AvangArt Kadın Dergisi Kasım 2010

Page 1

1


2


İnci KAPLAN GÜL Yazı İşleri Müdürü

AvangArt Kadın Dergisinin Sevgili Okuyucuları, Daha dün gibi değil mi sonbahara övgüler dizip, hoş geldin dediğimiz günler? Bu baharı tam da ününe uygun bir biçimde yaşıyoruz, gün oluyor güneş sıcacık kalplerimizi ısıtıyor, gün oluyor soğuk esen rüzgarlar iliklerimizi donduruyor... Hatta gün oluyor iki durumu birden yaşıyoruz. En güzeli tüm bunları dert etmeden güzel havaların keyfini çıkartıp, soğuk havalarla da kışa hazırlık yapmak… Sonbaharın son ayı için yine birbirinden güzel yazılar ve resimlerle sizlerleyiz. Artık biliyoruz ki dergimizi, yazarlarımızı tanıyor; yazılarını merakla izliyor ve hazırladığımız konuları ilgiyle okuyorsunuz. Bu da bizleri daha mutlu ediyor ve her ay bir öncekinden daha güzel olsun diye daha çok çabalıyoruz.

Havaların bir sıcak bir soğuk olduğu, hastalıklara davetiye çıkardığı bu aylarda ve önümüzdeki kış aylarında belki de en büyük yardımcımız bitkiler olacak. Bu ay bağışıklık sistemimizi güçlendiren bir bitkiyi tanıyoruz: Ekinazya. Bitkileri doğru ve yerinde kullanmak, bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak istiyorsanız Kitap Tanıtımı sayfamızı da tıklamayı unutmayın! Avangart Kadın Dergisi olarak ekolojik yaşamı, sanat ve sanatçılarımızı desteklediğimizi biliyorsunuz. Evimiz Dünya köşesinde farklı bir bakış açısıyla ekolojik denge için yapabileceklerimizi göreceksiniz. Kültür-Sanat köşesinde ise değerli resim ve seramik sanatçımız Sevcan Birgören’i tanıyacağız. Hepsi bu kadar değil elbette, bir ay boyunca yetecek kadar yazımız var. Yeter ki siz biraz zaman ayırın, sayfalarımızı tıklayın. Biz her zamanki gibi bu ay da dergimizde sizi ağırlamaya hazırız, HOŞ GELDİNİZ!

Girişimci-Lider Kadın köşemize bu ay Havacılık Tarihi’nin bir kahramanı konuk oluyor. Bir kadın olarak bizi duygulandıran ve gururlandıran bir kadın havacı: Amelia Earhart. Bu yazıyı okuduktan sonra onun hakkında ve tarihte iz bırakan diğer kadın kahramanlar hakkında daha çok bilgi edinmek isteyebilirsiniz! Su’suz bir hayat düşünmek olanaksız değil mi? Yoga ve Ayurveda köşemizde SU ile ilgili çarpıcı ve bir o kadar da yararlı bilgilere sahip olacaksınız. Günde ne kadar, nasıl ve ne zaman su içmek gerektiği konusunda kafa karışıklığı yaşıyorsanız bu yazımızı mutlaka okuyun diyoruz. Diğer yazılarımızı da kısaca gözden geçirecek olursak, Can Sağlığı’nda ilgiyle izlediğiniz yazı dizimiz devam ediyor. Çalış(k)an Kadın, Avangart Anne ve Gülışığı köşelerinde yine kendinizden bir şeyler bulacak, zevkle okuyacaksınız. Bu ayın gezi rotası ise Maldivler. Muhteşem resimlerin eşliğinde küçük bir geziye ne dersiniz? Fotoğraf: Berran AYDAN

3

EDİTÖRDEN

Tarih sayfalarımızın ziyaretçisi ise Cem Sultan, ilginç öyküsünü okumayı ihmal etmemenizi tavsiye ediyoruz.


İÇİNDEKİLER

1.

Editörden …3

15.

Evrensel Değerler ...32

İnci KAPLAN GÜL

2.

İçindekiler…4

Sesin ve Müziğin Gizemli Etkisi Selman GERÇEKSEVER

3.

Şiir Köşesi ...5

16.

Hayata Yeniden Bakmak ...33

Kasımda Bu Nedenle Esin KARAER

Tüketmek İnsanı Ne Kadar Mutlu Eder ? Hayaller Gerçeğe Nasıl Dönüşür ? Semiha BATMAZ SALCI

4.

Gündem …6

17.

Akıllı Kalpler ..34

Organik Tarım ve Beslenmedeki Önemi Levent Gürsel ALEV

Ne İstediğini Bilmek II Eray BECEREN

5.

Girişimci- Lider Kadın ...8 , 9

18.

Gülışığı ...35

Akıl Kapılarını Kapatmak Gülseren ALÇI

19.

Seyir Defteri ...36

Evlenme Olgusuna Farklı Bir Yaklaşım Metin RODOP

20.

Berran’ca ...37

Hüzün Mevsimi Berran AYDAN

21.

Evrende Zeki Hayat ...38

Çocuklar ve UFO’lar Selman GERÇEKSEVER

22.

Kültür – Sanat...39 - 41

Biyografi - Sergiler Sevcan BİRGÖREN

23.

Kitap ...42

Tıbbi Bitkileri Doğru Kullanma Rehberi (Pratik Yöntemlerle Doğal İlaçlar) Nazım TANRIKULU

24.

Gezi ...44 - 51

Maldivler Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR

25.

Yoga ve Ayurveda ...52 - 55

Su: Göklerden Gelen Şifa Hema PATANKAR

26.

Kristal Astroloji ...56

Yay Burcu İnsanının Olası Taşkınlıklarının Lapis Lazuli ile Dengelenmesi Selman GERÇEKSEVER

27.

Avangart Etkinlik ...59

Okurlarımızla Yaratıcı Yazarlık Etkinliği Türkan COŞKUN

Nilay UZGÖREN PAPİLA Havacılık Tarihinin Kadın Kahramanı: Amelia Earhart

6.

Çalış(k)an Kadın ...10 , 11

Annelerimiz ve Biz Şebnem OAKMAN

7.

Avangart Anne ...12

Çöp mü? Kolayı Var! İlknur ERŞAHİN ÇAKICI

8.

Eğitim ...14 ,15

Süper Hafıza ve Öğrenme - III Selman GERÇEKSEVER

9.

Can Sağlığı ...16 -18

Can Dolaşımı ve Tuz - IV Enis KIRIMLI

10.

Yemek Kültürü ...20 , 21

Alma Afitab Ümid GÜRGÜLER

11.

Bitkilerle Yaşam ...22 - 24

Bağışıklık Sisteminde Kullanılan Bitkiler - II Kızılderili Bitkisi: Ekinazya Nazım TANRIKULU

12.

Hayvan Dostlarımız ...26 , 27

Mercanların Gizemli Dünyası Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR

13.

Vatan ve Köklerimiz ...28 , 29

Cem Sultan Denizhan SEZGİN

Evimiz Dünya ...30 , 31

14.

İç ve Dış Ekolojik Denge İçin... “Hiçbir Şey Yapma’mak... Melda KESKİN

G. Y. Yönetmeni Ş.Burçak ALKANLI

4

Yazarlık Danışmanı Türkan COŞKUN

Yazı İşleri Müdürü İnci KAPLAN GÜL

Logo Tasarım Selçuk ACAR

Tasarım Hakan ER

Kapak Berran AYDAN


BU NEDENLE Esin KARAER Eminönü, Beşiktaş, Karaköy’den kalkan

ŞİİR KÖŞESİ

Kadıköy’e varan Vapurlar İskeleye ne güzel Yanaşır öyle Bir şiir yazmıştır Bir hikaye anlatmıştır Bir sır vermiştir İstanbul öylesine Ben en çok Vapurdan inen İnsanları kıskanırım...

KASIMDA

Esin KARAER

Gökler kararır birden

Ağır koyu renkli mor

Mavi, eflatunun tonlarında

Doğa sanki içine kapanır

Bir sihirbazın dokunuşu

Sanki değer birden

Gün batımı aniden

Ufka pembe, kırmızı

Altın rengi ve turuncuyu ekler

Her yeni gün

Gökyüzünde başka bir

Güzellik beni bekler...

5


ORGANİK TARIM ve BESLENMEDEKİ ÖNEMİ

GÜNDEM

malar) kanserin yaygınlaşmasında çok önemli faktör olduğu uzmanlarca daha güçlü bir şekilde ifade edilmektedir.

Levent Gürsel ALEV Ekolojik Üreticiler Derneği Başkanı lga.alev@gmail.com

Organik tarım; tohumdan son tüketiciye ulaşana kadar tüm süreçler boyunca, hiçbir sentetik kimyasal girdinin (gübre, ilaç) kullanılmadığı, üretimi sürecinde seçilen çeşitlerin o yöreye uyumlu ve dayanaklı olmasını esas alan, yerel çeşitler kullanılan ve ekosisteme herhangi bir zararlı atık bırakmayan ve tüm üretim süreci tohumdan son tüketiciye kadar kayıtlı ve kontrollü sertifikalandırılmış tarım şeklidir. Organik tarımda ekimi yapılan çeşitlerin tohumları yerel ve standart (birbirini kuşaklar boyu homojen olarak tekrar eden) çeşitler olmalı ve ilgili yörenin ekolojisine uyumlu olmalıdır. Çünkü ilgili yöreye uyumlu yerel çeşitlerin seçilmesi karşılaşacağı hastalık riskini azaltmakta ve bitkinin gelişimi ile içerdiği besin değerleri tam olmaktadır. Doğa genel bir kural olarak; sadece tek bir canlının yaşamasına izin vermez. Bu yüzden tek ürüne dayalı üretim yerine birbirini biyokimyasal olarak destekleyen ve besleyen birden fazla çeşidin birlikte üretimi de organik tarımın temel kurallarındandır. Ayrıca belli bir alanda üretilen ürünler ayrı ekim döneminde topraktan (toprakta bulunan besin değerleri) yararlanım özelliklerine göre ardı ardına farklı ürünlerin de yetiştirilmesi gerekmektedir. Bu durum organik ürünün taşıdığı besin değerlerinin zayıflamasını engeller ve her dönemde tam olmasını sağlamaktadır. Yani içerdiği tüm özellikler (vitaminler, mineraller, antioksidanlar) hep tam olarak kalmaktadır. Bu yüzden organik besinler sizlere yalnızca diğerlerinden daha çok vitamin, mineral ve antioksidan kazandırmıyor, aynı zamanda sizi hastalıklardan korunmanız için de destekliyor. Son zamanlarda gerek tarım kimyasalları gerekse de GDO’lu gıdaların (genetik yapısı değiştirilmiş organiz-

6

Organik besinlerde sağlığa zararlı anti-biyotikler, böcek öldürücü zehirler, hormon ve diğer kimyasalların hiçbiri bulunmuyor. Özellikle kanser hastalığının artması organik beslenmeye ilgiyi artırıyor. Kanser hastalığı ile ilgilenen uzmanlar organik besin tüketenlerde bunun en az üçte bir oranında azaltılabileceğini belirtiyorlar. Aldığınız besinlerde vitamin, mineral ve antioksidan miktarı yüksekse vücudunuz kansere karşı direnç kazanıyor. Uzmanlara göre, özellikle selenyum, C, E vitamini, Beta Karoten ve flavonoid polifenollarından zengin besinler kanser gelişimini önleyebiliyor, kanser direncini yükseltiyor. Organik besinler diğer ürünlerden daha çok C vitamini, E vitamini, B vitamini ihtiva ediyor. Organik olarak üretilmiş herhangi bir ürün organik olmayan benzerlerinden neredeyse % 20-30 daha fazla demir, magnezyum, C vitamini ihtiva ediyor. Uzmanlar bu soruya “kendi olanaklarıyla gelişip büyüyen doğadaki mikrop, mantar ve kanserojenlerle kendi imkanlarıyla mücadele etmeye gayret eden bitkilerin bu amaçla daha çok antioksidan ürettiklerini daha çok anti-mikrobik, anti-mantar madde yaptıklarını” belirtiyorlar. Yani organik ürünlerin bağışıklık sistemi daha güçlü oluşmakta ve bu gücü son zincir insana da aktarmaktadır. Organik ürünler dışındaki tüm ürünlerin başta sentetik kimyasal gübreler (örneğin nitrat) olmak üzere, böcek öldürücü zehirler ve ot öldürücü zehirler kullanılarak yetiştirildiği aşikar iken bu maddelerin de bitki bünyesinden insana geçtiğinin altını çizersek; organik besin tüketmemiz gerektiği konusunda başka ne söyleyebiliriz? Biliyoruz ki ne yersek oyuz! (Daha önce Kadıköy Gazetesi ve info@ekolojikureticiler.org da yayınlanmıştır.) www.ekolojikureticiler.org


ADVERTORYAL

ZEYTİNBURNU ORGANİK HALK PAZARI 30 EKİM CUMARTESİ AÇILIYOR

İstanbul’da ilk kez 2006 yılında açılan ve sayıları giderek artan organik pazarlara bir yenisi ekleniyor. İlk zamanlar, organik gıdaya kavuşmak için İstanbul gibi bir megapolün uzak yerlerinden tek bir noktaya gelmek zorunda kalan ve fazla zaman, para, yakıt harcayan vatandaşlarımız giderek kendilerine daha yakın pazarlara ulaşma şansına kavuşuyorlar. Bu durum, organik ürün yetiştiren üreticilerimize yeni ufuklar açarken, başka üreticilerin de pazara girmesini teşvik ediyor. 30 Ekim Cumartesi açılacak Zeytinburnu Organik Halk Pazarı, İstanbul’un 7. organik pazarı olacak. Farklı semtlerden gelenler için ulaşımı kolay, özel araçla gelenlere rahat park imkanı sağlayan pazar, vatandaşlarımıza doğal, güvenli, sağlıklı beslenme fırsatı sunacak. Zeytinburnu Belediyesinin sağladığı imkanlarla Geleneksel Tıp Derneği ve Ekolojik Üreticiler Derneği tarafından açılacak olan organik pazar, Marmara, Ege, Akdeniz, Karadeniz, İç Anadolu gibi ülkenin farklı yörelerinin “gerçek tadlarıyla” buluşmamıza imkanı verecek. Zeytinburnu Organik Halk Pazarı bir kültür vahasının tam ortasında yeralıyor. Pazara gelen ziyaretçiler, yakında bulunan Tıbbi Bitkiler Bahçesi, Balıklı Rum Ayazması, Panoroma 1453 Müzesi, Yenikapı Mevlevihanesi, Merkezefendi Külliyesi, eski Türk evleri gibi önemli tabiat - kültür merkezlerini de ziyaret edip, haftasonu alışverişini hoş bir kültür gezisine dönüştürebilecek.

Pazar adresi, krokisi ve yol tarifi için: www.zeytinburnu.bel.tr

www.ztbb.org

www.ekolojikureticiler.org

7


GİRİŞİMCİ - LİDER KADIN

Havacılık Tarihinin Kadın Kahramanı: AMELIA EARHART önündeki bilgisayarında açtığı dünya haritasına ve üzerinde işaretlenmiş rotaya bakarken. “Şu anda ne oluyor biliyor musun? Tarih tekrar ediyor! Amelia Earhart adını duymuş muydun?” Benim bakışlarımdan duymadığımı anladı sanırım.

Nilay UZGÖREN PAPİLA Yazar

Amelia Earhart adını ilk duyduğumda üniversiteyi yeni bitirmiştim. Bu bölüme Havacılık mühendisliğinin tam olarak ne olduğunun bilinmediği yıllarda girmiştim. Yerleştirme sınavının yerleştirdiği öğrencilerden biri olarak önceleri benim de kafam karışıktı. Derken hayatımda iz bırakan insanlardan biri olan o özel insan Prof. Dr. Cahit Çıray’ı tanıdım. ODTÜ’de kurucu bölüm başkanımızdı. Çok idealistti ve öğrencilerini de öyle yetiştirirdi. “Ondan not almak çok zordur” diye bir efsane dolaşırdı. Verdiği dersi bir şans eseri olarak Cahit Bey’den aldım ve bölüme girişim, mesleğim birdenbire anlam kazandı. Onun odasına uğrayıp sohbet edebildiğim dakikalar benim için çok özel ve önemliydi. Mezun olunca beni yüksek lisans öğrencisi olarak kabul etti, bu da benim için şerefti! O yıllar aynı zamanda TAI’de çalışıyor olduğum için haftada bir gün izin alır, hevesle tez görüşmesine yanına giderdim. İşte o görüşmelerden birinde odasına girdiğimde heyecanlıydı. “Gel bak şimdi sana bir göstereceğim!”

8

çok gel, şey dedi

“Amelia Earhart havacılığa hayatını adamış Amerikalı bir kadın pilottu.” diye anlatmaya başladı ve “Çeşitli rekor denemeleri ve başarıları vardı ama adını 1928’de Atlantik Okyanusunu geçen ilk kadın pilot olarak duyurdu. 1937 yılında California’da başlayarak çıktığı başka bir rekor denemesi olan ekvator üzerinden dünya turu sırasında Earhart Pasifik Okyanusunda kayboldu ve bir daha bulunamadı.” diye sözlerini sürdürdü. Hikayesi çok hazin gelmiş, ilgimi çekmişti. 1997’de bu hikâyeyi dinlediğim sıralarda Linda Finch adlı başka bir Amerikan kadın pilot aynı güzergahı ve aynı tip uçakla deniyordu. Amacı dünya turunu tamamlayıp, Amelia Earhart’in rüyasını gerçekleştirmekti. Hocamın önündeki rota ise her gün Linda Finch’in nerede olduğunu gösteren rotaydı işte. İnternetin şimdiki kadar hızlı ve yaygın olmadığı o dönemde Cahit Bey her gün ofisine geliyor ve ilk iş her şey yolunda mı diye kontrol ediyordu. Haftada bir bu takibe ben de onunla birlikte eşlik edecek ve heyecanını paylaşacaktım. Amelia son yolculuğuna “Ne kadar tehlikeli bir yolculuğa çıktığımın farkında olduğumu lütfen bilin. Bunu yapmak istiyorum çünkü


yapmalıyım. Kadınlar erkeklerin denediği şeyleri denemeliler. Başaramasalar bile, başarısızlıkları diğerlerine yol açacaktır.” diyerek çıkmıştı. Linda Finch tam da onun dediği gibi yaptı ve Amelia’nın başladığı turu bitirerek bu yarım kalan hikâyeyi tamamladı. O sıralar Amelia Earhart’ın hayatını anlatan bir de kitap bulmuştum kendime ve okudukça onu daha iyi tanıyor ve seviyordum. İnandıklarının peşinden gidişi, yapılmayanı yapma konusundaki ısrarı, güç ve cesareti ile benim mesleki rol modelim olmuştu. Amelia’nın kahramanca yaşamına, yakıt yetersizliğinden kayboluş sonunu yakıştıramıyor hep yeni bir haber bekliyordum

ilk zamanlar. Mutlaka bir yerlerde hayata tutunmuştu ve kurtulacaktı. Her ne kadar okuduklarım Japon askerleri tarafından esir alındığı sonunun altını çizse de, ben buna hiç ihtimal vermedim. Aradan geçen 13 yıl içerisinde bu ümitle, onun önerdiği gibi çabalamayı bırakmadan bekledim. Doktora tezimi onun adına kurulmuş derneğin verdiği ödül için sundum ve kabul edildiğinde bunu ondan gelen bir yüreklendirme mesajı ya da göz kırpması olarak aldım. Onunla ilgili araştırmaya hep devam ettim. Kendi adına

kurulan resmi web sitesinde 5 Haziran 2010 tarihinde çıkan haberle yanılmadığımı anladım. Amelia’nın son günlerine ait Güney Pasifik adasında izler bulunmuştu. Habere göre Amelia son günlerini bu tropikal adada yaşayarak geçirmişti. Hemen bu haberin ardından başka bir başka güzel haber daha aldım. Amelia’nın Atlantik okyanusunu geçerken taktığı ve birine hediye ettiği saat 17 Haziran 2010’da Amerikalı bir astronot tarafından Uluslarası Uzay Üssü’ne götürülmüştü. Bu onun için ne kadar önemli bir jestti, tahmin etmek zor değil. Amelia her ne kadar sonunu istediği gibi getiremese de tarihte iz bırakacak ve önemsenecek bir hayat yaşamıştı.

Bir insan kaç gerçek kahraman sığdırabilir ki hayatına? Yanıtı tam bilmiyorum ama Amelia onu tanıdığım andan beri benim yaşamıma dokundu. Gerçek kahraman dediğiniz de bu değil midir zaten? Tanımadığı insanların yaşamına dokunur, ilham verir, güzelleştirir. Bu yazıyla size tanıttığım Amelia sizin de kahramanınız olsun, yaşamınız gerçek kahramanlarla dolsun; hatta siz de o tılsımlı insanlardan biri olun dilerim.

9


ÇALIŞ(K)AN KADIN

ANNELERİMİZ VE BİZ

Şebnem OAKMAN Endüstri Mühendisi

Ne zaman benim kuşağımdan kadınlarla konuşsam konu dönüp dolaşıp annelerimize geliyor... Tabii şu kuşak konusuna da bir açıklık getirmek lazım, sosyolojik anlamda nereye denk gelir bilemem ama ben şu anda 35 – 45 yaş aralığındaki kadınları kendi kuşağım olarak görme eğilimindeyim. Bu; tamamen öznel, konuşmalara, gözlemlere hatta oynadığımız oyunlar, dinlediğimiz müzikler, seyrettiğimiz diziler, giydiğimiz giysiler gibi birçok yaşam pratiğindeki benzerliklere dayanan bir durum. Annelerimizden dem vuracağım çünkü bana göre çok önemli, çok değerli ama aynı zamanda çok da sancılı bir konu olan anne - kız ilişkisinin daha önceki yaşlara göre farklı bir hal aldığı bir yaş aralığı bu. Genele bakarsak bu kuşakta; aile kurmuş, çalışan ve/veya evde etkin bir rol oynayan, çocuk sahibi, ilk gençlik yıllarının heyecanlarından sıyrılmış, hayatta ne istediğinin ayırtına varmış kadınlar var. Baştan söylemekte fayda var, amacım büyük toplumsal analizlere girmek değil, yakın çevremden yola çıkarak vardığım fikirleri biraz da genelleme yaparak aktarmak olacak. Arkadaşlarımla olan konuşmalarım, kendi annemle olan ilişkim ve gözlemlerim (teyzeler, yengeler, arkadaşlarımın anneleri, komşular...) sonucu şunu fark ediyorum ki annemin kuşağındaki kadınlar kendilerinden iyi birer ev kadını olmaları beklenerek yetiştirildi. Onlar için “ iyi ev bir kadını” olmak o kadar temel bir motifti ki kendilerini başka türlü nasıl ifade edeceklerini çok da düşünmediler. Bu durum o kuşağın çalışan kadınları için de geçerliydi. Çalıştılar belki ama evdeki görevlerini aksatmayı akıllarından bile geçirmediler, üstelik çalışan kadın olmanın da sınırları vardı, belirli bir düzeyin ötesinde başarı, kocadan fazla para kazanma gibi kavramlar hoş karşılanmıyordu. İster ev kadını olsun, ister çalışan kadın; birçoğunun 40 derece ateşle

10

yemek yaptığı, gece herkesi yatırdıktan sonra cam sildiği hepimizin duyduğu hikayelerdir. Üstelik bu durum şikayet eder gibi anlatılsa da anlatanın yaptıkları ile gurur duyduğu, ne kadar güçlü ve fekadar olduğunu anlattıkları ile ilan ettiği de bilinen bir gerçektir. Sonuçta bizler için böyle anneler ile büyümek büyük avantajdı, günlük hayatla ilgili çok fazla sorumluluk almadan, yine onların tabiri ile paçamızı toparlayan, melek annelerimizin kontrolünde geçti çocukluğumuz, gençliğimiz. Annelerimize yüklenen bu ağır yük, onları öylesine yormuştu ki kızlarının bunu bir kader olarak yaşamasını istemiyorlardı. O yüzden kızlarının okumasını, ayakları üzerinde durmasını, ezilmemesini sağlamak için çok uğraştılar. “Aman kızım sen dersini çalış, ödevini yap, ben hallederim kalanları” türü sözler bizim kuşağa çok tanıdık gelmiyor mu? Şimdi dönüp etrafıma baktığımda daha fazla eğitim görmüş, iş hayatında daha aktif roller alan, çalışmasa dahi ev kadınlığını yapılması gereken tek iş gibi görmeyip kendisini farklı alanlarda ifade etmeye çalışan, evde daha fazla söz sahibi kadınlar görüyorum. Doğal olarak erkekler de dönüşüyor, karşılarında saçını süpürge etme anlayışından uzak kadınlar gördükçe onlar da sorumluluk almaya başlıyor. Etrafta çocuklarının peşinden koşan baba sayısındaki artışı fark etmeyeniniz var mı? Elbette ülkemizin genelinde bakıldığında resim değişecektir ama kuşaklararası basit bir karşılaştırma yer yer farklılık gösterse de sürmekte olan değişimi gösteriyor. Her şey iyi güzel de; annelerimiz, varlıklarının derinliğine nüfuz etmiş bu ‘iyi ev kadını’ olma durumunu öyle benimsemiş durumdalar ki kendilerinin yetiştirdiği kızlarının ev kadınlığına çok da fazla önem vermemelerine bozulmaya başladılar sanki ne dersiniz? Kızları onların istediği gibi okudu, çalıştı, ayaklarının üzerinde duruyor ve ev kadınlığı artık onlar için çok önemli değil, yapabileceklerini yapıyorlar, yapamadıkları kalıyor, eşlerini, çocuklarını da işlere ortak etmeye çalışıyorlar. Sonuçta anneler kızlarının bu durumuna seviniyorlar sevinmesine ama aynı zamanda evlerine biraz daha fazla sahip çıkabileceklerini düşünüyor ve hatta bunu dillendiriyorlar. “Sadece ben eve gelince derin temizlik oluyor, bu perdelerin, mutfak dolaplarının hali ne, sen zaten gündelikçi kadını da kontrol edemiyorsun, çocuklar ne yiyor, dur


ben adam gibi yemek yapayım...” diye sızlanıp duruyor, sadece sızlanmakla da kalmayıp işlere el atıp bildikleri şekilde yapıyorlar. İş hayatının ve modern yaşamın getirdiği güçlükler sonucu son derece yorgun olan bizler annelerimizin bu serzenişlerine dayanacak gücü bulamıyoruz. Bizden neden bunları beklediklerini anlayamıyor, onları üzmeden karışmamalarını sağlamaya çalışıyoruz. Ama sonuçta biz bunalmaya, onlar da karışmaya devam ediyor, biz onları üzüyoruz ve biz de üzülüyoruz. Çünkü onlara öyle çok şey borçluyuz, yaşamlarımızdaki yerleri öyle büyük ki... Ah bir de her şeyin değiştiğini, bizlerin önceliklerinin çok farklı olduğunu anlasalar... Ben bunları düşünüp dururken bu konuyu sık sık konuştuğum bir arkadaşım konuya çok farklı bir yaklaşım getirdi; “Bakalım” dedi, “Bizim kızlarımızla

ilişkilerimiz nasıl olacak? Tahmin etmesi bile güç, değişimin hızı o kadar arttı ki nasıl bireyler olacaklarını bile bilemiyoruz, büyük olasılıkla bizi annelerimizle yaşadıklarımızdan daha büyük güçlükler bekliyor... Göreceğiz, biz onların yaşamlarına karışmadan, onları bunaltmadan durabilecek miyiz acaba ?” Haklıydı arkadaşım, devinim dedikleri de buydu herhalde. Annelerimizle yaşadıklarımız yaşamlarımızın parçasıydı, kızlarımızla yaşayacaklarımızın da olacağı gibi... Değişim sürekliydi, değişimin sancıları sürerken sevinecek, sıkılacak, üzecek, üzecektik zaman zaman... Ama nesiller boyu değişmeyen tek gerçek olacaktı, birbirimize ne kadar değer verdiğimiz, birbirimizi ne kadar sevdiğimiz...

11


ÇÖP MÜ, KOLAYI VAR...

AVANGART ANNE

İlknur Erşahin ÇAKICI Yazar Çöp vergisi ilk çıktığında hepimiz bir vergi çeşidi daha mı diye tepki göstermiş, fakat mecburen vergimizi de ödemek zorunda kalmıştık. Bizim evimizde her gün ortalama 2-3 kilo çöp oluşuyor. Mümkün olduğunca kendi çabalarımızla ayırmaya çalışıyoruz, ama bireysel olarak bu oldukça zor. Oturduğumuz sitede yaklaşık 150 daire var, her gün her daireden en az 2 kilo çöp

çıktığını düşünürsek sadece bizim sitede 300 kg. çöp birikiyor demektir. Sokağımızı, mahallemizi, semt ve ilçe olarak, il olarak hatta ülke olarak düşünürsek, yaklaşık 70 milyonun yaşadığı ülkemizde her aileyi 4 kişilik kabul edersek ortalama 17 milyon beş yüz bin aile eder. Her ailenin de 2 kg. çöp ürettiğini varsayalım. Günlük 35 milyon kilo, yani 35 bin ton çöp eder. Tabii ki tahmini rakamlar, belki çok daha az belki çok daha fazla ama sonuçta bunca ton çöpün toplanması, imha edilmesi vs. gerekiyor. Tabii bu rakamlar bütün dünyayı düşündüğümüzde oldukça fazla. Biliyor musunuz lavabomuza döktüğüz her 1 litrelik yağ suya karıştığında 1 milyon litre suyu kirletebiliyor. Oysaki toplanan atık yağlar, geri dönüştürülerek biyodizel, arapsabunu vs. yapılabilmektedir. Görüntü, koku, içerdiği zararlı maddeler, doğaya verdiği zarar açısından düşünüldüğünde toplanan çöp miktarı rakamları daha da ürkütücü bir hal alıyor. Zararlarını şimdilik bir yana bırakalım. Bu kadar çöpü toplamak için araç, gereç ve çalışacak insan istihdam etmek gerekiyor. Bu görev ülkemizde yerel yönetimlerin, yani belediyelerin işi...

12

Peki, bu iş ne kadar sağlıklı işliyor? Önce süratle çöplerin ayrıştırılması gerekiyor. Yani çöpler; kağıt, plastik, metal vb. kaynağında ayrıştırılıp, toplanmalı. Bu bütün ülkemizde çok acil yapılmalı, çünkü çöp diye attığımız pek çok şey geri dönüşüm sayesinde yeniden kullanılabilir duruma gelebiliyor. Bu da, hem ekonomik açıdan hem de bu kadar çöpü ne yapacağız derdine bir miktar çözüm olabilir. Yurt dışında, bazı ülkelerde vatandaşların çöp vergisi ödemek yerine farklı çöplerin ayrıştırıldığı poşetleri belediyeden satın aldıklarını, bu şekilde vergi ödemiş sayıldıklarını duymuştum. Bu oldukça iyi bir fikir… Bir de benim ilave bir fikrim var. Yine belediyeler çöp vergisi almak yerine, her eve çöp öğütme cihazı satabilir. Böylece kağıt, cam, metal, plastik gibi ayrıştırdığımız çöplerin dışında kalan meyve sebze atıkları da çöpe atılmak yerine suya dönüştürülebilir. Hem çevremize daha az zarar veririz, hem bunca çöpü toplama sıkıntısı azalır. Hem maddi hem de manevi olarak daha kazançlı diye düşünüyorum. Üzerinde düşünülüp çözümler bulunduğunda, her sorun en kolay, en etkin şekilde çözülebilir. Yeter ki doğaya küsmeyelim, doğayı kendimize küstürmelim. Gereksiz alış veriş yapmayalım, çöpe atmadan değerlendirmeye çalışalım, çöplerimizi ayrıştıralım. Çözüm doğada, doğal olan da…

Fotoğraf: Berran AYDAN


13


EĞİTİM

SÜPER HAFIZA VE ÖĞRENME - III

Selman GERÇEKSEVER Emekli Öğretmen ve Yazar

Zihnin Genişlemesi Dr. Lozanov 60’lı yılların başlarında yayınlanan bir makalesinde, “Suggestopedia Tekniği” yle bir kimsenin hafızasının % 50’den fazla artırılabileceğini söylüyordu. Bu açıklamalardan kısa bir süre sonra, yine o yıllarda kendisine yöneltilen bir soruyu yanıtlarken, “Gerilimden arındırılmış bu öğrenme sistemiyle bir ayda bir yabancı dil öğrenmenin mümkün olduğunu; yaşlı, genç, zeki ya da ağır öğrenen herkes için bu durumun geçerli olduğunu…” açıkça belirtmişti. Tüm bunlara ek olarak sistem, genel vücut sağlığının olumlu yönde gelişmesine katkıda bulunup, gerilimle ilgili rahatsızlıkların da giderilmesinde etkiliydi. Telkin bilim kökenli bu araştırmalar ilerledikçe, LOZANOV ve arkadaşlarının zihinlerini başka sorular da kurcalamaya başlamıştı. Örneğin, acaba zihin bir kez “genişlemeye” başlayınca, bu nerelere kadar gider? Bu soruya olası yanıtlar bulabilmek için, gönüllü öğrencilerden sınıflar kuruldu. Bir Fransızca ders kitabı esas alınarak, bir derste öğrencilere 500 yeni sözcük verildi. Hemen sonra bir test ve üç gün sonra bir ikinci test daha uygulandı. Sonuçlar “şahane” görünüyordu. Dr. LOZANOV’un değerlendirmesine göre, “Veriler öğrenciler tarafından alınmıştı.” Günde 3000 Sözcük Sofya’da Telkin Bilim ve Parapsikoloji Enstitüsü’nün kuruluşundan sonra, yöntem üzerinde yapılan iyileştirmelerle; 1974’e kadar öğrencilere günde 1000, 1977’ye kadar da günde 1800 sözcük öğretilmeye başlanmıştı. Dr. LOZANOV’un 1977 tarihli bir raporuna göre; bazı testlerden alınan sonuçlarla bu rakam, günlük 3000’e kadar çıkmıştır. Bu, aynı zamanda; beşer

14

zihninin gizli bir potansiyelinin ortaya çıkarılması oluyordu. Tüm bu araştırmalardan sonra ortaya çıkan başka bir gerçek de; bu yöntemin “uykuda öğrenme”deki tekrarlardan çok daha az sayıda tekrara ihtiyaç göstermesiydi. Ayrıca, daha kısa sürede, çok daha fazla enformasyon öğrenilmekteydi. Bilimsel telkin bilimle eskiden beri ilgilenenler sadece Bulgarlar olmamıştır. Eski Sovyetler Birliği de telkin bilim konularıyla çok eskilerden beri ilgilenmekteydi. Kuşkusuz buna bağlı olarak da “hızlı öğrenme” ile…(SOVYET RUSYA RUHU ARIYOR, Ruh ve Madde Yayınları). Hatta bir ara (Birinci Dünya Savaşından sonra) cahil halk kitlelerini, endüstrileşmiş batı toplumlarının düzeyine hızla çıkarmak için bu yolu denemişlerdi. Eski Sovyetler’in bu gayretlerinin uzantısı olarak, onların araştırma alanlarında da; “relaksopedia”, “ipnopedia”, “uykuda öğrenme”, “ipnosopedia” gibi terimler/sözcükler türemişti. Dr. Lozanov’un zihin rezervlerinin açılması esasına dayanan bu yöntemi; 1976 yılından itibaren Bulgaristan’da 17 resmi okula girmiştir. Bu yöntemle çalışan hemen hemen her öğrenci iki yıllık materyali, dört ayda öğreniyor, hatta küçük çocuklar okumayı bir günde söküyordu. Öğrenme, eğlenceli ve yaratıcı hale getirilmişti. Başarısızlık hemen hemen söz konusu değildi. “Başaramayan Yok ki…” “Hızlandırılmış öğretim” konusunda Bulgaristan’da olup bitenleri yerinde izlemek amacıyla New York Lehman Koleji’nden Dr. CECILIA, bu ülkede ziyaret ettiği okullarda (kendilerine bu yöntemin uygulandığı) dokuz yaşındaki öğrencilerin büyük bir istekle cebir problemlerini çözmeye çalıştıklarını heyecanla izlemişti. Aslında bu çocukların önlerine konan sorular, bir üst sınıf düzeyinde problemlerdi. Birinci sınıftaki öğrencilerin dört ayda akıcı okumayı başardıklarını ve üçüncü sınıf düzeyindeki öyküler üzerinde tartışabildiklerini izledi. Bu okullardaki öğrencilerin, iki yıllık müfredatı dört ayda aldıklarını gördü. Amerikalı Dr. CECILIA raporunda, “İnanılmaz bir olay!” diyor ama ardından da sormadan edemiyordu: “Peki, başaramayanları ne yapıyorsunuz?” aldığı yanıt,


“Başaramayan yok ki…” olmuştu. Bu tür küresel eğitim, bireyin yeteneklerini olduğu gibi harekete geçiriyordu. Yöntem, çocuğun zihinsel güçlerini, sadece daha çok hızlandırmakla kalmıyor, aynı zamanda yaratıcılığı da ortaya çıkarıyor ve

öğrenmeyi zevkli/eğlenceli hale getiriyordu. (OLAĞANÜSTÜ PARAPSİKOLOJİK ARAŞTIRMALAR, Ruh ve Madde Yayınları)

15


CAN DOLAŞIMI ve TUZ - IV

CAN SAĞLIĞI

Enis KIRIMLI BioMedikal Mühendis Merhaba Sayın Okurlar, Sonbaharın son günlerinde sizlerle yine birlikteyiz. Yazı dizimizi takip eden okurlarımızın, merakla yeni yazılarımızı beklediklerini tahmin etmekteyim. Daha önceki yazılarımızı okuyamayanlar, eski sayılarımızı gene aynı web sayfamızdan okuma imkanına sahip olacaklardır. GEÇEN AYIN DEVAMI... O zaman filmi tekrar yazmanın, yeni bir film çevirmenin zamanı gelmiştir. Bu sizden başlar ve bunun için geliştirilmiş şuura ihtiyacınız var. Buna, ilk etapta bu su ile, geometri ile, platonik yapılarla ulaşırsınız. Suyun içinde zaten enerjiyi sağlayan Tetraeder vardır. Bedende suyumuzun günlük olarak aşağı ve yukarı aktığı, içinde gizli canlı güç olan yaklaşık 90.000 km sıvı bant vardır. Prof. Carol, doğru olarak bakılması (beslenmesi) şartıyla prensipte insan hücresinin ölümsüz olduğunu kanıtlamış ve bunun için Nobel ödülü almıştır. Fakat buna rağmen biliyoruz ki, yaşlanma sürecine tabiyiz ve yaşlanıyoruz. Bu neden oluyor? Neden bu hücreler ölüyor ve yenilenmeleri gerektiği gibi yenilenmiyorlar? Bu hücreden mi, yoksa hücreyi çevreleyen hücre suyundan mı kaynaklanıyor? Aslında canlılık için önemli olanın hücre suyu olduğunu çok hızlı anlayacağız. Aynı Prof. Carol, kalbimizin aslında kendi motoruyla çalışan bir pompa olmadığını kanıtlamıştır. Okulda kalbimizin en önemli organımız olduğunu, bir yaşam boyu sürekli olarak aşağı ve yukarı kan pompalaması gerektiğini öğrendik. Tam olarak gözlendiğinde kalbin aslında kendi motoru olmadığını, bu nedenle de kalbi bir pompa olarak görmemizin yanlış olduğunu anlarız. Aslında kalp tam olarak gözlendiğinde bir tribündür. Bu tribün canlı bir güç tarafından, yani bedeninizdeki sıvılar tarafından işletilir. Her hücre suyunda, ta kanımıza kadar kendi hareketi saklıdır. Bu işletilen tribün bir ritim sağlar, kalp atışını, bu kalp atışı, beyin akımımızın da bağımlı olduğu elektriği üretir. Beyin akımımızın da dünya planetindeki atmosfer değeri ile karşılaştırılabilir olması ilginçtir. Atmosferimizin bir rezonans değeri vardır, bu Schumann-Rezonans frekansıdır, 8 Hertz’lik bir direnç

16

değeridir. Ve prensipte beynin de aynı değeri ortaya koyması ilginç değil midir? Eğer inanmıyorsanız, bir doktora beyin akımınızı EEG cihazıyla ölçtürün. Doğa ile aynı frekanstadır, yani 8-10 Hertz. Eğer bu ritmin dengesi bozulursa, eğer siz bu ahengi terk ederseniz, o zaman suda bulunan önemli yasaları da terk etmiş olursunuz, gravitasyon ve levitasyon artık aynı oranda bulunmaz. Su, sarmal şekilde hareket eder, hiçbir zaman lineer değildir. Banyoda bir bakın, su girdap formunda hareket eder. Spiral oluşturan suyun hareketinin, genetik kalıtım bilgilerini içeren vücudumuzdaki DNA ile tam olarak aynı olması ilginç değil midir? Tam olarak nasıl aşağıya doğru akıyorsa, yukarıya doğru da akıyor, bunu çift helezon olarak adlandırıyoruz. Yerde ayaklarınızın üzerinde durmanızı sağlayan da budur, yani yerçekimi gücü. Diğer taraftan da her gün yukarı çıkmak istiyorsunuz, bir şeylere ulaşmak istiyorsunuz, sabahları ayağa kalkıyorsunuz, bu da levitasyon gücüdür; şuurunuzu genişletmek için, içinizdeki su kristalini bilgilendirmek için bu sizi her zaman tekrar yeniye, yukarıya çeker ve eğer bu denge bozulursa içinizde bir canlılık kalmaz. O zaman bu sizi kelimenin tam anlamıyla yere çeker ve muhtemelen kendinizi yatağa atarsınız, çünkü hasta olmuşsunuzdur. Bedenimizin zeki fonksiyonu, molekül hareketini canlandırmamız gerektiğini hatırlatır. Bunu, örneğin grip olduğunuzda anlayabilirsiniz. Hiç kendinize neden 37 derecelik bir beden sıcaklığınızın olduğunu sordunuz mu? Neden tam olarak 37? Sıcaklık nedir? Sıcaklık, moleküllerin hareket enerjisinden başka bir şey değildir. Neden bunun arkasında hep 37 derece sıcaklığımızın olmasını sağlayan aynı enerji bulunur? Eğer bizdeki denge bozulursa, neden sıcaklık birdenbire yükselir ve neden moleküller daha hızlı hareket ederler? Moleküller tekrar yapı oluşturmak ve düzen durumunu tekrar yapılandırmak için uğraşırlar. Çünkü nerede yapı varsa, orada yapı çerçevesi vardır, nerede yapı çerçevesi varsa, orada geometri vardır, nerede geometri varsa, orada bilgi vardır. Ondan sonra artık bakteriler, mikroplar ve virüsler çoğalamazlar. Tazelenmeye, iyileşmeye başlarız ve birdenbire tekrar gücümüzü buluruz, tekrar ayağa kalkmak isteriz. Bu su hakkında düşünmelisiniz. Beyin suyunuz çok yüksek derecede kristal yapılanmadır, saf küçük kristaller,


biz buna Molekül-Kümesi adını veriyoruz. Birbirine bağlanmış olarak ve bu şekilde geometri olduğu için belirli bilgileri iletebilen bu yapıyı suda da buluyoruz. Bu sürekli olarak değişir. Düşünceleriniz nereden geliyor? Kimyasallarla suyun basitçe etkilenebileceğini biliyor musunuz? Bu suyu içtiğinizde düşünceleriniz değiştirilebilinir. Klorun materyal düşünce yapılarının taşınmasını sağladığını biliyor muydunuz? Amerika’da yapıldığı gibi klorlu su içtiğinizi düşünün, orada yüzeyi %100 örten klorlu su içilir. Bu suya bir de dişlere iyi geldiği söylenerek flor katıldığını düşünün. Ben de size flor frekans örneğini ölçerek bu florit beyin fonksiyonlarınızın üzerinde, artık hiçbir isteğinizin kalmayacağı kadar uyumsuzluk yarattığını kanıtlayabilirim. İsteksiz olursunuz. Düşünün bunu, iki nesil boyunca bütün halka yaptılar. O zaman ne elde ederim? İsteksiz materyalistlerle dolu bir halk! Bunlar o zaman her şeyi ben nasıl istersem, öyle yapacaklardır. Buna su ile ulaşılabilir. Bu yüzden neden böyle düşündüğünüz önemlidir ve suyun sizin için ne kadar önemli olabileceği önemlidir. 37 derecelik bir vücut sıcaklığında beyin suyunuz buzlanmış bir durum alır. Bu jöleye benzer yüksek dereceli strüktürel

bir yapıdır. Bu yapıya mikro dalga uygulandığında, beyninizin kan bariyerinden aslında normal koşullarda kanınızda bulunup da ayrıştırılamayan hayvansal albümin geçtiğinde ve beyninize girdiğinde birden kristaller yapılarını değiştirmeye başlar ve sıvılaşır, beyninizin suyu sıvılaşacaktır. Nedenini iyi incelemeliyiz, nedeni daima geometride gizlidir. Örneğin, suyun çeşitli hallerini ele alalım, gaz olarak buhar şeklinde, sıvı olarak su şeklinde ve katı olarak buz şeklinde görüyoruz. Eğer suyu ısıtırsak ve su buharı elde edersek, o zaman su havada süptil bir formda olur. Peki biz ne soluyoruz? Tabii ki sadece oksijen değil. Tam olarak bakıldığında biz suyun en süptil formunu soluyoruz, bu nedenle bunu solumazsak sadece 3-4 dakika yaşayabiliriz. Aylarca yemek yemeyebiliriz, bu bize bir şey yapmaz, hatta 3-4 gün su içmezsek de dayanabiliriz, ama sadece birkaç dakika soluk almamamız ölmemiz için yeterlidir. Bu kristalleri, örneğin kar tanelerini soluyoruz. Suyun katı hali olan kar tanelerinin bir elektron mikroskobuyla fotoğrafı çekilmiştir. Burada çok küçük Tetraederlerin mükemmel bir düzeni mevcuttur. İki aynı kar tanesinin hiçbir zaman birbirine benzememesi çok ilginçtir. Bu, bu maddeyi zaten oluşturan ışık

17


kuantlarının düzenine dayanmaktadır. Kendini kristalize edebilmesi için her su molekülünde bir milyardan fazla biyofoton çalışır ve bunlar kendilerini sürekli olarak tekrar düzenlerler. Bu şekilde her su molekülü diğerinden farklıdır, her su molekülünün kendi kimliği vardır, aynı sizler gibi. Eğer kimyacılarımızı uzaya çıkarsak ve onların dünyaya bakmasını sağlasak, hepimizi aynı tutarlardı, sonuçta hepimiz insanız, ama siz onlara “Hayır, ben değil, ben şuradakinden farklıyım” diye bağırırdınız. İşte kimyasal açıdan suya bu şekilde bakıyoruz, sadece H2O olarak, buna rağmen hiçbir zaman aynı olan iki kar tanesi yoktur. Şimdi bir deney yapalım ve kar tanesini doğal şartlarda eritelim ve bundan tekrar su yapalım, sonra da tekrar donduralım, tekrar tam olarak aynı kar tanesini elde ederiz. Bu nasıl mümkün oluyor? Çünkü kim olduğunu hatırlayabiliyor. Suyun hafızası vardır, su bir bilgi taşıyıcısıdır. Maddeleşmeye sebep olan enerjinin formunu değiştirmediğimiz zaman, madde de değişmeyecektir. Çünkü o kim olduğunu biliyor. Bu olay sizin organizmanız için de geçerlidir. Bilim adamları suyun doğal bir homeopatik olduğunu ve bizim su vasıtasıyla bizde eksik olan dalga boylarını alabileceğimizi kanıtlamışlardır. Bu şekilde kaybettiğimiz her şeyi dengeleyebiliriz. İtalya’dan Enza Enstitüsü’nden Bayan Dr. Cicollo, son yirmi yıl içinde tüm dünyadaki şifalı suları incelemiş ve şifalı suların diğer normal sulardan kimyasal yapıları aynı olsa da biyofiziksel açıdan farklı olduklarını tespit etmiştir.

18

Yıllardır şifalı suları için Lourdes’a 6 milyon, Fatima’ya 2 milyon insan, Medjegorye’ye, Sandamniano’ya ve benzeri yerlere gitmektedir. Bunun arkasında sadece dinsel değil de başka sebepler olamaz mı? Eskiden bu mucizeler açıklanamıyordu ve bu suların arkasında sevgili Tanrı’nın olduğu düşünülerek kutsal sular olarak anılıyordu. Aslında bu böyledir de, bunun arkasında sevgili Tanrı, doğa, bütünlük yatmaktadır. Onun vasıtasıyla bu olgun, canlı kaynak suyu bize ulaşmaktadır. Şimdi bu mucize suları inceleyebiliyoruz ve bu karakteristikleri gösteren sular gerçekten de kutsal kaynaklardır. Bir Japon bilim adamı olan Dr. Masaru Emoto, suyu kelimelerle değiştirebilecek durumda olduğumuzu fotoğraf çekerek 10.000 deneyle kanıtlamıştır. Burada kelimelerin gücünü düşünün, çünkü her kelime önceden düşünülmüştür. Bu elektriktir, bu dalga boylarıdır. Bunlarla düzen, entropi, yani kaos yaratabilirsiniz. Devam edecek... Değerli biofizikçi Peter Ferreira Institute of Biophysical Research Çeviren : Biomedikal Mühendis Jeff Say www.biosense-tr.com http://gidaintoleransi.com


“BU SAYFAYA REKLAM VERMEK İSTER MİSİNİZ?” 0-507-377 06 29

19


YEMEK KÜLTÜRÜ

ALMA

Afidab Ümid GÜRGÜLER Yazar

Bin derdin devasıyım, Midelerin sultanıyım, Bin bir çeşidim var benim, Tombulum, yanaklarım al benim. Cennetteki ağaçtan Havva ile Adem’in elma koparmasıyla başlayan elma efsaneleri; mitolojik Paris’in, en güzel kadına yani Venüs’e verdiği meyve olan elma, hepimizin bildiği pamuk prenses masalında; cadının verdiği meşhur kırmızı elma ile devam eder gider. Isaac Newton’un yerçekimi yasası, elmanın ağaçtan kafasına düşmesiyle anılır. Elmanın tarihçesinde Orta Asya’dan Kafkasya’ya, Rusya’ya ve Kuzey Anadolu’ya yayıldığı tahmin edilmektedir. Türkçe ismi “alma”dır. Bilinen yaklaşık bin çeşidi vardı. Her iklime ve toprağa kolay uyum sağladığı gibi yetişen her türünün besin değeri yüksektir. Elma; tüm toplumların bildiği, nesiller boyu kullandığı, ruhsal simgeleri içinde barındıran bir meyvedir. İnsanoğlunun ruhsal boyuttan fiziksel boyuta geçişini, irade özgürlüğünü ve hayatı değiştirdiğini anlatır. Varolan fiziksel özelliklere; farkındalığı kazandırdığı içindir ki Adem ile Havva efsanesi günümüze kadar gelebilmiştir. Vücudumuz nesiller boyu bu güzel nimetten bakın nasıl fayda sağlıyor: Yapısında bikarbonat iyonlar içerdiği için, sindirimi düzenleyen tek meyvedir. Lifli yapısından dolayı bağırsakları temizlediği için kabızlığa iyi gelir. Böbrek taşlarını ve idrar yollarını temizler, tansiyonu ve kolestrolü düşürmeye yardımcı olur, tüm kanser çeşitlerine, kalp hastalıklarına karşı koruyucudur, yorgunluğa ve nefes darlığına iyi gelir. İnsan vücuduna en fazla faydası olan meyvenin içeriğinde A, B1, B2, B5, B6, B9, PP ve E vitamini olduğu gibi; fosfor, kalsiyum, magnezyum, demir, çinko, selenyum, man-

20

ganez bulunduğu için hücre metabolizmasında önemlidir. Kolay bulunduğu gibi ucuz da olan bu çok faydalı meyvenin üç farklı tarifini sizinle paylaşacağım. Et yemekleri veya ızgaralarınızın (özellikle de ciğer ızgarasının) yanında yapabileceğiniz bir tarif; elmaların kabukları soyulduktan sonra bir parmak kalınlığında halka şeklinde doğranır. Teflon tavaya bir kaşık yağ koyarak elmalar patates kızartması gibi hafifçe kızartılır. Üzerine az miktarda tuz serpilir (bu elma kızartmasını yassı, sarı, ekşi elma ile yaparsanız daha lezzetli olur). Elma ile yapabileceğiniz daha sağlıklı bir tatlı içinse; 6 adet Golden elma, 10 -15 adet karanfil tanesi, 6 adet ince çubuk tarçın, her bir elma için bir çay kaşığı dolusu yağ, her bir elma için 1 çorba kaşığı tepeleme şeker gerekiyor. Elmalar soyulduktan sonra ortaları elma oyacağıyla bütün olarak çıkartılır. Karanfiller elmanın iki tarafına batırılır. Tepsiye dizilen elmalar yağlanır (ister sıvı, ister katı yağ kullanın), çubuk tarçınlar elmaların ortasındaki boşluğa koyulur. Şekerin yarısı elmaların üzerine serpilir. Önceden ısıtılmış 220 derece fırında (mümkünse turbo) 10 dakika pişirilir. Tepsi fırından çıkarılır, elmalar alt üst edilir ve kalan şeker üzerine serpilir. Elmaların üzeri kızarınca fırından çıkarılır. Hızlı ve turbo fırında pişirmenin sebebi,


elmaların su bırakmadan, lezzetli kalması içindir. Son olarak sevgili Kayınvalidem Bedriye Hanım’ın evinde her dem taze, her zaman bulunan kolay elmalı kekinin tarifini vermek istiyorum. İki adet elma ince dilimler halinde doğranıp, 25 cm çapında yağlanmış, unlanmış tepsiye çiçek seklinde dizilir. Ayrı bir kapta 4 yumurta, 4 kahve fincanı şeker ile iyice çırpılır, 4 kahve fincanı un elenerek iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı toz tarçın ilave edildikten sonra bu kek ham-

uru elmalar dizilmiş tepsiye dökülür. 170 derecede 25 - 30 dakika pişirilir (bu tarifte kabartma tozu, yağ çeşitleri, süt ve yoğurt yoktur). Kalıptan ters döndürülerek çıkarıldığında, elmaların üstten inanılmaz güzel görünüşü ve tarçının lezzeti damağınızda unutulmaz bir lezzet yaratacaktır. Ağzınızın tadı hiç bozulmasın dileğiyle mutlu bayramlar. www.picasaweb/google.com/elsanatlarisusleme

HAFTADA BİR GÜN BOŞ ZAMANLARINIZI DEĞERLENDİRMEK İSTERMİSİNİZ

?

KADIKÖY HALK EĞİTİMİ MERKEZİ VE GÖZTEPE İŞİTME ENGİLLİLER OKULU İŞBİRLİĞİ İLE DÜZENLENEN EL SANATLARI KURSU,SALI GÜNLERİ 9.30-15.30 SAATLERİ ARASINDA AÇILMIŞTIR. KURSUN KONUSU PANCH İĞNESİ,BASİT NAKIŞ TEKNİKLERİ ,KURDELE NAKIS, SERAMİK ÜZERİNE EBRU OLARAK BELİRLENMİŞTİR. KURS ÜCRETSİZ OLUP,SINIRLI SAYIDA YETİŞKİN ÖGRENCİ ALINACAKTIR.

DOST ELLER İŞİTME ENGELLİLER OKULUNDA KADIKÖY HALK EĞİTİM MERKEZİ NİN DÜZENLEDİĞİ

EL SANATLARI KURSU AÇILMIŞTIR.

Tütünce Mehmet Efendi cd. Bestekar Ziya Sokak,Birinci Orta Çıkmazı Göztepe Telefon.0536 876 19 91

21


BİTKİLERLE YAŞAM

BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNDE KULLANILAN BİTKİLER - II KIZILDERİLİ BİTKİSİ EKİNAZYA (Echinacea purpurea) Nazım TANRIKULU Tıbbi Bitkiler Teknikeri

www.nazimtanrikulu.com

Bağışıklık sistemi, vücudumuzun savunma mekanizmasıdır. Bağışıklık sistemimiz zayıfladığında vücudumuz, hastalıkların istilasına maruz kalır. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirmek amacıyla, Astragali microcephali radix (Çin geveni kökü), Echinacea herba cum radix (Ekinazya topraküstü kısmı ve kökleri), Lichen islandicus (İzlanda likeni), Unceriae cortex radicis (kedipençesi kök kabuğu) gibi bitkiler kullanılmaktadır.

meye başlayan, çok yıllık, otsu bir bitkidir. Yaprak ve gövdesi hafif tüylüdür. Gövde silindir şeklinde olup, çok miktarda (ortalama 25-30) yan dallardan oluşur. Bir sap, çiçek tablasıyla son bulur. Bir dalda yaklaşık 5 çiçek tablası bulunur. Bir çiçek tablasında 24 çiçek patalı vardır ve petallerin uç kısmı ‘v’ şeklindedir. Olgunlaşmış bir çiçek tablasından 250-300 adet tohum elde edilir. Tohumlar yaklaşık 5 mm. uzunluğunda ve 1,5 mm. genişliğindedir; köşeli olup huniye benzemektedir. Echinacea pallida tohumlarının üst kısmında kahverengi halka oluşu, Echinacea purpurea tohumları ile kolay ayırt edilmesini sağlar. Nerelerde yetişiyor? ‘Koni çiçeği’, ‘kirpiotu’ isimleriyle de bilinen Ekinazya türleri, Kuzey Amerika’nın endemik bitkileridir. Ekinazyanın tedavide kullanılan üç türünün Amerika ve Avrupa’da geniş alanlarda kültürü (tarlavari üretim) yapılmaktadır; dünyanın birçok bölgesinde kültür deneme çalışmaları da devam etmektedir. Yurdumuzda ilk kültür çalışmaları, 2003 yılında, Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi’nde başlamıştır. Yürütülen çalışmalar sonucunda, bitkinin İstanbul şartlarında kolayca yetiştirilebileceği görülmüştür. Ülkemizde Tokat, Antalya, Çanakkale, Mersin, İzmir ve Konya’da çeşitli girişimciler tarafından yetiştirilmektedir. Nasıl yetiştirebiliriz? İklim isteği İklim isteği açısından seçici olmamakla birlikte, kurak bölgelerde yetiştirilmesi güçtür. Toprak isteği

Botanik özellikleri 60-180 cm.’e kadar boylanabilen, İstanbul şartlarında mayıs ayının ikinci yarısından itibaren çiçeklen-

22

Toprak isteği yönünden seçici değildir, organik maddelerce zengin, kumlu tınlı topraklarda iyi gelişir. Yetiştirildiği ortamda fazla rutubet istemez. Echinacea angustifolia ve Echinacea pallida türlerinden kök drogu elde etmek için yetiştirildikleri toprağın gevşek yapılı olmasında fayda vardır.


Su isteği Sulama, bitkinin yetiştirildiği bölgenin iklim ve toprak şartlarına göre belirlenir. Kurak olmayan bölgelerde haftada bir sulama yeterlidir; kurak ortamda yetiştiriliyorsa bitkinin su ihtiyacı toprağın durumundan anlaşılır. Nasıl çoğaltılır? Bitki tohumla üretilir. Echinacea pallida ve Echinacea purpurea tohumlarının çimlendirilmesinde sorun yaşanmaz. Ancak Echinacea angustifolia’da çimlenme engeliyle karşılaşılır. Çimlenme engelini aşmak amacıyla; Tohumlar 24 saat ılık suda bekletilir. Tohumlar 12 hafta soğuk katlama yöntemiyle stratifikasyon işlemine tabi tutulur. Tohumlar gibberallik asitle (GA3) muamele edilir. Tohumlar erken sonbahar (Ağustos ayı sonundan itibaren) ve erken ilkbaharda (Mart aynın ikinci yarısından itibaren) viyollere ekilir. Uygun çimlenme şartlarında 3. günden itibaren çimlenme başlar ve iki haftalık süre zarfında çıkış tamamlanmış olur. Çimlenen fideler 10 cm. boya ulaştığında araziye şaşırtılabilir. Fideler arazide 50-60 cm. sıra arası ve sıra üzeri mesafede dikilir.

düşüktür. Hasat edilen bitki gölgede kurutulur, ışıktan koruyan kontraplak kasalarda veya keten çuvallarda, hava giriş çıkışı olan bir yerde muhafaza edilir. Kökler, bitki üst aksamı kuruduğunda hasat edilir. Hasat edilen kökler yıkanıp dilimlenir ve kurumaya bırakılır. Kuruyan kökler, ışıktan koruyan kontraplak kasalarda veya keten çuvallarda muhafaza edilir. Literatürde Echinacea purpurea türünden elde edilen herba drogunun kurutulması sonucu etken madde veriminin düştüğü belirtilmektedir. Bunun yerine, hasat edilir edilmez taze halde sıkılarak özütü elde edilir. Ne kadar verim alınır? 2004-2005 yıllarında Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi’nde yaptığımız çalışmada, bir bitkiden alınan yaş herba drogu miktarı 1.156 gr. , kuru herba drogu miktarı ise 278 gr. olarak ölçülmüştür. Hangi amaçlarla faydalanılır?

Neresinden faydalanılır, ne zaman toplanır?

Tedavide Echinacea cinsine ait 3 tür (Echinacea angutifolia, Echinacea pallida, Echinacea purpurea) kullanılmaktadır. Ekinazyayı tedavide ilk defa Alman asıllı ‘Dr. H.C.F. Meyer’ kullanmıştır. Meyer, Ekinazyadan hazırladığı tentürü romatizma, migren, ağrılar, yaralar, zehirli yılan sokması, hemoroit gibi birçok hastalığın tedavisinde kullanmıştır. Halen de bu amaçlarla kullanılmaktadır.

Çiçeklenme zamanında, topraküstü kısmı topraktan 5 cm. yukarıdan biçilerek hasat edilir. Böylelikle yılda iki defa hasat edilebilir. II. hasadın verimi ilkine oranla

Bitkiyle ilgili ilk bilimsel çalışmalarsa King ve Lloyd tarafından yapılmıştır. 1940 yılından günümüze Ekinazya hakkında 500’den fazla bilimsel çalışma

23


yayınlanmıştır. Ekinazya preparatları alan hastaların, plasebo grubuna oranla iyileşme sürelerinin çok daha kısa olduğu gözlenmiştir. Kızılderililerin bitkisi olarak tanınan Ekinazya ile ilgili araştırmalar, bitkinin bağışıklık sistemini kuvvetlendirici etkisi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bağışıklık sitemi üzerinde etkili olan maddelerin, bitkinin bileşiminde bulunan polisakkaritler olduğu tespit edilmiştir.

hazırlamak için 1 gr. kök drogu kullanılır. 1/1 oranında %45’lik alkolle hazırlanan ekstre (özütü) 0.25- 1 ml.; 1/ 5 oranında %45’lik alkolle hazırlanan tentür (bir çeşit özüt) 1.2 ml. dozda kullanılır. Echinacea purpurea topraküstü kısmından hazırlanan infüzyon (demleyerek elde edilen çay) 1/2- 2 gr.; ekstre 900 mg.; damla 120- 500 mg.; kapsül 100-500 mg. günlük dozda kullanılır.

Ekinazyanın antiviral, antibakteriyal, antifungal ve antienflamatuar etkileri ortaya konmuştur.

Piyasada standardize edilmiş tablet, şurup ve pastil formları da bulunur.

Nezle ve grip gibi virütik üst solunum yolu rahatsızlıklarında, belirtiler görülmeye başladığı anda Ekinazya preparatlarının alınması bitkinin etkisini daha da güçlendirecektir.

Uyarılar

Ekinazya soğuk algınlığı, öksürük, grip, hemoroit, kanser ve sık tekrarlayan idrar yolu rahatsızlıklarında

8 haftalık kullanımı aşmamak gerekir. Uzun süreli yüksek dozda kullanım sonucu, bileşimindeki alkoloitlerin karaciğerde toksik etki yapabileceği belirtilmektedir.

Günlük kullanım dozları

• Organ nakli ameliyatlarından sonra bağışıklık sisteminin baskılanması gerektiği için Ekinazya preparatlarının kullanılmaması gerekir; bu kişilerde bağışıklık sisteminin uyarılması, organ naklini olumsuz yönde etkilemektedir.

Echinacea angustifolia ve Echinacaea pallida köklerinden dekoksiyon (kaynatarak çay elde edilen çay)

• Doğuştan bağışıklık sistemi hastalığı olanların Ekinazya preparatlarını kullanmaması gerekir.

dahilen; yara ve kullanılmaktadır.

24

yanık

tedavisinde

haricen


• Yeterli çalışma yapılmadığı için hamilelerin Ekinazya preparatlarını kullanmamaları gerekir.

• British Herbal Pharmacopoeia (1983), British Herbal Medicine Association, England

• Ekinazya da papatyagiller ailesinden olduğundan papatya alerjisi olanlar Ekinazya preparatlarını kullanmamalıdır.

• Çubukçu, B. ve ark., Fitoterapi ‘Yardımcı Ders Kitabı’, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları, No: 79, İstanbul 2002

* Drog kelimesi, bitkilerin ilaç olarak kullanılan kısımlarını ifade eder.

• ESCOP Monographs, The European Scientific Cooperative on Phytotherapy, 2003

www.nazimtanrikulu.com

• Mat, A., 14. Bitkisel İlaç Hammaddeleri Bildirileri Kitabı, Ed. K.H.C. Başer ve Neşe Kırımer, Eskişehir 2002

Kaynakça: • Arslan, N. ve ark., Tıbbi Bitkiler İsim Kılavuzu, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Yayınları, No: 1530, Ankara 2002 • Baytop, A., Bitkilerin Bilimsel Adlarındaki Niteleyiciler ve Anlamları, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları, No: 3889, İstanbul 1995

• WHO Monograps on Selected Medicinal Plants-Volume 1, WHO, 1999 • Zeybek, N. ve U., Farmasötik Botanik, Ege Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi Yayınları, No: 2, İzmir 1994 (Kullanılan fotoğraflar Nazım Tanrıkulu ve Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi arşivindendir.)

www.kuzeyorganik.com

25


HAYVAN DOSTLARIMIZ

MERCANLARI KURTARMAK

Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR Emekli Fizik Öğretim Üyesi, Yazar

Mercanların Gizemli Dünyası Mercanlarla ilk tanışmamızı belki de bir mercan takı sağlamıştır. Canlısıyla tanışmaksa genellikle tropik bölgelere yapılan turistik bir tura katılmamızla gerçekleşir. Biyolojide Anthozoa ailesinden Phylum Cnidaria olarak adlandırılan Mercanlar genellikle koloniler halinde yaşayan deniz hayvanlarıdır. Küçük hayvancıklardan (Poliplerden) oluşur. Milimetrik poliplerden her birinin kalsiyum karbonattan oluşan bir iskeleti vardır. Birbirine tutunan polipler tek bir organizma gibi davranan koloniler oluştururlar. Ölen polipin iskeleti kalır; yeni polipler bu iskeletin üzerine yerleştikçe binlerce yılda gittikçe artan ve ada oluşturan bir mercan yükseltisi gelişir. Okyanus tabanından yükselen fakat suyun üzerine çıkmayan bir tepe böyle bir oluşumun başlaması için uygundur (1)

Mercanların başlıca besin kaynağı yedikleri alg bitkileridir. Alglerin fotosentez yapabilmesi için de Maldivler’de olduğu gibi bol güneş alan tropik sular gereklidir. Mercanlar renklerini yedikleri alglerden alır. Alg bitkilerinin bulunmadığı soğuk denizlerde de bazen mercanlar oluşur. İskoçya, hatta Alaska gibi soğuk yerlerde rastlanabilen mercanlar küçük balık ve planktonları yiyerek enerji sağlayabilmektedirler. (2) Mercan yükseltileri tek bir ada değil, genellikle dairesel biçimli adalar zinciri yani atol oluştururlar. Mercanlar tehlikede mi? Küresel ısınmanın mercanları etkilediği ve yok olma tehlikesiyle karşılaştıkları anlaşılmaktadır. Okyanus suyunun aylık ortalama sıcaklığının 1 derece ısınması mercanlarla iç içe yaşayan alglerin ölmesi için yeterlidir. Algleri ölen mercanların rengi açılır, beyazlaşırlar ve birkaç hafta içinde tamamen ölürler; geriye kalan genellikle beyaz renkteki iskeletleridir (3). Mercanları kurtarmak kadın ve çocuklar

isteyen

Margaret Wertheim ikiz kardeşi ile birlikte mercanları kurtarmak üzere bir proje oluşturmuşlar. Küresel kirlenme iklim değişiklikleri nedeniyle mercanların ölebileceğine dikkati çekmek için yünden mercan modelleri yapıp sergilenmesini sağlamışlar. Dünyanın birçok ülkesinden bu harekete katılan kadınlar rengarenk yün ipliklerini kroşe örerek mercan modellerini yollamışlar ve 2009 yılında Chicago

26


Bu olağanüstü canlının gezegenimizden silinmesi Maldivler gibi yüksekliği mercanlardan kaynaklanan adaların yok olmasına neden olacak. Birlikte yaşarken mercanların barınak işlevi gördüğü birçok balık türü ve algler gibi küçük canlılar yok olabilecek. Set oluşturan mercan yükseltilerinin koruduğu birçok kıyı tsunamilerin zararlarına açık hale gelecektir.

Art Museum’da sergilenmiş. Daha sonra da bazı okullar ilköğretim öğrencilerinin yaptığı yünden mercan modellerini okullarında sergileyerek bu etkinliği devam ettirmişler (4).

Kaynaklar: (1) http://animals.nationalgeographic.com (2) http://en.wikipedia.org/ (3) http://www.coral.noaa.gov (4) http://www.ted.com/talks/margareth_wertheim_ chrochets the_coral_reef.html

Mercanlar yok olursa Yıllar öncesinden kalma kırmızı mercan gerdanlığı elimde tutarken ona şimdi farklı bir gözle bakıyorum. Olağanüstü bir canlının olağandışı iskeleti bu: beyaz yerine kıpkırmızı bir iskelet... Kırmızı mercanlar süs eşyası olarak tercih edildiği için bu tür eski çağlardan beri mercan avcıları tarafından çokça toplanmış. Mercan rengi olarak da adlandırılan renkte olanlar diğer renklere göre daha pahalı ...

27


CEM SULTAN

VATAN VE KÖKLERİMİZ

bir hafta önce İstanbul’a gelebileceğini hesaplamıştı. Ancak, Bayezid, hızlı bir yürüyüşle İstanbul’a gelerek tahta oturdu.

Denizhan SEZGİN Yazar

Cem Sultan’ın yaşamı hep ilgimi çekmiştir. Diğer saraylılardan farklı bir yaşamı olmuştur ve yaşamını hep sürgünde geçirmiştir. Avrupa’yı dolaşmış ve Osmanlı hanedanının en bahtsız şehzadelerinden birisi olarak yaşamını yitirmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in 3 oğlu vardı. Bunlardan Mustafa, babasının sağlığında bir hastalık sonucu 1474 yılında 24 yaşında hayatını kaybetmiştir. Diğer oğulları ise büyük oğlu Beyazid ve küçük oğlu da İstanbul’un fethinden 6 yıl sonra, 1459’da doğan Cem Sultan’dır. Osmanlı şehzadeleri yetişmeleri için çocuk yaşta sancak yönetimlerine gönderilirlerdi. Cem Sultan Osmanlı şehzadesi olarak on yaşına kadar sarayda sıkı bir disiplin altında eğitildi. Şehzade Cem henüz 10 yaşındayken 1469’da Kastamonu Sancak Beyliği’ne gönderildi. 1473’te, Doğu seferine çıkan babasına vekillik etmek üzere İstanbul’a geldi. II. Mehmed’in Anadolu’da Uzun Hasan’a yenik düştüğü dedikodusuna kanarak padişahlığını ilan etme düşüncesine kapıldı. Otlukbeli zaferini kazanarak İstanbul’a dönen II. Mehmed, oğlunun aklını çelenleri cezalandırdı. Cem’i de, 1474’te ölen büyük oğlu Mustafa’nın yerine KaramanKonya valiliğine atadı. II. Mehmed’in ölümünü gizleyerek Bayezid’a ve Cem’e haberler uçuran Cem yanlısı Sadrazam Karamani Mehmed Paşa, onun hiç değilse

28

Fatih, vefatında 2 milyon 214 bin kilometrekare toprak bırakmıştı. Bunun 1 milyon 703 kilometrekaresi Avrupa’da, yalnızca 511 bin kilometrekaresi Asya’daydı. Yani Rumeli, Osmanlı’nın asıl gövdesini oluşturuyordu. Fatih’in fütuhatını hızla Rumeli’ye yöneltmesi neticesinde Osmanlı İmparatorluğu dünyada en fazla Hıristiyan nüfusu barındıran İslam devleti haline gelmişti. Avrupa’da dahi Osmanlı’daki kadar kalabalık Hıristiyan nüfus barındıran bir devlet mevcut değildi. Bayezid’ın tahta oturması üzerine Cem, Konya’da topladığı kuvvetle 28 Mayıs 1481’de Bursa’da sultanlığını ilan etti. Ağabeyine elçi göndererek ülkenin paylaşılmasını önerdi. Ama Bayezid, harekete geçerek 20 Haziran günü Cem’in ordusunu yendi. Yenik, yaralı ve bitkin Cem, Memluklar’a sığındı. 25 Ağustos’ta Kahire’de törenle karşılandı. Buradan ağabeyiyle uzlaşma yolları aradı. Bayezid, hükümdarlık emelinden vazgeçerse, bir milyon akçe göndereceğini bildirdiyse de buna yanaşmadı ve hacca gitti. Dönüşünde şansını bir daha denedi. Ankara’ya kadar ilerledi ama Bayezid’ın harekete geçtiğini öğrenince geri çekildi. Sultan Bayezid’ın Kudüs’e oturması önerisini de kabul etmeyerek kendisine bağımsız bir bölge verilmesinde diretti. Karamanoğulları Beyi Kasım’a kanarak Rumeli’ne geçmek düşüncesini benimsedi. Bunun için, 18 Temmuz 1482’de Anamur açıklarında şövalyelerin bir gemisine binerek Rodos’a hareket etti. Şövalyelerin başı Pierre d’Aubusson kendisini bir hükümdar gibi karşıladı ama artık o, Hıristiyan dünyasının çok değerli tutsağıydı. D’Aubusson, bu değerli tutsağı sürekli


Rodos’ta tutamayacağından 2 Eylül 1482’de Fransa’ya gönderdi. Keşifler, Rönesans ve Reform çalkantılarıyla yeni bir çağa girmekte olan Avrupa’nın kucağına düşen Fatih’in oğlu, müslüman ve muzaffer Osmanlı’ya karşı gerçekten değerli bir kozdu. Cem Sultan bu pahalı varlığının yanı sıra, romantik kişiliği, kültürü ve serüvenleriyle de Batı’nın ilgisini çekmeye başladı. Avrupa’daki veba salgını ve her an kaçırılma korkusu yüzünden, şövalyeler onu kent kent gezdirmek zorunda kaldılar. Sonunda Şövalyeler Sultanı ciddi paralar karşılığında Papa’ya sattılar. Papa da, Cem Sultan’ın kendi yanında bulunmasını arzu etti. Çünkü o yanında olunca II. Bayezid İtalya seferine çıkamayacaktı. Cem Sultan meselesinin yüzünden daha sonra İtalya seferine denizden devam edildiğini biliyoruz.

Cem Sultan gurbette sıkıntılı günler geçirdi ve bu tutsaklık psikolojisi onu fena halde yıprattı. En sonunda bir zehirlenme sonucunda 1495 yılında Napoli’ye gömüldü. Ölüm sebebi olarak Bayezid mi zehirletti, yoksa içeriden mi bir suikast oldu, onu tam olarak bilemiyoruz fakat zehirli bir ustura ile tıraş edildiği ve o yüzden öldüğü söyleniyor. Daha sonra ağabeyi II. Bayezid cenazesini getirtip Bursa’da Muradiye külliyesin defnettirdi. Bu sırada tarihler 1499’u gösteriyordu. Orada kardeşi Mustafa ile aynı türbede kan kırmızısı kalem işlerinin coşturucu ateşi ve turkuvaz renkli çinilerin huzur veren ışıltısı altında son uykusunu uyumaktadır, her tutkulu ömrün alevle başlayıp suyla bittiğini hatırlatırcasına.

29


İÇ VE DIŞ EKOLOJİK DENGE İÇİN... “HİÇBİR ŞEY YAPMA”MAK...

EVİMİZ DÜNYA

tehlikeli ve zehirli atıkların ortaya çıkmasına gerek kalmıyor! Ne hoş bir senaryo; Gezegen’in üzerindeki büyük talanın yavaşlaması ve yaraların sarılması için ne olağanüstü bir fırsat!

Melda KESKİN Yazar

“Yapma”yı (ve “sahip olma”yı) bir an için unutup, sadece “olma”ya odaklanmayı hiç denediniz mi? Yaptıklarımızın ve sahip olduklarımızın, hiç kimsenin ilgisini çekmediği bir dünyada yaşadığımızı, “şunu yaptım, buna sahibim,” sözcüklerinin bulunmadığı bir dili konuştuğumuzu hayal edelim... İster 1 tane, ister 5 tane evimiz, otomobilimiz olsun, hiç fark etmesin... Değerimizi yalnızca ruh hallerimiz belirlesin... Tek amacımız sevinç, huzur ve şükran duygusuyla dolup taşmak olsun... Bunun içinse hiçbir şeye sahip olmamız, hiçbir şey yapmamız gerekmesin... Yaşama sevincimiz nedensiz olsun... İşte size garantili bir ekolojik denge reçetesi! Ekoloji bunun neresinde demeyin! Julian Rose’un 2009 tarihli “Changing Course - For Life” adlı (Türkçe çevirisi yakında yayımlanacak olan) kitabında anlattığı gibi, içimizde gerçekleştirilmeden kalan enerji, dışarıda ihtiyaç duyduğumuz enerji ile doğru orantılıdır. Yani, ancak içimizdeki enerji potansiyelini gerçekleştirerek, dışarıda ihtiyaç duyacağımız enerji miktarını azaltabiliriz. Bir adım sonrasını da yine birlikte hayal edelim: İçimizdeki potansiyeli gerçekleştirmemiz, nedensiz bir neşe, huzur ve şükranla dolmamıza, bu da dışarıda sürekli “bir şeyler yapma” ve “bir şeylere sahip olma” gereksinimimizin azalmasına yol açabilir. Bu durum, insanın 20. yüzyılda doruğa çıkan tüketim sapkınlığı yüzünden neredeyse geri dönüşsüz noktaya gelen küresel ekolojik krize ilginç bir çare olabilir. Düşünsenize, bir sabah bir kalkmışız, kimsenin canı bir şey tüketmek istemiyor; “mutlu” olmamız için sürekli bir şey yapmamıza, bir şeylere sahip olmamıza, yerine konulamayacak doğal varlıkların yok edilmesine,

30

Bence, ruhumuzun sesini dinlemeyi öğrenip, yetinmeci ve sade bir yaşamın tadına varabildiğimiz anda, Yeryüzü’nde ne çevre sorunu kalır, ne de hastalık... İngiltere’de 1930’lu yıllarda yaptığı konuşmaların metinlerini okuyup hayran kaldığım (ve bugünlerde birden fazla sayıda radyo programımı* ayırdığım) Dr. Edward Bach’a sorarsanız, “ruhumuzun rehberliğinde yaşamaktan uzaklaşmak” dışında, bizi hasta edecek hiçbir gerçek etken yoktur! Havanın soğuk ya da sıcak olmasının, çevrede mikrop ya da virüslerin bulunmasının, keyfimiz yerindeyken (başka bir deyişle, bağışıklık sistemimiz düzgün çalışırken) bizi asla hasta etmediğini kişisel deneyimlerimle biliyorum; aksine, moralimiz bozukken, bilinçaltımızda korku ve başka olumsuz duygularla boğuşurken, buluttan nem kaptığımızı da! Dr. Bach günümüzden 80 yıl kadar önce, İngiltere’de Ortodoks tıbbın hizmetinde başarıyla çalışmış ünlü bir patolog ve bakteriyolog**. Hastalık belirtileriyle uğraşıp onları “tedavi” etmekle, hastalıklardan kurtulmanın mümkün olmadığını, hastalığın tıp tarafından hiç hesaba katılmayan bir işlevi olduğunu keşfeden Dr. Bach, homeopatideki “benzer benzeri iyileştiriyor” ilkesine yeni bir yorum getirmiş: Mesajı almasını bilirsek, hastalık dediğimiz uyarılar, ruhumuzun sıkıntılarını iyileştirmeye yarayabilir! Ona göre, ruhumuzun (ya da tanrısal varlığımızın, yüksek benliğimizin) sesini dinlemediğimiz zaman ortaya çıkan olumsuz duyguların göstergesi olan çeşitli hastalıklarla, tek tek uğraşmak yerine, o olumsuz duyguları dönüştürüp ruhumuzun sesine kulak verebilecek hale gelmemiz çok daha iyi sonuç veriyor. Hayatta ruhumuzun rehberliğinden başka hiçbir şeye gereksinimimiz yokken, bin bir ayrıntı, bin bir bahaneyle oyalanıp yolumuzdan saptığımızı bize haber veren hastalıklarımız ile “savaşmak” yerine, Dr. Bach, insanın mükemmel sağlığını tarif eden ruh hallerini ve yüksek titreşimleriyle bu ruh hallerini bize sunan


çiçekleri tespit etmiş. Bugün dünyada “Bach Flower Remedies” (Bach Çiçek Terapisi) diye bilinen sisteme göre, basit yöntemlerle elde edilen çiçek özlerinin kişiye özel kullanımı, hastalığımız akut olsun, kronik olsun, kısa zamanda şifa bulmamızı sağlıyor. Bu aşamada, yeniden gezegenin ekolojisine dönecek olursak, “Doğal Tarım” kavramı ve uygulamasını insanlığa armağan eden Masanobu Fukuoka’ya kulak vermemiz iyi olur diye düşünüyorum. 1985 tarihli “Natural Way to Farm” adlı kitabında (onun da Türkçe çevirisi yakında piyasaya çıkacak) Fukuoka Usta şöyle diyor: “Maddeci kültürümüzün saldırgan yayılmacılık çağı sona erdi ve “hiçbir şey yapma” (do nothing) ilkesine dayalı yeni bir birleşme ve uyum çağı geldi. İnsan doğayla bütünleşmeye dayalı yeni bir yaşam biçimi ve bir ruhsal kültür oluşturmak için acele etmelidir; yoksa savurgan bir çaba ve karmaşa çılgınlığı içinde koştururken, gittikçe daha güçsüz ve aciz hale gelecektir. Eylem-olmayan’a (non-action) dayalı bir insanlık ve toplum yaratmayı başarmak için, insan yapmış olduğu her şeye geri dönüp bakmalı, kendisine ve toplumuna nüfuz etmiş sahte vizyonlar ve kavramlardan kendisini tek tek kurtarmalıdır. “Hiçbir şey yapma” hareketi işte bununla ilgilidir. İnsan bilgisi ve çabası, sınırsızca genişleyerek, gittikçe daha karmaşık ve savurgan bir hale bürünüyor. Bu genişlemeyi durdurmaya, bilgimizi ve çabamızı birleştirmeye, sadeleştirmeye ve azaltmaya ihtiyacımız var. Bu, doğanın yasalarına uymakla olur. Doğal tarım, tarım tekniklerinde bir devrimden daha fazlası olup, insanın yaşama biçimini değiştirmeye yönelik bir devrimin, bir ruhsal hareketin pratik temelidir.” Yaşamı, doğayı ve (kendimiz de dahil) tüm varlığın mükemmelliğini olduğu gibi görebilmek ustalık istiyor tabii. Tamamını göremediğimiz bir resmin ayrıntılarına kusur bulmak, onları akılla mantıkla düzeltmeye kalkışmak, bu sırada da başka şeyleri yıkacak müdahalelerde bulunmak, çevremizdeki her şeyi ve herkesi kontrol etmeye çalışmak çok yorucu, bir o kadar da gereksiz; üstelik yıkıcı sonuçları gittikçe tehlikeli boyutlara ulaşıyor. Bu durum, tıpta, tarımda, başka alanlarda da böyle... İnsanlık tarihinin, bu eğilimin bir yaşam biçimine dönüştüğü son birkaç binyıldır, çok kanlı ve şiddetli bir korku filmini andırması herhalde rastlantı değil. Biraz dikkatli bakarsak, bunu çok sancılı

bir “öğrenme süreci” olarak da görebiliriz. Toplumsal olsun, bireysel olsun, açlık, şiddet, ekolojik kriz... Tıpkı hastalıklar gibi, ruhumuzun yolundan saptığımızı hatırlatan uyarılar olabilir. Bu durumda yapılacak tek şeyin sessizleşmek, sakinleşmek, “yaptığımızı yapmamak” ve bağımlılıklarımızdan özgürleşerek, yüzümüzü içimizdeki tanrısal pusulanın gösterdiği yere çevirmek olduğunu keşfedebiliriz.

80 yıl öncesinden bize seslenen Dr. Edward Bach, 25 yıl öncesinden bize seslenen Masanobu Fukuoka ve daha birçok sıra dışı olmayı göze alabilmiş insan, bilgelikleriyle yolumuza ışık tutuyor. Fazla söze gerek yok. Çocukların, gerekli gereksiz binlerce bilgi ile bombardıman edilmek yerine, “kendi ruhlarının sesini dinlemeyi” öğreneceği bir dünyanın gerçek olabilmesi için, önce biz yetişkinlerin bu beceriyi kazanması güzel bir başlangıç olabilir. “Yapma”yı (ve “sahip olma”yı) bir an için unutup, sadece “olma”ya odaklanmayı hemen şimdi deneyelim. Yaptıklarımızın ve sahip olduklarımızın, hiç kimsenin ilgisini çekmediği bir dünyada yaşadığımızı, “şunu yaptım, buna sahibim,” sözcüklerinin bulunmadığı bir dili konuştuğumuzu hayal edelim... İster 1, tane, ister 5 tane evimiz, otomobilimiz olsun, hiç fark etmesin... Değerimizi yalnızca ruh hallerimiz belirlesin... Tek amacımız sevinç, huzur ve şükran duygusuyla dolup taşmak olsun... Bunun içinse hiçbir şeye sahip olmamız, hiçbir şey yapmamız gerekmesin... Yaşama sevincimiz nedensiz olsun... (*) http://firtinakusu.net adresinde, “Geçmiş Programlara Gider” bölümündeki 4 ve 11 Ekim 2010 tarihli programları dinleyebilirsiniz. (**) daha fazla bilgi için: www.bachcenter.com ve www.edwardbach.org www.firtinakusu.net

31


SESİN VE MÜZİĞİN GİZEMLİ ETKİSİ Selman GERÇEKSEVER Emekli Öğretmen ve Yazar

Ses ile İyileştirme Pratikleri

EVRENSEL DEĞERLER

1- Zihinsel Sukunet Pratiği “Musikinin ritminde bir sır gizlidir; Eğer onu ifşa etseydim Dünya alt üst olurdu” Mevlana Celaleddin Yaşam olduğu gibi titreşim, hareket ve değişimden ibarettir. Yaşam aynı zamanda, “Usta Kompozitör” tarafından orkestrasyonu yapılmış bir müziktir. O Yüce Kompozitör görünmez olarak vardır ve her şeyin içindedir. Bununla birlikte unutmayalım ki büyük müzik eserlerinde birbirine uyumlu notalar olduğu kadar, uyumsuz olanlar da (en azından bizim öyle gördüklerimiz de) var. Ama bu “uyumsuzlar”, melodinin akışı içinde eserin geneline uyumlandırılır. Günlük yaşam da böyledir. Genelde harika, ama onun içinde, bu harika yapı ile bağdaşmıyormuş gibi görünen ve bizlerin gelişimi için kaçınılmaz olan uyumsuzluklar içerir. Bu uyumsuzluklara esneyerek ve sabır ile uyum sağlamak, hatta onları geneldeki o harika ahenge uyumlamak, içsel gelişim açısından çok değerli deneyimleri gerektiren fırsatlardır. Tezahüratın tüm birimleri hep birlikte “Evren Müziği” icra edip duruyor. Kendi aura seslerimiz ile (titreşimlerimiz ile) sürekli olarak bu icraata katılır durumdayız. Tezahüratın bütününe olan bu etkimiz sonradan bizlerin aksiyonlarına, düşüncelerine ve bireysel auramıza da yansıyor. Tezahüratın tüm birimleri sürekli etkileşim ve bir bakıma da iletişim halinde... Tezahürat, tesirler ağıyla örülü durumdadır. Bu etkileşim içinde, an be an, yaşamımızın notalarını yaşam ırmağına katıyoruz. Yukarıda birkaç dizesini aktardığımız M. Celaleddin gibi işin sırrını bilen yüce bilgeler bu katkıyı şimdiye kadar son derece nazik ve etkili bir şekilde yapagelmişlerdir, halen de yapıyorlar. Çünkü onlar zaten doğal halleriyle birer “pozitif yayın odağı” durumundadırlar. Onlar böylece harika bir şifa ve Bütünsel’e bizlerden biraz daha uyumlu birer “diri” enstrüman olarak Evren Orkestrası’ndaki yerlerini koruyor(*). Bu durum, Bütün’ün hayrı ve kendi hayırları için erdemli kişilere özgü bir aksiyondur.

32

Rahat bir sandalyeye dik olarak oturun ya da çok yumuşak olmayan bir yere rahatça uzanın. Bu arada rahatlatıcı ve hoşunuza giden müziğinizi de açın ve gözlerinizi kapatın. Müziğin ruhunuzu okşayan etkisini içinizde hissetmeye çalışarak, onun melodisiyle uyumlanmaya çalışın. Zihniniz giderek sakinleşsin. Ortaya çıkan düşünceler, bırakın geldikleri gibi gitsin. Zihninizi “boşaltmak” için zorlamaya kalkmayın. Bu arada uykuya dalarsanız da zararı yok; çünkü uyandığınız zaman kendinizi yeniden doğmuş gibi hissedeceksiniz. 2- Yüksek Tansiyon Pratiği: Bu çalışmayı yaparken ses titreşimlerini hissetmenize yardım için sağ ve sol avuç içlerinizi göğsünüzün üst kısmına (köprücük kemiklerinizin hemen altına) yerleştirin. Çalışma boyunca; dudak, çene, boğaz ve omuz kaslarınızı gevşek tutmalısınız. Aslında bu kolay değildir ama biraz gayret ederseniz başaracaksınız. Bu pratik için öyle bir müzik seçin ki onu mırıldandığınız zaman, göğsünüzü titretsin... İki dakika süreyle bunu yapacaksınız. Bu arada nefessiz kalmamaya da dikkat edin. Üzerinde karar kıldığınız melodiyi bu iki dakikalık süre içinde kesiksiz mırıldanın ama kendinizi germeyin. 3- Depresyon Pratiği Arka kısmı sert olan bir sandalyede dik olarak oturun ve gözlerinizi kapatın. Bu çalışmayı yaparken ses titreşimlerini hissetmek için sağ ve sol avuç içlerinizi başınızın üzerine dokundurun. Bu arada ön kolunuz üçüncü gözünüzü (alnınızı) kapamış olsun. Daha önceden seçtiğiniz, titreşimi yüksek bir müziği mırıldanmaya başlayın. Bunu doğru yaparsanız, kafatasınızın titreştiğini hissedersiniz. Gerektiğinde nefes almayı sürdürün. Bunu iki dakika süreyle ve kendinizi germeden yapın.

(*) Müziğin şifalı etkileri ve terapide kullanımı için bkz. MÜZİK TERAPİ, Adnan Çoban, TİMAŞ Yayınları


Oysaki annem ve onların yaşıtlarının, (altmışla altmış beş yaş) yaptıkları sohbetleri dinlerken hayrete düşüyorum. Mesela kocalarından beklentileri o kadar az ki. ‘Beni ne kadar seviyorsun’, ‘Pahalı bir restorana hiç götürmedin, tek taş yüzük de hediye etmedin, beş yıldızlı bir tatil yapmadık’ diye hiç mutsuz olmuyorlar.

Semiha BATMAZ SALCI TV Program Yapımcısı ve Sunucusu

Kimle konuşsam, bir mutsuzluk, bıkkınlık, isteksizliktir gidiyor. “Elimi kaldıracak halim yok.”, “Hiçbir şeyin tadı yok.” sözlerini çokça duyar oldum. Mevsimlerdendir diyorum. “Yok, bu bende uzun zamandır var!” diyorlar. Konuştuğum on kişiden sekizi bu hallerden şikâyetçi. Nedenini biliyor musun diyorum. Geçerli bir sebepleri de yok. Bu yaşananlar sadece benim çevreme has durum da değil. Sokakta, markette, metroda, hastanede, alışveriş merkezlerindeki insanların yüzünden düşen bin parça. Asık suratlı, mutsuz insanların yaşadığı bir toplum olup çıkıverdik. Benim tespitim odur ki, bu mutsuzlukların sebepleri tüketim toplumunun bizlere sunduğu bir paket. Eline geçen paraya bakmadan, standardını hep yüksek tutmak... Elimdekilerle yetinmek yerine, hep yenisini almak. Tüketim toplumunda almanın da bir sınırı olmadığına göre, hep alınacakların peşinden koşmak.

Sadece kocaları mı, çocuklarından beklentileri de bizler kadar yüksek değil. Örneğin annem; hepimizin okuyup iş güç sahibi olmamızı çok istedi. Fakat bizi kurstan kursa, dershaneden dershaneye koşturmadı. Ben ve kardeşlerim, annemden gelen sakin ama kararlı enerjiyle hepimiz üniversiteleri bitirdik. Onun istediği gibi iş güç sahibi olduk. Ne istediğini doğru bilmeyenlerin hastalığı mutsuzluk hastalığı... Herkes kocaman evlerde oturmak istiyor. Sadece misafirlere açılan yayla gibi bir salonu, bir sürü odası, kocaman mutfağı olsun istiyor. O evi temizlerken de o kadar yakınıyor ki. Ya da çok pahalı telefonlar alıyoruz. Sadece havadan sudan saatlerce konuşmak için. Bütçemizi zorlayarak ve yıllara yayılan krediler çekerek, lüks otomobillerimiz oluyor. Sırf egomuzu tatmin etsin diye. Koskocaman evimiz, lüks otomobilimiz, pahalı telefonumuz, iyi bir gelirimiz, özel okula giden çocuğumuz var. Neden hala Mutsuzuz? O zaman anlıyorum ki, tüketmek boşlukları doldurmuyor. O mutsuzluk girdabının içine muhabbeti, paylaşımı, sevgiyi, birliği beraberliği atsak. Nasıl çözülecek kanallardaki tıkanıklıklar, kirler paslar? Fakat biz bunlar yerine hala, alacağımız kazağı düşünüyoruz.

HAYALLER GERÇEĞE NASIL DÖNÜŞÜR

2011’e girmeye iki aydan kısa bir süre kaldı. Koskoca 365 gün geçti gitti. 2010 yılına girerkenki hayalleriniz, umutlarınız, beklentileriniz neydi ne oldu? Siz bunlardan hangilerini gerçekleştirebildiniz? Mesela, o düşündüğünüz evi alabildiniz mi? İstediğiniz kiloya indiniz mi? Hayatınızın prensini buldunuz mu? Olmak istediğiniz işte misiniz? Şöyle bir arkanıza baktığınızda istediklerinizin kaçta kaçını gerçekleştirdiniz?

Gerçekleştirmekten söz açılmışken, bu nasıl yapılır, ben bilmiyorum. Okuduğum birçok kitap, konuştuğum birçok uzman olumlu düşünmekten, sözcüklerin

hayatımızı oluşturduğundan bahsediyor. Bunları da yapmaya çabaladım. Ama olmuyor. Bazıları oldu hakkını yememem gerekiyor. Olmayan isteklerimdeki eksik neydi bunu bilmiyorum. Sevgili okurlarım, size soruyorum. 2011’e girerken yine çok hayalim var. Bana bu konuda yardımcı olur musunuz? Hayaller nasıl gerçeğe dönüşür. Olması için ne yapılır. Lütfen bunları bana yazın. Hatta hiç gerçekleşmez dediğiniz hayalinizi siz nasıl oldu da, gerçekleştirdiniz. Örneklerinizi, bir sonraki yazımda yayınlayacağım. Mesajlarınızı büyük bir merak içinde bekliyorum.

33

HAYATA YENİDEN BAKMAK

TÜKETMEK İNSANI NE KADAR MUTLU EDER


NE İSTEDİĞİNİ BİLMEK...II 3 ayrı dil öğrenmiş olacağım bunun mutluluğunu derinlemesine yaşıyorum.” Koş Nil koş, seni gururla takip ediyoruz. :-)

AKILLI KALPLER

Söz bu konudan açılmışken yazıyı bir öncekine benzer şekilde bitirmek istiyorum. Ne istediğini bilmek;

Eray BECEREN Kişisel Gelişim Uzmanı www.duygusalzeka.net

Merhaba, Avangart Kadın Dergisi Şubat 2010 sayısında yazdığım “Ne İstediğini Bilmek” başlıklı yazıda hayallerinin arkasından koşan Nil’den bahsetmiştim. Nil’den yeni haberler var ve Nil’in maceraları devam ediyor. :-) Nil ile 2005 yılında Yeditepe Üniversitesi’nde yaptığım bir “Duygusal Zeka” çalışmasında tanışmıştık. O eğitim esnasında yönetici asistanı olarak çalışıyordu. Nil, yüksek eğitimini istediği gibi sürdürememiş ama hayatta bir amacının olması gerektiği düşüncesi ile bir işe girmiş ve kariyer planları yapıyordu. Kişisel gelişim kurslarına ve yabancı dil kurslarına ilgi duyuyor ve takip ediyordu. Bir yandan okumak için kitap önerileri istiyor, onları okuyor ve bunları başkaları ile konuşuyor tartışıyordu. Ama en önemli hayali yabancı dil konusunu mutlaka halletmekti. Sonunda istediği oldu ve İngiltere’ye giderek dil eğitimini çözdü. O yazıda şöyle yazmıştım: “5 yıl öncesinde “ne istediğini bilen” Nil, azim, kararlılık ve gayretle istediğine adım adım ulaşmıştı. Tanıdığım ve hayallerini benimle paylaşan bir arkadaşım olarak ben de onunla gurur duyuyorum. Nil, İstanbul’a döndüğünde onu ve hayallerini her konuda destekleyen bir delikanlı ile evlendi.” Bu hafta Nil’den çok güzel bir haber aldım. Nil, Kırıkkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Fransızca Mütercim Tercümanlık Bölümünü kazandı. Kazanma haberini paylaşırken o ayağı yere basan hayalleri devam ediyor. Aynen şöyle yazmış: “Bu kazandığım bölüm süpermiş. 3. sınıfta formasyon veriliyor ve 4 sene İngilizce dersleri de alınıyor. Yani İngilizce öğretmeni olarak da mezun olacağım. Ayrıca seçmeli olarak Almanca dersleri alabileceğim. İnşallah hayırlısı ile 4 sene sonra

34

* Önce kendini tanımak ve bu bilgiler çerçevesinde doğru hedefleri belirlemek ile başlar. * Doğru hedeflerin belirlenmesinden sonraki aşama ise, hedefe giden uygulanabilir bir planın hazırlanması, kararlılık ve sabır ile planın aşamalarında ilerlemektir. * İlerleme her zaman istediğimiz gibi gitmeyebilir. Bu tür durumlarda durup planı yeniden gözden geçirmek ve hatta yeniden yapmak gerekebilir. Görüş ve önerilerinizi, deneyim ve yaşadıklarınızı lütfen bizimle paylaşın. İyi bir hafta geçirmenizi dilerim, sevgi ve saygılar... www.ErayBeceren.com


AKIL KAPILARINI KAPATMAK at lafını gitsin. Bu öfken bitsin.”

Gülseren ALÇI Yazar gulserenalci.blogspot.com

“Ortalık insan müsveddeleriyle dolu, öfkeden avuçlarımı öyle kuvvetli sıkmışım ki, tırnak izlerim hala duruyor bakar mısın?” dedi Sevim. “Kendimi eğitmeye çalışıyorum ya, bazen öfkem alaşağı ediyor beni.” “Lütfen şu kanepeye uzan.” Uysal bir çocuk gibi dediğimi yaptı. “Ayaklarının arası altmış santim kadar açık kollarınsa kırk beş derece yanlara doğru açılsın, avuç içleri yukarı baksın. Nefesini kontrol etme, dikkatini nefes alışverişine verip gözlerini kapat lütfen!” Sol yanına bağdaş kurup oturdum, gece karası saçlarında geziniyordu ellerim. “Yüzünü yıkamadığın hiçbir şey su yerine geçmez, biliyorum ya, derin bir nefes al ve kendini yemyeşil bir dağın eteğinde düşle, orada kaynayan şırıl şırıl akan sudan avuçlarına al ve yüzünü yıka, birkaç kez. Öfkeli duygularının yedi kat yerin altına doğru gittiğini, suyun mis gibi havanın seni rahatlattığını düşle, imgele…” “Canım, biliyorsun kalbimiz sürekli yer çekimiyle savaş halinde, stresli olduğumuz zamanlar, sırt üstü yatınca, kalp beden seviyesinde olur, gevşeyip rahatlarsın. Alerjisi olanlar yüzükoyun yatıp, kollarını birleştirip üstüne başını koyar ve ayakları aynı açıklıkta uzanır, gevşerler.” “Bak canım, bağışlayıcılık kendimize vereceğimiz en güzel armağan değil mi? Yaşam en güzel armağan değil mi? Aklımızın kapılarını kapatıp, öfke patlamalarının bizi esir almasına izin verirsek, bedenimize yapacağı olumsuz etkileri düşün.”

“Kayseri’de Cemil Baba adında ayakkabı boyacısı vardı. Bazen isteyene mavi boncuk verirdi. Bazen de yalvarsanız vermezdi. Cemil Baba’dan mavi boncuk almak şans getirir derlerdi. Kimisi onu ermiş gözüyle görürdü. Mezarında “Âlem iyi olsaydı, bağ duvar istemez, kapı anahtar” diye yazılı. Âlem Cemil Baba’nın dediği gibi olsaydı, belki daha az üzülürdük ya, devir değişti” “Akıl

kapıları

kapatılınca,

insanlar,

hiçbir

şeyi

sorgulamıyor, ön yargılılar, kaba, kırıcı, sinirliler; yanlışlıklar karşısında tepkisizler. Adam sendecilik almış yürümüş.” “Öfkelenmekte haklısın ya, unut artık. Lütfen öfke kapılarını, gözlerini kapat, söylediklerimi uygulayarak düşünce biçimini değiştirerek zihnini yıkamaya başla lütfen.” “Müzik dinleyelim mi?” Başını usulca salladı Sevim, kalktım yanından. “Yunuslar” ezgisi yayılınca ortalığa, Sevim’in zihninin huzuru kucakladığını yüzünden okuyordum.

“En uzak mesafe ne Afrika’dır Ne Çin, ne Hindistan, Ne seyyareler Ne de yıldızlar geceleri ışıldayan... En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir Birbirini anlamayan...”

“Atalarımız boşa dememiş, ‘Allah yaşlanınca tatlı dil versin.’

Can Yücel’e “muhteşem şiirin için teşekkürler” diyerek,

Seni üzen gerçeği öğrenmek için çaba göstermeyen arkadaşını düşünmeyi bırak. Heybenin delik tarafına

Geveze zihnimi susturmak sırası bendeydi şimdi…

35

GÜLIŞIĞI

“Bakıyorum da laf ebesi kesildin başıma.” dedi. “Canım, çoğu anadan atadan öğrendiklerim ben yaratmıyorum ya da uydurmuyorum ki…” dedim. Sonra anlatmaya başladım:


EVLENME OLGUSUNA FARKLI BİR YAKLAŞIM Metin RODOP Yazar

Soru: Böyle evlenilir mi?

SEYİR DEFTERİ

Cevap: İnsanlar bir şekilde tanışacaklar, ne fark eder? Soru: Bu kadar muhafazakar görünen insanlar, nasıl olur da televizyon programında, milyonlarca insanının önünde, yalvaran bir eda ile kendilerini, bu çaresiz ve monoton hayattan kurtaracak birilerini beklerler? Cevap: Hiçbir şey göründüğü gibi değildir! Her şeyden önce bu insanlar evlenmek uğruna gereğinde ne kadar kararlı ve cesur olabildiklerini göstermişlerdir. İsteklerini açık ve net bir dille ifade edebiliyorlar, lafı dolandırmadan sonuca odaklı bir eylem içindeler, bu anlamda samimi gözüküyorlar. Durumlarını dürüst bir şekilde anlatıyorlar, çoğu evlenip ayrılmış, çocukları olmuş ama yeniden bir aile kurmak veya yalnızlıklarını paylaşmak için oraya geliyorlar ve belki de mutlu olmayı birçok insandan daha fazla hak ediyorlar. İlgi çeken bir nokta ise gururlu ve maço kılıklı Türk erkeklerinin beğendikleri biri için telefonla yayına bağlanıp gerektiğinde herkesin gözü önünde ellerinde bir çiçek demeti ile stüdyoya gelip seni istiyorum diyebilmeleridir. Sonuçta bu insanlar, ülkenin küçük kasabalarında veya köylerinde, şehirlerin kenar mahallelerinde, evlerinde oturarak kısmetlerinin çıkmayacağını anlamışlar ve inisiyatif almayı öğrenmişler. Bana ilginç gelen ise bu programlarda kadınların beğenmedikleri erkekleri kırmadan, ama kimsenin aklına gelmeyecek müthiş hayal güçleri ile uydurdukları mazeretlerle reddetmeleridir. Mesela birisi, “Sen Ankara havası oynayamıyorsun o yüzden evlenmem.” demişti. Bir başka kız da, “Ben sarı renkten nefret ederim” ya da “14 Şubat’ta evlenmezsem evlenmem” diyordu. Bu insanların bir bölümü karşı cinsten tecrit edilmiş bir şekilde yaşamaya mahkum edilmiş, birlikte bir şeyleri paylaşma şansları olmamış, yalnız dünyalarında sürekli göz hapsinde tutulmuş ve erkeği beğendiğini ima ettikleri her durumda tehdit edilmişler. Ama şimdi belki aileleri dahi bu programlar kanalı ile çocuklarının mutluluğunu isterken, bir anlamda da günah çıkartıyorlar. Bu durum tam bir ülke panoramasını veriyor, kendimize şunu soralım, bu insanlar, bu masum ve saf kılıklı insanlar bu cesareti nasıl buluyorlar? Toplumun üst katmanlarında evlenmek olgusuna kutsal ve soylu atıflar yapılırken bu konuya, nasıl bu

36

kadar basite indirgeyerek yaklaşıyorlar? Sadece, “Emekli maaşın var mı?”, “Ne kadar?”, “Beni geçindirebilecek misin?”, “Evin var mı?” gibi çok sıradan gözüken ama bir o kadar da gerçekçi sorularla ideal partnerlerini arıyorlar. Bazen daha genç ve tahsilli olanlar kalplerinin seslerini dinleyerek birçok adayı geri çevirebiliyorlar. Ama çağımızda boşanma olaylarının artmasına bakılırsa sanki bu insanlar daha mantıklı davranıyorlar çünkü bir evliliği ayakta tutacak asıl unsurlara odaklanmışlar, hayal kırıklığına uğrama riskleri yok gibi... Görünüşe göre oldukça pozitif bir yaklaşım içindeki bu insanların davranışlarına farklı bir açıdan yaklaşmak da mümkün. Çünkü 1800’lere kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda da kentlerde köle pazarları kurulur ve buralarda savaşlarda veya korsanlıkla ele geçirilen yabancı kadınlar alınıp satılırdı. Bu kadınlardan güzel, akıllı ve tahsilli olanlar saraya, harem dairesine gönderilirdi. Türk olmayan bu kadınların bir bölümü daha sonra Osmanlı Devlet siyasetine yön verdiler... Buradaki durum ise biraz farklı... TV stüdyosuna gelenler kendi istekleri ile oradalar. En iyi şartları sağlayan, biraz da eli yüzü düzgün eş adaylarını sadece bir çay ya da kahve içme süresi içinde seçiyorlar. Aslında çoğu kadının aklında olanı direkt olarak söylüyorlar, kentli kadınlar bu işe biraz romantizm katıp, durumu biraz daha dolambaçlı hale getirip, kolay teslim olmadıklarını gösterme çabasındalar ama burada zaman kısa çabuk karar vermek önemli, herkes birbirine lafı uzatma da-sadede gel deme telaşında. Sanki bu işi bu kadar abartmayalım der gibiler. Kim bilir belki biraz daha düşünme payı olsa kimse evlenmeyecek zaten, bu durumda boşanma opsiyonu açık... Bir kumar mı? Belki...Şans mı? Kim bilir? Hayatta kalmanız bile şans zaten bu ülkede...


HÜZÜN MEVSİMİ Ekim gelince her şey değişmeye başlar. En sevimsiz iş ise yazlıkları kaldırıp hırka ve gömlekleri, kapalı ayakkabıları çıkartmak... En sevdiğim giysiler tatil giysileri, mayolar ve terliklerdir. Çünkü onlar benim için keyif, özgürlük ve rahatlık ifade ederler. Hüzünlenirim onları bir dahaki sene kullanmak üzere kaldırırken. Yazın rehaveti biterken sosyal yaşam hareketlenir, çalışmalar, etkinlikler de başlar artık. Berran AYDAN TEMA Zonguldak Temsilcisi, Yazar

Yıllar önce kızım anaokuluna giderken bir şiir ezberlemişti:

İki gündür aralıksız yağmur yağmakta. Hava serinledi. Klasik deyişle “sonbahar, hatta kışa yaklaşma kendini iyice hissettirmekte...”

Sonbahar geliyor serçe, Yuvanı nereye yapacaksın? Ayva çiçek açmadan önce yağmurlarla ıslanacaksın. Halbuki sen ne kadar sıcaksın…

Sokağımızdaki çınar ağaçları kuruyan yapraklarını çoktan yollara dökmeye başladılar. Sebze bahçemizdeki bitkiler artık ürün vermiyor. Çiçeklerim keyifsizleşmekteler. Balkona çıktığımda poyraz yüzüme değiyor. Denizde kocaman dalgalar mendireğin arkasını ve karşı kıyıları dövmekte, köpükler saçılmakta bembeyaz. Limana girmeye çalışan gemiler bata çıka yol almaktalar. Yeni sildirdiğim camlarım yağmur damlalarıyla iz oldu. Gökyüzünde lacivert bulutlar küme küme... Gri renk her yere hakim bugün… Tüm bunlar insana hüzün veriyor. Sonbahar da geçmekte, ardından kış gelecek duygusu… Tabi ki yağmurlar yağsın, toprak suya doysun, ama güneş de açsın peşinden ne olur. Zira ışık insana farklı bir enerji vermekte... Oysa bu yaz aşırı sıcaklardan nasıl da bunalmış, daralmış, hava bir serinlese diye beklemiştik. Eh, insanoğluna yaranılmıyor. Sıcak olsa şikayet ediyoruz, serinlese kış geliyor paniği yaşıyoruz... Küresel ısınma daha doğrusu küresel iklim değişimi nedeniyle artık mevsimleri de bir garip yaşar olduk. Yaz ortasında fırtınalar, kasırga ve seller; kışın bahar gibi havalar, yanılıp açan meyve ağaçları; karsız geçen kışlar, eriyen buzullar… Mevsim normali diye bir şey kalmadı. Elbirliğiyle iklimleri, dolayısıyla doğal dengeyi mahvettik. Etme bulma dünyası… Ben aslında Eylül ayını çok severim. Güneşin etkisini azalttığı ama gene de ılık geçen günleri, okuldan çıkan çocukların cıvıltısını, boşalan sahillerde güneşli bir günde uzanıp keyif yapmayı, av yasağının bitişiyle tezgahlardaki balıkların ışıltısını, kocaman balıkçı teknelerinin gün batımında peş peşe denize açılışlarını izlemeyi, gece lüfercilerin yansıyan ışıklarını, bulutlar nedeniyle her akşam farklı kırılmalarla doyumsuz tablolar oluşturan akşam güneşini severim. Hele de Pazar yeri bir alem olur. Ne bolluk ne bereket olur köylü ser-

Bu aylarda aklıma hep bu dizeler gelir, hüzünlenirim. Ve nedense ayrılıkların ve kırık kalplerin mevsimi gibi gelir hep sonbahar. Hani der ya şarkıda: ‘Her sonbahar gelişinde, sarı sarı yapraklarla, kuru dallar arasında sen gelirsin aklıma’ diye… Sonbaharın en sevdiğim yanı ise ağaçların yapraklarının kurumasıyla sarı, kırmızı, turuncu renklere boyanan doğadır. Hele kayın, çınar, Japon akçaağaç: muhteşem renk alırlar. Bir de kırmızı rengiyle çarpıcı bir hal alan Amerikan sarmaşığı. Doğa tutkunlarına Ekim sonu ve Kasım başları için iki gezi önerim olacak. Belki de gördünüz ama tekrar gitmeye değer bu günlerde: Yedigöller ve Yalova Samanlıköy’deki Karaca Arboratum. Sonbaharda yeşilin arasında sarının ve kırmızının her tonuyla muhteşem olurlar. Yedigöller’de renklerin suya yansıması, yerdeki yapraklardan oluşan halı, nemli toprak kokusu, çeşit çeşit mantarlar… Karaca Arboratum’u daha önce yaz aylarında görmüştüm. Bu yıl ekim sonunda TEMA toplantısı için Yalova’ya gidince tekrar gittim. Arboratum’un kurucusu Hayrettin Karaca orayı ziyaret için hep sonbaharı önerirdi. Haklıymış. Görüntü muhteşemdi. Toprak Dede’nin kendisi de oradaydı. Bir kişinin çabasıyla böyle bir ortamın yaratılması gerçekten çılgınlık ve de büyük başarı. İstanbul’dan ulaşım çok kolay... İDO’yla Pendik veya Yeniköy’den bir saatte ulaşabiliniyor. Aslında her mevsim güzel... Önemli olan güzel yanları ortaya çıkartıp keyif alabilmek... Moda deyişle ‘olumlu düşünmek’, sahip olduklarımızın kıymetini bilip, fırsatları değerlendirerek yaşantımıza renk katan anları yakalayabilmek ve bunları sevdiklerimizle paylaşabilmek… Aslında, hüzün bile güzel… Hoş geldin Sonbahar!

37

BERRAN’CA

gisinde: Hem yaz sebze ve meyveleri hem kışlıklar bir arada olur; cevizler, kestaneler başrolde... Ama pırasa ve lahanalar moralimi bozar kış geliyor diye.


ÇOCUKLAR VE UFOLAR

EVRENDE ZEKİ HAYAT

Selman GERÇEKSEVER Emekli Öğretmen ve Yazar

27.Nisan’83 tarihli Michigan’da çıkan ‘Exponent’ isimli gazetenin haberine göre, Michigan’lı iki çocuk birlikte bir UFO gözlemi yapmışlar; ayrıca, acayip ve çok korktukları bir yaratık görmüşlerdi. Çocukların, gözlemleriyle ilgili ifadelerinin alınmasında; adı geçen gazeteden Holy COGAN’ın yanısıra, Michigan Üniversitesinden (aynı zamanda bir UFOlog olan) Ron WESTRUM da hazır bulunmuştur. Adlarının açıklanması ana-babaları tarafından istenmeyen iki çocuk; gözlemlerini yaptıkları o gece (29.Aralık’81) evlerinin arka bahçesinde kartopu oynamaktaydılar: Başlarının üzerinde; hem bir ses, hem de ışık fark ettikleri zaman; doğal olarak, önce onun bir uçak olabileceğini sanmışlardı. Fakat sonradan gözlemleriyle ilgili çizdikleri resimlerden, çay tabağına benzeyen objenin; altından kırmızı, üst kısmından da yeşil ışıklar çıktığı anlaşıldı. Çocuklar buna, ilk anda aldırış etmeden oyunlarını sürdürmüşler ama, oyun sırasında oradan oraya koşuşurlarken, bir tümseğin üzerine çıktıkları zaman, kendilerini çok korkutan (yine kendi ifadeleriyle acayip bir ‘yaratık’ ile karşılaşmışlardı. İnsanımsı (humanoid) görünümde olan bu ‘yaratık’, onların tanımına göre, yaklaşık 1 metre boyunda ve az ileride bulunan çiti uçarcasına aşarak çocuklara doğru yaklaşmaya çalışmıştı. Bu sırada çocuklardan biri kaçabilmiş ama ötekisi sanki olduğu yerde donakalmıştı. Bu hareketsizlik, insanımsı varlıktan dolayı mı, yoksa o sırada havada asılı gibi duran ışıklı objeden dolayı mı, bu anlaşılamamıştır. Bununla birlikte, az sonra bu çocuk da kaçmayı başarmış ve ikisi birlikte evlerine kadar koşarlarken arkalarına baktıklarında, o varlığın hala kendilerine doğru gelmekte olduğunu görmüşler ve daha fazla zaman yitirmeden eve dalmışlardı. İçeri girer girmez pencereye koşan çocuklar, dışarı baktıklarında; o acayip varlığın bahçenin kenarında durduğunu ve elinde bulunan (elfenerine benzer bir cihazdan) çevreye ışık yayıldığını görmüşlerdi. Varlık (çok geçmeden, olduğu yerde) sanki ekseni etrafında bir tur atarak geri dönmüş ve geldiği yöne doğru hareket etmiştir. İşte o sırada çocuklar net olarak, insanımsı varlığın ayakları yere değmeden hareket

38

ettiğini anlamışlardı. Bunlardan ayrı olarak çocuklar, onun başının; bir greyfurttan daha büyük olmadığını ve yüz hatlarını hiç fark etmediklerini de ifadelerine eklemişlerdir. Çocukların ana-babaları ve yakın akrabaları; olaydan sonra, onları çok korkmuş ve yüzlerinin renginin kaçmış olarak bulduklarını ifade etmişlerdir. Ayrıca, çocuklar olaydan sonra da, gece kâbusları görmüşler ve bir süre psikolojik rahatsızlıklardan şikayet etmişlerdir.(1) ----oooo0oooo---“Uçak değildi, baba! O bir UFO’ydu...” Evet, babasıyla birlikte o ışıklı objeyi gördükleri zaman, 9 yaşındaki Joanan böyle tepki vermişti. Olayı Joanan’ın babasının ağzından dinleyelim: “O akşam Joanan yanıma gelerek, Cygnus ve Lyra takım yıldızlarının yerlerini sormuştu bana. Hava güzel olduğu için, dışarı çıkarak, bu takım yıldızların yerlerini gökyüzünde göstermenin daha uygun olacağını düşündüm. Dışarı çıktık, Cygnus ve Lyra’nın nerede olduklarını bulmaya çalışırken, 1 dk. bile geçmemişti ki, Joanan bana UFOlar’a inanıp inanmadığımı birden sordu. Kaşlarımı kaldırarak, bunu bana böyle birden niçin sorduğunu sordum. Benim, hemen hemen sürekli olarak ‘UFO Magazine Dergisini okumakta olduğumu’ söyleyerek, ardından ekledi: ‘Joram ve ben dün akşam parlak bir ışık gördük, uçağa falan ait olmayan bir ışıktı o... Havada birden asılı gibi kaldı ve sonra birden gerisin geriye giderek kayboldu.’ Olmaz öyle şey, diye tepki verdim, otomatik olarak. ‘O, uçak değildi, bir UFO’ydu o!’ diye karşılık verdi Joanan. O akşamdan sonra, birçok yıldızlı yaz geçesini çoçuklarla birlikte bahçede geçirdik ama Joanan bir daha ‘UFO Magazine’den sözetmedi. Aradan aylar geçtikten sonra, bir sabah beni (7’de uyandırarak), internettte ‘UFO Plaza’ya bakmamı istedi. ‘Benim gördüğümün aynısını başka biri daha görmüş galiba...’ diye de mırıldanıyordu. ‘UFO Plaza’da, Zwolle adlı bölgeden gönderilen bir UFO Raporunda, Joanan’la aynı akşam ve dakikada yapılan bir gözlemin kaydı bulunuyordu. Uyku mahmurluğum tamamen gitmiş olarak Joannan’ın gözleminin doğruluğunu kabullenmekten başka yapacak bir şeyim kalmamıştı ve başını okşayarak, ‘Haklıymışsın, evlat!’ dedim.” (2) (1) (2)

The News World, UFO eki, 28 Ağustos’82 UFO Magazine Dergisi, Şubat’04


SEVCAN BİRGÖREN (Ressam ve Seramik Sanatçısı)

olan Artİst İstanbul Sanat Fuarı’nda Sevcan Hanım’la tanışabilirsiniz. Yaklaşan sergileri: Sevcan Birgören Atölye Sergisi Sergisi 16 -30 Kasım arasında www.lebriz.com da yayınlanacak. Ayrıca, İstanbul Basın Müzesi Sergi Salonunda 13 - 31 Aralık 2010 tarihlerinde ise kişisel resim – seramik – heykel sergisi gezilebilinir. 1964- Bulgaristan´ın Pazardjik (Plovdiv, Filibe) şehrinde doğdu. Bale, müzik, piyano, resim eğitimi aldı (oyma baskı teknikleri - gravür atölyesinde çalıştı), edebiyata ve şiire ilgi duydu. Resim, çini ve seramikte figür, hareket ve renklendirme tekniklerini araştırdı, yurt içinde ve yurt dışında birçok sanat yapıtını görme, inceleme imkanı buldu, özel çalışmalara katıldı. 1995’te

ilk atölyesini kurdu. 1999- Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünce Türk Plastik Sanatlar alanında hizmet vermiş sanatçılar arşivine alındı. 2000 - 2005- Ankara Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi, Güzel Sanatlar Bölümü’nde ´özel öğrenci´statüsünde eğitim aldı. Burada resim ve seramik atölyelerinde Ahmet N. Özsalar’ın öğrencisi oldu, aynı zamanda hocası ile özel atölye çalışmalarını aralıksız sürdürdü, projelere katıldı, sergilerde yer aldı. Yaklaşık beş yıllık eğitimi süresince seramik heykel ve pano çalışmalarında öncelik kazandı, elle şekillendirme ve renklendirme tekniklerini benimsedi. Soyuttan gerçeküstüne uzanan bir anlatımla üç boyutlu özgün yapıtlar gerçekleştirdi, yapıtın oluşum sürecini yazılarında yorumladı, sanatçı ilk hikaye kitabının hazırlığı içerisindedir. 2007- “5000 Yıldan Bugüne Anadolu Çömlekleri” proje dahilinde Bilkent Üniv. Güzel Sanatlar Böl. öğrencileri ile Kınık-Selim Çolak seramik atölyesinde çalıştı. 2010- Avangart Kadın Dergisi Kültür-Sanat yazarı. Çalışmalarına İstanbul, Ankara ve Kınık atölyelerinde devam eden sanatçı, 2003 yılından bu yana Atölye çalışması- Workshop Sergileri ve son dönem proje, sergi ve etkinlik programlarını Cengiz Ünlü (HorHor Sanat Galerisi - Galeri Artist HorHor) ile sürdürmektedir. Sanatçı Kültür Bakanlığı Devlet Güzel Sanatlar Galeri-

39

KÜLTÜR - SANAT

Bu ay sizlere köşe yazarımız, değerli sanatçı Sevcan Birgören’i tanıtmak istiyoruz. Sanatla iç içe, sanatla dopdolu bir yaşam öyküsü bu. Bizler onun aramızda olmasından, deneyim ve bilgilerini bizim aracılığımızla sizlerle paylaşmasından mutluluk duyuyoruz. Dileriz bir gün yolunuz onun sergilerinden geçer, rengarenk ve zengin sanat dünyasının konukları olursunuz. Arzu ederseniz Kasım ayı başındaki İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’yla aynı anda gerçekleşmekte


Kadın insanlığın mimarıdır - Eteğinin etrafındadır bugün ve yarın - Dünya onların olsa - 70x180cm Tuval Üz.Yağlıboya - 2008

si, Ankara Çankaya Belediye Sanat Galerisi, Ankara Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü sergi salonunda, özel galeri ve Uluslararası Kültür Etkinliği’nde karma ve kişisel sergilerle yer almıştır Etkinlikler 1997- Uluslararası Kültür Etkinliği-İstanbul 2003-2009-BrainArt Studio-Workshop 2007-Kınık Workshop 2009-A.N.Özsalar Atölye Çalışması-Bilkent Üniversitesi--Ankara

Art Studio-resim 2006 Sevcan Birgören Atölye sergisi-SevanArt Studioseramik heykel 2005 Sevcan Birgören Atölye Sergisi - seramik 2005 Sevcan Birgören Atölye Sergisi - resim 2003 Sevcan Birgören Atölye Sergisi - seramik 2003 Sevcan Birgören Atölye Sergisi - resim 2000 Ankara Mesa Plaza, Sanat Galerisi-Ankara-resim 1998 Kültür Bakanlığı Bolu Devlet Güzel Sanatlar

2010-Sevcan Birgören ArtStudio- TiranaAlbania 2010-A.N.Özsalar Atölye Çalışması-Bilkent Üniversitesi-Ankara 2010- Çağder Sanat Etkinliği-Sergi- Bodrum Online Sergilerden Bazıları 01.10.2009 Sevcan Birgören - Atölye Sergisi 01.05.2008 Sevcan Birgören - Atölye Sergisi Kişisel Sergilerden Seçmeler 2009 Sevcan Birgören Atölye Sergisi-Lebriz 2009 Sevcan Birgören Atölye Sergisi -BrainArt Studio-İstanbul 2008 Sevcan Birgören Atölye Sergisi Lebriz 2008 Sevcan Birgören Atölye Sergisi-BrainArt Studio - İstanbul 2007 Sevcan Birgören Atölye Sergisi-ÖB Tıp Merkezi - seramik 2006 Sevcan Birgören Atölye Sergisi-Sevan-

40

Seramik Heykel Üzümlü Kadın - 13


Galerisi sergi salonu - resim Karma Sergilerden Seçmeler 2010 ART & ARTİST 2010-- İstanbul Deniz Müzesi Sanat Galerisi- İstanbul 2010 Beyoğlu Çağder Sanat Galerisi-İstanbul 2010 Ankara Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar -Seramik - Ankara 2010 Çağder Sanat Etkinliği - Bodrum 2010 ART & ART 2010 İstanbul - Basın Müzesi- Sanat Galerisi İstanbul 2010 Art Gallery Taksim - İstanbul 2010 Art Gallery Taksim - İstanbul 2009 Denizatı Sanat Galerisi - Beyoğlu - İstanbul 2009 Cumhuriyetin 86 Yılında 86 Cumhuriyet Sanatçısı -The Madison Otel Sanat Galerisi-İstanbul 2009 Türkiye Ressamlar Derneği Sanat Evi- Beyoğluİstanbul 2009 Ankara Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü Sergi Salonu - seramik - Ankara 2009 AbrSanat Galerisi- İstanbul-resim-seramik heykel 2009 “Ressamın Günlüğü” AbrSanat Gal.- Nişantaşıİstanbul-resim-heykel 2009 AbrSanat Galersi--İstanbul-resim-seramik heykel 2009 “Renklerin Çağrısı” AbrSan. Galerisi-Nişantaşıİstanbul-resim-seramik

tual üzeri yağlı boya - Üzümlü Kadın serisinden tamamlanmamış

2008 “Düş ve Gerçek” Abra Sanat Galerisi-resimİstanbul 2004 Ankara Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Böl. sergi salonu, seramik

2009 “Armağanlar-2” Abr.San. Galerisi-İstanbul-resim

2003 Ankara Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü sergi salonu öğr. serg. seramik - Ankara

2009 “Armağanlar-1” Abra Sanat Galerisi - İstanbulresim-seramik

1997 Uluslararası Kültür Etkinliği Bulgaristan Cumhuriyeti Başkonsolosluğu, İstanbul, resim

2008 Horhor Sanat Galerisi- Galeri Artist Horhorİstanbul

1996 Ankara Çankaya Belediye Sanat Galerisi, resimAnkara

2008 “Gün Işığı” Abra San.Gal.-İstanbul

1996 Kültür Bakanlığı Devlet Güzel Sanatlar Galerisi Resimlerle Atatürk Sergisi - resim

2008 Abra Sanat Galerisi-Nişantaşı- İstanbul-resim 2008 Kolleksiyon Sergi Abra Sanat Galerisi -İstanbul 2008 “İz Bırakanlar” Abra Sanat Galerisi-İstanbul 2008 “Rüzgarla Gelen” Abra Sanat Galerisi-resimİstanbul

1995 Kültür Bakanlığı Devlet Güzel Sanatlar Galerisi sergi sal. resim http://www.sevcanbirgoren.com http://lebriz.com/pages/artist.aspx?artistID=552&se ction=100&lang=ENG&bhcp=1

41


TIBBİ BİTKİLERİ DOĞRU KULLANMA REHBERİ (Pratik Yöntemlerle Doğal İlaçlar)

KİTAP

kurutulması ve saklanması; üçüncü bölümde tıbbi bitkilerden çay, tentür, yağ ve merhem hazırlama yöntemleri; dördüncü bölümde Anadolu’nun çeşitli yörelerinden derlediğimiz halk ilaçları tarifleri ve doğal boyama yöntemleri; beşinci bölümde ise rehber olarak faydalanabileceğiniz bilgiler yer alıyor.

Nazım TANRIKULU Tıbbi Bitkiler Teknikeri

www.nazimtanrikulu.com

Bitkilerin değerlendirilmesi ile ilgili, her kesimden insanımızın kolayca anlayabileceği, bilimin süzgecinden geçmiş bilgiler içeren, Türkçe yazılmış pratik bir el rehberi bulunmaması; bitkilerin değerlendirme yöntemleri ile ilgili bilgilerin birbirini tekrardan öte geçmemesi sebebiyle, doğru ve pratik bilgilerin paylaşıldığı bir kitap hazırlama gereği duyduk. Bu kitapta, mümkün olduğunca teknik terim kullanmamaya çalıştık. Yer verdiğimiz bazı teknik terimlere de anlaşılabilir karşılıklar verdik. Kullanmak zorunda kaldığımız teknik terimler için son bölümdeki sözlük oluşturulmuştur. Bitkilerin Latince adlarını özellikle yazdık. Araştırma yapabilmemiz için Latince adını bilmek çok fayda sağlıyor. Çünkü her bitkinin tüm dünyada ortak kullanılan tek bir Latince adı oluyor. İlki cins adı, ikincisi de tür adını belirten; iki kelimeden oluşan bu Latince isimde başka bir bitki olmuyor. Diğer dillerde ise aynı bitki, yörelere, hatta yakın köylere göre bile farklı isimlerle anılabiliyor. Bitki adlarının etimolojisine de dikkat etmemiz faydalı oluyor. Yerel adı, yaygın ulusal adı ve Latince adı; bitkinin şekli, kullanım alanı gibi konularda bize ipucu veriyor. Araştırma çalışmalarımızda yol gösterici oluyor. Pratik bir “rehber” olarak düşünülen kitabımız, beş ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde tıbbi bitkilerin yetiştirilmesi; ikinci bölümde toplanması,

42

Kitapta tıbbi bitkilerin değerlendirilmesiyle ilgili, yaygın olarak merak edilen kullanım yöntemlerini de örnekleriyle açıkladık. Bu kitapta yer almayan hazırlama yöntemleri de var elbette. Konunun geniş olması sebebiyle, önemli konular dâhilinde mümkün olduğunca herkese yararlı olabilecek belirli bir çerçeveyle sınırlı tutmaya çalıştık. Kitabımızın konuyla ilgili herkese faydalı olması en büyük temennimizdir.


üreticiler harıl harıl bu konuyu tartışıyor. Başta Almanya, Avusturya, Fransa ve İsviçre Eko-Teks 100 ürünlerinde bu standardı uyguluyor. Bu iyi bir gelişme olmakla birlikte, tekstilde iç pazara ilişkin bir kontrol mekanizması olmadığı için, yurtdışına ekolojik ürünler gidiyor, iç pazar ise bilinçsiz ve denetimsiz ürünlere boğuluyor. Aynur SEZGİN Tasarımcı ve Stilist

Tekstil ürünlerinde kullanılan kanserojen etkili boya ve kimyasallar, ter yoluyla vücuda nüfuz ediyor. Avrupalı firmalar Türkiye’den Eko-Teks 100 sertifikası olmayan ürünleri almıyor, oysa iç piyasada böyle bir talep yok. Türkiye, son yıllarda yoğun olarak gıda güvenliğini tartışırken, bir başka büyük tehlike sessiz sedasız sağlığımızı tehdit ediyor. İç piyasada satılan ama çoğu yurt dışından ucuza getirilen bazı tekstil ürünlerindeki kanserojen etkili azo boyar maddeler, alerjik kumaş boyaları ve kumaşın terbiyesi ya da son işlem sırasında kullanılan ağır metal içeren maddeler, üzerinize giydiğiniz gömlekle, tişörtle terleme yoluyla insan vücuduna giriyor ve birikerek DNA üzerinde etkili oluyor. Bu etki bağışıklık sistemini etkileyerek kanseri fişekliyor. AVRUPA SORUNU NASIL ÇÖZDÜ: Bizler, “yediklerimiz ne kadar güvenli’’ sorusunu daha yeni sormaya başladık. Ama giydiklerimizin ne kadar güvenli olduğu sorusuna yabancıyız, oysa birçok Avrupa ülkesinde tüketiciler, bu gömlek alerji yaptı. Bu kazak egzamaya neden oldu diyerek, markalar aleyhine açtıkları davalardan büyük tazminatlar kazanıyorlar. Bu da üreticinin kendince ucuz ama kalitesiz ve sağlığa zarar veren ürünleri imal etmesi açısından büyük bir caydırıcılık taşıyor.

İhracatçıyı Avrupa terbiye etti, ama iç pazar denetimsiz ve sağlıksız ürünlerle dolu, bu durumda görev, tüketiciye düşüyor, bazı boyahanelerde boyanan tişörtlerde, eğer giyildiğinde, renk veriyorsa, plastik boyalar kullanılmışsa, bilinmesi gerekir ki, kullanılan ucuz tekstil boyası kanserojendir. Zeytinburnu’nda 1–2 dolara boyanıp, Mahmutpaşa’da satılan bazı ürünlerde denetimsiz olması nedeni ile yüksek oranda tehlike içermektedir. Ayrıca, Uzakdoğu’dan gelen ucuz tekstil ürünlerinde de aynı zararlı etkiler, kanserojen özelliği dikkat çekici boyutlarda tespit edilmiştir. 2004 yılı başlarında, Hindistan ve Çin’de üretilmiş çok sayıda numune, Türkiye’deki laboratuarlarda incelenmiş ve yüksek oranda kanserojen içeren azo boyar maddelere rastlanmıştır. Bu denetimsizliğe son vermek için, yapılacak en uygun işlem; iç piyasaya da denetim ve güvenlik sertifikası sağlamak olacaktır. Aynı zamanda tüketicinin de bilinçli ve dikkatli olması, ucuz ve güzel görünen her ürünü almaması gerekmektedir.

Avrupalı hazır giyimciler, itibar ve para kaybına neden olan bu sorunları önlemek için üretim yaptıkları firmalardan her gün daha fazla garanti istiyor. Avrupa ve ABD’deki büyük perakende zincirlerinin, ithal ettikleri tekstil ürünlerinde aradığı “Eko-Teks 100’’ kriterleri, Türkiye’deki tüketiciler tarafından bilinmiyor ama Avrupa’nın en büyük tekstil tedarikçisi olan Türkiye’de

43

MODA

TEKSTİL ÜRÜNLERİNDE TEHDİT EDEN KİMYASALLARA DİKKAT


GEZİ

MALDİVLER

Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR Emekli Fizik Öğretim Üyesi, Yazar

Maldivler Mercan Adalarından Oluşuyor Maldivler’de kendinizi bir belgeselin ya da reklam filminin içinde hissedebilirsiniz. Mavinin tüm tonları, en çok da “Bodrum mavisi” dediğimiz renk, mercan adalarını sarmalıyordu. Mercan kırıntılarından oluşan beyaz kumlu plajdan turkuaz renkli denize yürüyüp mercanların üzerinde yüzmek cennette gezinmekten farksızdı.

Resim 1. Maldiv mercan adalarından birinde turistik tesisler. Üzerinde masmavi renkler hakimken denizin içinde farklı güzellikler keşfedebiliyordunuz: Mercanlar rengarenk olabiliyordu.

44


Resim 2. Giravaru adasında bir plaj. Kalsiyum karbonattan oluşan Mercanların iskeletlerinin kırıkları kumların bembeyaz olmasını sağlıyor.

Resim 3. Ölü mercan iskeletleri yığılarak yapılmış bir set.

45


Malé Adası

Resim 4. Malé adasında oldukça yüksek binalar vardı. Büyük bir ada olan Malé aynı zamanda başkentti. En çok büyük binası olan adaydı. Egzotik giysiler, pareolar, deniz malzemeleri, ihtiyaç maddeleri satan, çok sayıda dükkanı barındıran biraz düzensiz çarşısı bizim çarşılarımızı andırıyordu.

Resim 5. Malé adası meyva pazarında Malé’li satıcı.

46


Resim 6. Pazarda satılan tropik meyveler.

Resim 7. Malé adasında balık pazarı ve satıcısı. Meyve pazarı, balık pazarı turistlerin ilgisini çeken noktalardı. Sabah erken saatlerde Malé limanından kalkan ve işe giden Maldivliler’i taşıyan motor Üsküdar’dan kalkan motorları anımsatıyordu.

47


Resim 8. İskelede demirlemiş çamaşır asılı motorların görüntüsünden balıkçıların burada yaşadığı anlaşılıyordu.

Resim 9. Mehdu Ziyaarath, Malé adasının belki de en ilginç binasıydı; 1153 yılında yapılmıştı

48


Ortalama yükseklik bir buçuk metre Motorla gezerken dünya coğrafyasının garip bir bölgesinde bulunduğumuzu algıladık: yanından geçtiğimiz adaların hiçbirinin doğal arazisinin denizden fazla yüksek olmadığını görüyorduk. Hiçbir tepe, yokuş, iniş, çıkış bulunmadığını, ancak yüksek yapıların görüntüyü değiştirebildiğini fark ettik. Mercan artıklarından oluşan ilginç toprağın denizden ortalama yüksekliği bir buçuk metre olduğunu öğrenerek şaşırdık; adalar denizden en fazla 2 metre yükseklikte olabiliyordu. Adalardan birinde bulunan maksimum yüksek nokta 2.3 metreydi. Arazinin yüzde sekseni bir metrenin altındaydı. Böyle 1190 ada vardı. Mercan adacıkları zincir biçiminde dizilerek 26 adet atol oluşturuyorlardı. 2004’de Hint Okyanusundaki depremin ardından oluşan tsunami, adalardan iki tanesini yok etmişti. Dolayısıyla daha eski kayıtlarda ada sayısı 1192 olarak görülüyordu. Tsunami, adaların birçoğunda ne var ne yok süpürdüğü için Maldivler’de tapu kadastro sorunları ortaya çıkmıştı.

Resim 10. Giravaru adasında bir turistik tesis. Farklı işlevi olan adalar Mercan yükseltilerinden oluşan adalarda tarım yapabilmek, tropik meyveler, sebzeler yetiştirebilmek için başka yerden toprak getirmek gerekiyordu. 200 adada sürekli yaşayanlar vardı. Malé adası başkent, Hululé adası havaalanı olarak kullanılıyor, bir başka adada sadece sanayi tesisleri bulunuyordu.

49


Resim 11. Günbatımında sanayi adasının silueti. Balıkçı köyü olarak kullanılan adalar da vardı. 80 ada turizme ayrılmıştı. 2010’da ancak 400,000’e yakın olan nüfusuyla Maldivler Asya’nın en küçük ve en tenha ülkesiydi. Maldivler’in en büyük geliri 1970’lerden beri turizmdi. İkinci sırayı balıkçılık alıyordu. Maldivler’in yok olma korkusu Deniz seviyesi son 100 yılda 20 cm yükseldiği için Maldivliler’in en büyük korkusu okyanusun yükselmesiyle adaların batma tehlikesiydi. Halkın gelecekte göçebe duruma düşmemesi için devletleri, turizm gelirinden ayrılan bir payla Hindistan, Sri Lanka ve Avustralya’da arazi satın alıyordu. Maldivler’den ayrılırken bu düşünce bize de bulaşmıştı; Uçağa binerken biz turistler okyanusun fazla yükselmemesini diliyor ve bu mavi cennetin bir gün yok olabileceğini düşünmek istemiyorduk.

50


Resim 12. Arazi yüksekliğinin 1 metre kadar olduğu adalardan bir görüntü.

Resim 13. Maldivleri gösteren bir pareo.

51


YOGA - AYURVEDA

SU: GÖKLERDEN GELEN ŞİFA

Hema PATANKAR Yazar

Bizimle ilgilenen garson, “Size bir bardak taze yağmur suyu sunabilir miyim?” diye sordu. Güney Avusturalya’daki Adelaide tepelerinin yükseklerindeki taze havanın ve bereketli tarım alanlarının ortasına kurulmuş bir organik restorana varmıştık. Garsonun teklif ettiği su, bir gün önceki yağmurda özenle biriktirilmiş ve temiz kaplarda muhafaza edilmişti. Bardaktaki yağmur suyunu içmek çok heyecan vericiydi ve susuzluğumuzu dindirmekten çok daha öteye geçti. Bu daha önce tattığımız hazır sulardan ya da musluk sularından çok farklı bir deneyimdi. Tarihi Ayurvedik yazıtlarında tarif edilen en saf su kaynağının, canlı bir örneğini içiyorduk. Ayurveda bilginleri bu saf yağmur suyuna; kaynağı kutsal olan ve göklerdeki yolculuğunun onu güneş ışığı, ay ışığı ve rüzgârla birleştirdiğine inandıkları; çok saf ve iyileştirici etkisi olan, Samanyolu’ndan gelen, gece gökyüzündeki ışık nehrinden akan anlamlarında olan Gangambu ismini verirler. Ayurveda bilgini Vagbhatta, bu saf yağmur suyunun yere değmeden önce biriktirildiğinde, canlandırıcı ve doyurucu etkisi olduğunu ayrıca, ruhu ve bedeni yenileyip, zihni açtığını söyler. Bu yağmur suyunun gizli bir tadı vardır, hafiftir, hazmı kolaydır, soğutulmamasına rağmen serinleticidir ve saf, öz bir tadı vardır. Ruhsal kaynaklı olarak gelişen Ayurveda bilimi insan vücudu ve doğasıyla; birey ve kutsal arasındaki ilişkiyi sorgulamakla meşgul olmuştur ve bu içsellerden sağlık adına, ruhu kavrayış adına, maddi başarı için nasıl faydalanabilir diye merak etmiştir. Klasik Ayurveda, muhtemelen dünyanın bildiği en kapsamlı ve derin sağlık hizmeti olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda suya, hayat verici ve temizleyici özelliklerinden dolayı hürmet edilir. Gökyüzünden yağıp insanları, bitkileri ve hayvanları besleyip hayatı destekleyici özellikler

52

bahşeden su, gökyüzünden yeryüzüne iyileştirici armağanlar sunan bir araç olarak görülür. Tıpkı nehirlerin, önlerine gelen ne varsa denize taşıdıkları gibi; insan vücudu için de besinlerin dolaşımını sağlayan su da aynı görevi üstlenir. Su, şifalı bitkilerin iyileştirici etkilerini ihtiyaç duyulan yerlere iletir ve artığını da su yardımıyla uzaklaştırır. Hinduların kutsal kitabı Vedic’te su, duaların adakların, tövbelerin kutsanmanın taşıyıcısıdır ve fiziksel, zihinsel ve ruhsal arınmanın bir temennisi olarak ifade edilir. Ayurveda bilginleri, içme suyunun vücut, zihin ve ruh üzerindeki çeşitli etkilerini incelediler. Böylece suyun oluşumu sırasında havadaki topraktaki ve mevsimlerdeki değişikliklere; yağmur mu, dolu mu, kar mı ya da don olarak mı yağdığını; ayrıca Güneş’e, Ay’a ve belirli yıldızların etkisinde kalıp kalmadığını; bir yerden uzun sürede mi yoksa çabucak mı geçtiğini; dağ kaynaklarından mı, kıyı göllerinden mi yoksa yer altı kaynaklarından mı beslendiğini göz önünde bulundurarak; saklanma koşullarına bakarak, suyun özelliklerini detaylı bir biçimde araştırdılar. Bugünün kirletilmiş şehirlerinde yaşayan insanlar için kendi Gangambu’larını elde etmeleri mümkün olmamaktadır. Bu yüzden, Ayurveda değerli ve kişisel olarak kesin bir biçimde suyunuzu nasıl arıtacağınızı, saklayacağınızı, hazırlayacağınızı ve bizim yaptığımız gibi suyunuzu büyük bir zevkle nasıl içeceğinizi ayrıca suyun en şifalı ve sağlığa yararlı özelliklerinin nasıl ortaya çıkaracağınızı anlatan bir yöntem sunuyor. Sağlık bilinci olan insanların bugün sorduğu birçok soruya Ayurveda cevap vermektedir: Hangi suyu içmeliyim? Soğuk ya da sıcak olması önemli mi? Yemek yerken su içmeli miyim? Günde ne kadar su içmeliyim? Bitki çayı ve çorba, suyun yerini tutar mı? Sıradan içme suyumuzu zenginleştirecek ve sağlığa yararlı hale getirecek bazı kolay yöntemler mevcuttur.. Yogiler (Yoga yapan kişiler) Suyu Nasıl İçer? Gençliğimde ilk kez Hindistan’a gittiğimde, bir bardak soğuk su içtikten sonra suyun harareti almak ve sağlıklı kalmak için uygun olmadığını uzun uğraşlar sonunda keşfettim. Neden böyle olduğunu ise Muktananda Swami’nin manastırında öğrendim. Benim gibi


gençlere, her zaman içmekten hoşlandığımız buzlu suyun temiz ve filtrelenmiş olmasına rağmen, nasıl hazım sıcaklığımızın düşmesine sebep olup, yediklerimizi gerektiği gibi düzgün bir şekilde öğütülememesine ve bizde Hint yemeklerinin ishale ve şişkinliğe sebep olduğu gibi yanlış bir his uyandırmasına sebep olduğunu anlamamızı sağlayacak nasihatlerde bulundu. Muktananda Swami bize binlerce yıldır Yogiler ve Vaidyalar (Şifacılar) için uygulanmakta olan geleneksel ilmi öğretti: Midenizin yarısını yemekle, çeyreğini suyla doldurun ve diğer çeyreğini de boş bırakınız. Bu su da, yemek sırasında azar azar tüketilen suyla beraber her gün yemekle içilen çorba ve sulu sebzelerden karşılanmalıydı. Eğer yemeğimizi tam olarak hazmetmek, meditasyonda enerjik ve konsantre olmak istiyorsak, yemeklerden bir saat önce ve iki saat sonra bundan daha fazla su tüketmememiz için bizi uyarırdı. Bu öğreti sağlıklı yaşam için benim kılavuzlarımdan biri oldu. Ne Kadar Su Tüketmeliyiz? Sağlıklı yaşam sevdalılarının çoğu zaman merak ettiği sorulardan bazıları: Hepimiz günde sekiz bardak su tüketmeli miyiz? Yemeklerde ne kadar su tüketilmelidir? Diğer zamanlar ne kadar su tüketilmelidir? Ayurveda ilmine göre tüm bu formüllerin tek bir kişiye uygulanması mümkün değildir. Herkes için değişebilir. İçeceğimiz suyun miktarı bünyemize, mevsime ya da ağır bir iş yapıp yapmamamıza, direkt güneş ışığına, rüzgâra maruz kalıp kalmamamıza ve sağlık durumumuza göre değişiklik gösterir. Örneğin, sıcak havalarda daha çok susuzluk çekeriz, daha çok suya ihtiyaç duyarız. Fakat yağmur yağarken ve hava nemliyken, cildimiz daha çok su buharı tutar böylece vücudumuza daha fazla su sağlamak için su tüketmeye gerek kalmaz. Sıcak güneş altında ağır işlerde çalışırken, gölgede masada çalışan bir insandan daha fazla suya ihtiyaç duymanız normaldir. Yemeğinizde sulu sebzeler ya da çorba varsa, kuru ve daha fazla suya ihtiyaç duyan yiyecekleri tüketirken normalde içtiğiniz kadar su içmeye gerek duymazsınız. Bu, harici bir formülü işin içine katmaktan ziyade, susuzluğumuzu idare etmekle ilgili bir durumdur. Dikkatli bir şekilde gözlemeyi öğrenebilirsek, insan vücudunun şaşırtıcı derecede zekice, hızlı ve eksik-

siz bir biçimde temel ihtiyaçlarımızı, bizi uyararak bildirdiğini görebiliriz. Ayurveda, susuzluk, açlık ve dışkılama gibi doğal dürtülerden haberdar olmamızı ve tepkide bulunmamızı sağlayan sistemin üzerinde önemle durmuştur. Vücudumuzda su akışını sağlayan kanallar kendini yenilemeye ihtiyaç duyarsa, bunu damakta kuruluk hissiyle gösterir. Fakat genellikle dikkatimiz başka yerdedir ve bu uyarıyı göz ardı ederiz, ya da gerçekten yanmayı hissedene kadar bir şey yapmayız. Öte yandan, susayalım ya da susamayalım elimizde şişelerle gezip, durmadan su içmek gibi daha uç bir yolu seçeriz, çünkü her gün belli bir miktar su içmemiz gerektiğini düşünür ya da bir yerden, vücudumuzun ne zaman suya ihtiyaç duyduğunu bilemeyeceği gibi bir bilgi kulağımıza gelmiştir. Uzun süre susuz kalmak kesinlikle bayılmanıza ve başınızın dönmesine sebep olacaktır. Fakat vücutta haddinden fazla su tutmak da, hazım işlemini sekteye uğratıp kilo almanıza ve obeziteye sebep olacaktır. Aşırı su tüketimi, mukus üretiminde sorunlara yol açabilir, böbrekleri zorlar ve mesaneyi gergin bir hale getirir. Nasıl, zamanında yağan yağmurlar toprağı yeşerten, canlandıran, güzel kokmasını sağlayan bereketin bir vesilesiyse; çamurlu suların hastalıklara ve yıkıma sebep olduğu aşırı yağmur da sellere sebep olur. Tabii ki, aşırı yağmurun tanımı bir yerden diğer bir yere göre değişiklik gösterir. Örneğin, Maharashtra’nın geniş gözenekli kıyı ovalarına yağan muson yağmurları pirinç tarlalarını yeşertirken, hemen yakınındaki Bombay’da, yetersiz altyapı sisteminden dolayı korkunç sellere sebep olur. İnsan vücudunda da durum aynı bu şekildedir. Bir kişinin sağlığına yararlı olan su tüketimi diğer bir kişi için yetersiz ya da aşırı olabilir. Suyla olan duygusal ilişkimiz de eskilere dayanır. Denizi izlemenin keyfini, akan bir suyun yanında oturma fikrini, bir gölden hissetliğiniz huzuru düşünün. Suyla olan içsel bağlantımızı da fiziksel bir zemine dayandırabiliriz. Sıcak Su: Mükemmel Bir Arkadaş Uygun içme suyu ne kadar sıcak ya da soğuk olmalıdır diye bir soru karşımıza çıkmaktadır. Bu soru Ayurveda’nın temel kavramlarından birinin anahtarıdır. Ne zaman Ayurveda öğretmenim, Shunya Pratichi Mathur’un yanına gitsem, bana verdiği ilk şey bir bardak sıcak su olurdu. Bu su sadece tazeleyici

53


bir etkiye değil aynı zamanda çevre yolundaki trafik keşmekeşinin ardından sakinleştirici ve hazmı uyarıcı bir etkiye de sahipti. Öğrencisi olarak bana verdiği ilk tavsiye sabahları yapmam gereken ilk iş olarak günün başlangıcında hazım ve dolaşım sürecini aktif hale getirmek için bir bardak sıcak su içmekti. Kilolarından kurtulmak isteyen, ağırlaşan hazmını hızlandırmak isteyen, kabızlıktan ve şişkinlikten kurtulmak isteyen kişiler için sıcak su mükemmel bir arkadaştır. Gün içerisinde tüketilen sıcak su ve yemek esnasında içilen su hazım sistemini ve vücudu nemli tutar ve eş zamanlı olarak hazım sistemini çalıştırırken aynı zamanda yiyeceklerin sindirilmesini ve hiçbir atık kalmadan tamamen atılmasını sağlar. Ayurvedaya göre, kendimize verebileceğimiz en büyük armağanlardan bir tanesi, alınan yiyeceği besine çeviren hazım sürecinden tutun, organlarımızı besleyici enerji üretiminden, algılama ve bağışıklık sistemine kadar bütün işlemlerden sorumlu olan kendi agni’mize (vücudumuzun ısısına) özen göstermek olmalıdır. Vücudumuzdaki hazmın ve suyun elementleri arasındaki bu etkileşim temel bir önem arz etmektedir. Ne var ki yine de birçok insan tercihen buzlu soğuk su içmeyi ister. Doğrudan bir bağlantı olduğunu fark etmediklerinden çoğu, şişkinlik ve kabızlık problemi çekmeye devam eder. Bu içilen buzlu su damağınızı rahatlatmış gibi gözükebilir ama hazmın çalışmasını yavaşlatır, yiyeceklerin parçalanmasının tamamlanamamasına sebep olur ve zararlı küçük parçaların sindirim sistemine geçmesi sorunu ortaya çıkar. Soğuk su, hazımsızlık ve soğuk algınlığı şikâyetleriniz üzerinde ters etkilere sahiptir. Kaynamış Suyun Tıbbi Gücü Ayurveda, suyla ilgili olan çalışmasını, “basitçe su tüketiminden” ziyade çok daha farklı bir boyutta ele alır. Bir Ayurvedik evinde, su her zaman öncelikle kaynatılır ve sonra içilebilir bir sıcaklığa gelinceye kadar soğutulur. Sıcak havalarda ya da çok hararetli kişilere ikram ederken bile suyun nasıl olması gerektiği konusunda, geleneksel Ayurveda yazıtları çok açıktır: Suyu kaynayıncaya kadar ısıtınız, ondan sonra suyun dörtte biri buharlaşıncaya kadar kaynatınız. Ondan sonra, hava sıcak ise, oda sıcaklığına gelinceye kadar soğutunuz, değilse sıcak olarak içiniz.

54

Bu, filtreleme sistemleri ve hazır su dönemi başladıktan sonra köy hayatına dair terk edilmiş bir uygulama değildir. Bu kaynama işlemi suyu “sindirim” için iki kat hızlı hale getirir ve sıcak içildiğinde ise musluk sularına ve hazır sulara göre üç kat daha hızlı sindirilir. Pişirilen yiyeceğin hazmı nasıl kolaysa, “pişirilen” suyun da hazmı daha kolay olacaktır. Şişkinlik şikâyetlerinde bir rahatlama gözükür. Eğer su, kendisinin yarısı kadar su buharlaşacak kadar kaynatılırsa, faydası daha da artar. Su, eğer kendisinin çeyreği kalacak kadar kaynatılırsa da buna Arogyambu denir. Bu, sağlığa enerjisiyle katkı sunan bir sudur. Evrensel olarak faydalı olduğu kabul edilen bu su, aynı zamanda astım, bronşit ve değişik şekillerde meydana gelen ağırlaşmış soğuk algınlığının tedavisinde de önemli bir rol oynar. Ayrıca, şişkinlik, anemi, su kaybı ve sancılarda tedavi unsuru olarak kullanılır. Sıcak içildiğinde, sindirimi uyarır, mesaneyi temizler ve ateşli hastalıkların başlangıcında etkilidir. Arogyambu, soğutulduğu zaman, yanma hissini, ishali, kusmayı, bayılmayı, sarhoşluğu yatıştırıcı bir etkiye sahiptir. Tüm bunlar, doğru bir şekilde hazırlandığında bir bardak suyun gücünü yansıtır. Kendi başına bir ilaçtır. Sağlıklı Su Saklama Kapları Geleneksel Hint evlerinde, içme sularının genellikle geniş kilden kaplarda durduğunu ya da kapalı gümüş kaplarda muhafaza edildiğini görürüz. Bütün bunlarda bir bilgelik vardır. Kilden çömlekler yazın suyu şaşırtıcı şekilde soğuk tutar. Gümüş ise toksinleri sudan uzaklaştırır. Suyun içerisine gümüş temiz bir madeni bozukluk koymak da aynı etkiyi gösterir. Suyu tüm gece boyunca temiz, katkısız bir bakır kabın içinde bekletip sabahları ilk iş olarak düzenli bir şekilde bir bardak içmek, günün başında iyi bir bağırsak hareketi sağlamak için tavsiye edilen geleneksel Ayurvedic görüşlerinden biridir. Suyun içine karışan bakır partikülleri sindirim siteminden geçerken içinizdeki kabızlığa sebep olabilecek toksinlerin ayrılmasına ve bağırsakların temizlenmesine yardımcı olur. Böylece, su uygun bir şekilde alınırsa, harika bir ilaç, zindelik ve güç kaynağıdır. Gökten bir Damla Gökten düşen bir damlayı muhafaza edip içmekten büyük zevk duyacak olanlar ama temiz bir gökyüzün-


den gelecek yağmur suyunu biriktirme imkânı olmayanlar için başka bir çözüm var. Gün boyunca güneş ışınlarına, gece boyu da ay ışığında kalan içme sularınız da aynı kaliteye ve etkiye kavuşacaktır. Buna ise Hamsodaka denir. Ayın tam olduğu bir halde, eğer hava açıksa, basit bir şekilde güneş ışığını rahatça alabilecek bir yere, ağzı açık önceden kaynatılmış bir kavanoz suyu, içine bir şey düşmemesi için bir tülbentle örterek yerleştiriniz. Gün içinde güneş ışınları, arıtıcı ısısıyla ve sağlık açısından faydalı enerjisiyle suyun içine nüfuz eder. Gece ise, ay ışığının nazik bir şekilde besleyici ışığı suyun içine işler. Bu suyu bir sonraki gün içerseniz, sadece damak için lezzetli bir hale gelmez aynı zamanda vücut için üç elementin “dosha”nın da dengeli bir biçimde uyumunu sağlar. Aynı zamanda bu, zihninizi ve hafızanızı güçlendirir, hoş bir özü içiyormuşçasına ruhunuzu ve bedeninizi besler. Bu göklerden gelen hoş bir damla şifadır.

Eski bir Rig Veda ilahisinde şöyle geçer: Durmadan, asla uyumadan, tertemiz akarlar derinlerden, Denizlerdir kaynakları ve akarlar kanallardan aldıkları emirle göklerden, Ne kadar hoştur, berraktır ve temizdir sular! Şimdi korusun, canlandırsın beni bu büyük kutsal sular.

• Ashtanga Hridayam, 1:5:1-2 • Rig Veda, VII, 49 İlk olarak Tathaastu Magazin’de yayınlanmıştır. www.vedikaglobal.org/press/articles/water.html’den ulaşabilirsiniz. Çeviri: Yupilife’ın katkılarıyla… (www.yupilife.com.tr)

www.yupilife.com.tr

55


YAY BURCUNUN OLASI TAŞKINLIKLARININ LAPİS LAZULİ İLE DENGELENMESİ

KRİSTAL ASTROLOJİ

Selman GERÇEKSEVER Emekli Öğretmen ve Yazar

Yay Burcu’ndan olan okurlarımız (“Yaylar”) genellikle macera sever kimselerdir; yolculuk yapmaya bayılırlar ama tutucu bir yanları da vardır, zaman zaman başlarını dinlemek isterler. “Yaylar’ın yaşama bakış şekilleri iyimserdir, yayın ve ulaşım sektörüne çekilim duyarlar. Bu alanlardaki şaka anlayışları ile dikkat çekerler. “Yaylar”ın kişiliklerinin olumsuz yanları; zaman zaman taşkınlık eğilimine girmeleri; hatta kırıcı olmalarıdır. Onların bu huylarına, övünmek ve kendilerine aşırı derecede güvenmek (inatçılık düzeyinde güvenmek) de eklenebilir. Amaçlarına ulaşmak için, kişiliklerinin bu yanlarını sergilemekten çekinmezler. Eğer siz de Yay burcundansanız ve zaman zaman kendinizi elinizde olmadan bu haller içinde buluyorsanız LAPİS LAZULİ taşınızı avucunuza alın, alnınızın önünde 5 dak. kadar tutun ve içinizde kabarmış olan taşkınlıklarla karışık gerilim yatışırken, sağduyunuzun da ortaya çıkışını hissedin. Bu arada içinizde bir yerlerde kıpırdamaya başlayan iç huzuruyla derin bir nefes alın.

Bu arada “Yaylar” parayla çok ilgilenmezler, yaşamın spritüel yanına daha eğilimlidirler. Bu eğilimleri bazen gerçeklikle bağdaşmayabilir. Başka bir ifadeyle, “ayakları yerden kesilmiş” hissedebilirler... Eğer siz de bir “Yay” olarak zaman zaman kendinizi bu haller içinde bulursanız; bu durumlarda, TOPAZ dostunuzdan yararlanabilirsiniz. Bunun için TOPAZ kristalinizi alnınızın ortasına hafifçe dokundurun; onun alnınızda titreşen huzur verici etkisini hissetmeye çalışın, gevşeyin ve “ayaklarınızın yere basışını” algılayın. TOPAZ kristalinizi masanızın üzerinde bulundurabileceğiniz gibi, cebinizde ya da çantanızda da taşıyabilirsiniz. TAŞ BİLGİLERİ: Mavi Topaz Kendinizi ifade ve yaratıcılık yanınızın ortaya çıkmasına yardım eder, affedicilik yanınızın belirginleşmesine katkısı olur. Ayrıca pozitif düşüncelerinizin gerçekleşmesini kolaylaştırır. Tiroit bezesi üzerinde olumlu etkisi görülmüştür. Boğazla ilgili rahatsızlıkların giderilmesinde olumlu etkisi vardır.

TAŞ BİLGİLERİ:

Not: TOPAZ’ın alternatifleri Turkuaz ve Elmastır.

Lapis lazuli

(Kaynak Eser: CRYSTAL ENERGY, Mary Lambert, Cico Books - London.)

Altın sarısı benekli lapis lazuli bazen beyaz kalsit lekeleri de içerebilir. Etkileri: Zihin açıklığı, uyanıklık ve bilgelik hatta ruhsal yeteneklerin ortaya çıkmasını bile tetikleme... Stres ve yüksek tansiyonu dengeler. Tirod bezi üzerinde olumlu etkisi görülmüştür. Ayrıca baş ağrılarını azaltır, kanı temizler, kan basıncısını dengeler. Lapis lazuliyi; cebinizde, çantanızda, oturma odasındaki masanın üzerinde bulundurabilirsiniz. Yay Burcu İnsanının Genişletilmesi

Görüşlerinin

Topaz

ile

“Yaylar” kendilerini zaman zaman toplumun sorunlarıyla özdeşleştirirler ve bu sorunların yükünü/ sorumluluğunu kendi omuzlarında hissederler, bu duygular içinde başkalarına aşırı yardım eğilimine girerler.

56


57


58

AVANGART ETKİNLİK


59


60


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.