AvangArt Kadın Dergisi Aralık 2010

Page 1

1


2 www.lamisorganic.com


3


İÇİNDEKİLER 1. İçindekiler…4 2. Editörden …5

12. Vatan Ve Köklerimiz ...30 Çam Bayramı

İnci GÜL

Murad ADJİ

3. Gündem ...6 Çam Süsleme Geleneği

13. Evimiz Dünya ...31 GDO’ya Hayır Sokak Eylemi

Muazzez İlmiye ÇIĞ

Berran AYDAN

4. Girişimci- Lider Kadın ...8 Günsu BAŞER

14. Evrensel Değerler ...32 Mucize Nedir?

İnci GÜL

Selman GERÇEKSEVER

5. Çalış(k)an Kadın ...10 Uçakta

15. Hayata Yeniden Bakmak ...36 Biri Bana İnsanlığın Ölmediğini Söylesin

Şebnem OAKMAN

Semiha BATMAZ SALCI

6. Avangart Anne ...12 Teşekkürler Miyazaki

16. Kültür – Sanat ...37 Bir Çamur Hikayesi

Nilay Papila UZGÖREN

Sevinç CEBECİ

7. Eğitim ...16 Erken Çocuklukta Duygusal Zeka Eray BECEREN

8. Can Sağlığı ...20 Can Dolaşımı Ve Tuz- V

Cengiz ÖZAKINCI

18. Gezi ...40 Sri Lanka’nın Mutlu Canlıları

Enis KIRIMLI

9. Yemek Kültürü ...22 Kuru Meyveli Biscotti Tarifi

Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR

Işık POLATER

10. Bitkilerle Yaşam ...24 Gelibolu Ve Çevresinden Derlenen Bitki lerle İlgili Halk Bilgeliği Nazım TANRIKULU

11. Hayvan Dostlarımız ...28 Bazen, Bazı Felaketler Hayırlı Olaylara Vesile Olur Lena GAVURAKİ

G. Y. Yönetmeni Ş.Burçak ALKANLI

4

Yazarlık Danışmanı Türkan COŞKUN

17. Kitap ...38 Derin Yahudi: Siyon -Tük Zelda - Musevi _ Tarihinde Bin Yıllık Türk Damgası

19. Yoga ...46 Söylemez, Söyleniriz Gülseren ALÇI

20. Kristal Astroloji ...47 Oğlak Burcu İnsanı Sıkıntılı Zamanlarda _ Aradığı Rahatlamayı Sarı Cespir Taşı ile Bulabilir Selman GERÇEKSEVER

21. Avangart Etkinlik ...48 Ekolojik Yaşam Fuarı

Yazı İşleri Müdürü İnci KAPLAN GÜL

Logo Tasarım Selçuk ACAR

Tasarım Hakan ER

Kapak Hakan ER


EDİTÖRDEN Eğer siz de, özellikle kız çocuklarınızı kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler olarak yetiştirmek istiyor ve onlara yönelik masalların eksik kaldığını düşünüyorsanız “Teşekkürler Miyazaki” yazısını mutlaka okumalısınız. Miyazaki’nin klasik masallara güzel bir alternatif oluşturduğuna kuşku yok.

İnci KAPLAN GÜL Yazı İşleri Müdürü

Sevgili Okurlarımız, Pastırma yazı sıcaklarıyla pırıl pırıl güneşli bir kasım ayının ardından kışa hızlı bir giriş yaptık. Aralık ayı kış mevsiminin ilk, yılın ise son ayı. Bu anlamda başlangıç ve bitişlerin simgesi gibi... Bir yıl daha sona eriyor ve yeni

Kiminizin geçen yılın muhasebesini yaptığı, kiminizin yeni yılda yapılacak kırk maddelik listeler hazırladığı yılın bu son günlerinde küçük bir mola verin ve sayfalarımızı tıklayın. Tüm iyi ve güzel dileklerimiz sizler için. Gelecek yılınız bu yılınızdan çok daha güzel olsun. Yeni kararlar, yeni planlar, yeni hedefler arifesinde, bu ay da dergimize HOŞ GELDİNİZ!

umutlarla yeni bir yılı daha karşılamaya hazırlanıyoruz. Aralık ayının dergimiz için de büyük bir önemi var: Bu ay, yayın hayatımızda bir yılı dolduruyoruz. Dile kolay on iki aydır, yaptığımız işin en iyisini yapmaya çalışarak, konularımızda seçici davranarak okunur ve okutulur olmak için gecemizi gündüzümüze kattık. Her ay dergimiz çıktığında büyük mutluluk yaşadık ve hemen bir sonraki sayımız için kollarımızı sıvadık. Bütün özverilerimize karşın ufak tefek hatalarımız oldu, gecikmeler yaşandı. Ufacık bir virgül uykusuz kalmamıza neden oldu. Ama bu dergide emeği geçen herkesin bir gönül işi yaptığını hiç unutmadık. Ve bunu da siz okuyucularımızla her zaman paylaştık. Bu ay yine zevkle okuyacağınız yazılarla sizlerle buluşuyoruz. İlgiyle takip ettiğiniz yazı dizilerimiz devam ediyor. Köşe yazarlarımız en güzel yazılarını, dileklerini sizlerle paylaşıyorlar. İçinde bulunduğumuz ayın özelliği itibari ile Çam Süsleme Geleneği ile ilgili yazılarımızı seveceğinizi sanıyoruz. “Erken Çocukluktaki Duygusal Zeka”, “Gelibolu ve Çevresinden Derlenen Bitkilerle İlgili Halk Bilgeliği” ile “Can Dolaşımı ve Tuz” konulu yazıların size rehber olacağını, “Kuru Meyveli Biskotti”nin sofralarınızı süsleyeceğini umuyoruz. Gezi köşesinde, yazarımız size Sri Lanka’nın farklı, belki de bilmediğiniz bir yönünü gösteriyor.

GÜZELSİN BE ARALIK Esin KARAER

Her düştüğü yerde kar Öylesine aydınlatır, parlatır ki Bir sihir, heyecan, neşe Kaplar her yanı

Çocukların “kar yağıyor” Coşkusu, neşesi, sevinci...

Bir de mavi ateşte Çay kokusu Demletir dostluğu... Kahkahalar kırar Acı soğuğu, kırmızı burnunla, Ellerinin çatlağını...

5


GÜNDEM ÇAM SÜSLEME GELENEĞİ Muazzez Ilmiye ÇIĞ Sümerolog Hıristiyanların İsa’nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır. Türklerin, tektanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor. Bayramın adı NARDUGAN (nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş. Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyükbabalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Akçam ağacı yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş. Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok. “Doğum, güneşin yeniden doğuşu”dur. Muazzez İlmiye Çığ, konuğu olduğu Habertürk’te Teke Tek Özel’de tarihi değiştirecek keşfi şöyle anlattı: “Çam ağacı süslemek tamamıyla Türk adetidir. Yeni Türk devletleriyle münasebetimiz bize yepyeni şeyler öğretiyor. Eski Türklerde yerin göbeğinden göğe kadar bir ağaç tasavvur ediliyor. Bu hayat ağacı. Sümerlerde de var. Bir ucunda göktanrısı duruyor. Türklerde güneş kutsal ama

6

tanrı olarak kabul edilmiyor. 22 Aralık’ta güneş yeniden fazla olarak dünyayı aydınlatmaya başlayacak. Günler uzamaya başlayacak. Türklerin göktanrısı gün ile geceyi tanzim ediyor gökte. Sözde gün ile gece sürekli münakaşa halinde. 22 Aralık’ta gün geceyi yeniyor. Bunu “Yeniden doğuş bayramı” Türkler kutluyorlarmış. Türkistan’da bir ağaç varmış, akçam, ve bu akçam başka yerde yetişmiyormuş. Akçam getirip eve koyuyorlar, akçamın altına o sene Tanrı onlara güzel şeyler verdi, güzel bir yaşam verdi diye Tanrı’ya hediyeler koyuyorlar. Dallarına da ertesi sene için Tanrı’dan niyaz ettikleri şeyler, adak olarak istedikleri şeyler için paçavra veya kurdela koyuyorlar. O günlerde büyük bayram, şenlik yapıyorlarmış. Aileler toplanıyor, büyükler varsa ziyaret ediliyor, özel yemekler yeniliyor, güzel elbiseler giyiliyor. Bu adet Türkler yoluyla Avrupa’ya geçti. Konunun Noel’le alakası yok. İznik Konsili’nde pagan adeti görülen bu adeti İsa’nın doğuşu olarak kabul edelim diyorlar ve bu adet Hristiyanlara geçiyor. Ama ağaç süsleme pek yok, 16. yy’da Almanya’da başlıyor, daha sonra Fransa’ya geçiyor ve dünyaya yayılıyor.”

(Yazarın tekrar yayınlama izni ile bilgi internetten ve http://www.haberturk.com/polemik/haber/194974cam-suslemek-turk-adetidir alınmıştır. )


7


GİRİŞİMCİ-LİDER KADIN GÜNSU BAŞER İnci GÜL Derleyen “İnsanın Sınırları Evrenin Sınırlarıdır” Günsu Başer, iktisatçı- girişimci, yönetici, danışman, eğitmen, yazardır ama her şeyden önce bir annedir. 30 yıldır iş hayatının içindedir. Garanti Bankası şube müdürü görevinden emekli olduktan sonra çeşitli bankalarda bu görevine devam etmiştir. Kariyerinin son 20 yılını yöneticilik, danışmanlık ve eğiticilik yaparak geçirmiştir. Türkiye’ nin doğudan batıya, kuzeyden güneye birçok il ve ilçesinde eğitim ve danışmanlık hizmeti vermiş, bir çok ülke gezmiş, yaşamının bir yılını Amerika’da geçirmiştir. 2 çocuk annesidir. Likya Lider İnsan Kaynakları Yönetim Akademisi’nin kurucusudur. Halen Likya bünyesinde danışmanlık yaptığı ve eğitim verdiği kurumlarda, kurumsal yapılanmalardan, insan kaynakları sistemlerinin oluşturulmasına, eğitim modellerinin tasarlanmasından, yönetici koçluğuna pek çok alanda çalışmaya devam etmektedir. Hedefi; ‘Yaptığı İşi Sevmek’ten sonra ‘Sevdiği İşi Yapma’nın sevinci ile, ekibi ile birlikte Likya’da ‘İŞİNİN LİDERLERİ ‘ olacak LİDERLER/ LİDER İŞLETMELER-KURUMLAR yetiştirmektir. Kişisel Misyonu; İş ve özel yaşamında farkında olmaya, farklı olma-

8

ya ve fark yaratmaya özen göstermekle birlikte çevresine de bu davranışları kazandırmaktır. HERŞEY ; HAYALLERİMİ, YAŞAMDAN İSTEDİKLERİMİ, İÇİNDE BULUNDUĞUM DURUMU FARKETMEKLE VE BU FARKINDALIK İLE ONLARA ULAŞMAK İÇİN NELER YAPABİLECEĞİMİ DÜŞÜNÜP HEDEFLEMEKLE VE İSTEKLE, İNANÇLA UĞRUNA ÇABA GÖSTERMEKLE BAŞLADI…..” diyerek kariyerinin yolculuğuna çıkmıştır Özellikle eğitim bilimlerinde izlediği yöntemler ve interaktif uygulamaları sebebiyle alanında tanınan isimlerden biri olmuştur. 15000’i aşkın katılımcıya eğitim 300’ün üzerinde kurum kuruluş ve firmaya eğitim ve danışmanlık hizmetinde bulunmuştur. Ayrıca; geleceğin eğiticilerini yetiştirmekte ve Yöneticilere/ Bireylere özel ve bireysel koçluk çalışmaları yapmaktadır. “AB Kadın Girişimcileri Destekleme” Projesi, yine AB tarafından desteklenen “İş Geliştirme ve KOBİ geliştirme” Projeleri, Dünya Bankası fonunun desteklediği “Sosyal Riski Azaltma” Projeleri , Peryön ve Boyner Holding-SHÇEK ortak projesi olan “Nar Taneleri ”, koordinatör-danışman ve eğitmen olarak görev aldığı önemli projelerdendir. Türkiye’nin ilk eğitim ve lider insan yetiştirme projesi olan ve doğada, LİKYA bölgesinde her yıl geleneksel olarak gerçekleştirilen “LİKYA LİDERLİK YÜRÜYÜŞÜ” projesinin fikir annesi olup, yönetici ekip lideridir. Bunun yanı sıra birçok kuruluşun her kademedeki çalışanlarına, ekibi ile “doğada kurumsal eğitim uygulamaları” gerçekleştirmektedir. Bir diğeri de; kariyerine yön vermek isteyenlerle kariyerine başarı ile yön vermiş olanları


buluşturan “KARİYER PARKURU” isimli projedir. Her iki proje de gelenekselleşmiştir, her yıl düzenlenmektedir. İnsan-hayvan ve doğasever olarak birçok sosyal sorumluluk projelerine destek vermektedir. (Örneğin Kütüphane kurulumu, Eğitime destek- Doğaya/Engellilere/Yaşlılara/ SHÇEK çocuklarına yönelik destekler... ) Hobi olarak yağlı boya resim ve minyatür ev eşyaları koleksiyonu yapmaktadır. Kitap yazımı çalışmaları ise devam etmektedir. Birçok Radyo - TV programına ve konferanslara katılmıştır. Görüş ve projelerini paylaşmak, bilirkişi olarak tavsiyelerini sunmak adına bilinen büyük kanallarda canlı yayınlarda, 6 ay boyunca her hafta programlar yapmıştır. Yine birçok gazete ve dergide yayınlanmış ve yayınlanmakta olan makaleleri bulunmaktadır. Verdiği eğitimler arasında her kademeye farklı olarak yapılandırılmak üzere; Farkındalık- Kişisel Yönetim (İşinin Lideri Olmak), İş hayatına merhaba, Kurum Kültürü, Kurumsal İmaj ve marka bilinci, Takım

Çalışması- %100 Takım Ruhu, Kişisel İmaj, Satış- Pazarlama Müşteri İlişkileri Yönetimi (CRM/MİY), Hasta İlişkileri Yönetimi, Misafir İlişkileri Yönetimi, İş ve Özel yaşamda İnsan İlişkileri Yönetimi, Yaşam Yönetimi, Zaman Yönetimi, Stres Yönetimi, Fikir Üretme Teknikleri, Karar verme ve Sorun Çözme teknikleri, Motivasyonun Gücü, Kadın Yönetici Olmak-Amazon Liderler(Yönetici Bayanlara ), Eğiticinin Eğitimi, Girişimcilik, Bireysel ve Kurumsal Yaratıcılık, Risk Ve Kriz Yönetimi, Açık Alan Eğitimleri ve Drama Çalışmaları (Likya TEAM İle) gibi pek çok eğitimi sayabiliriz. Günsu Başer, Gölge Müşteri/ Gizli Müşteri/ 3. Göz Çalışmaları, Yönetim, Kurumsallaşma Ve Kurumsal Gelişim, Yeniden Yapılanma Ve Sistem Kurulumu, İnsan Kaynakları Yönetimi (Performans- Verimlilik-Eğitim…), Stratejik Satış- Pazarlama, İlişki Yönetimi konularında danışmanlık ve Kariyer Koçluğu, Yönetici Koçluğu, Çalıştaylar Moderatörlüğü yapmaktadır.

9


ÇALIŞ(K)AN KADIN UÇAKTA

Şebnem OAKMAN Endüstri Mühendisi

Uçağa yetişmek için sabahın dördünde kalktığımdan uçak kalkar kalkmaz uyumak niyetindeydim. Yerim önlerde olduğundan fazla vakit kaybetmeden, üstelik her zaman mümkün olmayan bir şansı yakalayarak edindiğim yastığım ve battaniyem ile, rahat bir şekilde kuruldum koltuğuma. Yanıma kimse gelmeseydi de ekonomi sınıfının elverdiği kadar uyusaydım şu yolculuk boyunca. Yolcular el bagajlarını, hatta el bagajı boyutunu aşan büyük bavullarını koltukların üzerindeki kabinlere yerleştirmeye çalışıyor, içlerinden bazıları hosteslere arkadaşlarının yanına oturmak için yer değiştirmek veya alternatif yemek menüsü almak gibi taleplerini aktarıyorlardı. Kayıtsız ve asık suratlı hostesler yardım etmeye pek de gönüllü değildi, herhangi bir düzenleme yapmak için herkesin yerleşmesi gerektiğini tekrar edip duruyorlardı. Herkes yerleştikten sonra da kemerlerin bağlı olup olmadığını kontrol edip kalkış için yerlerine geçeceklerdi muhtemelen. Taleplerin çoğu da unutulup gidecekti. Gözümden uyku akıyordu akmasına ama elindeki üç büyük torbayı sürükleyerek yerini bulmaya çalışan yaşlı ve şişman kadını izlemeden edemedim. Kadıncağız, yerlere uzanan kahverengi mantosu, dallı güllü başörtüsü ve koridora sığmakta zorlanan iri gövdesi ile sabah uçağı ile iş toplantılarına yetişmeye çalışan şık, zarif, dizüstü bilgisayarlı, akıllı telefonlu yolcularla büyük bir tezat oluşturuyordu. Hostes, kadının koridoru tıkayıp yerleşmeyi yavaşlattığını farkedince olaya el koydu. Önce yer numarasına baktı, sonra elindeki torbaları zorlukla yerleştirdi, bunu yaparken yüz ifadesinden ne kadar sıkıldığı anlaşılıyordu. Torbaların tam üzerimdeki

10

kabinlere yerleştirildiğini izlemekle birlikte, kadının gelip yanıma oturacağını hiç tahmin etmemiştim.Hostesin yanımdaki koltuğu göstermesi ile durumun farkına vardım, kadına karşı o ana karşı geliştirmiş olduğum şefkat hissi yerini kaygıya bıraktı. Kaygılandığım için de biraz suçlu hissettim kendimi ama elden ne gelir, ben pencere kenarında otururken koridor tarafına oldukça kilolu birisinin oturması ile yolculuk boyunca yerimden kıpırdayamayacağımı, dahası kadının hostesle konuşma şeklinden yol boyunca benimle sohbet etmeye çalışacağını da farketmiş bulunuyordum. Haklı da çıktım, kadın daha oturmadan sohbete koyuldu. Veremediği kiloların başına bela olduğundan, bir sürü hastalığı olduğundan açtı lafı. Sonra kemeri bağlayamadı, benden yardım istedi, ben de denedim ama kemer kadıncağızın gövdesini sarmaya yetmiyordu. Sinirleri tepesinde olan hostesi çağırıp ek kemer isteme görevi de bana düştü. Kemer bağlama süreci tamamlanana kadar kemerin niye gerektiğini sorgulayan kadın, kemer bağlandıktan sonra bu kez de yastık istedi. Yastıklar tükenmişti, hemen kendi yastığımı verdim ona. Temel ihtiyaçlar tamamlanınca sohbet etme isteği iyice arttı kadının. Benim nereye gittiğimi sordu, anlatmam çok zor olduğundan sadece iş demekle yetindim. Şimdiki kadınların pek bir değiştiğini, erkek gibi olduklarını söyledi, hatta erkeklerden de becerikli...O anda kendimi becerikli filan değil, uykulu ve yorgun hissediyordum ve uçak iner inmez dinlenemeden toplantıya koşacaktım. Tabi kadıncağıza bunlardan bahsetmedim. Abisinin kızından bahsetmeye başladı bu kez, nişanı atmış, ailede büyük olay olmuş, işte o da büyük şehre gitmiş okumaya, orada bozulmuş. Kızın ve ailenin yaşadığı travmaları dinledim on dakika boyunca. Bu durumun dört saat boyunca devam edeceğini düşündükçe daha fazla kaygılanıyor, kaygılandıkça da suçluluk hissedip kadının anlattıklarını can kulağı ile dinlemeye çalışıyordum. Bür süre sonra kahvaltı geldi, kahvaltının gelmesi ile sorunlar ciddi oranda arttı. Kadın ile önündeki koltuk arasında o kadar az bir boşluk kalmıştı ki kahvaltı tepsisini koymak çok zor oldu, kadıncağız iyice sıkıştı. İkram edilen hiçbir ambalajı açamadı, hepsini bana uzattı. Ben belki uyurum umudu ile kahvaltıyı bile


almadığım halde, kendimi bulduğum bu sürecin içinde ambalaj açıp hosteslere seslenip durdum. Artık tek isteğim, tuvalete gitme ihtiyacımın doğmaması idi, çünkü bu koşullarda, kadını kaldırıp tuvalete gitmek düşünmek bile istemediğim daha birçok zorluğu getirecekti. Kahvaltı faslı bitince, bana defalarca teşekkür etti. Bu kez de pasaportunu ve kargacık burgacık harflerle yazılmış bir adresin olduğu bir kağıt parçasını verdi bana ve ülkeye giriş formunu doldurmamı istedi. Okuma yazmasının olmadığını, bir türlü öğrenemediğini söyledi. Çocukları yıllardır gurbette idi, havaalanından alacaklardı onu, almasalar zaten, yol bilmez, iz bilmez kaybolurdu. Bunları anlatırken birden durup sessizce ağlamaya başladı. Başörtüsünün kenarı ile gözyaşlarını siliyor, alçak sesle konuşmaya devam ediyordu. Ne dediğini tam anlayamamakla birlikte onu teselli etmeye çalışan sözler söyledim. Neden sonra, eşini birkaç ay önce kaybettiğini, o yüzden bir süreliğine çocuklarının yanına gittiğini anladım, kırk yıllık eşi birkaç ay içinde eriyip gitmişti. Onun ölümünden sonra sudan çıkmış balığa dönmüştü. İçimde büyük bir şefkat ve acıma duygusu belirmiş, daha önceki hislerimden dolayı duyduğum vicdan azabı iyice artmıştı. Alt tarafı azıcık yardım etmiştim bu yaşlı kadına, ne vardı yani birkaç saatlik uykudan mahrum kaldıysam... Koluma sarılıp ağlamaya devam etti bir süre... Ben de ona çocuklarının, torunlarının yanına gittiğini, orada moralinin düzeleceğini söyledim. Bir süre sonra sakinleşti. Uçaktan inince neler olacağını sordu, elimden geldiğince anlattım. Onu bırakmamamı istedi, onunla pasaport kontrolüne kadar geleceğimi, meraklanmamasını söyledim. Uçuşun son bir saatinde o da uyudu, ben de. Uçak

alçalırken birden uyanıp panik içinde, ne olduğunu sordu, iniş fazla sallantılı gelmişti ona. Sorun olmadığına ikna olunca sakinleşti. Uçak inip herkes körüğe doğru yürümeye başlayınca hostese dizinde sorun olduğunu ve tekerlekli sandalye istediğini söyledi. Hostes bu isteği en baştan söylemiş olması gerektiğini, söyleseydi organize etmiş olacağını, şu anda yapılacak birşey olmadığını belirterek kestirip attı konuyu. Kadıncağız yalvaran gözlerle bana dönünce kendimi birşeyler yapmak zorunda hissettim. Uçağı karşılayan havaalanı görevlilerinin yanına gittim, hostesin dediklerini anladığımı ama muhakkak yapılacak birşeyler olması gerektiğini, kadının bu halde pasaport kontrolüne kadar gidemeyeceğini belirttim. Neyse ki yardım ettiler. Kadın tekerlekli sandalyeye oturunca rahatladı. Ancak bu sırada o kadar çok zaman kaybetmiştim ki neredeyse toplantıma geç kalacaktım. Hızla ilerlemem gerekiyordu, görevliler ona yardımcı olacaklardı nasılsa. Ben atağa geçmiş koşar adım giderken genç bir kız yaklaştı yanıma, insanın zamanı olsa böyle insanlara yardım edebileceğini ama hepimizin ne kadar yoğun olduğunu söyledi, sonra hızla yoluna devam etti. Birşey diyemedim, ben yardım edenlerin mi yoksa hızla kaçıp gidenlerin mi tarafındaydım, çözemiyordum. Beni almaya gelecek bir araç vardı ve onu yakalayamayıp trene binersem toplantıya gecikecektim. Arkamı döndüm, tekerlekli sandalyedeki kadıncağız gülümsüyordu, ona el salladım ama o sırada aramıza koşuşturan bazı yolcular girmişti, beni görüp görmediğinden emin olamamıştım. Artık gitmeliydim, pasaport kontrolüne doğru uzanan, uzun yolda olabildiğince hızla yürümeye başladım.

11


AVANGART ANNE TEŞEKKÜRLER MİYAZAKİ!

Nilay UZGÖREN PAPİLA Yazar

Aslında hepimiz onu tanıyoruz. En azından 70’li ve 80’li yıllarda çocuk olanlarımız. TRT’in tek kanal olduğu yıllarda bir sevgi çizgi filmi vardı. Hayoa Miyazaki, Heidi ile Alp dağlarında koşan, keçilerle oynayan ve hep yumuşak beyaz ekmek yemek ya da büyükannesine götürmek hayali kuran küçük kızın maceralarını anlatırdı. Hayoa Miyazaki, “Heidi” ile hepimizin gönüllerini o yıllarda fethetmişti. Ancak benim onu yeniden keşfedişim yıllar sonra ilk kızımın bebeklik dönemine rastlar. Kızımın bebekliğinin ilk üç yılında Amerika’da tam da bir Disney imparatorluğu olan Florida’da idik. Disneyland’e iki saat uzaklıkta yaşamanın doğal bir sonucu olarak hayatımızı Disney prensesleri sarıp sarmalamıştı. Çocukken sorgulamadan severek dinlediğim masalların kahramanlarıydı bunlar: “Pamuk Prenses”, “Uyuyan Güzel” (Aurora), “Küçük Denizkızı” (Ariel) ve “Güzel ve Çirkin” (Belle). Kızıma bu masalları anlatırken, okurken ya da canlı performanslarını izlerken sorgulanması gereken ne çok şey olduğunu farkettim. Pamuk Prenses saflık çizgisini bayağı zorlayan ve yedi cücelerin onca uyarısına rağmen elmayı yeyip bayılan ve pasif bir şekilde yatıp beyaz atlı prensi tarafından kurtarılmayı bekleyen bir prensesti. Aurora da aynı kaderi paylaşıyordu, o da büyülü bir lanet sonucu yatıp beyaz atlı prensi tarafından kurtarılmayı bekleyen başka bir prensesti, pasifti. Ariel ise kendisine yapılan büyünün bozulması için çaresiz bir şekilde prensin kendisini sevmesini bekliyordu. Belle, en azından çok okuyup araştıran bir kimlik çizerek öncekilerden biraz farklılaşsa da düzeni çok da bozmuyordu. Bu dört masalda da asıl karakter prenses gibi gözükse de kahramanlık

12

hep onlar adına başkaları tarafından yapılıyordu. Kızımın ilk hevesiyle, müzik çalarından ayakkabılarına, topundan bebeklerine, elbiselerinden şapkalarına evimiz bu Disney prensesleriyle dolarken içim bu sorgulamalardan dolayı huzursuzdu. İşte tam bu noktada Kanada’daki can dostum devreye girdi. Bir an gelmiş o da Disney prenseslerinden kızını koruyamamış, doğum gününde bu prenseslerin yanında olması için kızı gönül koyunca, arkadaşım dört arkadaşına bu prenseslerin kostümünü alarak doğum gününe (ve hayatlarına) “prenseslerin” gelmesine izin vermişti. Bizler Disney gibi bir dev tarafından köşeye sıkışmış, aynı dramayı yaşayan ama çıkışı nasıl bulacağını bilemeyen anneler grubuyduk. Çıkışı yine Kanada’daki arkadaşım buldu. Bu çıkış Hayao Miyazaki’ydi. Disney’e karşı Miyazaki’nin yarattığı harika prenses karakterleri bize yardım edecekti. Miyazaki ile ilgili ilk dinlediğim efsane onun da bizim gibi kızları olduğuydu. Bizimle aynı dramı yaşamış ve kızlarını “pamuk prensesler” olarak pamuklara sarıp yetiştirmek istemediği noktada tıkanınca kendi filmlerini yapmaya başlamıştı. Çarpılmıştım. Maalesef yaptığım araştırmalarla bu hikayeyi tam olarak doğrulayamadım. Miyazaki’nin iki tane oğlu vardı. Ancak bir söyleşisinde özelikle Sprited Away ve Totoro’yu yaparken yakın bir arkadaşının kız çocukları ile uzun süre geçirmiş, gözlemlemiş ve onlara hediye olarak onların seveceği bir film yapmaya çalışmış olduğunu okuyunca biraz rahatlamıştım. Miyazaki’nin üç erkek kardeşi vardı. Babası II.Dünya Savaşı sırasında uçak firması sahibiydi ve savaş uçağı üretiyorlardı. Bu sıralarda Miyazaki, uçak tasarımları çizerek havacılık ile yıllar boyu sürecek ve filmlerine taşacak bir gönül bağının temellerini atıyordu. Annesi ise sürekli toplumsal normları sorgulayan çok iyi bir okuyucuydu. Miyazaki’nin filmlerinde birçok tabuyu sorgulayan ayrıntılar işlemesinin kaynağı annesi olarak açıklanabilir. Uluslararası ilişkiler ve Ekonomi eğitimi almasına rağmen, kariyerinde bir yön değişikliği ile 1963 yılında TOEİ Animation şirketinde çalışmaya başladı ve dokuz yıl burada çalıştı. Bu dönemde birçok kısa film denemeleri oldu ve çeşitli ödüller aldı. TOEİ’den ayrılmasını hemen ardından


Heidi’yi çekti ve bu çizgi film, tüm zamanların en sevilenlerinden biri oldu. 1979 yılında ilk animasyon filmi olan “Caglistro Şatosu” (Castle of Cagliostro) çekti. Bunu “Rüzgarlı Vadi” (Nausicaä of the Valley of the Wind, 1984) filmi izledi. Bu filminde Miyazaki, esas kahramanı Nausicaa için daha sonra diğer filmlerinde de ortaya çıkacağı gibi doğaya, ekolojiye değer veren, çevre üzerinde insan faktörünü sorgulayan, uçaklara ve uçmaya düşkün, feminist, savaşa karşı bir karakter çiziyordu. Bunu izleyen üç filmi ile Miyazaki animasyon dünyasındaki yerini sağlamlaştırmıştı. “Gökteki Şato” (Laputa: Castle in the Sky, 1986) iki orphanın gökyüzündeki büyülü şato adasını arayış macerasıdır; “Komşum Totoro” (My Neighbor Totoro, 1988) ormanın

ruhuyla karşılaşan iki küçük kızın yaşadığı müthiş sevimli, maceraları anlatır ve yazar Eiko Kadono’nun romanında uyarlanan “Küçük Cadı Kiki” (Kiki’s Delivery Service, 1989) cadılık sürecini tamamlamak üzere evinden ayrılan küçük bir cadının büyük şehirde başlattığı yaşam mücadelesinin yine iç ısıtan güzel öyküsüdür. Bu filmlerin hepsinde Miyazaki’nin uçma sevdası hep biryerlerde belirir. Laputa’da hava korsanları ornitopter ile uçar, Totoro’da ise kedi otobüs ve Totoro uçan karakterlerdir ve son olarak da Kiki’de küçük cadı tabi ki süpürgesi ile uçar. Bir yazısında Miyazaki, Totoro’yu ve onun sahnelerini tam 13 yıl zihninde canlandırıp, planlamalarını yaptığını belirtir.

Bu filmlerin ardından başka bir başyapıt gelir: “Kırmızı Kanatlar” (Porco Rosso, 1992). Bu sefer diğer filmlerinin tam aksine esas karakter erkektir. Filmde bilinmeyen bir nedenle domuza dönüşmüş olan Marco, hava korsanlarıyla ve Amerikalı bir pilot ile mücadele eden Humprey Bogart havasında bir pilottur. Film 1920’lerin İtalyasında geçer. Bu film bencillikle görev arasındaki ince çizgiyi sorgularken, aynı zamanda insanlara uçarken yaşanan heyecanı hissettirmeyi başarır. Bu filmde esas karakter erkektir ama uçağı düşüp parçalanınca tekrar toparlanıp geri dönüşüne genç bir kadın uçak mühendisi yardım eder, üstelik tasarımı eskisinden daha iyi yaparak... Bir söyleşisinde Miyazaki

“Porco Rosso çocuklar için yapılmamıştır ama onlar Porco Rosso’yu, büyükler de diğer filmlerimi beğeniyorsa bu hesaplanmamış bir artıdır.” demiş. 1997’de çektiği “Prenses Mononoke” (Princess Mononoke) filmi ile Miyazaki, Nausicaä’daki politik ve ekolojik konulara geri dönüş yapar ve Japon Akademi Ödülünü alır. Bu filmin ardından kısa bir emeklilik dönemi gelir. Dört yıllık bu arada Miyazaki, bir arkadaşının kızlarıyla bolca vakit geçirir ve bu çocuklardan ilham alarak 2001 yılında “Ruhların Kaçışı” (Spirited Away)’i çeker. Spirited Away’de annesi babası domuza çevrildiği bir yerde kendini ruhlar aleminde bulan, onları kurtarmak için banyoda çalışmaya başlayan

13


küçük bir kızın hikayesini anlatır. Bu film 2001’de Japon Akademi ödülünü, 2002 yılında Altın Ayı ve Akademinin en iyi animasyon ödülünü almıştır. 2005 yılında Miyazaki Diana Wynne Jones’un romanından uyarlanan “Yürüyen Şato” (Howl’s Moving Castle) filmini tamamladı. “Güzellik yüzde değil, yürektedir” ana temasının işlendiği bu filmdeki iyi kalpli Sophie, merdiven sahnesindeki yufka yürekliliğiyle hafızalarımıza kazınmıştır. Üç yıl aradan

sonra en son filmi “Küçük Deniz Kızı Ponyo” (Ponyo on the Cliff by the Sea, 2008) hazırdı ve bu filmde beş yaşında bir erkek çocuğu, onun annesi, Sousuke, ve insan olmak isteyen bir balık prensesi, Ponyo’nun hikayesini anlatıyordu. Film Disney’in Küçük Denizkızı’na gönderme yapar nitelikteydi ama bir o kadar da Miyazaki dünyasının saflığıyla farklılaşan bir hayal dünyasında geçiyordu.

Ben bu satırları yazarken, içeride iki yaşındaki kızım kahkahalar ve sevinç çığlıkları içinde Totoro’yu izliyor. Ah Ormanın ruhu Totoro, nasıl yaptın da kızıma kendini bu kadar aşık ettin! Bu yazıyı yazmama da zaten bu aşk sebep oldu. Kızım bu ara sabahla-

14

rı kalkıyor ve nerdeyse ilk günaydını benden önce Totoro’ya söylüyor. Totoro’daki en favori sahnesi küçük kızların “toz tavşancıkları” dedikleri is gibi siyah küçük yaratıkların peşinden koştukları sahneler. Totoro gelince, konuşunca ve kıpırdayınca da sebepsiz yere kahkahalara boğuluyor. Miyazaki’nin çocuklarda yaptığı etki olağanüstü. Büyük kızım nerdeyse yukarıda bahsettiğim tüm Miyazaki filmlerini keyifle izliyor. İki yaşındaki kızımsa Totoro dışında, Kiki, Ponyo ve Yürüyen Şato’ya bayılıyor. Ponyo onun bir buçuk yaşındayken baştan sona heyecanla izlediği ilk uzun metrajlı filmdi. Başından sonuna çok severek izledi ve “Bir daha, bir daha...” diye devam etti. Her Miyazaki buluşması ailece televizyonun önünde toplanıp keyifle geçireceğimiz mutlu akşamlara dönüştü. Evde en büyükten, en küçüğe hepimiz sevdik ve tekrar tekrar izlemekten hiç sıkılmadık. Felsefesine ve dehasına her izleyişimizde yeniden hayran olduk. Siz de büyük animasyon ustasının bahsettiğim filmlerini zaten izlediniz ve en sevdiğiniz animasyon filmini bunlar arasından seçtiyseniz zaten daha fazla anlatmama gerek yok. Eğer izlemediyseniz de nefis bir serüven sizleri bekliyor. Umarım izler ve bizim aldığımız kadar çok keyif alırsınız. Miyazaki’nin bütün filmlerindeki ortak nokta olan “her işlerini kendi halledebilen, kendi kendine ye-


ten” küçük kızlar, geleceğin liderlerini/girişimcilerini yetiştiriken bizlere ilham olsun dilerim. Yetiştirdiğimiz yeni nesil kızlar beyaz atlı prensin onlar için gelip, kendilerini kurtarmasını beklemektense kendi kendilerine sorunları çözen, yaratıcı, doğayı koruyan bir unsur olarak evrenin dengesinde yerlerini almış, yaşama sevinciyle dolu, cıvıl cıvıl, iyimser birer birey olsunlar. Bir nesile böyle ilham olabilmeyi becerdiği için, hayal gücü ve açık yüreği için, Miyazaki’ye ne kadar teşekkür etsek az.

15


EĞİTİM ERKEN ÇOCUKLUK DÖNEMINDE ÇOCUĞUN DUYGUSAL ZEKASI

Eray BECEREN Kişisel Gelişim Uzmanı www.duygusalzeka.net

Çocuklar bebekliklerinden itibaren sağlıklı, sağlıksız, doğru ya da yanlış pek çok şeyden etkilenerek büyürler. Çevrelerinden gelen tepkilere göre kendileri ve başkalarıyla ve içinde yaşadıkları dünyayla ilgili düşünceler edinir ve bunlara göre davranış ve tutum geliştirirler. Büyüklerin (anne-baba, bakıcı ya da öğretmen) çocuklar ile olan ilişkileri ve yaşamın ilk yıllarında onlara kazandırdıkları tecrübeler, çocukların duygusal ve beyin gelişimlerinin yanı sıra onların gelecekteki tutum ve davranışları üzerinde de etkilidir. Çocuklar anne ve babalarının ve ilerleyen yaşlarda hayatlarında etkili olan diğer yetişkinlerin onlara verdiklerini olduğu gibi alırlar. Araştırmalara göre; • Beyinin gelişimi kalıtım ve ilk çocukluktaki deneyimlerin kombinasyonu ile oluşur. • Çocuk dünyaya geldiğinde beyninde henüz birbirleriyle bağlantısı olmayan milyarlarca sinir hücreleri bulunur. • Beyinin sağlıklı gelişebilmesi için beyin hücrelerinin devamlı hareket halinde olması ve birbirleriyle bağlantılar kurması gerekmektedir. • Beyindeki bu bağlantıların oluşumu çocuğun içinde yaşadığı ortamdaki zihinsel, fiziksel ve duygusal uyarılar ve tepkilerle oluşur… • Beyin ilk üç sene içinde bir yetişkin beyninin 2/3 si kadar gelişir. • Hayatın ilk seneleri duyguların ve beynin gelişmesinde oldukça önemlidir. Bu çok önemli zaman içersinde yaşanan negatif deneyimlerin ve stresin beyin gelişimi üzerinde olumsuz etkisi vardır.

16

• Beyin özellikle ilk senelerde esnek ve değişime çok yatkındır ancak değişimde zamanlama oldukça önemlidir. Erken yaşta beyinde oluşan bağlantıların daha sonraki yaşlarda değişmesi zordur. • Fiziksel ve duygusal ihtiyaçların karşılanması, yaşanılan pozitif deneyimler çocuğun beyninin sağlıklı gelişmesini sağlar. Duygusal açıdan sağlıklı gelişen çocuklar gerek ergenlikte gerekse yetişkinliklerinde stresle baş edebilir, sosyal becerilere daha yatkın bireyler olarak yetişirler. Duygusal zeka, hayatın ilk yıllarında gelişmeye başlar. Çocukların, anne- baba, öğretmen ve çevrelerindeki diğer insanlar ve arkadaşlarıyla olan iletişimleri sırasında birbirlerine duygusal mesajlar gönderirler. Bu mesajların üst üste tekrarı çocukların duygusal yapısını ve davranışlarını oluşturur. Çevreden gelen tepkiler ve mesajlarla oluşan beyindeki bağlantılar çocuğun geleceğini kalıcı olarak etkiler. Diğer bir deyişle olaylar karşısında arka arkaya yaşanan duygusal dersler ve deneyimler beynin belli bölümlerindeki bağlantılarını sağlayarak beyni bu duygulara karşılık verecek şekilde şekillendirir. Anne-baba ya da hayatlarındaki diğer önemli insanlar çocuklara davranışları ile çocuğun ileriki hayatına yansıtılan geçmişini oluştururlar. Çocukluğunda yediği dayakların acısıyla, kızgınlıkla çatılan kaşlara yoğun korku ve nefretle tepki vermeyi öğrenmiş birisi, çatılan kaşların artık böyle bir tehdit taşımadığını bildiği halde aynı tepkiyi bir ölçüde gösterecektir. Anne-baba ve çocuklar arasında kurulan sıcak, güvenli ve kuvvetli bağ ile çocuklar duygularıyla baş edebilmeyi, öfkelerini kontrol edebilmeyi ve empati duygusunu öğrenirse sadece bugün değil gelecekte de bu becerilere sahip olacaktır. Bu hayat boyu etkisini gösterecek kalıcı ve önemli bir güçtür. İhtiyaçları zamanında, şefkat ve sevgiyle karşılanan bebekler kendilerini güvende hisseder ve strese girmezler. Ağlayarak acıktığını, acısını ya da üzüntüsünü belirten çocuk büyüklerinden ilgi görür ve ihtiyaçlarına karşılık


alırsa pozitif duygular kadar tedirginliklerine de cevap verildiğini öğrenirler. İhtiyaç duydukça her seferinde yatıştırılan ve sakinleştirilen bebeklerin beynindeki sinirsel bağlantılar gittikçe kuvvetlenir. Zamanla beyin stresle daha kolay baş eder hale gelir. Beyinde kurulan bağlantılar ilerde edinilecek duygusal becerilerin gelişmesine etki eder. İki aylık bir bebeğin sabahın üçünde kalkıp ağlamaya başladığını düşünelim. Annesi odasına girer ve yarım saat boyunca bebek annesinin kollarında, halinden hoşnut bir şekilde meme emerken anne şefkat dolu gözlerle ona bakarak gece yarısı olsa da kendisini görmekten sevinç duyduğunu gösterir. Bebek, annesinin sevgisiyle rahatlamış olarak yeniden uykuya dalar. Gecenin tam ortasında ağlayarak uyanan bir başka iki aylık bebek düşünelim; ancak annesi, kocasıyla bir kavganın ardından biraz önce uykuya dalmış olduğundan, gergin ve sinirli bir halde onu hışımla kaldırıp, “Sus, tamam mı? Bir zırıltıya daha katlanamam! Hadi gel, bitsin şu iş,” dediği an, gerginliği daha da artar. Bebek sütünü emerken annesi adeta taş gibidir ve ona değil uzaklara bakarak kocasıyla kavgasını zihninden geçirir, düşündükçe de huzursuzluğu gitgide artar. Gerginliği hisseden bebek kıpırdanmaya, kendini kasmaya başlar ve emmeyi bırakır. “Tüm istediğin bu mu? İçme o zaman!” diye söylenen annesi, aynı hışımla onu beşiğine koyduğu gibi çıkıp gider ve bebeğini halsiz düşüp yeniden uykuya dalana kadar ağlamaya bırakır. Bu iki senaryo, ABD Ulusal Klinik Bebek Programları Merkezi’nin raporunda, sürekli tekrarlanması halinde, bebeğin kendisi ve en yakın ilişkileri hakkında çok farklı duygular edinmesine yol açan etkileşim çeşitlerinin örnekleri olarak verilmiştir. * Birinci bebek, ihtiyaçlarının insanlar tarafından fark edilebileceğini, onlardan yardım isteyebileceğini ve bu yardımı sağlamakta etkili olabileceğini öğrenirken; * İkincisi, aslında kimsenin kendisini umursamadığını, insanlara güvenilemeyeceğini ve teselli bulma çabalarının sonuçsuz kalacağını keşfeder. Kuşkusuz çoğu bebek, her

iki çeşit etkileşimi de en azından tadar. Ancak zaman içinde anne-babanın çocuğa davranışında bu tarzlardan biri ya da diğeri baskın hale geldikçe, çocuk dünyada kendisini ne kadar güvenli, ne kadar etkili hissedebileceği ve başkalarına ne kadar güvenebileceği gibi konularda temel duygusal dersleri almış olur. Erik Erikson, bunu çocuğun “temel bir güven” ya da temel bir güvensizlik hissetmesi şeklinde ifade etmiştir. Bu tür duygusal dersler hayatın ilk anlarında başlayıp çocukluk yılları boyunca sürer. Anne-baba ve çocuk arasındaki tüm küçük etkileşimlerin bir duygusal altyazısı vardır ve bu mesajların yıllar içinde tekrarlanması sürecinde çocuklar duygusal tavırlarının ve yeteneklerinin özünü oluştururlar. Küçük bir kız bir yap-boz oyununda zorlanıp meşgul olan annesinden yardım istediğinde, annenin bu istek karşısında açık bir hoşnutluk göstermesi bir çeşit mesaj, kısa ve sertçe “Şimdi beni meşgul etme, önemli işlerim var” demesi ise bambaşka bir mesajdır. Anne ve çocuk arasında bu tür temaslar olağanlaştığında, çocuğun ilişkilerden duygusal beklentileri oluşur; ortaya çıkan tavırlar çocuğun hayatın herhangi bir alanında yaptığı şeyleri iyi ya da kötü etkileyecektir. Yaşamın ilk üç dört yılı, bebeğin beyninin tam gelişmiş insan beyninin üçte ikisi kadar büyüdüğü ve karmaşıklığının daha sonra hiç erişemeyeceği bir hızla geliştiği zamandır. Bu dönemde temel nitelikteki dersler daha sonraki dönemlere kıyasla daha kolay öğrenilir. Duygusal dersler, bunların en önde gelenidir. Bu dönemde yoğun stres beynin öğrenme merkezine (dolayısıyla zekaya da) zarar verebilir, yaşamın sonraki dönemlerinde bu bir derece telafi edilebilse de, yaşamın erken döneminde öğrenilenlerin etkisi devam eder. Hayatın ilk dört yılının temel duygusal dersini özetleyen bir raporda belirtildiği gibi, bunun kalıcı sonuçları çok büyüktür. Duygusal zekanın ilk okulu ailedir. Anne ve babanın davranışları çocuğun duygusal yaşantısında derin ve kalıcı etkiler yaratır. Çocuklarının duygularını önemsemeyen ve duygusal ihtiyaçlarına karşılık vermeyen anne ve babalar, onların duygusal zekalarının yanı sıra zihinsel gelişmelerine de engel olurlar. Şiddete eğilimi olan

17


çocuklar genelde aileleri tarafından önem verilmemiş, hayatlarına ilgi gösterilmemiş, sürekli eleştiriye maruz kalmış, anlaşılmamış ve ağır cezalar verilmiş çocuklardır. Çocuklara özel zaman ayırmak, sevildiklerini ve önemsendiklerini belirtmek, onlarla iyi ilişkiler içinde olmak çocukların özgüvenlerini geliştirecek ve başkalarıyla da iyi ilişkiler içinde olmalarında etkili olacaktır. Aile içinde duygusal ihtiyaçlarına karşılık verilen, duyguları eleştiriye maruz kalmadan dinlenip anlaşılan çocuklar anne ve babalarına güven duyacak ve bir sıkıntıları olduğunda bunu rahatça paylaşacak ve yardım alabileceklerdir. Neyi sevip sevmediklerini anlamalarında, kendi özelliklerini tanımlamalarında onlara yardımcı olmak için, almak ya da yapmak istedikleri şeylerle ilgili onlara seçme hakkı vermek çocukların kendilerini tanımalarına, etraflarında olan biten şeylerle ilgili ne hissettiklerini anlamalarına yardımcı olacaktır. Başka bir deyişle özbi-

linçleri gelişecektir. Özbilinci gelişen çocuklar kendilerini ve duygularını daha iyi anlayacak ve kontrol edebilecekleridir. Kendilerini tanıyan çocuklar insanlarla olan ilişkilerinde kendilerini pozitif bir şekilde ifade edebilirler ve başkaları tarafından anlaşılır ve kabul edilirler. Aile ve okul ortamı mutlu ve eğlenceli olmalıdır. Çocukların duygusal sağlıkları ile etkili düşünme ve öğrenme yetenekleri birbirleriyle yakından ilişkilidir. Çocuklara gerginliğin, korku ve hayal kırıklıklarının çok yaşanmadığı, neşe ve mutluluğun yoğun olduğu, kendilerini güven içinde hissettikleri bir ortam sağlanması, onları toplumun mutlu, bağımsız, üretken ve başarılı bireyleri olmalarını sağlayacaktır. www.duygusalzeka.net

www.yupilife.com.tr

18


ADVERTORYAL Türkiye’deki Tek Yetkili Eğitmen İle Temel Pranik Şifa Kursu - İSTANBUL ve ANKARA 11 - 12 ARALIK 2010’da ANKARA ; 18 – 19 ARALIK 2010’da İSTANBUL Eğitmen: Amir Hossein Khonsari Yer: Sonra belirlenecek Ücret: 250 TL Kayıt için: saffet_guler@yahoo.com ; TEL: 0536 746 25 37 Neden bu kurs? Temmuz 2006’da Grand Master Choa Kok Sui, kıdemli Eğitmen olan Amir Hossein Khonsari’den Pranik Şifayı Türkiye’ye getirmesini kişisel olarak istedi. Amir Pranik Şifayı Türkiye’ye ve Kuzey Kıbrıs’a getiren kişidir. Dünya’daki iyi tanınan uluslararası Pranik Şifa Kıdemli Eğitmen ve Büyük Şifacılardan biridir. Amir Hossein Khonsari tüm İleri Aşama Kurslarını Grand Master Choa Kok Sui ile yapma şansına sahip oldu. Amir yıllar boyunca Pranik Şifayı birçok insanla paylaştı, farklı ülkelerde bir çok insana pranik şifa öğretmenliğini öğretti ve tüm dünyada farklı hastalıklar ve rahatsızlıklar için birçok mucizevi şifalar gerçekleştirdi. Pranik Şifa® Nedir? Pranik Şifa® Grand Master Choa Kok Sui tarafından geliştirilen epeyce gelişmiş ve test edilmiş bir enerji tıbbı sistemidir, bedenin enerji süreçlerini dengelemek, uyumlamak ve dönüştürmek için pranayı kullanır. Prana, yaşam gücü anlamına gelen Sanskritce bir sözcüktür. Görünmez biyonerji veya yaşam enerjisi bedeni canlı tutar ve iyi sağlık halini sürdürür. Akupunkturda, Çinliler bu süptil enerjiye Chi adını verir. Ayrıca İbranicede Ruach veya Yaşamın Nefesi olarak adlandırılır. Pranik Şifa® basit ama dokunmadan uygulanan güçlü & etkili bir enerji şifası sistemidir. Bedenin kendini iyileştirme yeteneğine sahip olan, kendini onaran canlı bir varlık olduğu temel prensiplerine dayanır, şifa işlemi fiziksel & duygusal dengesizlikleri iyileştirmek için güneşten, havadan ve topraktan elde edilen bu yaşam gücünü artırarak hızlandırılır. Master Choa Kok Sui şöyle der, “Yaşam Enerjisi veya prana her tarafımızdadır. O her yere yayılır; bizler aslında Yaşam Enerjisi okyanusundayız. Bu prensibe dayanarak, bir şifacı etrafından Pranik Enerji veya Yaşam Enerjisi çekebilir.” Pranik Şifa® ilaçlar, aletler, hatta kişiye fiziksel teması gerektirmez. Fiziksel temas gerekmez, çünkü uygulayıcı direkt olarak fiziksel bedende değil, biyoplazmik veya enerji bedeninde çalışır. Bu enerji bedeni veya aura fiziksel bedeni çevreleyen ve ona nüfuz eden kalıp veya mavikopyadır. Yaşam enerjisi emen ve fiziksel bedene, kaslara, organlara bezlere vs dağıtan enerji bedenidir. Pranik Şifa® nın enerji bedeninde çalışmasının nedeni, fiziksel hastalıkların, fiziksel bedende ortaya çıkmadan önce aurada enerjisel bozukluklar olarak ortaya çıkmasıdır. Fiziksel bedeni çevreleyen, ona nüfuz eden fiziksel bedeni devam ettiren bu her yere yayılan enerji ayrıca duygularımızı, stres ile başa çıkma yeteneğimizi ve hatta mali durumumuzu etkiler. “Kadim zamanlarda, Pranik Şifa yalnızca elit bir kaç kişi tarafından uygulanabiliyordu. Benim işim sıradan bir insanın çok kısa bir süre içinde öğrenebileceği çok etkili bir şifa sistemi geliştirmekti. Şimdi herkes pranik şifayı uygulayabilir. Basit hastalıkları iyileştirebilme bilgisi oldukça güçlendirici.” - Master Choa Kok Sui Master Choa Kok Sui Pranik Şifa® yı günlük yaşamlarımızın kalitesini geliştirmek için kapsamlı bir enerji tıbbı Sistemi olarak geliştirdi. Sunulan kurslar insanlara Enerji Şifasında ve diğer Ezoterik Bilimlerde geniş kapsamlı eğitim vermek için tasarlanmıştır. Bu kurslar ABD’de ve tüm Dünya’da sunulmaktadır. DİĞER PRANİK ŞİFA KURSLARI & ARHATIC YOGA : http://www.kosulsuz-sevgi.com/index.php?option=com_content&task=view&id=850&Itemid=882

19


CAN SAĞLIĞI CAN DOLAŞIMI ve TUZ - V Enis KIRIMLI BioMedikal Mühendis

Bir Japon bilim adamı olan Dr. Masaru Emoto, suyu kelimelerle değiştirebilecek durumda olduğumuzu fotoğraf çekerek 10.000 deneyle kanıtlamıştır. Burada kelimelerin gücünü düşünün, çünkü her kelime önceden seçilerek söylenmiştir. Bu elektriktir, bu dalga boylarıdır. Bunlarla düzen ya da entropi yani kaos yaratabilirsiniz. Sadece konuşulan kelimelerle herhangi birine aşırı derecede canlılık duygusu ve bağlantıları anlayacağı için yaşama gücü veya uyuyamayacak kadar korku verebilirsiniz. Bu sıvı kristal yapıdaki strüktürün birdenbire tamamen değişmeye başlaması ilginç değil midir? Bunu Masaru Emoto, mükemmel bir şekilde kanıtlamıştır. Sıvı nötr suyu alıp kelimelerle yani bilgiyle yükleyerek –4 derecede dondurmuş ve elektron mikroskobuyla fotoğraflarını çekmiştir. “Beni hasta ediyorsun.” mesajı ile yüklediği suyun görüntüsünün aynı kanserli hücre yapısını ortaya koyduğunu tespit etmiştir. Gıdalarınıza ne kadar dikkat etseniz de çevrenizdeki insanların size yüklediği nega tiflikler sizin strüktürünüzü bozabilir ve sizi hasta edebilir. Kristalleriniz parçalanır, fakat yine de beden kendini mükemmel bir şekilde yenileyebilir. Bedenimiz tıpkı bir akü gibi algılanmalıdır ve şarj edilmelidir.

bu homoöstazı yeniden oluşturmanıza yardım eder. Bu nedenle “bağışıklık sistemi” kelimesi yanlıştır. Tam olarak bakıldığında bizim bağışıklık sistemimiz yoktur, bizim entegrasyon sistemimiz vardır. Gerekli enerjiye sahip olduğumuz sürece bedenimiz zararlı maddelerle gerektiği gibi başa çıkabilir ve eğer çevremizde her zaman bize karşı negatif insanlar bulunuyorsa, buna rağmen aktivitelerimizle ve pozitifliğimizle kendimizi koruyabiliriz. Ama eğer siz her gün negatifliğin içinde bulunursanız ve kendinizi korumazsanız, o zaman bu sizi en sonunda yapısı bozuk hücre formu olan kansere kadar götürebilir. Normal durumda hasta ve zayıf insanların sağlıklı olanlara oranla daha çok hasta ve zayıf çocukları olduğunu biliyoruz. Bedenimizdeki her bir hücrede de bu durum aynıdır. Tüm bu hücreler, hücre suyunuzun canlılığıyla bir geometriye, bir strüktüre bağlıdırlar. Sizin için her şeyden önemlisi, hücre suyunuzun her alanındaki bu kristalleri tekrar yapılandırmak olmalıdır. Şimdi yeni bir deney yapabiliriz: Bozuk, hasta bir suyu alalım ve sıvılaştırarak tek bir kelime olan “Sevgi” kelimesiyle yeni bir bilgi verelim. Bunu tekrar –5 derecede donduralım ve elektron mikroskobuyla fotoğrafını çekelim. Birdenbire bu mükemmel kristali, mükemmel geometriyi elde ederiz. Bu deneyi tersten ve yüzden 10.000 defa yapabiliriz, bilimsel ve objektif olarak suyun düşünceyle ne kadar etkilenebileceğini yine kanıtlamış oluruz. Bedeninizin %70’i sudan oluştuğundan bu sizin için önemlidir. Kalitenin yanı sıra miktara da dikkat etmelisiniz, çünkü çok az su içiyorsunuz. Mükemmel organize olmuş bir beden oluşturmak için günde en azından 2 litre su içmelisiniz. Eğer insanlar çok kahve, çok limonata ve benzeri içecekleri içtiklerini düşünüyorlarsa, bu yeterli değil, çünkü çamaşırlarınızı kahveyle yıkayamazsınız. Su mükemmel bir çözelti maddesidir ve her şeyi kendine bağlayabilecek durumdadır. Bu nedenle su içmek gerçekten çok önemlidir.

İnsan bedeninin bu doğal regülasyon işlemine homoöstaz diyoruz. Dünyada hiçbir doktor ve mevcut olan 58.000 alopatik ilaçdan hiçbiri bu durumu tedavi edemez. Sizi kim tedavi edebilir biliyor musunuz? Kendiniz! Ancak iyi bir doktor, iyileşmeniz için ihtiyacınız olan bilgiyi size tekrar verir ve bu şekilde size destek olarak

Vücudumuz çok iyi bir şekilde kendi kendini iyileştirebilir. Çoğu kişi de bunu oruç kürleri vasıtasıyla -bunları bıçaksız ameliyat olarak da adlandırabiliriz- yaparlar. Vücudunuzun tekrar temizlenmesini sağlayın. Sanayi tarzda gıdaların işlenmesiyle vücudunuza almış olduğunuz inorganik maddelerden kurtulun.

Merhaba Sayın Okurlar, Aralık ayına girdiğimiz yılın son günlerinde yine sizlerle birlikteyiz. Yazı dizimizi takip eden okurlarımız, soru sormak isterlerse enisk@biosense-tr.com adresine yazabilirler. Eğer daha önceki yazılarımızı okumak isterseniz web sayfamızın daha önceki sayılarından ulaşabilirsiniz. GEÇEN AYIN DEVAMI...

20


Bunun için de bunları çözen bir şeye ihtiyacınız var. Ve bu da su’dur; su bunu başarır.

Şimdi ayrıca kimyasal-analitik olarak açıklamamız gereken şeyler var.

Ve artık biyofiziksel olarak da kanıtlayabildiğimiz gibi, su yüksek derecede strüktürlü bir yapıya sahip. Ve bu strüktürlerden dolayı vücudumuzdaki benzer titreşimleri içererek Alzheimer rahatsızlığına kadar birçok hastalıkları, beynimizin kıvrımlarına yerleşmiş olan hafif ve ağır metal tortularını bile sökebilir.

Yasaları koyanlar, su kimyasal olarak temiz oldukça belli değerler çerçevesinde bulunmasını şart koşuyorlar. Ve bu sınır değerleri de istedikleri gibi zaman zaman aşağıya veya yukarıya çekebiliyorlar. Halen tarım sektöründe 300 çeşitten fazla inorganik kimyasal yapıya sahip tarım ilacı kullanıldığını ve bunların neredeyse 280’inin kanserojen olduğunu biliyor muydunuz? Kanser nedir? Kanser kaos’tur. Kaos’u düzeltin, entropinin yani düzenin tekrar oluşmasını sağlayın.

İsrail’de bir gelenek vardır: Orada bir doktora gittiğinizde, hangi rahatsızlıktan dolayı gitmiş olursanız olun, sizi muayene etmeden önce tekrar bekleme odasına yollayıp, yarım saat içinde içmek üzere size 2 litre su veriyorlar. Ve siz bu suyu içtikten sonra şikayetleriniz hala devam ediyorsa ancak bundan sonra sizi muayeneye kabul ediyorlar. Birden beliren hastalıkların % 80’ini sadece su içerek iyileştirebileceklerini görmüşler ve bunun sadece suyun kalitesine bağlı olmadığı da tespit etmişler. Bunun için su, çözelti maddesi olarak biriken tüm atıkları dışarı taşımak için kullanılıyor. Örneğin burnunuz aktığında neler oluyor? Vücudunuzda daha önceleri birikmiş olan zararlı maddelerin nötralize edilerek dışarı atılabilmesi için salgılar oluşuyor ve burnunuzdan dışarı çıkıyor. Aynı olay cildiniz için de geçerli olduğundan, vücudunuza girmiş olan zararlı tüm maddeler cildiniz vasıtasıyla da ifraz edilir. Bütün problem aslında içeride. Oraya girmemesi gereken maddeleri su yine dışarı taşıma kapasitesine sahiptir. Burada suyun miktarı kadar kalitesi de tabi ki önemlidir. Artık bildiğimiz gibi su, 80 metrelik bir boru sisteminden geçtiğinde, canlılığını kaybediyor. Bu da borunun kötü olmasından dolayı değil de borudaki basınçtan kaynaklanıyor. Suyun evlerimize kadar taşınabilmesi için gerekli olan basınç, suyun kendi hareketliliğini bozuyor. Suda çift helix şeklinde spiral hareket mevcut, bu da suyun kristalinin oluşmasını sağlıyor. Suyun spiral hareketine zarar verildiğinde, kristal yapısı da bozuluyor, kristal şekil olmayan yerde geometri de mevcut değildir ve böylece enformasyon da oluşamaz, neticede canlılık da yok olur. Sonuç olarak bu şekilde sadece 80 metre boru hattı ile suyun canlılığını almış oluyoruz.

Ve tüm bu inorganik bileşimler, bu pestisidler entropinin tam tersinin oluşmasını sağlıyorlar. Tarımda kullanılan ilaçlar yer altı sularına karıştığı için tekrar bize, çeşmelerimize geliyor. İlginç olan, 1992’ye kadar yasayı koyanlar bu 300 tarım ilacından sadece 63’ünün analiz edilme zorunluluğunu getirmiştir. 280 ilacın kanserojen olarak bilinmesine rağmen sadece 63’ünün ölçülmesi sanki bunların yokmuş gibi varsayılması ilginç değil mi? Kalanların isimleri bile bilinmiyor ve bunlar için hiçbir sınır değer konulmamış. Ve zamanla ölçülen bu 63 ilacın değerleri yükseldikçe, tolerans değerleri de yükseltilmiş. Suyun kalitesini düzelteceğine içindeki maddelerin tolerans değerleri ile oynanmakta. Aksi taktirde bu suyu size satmamaları gerekir. Devam edecek... Institute of Biophysical Research’den değerli biofizikçi Peter Ferreira Çeviren : Biomedikal Mühendis Jeff Say

www.kuzeyorganik.com

21


YEMEK KÜLTÜRÜ KURU MEYVELİ BİSCOTTİ TARİFİ Işık POLATER Yemek Kültürü Uzmanı Malzemeler: 1 1/2 tatlı kaşığı kuru maya 2 su bardağı ılık süt 1/3 su b zeytinyağı veya fındık yağı 1 su bardağı ılık su 4-5 su bardağı elenmiş tam buğday unu 1 tatlı kaşığı tuz 1 tatlı kaşığı keçiboynuzu pekmezi veya bal 8 adet, küçük parçalara kesilmiş kuru kayısı, 1/2 su bardağı iç antep fıstığı Pişirme sırasında kullanılmak üzere bir fırın kasesinin içine koyulmuş su

Yapılışı Fırını önceden 80-100 dereceye ısıtın. Fırın tepsisini pişirme kağıdı ile kaplayın. Bir su bardağı içine kuru mayayı koyun, 1 tatlı kaşığı keçiboynuzu pekmezini veya balı ve 1/2 su b ılık sütü ekleyin. Bardağı, maya kabarınca taşmaması için, hamuru hazırlayacağınız kasenin ortasına koyun. 5-10 dakika mayanın kabarmasını bekleyin. Kabarmış mayayı kaseye boşaltın. Tuz, yağ, kalan 1 1/2 su b ılık sütü ve 1 bardak ılık suyu ekleyerek, bir kaşıkla karıştırın. Küçük parçalara kesilmiş kuru kayısıyı ve iç antep fıstığını da ilave edin. Unu eklemeye başlayın. Elinize yapışmayan yumuşak bir hamur elde edebilmek için unu azar azar eklemeniz önemlidir. Yumuşak bir hamur elde eder etmez un eklemeyi durdurun. Kasenin üzerini bir mutfak havlusuyla kaplayın ve hamuru ılık bir yerde 10 dakika dinlendirin. Fırının içine en alt kata su dolu küçük bir fırın kabı koyun. Böylece, oluşan buhar, pişerken biscottinin üzerinde kalın bir kabuk oluşumunu önleyecektir. 10 dakika dinlendirdiğiniz hamuru kısa süre (1-2 dakika) yoğurun. Yuvarlak bir somun haline getirin ve fırın tepsisinin ortasına yerleştirin. Tepsiyi fırına verin, 80100 derecede 10-15 dakika hamurun kabarmasını bekleyin. Fırın ısısını 180 dereceye çıkarın ve 20-30 dakika pişirin. Biscotti’yi fırından çıkarıp 15-20 dakika nefes almasını bekledikten sonra dilimleyin. Biscotti dilimlerini bir buzdolabı poşeti içinde buzdolabında veya derin dondurucuda saklayabilirsiniz. Dilerseniz dilimleri fırın tepsisine dizip kıtırlaştırabilirsiniz, ya da kullanmadan önce ekmek kızartma makinasında 2 kez kızartabilirsiniz.

22



BİTKİLERLE YAŞAM GELİBOLU ve ÇEVRESİNDEN DERLENEN BİTKİLERLE İLGİLİ HALK BİLGELİĞİ harı kısa sürer. Yağışlar sonbaharda etkili olur. Kış aylarında kuzeyden sert poyraz rüzgârları eser. Yaz ve sonbahar aylarında Akdeniz ikliminin etkisi altında kalır. Bitki örtüsü orman, maki ve otsu bitki topluluklarından oluşmaktadır.

Nazım TANRIKULU Tıbbi Bitkiler Teknikeri

www.nazimtanrikulu.com

Anadolu’da doğal olarak yetişen tıbbi bitkileri Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesinde kültüre almak ve yerel kullanım bilgilerini derlemek suretiyle biyoçeşitliliğin devamına katkı sağlama, bilgi birikimine sahip çıkma ve yöresel bitkileri tanıtma imkânı buluyoruz.

Anadolu insanının bitkilerden faydalanma konusunda sahip olduğu, sözlü aktarıma dayalı binlerce yıllık bilgi birikimi, sanayileşme, köyden kente göç ve popüler kültür dolayısıyla kaybolmaya yüz tutmuştur. Ancak bu birikimin kayıt altına alınıp değerlendirilmesi ve böylece kültürel mirasımızın gelecek nesillere aktarılabilmesi amacıyla son yıllarda çeşitli projeler hayata geçirilmiştir. Bu projelerden biri, Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi tarafından yürütülmektedir. Anadolu’nun çeşitli yörelerinde doğal olarak yetişen tıbbi bitkilerden canlı örnekler toplayıp Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi’nde kültüre almak ve bu bitkilerin yerel kullanım bilgilerini derlemek suretiyle hem biyoçeşitliliğin devamına katkı sağlama, hem bilgi birikimine sahip çıkma, hem de yöresel bitkileri ziyaretçilerimize tanıtma imkânı buluyoruz. Gelibolu köylerinde kullanılan 10 bitki Gelibolu, Trakya ve Ege iklim bölgeleri arasında yer alır. Kuzeyindeki Korudağı, sert Trakya ikliminin etkisini hafifletir. Çanakkale boğazının kıyısında bulunduğu için yılda dört ay hava akımlarının etkisi altında kalır, bu nedenle ilkba-

24

2008 nisan ayında bir hafta süren çalışmada, Gelibolu ve çevresindeki 10 köy[2], 6 bitki toplama alanı[3], 2 yerel pazar[4] ve 1 müze[5] taranmıştır. GPS cihazıyla bitki toplanan yerlerin koordinatları belirlenmiştir. Köy çalışmalarına kahvehanelerden başlanmış, görüşülen kişilerin yönlendirmelerine göre hareket edilmiştir. Bitkilerin yerel kullanım bilgileri derlenirken, Füsun Ertuğ tarafından hazırlanan çerçeve sorulardan faydalanılmış, o sırada gelişen soru ve yöntemler de kullanılmıştır.[6] Bilgiler, not defteri, ses kayıt cihazı ve video kamera kullanılarak kaydedilmiş-


tir. 12’si köylerden, 5’i yerel pazarlardan olmak üzere 17 kişiyle görüşülmüştür. Kaydedilen bilgilerden bazıları aşağıdadır. (Söz konusu bitkilerin tıbbi etkinliği ve güvenliği konusunda danışınız.) Ahlat (Pyrus elaeagnifolia Pall.) Yerel kullanımı: - Yaprakları ve meyveleri ezilerek böcek ve yılan sokmalarında kullanılır. - Meyveleri tuz ve suyla küplerde 1-2 ay bekletilerek şeker hastalığında kullanılır.

Banotu (Hyoscyamus niger L.) Yerel ismi: Bambulotu Yerel kullanımı: - Taze yaprakları ekşi hamurla birlikte bezin arasına yayılır, baş ağrısında başa sarılır. - Tohumları meşe korunda yakılıp kül edilir, sıcak su dolu bir kaba atılır, başa havlu örtülür, buharı solumak suretiyle diş kurtları düşürülür[7]; bu yöntem diş ağrısında da uygulanır. Bayırturpu (Armoracia rusticana P.Gaertn., B.Mey. & Scherb.) Yerel ismi: Düdükotu[8] Yerel kullanımı: - Yaprakları ezilerek saçkıran hastalığında saç çıkartıcı olarak kullanılır.

- Kökleri doğranır, çamsakızı ve zeytinyağıyla kavrulur, süzülüp dondurulur, yara ve yanıklarda kullanılır. Beşparmakotu (Potentilla reptans L.) Yerel ismi: Karaot Yerel kullanımı: - Çiçek açtıktan sonra yaprakları toplanır, akciğer hastalığı olan keçinin kulağına bağlanır. - Yaprakları sütü bozulan keçinin memelerine sürülür.

Gelincik (Papaver ssp.) Yerel ismi: Lale Yerel kullanımı: - Çiçek açmadan önce toplanan dip yaprakları haşlanıp kavrularak yemeği yapılır. Isırgan (Urtica ssp.) Yerel ismi: Kupriva[9] Yerel kullanımı: - Yaprakları haşlanıp yumurtayla kavrularak yemeği yapılır. - Yaprakları saplarıyla toplanıp kurutulur, yüksek tansiyon ve şeker hastalığında kaynatılıp içilir. - Yapraklarının kaynatılmasıyla elde edilen su bitkilerdeki haşerata karşı kullanılır.

25


İstanbul kekiği (Origanum vulgare L. subsp. hirtum (Link). Ietswaart) Yerel ismi: Güveyotu

[10]

Yerel kullanımı: - Çiçekli topraküstü kısmı çay olarak içilir. - Topraküstü kısmı ufalanıp, kurutulacak domateslerin üzerine serpilir. - Topraküstü kısmı kaynatılır, incirler bu suya batırıldıktan sonra kurutulur. - Yaprakları diş ağrısında çiğnenir.

Şebboy (Cheiranthus cheiri L.) Yerel ismi: Sarı menekşe Yerel kullanımı: - Taze yaprakları dövülerek egzamada kullanılır. - Süs bitkisi olarak yetiştirilir. Şeftali (Prunus persica (L.) Batsch) Yerel kullanımı: - Yapraklarının dövülmesiyle elde edilen su yara iyileştirici olarak kullanılır.

Meşe (Quercus ssp.)

---------------------------------------------

Yerel kullanımı:

Kullanılan fotoğraflar Nazım Tanrıkulu’nun arşivindendir.

- Odunu kor haline getirilir, külü bir çukura dökülür, üzerine sirke konur, çıbanları yoketmek için eller bu külde bekletilir.

Bu makale daha önce Sağlık Çevre Kültürü Dergisi’nde yayınlanmıştır.

26


Kaynaklar: Füsun Ertuğ. Etnobotanik fiş örneği ve çerçeve soruları. Türkiye Kültür Envanteri Kılavuzu. İstanbul: Türkiye Bilimler Akademisi, 2003, s. 101-10. Kemâliyye: Erken Anadolu Türkçesi İle Yazılmış Bir Tıp Risalesi. Hazırlayan: Ali Haydar Bayat. İstanbul: Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği, 2007, s. 83. William B. Turrill. Gelibolu yarımadasının florası. Çeviren: Faik Yaltırık. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi. İstanbul 1959, seri B, VIII (2), IX. http://www.dentistry.ankara.edu.tr/curukteorileri.doc http://www.gelibolu.gov.tr/pages/g_cografya.htm http://pomaktarihi.blogspot.com/2007/04/kaypedilenkimlik-pomaklar.html Çalışmamıza katkılarından dolayı Ecz. Kübra Üzel ve Mimar Mihrimah Üzel’e teşekkür ederiz. ----------------------------------------------------------Dipnotlar: Kültürlerin bitkileri ele alışını ve kullanışını inceleyen bilim dalı [1]

sunuz?”, “Bu bitkilerin hangi kısımlarını, ne amaçla, nasıl kullanıyorsunuz?”, “Aktardığınız bilgileri kimden öğrendiniz?” vs. Diş çürüklerine, çene köklerinde varolan ve dişin kanını emerek beslenen kurtların sebep olduğu inancına, tahmini 7000 yıllık Sümer tabletlerinde, Mısır, Çin, Hind, Fin, Britanya.. kültürlerinde rastlanmaktadır. Tedavi için değişik devalar önerilmiştir. Meşhur cerrah Guy de Chauliac (1300-1368) pırasa tohumu ve soğan karışımıyla hazırlanan tütsünün, 500 yıl kadar önce Anadolu Türkçesiyle yazılmış Kemâliyye, banotu tohumuyla hazırlanan tütsünün buğusunu tavsiye etmektedir. Görüştüğümüz kişiler, buğu sonrasında kurtları suyun üzerinde görebildiklerini belirtmişlerdir. [7]

Yaprakları üflendiğinde ses çıkarttığı için bu isimle anılmaktadır. [8]

Arnavutluk, Bulgaristan, Makedonya, Türkiye, ve Yunanistan’a yayılmış Slav kökenli Müslüman azınlık Pomakların verdiği isim. [9]

Sebzeler kurutulurken güvelenmesin diye kullanıldığı için bu isimle anılmaktadır. [10]

Arıklı, Bayırlı, Burhanlı, Fındıklı, Ilgardere, Karainebeyli, Nusratlı, Ocaklı, Pazarlı, Yeniköy [2]

Burhanlı sahili, Fındıklı sahili, Kömürlük limanı, Ocaklı sahili, Pazarlı çevresi, Yeniköy sahili [3]

Gelibolu pazarı, Lapseki pazarı [4]

[5]

Ayvacık Etnografya Müzesi

“Günlük hayatta kullandığınız bitkiler nelerdir?”, “Kul[6]

landığınız bitkilere neden bu isimlerin verildiğini biliyor mu-

27


HAYVAN DOSTLARIMIZ BAZEN BAZI FELAKETLER HAYIRLI OLAYLARA VESİLE OLUR Lena GAVURAKİ Yazar Ekimde gündemi etkileyen konulardan biri de kediyi ezerek öldüren pitbullu çocuktu. Görüntüleri izlemedim. İzlemek istemedim demek daha doğru olur, çünkü bu tip görüntüler izlediğimde ruhum buna dayanamıyor, isyan ediyor ve günlerce uyuyamadığım gibi mide bulantısına da engel olamıyorum. Günlerce kusma isteğiyle uykusuz ortalarda dolanan asabi bir yaratık haline dönüşüveriyorum. Bütün bunları hemcinslerim adına duyduğum suçluluk duygumdan dolayı yaşıyorum. Şiddete maruz kalan o zavallı savunmasız canlıyı korumadığım, koruyamadığım için vicdanım sızlıyor… Her seferinde tarif edilemez bir hırs ve kızgınlıkla doluveriyor içim. Görüntüleri izlememiş olsam da, U.G. isimli şahsın, önce köpeğini kediye saldırtmaya çalıştığını ancak köpek böyle bir şey yapmayınca, kendisinin, kedinin başını ezerek öldürdüğünü bir şekilde duydum, sanırım sizler de duydunuz. Vahşi ve tehlikeli bir cins olduğu varsayılan bir pitbullun bile yapmayı reddettiğini ‘medeni ve gelişmiş’ bir varlık olduğu iddia edilen insanoğlu yapıyor… İster istemez insanın aklına takılmadan olmuyor. Hangimiz daha vahşiyiz? Hangimiz daha tehlikeli? Hayvanlar aleminde en tehlikeli, en yırtıcı hayvan bile sadece hayatta kalmak için öldürür. Ya ürkmüştür ve kendini koruma içgüdüsüyle, ya da karnı açtır ve beslenmek için saldırıya geçer. Peki ya biz? İnsan denen biz; bazen sadece zevk ya da spor olsun diye başka hayatlara son verdiğimiz bile oluyor. Bazen ise öldürmek için illa da bir canlının hayatına son vermek gerekmiyor. Hayatı idame ettirmemesi için şartları hazırlamak da katil olmak için yeterli. Nasıl mı? Şöyle kabaca bir anlatmaya çalışayım. Hayatımızı kolaylaştıracağını düşündüğümüz için şehirler

28

kurduk. Bu şehirlerde, toprak anadan ve doğal hayattan uzaklaşarak kendimizi beton yığınları içine hapsettik. Böylelikle doğada hayatını sürdürmeye çalışan diğer tüm canlıların yaşam şansını ellerinden almış olduk… Bütün canlıların yanı sıra, ilk evcileştirilmiş tür olan köpeğe ve yine bize yakın olan kedilere de şans vermek istemedik. Köpekleri barınaklara kapattık, kedileri arabaların altında ezilmek uğruna otobanlara, sokaklara terk ettik. Yunusları özgürce yüzdükleri denizlerden koparıp; bize maskaralık yapsınlar diye, küçücük havuzlara aç bir şekilde hapsettik. Şehir hayatında hasretini duyduğumuz kuş sesini duyabilmek için kuşların adeta kanatlarını koparıp demir kafeslere kapattık. Tavuk eti yemek için tavuk üretim çiftlikleri kurduk, suni yiyeceklerle onları besleyip şişirdikten sonra yaşam hakkı tanımadığımız bu tavukları, daha toprağa basamadan kesip yedik ve yemeğe de devam ediyoruz. Aynı fabrikalarda olduğu gibi buralarda da tavukları yetiştiriyoruz. Aynı şeyi büyük baş hayvanlara da yapıyoruz. Amaç mı neydi? Daha fazla para daha fazla hırs… Ayıya bile, burnuna halka takıp, dans etmesini öğrettik ama kendimiz, bizim gibi olmayan ve bu evreni paylaştığımız diğer canlılarla armoni içinde vals yapmasını öğrenemedik. Bu toplumda, suçluları parmaklıklar ardına hapsediyoruz peki bu hayvancıkların suçu neydi? Onların özgürlüğünü hangi nedenden dolayı ellerinden aldık? Tek suçları bizden farklı olmaları ve bu dünyayı bizimle paylaşıyor olmaları mı? Bütün bunlar yetmezmiş gibi aramızda barınmayı başaranlara tecavüz ettik. Onlara işkence çektirdik. Köpekten korktuğu için üstüne kezzap döken, kedi, kapısının önüne işiyor diye ona kaynar sular dökenlerle, biz hayvansevenler sıkça karşılaşıyoruz.


Köpekleri nişan tahtası olarak kullananları da biliyoruz. ‘Harammış efendim’. Onun kafasında köpeğin ‘haram olması’ da onu hedef tahtası haline getirmesi için yeterli oluyor... Ben de soruyorum şimdi hangisi daha haram: O köpeği hedef tahtası olarak kullanan ve zavallıyı süzgeç yapan zihniyet mi yoksa delikler ve ıstıraplar içinde her şeye rağmen hayatını sürdürmeye çalışan o zavallı yavrucak mı? Bütün bunları gördükçe bazen insan olduğum için utanıyorum. Hayvanların asilliği ve sevgi dolu yüreği karşısında da utanıyorum ve yüzüm kızarıyor. Gördüğünüz gibi, İzmir’deki olay maalesef ülkemizde her gün yüzlercesi yaşanan olaylardan sadece biriydi. Ancak oradaki bir kameraya takılıp medyaya sızmış olması bazı gerçekleri hepimizin daha net görmesine vesile oldu. İlk defa ciddi bir şekilde kamuoyunun dikkati bu konuya çekildi. Olaya haberlerde yer verildi, gazetelerin ilk sayfasına çıktı. Oyuncak gibi alınan, üç ay sonra da insanların hevesleri geçince sokaklara veya bakımevlerine terk edilen köpeklerden, sokaklarda barınan kedilerden, şiddet gören hayvanlardan bahsedilmeye başlandı. İyi reyting alan şovlarda hayvan hakları konuşuldu. İlk defa onların hakları için aynı anda farklı şehirlerde binlerce kişi yürümüş oldu. Hayvanları koruma kanunu olan 5199’un, kabahatler kanunundan çıkıp suç kapsamına alınması gerektiği ile ilgili hepimiz ortak tepkimizi dile getirmiş olduk. İlk defa, varlığını unutmaya başladığımız vicdanımızın sızlamasını duyduk ve bu düzene karşı güçlü bir şekilde “DUR” diye haykırabildik. Dur diye haykırabildik ama yetersizdi… Yine yetersiz… Daha fazla bilinçlenmemiz, hayvan hakları ihlallerine karşı daha güçlü bir şekilde “HAYIR” diye bağırmamız gerekiyor.

Karşılıksız ve koşulsuz hayvan sevgisini tattıktan sonra çocuklarımızın bu sevgiyi mutlaka ve mutlaka yaşaması gerektiğini düşünüyorum. Bu, onların sağlıklı psikolojik gelişimi için şart. Unutmayın, çevremizdekileri bilinçlendirebilmek için önce kendi evimizden başlamak gerekiyor. Siz de onların sevgi ve itaat dolu yüreğini görmek için, onlardan biriyle evinizi, hayatınızı paylaşmak için barınaktaki bir köpeği ya da sokaktaki bir kediyi evlat edinmeyi düşünün. Belki birini bile korumanız altına alarak ona, bu acımasız dünyada yaşam hakkı sağlamış olacaksınız. Bunun için ben her ay korunmaya muhtaç bir kedi ve bir köpek ilanı vereceğim. Bir mumun karanlığı aydınlatmaya yettiği gibi, umarım biz de el ele vererek, evrenimizde yaşayan her canlıya karşı daha sevgi ve saygı dolu bir dünya yaratmayı başarabiliriz. Yuva arayanlar… Tuzla’da anne ve yavruları Sokakta doğum yapan kedicik: Tuzla’da yazlık evi olan yaşlı bir çiftin evinin bahçesinde doğum yapmıştır. Bayan kanser hastalığı atlattığı için, evinde hayvan barındırmaktan korkuyor. Ama kış aylarında boş olacak evde anne kedi ve üç kedi yavrusunun akıbetinden de endişe duydukları için onlara aile bulmaya çalışıyorlar. Onları toplu ya da tek tek evlat edinmek isteyenler benimle irtibata geçebilirler lenagavuraki@yahoo.com Ayfer Kartal: 0 532 311 16 29

Belki de her konuda olduğu gibi bu konuda da eğitim çok önemli! Belki de suni ve yapay olan her şey için toplumu bilinçlendirmek gerektiği gibi günümüzde de şişmiş olan bu suni şehirleşmeyi durdurabilmek için de bilinçlenmek bazı şeyleri değiştirmek için yeterli olacak.

29


VATAN VE KÖKLERİMİZ ÇAM BAYRAMI Murat ADJİ Yazar Altay’daki çamlar, her zaman, şaşılacak kadar güzeldiler. Oklar gibi düzgün. Çam, eskiden Türklerde mukaddes ağaç sayılırdı. Onu eve “alırlardı”. Onun şerefine, daha üç-dört bin yıl önce, insanların putlara tapındıkları zamanlarda, bayramlar düzenlediler. Bayram, ilkin Dünyâ’nın merkezinde, tanrıların ve ruhların dinlendikleri yerde yaşayan Yer-su’ya adanırdı. Yer-su’nun yanında, gür beyaz sakallı bir ihtiyar olan Ülgen bulunurdu. İnsanlar, onu dâimâ, zengin kırmızı kaftan içinde gördüler. Ülgen, aydınlık ruhların reisi idi. O, altın kapıları olan altın yer-altı sarayında, altın bir taht üzerinde oturmaktaydı. Güneş ve ay, ona itaat ederlerdi. Çam bayramı, kışın en soğuk zamanında, karakışta, 25 Aralık’ta yapılırdı. O zaman, gün geceye gâlip gelirdi. Ve güneş, toprak üzerinde biraz daha uzun süre kalırdı. İnsanlar, Ülgen’e duâ ederler, güneşin dönüşü için ona teşekkür ederlerdi. Duâların işitilmesi için Ülgen’in sevgili ağacı olan çam süslerlerdi. Onu eve getirirler, dallarına parlak kurdelalar bağlarlar, yanına hediyeler yığarlardı. Bütün gece, güneşin karanlığa gâlibiyeti hâdisesi dolayısıyla eğlenirlerdi. Bütün gece “Koraçun, Koraçun” diye bağırırlardı. Böylece bayramı “Koraçun” diye adlandırdılar; bu söz, eski Türklerin dilinde, “azalsın” mânâsına geliyordu... Yâni, gece azalsın, gündüz artsın. Çamın etrâfında sabaha kadar “inderbay” adı verilen bir halka (dâirevî) oyunu oynarlardı: insanlar, güneşi sembolize eden dâireye katılırlardı. Böylece, semâvî ışık vereni (güneşi) geri dönmeye çağırırlardı. Herkes, en mahrem dileğin, esrârengiz bu gecede, değişmeden gerçekleşeceğine inanırdı. Gerçekten de, Ülgen, bir kere olsun red cevâbı vermedi, hayatta bir kere olsun mahcup etmedi: Bay-ramdan sonra gece dâimâ kısaldı; kızıl güneş ise, hep, gökyüzünde daha uzun, daha uzun süre kaldı.

30

Çam, “Ülgen’in ağacı” diye adlandırıldı. O, tanrıların ve ruhların yer-altı dünyâsı ile insanların dünyâsını birbirine bağlardı. Çam, ok gibi, yukarıya, gökyüzüne çıkan yolu gösteriyordu... Rusça’daki “daroga”(yol), “put’ (yol) mânâsına gelen Türkçe “yol” kelimesi buradan (çamın adından= yol’-yolka) geliyor. İşte ağacın adının geldiği yer! Bunca yüzyıl geçti, ama eski bir bayram unutulmadı. Yeni yıl ağacı (çam) bayramı, bugün herkesin mâlumu! Ülgen, gerçekten, yeni bir ad –Ayaz Ata– aldı; fakat onun bayramdaki rolü ve kıyâfeti aynen kaldı. Eskiden olduğu gibi, çamların çevresinde halka oyunu oynuyorlar. Kimse, konunun farkında değil.. Bu arada, kaftan, şapka, kuşak, deri çizme yâni Ayaz Ata’nın kıyâfeti de eski Türklerin gardırobundan. Onlar, tıpatıp böyle bir kıyâfet içinde dolaşıyorlardı. Arkeologlar, bunun doğruluğunu mükemmel bir şekilde ispat ettiler. Ülgen, efsânelerin söyledikleri gibi, bâzan kılık değiştirirdi. O zaman Erlik adını alırdı. Bununla birlikte, Erlik’in Ülgen’in kardeşi olması mümkündür... Şimdi gerçeklerin iç yüzünü öğrenmek güç; bunca yüz yıl geçti. Gâlibâ, bu o kadar da mühim değil. Çok daha mühim başka bir şey var... Eski Türklerde Ülgen ve Erlik, iyiliği ve kötülüğü, ışığı ve karanlığı temsil ediyorlardı. Onun için, 25 Aralık’ta, bütün insanlar, hattâ en kötüler bile, iyi ve cömert olmaktaydılar. Bu târihte, Erlik, kötülük sembolüdür. O, bu gün torba içinde hediyeler getirirdi. Çocuklar da onu ararlardı. Onlar, şarkılarla dolaşırlar, tekerlemeler söylerlerdi. (Türkçe “kolyad” sözü, kelimesi kelimesine şöyle çevriliyor: “mutluluk, saadet dileme”.) http://www.adji.ru/main_en.html (Alıntı: Kıpçaklar: Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi - Murat Adji)


EVİMİZ DÜNYA “GDO’YA HAYIR” SOKAK EYLEMİ

Berran AYDAN Tema Zonguldak Temsilcisi Yazar

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ile ilgili uzun zamandır bilgiler okumaktayım. En son dikkatleri çeken yasa çıkınca, konu daha çok kamuoyu gündemine girmeye başladı. Tesadüfen internette “GDO’ya hayır sokak eylemi” diye bir yazı okudum. Bir gönüllü grup oluşturulmuştu ve Türkiye çapında eylem yaparak bu guruba destek veriliyor, GDO’lu ürünlere tepki gösteriliyordu.

tişörtlerimizi giyip, ellerimize fileleri alıp, pazara girdik. Basına da haber verdik. Zonguldak Soğuksu pazar yerinde insanların şaşkın bakışları altında alışverişe başladık. Üzerlerimizdeki siyah tişörtlerin önünde “Tarlamda, soframda GDO’lu ürün istemiyorum” arkasında da “GDO ya Hayır” yazılıydı. Normal bir şekilde alışveriş yapıyoruz, bu arada da sohbet ediyoruz. Gördük ki tahminimizden daha çok insan konuyu biliyor. Biz bir şey demesek de laf açıp düşüncelerini söylüyorlar: “Çok iyi yapıyorsunuz, haklısınız valla” “Tamam da, siz bunu Ankara’ya söyleyin asıl” “Ablalar haklı…” “İyi de biz n’apalım, meclise gidin asıl” “Siz böyle marketlere gitsenize, bizim mallar organik, kendimiz ekiyoz.” “Bak sizin yüzünüzden kimse sebze almaycak...”

Destek vermek isteyen kişiler bu platform tarafından hazırlanmış özel tasarım tişörtlerden giyerek sokakta, markette, parkta yani halka açık herhangi bir yerde gezerek sloganı gösteriyor, bir de fotoğraf çekerek gönderiyor ve bu fotoğraflar web sitesinde yayımlanıyordu. Zonguldak TEMA temsilciliğinde gönüllü olarak çalıştığım için bu konuyu ilk toplantıda arkadaşlarıma açtım. Onların da ilgisini çekti ve 6-7 kişi sokak eylemine destek verme kararı aldık. Hemen internet aracılığıyla tişörtleri istediğimiz bedenlerde sipariş verdik, banka hesabına bedelini yatırdık. Ve düşünmeye başladık: Eylemi nerede yapsak acaba? Kimi çarşıda dolaşalım dedi, kimi parkta, kimi de sinemaya gidelim dedi… Ben de şunu önerdim: sebze ve meyve ağırlıklı semt pazarında dolaşıp alışveriş yapalım. Elimize file alıp gidelim, hem iki mesajı bir arada vermiş oluruz hem de üretici ve tüketiciye aynı anda ulaşmış oluruz. Çünkü bizim pazarda, köyde ürününü kendisi ekip, dikip, toplayıp birinci elden satan, çoğu kadın olan satıcılar var. Bu görüşümü arkadaşlarım da benimsediler. Tişörtler gelince, şubatta soğuk bir cumartesi günü yedi TEMA gönüllüsü kadın, kazaklarımızın üzerine

Gibi pek çok yorumla karşılaştık. Usanmadan GDO’yu, sakıncalarını, tüketicilerin neler yapabileceğini anlatıyoruz. Bir yandan da alışveriş yaparken alışkanlıkla naylon poşete mal koymak isteyenlere hemen file uzatıyoruz. Bu da ayrı bir konu açıyor tabii. “İyi de filenin içinde karışıyor her şey, hem naylon daha ucuz” diyorlar. Bu sefer naylonun doğada erimediğini anlatıyoruz. Gazeteciler fotoğraf çekiyorlar, yerel TV kanalı çekim yapıyor, halkı konuşturuyor. Birkaç saat böylece geçti. Filelerimiz dolu, üşümüş bir halde evlerimize döndük. Evet, yasayı değiştiremedik ama hiç olmazsa tepkimizi gösterdik, çevremizdeki insanları uyarmaya, farkındalık yaratmaya çalıştık. Bazıları bize pazar yerinde çok güldüler ama olsun. Bu amacımıza da ulaştığımızı düşünüyorum.

31


EVRENSEL DEĞERLER MUCİZE NEDİR? - I algılamalarımız(DDA) da olduğu öğretilmemiştir okullarda! Materyalist bilgiler dışında cereyan eden olaylar bizi acze ve şaşkınlığa düşürür.

Selman GERÇEKSEVER Emekli Öğretmen ve Yazar

İçinde yaşadığımız âlem, imkânlar âlemidir; eski dilde buna “âlem-i mümkünat” denir. Yani öyle bir ortam içindeyiz ki, burada akla gelen ya da gelmeyen her şey olabilir. Bir örnek, bir ibret olmak üzere; bir numune, bir deneme olsun diye her şey burada. Fakat kimi zaman öyle olaylar da olur ki, onları açıklamakta acze düşeriz, bir türlü akıl erdiremeyiz; ne aklımız alır, ne de mantığımız. Öyle bir olaydır ki bu görme, tatma, dokunma, işitme, koklama gibi beş duyumuza hitap etmez, cihazlarımızla da ölçüp, tartamayız. Aklımız gibi duyularımızda şaşkınlık ve acz içerisindedir. Bu acizlik duygusuna kimi zaman korku, kimi zaman hayranlık ve kimi zaman da mistik heyecanlar da eşlik edebilir, en aymazlarımız da dudak büküp geçer. Köşeye sıkıştığımızı hissederiz, olay bütün gerçekliğiyle karşımızdadır; ama öyle unsurlar içerir ki, bilgi dağarcımızda ki malzemelerle onu bir çerçeveye yerleştiremeyiz. Sıkıştığınız köşede etrafınıza baktığınızda, gördüğünüz şeylere de benzemez. Önceden tanıdığınız, bildiğiniz olaylarla ve şeylerle bir ortak yön ararsınız; bulamazsınız. Ne nispet, ne benzeyiş vardır. Ama bir şeyleri, olayları, eşyaları ve varlıkları, başka bir şeye benzeterek idrak etmeyi biliriz. Rölatiflik, nispilik, görecelik âlemidir bizimki. Güçlü heyecanın beraberinde bir telaş sarar her yanımızı ve aczimizi gizlemeye çalışırız çoğu zaman… Biz, bir’den sonra iki’nin; A’dan sonra B’nin geldiğini biliriz; biz, iki kere ikinin dört ettiğini, demir’in pamuktan ağır olduğunu, görmek için fiziksel göze, duymak için fiziksel kulağa ihtiyaç olduğunu sanırız. Duyular dışı

32

Biz, olayların sebep-sonuç zincirleri ile birbirine bağlı olmasına alışmışızdır. Şunun sebebi şudur; bu sonuç şu sebepten dolayı ortaya çıkmıştır deriz. Her türlü olayı ve eşyayı deterministik yasalar ile kavrar ve normal kabul ederiz. Deterministik bir işleyişin, sebep-sonuç yasasının, kozalitenin (sebeplilik), illiyet prensibinin dışında cereyan eden her olay bizi acze düşürür ve ürkütür. Bunlara “mucize” deriz. O halde mucizeye, bizi acze düşüren olaylardır, diyebiliriz. Bildiğimizin dışında olan ve içinde bulunduğumuz sistemin yasalarına uymayan fenomenleri bir mucize kabul ederiz. Mucize örnekleri sayılmayacak kadar çoktur. Peygamberler ve velilerle ilgili mucize ve keram örneklerini sonra vermek üzere, şimdi aşağıda belirtilen ve çok kimsenin tanık olduğu “olağanüstü” (ya da, bir bakıma “paranormal”) sayılan fenomenleri gözden geçirelim: Sıra Dışı Düşündürücü Olaylar Günümüz ileri teknolojisi, ileri bilim, madde sınırları dışına taşamadığı için, mucizeleri çözmekten acizdir. Örneğin, ömründe hiç lisan bilmeyen bir medyumun, hem de orta çağ Fransızcasıyla, Eski Mısır dilini konuşmasını; keza başka bir medyumun, sağ elliyle ayrı, sol eliyle ayrı tebliğler yazmasını; hatta yazıyı, aynadan düzgün okunacak şekilde tersten, aşağıdan yukarıya yazmasını, bugünkü bilim çözemez. Kavrayamaz… Deneysel Ruhçuluk literatüründe öylesine ruhsal olaylar vardır, bir türlü maddesel görüşün dışına çıkmak isteyen ilim, ya bunları inkârla yetinir; ya da buna gücü yetmezse, “mucizevî bir olay”; daha da olmadı, “tesadüf” deyip geçer… Deneysel Ruhçuluğu bilenler için, tekamül yolunda bizden çok ilerde olan ruhların maddeye hükmederek, pek çok metaryalizasyon olayları oluşturduklarıyla ilgili örnekler konunun literatüründedir. Bunlarla ve demateryalizasyonla ilgili birkaç olayı, bu amaçla sunalım:


1937 yılı Fransa’sında, Loire’da, Parniere isimli, küçük bir kasaba vardır. Meşhur Marie Josephe Olayı, bu kasabada cereyan etmiştir. Olayı birçok gazeteler, La Revue Spirite Dergisi de yayınlamıştır. Bu küçük kasabada Focher Ailesinin, 11 yaşındaki çocuğundan sonra, 8 yaşındaki küçük kızı Marie Joséphe, akçiğer iltihabından ölmüştü. Küçük kızın ölümü, ailesini üzdüğü kadar, çevresini de üzmüştü. Çünkü çok sevilirdi. Geriye, anne-babayla büyükanne ve baba, bir de iki aylık bir ikiz çocukları kalmıştı. Herkesin gözleri yaşlıydı… Mucize olay, cesedin gömülmesinden sonra, hemen ertesi gün başlamıştı. Çocuk, hastalığı süresince bir kuş tüyü yastığında yatmıştı ve ailesinin bütün ısrarlarına rağmen, bu kuş tüyü yastıktan bir türlü ayrılmamıştı. Bu yastıkta yatarken de ölmüştü. Defin töreninden sonra, bu kuş tüyü yastığın içini boşaltmak istediler. Bütün olağanüstülükler de bu boşaltma işleminden sonra başladı: Önce yastığın çok ağırlaştığı ve yumuşaklığını kaybettiğini anladılar. Hemen yastığın bir köşesini söküp merakların gidermek istediler: yastıktan, tüy yerine, tüylerden yapılmış, taç şeklinde, harikulade bir gül demeti çıkıverdi. İnsan eliyle yapılmasına olanak olmayan bir gül demetiydi bu. Haber çevreye hemen yayılmış ve kısa bir sürede bu gülleri, 20.000 kişi görmüştü. Her taraftan akın akın meraklı ziyaretçiler gelmişti! Kuş tüyünden yapılmış olmalarına rağmen, dalından yeni kopmuşçasına taze ve dipdiri duran bu gül demetini, tam 33 adet gül oluşturmuştu. Çocuk da hastalığının 33. günü ölmüştü ! Focher Ailesinin çok yakın ve zengin iki dostu, bu güllerden birer tane alıp, çok sağlam kapalı birer camlı kutuya koymuşlardı. Bunlardan biri o yerin en büyük mülkiye amiriydi. Güllerin kutuya kapatıldıktan ertesi günü bu tek gül 8 adet oluvermişti! Öteki şahıs ise bir barondu. Bu tanınmış baron dostun kapalı camlı kutuya kapattığı tek gülü de, ertesi günü, tam 22 taneydi! Bu harikulade güllerin incelenmesi, görülüp değerlendirilmesi için, büyük şehirlerden, en usta kişiler çağrılmıştı… Hepsi de bunları insan eliyle yapılmasına im-

kân olmadığını söylemişti. Bu güzellerin güzeli güllerin şaşaası yanında sönük kalmış diğer olay da şuydu: Salonda iki büyük duvar saati vardı. Çocuğun öldüğü saatte, bu iki duvar saati de durmuştu! Marie Joséphel’in kendi kollarında öldüğü söylenen doktorsa, bu mucizeli ölüm için şunları söylemişti: “Ben şimdiye kadar asla böyle bir ölüm görmedim. Marie Joséphe gülerek ve kendisini karşılamağa gelmiş, bizim görmediğimiz varlıklarla konuşarak, sanki sevinçle koşan bir çocuk gibi öldü. Ben burada, herkesin bildiği can çekişme halini hiç görmedim.” İşte Marie Joséphe mucizesi, özet olarak budur. Tahta Heykel İspanya’da, 1914 yılında olmuş bir başka mucize şudur: İspanya’da Standander yöresinde, olaydan yaklaşık 200 yıl önce dikilmiş ve tahtadan yapılmış bir İsa heykeli vardı. Bu basit heykelin boyu 1.70m. dir. Heykel 1914 yılına kadar alelade tahtadan yapılmışlığını korumuştu. Fakat günün birinde, Antonie Lopez isminde bir rahip gelip heykelin karşısında durmuştu. Heykele bakarken, birdenbire büyük bir korkuya kapılmıştı. Çünkü tahta heykelin açık duran gözleri, yavaş yavaş kapanmıştı! Haber hızla çevreye yayılmıştı; İspanya dışından da gelenler tam 15.000 kişi, bu heykeli ziyaret etmişti! Bu ziyaretçiler arasında her meslekten, her çevreden kimseler vardı… Heykel, tamamıyla canlı bir insan gibi, herkesin gözleri önünde, gözlerini oynatıyor; göz kapaklarını açıp kapatıyor; dudaklarını hareket ettiriyor; adalelerini geriyor, gevşetiyor; nefes alıyordu! Bu mucize olay birkaç yıl sürdü… Hitler Almanyası zamanında, bu olaydan, bütün ayrıntılarıyla ve belgelerle, Zeitschrift für Seelenleben Dergisi, uzun uzun söz etmişti. Bu olaydan ayrıca söz eden Profesör Leopold Guenther şöyle diyordu: “Ne yazık ki, bu kadar garip ve şayanı hayret olan bu olayı, oraya giderek, onu gören bu kadar bilgin kişinin aklına, onu fotoğraf veya filmle saptamak ve onu bilimsel bir konu yapmak fikri gelmemiştir.”

33


“Bedensiz” Doktorun Ameliyatı Bir başka mucizevî olay, Sao Pablo’da geçen, bir ruhsal ameliyattır: Büyük salonda bulunan 40 kişiden, çoğunluğu hekimdir. Her türlü hileye karşı, akla gelebilen her türlü önlem alınmış; kapılar, pencereler sıkı sıkıya kapatılmış, kilitlenmiş ve de mühürlenmiştir. Ameliyat, bu büyük salonun içinde ayrıca yapılmış küçük bir odada yapılacaktı. Bedensiz varlığın isteğine göre, bu küçük odada, masanın üzerine bir şişe ispirto, bir boş leğen, flaster, birazcık küçük gazlı bez parçaları ile Cope’sun “Had Kadın Hastalıkları” kitabı mevcuttu. Bir küçük şişede birazcık iyot vardı. “Bedensiz” doktor, alkolle iyot’u karıştırıp tentürdiyot yapacaktı. Hasta ameliyat sırasınca kendisini hiç kaybetmemiştir ve hasta izlenimlerini şöyle aktardı: “Karnıma bastığını hissettim. Bundan sonra karnıma çok soğuk bir şey sürüldü. Bunun bir dezenfeksiyon sıvısı olduğunu algıladım. Belki bu, ameliyat olacak yere sürülmekte olan alkoldü.” Ameliyat çok kısa sürmüştü. Bir alet hastanın karnını sadece tırmalamış ve hasta ancak “Oh, doktor!” diye bağırmıştı. Ameliyat bitmişti. Bir burkulmadan sonra duyulan basit bir acıdan başka bir şey yoktu. Ameliyattan sonra odaya girildiğinde, Cope’s’un kitabının “Apandisit” bölümü açılmış duruyordu. Ve bu sayfada doktorun elinin tentirdiyot izleri vardı ki, daha önce böyle izler, lekeler yoktu kitapta. Kitabın 114. sayfasında da taze kan ile biraz sarımtırak sıvı lekesi mevcuttu. Ameliyat, kesinlikle kansız yapılmıştı. Ameliyat yerinde 2cm’lik yara izi, ispirto şişesinde de henüz çıkarılmış, 8 cm boyunda iltihaplı apandisit bulunuyordu. Psyhic Observer Dergisinde Dr. Enid S.Smith imzasıyla yayınlanan bu olay, öncesinden ve sonrasından, seri halinde fotoğraflarıyla, radyolojikman hekimlerce dikkatlice incelenmiş ve izlenmiştir. Rahip Brother Kapp doktorların bile kendisine zaman zaman başvurdukları, İsveçli bir şifacıdır. Pek çok mucizevî şifa olayları vardır… Yıllardır astımla boğuşan hastayı; 60 yaşında, kadının çocuk felciyle yıllardır hiç

34

kıpırdatamadığı sakat kolunu sağlına kavuşturmasını; uzaktan şifa ile karındaki tümörü, hiç yokmuş gibi silişini ve benzeri bir sürü şifa olaylarını Kapp, kısa bir sürede; ”Şimdi, Tanrı’nın yardımıyla kolunu artık oynatabileceksin.” Gibi basit dualarla başaran bir şifa mucizecisiydi! Nitekim tehlikeli bir akıl hastasını bile bir anda normal haline döndürmüştü! Oysaki akıl hastası kadın, gırtlak kanserinin etkisiyle intihar eden kocasının tasallutuna uğramış bir obsesyonluydu! Başka İlginç Örnekler • 12 Haziran 1872 günü Iron Mountain römorkörü, 400 balya pamuk yüklü mavnalı çekerlerken, kaşla göz arasında, hiçbir iz bırakmadan, bütün personeliyle kaybolmuştu. Bütün aramalar da hiçbir sonuç vermedi! • 14 Aralık 1928 günü, Danimarka muhribi Koberhaven, Montevideo limanından, şarkı söyleyerek binen elli askeri öğrencileriyle, top sesleri arasında kalkar kalkmaz kaybolmuştu! Denizin altı, üstü, her yanı aranmış, yine bir iz bulunamadan koskoca muhrip kayıplara karışmıştı! • 18. yüzyıl başında, İspanya’ya doğru ilerleyen 4.000 kişilik Fransız birliği de, Pirenelerde, hiçbir iz bırakmadan yok olmuştu. • 1958’de, Saygon’da kamp kuran 650 kişilik Fransız birliği de aynı akıbete uğrayanlardandı. • 10 Aralık 1939’da, Nankin’inin kuzeyinde kamp kuran Çin kuvvetleri 2988 kişilik bir birlik de kampta karavana ateşleri yanar vaziyette, tüfekleri düzgün çatılmış bir halde bulunurken mevcut değillerdi! • 1947’de Tahoma buzuluna düşen 32 kişilik uçaktan da kimse bulunamamıştır. Sanki uçak bomboş düşüp paramparça olmuş gibiydi! • 1850’de Honduras’tan kahve getiren Sea Bird gemisi, Newport limanı açıklarında gözüküp, kuzeye kaymış ve karaya oturmuştu. Gemiye çıkan ilgililer, geminin ünlü kaptanı John Durham dâhil, kimseyi bulamamışlardı! Geminin mutfağında, ateş üzerinde kahve cezvesi kaynıyordu… Fakat kimseler yoktu! Bütün gemi mürettebatı,


meçhul akıbetle kaybolmuştu! Hem de kaşla göz arasında! Yerimizin elverdiği kadar, bazı mucizevî olayları, özet halinde sunmağa çalıştık. Bermuda Şeytan Üçgeni ve benzerini de bunlara eklersek, çözümü hayli güç olaylar içinde insanın idraklenmesi ve şuurlanmasıdır… Mucize, Evrensel Yasaların İhlali Değildir Maddesel ve ruhsal boyutlarıyla beraber bir gerçek vardır ki, bunu görmek için çok kültürlü olmaya, bir bilim adamı ya da yüksek sezgilere sahip bir kimse olmaya hiç gerek yoktur: Gerek mikro âlemde, gerekse makro âlemde muhteşem bir düzen ve uyum egemendir. Her olay, her varlık, her eşya büyük bir hassasiyetle işleyen yasalarla ayaktadır. Âlemimizin içerisinde nereye yönelirsek yönelelim, işleyen yasaların tezahürünü görmekteyiz. Bir atom içerisinde elektronların hareketi, bir astronomik sistemdeki kürelerin çeşitli hareketleri tesadüfi ve kendiliğinden olabilir mi? Aksi takdirde korkunç bir düzensizlik ve kaos ortaya çıkarak maddesel evren yok olurdu. Güneş ve Dünya arasındaki uzaklık, Dünya eksenindeki meyil, yörüngelerdeki hızları belli sırları değişse, yeryüzünde ki ısı dengesi, gravitasyonel çekim alt üst olur ve canlı sfer ortadan silinirdi.

Kendi bedenimizi ele alalım: Bu kapalı sistem içerisinde bildiğimiz-bilmediğimiz yüzlerce yasa hükmünü sürdürmektedir, hem de birçoğu bizim irademiz dışında… Dolaşım sistemimizdeki, solunum ya da sindirim sistemimizdeki yasaların iş görmemesi; fizik bedenimizin çökmesine, dağılmasına, faaliyetinin kesin olarak durması sonucunu verir. Evet. Evren kusursuz işleyen yasaların bir tezahürüdür. Bilgi yoksa yasa yoksa varlık oluşum ve aksiyon da yoktur. Bununla beraber, mucize dediğimiz öyle olaylarla da karşılaşıyoruz ki, onları bildiğimiz yasalarla açıklayamıyoruz. Peki, bu olay yasaların bozulması, ihlal edilmesi sonucu mu ortaya çıkmıştır? Yani, evrensel yasaları keyfi irade ve isteklerle ya da rasgele, kendiliğinden değişebilir mi? Yasalar kaos yaratmak için mi konmuştur? Elbette ki hayır. Ne genel yasaların dışında bir olay cereyan edebilir, ne de işleyen bir yasa keyfi olarak bozulabilir. O halde mucize nedir? Nasıl açıklayacağız olağandışı olayları?

Devam edecek...

35


HAYATA YENİDEN BAKMAK BİRİ BANA İNSANLIĞIN ÖLMEDİĞİNİ SÖYLESİN

Semiha BATMAZ SALCI TV Program Yapımcısı ve Sunucusu

On yedi yıldır Ankara’da yaşıyorum, böyle yağmur görmedim. Geceden başlayan yağmur hiç aralıksız yağıyor. Öyle sakin sakin de değil. Dışarıda sular seller gidiyor. Haberler Ankara’da sulardan yolda kalan araçları, su basan evleri gösterip duruyor. Ben ise sıcacık iş yerimde, halime şükrederek ve doğayı ne hale getirdiğimizi düşünerek akşamı bekliyorum. Akşam demişken, Cumhuriyet bayramından bir gün önce doğan canım yeğenim Işık’ın doğum günü bugün. Akşam, Işık bir yaşına giriyor. Onu sevenler hep birlikte partide buluşacağız. Onun yeni yürüyen hali, bizi gördüğündeki şımarık hareketleriyle hepimiz eğleneceğiz. Mesainin bitmesine çok az kaldı. Dışarıda hala aralıksız yağmur yağıyor. Oğlumla birlikte işten biraz erken çıktık. Yağmur hala yağıyor. Kız kardeşimi arıyorum, ulaşamıyorum. Biz geliyoruz, bir şeye ihtiyacın var mı diyeceğim, telefonunu açmıyor. Bindik otobüse, düştük yola. Eve geldiğimizde belki Işık uyuyordur diye, kapının zilini çalmadım. Hafif hafif kapıya vurdum. Kardeşim kapıyı açtığında şaşkın şaşkın baktı bize. Niye

36

anahtarla açmadığımı sordu. Işık’ı uyuttuğu için telefona bakamadığını, benim aradığımı anladığı için bir dakika önce kapıya anahtarı taktığını söyledi. Anahtarı takmasıyla, kapıdan alınması bir olmuş. Aslında tıkırtıyı duymuş da konduramamış. Biz ve o, kapının önünde şaşırmış duruyoruz. Yere bakıyoruz, karşı komşuya soruyoruz. O koşuyor, kapıcıya soruyor. Anahtar yok. Anahtar gerçekten yok. Çocuğu olduğunu bilen bir komşusu almıştır, sonra getirir diye biraz bekliyoruz. Gelen giden yok. İşte o zaman anlıyoruz ki, anahtar bilinçli olarak çalınıyor. Çok şaşkınız, çok üzgünüz, çok mutsuzuz… Çünkü, ben ve kardeşim, anahtarları üzerinde olan evlerde büyüdük. Bizim oralarda anahtarlar gece yatarken alınırdı içeriye. Gün boyu hep kapıda dururdu. Ne hırsızlık, ne çalma hiç bilmedik biz evlerimizde. Biz böyle evlerde büyüdük. Herkesi de böyle bildik. 2011’e girerken, BİRİ BANA İNSANLIĞIN ÖLMEDİĞİNİ SÖYLESİN. Söylesin ki, yeni bir yıldan ümidim olsun. Söylesin ki, oğlum, yeğenim, diğer çocuklar ve toplumdaki iyi insanlar için bir ümidim olsun. Gecenin bitmesine çok az kaldı, biz doğum gününde çok eğlendik. Dışarıda hala yağmur yağıyor. Ey yağmur, kiri, pası, bütün tıkanıklıkları aç ki, yarınlar güneş açsın.


KÜLTÜR - SANAT BİR ÇAMUR ÖYKÜSÜ Sevinç CEBECİ Seramik Sanatçısı

Bu duygum çok kısa sürede mutluluğa dönüştü çünkü taşındığım apartmanın giriş katında bir sanat atölyesi vardı. Nasıl şükredeceğimi bilemiyordum.

Çamurla tanışmam İzmir’e taşındığımız günlerde Resim Heykel Müzesi’nde seramik eğitimi verildiğini öğrenmemle başladı.

Böylece çamur mutfağımın başköşesindeki yerini aldı. Ne zaman ona ihtiyacım olsa oradaydı. Bazen bir antidepresan, bazen sıkıntı ya da sevincimi paylaştığım dost, bazen duygularımı yansıtan obje oldu.

Çamuru ilk kez elime aldığımda böyle bağlanacağımı tahmin etmemiştim. Çamuru; kıvama gelene kadar yoğurmak, hava kalmamasını sağlamak, nasıl bir şekil vereceğine karar vermek, bunu başarmak ve bu arada çatlama, çökme gibi karşılaşabileceğin durumların üstesinden gelmeyi öğrenmek, yavaş yavaş kurumasını sağlamak ve ilk pişirim için fırına koymaya hazır hale getirmek gerekiyordu. Her şey yolunda gitmiş, obje fırından çatlamadan kırılmadan çıkmış, direnç kazanmışsa güzelce tozunu almak, oksitlemek, sırlamak ve tekrar pişirmek gerekiyordu. Son pişirim o geceyi yarı uykulu geçirmek ve fırın kapağını açabileceğin saati sabırla beklemeyi öğrenmek içindi. Aynı sırı sürdüğün iki farklı obje, farklı renk alabiliyordu.

Ben O’nu elime tüm içtenliğim, sevgim ve güvenimle aldım, O hiç zorlanmadan olmak istediğini oldu. Kimi zaman bildiğim beni, kimi zaman kendime bile söyleyemediğim, tanımadığım beni anlattı. Bana öyle çok şey anlattı ki, paylaşma ihtiyacı hissettim ve 22 Mayıs 2010 tarihinde ilk kişisel sergimi gerçekleştirdim. Gezen, gören herkesin bana aktardığı duygular, sergi süresince yaşadıklarım, elli iki yıllık hayatımın en özel anılarını oluşturdu. Çamurum yine mutfağımdaki köşesinde ‘OL’mak için beni beklemekte. Sevgiyle, sevgilerimle.

Bu inanılması zor bir durumdu. Bu SIR’dı, seramiğin giziydi, sırrıydı. İki yıl sonunda temel eğitimi tamamlayıp sertifikalarımızı aldığımızda, herkes başarı ve sergi coşkusunu yakınlarıyla paylaşırken, ben kendimi çok yalnız hissettiğim bu şehirde, sevinç ve hüznü birarada yaşıyordum. Çocuklarım, annem, kardeşlerim, sevincimi paylaşacak arkadaşlarım, dostlarım başka şehirlerdeydi ve ben yılların yorgunluğu, tekrarlarıyla İzmir’de sadece çamurla ilişki kurmuştum. Buradan da taşınacağımızı hissediyordum. Bu yüzden saksıda kalmak, toprağa karışıp kök salmaktan daha kolay gelmişti bana. Nitekim bir yıl sonra İstanbul’a taşınmamız gündeme geldi. Mutluydum, yıllar sonra kızımla aynı şehrin havasını soluyacak olmak bile yüreğimi coşturuyordu, tek endişem çamuru nerede pişirip, sırlayacağımdı.

37


KİTAP Derin Yahudi: Siyon - Tük Zelda - Musevi Tarihinde Bin Yıllık Türk Damgası (Yazar: Cengiz Özakıncı) “Haçlı” Emperyalizminin “Musevi” Kılavuzları Türk Kökenli Siyonistler ve İsrail Türkiye’de kimi Türkleri İbrani-Yahudi kökenli Sabetaycılar olarak damgalayan yayınlarla, Kürtleri İbrani kökenli Yahudiler olarak gösteren yayınlar, aynı amaçla tek odaktan mı yürütülüyor? Türkleri Sabetaycı diye damgalamakta kullanılan adbilim [onomastics] yöntemi, dünyadaki Musevilerin soyadlarına uygulandığında, Musevilerin çoğunluğunun Hazar Türk kökenli olduğu gerçeği nasıl ortaya çıkıyor? Çevresindeki tüm ülkeleri etnik ve mezhepsel ayırımcılığa sürükleyen İsrail’de, Museviler arasında dil birliği, etnik köken birliği ve mezhepsel bütünlük var mı? Dünyadaki Musevilerin tümü Sami kökünden İsrailoğulları soyundan mı geliyor, yoksa çoğu Hazar Türk kökenli mi? İsrail’de Hazar-Türk kökenli olan ve olmayan Museviler arasında, birbirlerinden kız alıp vermemeye dek tırmanan etnik-mezhepsel ayırımlar derinleşiyor mu? Siyonizm, salt Musevilerin ideolojisi mi? Haçlı Emperyalizm niçin Siyonizm’e yöneldi? Selçukların atası Selçuk Bey, Türk kökenli Hazar Musevilerinden miydi? Barzan ve Barzaninin Hazar Türk Kaganı Barshandan geldiği neden gizleniyor? Hitler’in soykırıma uğrattığı Musevilerin ezici çoğunluğu Hazar Türk kökenli miydi? 1948’de Pentagon G-2 İstihbarat Bürosu’na sunulan ve dünya Musevilerinin %92’sinin Hazar-Türk kökenli olduğunu kanıtlayan rapor, İsrail devleti kurulduktan sonra nasıl hasır altı edildi? Dünyayı yöneten Rotschild gibi parababalarının çoğu Hazar Türk kökenli Musevi mi? Dünyada soyadı “TU-R-K” ya da Türkçe olan milyonlarca Hazar Türk kökenli Musevi olduğunu biliyor muydunuz? Cengiz Özakıncı, edebi yazılarından oluşan bu dizinin ilk kitabı “Neveser” ve ikinci kitabı “Münevver”den sonra üçüncü kitabı “Derin Yahudi: Siyon -Türk Zelda” ile ezberlerimizi bozmayı sürdürüyor. Üstü örtülmüş, gözlerden kaçırılmış, üzerinde durulmamış, gör-

38

mezden gelinmiş, unutulmuş, daha doğrusu kasten unutturulmuş gerçeklerin konuştuğu bir roman bu... Roman mı? Hayır. Doğru deyim: Roman ötesi... http://www.kitapdenizi.com/kitap/23388-Derin-YahudiSiyon-Tuk-Zelda-Musevi-Tarihinde-Bin-Yillik-Turk-Damgasi-kitabi.aspx


ADVERTORYAL YAŞAMIN GİZEMİ SİMYA ATÖLYESİ GRUP ÇALIŞMALARI ANLAŞMALAR / Yaşamımız boyunca farkında olalım yada olmayalım, birçok anlaşmalar yapıyoruz kendimizle, sevdiklerimizle, sevmediğimizi düşündüklerimizle. Bazen neden kendimizi ifade etmede bu kadar zorlandığımızı, ailede fazladan sorumluluğun bize verildiğini anlamayız. İşte bu anlaşmaları hatırlayıp değiştirmek için bir araya geliyoruz. ŞAMAN AİLE DİZİLİMİ / Şamanların, sorunlarına çözüm bulmak amacıyla, ateş etrafında toplanarak yaptıkları çalışmayı Simya Atölyesinde yapıyoruz. Aile içindeki tüm ilişkiler, perde arkasında kalan ve bu ilişkileri etkileyen durumlar, duygular, biçilmiş roller ve beklentiler ortaya serilir. Anne-baba ve atalardan taşınan inançlar, duygular, roller, yükler, sorumluluklar ve ağırlıklar fark edilir, iade edilir ve kişi özgürleşir. Bu özgürleşme sayesinde kişi, hayatında belki de ilk defa kendi kaderinin yolunda gitme cesareti bulur. İFADE TAMİRATÇILIĞI; İfadeler duyguların enstrümanıdır. Bu enstrümanın yaydığı müzik bizim hayatımızın ritmi olur. İfadelerimizin gücünü fark ederek, hayatımıza neler çektiğimizi yada neleri iterek kendimizden uzağa koyduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyor ve ifadelerimizi nasıl düzelteceğimizi çalışıyoruz. NEFS’TEN NEFESE; Bu hayat aldığımız nefes başlayıp ile verdiğimiz nefes ile bitiyor. Yani iki nefes arasında yaşıyoruz. Nefes hayatsa , hayatı ne kadar içimize alıyoruz. Nefes teknikleri ve hayatı özümseme için bu seminerde bir araya geliyoruz. SİMYA ATÖLYESİ BİREYSEL ÇALIŞMALAR Renk ve ses terapilerinin eşlik ettiği bireysel çalışmaları Himalaya Tuzu ile döşenmiş Kristal Odada yapıyoruz. Hayatımızda değiştirmek yada anlamak istediğimiz konularla ilgili ruhsal arınmalar, içimize yani özümüze yolculuk ederek bu hayatta tüm cevapların bizde olduğunun farkına varıyoruz. ARALIK AYI PROGRAMI ÇARŞAMBA - 01-08-15-22-29 ARALIK ‘ANLAŞMALAR’ GRUP ÇALIŞMASI PERŞEMBE - 02-09-16-23-30 ARALIK ŞAMAN AİLE DİZİLİMİ GRUP ÇALIŞMASI CUMA - 03-10-17-24- ARALIK İFADE TAMİRATÇIĞI GRUP ÇALIŞMASI PAZAR - 04-11-18-25 ARALIK NEFS’TEN NEFESE GRUP ÇALIŞMASI e-mail : simyaatolyesi@gmail.com www.sihirlius.com BİLGİ İÇİN TEL : 216 368 62 68 BAĞDAT CAD. 295/A CADDEBOSTAN / POLONEZ BARBEKÜ YANI

39


GEZİ SRİ LANKA’NIN MUTLU CANLILARI

Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR Emekli Fizik Öğretim Üyesi, Yazar

Sri Lanka’da canlılara saygı Sri Lanka; hayvanseverler için tam bir cennetti. Yalnız hayvanlara değil, böceklere bile saygı duyuluyordu bu topraklarda. Kullanılan böcek ilaçları böcekleri öldürmüyor, yalnızca kovuyordu.

Resim 1. Şri Lankanın Yala şehrinde bulunan Ruhunu Parkında jeep ile safari yaparak benekli ceylan gibi nadir hayvanları izlemek mümkündü. Sri Lanka’ya Maldivler’den sonra gitmiştik. Maldivler çok güzeldi fakat gözlerimiz bu mavi cennette gezinirken bir boşluk, bir eksiklik algılamıştı. Tur rehberimiz Male adasını gezdirirken bilgilendirmişti bu adalarda kedi, köpek yok diye... İnanamamıştım. Adalara gelen bir hayvansever getirmiştir diyordum. İki gün boyunca ne bir kedi görebildik, ne de köpek... Kendimizden çok farklı kültürlü, değişik görünümlü, farklı dilde konuşan insanlar arasındaysak; bitkiler, kokular, yemekler farklıysa çevremizi yabancılık sarmalar. Bu durumda konuşmayan dostlarımızdan biri; bir kedi, bir köpek biz turistlere dostça yaklaşırsa kendimizi birdenbire iyi hissedebiliriz. Kedisiz, köpeksiz mavi cennetin güzellik-

40


lerini maalesef yanlızlık duygusuyla birlikte yaşamıştık. Buna karşın bir sonraki durağımız olan Sri Lanka’yı çok daha fazla sevdik. Sri Lankalılar yalnızca insanlara değil, tüm canlılara karşı duyarlıydılar.

Resim 2. Serbest dolaşan maymunların sayısı kedi köpekten fazlaydı. İlk gün başkent Colombo’da otobüsle dolaşıyorduk. Daha önce kitaplarda okuduğum ağzında bezle dolaşan Gianlar’dan bir grup yanımızdan geçiverdi. Böceklere saygılarını aşırı bulsam da heyecanla izledim onları. Yanlışlıkla bir sineği öldürmemek için ağızlarını ince bir tülbentle kapatmışlardı.

Resim 3. Pinawalla fil koruma alanında fil avcılarından kurtarılmış fillerin bakımı sağlanıyordu.

41


Turist otobüsü hızla sokaklardan geçerken bu gizemli sıcacık ülkeden yaşam örnekleri seriliyordu gözlerimizin önüne... Sri Lankalı bir kadını köpeğini severken izliyordum. Kafası okşanan köpeğin bakışları mutluluk ve sevecenlik doluydu. Daha önce hiçbir köpeğin bu kadar sevecen baktığını görmemiştim. Hiç tekme yememiş, kovulmamış, hatta kötü söz işitmemiş bir köpekti bu. Kediler, tropik sıcaktan kaçıp kuytu köşelere çekilmiş olmalıydı ki ilk Sri Lankalı Kedi’yi görmem epey zaman aldı. Dünya’nın en şanslı kedilerinden biri işte karşımda duruyordu. Bir evin bahçesinde bir sütunun üzerinde derin ve huzur dolu bir uyku çekmekteydi. Kedi kitaplarında resmini gördüğüm çok az tüylü sıska Sri Lanka kedisini ilk kez canlı olarak gözlemliyordum. Bu kedi çok yaşlansa da, uyuz olup son kalan tüylerini dökse de, uzun uzun kaşınsa da hiçbir veteriner onu uyutmaya falan kalkışmayacaktı. Kimse iğrenip onu kovmazdı. Hatta sahibi ölse de başkaları doyururdu. Her zaman için hayatı güvencedeydi. Sri Lankalılar doğaya farklı gözlerle bakıyorlardı. Hayvan olsun, bitki olsun doğada bulunan herşeye saygı duyuyorlardı. Getirisi ya da değeri yerine o bitki ya da hayvandaki güzellikleri görüyorlar ve ona nasıl yardım edebileceklerini düşünüyorlardı. Doğanın işlerine gelmeyen kısımlarından nasıl kurtulacaklarını hesaplamıyorlardı. Doğayı kirletmeyip ona saygı duydukları için de dünyanın en bitek organik toprağına sahip olmayı hak ediyorlardı. Ekvator’a yalnızca 5 ile 10 derece arasında yakındılar. Aynı enlemlerde bulunan rutubetli ve sıcak başka ülkeler de böyle davransalar belki karşılaştıkları olumsuzluklardan kurtulabilirlerdi. Kutsal Şehir Nuwara Eliya’da gizemli rastlantılar

Resim 4. Colombo’da Pattah semtindeki çanta satıcısı kedi de besliyordu.

Her dinden insana göre kutsal sayılan şehir Nuwara Eliya’ya gittiğimiz gün gizemli olaylar günüydü. Müslümanlar Nur Eliya diyorlardı; yani ışık şehri... Tur rehberimiz buralarda şaşırtıcı rasTlantılarla karşılaşabileceğimizi söylemişti. Güneşin doğuşunu seyrettikten sonra uzun bir yola koyulduk. Bir arkadaşım hep aynı görüntüden sıkılmıştı ve “Bari bir hayvan çıksa da görsek” dedi. Aradan bir dakika ancak geçmişti ki tur rehberimiz sağ tarafta duran bir geyiği gösteriyordu. Az sonra tura katılan bir başkası “Ah, bir yağmur yağsa” dedi ve 10 dakika sonra yağmur yağmaya başladı. Günlerdir ilk kez yağmur görüyorduk.

Sanırım hepimiz aynı gizemli duyguyu yaşıyorduk. Kaskatı bir dünyanın bu sıcak köşesinde yüreğimizin bir köşesinde dondurulmuş duygular yumuşuyordu. Bize mutluluk verse de onları kontrollü kullanmamız gereğini unutmamalıydık. Katı dünya kendine uymayan bireyleri afaroz edebilirdi. Bizlerse uyumlu kalmayı, çevresine uymayı çok önemsiyorduk. Fazla sıcak duygulara, sonsuz bir doğa sevgisine ve bizleri Alaattin’in sihirli lambası gibi sürekli izleyen doğaüstü

42


olaylara hazır değildik. Belki de ağzımızdan ters bir cümle çıkar da gerçek oluverir diye korkuyorduk. Oldukça uzun yolculuğumuzun geri kalan kısmında kimse konuşmadı. Aklımızdan bir dilek geçirmekten bile korktuk. Akşam otele döndüğümüzde artık bu duyguları unutmuştum. Nurawa Eliya’da olduğumuzu başıma gelen başka bir hoş rastlantıyla anımsadım. Akşam yemeği yenilen restorandaydım. Bir önceki akşam yanlışlıkla fazla biberli yemeklerden almam ağzımın yanmasına neden olmuştu. Sıra sıra önümde duran yemek kaplarına bakıp, ‘Biri bana şu yemeklerin hangisinin baharatsız olduğunu söyleseydi ne iyi olurdu’ diye düşündüm. Bunu aklımdan geçirmemle aşçıbaşının yanımda belirmesi bir oldu. Baharatsız yemekleri sorduğumda eliyle göstermekle kalmıyor, baharatsızların bulunduğu kapların kapaklarını açarak onları bulmama yardımcı oluyordu. Bütün bunlar olasılığı yüksek raslantılardı. Buraların kutsal topraklar olmasıyla değil, havaya girmemizle ilgili olduğunu düşünmeyi tercih ettim; tur rehberimiz küçük, hoş raslantılar olacağı konusunda bizi şartlandırmış olmalıydı.

Resim 5. Habarana’da file binerek gezilebilir. Sri Lanka’yı başka topraklardan ayıran sevgi dolu atmosferiydi. Otel odasına döndüğümde öteki ülkelerin de hayvanlara, bitkilere bu denli iyi davranabilmesi için neler yapması gerektiğini düşünerek sırtımdaki hırkayı çıkardım. Giysimin üzerinde iki saç teli bir kalp oluşturacak biçimde kıvrılmıştı. Düşünürken baktığım cisimler aradığım yanıtları bulmaya

43


yardımcı oluyordu. Yanıt bu olmalıydı: Sevgi... Doğayı, tüm hayvanları, bitkileri, dünyayı sevmek... Tüm hayvanlar Sri Lankalı hayvanlar kadar şanslı olduklarında savaşlar bitecek, aç insan, hayvan kalmayacak, dünyamız zararlı atıklardan temizlenecek, israf etmeden paylaşarak tüketen insanlar için su ve yakıt kıtlığı da olmayacaktı.

Resim 6. Tamil yılan oynatıcı geçimini böyle sağlıyordu. Keşke çözüm bu kadar basit olabilse. 30 yıldır süregelen Sinhalisler’le Tamiller’in savaşı da yine bu ülkedeydi. Kendilerini kaplana benzeten Tamil gerillalarıyla başedemeyince Sinhalisler, sevecenliklerini bir kenara itmek zorunda kalmışlardı. Nur Eliya’nın kutsal topraklarından uzaklaşırken sorular yine çözümsüz kalmıştı. Not: Cumhuriyet Gazetesi yazarı Prof. Dr. Türkel Minibaş da bu geziye katılmıştı. Yazımı kısmen yolculukta yazmış ve okumasını rica etmiştim. Yazı yazmaya devam etmem için beni yüreklendirmişti. Kendisini rahmetle anıyorum.

44


45


YOGA SÖYLEMEZ, SÖYLENİRİZ Bizler de onlara bakarak sessizliğin gizemini solumaya başladık. Bir an gözlerimi kapadım, Türkiyem’i düşündüm. Sel sularına bakarak bekleyen insanlarımızı. Durmadan şikayet eden, söylemeyen, söylenen insanlarımızı. Yüksek sesle bağıran, küfreden, kendi kendine söylenen, çözüm üretmek için çaba göstermeyen insanlarımızı… Gülseren ALÇI Yazar gulserenalci.blogspot.com

“İnsanlığa olan inancınızı yitirmemelisiniz. İnsanlık bir okyanustur; Okyanusun birkaç damlası kirlendi diye, tüm okyanus kirlenmez.” Mahatma Gandhi

Hindistan Rişikeş’ten Genç Himalaya dağlarının eteğindeki daracık yoldan Ganj nehrinin kaynağına doğru ilerliyoruz. Genç Himalaya dağları, aynı tondaki yemyeşil, dimdik dağ ormanlarıyla kaplı. Ağaçların tepesini görebilmek için başımızı iyice geriye yaslayıp bakıyoruz. Gürül gürül akan Ganj’a baka baka dağ yolundan minibüslerle ilerlerken birden yağmur bastırdı. Yıl 2005 Temmuz’un ilk haftası, muson yağmurları zamanı değil diyerek, şaşırdık. Yağmur öylesine çılgın yağıyordu ki, azgın sel suları asfalt yolu parçaladı. Olduğumuz yerde kaldık. Uzun süre minibüslerin içinde bekledik. Guru Raghuram minibüsün birinde, diğerinde eşi Dr. Nagarathna bizlere (yoga eğitmenlerine) rehberlik yapıyordu. Raghuram’ın öğrencileri olarak gezi, gözlem, eğitim, uygulama için buralardaydık. Yağmur dindi. Minibüslerden indik, diğer arabalardaki Hintli yolcular da indi. Hintliler şaşkınlıkla hayranlık arası bakıyorlardı bozulan yola, azgın akan sel sularına. Doğanın ıslak, farklı bir güzelliğini izlercesine kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Yalnızca ağaçlardan damlayan yağmur damlası ve sel sularının sesi duyuluyordu.

46

Burçak, koluma girince gözümü açtım. “Öğretmenimiz Guru Raghuram kalacağımız bir yer aramaya gitti, yetkililer yolun ancak yarın açılabileceğini söylemişler.” dedi usulca. Burçak’ın sıcacık elleri elime dokununca, yüreğim ısındı. Hintli yolcular suskun, huzurlu, kıpırtısız durarak, söylenmenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin bilinciyle, anda yoğunlaşmışlar, hala doğayı izliyorlardı. Ganj’ın kıyısında ikisinin tavanı akan üç odaya, 11 kişi dağıldık. Hava çok soğuktu. Yolda aldığımız kocaman yün şallara sarındık. İkişer yataklı odada hiç yakınmadan yataklara uzanıp birbirimize sokularak sabaha değin, şen kahkahalar atarak söyleştik. Tüm yaşamımda ilk kez hiç yakınmadan, söylenmeden düşündeşliğin, arkadaşlığın, eylemde birliğin güzelliğini, sıcaklığını soluyarak kahkahalarla dolu bir gece geçirmiştim. En güzel dersi, görkemli Himalayalar’dan, gürül gürül akan Ganj’dan değil, azgın sel suları karşısında doğanın farklı bir şöleniymiş gibi hayran hayran bakan, orada söylenmenin hiçbir işe yaramadığını bilen Hintli insanlardan almıştım. Hiçbir çaba boşuna değildir diyerek; sorunlar yaşadığımızda söylenmez, söylersek (sözlü, yazılı, eylemde birlikte) daha huzurlu bir toplumda yaşamaya göz kırpmış oluruz sanıyorum.


KRİSTAL ASTROLOJİ OĞLAK BURCU İNSANI SIKINTILI ZAMANLARDA ARADIĞI RAHATLAMAYI SARI CESPİR TAŞI İLE BULABİLİR

Selman GERÇEKSEVER Emekli Öğretmen ve Yazar

Oğlak burcu insanı “oğlak” ile uyumlu taşlardan ‘KALSİDON’ un iyimserliği kolaylaştırdığı, kendi kendine kuruntu yapmayı giderdiği, kan dolaşımını hızlandırdığı ve fiziksel enerjinin artışını kolaylaştırdığı bilinmektedir. Bu değerli taşınızı çalışma masanızın üzerinde bulunduracağınız gibi, çantanızda ya da cebinizde de taşıyabilirsiniz. “Oğlaklar”ın kendilerinin de istemediği yanlarından biri; depresyona girme eğilimleri, hatta yatkınlıklarıdır. Bir “oğlak” melankolik olmasa bile, kendi mutsuzluğu içinde yuvarlanır durur. İşte eğer siz de bir “oğlak’’ iseniz kendinizi bu durumlarda hissediyor ve kendinize üzülüyor, bu halinizden yakınıyorsanız, KALSIDON kristalinden yararlanabilirsiniz. Bu amaçla, KALSIDON kristalini elinize alarak alnınızın ortasında (üçüncü göz hizasında) makul bir süre tutarak bu güzel taşın sizi sakinleştirici etkisini hissetmeye çalışın. Göreceksiniz, çok geçmeden; eski iyimserliğiniz geri dönecek; yaşamdan tat almaya başlayacaksınız. Burada yeri gelmişken, tıbbi astrolojide Oğlak Burcu’nun iskelet sistemi üzerinde etkili olduğunu anımsamakta yarar var: Bu olumsuzluk özellikle dizlerde ortaya çıkar; bunun için de azurit kristalinden yararlanılabilir. Oğlak Burcu insanı, durumu iyi olsa da, hali vakti yerinde olsa da zaman zaman kendini güvensiz hissedebilir. “Oğlaklar” sağduyu sahibi insanlardır ama kendilerini güvende hissetmedikleri zaman, hırçınlaşabilirler. Kendilerinin şu ya da bu nedenle takdir edilmesini beklerler; özellikle iş yerinde birileri tarafından takdir edilme beklentisi içinde olurlar. Bu insanlar genç yaşlarında bile yaşlı bir görünüme sahip olabilmektedirler. Kendileriyle ve aile fertleriyle baş başa kaldıkları zaman kendilerini daha rahat hissederler.

SARI CESPIR: Sinir sistemini yatıştırır / sakinleştirir ve içsel dengeyi destekler, duygusal karmaşanın giderilmesine yardım eder. Düşük titreşimli negatif tesirleri dağıtır. Sarı Caspirin Şifalı Etkileri: Dolaşım sistemini destekler, toksin atılmasını kolaylaştırır; ayrıca idrar kesesi ve mideyle ilgili rahatsızlıklarda olumlu etkisi olduğu görülmüştür. Oğlak Burcu bireyi becerikli ve çok duyarlıdır; çalışma ve başarma hırsı ile yanıp tutuşur. Oğlak burcundan olanlar Satürn’ün etkisi altındadır. Satürn Gezegeni’ne “Zodyak’ın öğretmeni” de denir. Bu gezegensel etki altında; herhangi bir şekilde kısıtlanıp sınırlandırdıkları ve bir nedenle zorladıkları zaman çok etkilenirler. Başka türlü ifadesiyle, bu durumlara karşı aşırı duyarlı ve tedirgindirler. Zaman zaman kendilerine “işkolik” dedirtecek kadar işlerinden başka bir şey görmez gözleri. “Oğlaklar” genellikle bankacılık, muhasebecilik gibi meslekler ile serbest meslek denilebilecek uğraşlarda çokça toplanmış durumdadırlar. Bu insanların daha az belirgin yanları ise; önemsiz ufak tefek şeylerle bazen çok zaman geçirmeleri, zaman zaman inatçılık düzeyindeki kararlılıkların yanı sıra, kendi işleri ve çıkarları pek sık değildir. Oğlak Burcu’ndan olanlar güvenilir kimselerdir, aile bireylerine karşı korumacı / görüp gözetici tutum içindedirler. Yaşamlarının pek çok alanında ustadırlar. Eğer siz de Oğlak Burcu’ndansanız ve çevrenizdeki anlamsız ve dayanılmaz şekilde yardım itilimi içinde (zaman zaman) bulunuyorsanız, SARI CESPlR taşınızı sıkıca elinize alın, taşımız avucumuzun içinde biraz ısınınca/ onu midenizin üzerinde (hafifçe bastırarak) tutun. Bu sırada, dengeye kavuşmasını istediğiniz konuyu / sorunu mâkul bir süre düşünün. Sarı “CESPIR”in alternatifleri; ametist, selestit ve chrysoprase olabilir.

Kaynak : CRYSTAL ENERGY, Mary Lambert, Cico Books, London

47


AVANGART ETKİNLİK

YILBAŞI SEPETİNİZİ ORGANİK ÜRÜNLERLE DOLDURUN!!! “2.Ekoloji Günleri” 16-19 Aralık 2010 FFM (Fulya Fuar ve Kongre Merkezi ) Geçtiğimiz ay Hizmete giren FFM (Fulya Fuar ve Kongre Merkezi), 16-19 Aralık 2010 tarihleri arasında, “2.Ekoloji Günleri” ev sahipliği yapacak. Organik ürün meraklılarına aynı zamanda alternatif yılbaşı hediye seçenekleri de sunacak olan organizasyonda, et ürünleri, çay, bal ve şaraptan; kozmetik ürünler, temizlik malzemeleri, tekstil ve “Organik Otel” konseptiyle, turizm ürünlerine dek çok sayıda organik sertifikalı ürün satışa sunulacak. Girişin ücretsiz olacağı organizasyon, saat 11.00 – 20.00 arasında gezilebilecek.

ASDF Fuarcılık tarafından 2000 yılından bu yana İstanbul’da düzenlenen Ekoloji Günleri, bu yıl 2.kez Türkiye’deki organik ürün üreticisi, ithalatçısı ve tüketicisini bir araya getiriyor. Yılbaşı alışverişi hareketliliğini de göz önünde bulunduran organizasyon yetkilileri, “Ekoloji Günleri”nde gıdadan, tekstile; kozmetikten, temizlik ürünlerine dek, organik ürün meraklıları için çok yeni ve alternatif yeni yıl armağanları olacağını belirtiyorlar. Organik ürünü sadece üreten değil aynı zamanda tüketen bir toplum olma hedefiyle yola çıkan ‘Ekoloji Günleri’ne toplam 50 firma katılıyor. Etkinlik kapsamında düzenlenecek panel ve sunumlarla zenginleşecek olan Ekoloji Günleri İstanbul, şimdilerde Türkiye’de sayıları giderek artan organik ürün kullanıcısına sektördeki yeniliklerden haberdar etmek adına daha geniş bir ürün yelpazesini barındıracak. İşlenmesinde ve yetiştirilmesinde hiçbir kimyasal kullanılmadan üretilen ve tüketiciye ulaştırılan organik ürünlerin farklı konseptlerle topluma yayılmasında öncülük eden şirketlerin katılacağı ‘Ekoloji Günleri” nde, İstanbul’da hizmet veren ve nevresimden yatağa, sabundan havluya kadar organik ürünlerin yer aldığı “Organik Otel” de yer alıyor. Etkinlik ayıca, Çanakkale Ayvacık’ta hayvanların özgürce orman içerisinde dolaşarak beslendiği, Türkiye’nin ilk sertifikalı organik kırmızı etini üreten Ayvacık Organik Et Üreticileri Birliği tarafından bu yıl hizmete giren Ayvacık Organik Et Kooperatifine de ev sahipliği yapıyor.

48


49


50


Dünya Akupunktur – Moksibasyon Dernekleri Federasyonu (WFAS) Türkiye Hudutları Dahilinde Tam Yetkili Tek Temsilcisi WFAS Beijing Eğitim Merkezi Fahri Profesörü WFAS Uzmanlar Komitesi Üyesi World Journal of Acupuncture – Moxibustion Dergisi Editorial Komite Üyesi

Dr. Nimetullah Reşidi Tarafından WFAS Sertifikalı Akupunktur Eğitimi Düzenleyen : Uygur Tıbbi Hizmetler Dış Ticaret Ltd. Şirketi Eğitim Yeri : Eyüppaşa Sok. Çınar Apt. No.18, Kat.6, D.28, Feneryolu 34724 İstanbul İrtibat Tel : 0216 348 29 63, 0216 338 25 38 http://www.uygur-akupunktur.com.tr . drnreshidi@gmail.com Eğitim Tarihi ve Süresi A. Grup : 29 Kasım’dan itibaren her gün (Cumartesi, Pazar harıc) saat 19 – 22, 7 hafta 105 saat B. Grup : 4 Aralık’dan itibaren Cumartesi, Pazar günleri saat 14 – 18, 13 hafta 104 saat Eğitim Programı

国际针灸学教程(The Course of International Acumoxology)’göre hazırlanmıştır.

Teferruatlı bilgiler www.uygur-akupunktur.com.tr da sunulmuştur Ayrıca Biyolojik Saat’e göre Manyetik Akupunktur programı eklenecektır. Pratik Bilgisayarlı Akupunktur ve GYÖD Yuva Seçme Çörküsü bu iki eser hediye edilecektir Eğitim Ücreti 105 Saat Ders +2 Eser, KDV. dahil 2500 TL Garanti Bankası Selamiçeşme Şubesi Nimetullah Reşidi adına IBAN : TR38 0006 2000 8460 0006 6980 22 Sertifika ücreti ayrıca WFAS ‘a ödenecektir. Kontenjan sınırlıdır, ödeme sırasına göre belirlenir.. NOT : İnternetten‘’Eğitim İstek Formu’’doldurularak da müracaat yapılabilir

http://www.uygur-akupunktur.com.tr

51


52


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.