedeceğiz, kaderimiz böylece ortaya çıkacak” der. Bozuk parayı havaya atar ve herkes sabırsızca paranın yere düşmesini bekler. Tura gelmiştir. Askerler çok sevinirler; kendilerine olan güvenlerini toplamışlardır. Bu coşkuyla düşmana saldırır ve savaşı kazanırlar. Bir süre sonra yüzbaşı komutanının yanına gelerek onun kehanetini takdir edercesine, “Kimse kaderi değiştiremez” der. Bunun üzerine “Haklısın” der komutan, iki tarafı da –tura- olan parayı göstererek... Anonim

Hepimiz hayatımızın değişik dönemlerinde, hikayede bahsedilen askerler gibi, kendimize olan güvenimizi çeşitli nedenlerle kaybedip, kendimizi yetersiz hissederek kumandayı kadere bırakmayı tercih ederiz. Oysaki kader diye bildiğimiz olgu, biz elimizden geleni yapmadıkça –tesadüf vakalar dışında- hiç de bizden yana çıkmaz. Hikayede verilen örnek belki biraz abartılmıştır, ancak kendisinin yetersizliğine inanan bir kişi başarısızlıkları yoğun bir biçimde hisseder, ama

• aşağılık duygusunun bağlamamasını,

elimizi

kolumuzu

• iş ortamında bulunduğumuz toplantılarda fikirlerimizi açıkça ortaya koyabilmeyi ve bu fikirleri açıkça herkese karşı savunabilmeyi ne kadar da çok isteriz. Fakat bazen, sanki bir şeyler sesimizi keser; beğenilmemek korkusu, dışlanma kaygısı, süregelen düzene boyun eğmişlik ya da yoğun bir yetersizlik hissi, vs. gibi olumsuz öngörüler duygu ve düşüncelerimizi pek az açmamıza ya da hiç açmamamıza neden olur. Özgüveni yeterli düzeyde gelişmemiş olan kişiler kendilerine verilen bir görevi yerine getiremeyeceklerine inanırlar. Bu sebeple, başarısızlık sonrası oluşacak doğal mahcubiyet duygusunu yaşamamak için bu çeşit riskli durumlardan sürekli uzak dururlar. Böyle bir durumda, yüzleşilmesi gereken sorun özgüven eksikliğinin üstesinden nasıl gelineceğidir. Ancak bu sorunu çözebildiğimizde daha mutlu yaşayabilir ve hayatın tadını daha fazla çıkarabiliriz. Özgüven, Duygusal Zekanın alt başlıklarından olan özbilincin önemli bir bileşenidir ki bu bakımdan kişinin özdeğer ve yetenekleri konusunda sağlam bir anlayışa sahip olmasını gerektirir. Özgüveni yüksek olan bir birey kendi yeteneklerine güvenir, hayatını kendi istekleri doğrultusunda kontrol edebileceğine ve gerçekçi hedefler belirleyebildiği müddetçe bu hedeflere ulaşabilmesinin mümkün olduğuna inanır.

AKILLI KALPLER

Eray BECEREN Kişisel Gelişim Uzmanı www.duygusalzeka.net

• aksi durumlara yaratıcı ve akılcı çözümler getirebilmeyi,


44

KIRMIZI SARDUNYA Biliyor musun Emel’im seninle konuştuktan sonra çok sevdiğim deyişleri paylaşmayı düşünmüştüm. “Lütfen yine paylaşır mısın?” dedi Emel. Evet, evet diyerek okumaya başladım.

GÜLIŞIĞI

Gülseren ALÇI Yazar gulserenalci.blogspot.com

Emel “Kendimi yorgun ve bitkin hissediyorum, ne yapmam gerekli bilmiyorum ki.” diyerek bireysel ve toplumsal kaygılarını anlattı. “Sesin bile yorulmuş, yakınlardaysan evdeyim, uğra lütfen,” dedim. Elinde kocaman nergis demetiyle gülümseyerek girdi içeri. Emel’den önce mis gibi nergis kokusu kucakladı. İçeri girer girmez çiçekli balkondaki kanepeye oturdu. Pembe pembe gülümseyen Afrika menekşelerimin sevgiyle açtığını, Yanya Massandra Sarayı’ndan minik iki yaprak olarak getirdiğim, diktiğim her gün öperek sevdiğim için tutup, kırmızı çiçek açan sardunyamı anlattım Emel’e. Minik bir sardunyanın yerinden koparılıp farklı bir ülkede, toprakta tutunup, büyüyüp çiçeklenmesinden çok etkilendi. Sanki birden gençlik aşısı yapılmış gibi mutluluk yayıldı Emel’in yüzüne. “Minik iki yapraklı bir sardunya bunu başarıyorsa ben neden başarmayım ki.” “Artık sorun anlatmak yok, şu an keyfim yerinde.” dedi.

“Bilge kişi hiçbir zaman rahatsız olmaz, telaşlanmaz. Çevresinde hiçbir düzensizlik bulunmaz. Kendi kendisinin efendisi olarak çevresindeki her şeyi doğallıkla kontrol eder. Hiç hasta olamaz, acı çekmez, başı ağrımaz, üşütmez veya tabiattan kendine gelen hiçbir rahatsızlığa yakalanmaz.” “Huzursuz ve uyumsuz bir zihin uzun süre sağlıklı kalamaz.” “Zihnimiz aynı musluk gibidir. Temiz su istiyorsak, depoyu temiz suyla doldurmalı, kendimizi iyi düşüncelerle meliyiz.”

besle-

“Zihnimizin bahçesini ihmal ettiğimizde olumsuzluklar ve acılar birikir.” “Kendine karşı samimi ol. Gerçek içinizdedir. Bir kimse size zarar verdiğinde lütfen bakış açınızı değiştirin.” “Kendinizi yorgun ya da bitkin hissettiğinizde yeniden dolmaya çalışınız. Yeniden dolmanın 3 yolu vardır. Elleri soğuk suya sokmak. Toprağa basmak. Ağaçlar arasında dolaşmak. İri bir ağaca yaslanıp ağaçla birlikte yaşam gücünü hissetmek. (sol el alıcı, sağ el vericidir, eller iletkendir.) Okumam bitince, Emel balkondaki boyunu geçen çiçekleri kucakladı. Küçük çiçeklere de öpücük kondurdu. Bulutlanan kalbim bile gülümsüyor diyerek “Kırmızı Sardunya”yı iki kez öperek teşekkür etti.


SALATA TABAĞI ve SÜRAHİ

Nedir salata tabağı ile sürahinin özelliği? Bundan söz etmeden önce, son zamanlarda hayatımızda neler değişmiş kısaca bir bakalım mı? Çok değil belki bir nesil önce anne baba ve çocuklardan oluşan ailemiz biraz daha kalabalıktı. Öncelikle ailedeki çocuk sayısı daha fazlaydı. Birçok evde büyükanneler, büyükbabalar vardı hatta bazılarında teyzeler, amcalar, halalar, dayılar hatta bunların büyükleri yani büyükamcalar filan da olurdu. O zamanlarda da çalışırdı belki ama şimdiki kadar çok değildi çalışan kadın ya da çalışan kadın düşüncesindeki annelerin sayısı. Klasik tablo, anne mutfakta baba en iyi olasılıkla anneye yardım ediyor, çocuklar da ya oyunda ya ödev de, belki onlar da bir şekilde anneye ya da babaya yardımcı rolde. Bizden iki nesil önceyse televizyon hatta elektrik filan bile yok. Aileler kalabalık, komşuluk kapıların açık bırakılabileceği kadar dostça. İnsanların birbirine güvenleri öylesine fazla ki hiç öyle evlerin kapısında güvenlik görevlilerinin bulunması, kimseden korunulması gerekmiyor. Önceki nesillerle ilgili bize anlatılan gerçekler neredeyse masal tadında. Sonra ne olmuşsa olmuş, önce aileler küçülmüş, sonra aile içi iletişim ve paylaşımlar azaldıkça azalmış sanki sıcak yuva kavramı ılıklaşmış biraz. İlk zamanlar insanların sohbetlerini azalttığı için kızılan televizyon zamanla insanların ortak paylaşımı için bir gereklilik olmuş, ama daha sonra herkes istediği programı tercih etmek bahanesiyle her eve giren birden fazla televizyonun aslında doğru bir iletişim aracı olmadığı bir kez daha kanıtlanmış. Sonrasında hayatımıza giren internet, sanal oyun ve oyuncaklarla iş iyice çıkmaz bir hal almış. Bu da bizi daha birçok faktörün bir araya gelmesiyle giderek daha bireysel ve daha asosyal bir şekle dönüştürmeye başlamış. Şu anki manzara; anne işten gelince günün yorgunluğu ve stresi ile alelacele birkaç yemek hazırlamaya çalışıyor; baba, eğer işten geç gelmemiş ve bakması gereken elektronik postaları yoksa belki bir sürü kötü haberi dinleyerek kalan son sabrını da tüketmemişse, yorgunluğunu atmak için çabalamaktadır. Evdeki tek çocuk ya da şanslılarsa belki iki kardeş okul, kurs, sınav üçgeni arasında kıstırıldığı gerginlikten kurtulabilmişlerse ve ebeveynlerini de ikna

edebilmişlerse bilgisayarları başında oyunlarla günün yorgunluğundan kurtulmaya çalışıyorlar. Ve nihayet yemek hazırdır. Eğer çocuğunuzu ve eşinizi PC başında yememeleri konusunda da başarılı olduysanız nihayet mutfak sofranızın başında herkesle birlikte hazırsınız. Tabii öyle eskisi gibi aynı kaptan, aynı bardaktan yemek içmek gerçekten hiç uygun değil. Ama masada bireysellikten uzak, bizleri ailece birleştiren iki kahraman var ki… İşte bunca yazıyı bu iki ortak payda için yazıyorum. İki kahramanımızdan biri Salata Tabağı, bir diğeri ise Sürahi… Masada “Çocuğum bardağını uzatır mısın suyunu doldurayım.” ya da “Anne suyumu doldurur musun?” diye paylaştığımız masanın en uzun boylu kahramanı ile bölüştürmeden ısrarla ortadan yediğimiz Salatamızın Kasesi… Salata da salata hani… Sanki ailenin bütün elemanlarının bir sürü özelliklerini temsil eder gibi içinde her renk, her tat var. Yeşillikleri, kırmızı kırmızı domatesleri, salatalıkları, belki turp belki kırmızılahanası, kuru ya da taze soğanı, hatta seviliyorsa mısırı, kaşar veya başka çeşit peynirleri, en son olarak az tuzu, bol limonu ve yağı, belki sirkesi... Mevsimine göre değişen malzemeleri, bizim de aslında mevsime göre gösterdiğimiz farklılıkları ve çeşitleri simgeliyor gibi. Bütün bu güzellikleri ve farklı tatları harmanlayıp, masanın orta yerinde herkese aynı uzaklıkta sunduğumuz salata tabağımız, ailede herkesin eşit değerde olduğunun bir simgesi gibi adeta. Her ne kadar doğal değil ya da GDO (genetiği değiştirilmiş organizmalar)’lu desek, sularımızı musluk yerine çok da güvenmediğimiz markalardan parayla satın alsak da en azından akşam yemeklerimizi soframızın başında ailecek hep birlikte yemeye çalışalım. En güzel sürahimizi başköşeye koyalım, en güzel salata tabaklarımızı içine sevgimizi de kattığımız çeşit çeşit salatalarımızla dolduralım. Mümkünse yemek yediğimiz yerde televizyon bulundurmadan, bu muhteşem ikiliye ailemizin en güzel anlarına katkıları ve şahitlikleri için yüzümüze kocaman bir gülümseme kondurarak sevdiklerimizle yemek yemenin keyfini çıkaralım.

İLKNURCA

İlknur ERŞAHİN ÇAKICI Yazar

45


46

GİZEMLİ ‘ZAMAN KUYUSU’ / ZERDÜŞT

EVRENDE ZEKİ HAYAT

Sorcha FAAL Gazetici Yazar Çeviren: Saffet GÜLER Rusya’nın Dış İstihbarat Servisi (SVR) tarafından Başbakan Putin için hazırlanan özel bir rapor, Alman Başbakanı Angela Merkel’in bu ay Afganistan’a ‘sürpriz bir ziyaret’ yapan Batılı liderlerin sonuncusu olduğunu bildiriyor. Bu ziyaret, ABD Başkanı Obama (3 Aralık), İngiltere Başbakanı David Cameron (7 Aralık) ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy (8 Aralık) ziyaretlerinden sonraydı. Bu rapor, sadece Sarkozy’nin yolculuğunun saklandığını söylüyor, çünkü o bir ABD ordu uçağı tarafından Afgan savaş bölgesine aceleyle götürüldüğünde, Hindistan’a bir ziyarette bulunmaktaydı. Batı Dünyası’nın bu en güçlü liderlerinin Afganistan’a gitmek için ani koşuşturmalarına neden olan neydi? Bu rapor, bunun nedeninin ABD Askeri bilim adamlarının “Zaman Kuyusu”na hapsolmuş “Vimana” olarak tanımlanan şeyi keşfetmeleri olduğunu söylüyor. Bu zaman kuyusu en az 8 Amerikan askerinin tahminen 5,000 yıldır orada gizlenmekte olan Vimana’yı mağaradan çıkarmaya çalışırlarken ortadan kaybolmalarına neden olmuştu. Sanskritçe epik Mahabbarata’da bulunan kadim hikayelerden, bir Vimana’nın çevresinin 12 cubit (eski bir uzunluk ölçüsü) ölçüldüğünü, dört adet güçlü tekeri olduğunu biliyoruz. “Ateşlenmiş füzelerinden” başka, Mahabbarata dairesel ‘yansıtıcı’ ile işleyen diğer ölümcül silahların kullanımını kaydediyor. Devreye sokulduğu zaman, bir ‘ışık şaftı’ üretiyor ve herhangi bir hedefe odaklandığında onu anında ‘gücüyle yakıp yok ediyor.’ Vimana’yı çevreleyen “Zaman Kuyusu” ile ilgili olarak, bu rapor bunun elektromanyetik radyasyon – yerçekimi alanı olduğunu söylüyor. Elektromanyetik radyasyon – yerçekimi ilk kez Birleşik Alan Teorisi olarak Albert Einstein tarafından kabul edildi ve uzun zaman sonra bunun 1943 yılında Amerikan 2.nci Dünya Savaşı deneyinin arkasındaki şey olduğu konuşuldu, buna Philadelphia Deneyi adı verilmişti. Bugün Afganistan’daki askerlerin kaybolması gibi, ABD asker-

leri aniden ortadan kayboluyordu. SVR raporu, bu gizemli “Zaman Kuyusu”nun bitmez tükenmez güç kaynağının Edward Leedskalnin’in teknolojisine dayalı olduğunun göründüğünü söylüyor. Edward Leedskalnin “kadim insanların Gizli Bilgisini” keşfettiğini iddia etmişti ve 1923 – 1951’de Coral Şatosu olarak bilinen Dünyanın en gizemli başarılarından birini yaratan bilinmeyen bir işlemle 1,100 ton mercan kayasını “tek başına ve gizlice” oymuştu. Bu raporla ilgili en etkileyici şey, yanlızca bir Vimana’nın keşfedilmiş olması değil, aynı zamanda Vimana’nın keşfedildiği mağarada bulunan kadim yazılardır. Bu yazılar Vimana’nın “gerçek sahibinin” Zerdüştlük adı verilen ve tüm zamanların en önemli dinlerinden birinin kurucusu olan kadim peygamber Zerdüşt olduğunu iddia ediyor. Bugün Dünya tarafından çok az bilinse de, Zerdüşt’in dini felsefesinin insanlığın amacının, tüm diğer yaradılış gibi aša’yı (gerçek) sürdürmek olduğunu söyleyen tüm bilinen dinlerin temeline sahip olduğuna inanılmaktadır. O, insanlık için, bunun yaşama aktif katılım ve yapıcı düşüncelerin, sözlerin ve eylemlerin uygulanmasıyla gerçekleştiğini ifade etmişti. Birinci yüzyılda yaşayan Romalı yazar, doğabilimci ve doğal filozof, ayrıca erken Roma İmparatorluğunun donanma ve ordu komutanı olan Pliny the Elder, Zerdüşt’e “Sihirin mucidi” ismini verdi. Tarihçiler, MS 391’de Hristiyan Roma İmparatoru Theodosius I tarafından yok edilmesi emredilen Kadim İskenderiye Kraliyet Kütüphanesinde Zerdüşt hakkında yazılan “iki milyondan fazla satır”a dayanarak bunu söylüyorlar. Bugün, Zerdüşt’ün yaşamış ve ölmüş olduğu söylenen ve Marco Polo tarafından Dünya’nın “asil ve büyük şehirlerinden biri” olduğu iddia edilen Afganistan’ın Balkh şehrinde, yeni bir Küresel İmparatorluk, ABD, bu kadim Vimana’nın keşfiyle hem geçmişimizi hem de geleceğimizi kendi ellerinde tutuyor. © 21 Aralık 2010 AB VE ABD’de tüm hakları saklıdır. http://www.whatdoesitmean.com/index1432.htm


47


48

RENKLERİN USTASI - SALİM ÖZÜDOĞRU Sevcan BİRGÖREN Ressam ve Seramik Sanatçısı Sevgili Kültür Sanat Okurları,

KÜLTÜR - SANAT

Bu ay sizlere tualin, boyanın, resmin ışığının, sanatta tutkunun ve güzelin değerli ustası Salim Özüdoğru Hocamızı tanıtmaya çalışacağız.

1927 yılında Amasya’nın Gümüşhacıköy Kasabası’nda doğan Salim Özüdoğru, ilkokulu burada, ortaokulu ise Merzifon’da okudu. Avukat olan babasının desteği ile iş hayatına atılır. Resim yapma arzusunu sessiz sedasız 15 yıl içinde saklayan Özüdoğru, rastgele peyzajlar yapmaya başlar. İlk tuval çalışması Atatürk’ün at üzerinde üniformalı resmidir. 1952 yılında para kazanmaya başlar ve askerlik anılarında “Erzurum’da askerlik yaptığım yıllarda subayların resimlerini yaparak krallar gibi yaşadım.” sözleriyle anlatır. O dönemde 500’den fazla çalışmasının Amerika’ya gittiği tahmin ediliyor. Tahta, kontrplak gibi malzemeleri de kullanan Salim Hoca, ilk atölyesini Samsun Gazi Caddesi’nde açar ve ağırlıklı olarak portre çalışmaları yapar. 50 yıl sürecek olan evliliğine de bu dönemde

karar verir. Emekli Yüzbaşı akrabasının maddi manevi desteğini alır ve Ankara’ya taşınır. Burada 13 yıl sürecek başarılı sanat hayatına atılır. Her sanatçının ve her deniz tutkununun İstanbul’la hayalleri olduğu gibi Salim Hoca da bu arzudan geri duramaz ve bundan sonra yaşayacağı şehre taşınır. Bir süre Bostancı’da kiraladığı evde çalışmalarını sürdürür, daha sonra da Kuledibi’ndeki atölyesine geçer. 1977 yılında Cengiz Ünlü ile tanışır ve baba oğul ilişkileri bugüne dek sürer. Kurulan dostluğun en önemli dayanağının içtenlik, dünyalarının örtüşmesi ve karşılıklı dürüstlüğe bağlamak mümkün... Zamanla birlikte ilklere imza atarlar ve geniş kitleleri sanatla buluşturma imkanı bulurlar. Salim Hoca’nın resimleri, Türk resminin tanınmasına kuşkusuz büyük katkı sağlamıştır, ilk kez onun çalışmaları ile tanışan diğer ressamlar araştırma ve öğrenme çabası içine girmişlerdir. Salim Özüdoğru çalışmalarıyla eski kuşağa, A Gurubu, bugün hayatta olmayan kuşağa ve stil olarak da D grubuna dahil edilebilir. Renk çalışmaları ve yaşı itibarıyla bu grubun son temsilcilerindendir. Mütevazi hayatı ile örnek teşkil eden Salim Hocam öğrenci kabul etmez, ancak bilgi almak isteyenlerin her zaman yanında olur, hissettirmeden, kendiliğinden sizi resmin içine çeker, üzerinde konuşur, söyleyeceğini söyler, gerisini size bırakır. “Yaşamam için resim yapmam şart, maddi manevi ihtiyacım var... Bugün resim yapmazsam o günü yaşamamış sayarım...” der hoca bir konuşmanın arasında. Sabah ışıklarıyla tuvalin başındadır, birini çalışırken diğerine geçer, sonra bir başkasını çizer... Hem zevk hem vazifedir onunki, dolu dolu yaşamdır her anı, her DOKUNUŞU. Dokunuşu hızlı,


ama DİNGİN, bezin sesinde İSTANBUL’u dinlediğini düşünürüm, boya kokusunda ise BOĞAZ’ı. Hiç görmediğim ama hissettiğim renkte suya serpilmiş ışıklar onun ışıkları, dokunası tertemiz IŞIKLAR... Bizlere bıkmadan usanmadan çalışmayı, çizmeyi öğütler. ÇİZMEK, dile kolay yaklaşık on bin esere imzasını atan, sanata ve sanatçılara katkıları her daim önemli yer tutacak olan sevgili Salim Hocam, kendi sanat hayatını kesin çizgilerle, kurallarla veya dönemlerle parçalamak istemez... Kendi deyimiyle, “Güzellikleri çok seviyorum. Resimde de hep güzeli istiyorum. Gördüğüm ev yıkıksa ben onu sağlam görür, tuvalime öyle aktarırım. Hiçbir çalışmamda koyu renk göremezsiniz, mezar taşı göremezsiniz, aydınlığı ve açık rengi seviyorum, yaşantınızın da aydınlık olmasını tüm kalbimle diliyorum...” Salim Hocam halen heyecan ve arzusu hiç eksilmeden çalışmalarına Cengiz Ünlü ile devam etmektedir.

KÜLTÜR - SANAT

49


50

RAŞİT BAĞZIBAĞLI İLE MODA ÜZERİNE Aynur SEZGİN Tasarımcı ve Stilist

MODA

Caddebostan, Erenköy, 1.LEVENT ve ANKARA-İran Caddesi’ndeki satış noktalarındaki mağazalarıyla, daima kaliteye ve yeniliğe hizmet veren, her yaş grubu ve her bedene hitap edebilen koleksiyonları hazırlayan, arka arkaya yaptığı defileleriyle yurt dışında da ilgi gören Kıbrıslı modacı Raşit Bağzıbağlı’yla kendisi ve tasarımları hakkında konuştuk…

edebilen, hem özgün hem de hazır giyim olarak koleksiyonlar hazırlamak benim severek yaptığım bir şey. Bayanlar hangi bedende olursa olsun, onların kendilerine çok yakışacak tasarımları giymeyi hak ettiklerini düşünüyorum ve bu doğrultuda da koleksiyonlarımı hazırlıyorum.

AS: Tasarımlarınızı kişiye özel mi hazırlıyorsunuz? Aynur SEZGİN: Sayın Raşit Bağzıbağlı, moda tasarımcısı mı, modacı mı olarak anılmak istersiniz? Raşit BAĞZIBAĞLI: Kesinlikle moda tasarımcısı olarak anılmak isterim.

RB: Elbette, kişiye özel hazırlamaktan, birebir müşterilerimle iletişim kurarak, onların zevk ve dünyalarına hitap ediyor olmaktan çok memnunum. Bu gerçekten çok önemli: Buraya gelirken hayal ettiklerini üzerlerinde görebiliyorlar.

AS: Hazır giyimde tarzınız nedir? RB: Belli yaş kısıtlamamız yok, krep ve çeşitli kumaş varyasyonlarıyla kokteyl elbiseleri ve iş kadınlarına yönelik giysiler hazırlıyoruz, çok talep görüyor. Renk kısıtlamamızın olmayışı, beğenilen modellerin büyük bedenler için de yeniden hazırlanabilirliliği müşterilerimizin tercih ettiği özelliklerimiz.

AS: Babanızın bir tekstilci oluşu, bu mesleği seçmenizde etken bir rol oynadı mı? RB: Evet, ama babamın tekstilci oluşu, başta işlerimi bir hayli zorlaştırdı. Onun tecrübesi, bilgisiyle, aşırı titiz ve seçici oluşu işimi kolaylaştırmak yerine, daha disiplinli ve özveriyle çalışmamı gerektirdi.

AS: Yeni hazırladığınız koleksiyonda kaç yaş grubuna çalıştınız? RB: Yeni koleksiyonum 29 parçalık, B-Rushh adını taşıyor, 18-25 yaş arası ve kendini o yaşta hisseden bütün bayanlara hitap etmek istedim. Mini ağırlıklı, ancak ağırlığı ve zarafeti yönünden uzun tuvaletlerden aşağı kalmayacak şekilde görünmelerini amaçlamıştım, gerçekten de istediğim gibi oldu.

AS: Sizce her bayan modaya harfiyen uymalı mıdır? RB: Bayanlar, öncelikle kendi vücut yapılarını iyi tanımalıdır ve ona göre modadan da ilham alıp, bir tarz oluşturmalıdır. Esasında ben de bu anlamda bir çalışma şekli içindeyim, her tür vücut yapısına hitap

AS: Gelecekle ilgili planlarınız nelerdir? RB: Hazır giyimde B-Rushh markasıyla dünyaya hitap etmek, Paris’de defile yapmak, Oscar alan yıldızlar üzerinde tasarımlarımı görmek bunlardan bazıları…


51

RB: Paris Hilton, Nurgül Yeşilçay, Meltem Cumbul, Tuba Büyüküstün, Ziynet Sali ayrıca Şebnem Dereli ve İvana Sert… Tuğba Özay’ın da gelinliğini hazırladım.

AS: Siz Kıbrıslı bir ailenin çocuğu olarak, Kıbrıs’ta doğdunuz, ama Türkiye’de çalışıyor ve yaşıyorsunuz. Kendinizi nereye daha yakın hissediyorsunuz? RB: Her iki yer de benim için ayrı anlamlar taşıyor. Kıbrıs’a tatile giderim ama Türkiye’de yaşamak ve çalışmak hem mutlu ediyor hem de ilham veriyor…

AS: Peki Raşit Bey, söyleşi için teşekkür ederiz. RB: Bana zaman ayırdığınız için asıl ben teşekkür ederim.

MODA

AS: Şimdiye kadar hangi ünlüleri giydirdiniz?


52

AV MEVSİMİ İlknur ERŞAHİN ÇAKICI Yazar Av mevsimi, genel olarak iyi bir film, kamera açıları, görüntüler, müzikler harika… Filmden tespitler;

SİNEMA

1-Her zaman sesinizi çıkarın kendinizi ifade edin, birilerinin seçilmesi gerektiği zaman sesi çok çıkanlar daha öncelikliler, 2-Gerçekten de bir dil bir insan, Lazcayı bildiğim için çok mutluyum, 3-Polislik gerçekten çok zor bir meslek, 4-Kaybedecek kalmayan

bir şeyi insanlar,

diğerlerine göre daha cesaretli, 5-Polisiye film; vahşet, kan, silah ve gerilim öğeleri fazla olmadan da çekilebiliyormuş, 6-Hemen önümüzde oturan aile, filmi izlemeye iki çocukları ile birlikte gelmişlerdi, hem aileyi hem de çocuklarını kutluyorum, gençlerle birlikte izlenmesi önerilebilinecek bir film… Filmin yanları;

ezber

bozan

1-Ölen kadının tırnaklarının arasından çıkan deri parçalarının DNA raporu çıktığında “haberler iyi” yorumu yapılması, normal şartlarda iyi haber anlayışına uymasa da, 2-Filmin bir yerinde “yaşasın cinayet masası” denmesi, aslında insan öldürmenin en ağır suçlardan biri olması gerçeğine aykırı düşse de, 3-“Kuşkulanın, her şeyden şüphe duyun” cümlesi, hayatımızı insanlara güven duymadan çok da sağlıklı bir şekilde sürdüremeyeceğimiz gerçeğine uymasa da, 4-“Abi siz hiç uyumaz mısınız?” sorusuna verilen “uyumayız” cevabı, sağlıklı çalışabilmek için, sağlıklı dinlenebilmek tanımına ters gelse de,

Bulunduğumuz duruma göre başka pencerelerden, değişik bakış açılarıyla bakabilmemiz gerektiğini fark ettirdiği için beğendim… Olumsuz eleştirilebilecek yanlarından olumlu dersler çıkarırsak; 1-Asit Ömer lakaplı gencin yakalanabilmesi için yaşanan kovalamacada, polis ne olursa olsun polistir anlayışım değişiyor ve herhangi bir bölümün polisinin diğer suçlarla ya da suçlularla uğraşmadıklarını öğreniyordum, 2-Filmin bir kaç sahnesinde Lazca bazı konuşmalar var. Belki tercüme edilmesi gerektiği söylenebilirdi. Ama bu konuda da fikrim, diyaloglar bir yandan Türkçe ile birlikte harmanlanmış bir şekilde devam ettiği için anlaşılmaz değildi (Ben Lazca biliyorum). Üstelik Lazca’nın Lazların bir dili olduğunu ve her Karadenizlinin Laz olmadığını anlatması ve bu dile karşı bir merak uyandırması anlamında da uygun buldum. 3-Filmin en çok eleştirilebilecek yeri finali; Avcının katile yapmasını ima ettiği durum, aslında polis teşkilatının ilkeleri açısından, kötü örnek olabilmesi açısından, oldukça da hassas bir konu olması açısından uygun bulunmayabilir. Adaletin ne şekilde yerini bulduğu açısından da eleştirilebilir. Fakat ben bu durumda da farklı bir şekilde bakarak olumlu değerlendirmek istiyorum: Para ve gücün denge unsurlarından biri olduğunu kabul etmek zorundayız. Böyle bakarsak, belki de toplumda yaşadığımız pek çok haksızlığın, kötülüklerin ve hatta belki bir çok cinayetlerin arkasında duran güçlerin bizde şüpheli imajını vermesi, ufak bir paranoyak düşünce ile, mahkum olan herkesin belki her zaman gerçek suçlu olmadığını düşündürmesi, başka bir bakış açısıyla da olayların bazen göründüğünden çok farklı olduğu, belki çoğu zaman


Kısacası ben filmi beğendim. Oyuncuların hepsi müthiş. Polisiye filmi olmasına ve izleyemeyeceğim sahneler olur mu korkusuyla gittiğim halde fazla görüntü kirliliği olmayan bir film. Biraz çarpıcı şekilde ifade edilse de (su testisi su yolunda kırılır gibi), unutmaya yüz tuttuğumuz bazı değerlerimizi bir nebze de olsa hatırlatan, ünlü bir çok oyuncusuna rağmen hiç kimsenin diğer oyuncuyu gölgelemediği, tam tersi puzzle’ın (yap-boz) parçaları gibi birbirlerini tamamladıkları bir senaryo. 1-Kesik el, kokan el, tablodaki eller ve herkesin bakılan bilekleri bağlantısıyla iz sürdürten, 2-Katilin kim olduğuyla ilgili tam emin oluyorken hayır değil galiba diye düşündürten, 3-İnsanların keyfi yerindeyse herhangi bir müzik aleti bile olmadan eğlenilebileceğini fark ettiren,

4-Eğer bir şekilde ayrılmışsanız, eski eşinizle ilişkiniz ne boyutlarda ve hangi sınırlar içinde olmalıdır? Bunun bir kuralı var mıdır? Bütün bunlar bazı durumlar da değişebilir mi? sorusunu sorduran,

53

5-İnsanlar korkuları sebebiyle neler yapabilir? (Asiye) ya da neleri asla yapamazlar? (Pamuk) dedirten, korkularımızla yüzleştiren, hatta bazı korkulara sahip olmamızın çok da kötü olmadığını düşündürten, 6-Gençlerimizin, çocuklarımızın en iyi şeylere layık olduklarını, onların masum birer melek olduklarını hissettiren 7-Avın ve avlanmanın sebebi ne olursa olsun vahşiliğini gözler önüne seren, 8-Organ bağışının önemine vurgu yapan, 9-Belki de şu anda dünyamızın da içinde bulunduğu en büyük kaoslardan birini anlatması açısından, “Birilerinin yaşaması için başka birilerinin ölmesi şart mı?” sorusuna bağıra bağıra “Hayır” diyen bir film olduğu için, eğer hala izlemediyseniz izlemenizi tavsiye ediyorum…

YAŞAMIN GİZEMİ SİMYA ATÖLYESİ GRUP ÇALIŞMALARI ANLAŞMALAR / Yaşamımız boyunca farkında olalım ya da olmayalım, birçok anlaşmalar yapıyoruz kendimizle, sevdiklerimizle, sevmediğimizi düşündüklerimizle. Bazen neden kendimizi ifade etmede bu kadar zorlandığımızı, ailede fazladan sorumluluğun bize verildiğini anlamayız. İşte bu anlaşmaları hatırlayıp değiştirmek için bir araya geliyoruz. ŞAMAN AİLE DİZİLİMİ / Şamanların, sorunlarına çözüm bulmak amacıyla, ateş etrafında toplanarak yaptıkları çalışmayı Simya Atölyesinde yapıyoruz. Aile içindeki tüm ilişkiler, perde arkasında kalan ve bu ilişkileri etkileyen durumlar, duygular, biçilmiş roller ve beklentiler ortaya serilir. Anne-baba ve atalardan taşınan inançlar, duygular, roller, yükler, sorumluluklar ve ağırlıklar fark edilir, iade edilir ve kişi özgürleşir. Bu özgürleşme sayesinde kişi, hayatında belki de ilk defa kendi kaderinin yolunda gitme cesareti bulur. İFADE TAMİRATÇILIĞI; İfadeler duyguların enstrümanıdır. Bu enstrümanın yaydığı müzik bizim hayatımızın ritmi olur. İfadelerimizin gücünü fark ederek, hayatımıza neler çektiğimizi ya da neleri iterek kendimizden uzağa koyduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyor ve ifadelerimizi nasıl düzelteceğimizi çalışıyoruz. NEFS’TEN NEFESE; Bu hayat aldığımız nefes başlayıp ile verdiğimiz nefes ile bitiyor. Yani iki nefes arasında yaşıyoruz. Nefes hayatsa, hayatı ne kadar içimize alıyoruz. Nefes teknikleri ve hayatı özümseme için bu seminerde bir araya geliyoruz. SİMYA ATÖLYESİ BİREYSEL ÇALIŞMALAR Renk ve ses terapilerinin eşlik ettiği bireysel çalışmaları Himalaya Tuzu ile döşenmiş Kristal Odada yapıyoruz. Hayatımızda değiştirmek ya da anlamak istediğimiz konularla ilgili ruhsal arınmalar, içimize yani özümüze yolculuk ederek bu hayatta tüm cevapların bizde olduğunun farkına varıyoruz.

e-mail : simyaatolyesi@gmail.com www.sihirlius.com BİLGİ İÇİN TEL : 216 368 62 68 BAĞDAT CAD. 295/A CADDEBOSTAN / POLONEZ BARBEKÜ YANI

SİNEMA

“nasıl olduğu” değil, insanların ne şekilde bildikleri, ne kadar bildiklerini vurgulayabilmesi anlamında da oldukça düşündürücü bir son’du.


54

SRİ LANKA’DA DİNLERİN

HARMONİSİ

Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR Emekli Fizik Öğretim Üyesi, Yazar

GEZİ

Hangi dinler var? Budistler yumuşak bakışlarından tanınabiliyor desek yanlış olmaz; çok nazik, hoşgörülü ve sevecenler. Budistlerin diğer dinlere yaklaşımları da son derece uygar. Onların azınlıkta kaldığını hissettirmeden bir ahenk kurabilmişler. Bazı okulların duvarlarında birbirine sarılmış Budist, Hindu ve Müslüman giysili öğrenci resimleri çiziliydi. Hinduların en önemli üç tanrısıyla Buddha’yı bir arada gösteren resimlere otobüslerde bile rastlanabiliyordu. Sri Lanka, çoğunluğu budist olmakla birlikte birçok dinin özgürce bir arada bulunabildiği bir topluma sahip. Yüzde 70 budist, yüzde 15’e yakın Hindu, yüzde 8 müslüman ve yüzde 8 hristiyanlardan oluşuyor.

Başkent Colombo’da resmi bir binanın bahçesindeki heykel gibi hiç ummadığınız bir binada ya da bir sokağın köşesinde Buddha heykeline rastlamak mümkün. Buddha heykellerinde el ve ayakların taşıdığı anlamlar Buddha heykellerinde el ve ayak duruşlarında farklılıklar olduğu fakat bunların çeşidinin fazla olmayışı dikkat çekiyor. Heykellerin el ve ayakları dışında oturması, ayakta durması, yatması gibi heykelin genel duruş biçimi de simgeler içeriyor.


GEZİ

55

Sağ elini kaldırması kötülükleri itme anlamına geliyor. Kendy şehri yakınında arkasındaki güzel manzarayla birlikte seyredenleri etkileyen beyaz Buddha heykeli bunlardan biri.

Buddha, bacakları lotus (nilüfer) biçiminde bağdaş kurmuş olarak otururken avuçları yukarı bakacak şekilde ellerini kucağında kavuşturmuşsa bu heykel meditasyon yapan Buddha’yı simgeliyor.


GEZİ

56

Bazı heykellerde lotus biçiminde oturan Buddha’nın altındaki süsler nilüfer yapraklarını simgeliyor. Avucu dışarı doğru açık olan ve aşağı doğru sarkan sağ eli yeri şahit gösterirken sol elinde vazgeçtiği maddi zevkleri simgeleyen bir cisim tutuyor. Kulakları her şeyi duyduğu ve eskiden kıymetli takıları olduğunu simgelemek üzere çok büyük yapılıyor. Alnının ortasında bilgeliğini simgeleyen ve üçüncü göz de denilen bir işaret bulunuyor. Öğreten Buddha’yı simgeleyen heykellerde sağ el göğüs hizasında baş ve işaret parmakları hayat çarkını simgeleyerek daire biçiminde yapılıyor. Sol elin birkaç parmağı ise çarkı döndürdüğünü simgeleyerek sağ ele hafifçe değiyor. Dambulla’da son yıllarda yapılan yaldızlı ve çok süslü heykeli turistler çok beğenip mutlaka resmini çekerken Sri Lankalılar bu heykelden hiç de memnun değildiler. Heykelin şatafatı onların budizm anlayışına ters düşüyordu. Budizm de diğer dinler gibi ülkeden ülkeye farklılıklar gösteriyordu ve Sri Lanka budizmi sadelikten yanaydı. Özüne en yakın budizmin böyle olduğunu düşünüyorlardı.


GEZİ

57

Buddha denilince yalnızca dinin kurucusu Guathama Buddha değil, aydınlanıp Buddha olmuş herhangi bir insan anlaşılıyor. Bazı mabetlerde çok sayıda Buddha heykelinin bir araya konulması böyle bir anlam taşıyor.


GEZİ

58

Çeşitli insanları simgeleyen Buddha heykelleri bazen kadın heykeli biçiminde olabiliyor. Buddha heykellerinin bulunduğu diğer ülkelerden farklı olarak Sri Lanka’da çok sayıda yatan Buddha heykeli var. Bunlar Buddha’nın ölürken nirvanaya (sufilikteki fenafillahın karşılığı) ulaşmasını simgeliyor. Hindu mabetleri ve camiler

Budistlerin sadeliğine karşın Hindu mabetleri inanılmayacak kadar süslüydü. Budistler herkesi buyur ederken hindular turistlerin mabetlerine girmesini istemiyorlardı.


GEZİ

59

Müslümanların tutumu da farklı değildi; bizlere ilginç gelen değişik ve güzel görünümlü camileri ancak dışından görebildik.


GEZİ

60

Stupalar Mabetler dışında Stupalar da türbe gibi ziyaret edilen budist dinine özgü yapılardı. İlk stupaların Buddha’nın kutsal emanetlerini içeren kümbetlerden ibaret olduğu sanılıyor. Daha sonraları çevresinde ibadet edilecek bir bina amacıyla inşa edilmişler. Tepesine ve etrafına süsler eklenebiliyorsa da Sri Lankalı budistler dümdüz bir stupayı tercih ediyorlar. Çevresinde dolaşanlar saat yönünde yürüyorlar. Sri Lanka’ya gelen turistler dini yapıtları çok değişik biçimli, rengarenk ve ilginç bulurlarken hepsinin gayet uyumlu bir şekilde hiçbir problem çıkmadan yan yana bulunabilmelerini de takdir ediyorlar.


61


62

ÖZE DÖNMENİN MUTLAK ROTASI ORİJİNAL YOGA SİSTEMİ Çiler KARATAŞ Yoga Academy Eğitmeni

YOGA

“Öz” nedir sorusuyla söze girmek konu ile ilgili uygun bir giriş olacaktır. Günümüzde pek çok kişi “öz”ü arıyor ama aradığının ne olduğunu bilmeden yapılan arayışlar günümüzde gördüğümüz gibi kişileri pek bir yere vardırmıyor. Çünkü aradığımızın ne olduğunu ve nerede aramamız gerektiğini bilmeden bilinçsizce arama çabaları sonuca vardırmadığı gibi hem yorucu, hem zorlayıcı hem de gereksiz oluyor. Akabinde de şu his geliyor; “Ben yıllarımı, zamanımı boşuna harcamışım.” Okyanusun dibinde su arama çalışmalarına dönüşmesin çabalarımız diye, önce “öz” den başlayalım söze. “Öz” arayışlarında aranan nedir? Cevap, kendimizdir. Kendimizi arıyoruz aslında. Bu yaşamları yaşayanı, yönlendireni, hissedeni, bileni, yaşadığımız olumlu ya da olumsuz olarak nitelendirilen her şeyin failini, o haylazı, o yaramazı, sorumluyu arıyoruz; o da kendimiz olduğumuz için aslında kendimizi arıyoruz. Boşa değildir “kendin ol”, “kendini bul”, “kendini bil” tabirlerinin kullanılması, hepsi buna işaret etmektedir.

Buradan sonra gelen aşama ise şu oluyor; “Ben kimim?” ya da “Ben neyim?”. Bizler “atma” olarak isimlendirilen “sat, çit, ananda” niteliklerine sahip varlıklarız. Yani “sat” ebedi, “çit” bilinçli, “ananda” sevgi ve saadetle dolu. Buradan da anladığımız üzere ebedi, bilgili, bilinçli, sevgi ve saadetle dolu halimizi arıyoruz ki dikkat edersek herkes, hepimiz bunun peşinde koşuyoruz bir şekilde. Ama çoğumuz için bu arayış güneşin içinde buz arama haline dönüşüyor. Arananı ve aranılan yeri doğru etüt etmeden yapılan aramalar bulma işlemini ya sürekli öteler ya da çok çetrefilli hale getirir. Şu ana kadar bu bedeninizde var olduğunuz günden beri, ne kendi yaşantınızda ne de dışarıdaki yaşamda ebedilik, bilgili bilinçli olma, saadet ve sevgi dolu halin somut bir örneğini göremediniz. Ebedilik nasıl olabilir? Her gün insanlar ölürken, bilgili bilinçli olma hali, daha ilk yaşlarınızdan itibaren sürekli birileri size bir şeyleri öğretirken neredeydi? Onca eğitimler, okullar, kitaplar, keşifler zaten sahip olduğumuz şeyleri öğrenmek için miydi? Sevgi, saadetle dolu ve hep haz içinde olmaksa doğal halimiz, neden acılar içinde sarhoş haldeyiz? Burada temel bir paradoksla yüzleşiriz; sürekli ölüm olan yerde ebedilikten, sürekli eğitim öğrenme ve cehalet olan yerde bilgili bilinçli olmaktan ve sürekli kin, öfke, nefret, çatışmalarla dolu olan yerde sevgi ve saadetten bahsediliyor. Hal böyle olunca da inanmıyorsunuz haklı olarak. Öncelikle burada önemli noktalardan biri şudur; “İnanmaya çalışmayın!” Çünkü gerçek inanç gerektirmez. Gerçek olmayan için inanca ihtiyacımız vardır. Olmayan bir şeyi oldurmak için gereken şeyin adıdır “İNANÇ” Fakat şu vardır ki; “Tüm gizemli bilgiler ve esrarengiz gerçeğin özü, zihnin ürettiği düşünceler ve mantık yürütme sayesinde anlaşılamaz. Bu yalnızca aşamalı spiritüel uyanış ve yükseliş yoluyla idrak edilebilir. Çünkü gerçek spiritüel anlayış, her zaman zihinsel açıdan paradoksal veya mantıksız gelen bir yoldan geçmektedir.” Buradan hareketle, açıklanabilir?

eğer

ebediysek

ölüm

nasıl

Eğer tamamen bilgili ve bilinçli varlıklarsak bunca cehalet, onca eğitim ağının izahı nedir? Eğer sevgi ve saadetle dolu isek neden acı çekiyoruz?


Var oluş paradokslar üzerinde kurulmuştur. Yukarıda da anlattığımız üzere tüm bunlar çelişkili ve mantıksız gelen noktalardır. Bu noktada ise ortaya çıkan şudur: Demek ki iki yönümüz var; biri sat, çit, ananda olan özümüz, diğeri ise tam tersi olan ölümlü, cehaletle ve acılarla dolu olan öbür yönümüz. Ve işte arayış da budur; ölümlü, cehalet ve acıyla dolu halden özümüze dönmeye çalışıyoruz çünkü hiç birimiz ne ölümden, ne bilgisizlikten ne de acılardan çok da memnun değiliz. Burada bilimsel olan açıklama da şu şekildedir: Bahsettiğimiz iki yön Ruhi Benliğimiz ve Maddi benliğimizdir.

olmadığı şey olma dinamiği, “ben öleceğim”, “ben ölüyorum”, “ölümlü dünya”, psikolojinin de uzun yıllardır içinden çıkamadığı “ölüm anksiyetesi”, tüm çabalarımızın temelinde yatan öleceğim ve ne kadar ne yapsam kar düşüncesini içeren pragmatik yaşam düzeni. Peki gerçek nedir? Gerçek şudur: Ölüm denen şey aslında maddi evrenin dönüşüm yasasıdır ve maddeyi kapsayan bir kuraldır. Maddi evrende her şey dönüşmeye muhtaçtır ve bu sonsuz döngüler devam eder. Dağılır ve birleşir. Fakat biz madde miyiz? Yukarıda da bahsettik maddenin içinde yaşayan varlıklarız, fakat o değiliz. En bilinen aynaya bakınca gördüğünüz ve gelecekte bir ölü olacak beden bir maddedir, bunu basit bir şekilde ayırt

İşte öz dediğimiz Ruhi benliğimizdir. Dikkat edilirse günümüzde hep “özünden uzaklaşma” ve “yabancılaşma” tabirleri çok sık kullanılmaktadır. Bundan kasıt gerçekte budur. Ruhi benliğimizden uzaklaşıp yani kendimizden, gerçeğimizden uzaklaşıp, sonradan yaratılmış olan suni geçici olan maddi benliğimizle -ki günümüzde sıklıkla “Ego” da denilen geçici benlikle kendimizi özdeşleştirince, yani “olmadığımız şey olmaya çalışınca” sonuç ortadadır. Ölüm, cehalet, bencillik, düşkünlük, nefret ve hasret ıstıraplarının içinde dönen bir bilinç ve buna bağlı olarak bu eylemlere devam ettikçe daha da içinden çıkılmaz hale gelen bir kısır döngü. Olmadığımız şey olma çabalarını biraz daha açabiliriz, bizler canlı varlıklarız yani “çit” veya günümüz tabirleriyle bilinç denen unsuru taşıyan varlıklarız. Bilinç bizim algı aletimizdir. Bize “ben varım” algısını, “farkındalığı” veren bileşenimizdir. Canlı varlıkları maddeden farklı kılan da budur. Bir taşın benliği yoktur, farkındalığı yoktur, özgür iradesi yoktur vb. Bizler ise atma olarak bilinci içinde taşıyan üniteleriz. Bilinci bir ışık kendimizi de bir ampul olarak düşünürsek bilinç bizden saçılan ışık fotonları gibidir. Bilinç ebedidir, başı ve sonu yoktur. Ölüm denen kavrama tabi değildir. Fakat bizler günümüzde ölümlü olduğumuza “inanınca” (buna inanıyoruz, çünkü gerçeğin inanca ihtiyacı yoktur. Bir şey inanca ihtiyaç duyuyorsa gerçek değildir. Gerçek inanın ya da inanmayın değişmezdir. Gözler dudakların üzerindedir buna inanmanız ya da inanmamanız hiçbir şeyi değiştirmez) buradan başlıyor

63

YOGA

Ayrıca hem ebedi olup aynı anda nasıl ölünüyor, hem bilgili olup hem nasıl öğreniliyor, hem saadetle dolu olup nasıl ıstırap çekilebiliyor?

edebiliriz çünkü karşı koyulamayacak şekilde bir gün dağılacak. Fakat asıl kilit nokta da şudur, siz bu beden misiniz? Eğer öyle ise mantık doğrudur. “Ben bedenim. Beden ölümlü. O zaman ben ölümlüyüm.” İşte olmadığımız şey olma çabalarının en derin köklü ve artık kanunlaşmış olanı ve tüm korkuların acıların membası; “Ben ölümlü bir varlığım. Ben bu bedenim.” yanılgısıdır. Kısaca kendini beden, zihin, duygu ve düşüncelerden örülü maddi benlik ve onunla ilişkili her şeyle bir tutma. Bu, ben Ayşeyim, Aliyim, kadınım, erkeğim, anneyim, babayım, öğretmenim, doktorum, Hristiyanım, Museviyim, İngilizim, Yunanım gibi sonu gelmeyen bir listedir. Oysa gerçek şudur; beden, içinde yaşadığımız somut bir araçtır. İşte Orijinal Yoga Sistemi, bedeni etkileyerek kendimizle bağlantıya geçmeyi sağlamaktadır. Yani hep aradığımız özümüze. Öze ulaşmak için öncelikle sahip olduğumuz bedenin


64

tam anlamıyla sağlıklı ve dengeli olması ön koşuldur ve olmazsa olmazdır. Bunu size verecek tek araç da Orijinal Yoga Sistemidir.

YOGA

Orijinal Yoga Sistemi dünyanın en eski 8 basamaklı kişisel gelişim yöntemidir ki kişiyi var olan tüm düzeylerde, bedensel, zihinsel, ruhsal, uyumlu ve dengeli hale getirecek yöntemler bütünüdür. Önce size bir var olma farkındalığını taşır. Kendinizin farkına varmaya başlarsınız ki çok ince ve hassas bir sistemin içinde yaşadığınızı algılar, sahip olduğunuz bedenin ne kadar mükemmel ayarlanmış ve ne kadar ince bir yaklaşım gerektirdiğini ve aynı zamanda o bedenin içinde bulunduğu Evrenin de aynı düzende ve kurallarla işlediğini fark edersiniz. Bu farkındalıkla birlikte önünüze çok farklı bir pencere açılır o da bu bedenin iyi yönetilmesidir ki içinde bulunduğu bütüne doğal olarak uyum göstersin içte ve dışta eş zamanlı uyum olsun. Biliriz ki içte savaş ve dengesizlik varsa dışta barış olması bir absürd teşkil eder. Burada Orijinal Yoga Sistemi’nin ilk iki basamağı Yama (Evrensel Eylem Kontrolü) ve Niyama (Kişisel Eylem Kontrolü) size kusursuz ve eksiksiz bir rehberlik sunar. Sonrasında 3. ve 4. basamaklar olan Asanalar (duruşlar, vücut çalıştırma teknikleri) ve Pranayama (nefes ve biyoenerji teknikleri) vücudunuzu tam olması gerektiği hale getirmek için sırada dururlar. Bu teknikler aracılığıyla mükemmel çalışan bir organizma ile hastalık kelimesi artık tarihe gömülmüştür. Böylece farkındalık uyandıktan ve bedenin ayarlarını doğal şekle uyumlu hale getirdikten sonra içsel çalışmalara gelir sıra. 5. basamakta Pratyahara (duyu kontrolü ve Astral teknikler) duyuları ve duyguları kontrol etmeye başlarız. Bu kontrol sayesinde artık duyuların kölesi olma halinden onların efendisi oluruz. Sayısız isteklerle, dalgalanmalarla tüm enerjimizi tüketen duyuların boyunduruğundan çıkarak zihne ulaşırız ve artık 6. basamaktayızdır ki o Dharana (konsantrasyon) olarak geçmektedir. Konsantrasyon teknikleri ile sürekli hareket halinde olan, bir türlü bir şeye odaklanamayan, dağınık zihni toparlayıp, odaklı ve sabit hale getiririz ki yaşamın tadı o noktada çıkmaya başlar, düşünce, söz eylem, kafa, kalp el birliği oluşmaya başlamıştır çünkü artık siz başka yerde, beden başka yerde, zihin başka yerde hali bitmiştir. Tüm parçalarınızla andasınızdır yani neredeyseniz orada, ne yapıyorsanız onu yapıyorsunuzdur, hissederek hiçbir anını kaçırmadan. Böylece konsantrasyon tekniklerinde ilerleyerek derin konsantrasyona yani 7. basamağa Dhyana (meditasyon) ya geçer-

siniz ki artık zihin kontrolünde ilerlemiş zekasal ve akılsal fonksiyonlarınızı aktifleştirip geliştirmişsinizdir. Bir sonraki basamakta ise finale geliriz. O da Samadhi, trans ve Evrenle bütünleşme dediğimiz haldir. (Ve bir satır arası eklemek gerekirse Samadhi haline ulaşmış bir Yoginin bu hali tanımlamak için kullandığı cümle “Orgazmın milyon katı dense az kalır” olmaktadır). Artık korkular, kaygılar, dalgalanmalar bitmiştir sadece saf huzur, mutluluk ve neşe kalmıştır. Çünkü bir önceki 7. basamakta neşenizi mutluluğunuzu gölgeleyen, kirleten tüm unsurlar elenmiş, dönüştürülmüş ve kontrol altına alınmıştır. Haliyle geriye size kendinizi yaşamak kalır tüm mükemmelliğinizle. Artık olduğunuz şey olmuşsunuzdur. Ölümlü, cehaletle ve ıstırapla dolu madde halinden ebedi, bilgili bilinçli, saadet ve sevgiyle dolu hale yani gerçeğe dönülmüştür. Orijinal Yoga Sistemi bir simya sanatıdır. Demiri altına çevirir. Yaşamda sahip olduğunuz tüm enerjileri zamansal, bedensel, zihinsel, finansal ve diğer güçlerinizi iki yöne aktarabilirsiniz; -Kendi beden zihin ve ruhsal bütünlüğünüze hizmet eden uyumlu ve olumlu yolda kullanıp yaşamın yapıcı tarafında görev almayı seçerek bu yolda size en yetkin ve mutlak rehber olan Orijinal Yoga Sistemi’ni düzenli uygulayabilir; hastalık, problem, keder, mücadelenin ne olduğunu unutabilirsiniz. -Ya da gücünüzü daha çok güç elde etmek adına doğanızla savaşarak, mücadele, çaba, hırs arenasında kullanıp belki de acıya ne kadar dayanıklı olduğunuzu test ederek geçirebilir, bu esnada hastane, doktor, ilaçlar ve sorunlardan da nasiplenirsiniz. Neticede zaman hepimiz için bir gerçektir ki bu bedenler belli zamanlara sahiptir. Bu zaman zarfında onları bir yerlerde bir şekilde kullanırız. Bir gün onunla ayrılmak durumunda kalırız. Bu sebepten sahip olduğumuz süre zarfında imkanlarımızı uyum ve denge yoluna yatırabiliriz. Özgür irademizle zihinsel, dürtüsel ve bilinçaltının yönlendirmeleriyle yapılan otomatik hareketlerden kurtulabilir ya da şu an yaşadığımız yaşamları sürdürebilir yaşamın örgüsü içinde sürüklenerek kaderimizde ne varsa onu yaşayabiliriz… Üstelik Orijinal Yoga Sistemi uygulamalarına başlamak için tek ihtiyacınız olan istemeniz, gerisi kendiliğinden geliyor. Ne yaşınız, ne kilonuz, ne beden durumunuz, ne de inancınız hiçbir engel teşkil etmemektedir. www.yogaakademi.com cilerkaratas@yogaakademi.com


KOVA BURCU İNSANI ve AVENTURİN TAŞI Selman GERÇEKSEVER Emekli Öğretmen ve Yazar

TAŞ BİLGİLERİ

BURÇ BİLGİLERİ

(Yeşil, mavi, kırmızı ve turuncu renkte olabilir.)

KOVA BURCU

Aventurin taşı korku ve endişeyi giderir. Zihinsel sükûneti destekler, algılamayı ve yaratıcılığı arttırır. Ayrıca sahibinin empati ve şefkat/merhamet duygularını güçlendirir. Sağlık açısından ise; kan basıncını dengeler, kolesterolü düşürür, migreni hafifletir, gözler üzerinde şifa etkisi vardır.

Gezegenleri: Uranus ve Satürn Elementi: Hava Uyumlu olduğu kristaller: Akuamarin, Ametist ve Kunzit başta olmak üzere, Ötekiler: Turkuaz, Aytaşı, Garnet, Agat.

Kova Burcu insanı sağduyulu, makul ve sorunları genellikle analitik olarak çözme eğiliminde olan zeki bir kimsedir. Kova Burcu insanının (“Kova”nın) geniş bir arkadaş çevresi vardır ama bir “kova” çevresindekilerle birebir samimi iletişim/ilişki kurmada zorlanır. Çünkü duygusal olarak başka birine bağımlı olmak istemezler ve kendi bağımsızlıklarına düşkündürler. “Kovalar”ın başat (dominant) astrolojik etkileri Uranüstür. Bu bağlamda Uranüs’ten sonra Satürn önemlidir. Uranüs, astrolojide “idealler gezegeni”; Satürn ise sınırlamalar (müeyyideler) gezegeni olarak bilinir. “Kovalar” insancıl şahıslardır ama zaman zaman sabit fikirlere takılmaktan kendilerini alamazlar. “Kovalar” uzlaşma bağlamında tavize pek yanaşmazlar, esneklik ve uyum konusunda başarılı oldukları söylenemez. Bunlara ek olarak “kovalar”ın biraz benmerkezci ve biraz bilgiç oldukları da söylenir. Yukarıdakilerden ayrı olarak “Kovalar”ın kendilerinin de beğenmedikleri bir yanı; başka insanlara empati ve sempati duymadaki beceriksizlikleridir. Bu beceriksizlik, onları; bir yakınlarının yardıma gereksinimleri olduğu zaman, onlara yardım eli uzatmaktan alıkoyar. Şimdi gelelim size; eğer siz de Kova Burcundansanız ve bir kimsenin olumsuz tavrından dolayı huzursuz olmuş ya da başkaları sorunlarını dile getirirken, onların derdine ortak olmada zorlandığınız zamanlar olursa, eliniz hemen AVENTURİN kristalinize gitsin; onu göğsünüzün üzerinde (kalp çarka hizasında) tutun ve bu kristalin huzur verici titreşimleriyle şefkat/merhamet yanınızın yavaş yavaş ortaya çıkışını deneyimleyin.

AVENTURIN

Not: Medikal astrolojide Akuarius (Kova) Burcu ayak bileklerinde etkilidir. Ayak bileklerinizde ve bacaklarda kramp sorununuz varsa, HEMATİT kristali öneririz. Kova Burcu Sakinleri AMETİST ile Yeni Fikirlere Kavuşabilirler. Bazı “Kovalar” sık sık New Age (Yeni Çağ) konuları ve fikirleriyle ilgilenir. Kendi mesleki alanlarında iddialıdırlar ama bunun yanı sıra; eğitim, çocuk/hasta bakıcılığı gibi konulara da meyledebilirler. Bu ikincisi onların mantalitelerine daha uygundur. “Kovalar” kendi bireysel alanlarında kalmayı öncelikle isterler ve başkasına tutunmaktan sanki nefret ederler ama birisine ya da bir işe bağlandıklarında, ondan kolay kolay kopamazlar. Durum böyle olmasına rağmen, bıraktıkları zaman da tam bırakırlar.

Sağduyu sahibi bir “Kova”nın kafası hemen hemen her işe/konuya yatkın şekilde çalışır. Bazıları için kova insanıyla birliktelik asla sıkıcı olmamaktadır. Bununla birlikte, “Kovalar” zaman zaman sabit fikirlere takılma eğilimine girerler ve yaşamın getirdiği yeniliklere ve değişime uymakta ilgisizlik gösterebilirler. İşte siz de bu “Kova”lardan biriyseniz ve yeniliklere, yeni fikirlere uyum sağlamada zorlanıyorsanız, bir AMETİST kristali yardımıyla bu uyumsuzluğu yenebilirsiniz: Bu durumlarda AMETİST dostunuzu başınızın üzerinde (tepe çakrada) tutun, gözlerinizi kapayın ve onun rahatlatıcı/sakinleştirici etkisini, başınızın içine doğru nüfuz edişini hissetmeye çalışın. Bu şekilde zaman içinde algılarınızda oluşan artış ile yeniliklere/ değişimlere uyumunuzun da arttığını göreceksiniz. Bu konuda ikinci derecede yardımcı kristaller de; Akuamarin, Kantaşı, Mavi Kalsedon olabilir. (Kaynak Eser: CRYSTAL ENERGY, Mary LAMBERT – Cico Boks, London)

KRİSTAL ASTROLOJİ

(Ocak 20 – Şubat 17)

65


AVANGART ETKİNLİK

66

www.vivasan.com.tr


67


68

www.gultabsan.com


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.