Genç Hayat Vakfı’nın sözlü tarih projesi...
Şişli
Sokağımdan Tarih Yazıyorum Üsküdar Gazetesi Sayı: 07 • “İkinci sınıfla birlikte Latin alfabesine geçiş yaptık” »3 • “Üsküdar’ın beşte biri vardı, beşte dördü bahçeydi” »4 • “İş sıkıntısı, insanları merkeze, büyük şehirlere sevk etti” »5 • “Üsküdar’da din, etnik kökenden
kaynaklanan
bir hoşgörüsüzlüğe rast gelmedim” »6 • “Dostluklar, komşuluklar çok güzel ama eskilerde, eski insanlarda...” »7 • “Burası kadar beni mutlu eden başka bir yer yok” »10 • “Amigo’yu, Duduka’yı tanımayan Kuzguncuklu değildir” »10 • “Yemekler günlük yapılır tel dolaplarda saklanırdı” »11 •
“Bu
yakanın
bir
Üsküdar’ı bir de Kadıköy’ü vardır” »11 • “Beş nesil Üsküdarlıyım: dedem, babam, ben, oğlum ve torunum” »12 • “Macuncu geldiği zaman mani söylerdi uzun uzun” »14 • “Çok cefakar olması lazım insanların birbirlerine” »15
İstanbul’dan Üsküdar’a yol gider... İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın katkılarıyla ve Habertürk’ün ana sponsorluğunda gerçekleşen Genç Hayat Vakfı’nın “Sokağımdan Tarih Yazıyorum” adlı sözlü tarih projesi, İstanbul’un on ilçesindeki otuz ortaöğretim kurumunda eğitim gören bin lise öğrencisini kapsamaktadır. Proje bu öğrencilerin kendi kimliklerini, aidiyetlerini ve farklılıklarını İstanbul, İstanbul’un bir kent olarak dönüşümleri, mahalleler ve semtler, İstanbul’da gündelik hayat ve yaşayanların hikayeleri üzerinden anlamaları; İstanbul’un dünya ve Avrupa kültür ve tarihi ile bağlantılarını beraber araştırmaları ve keşfetmeleri için hazırlanmış bir sözlü tarih ve kent kültürü/tarihi projesidir. Tarih denilen olgunun sadece savaşlardan ve antlaşmalardan ibaret olmadığına, bunun yanında kişisel tanıklıkların da var olduğuna inanan Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesi, İstanbul’daki son 50 yıllık değişim ve dönüşümü sıradan insanların yaşamöyküleri üzerinden anlamak için lise ve üniversite öğrencileriyle beraber saha çalışmaları gerçekleştirmektedir. Öncelikle, proje kapsamında liseli öğrencilere rehberlik edecek olan üniversite öğrencileri Tarih Vakfı tarafından hazırlanan ve uygulanan sözlü tarih/yerel tarih konulu eğitimlere katılmakta; eğitimin ar-
dından ise liseli öğrencilerle birlikte önce sözlü tarih atölyeleri ve daha sonra da saha çalışmalarını gerçekleştirmekteler. Elinizde tuttuğunuz bu gazete, Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin bir ürünüdür ve Üsküdar’da gerçekleştirilen çalışmalardan meydana gelmiştir. Gazeteyi hayata geçiren kişiler ise, İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde okuyan üniversite öğrencileri ve Üsküdar’daki Hacı Sabancı Anadolu Lisesi, Halide Edip Adıvar Lisesi, Özel Surp Haç (Tbrevank) Lisesi’nin öğrencileridir.
Gazetede okuyacağınız yaşamöyküleri, öğrencilerin gerçekleştirmiş olduğu röportajlardan yine kendilerinin hazırladıkları şekilde birer kesit olarak sunulmuştur. Röportajların tamamını okumak için Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin web sitesine girmeniz yeterli olacaktır.
Projeyle ilgili detaylı bilgi almak için Genç Hayat Vakfı’nın internet sitesini ve projenin web sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Beyoğlu, Fatih, Eyüp, Kağıthane, Şişli, Maltepe ve Üsküdar gazetelerinin ardından diğer ilçelerde yapılacak çalışmaları içeren gazeteler de yakında sizlerle buluşacak.
Uğur Elhan & Pınar Eriç
Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, keyifli okumalar…
İletişim ugur.elhan@genchayat.org pinar@genchayat.org İnternet Adresi www.sokagimdantarihyaziyorum.org
www.genchayat.org
Üsküdar
Hayata Dair Bir Keşif: HAY HAY projesi sivil toplum ve sosyal sorumluluk bilincinin geliştiği toplumsal bir dönüşüm sağlamayı hedefliyor... Projenin Amacı: Ergenlerde sivil toplum, sosyal sorumluluk, gönüllülük bilincinin oluşturulması ve geliştirilmesi ile sosyal, kültürel ve spor etkinliklerinin insan gelişimine katkısının ve öneminin anlaşılması.
Gençler için yeni bir şeyler söylemek lazım… Türkiye’de 11-18 yaş aralığında yaklaşık 14 milyon genç vardır. Bu gençlerin 6,5 milyonu Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda eğitim görmektedir. Bu rakamlar Avrupa’da ortalama bir ülkenin nüfusu kadardır. Genç nüfusumuz bizim en önemli ve işlenmesi gereken değerimizdir. Ancak günümüzde artık “Gençler için yeni bir şeyler söylemek gerekmektedir.” Bugünün küçüğü, yarının büyüğü denilen genç bugününü de yaşamayı hak etmektedir. Vakıf kuruluş gerekçelerimizde, vizyon ve misyonumuzda ve gerçekleştirdiğimiz tüm projelerde görüleceği gibi gençleri şimdi ve burada hayata katmak için çalışıyoruz. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır. Toplumların en önemli değeri olan insan kaynağının ergenlik gibi bir döneminde desteklenmesi, bireyin hayatı boyunca sürecek olumlu sonuçlar yaratacaktır. Genç Hayat Vakfı olarak amacımız; etkileri doğrudan topluma da yansıyacak bu olumlu sonuçların alınması için çalışmaktır. Gençlerin tehlikelere karşı korunmasının yanı sıra kişisel olarak kendilerini tanımalarına, potansiyellerinin ortaya çıkmasına ve önlerinin açılmasına imkân vermek gerekmektedir. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır.
Proje Uygulama Yöntemi: Eğitim-öğretim yılının birinci dönemi kapsamında ergenlere temel iletişim becerileri aktarılmakla birlikte; ikinci dönem uygulamasında ise yardımlaşma, hizmet, sosyal sorumluluk modüllerinin aktarımı ile öğrenciler bu konularda bilgilendirilmektedir. Ardından sivil toplum ve sosyal hizmet alanında uygulama yapan öğrenciler, öğrendiklerini yaşayarak pekiştirmektedirler. HAY Projesi kapsamında uygulama yapan tüm okullara, öğretmenlerine ve öğrencilerine Genç Hayat Vakfı olarak teşekkür ederiz.
• Hürriyet İ.Ö.O. • Recaizade Ekrem İ.Ö.O. • Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi • Güner Akın Lisesi • Hasköy İ.Ö.O • Melahat İ.Ö.O.
Öztoprak
• Esenler Çok Programlı Lisesi • Aksoy İ.Ö.O
Proje uygulamamız önümüzdeki eğitimöğretim yılında da devem edecektir. HAY Projesi kapsamında uygulama yapılan okullar; • Bala Hatun İ.Ö.O
İletişim: emel@genchayat.org, simge@genchayat.org .
İnsana yapılan yatırımın toplumları geliştirip yücelttiğine inanmaktayız. Vakfımız gençlerle yapılacak tüm eğitim çalışmalarının belirlenen hedefler doğrultusunda gerçekleşmesi için kurulmuştur. Kendini tanıyıp becerilerinin farkında olan gençliğin kendi sorumluluklarını taşıması kolaylaşmaktadır. Kendini tanıyan gencin “ötekini” algılayışı da değişmektedir. Farklılıklardan sinerji elde etmek kolaylaşmakta, gençler sosyal hayatta ihtiyaçları olan pratik deneyimler edinmektedirler. Gençlerle temas halinde olan ve onların yetiştirilmesinde rol oynayan ebeveyn, öğretmen, polis, yargı birimleri gibi kişi ve kurumlar eğitim çalışmaları ile desteklenmektedir. Gençlerle ilgili devlette ve tüm toplumda farkındalık yaratma çalışmalarına devam edilecektir. Vizyonumuz Türkiye’de 11–18 yaş grubundaki gençlerin, özgüvenli, eleştirel düşünme ve farklılıklarla bir arada yaşama becerisine sahip, insan haklarına saygılı bireyler olarak yetişmeleri sonucu demokrasi ve insan haklarının yerleştiği, farklılıklarından sinerji yaratabiilen, iletişim kültürünün hakim olduğu bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek. Misyonumuz Ruhsal ve fiziksel değişimlerin en yoğun yaşandığı 11–18 yaş arası dönemde gençlerin: •Kendini tanımada •Ötekini tanımada •Farklılıklarla bir arada yaşamada •Potansiyelini açığa çıkarmada •Ailesine, cemiyete, ülkesine karşı sorumluluklarının farkındalığını kazanmada •İnsan hakları ve demokrasinin içsel- leşmesinde •İletişim ve empati kültürünün yerleşmesinde
Doğru İletişim Projesi Genç Hayat Vakfı tarafından yürütülmekte olan Doğru İletişim Projesi (DİP), 11–18 yaş grubu ergenlerde ve onların ebeveynlerinde farklılıklarla bir arada yaşama kültürünün ve bilincinin gelişmesi ve onlara temel iletişim becerilerinin kazandırılması amacıyla oluşturulmuştur. Ergen ve ebeveynlerde davranış değişimi elde edilmesiyle aileden başlayarak, toplumda sağlıklı ilişkilerin oluşturulması yönünde bir dinamik sağlanmaktadır. Proje uygulamalarıyla ergenlerin kendilerini ve “öteki” diye nitelendirdiklerini tanıma ve “biz” olabilme konularında becerileri artırılırken; ebeveynlere de çocuklarını bu dönemde daha çok destekleyebilmeleri için bilgi ve beceri aktarımında bulunulmaktadır.
Çeşitli programlar ve aktiviteler geliştirmek, farkındalık ve bilinç oluşturmak, bu dönüşümün devamlılığını sağlamak için politikalar üretilmesine bir sivil toplum kuruluşu olarak destek vermektir.
Gençlerle beraber, gençler için, Genç Hayat Vakfı.
İmtiyaz Sahibi: Genç Hayat Vakfı adına Adil Candan Günek Yayın Yönetmeni: Uğur Gülderer Sorumlu Müdür: Uğur Elhan Grafik Tasarım: Eray Sayraç, Mehmet Güzel Yönetim Yeri: Genç Hayat Vakfı Koru Mah. Boğaziçi Cad. Demircan Apt. No. 19/15-16 İstinye - İstanbul Tel. 0212 277 53 23 Faks. 0212 323 42 89 Basıldığı Yer: Ciner Matbaası Matbaacının Adı: Habertürk Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş. Tepeören Köyü, Kurugöl Mevkii, Akfırat - Tuzla Tel. 0216 581 82 00 01 2
Milli Eğitim Bakanlığı ile Genç Hayat Vakfı’nın yaptığı protokol doğrultusunda ilköğretim ve ortaöğretim kurumları ile belediyelerin gençlik, kültür ve toplum merkezleri, sosyal hizmetlerin ilgili bölümleri, ergenlerle ve ebeveynlerle çalışan sivil toplum kuruluşlarında uygulanan Doğru İletişim Projesi, bu senenin Mayıs ve Haziran aylarında ağırlıklı olarak Fatih ilçesinde uygulandı. Fatih’te Karagümrük İlköğretim Okulu, Samiha Ayverdi Anadolu Lisesi, Kocamustafapaşa Lisesi ve Edirnekapı İlköğretim Okulu uygulama yapılan okullar oldu. Fatih dışında Beyoğlu ilçesinde bulunan Hasköy İlköğretim Okulu da DİP uygulaması yapılan okullar arasında yer aldı. Uygulama kapsamında verilen seminerlerin
ardından, ergenler ve ebeveynler gruplar halinde eğitimler aldılar. Eğitimlerde empati kurma, etkin dinleme, ben dili-sen dili, çatışma çözme ve kendini ifade etme beceriler ile farklılıklarla bir arada yaşama konularında bilgilerini ve becerilerini geliştirdiler. Doğru İletişim Projesi kendini geliştirerek ve yenileyerek önümüzdeki süreçte de ergenlerle ve ebeveynlerle buluşmaya devam edecektir. İletişim: emel@genchayat.org simge@genchayat.org
Üsküdar
Röportaj Hatice Aslı Bilen (20) Gamze Bal (14) Cemile Subaşı (15) Semiha Koç (15) Esra Çekinmez (14) Kardelen Çamur (14) Turgut Çağlayan 1921 yılında Fatih Kıztaşı’nda doğmuş. Hukukçu olan babası bir yalı alıp Kuzguncuk’a yerleştiklerinde 3 yaşındaymış. Çocukluğu, gençliği, bütün hayatı Üsküdar Kuzguncuk’ta geçen Turgut Çağlayan, bizimle o günlere ait anılarını paylaştı.
Turgut Çağlayan / Memur O zamanlar evlerde kayıkhane vardı Ben 1921 senesinde Fatih Kıztaşı’nda doğdum. Ben 3 yaşımdayken Kuzguncuk’tan yalı alıp, buraya yerleşmişiz. Annemin babası Mahmutpaşa Kadısıymış, ilk İslam hukuku, fıkıh dediklerinde yetişmiş bir adam. Onun ve teyzemin katkılarıyla almışlar yalıyı. Çok güzel yalıydı. Çok enteresan çünkü eşi benzeri yoktu, öyle bir yalı yok boğazda; kesme taş rıhtım ve bina denize doğru çıkmış. Ön kısmından, penceresinden balık tutuyorsunuz. Önü deniz, istersen balıklama denize atlarsın, pencereden, balkondan atla. Canımız isteyince, yalıda yemek olmayınca at kıllarından olta yapıp, izmarit tutardık. Balıklar daha güzeldi o zamanlar, daha çeşitliydi, şimdi o balık yok boğazda. Benim için çok üzüntülü bir olaydır yıkılması. Demokrat Parti zamanında istimlak edildi. Şimdi olmuş olsaydı o tarihe geçecek bir evdi. Yalının denize çıkıntısı vardı, sandallar yanaşırdı altına. Şimdi evlerde garaj var değil mi? O zaman evlerde kayıkhane vardı. Kayıkla gidip gelinirdi. Bizim bu yalıda da kayıkhane vardı zamanında. Sonra tabii bir de kayıkçımız vardı bize yardım eden. Vapur iskelelerinde epey sandal bulunurdu. Araba otomobil bulunur ya taksi durağında, o zaman sandal bulunurdu. Özel karşıya geçirirdi. Hemen oradan tramvayla Eminönü’ne gidilir falan, böyleydi eskiden yaşam. İlkokulu bitirdiğim sene “kayıkhaneye git bakalım ne var” dediler. İndim kayıkhaneye bir baktım bot duruyor. Tam ben ilkokulu bitirdiğim zaman, şöyle böyle 11-12 yaşındaydım. Enteresan bir şey, sabahı nasıl ettiğimi hatırlamıyorum. Sabah oldu, dayandık suya indirdik. Bir yerlere giderlerse mesela, Beylerbeyi, Çengelköy’e, büyüklerin akrabaları otururlardı. Bazen onları götürürdüm ben. Bir kişi iki kişi falan. Onlardan para almazdım. Başkasından para alırdım. Rahmetli dayım vardı. Ekseri vapur kaçırırdı Kuzguncuk’tan. Vapurdan başka vasıta olmayınca, bağlısınız vapura. Kaçırdıktan sonra artık şey düşünmeniz lazım en kolayı buradan Ortaköy’e geçer, Ortaköy’den Bebek Eminönü tramvayları vardı. Onun iş-
“İkinci sınıfla birlikte Latin alfabesine geçiş yaptık” yeri Eminönü’nde idi. Onu ben geçirirdim karşıya. O zaman da en güzel para 25 kuruştu. 25’lik manda gözü derlerdi, koskocaman paraydı yani. O zaman 1 liradan fazlaydı, geniş büyük. Onunla neler alınmazdı ki! Gayet iyiydi, bana 25 kuruş verirlerdi bayılırdım. İkinci sınıfla birlikte Latin alfabesine geçiş yaptık 1927 senesinde ilkokula başladım. 1927’de Kuzguncuk’ta ilkokul yoktu. Rumların vardı, Ermenilerin vardı, bizim yoktu. Ben o sene birinci sınıfın ilk 6 ayında Nakkaştepe’deki şimdi öğretmenler evi olan taş mektebe gittim. 6 ay kadar sonra Kuzguncuk’ta ilkokul açıldı ve tekrar buraya geldik. Okul açıldığında sıra falan yoktu, pencere içlerine otururduk. Yaklaşık bir sene sonra sıralar geldi. O sıraların olmayışını, sıraların gelişini unutamam. Kuzguncuk’ta ilkokul sinagogun bahçesindeydi. Eskiden Alyas diye bir okul varmış Fransızca tedrisat yapan, orayı vermişler maarife. O okul daha sonra sinagogun bahçesinden Marko Paşa Köşkü’ne taşındı. Ben sinagogun bahçesindeki ilkokulda okudum. Kızım Marko Paşa’daki ilkokulda okudu. Bir gün Marko Paşa Köşkü’nde ilkokula ait bir toplantı vardı. Muhtar Bey beni de çağırdı. Gittik oraya herkes bir haber, yani kimse evveliyatını bilmiyor. Ben “biz buradan mezun olmadık, sinagogun bahçesinde okuduk” deyince, Muhtar bey eski kayıtlara bakıp “doğruymuş” dedi. Kuzguncuk’ta ilkokulun şöyle bir özelliği vardı: sınıfta 20-30 kişiysek onun yirmisi gayrimüslimdi. Bizim bu köyde zaten çok azdı. Hali vakti yerinde olanlar çocuklarını Galatasaray’a gönderirlerdi. O zamanlar Galatasaray Üniversitesi olan yer eskiden Galatasaray ilkokuluydu. İlkokul için bile oraya gönderirlerdi. Rum ve Musevi çocuklar bir aradaydık. Kendi okulları olmasına rağmen bizim okula gelirlerdi. Birinci sınıftayken öğretmenler yeni alfabeyi öğrenmeye gittiler. Birinci sınıftayken eski yazı da öğrendim. İkinci sınıfla birlikte Latin alfabesine geçiş yaptık. Daha Haydarpaşa bile açılmamıştı o senelerde Ortaokulu ve liseyi Kabataş’ta bitirdim. Okula gitmek için Kuzguncuk’tan vapura binerdik. O zamanlar vapur 3 kuruştu. Akşam üstü beş arkadaş vapuru beklemeden sandalla geçerdik Kuzguncuk’a. 3 kuruş beş arkadaş 15 kuruş verirdik sandalcıya, bizi karşıdan buraya getirirdi. Tekrar boş döner giderdi. O zaman başka vasıta yoktu bizim gençliğimizde, sizin şimdiki gibi çevir arabayı atla git yoktu. Yani mecbursun ya sandala ya da vapura bineceksin. Kuzguncuk iskelesinde insanların vapuru bekledikleri alan üçe bölünmüştü. Bir taraftan Müslüman kadınlar, bir taraftan erkekler, ortadan da gayrimüslimler binerdi vapura. Yani haremlik selamlık ve karışık. Beylerbeyi tarafı erkeklerin, Üsküdar tarafı kadınların, ortası da gayrimüslimlerindi. O iskele hala durur öyle. Bir de o zamanlar “avdet azimet” vardı. Yani biletler gidiş-dönüş olarak alınırdı. Ben bilhassa bayılırdım bilet alırken avdet azimet diye söylemeye. Tarih atar verir, vapurun içerisinde de kontrol memuru vardı, o da onları kontrol ederdi. Bunların hepsi şirket-i Hayriye zamanındaydı. Vapur Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy, Arnavutköy yapardı. Arnavutköy’de vapurdan inerdik. Aktarma yapardık, vapur alır bizi Ortaköy’e getirirdi. Başka mektep yoktu daha Haydarpaşa bile açılmamıştı o senelerde. Haydarpaşa Lisesi dahi yoktu. Şimdi bütün bu yol boyunca arkadaş olurduk tabii herkesle. Kız arkadaşlarımız da olurdu. Bizim zamanımızda
Ermeni, Rum kızlarıyla daha kolay arkadaş olunurdu tabii. Daha kolay konuşurdunuz. Bizim Türk kızlarının komşusu, abisi, amcası vardır. Kızarlar mızarlardı. Küçük bir halk ocağı vardı mesela. Halkevi derlerdi, orada tiyatro falan da yapardık bazen kendi kendimize. Orada konuşmalar falan olurdu. Fakat bu 46’da ikinci cihan harbinden sonra, işte bu havalar değişmeye başladı. İşte partiler falan kurulmaya başlandı, değişti yani havalar. O halkevi, küçük bir binaydı. Fakat biz onun birinci katında dipte, ufak bir sahne yapmıştık. Kendi aramızda orada oyunlar oynardık. Ben de piyeslerde falan oynadığımı hatırlıyorum. Bekçibaşı Baruh Efendi, doktor Bizanti, Eczacı Yabay ve pastacı Mıngır Efendi Mesela Kuzguncuk’un enteresan tarafı, o senelerde bekçilerin başının Musevi olmasıydı. Kuzguncuk’ta o zamanlar polis teşkilatının bir yanını da bekçiler oluşturuyordu. Bekçibaşı Musevi Baruh Efendiydi. Ve Ramazanda da Baruh Efendi Müslüman ailelerinin evinin önünde davul çalardı, gece sahur davulu. Enteresan bir adamdı ama. Mesela o zamanlar, 1940’lı seneler evvelinde, Türk doktor yoktu Kuzguncuk’ta. Musevi bir doktorumuz vardı: Bizanti. Bizanti hem kadın doktoru hem dahiliyeci hem de hariciyeci; hem kesici hem doğramacı… her şeydi. Bir gün dedemin yalısına geldi. Ben kuş palazı olmuşum, sandalla geçerken üşütmüşüm boğazımı. Benim yattığım oda sobalı sıcak bir oda, Bizanti paltoyla geldi oraya. Teyzem paltosunu istedi, çıkarmadı. Dedi ki “efendim Fayka Anacığım yeminliyim çıkarmam”. Ne yemini? Biz de şaşırdık. Meğersem onun başından bir vaka geçmiş. O zaman tiftikten yapılan paltolar var. Gayet kıymetli bir palto yaptırmış, bir Musevi ailesine doğuma gitmiş. Girdiği zaman da paltosunu çıkartmış asmış. Derken doğum bitiyor, çıkıyor dışarı “palto” diyor. Palto yok. Meğersem doğumdan 15 lira para istiyormuş. Adam da Bizanti’nin paltosunu komşusuna rehin verip para almış Bizanti’ye vermek için. Bizanti paltosuz kalmış. Sonra tabii parayı vermiş paltoyu kurtarmış. Mesela eczacımız da Musevi’ydi: Yabay. Pastacımız vardı o zamanlar Ermeniydi: Mıngır Efendi. Bir pasta 5 kuruştu o zamanlar. Kuzguncuk’ta o zamanlar medeniyetler ittifakı vardı. Herkes iç içeydi, birbirine saygı gösterirdi. Kuzguncuk’ta çarşıda boylu boyuna oturan insanlar, gece geç saatlere kadar, kızlar, çocuklar herkes dolaşır gezer. Başka bir yere gidemezsiniz, sinema yok tiyatro yok muhitte. Yalnız ama halk birbirine kaynaşmış vaziyetteydi. Kimsenin kimseye düşman olarak baktığını hatırlamıyorum ben. Bu böyle 50’li yıllara kadar devam etti. İkinci cihan harbinden önce ve sonra gidenler çok oldu. Ayrıca 6-7 Eylül’den sonra da giden çok oldu. İki defa büyük muhaceret oldu, İsrail kuruldu. Buradaki Museviler de yavaş yavaş gitmeye başladılar. Kilise bahçesinde ayinin bitmesini bekler Serkiz’i alıp top oynamaya giderdik Çocukluğumda gençliğimde ve ilerleyen yıllarda hep Kuzguncuk’taydım. Hayatım Kuzguncuk’ta geçti. Çocukluğumda birçok Rum, Ermeni ve Musevi arkadaşım oldu. O zamanlar, 11-12 yaşımdayken onlarla top oynardık. Futbol derken çocuk takımlarıydı yani. Bizim bek oynayan Serkiz diye bir arkadaşımız vardı. Serkiz Ermeni kilisesinde zangoçtu. Çanı çalardı. Biz onu giderdik ayin bitinceye kadar beklerdik kilise bahçesinde. Bizi oturturdu kenara, ayin sırasında tütsü yakardı. Onun 01 3
işinin bitmesini beklerdik, ayakları da yetişmezdi zavallının çanı çeker, gider gelirdi. Ayin biter onu da alır giderdik top oynamaya. Top oynamak için Arapzade’ye falan, yukarı çıkardık. Kuzguncuk’a Cambaz Ali oynardı. Yürürdü, bir de yanında trampetle davul getirirlerdi. Ben hemen başladığım zaman, belli bir yerden ses geliyor, hadi çoluk çocuk herkes toplanırdı oraya. Şimdiki sağlık ocağının olduğu arsalarda. Şimdi oralar hep apartman. Eskiden çoğu yer arsaydı. Kuzguncuk’un içersinde bile top oynardık. Orası önce sinema oldu, sonra da dükkanlar falan yapıldı. Yani hiçbiri yerinde kalmadı. Mesela burada Boğaziçi apartmanı var. Boğaziçi apartmanının olduğu yerde de top oynardık. Beylerbeyi sahasına da giderdik top oynamaya. Beylerbeyi’ne gitmek için ya vapura bineceksin o zaman ya da yayan gideceksin. Biz sarayın altındaki tünelden geçerdik. Ondan sonra çıkınca sahadaydık. Top oynamaya giderken Yahudi çocuklar pek fazla katılmazdı bize. Yahudiler zaten küçük yaştan itibaren, hepsi iş hayatına atılırlardı. O bizdeydi, oğlum işte okuluna git filan, onlar hemen çıraklığa giderlerdi. Her yerde çalışırlardı. Eğer ölen kişi zenginse cenazesi yavaş yavaş, fakirse hızlı hızlı giderdi mezarlığa Şu anda İsmet’in yeri denilen yerde 40’lardan evvel Kiryako diye bir bey vardı, gazinocu. Ki buraya Yahya Kemal, Faruk Nafiz falan, içki içmeye yemek yemeye gelirlerdi. Şimdi postane olan yerde, Kilisenin altında Diyane diye birisi vardı. Onun mekanında da ortada bilardo falan vardı. Bir kağıt oynardınız, yanında yemek yerdiniz, içki içerdiniz, bilardo oynardınız. Gazino terbiyesi derlerdi. Böyle enteresan bir şey vardı. Şimdi öyle yerler kalmadı İstanbul’da. Bu gazinolara kadınlar gitmezdi, yalnız panayırdan panayıra. Kuzguncuk’ta panayır olurdu, kilise günleri. Mesela o gün, Rum kilisesinin günü olur. O gün o duyduğunuz gazinolar hepsi masa çıkartırlardı dışarıya ve orada erkek kadın yemekler yenirdi, Kuzguncuk’un içerisinde, panayır dedikleri gün. O gün, o kiliseye mesela Beyoğlu’ndan ziyarete gelirlerdi Rumlar. Tabii orada mum dikip bir şeyler bırakıyorlardı kiliseye, bizim adaklarımız gibi. Musevilerin de sinagog günleri oluyordu. Ayrıca düğünleri cenazeleri olurdu sinagogda. Mesela çok enteresan bir şey anlatayım. Şimdi Musevilerin mezarlarına meşatlık deniyordu. Şimdi o zaman başka vasıta yok, sandalla gelirdi cenaze karşıdan. Uzun siyah sandalları vardı kürekle gelir yanaşır. Üzerinde mortocular vardı. Mortocular gelir askılarını takarlar, cenazeyi dört tarafından tutarlar, çarşının içerisinden cenaze giderdi. Omuzlarına askıları takar omuz hizasında taşırlardı cenazelerini. Çok enteresan bir şey vardı. Çarşı içinden geçerken eğer ölen kişi zenginse cenazesi yavaş yavaş, fakirse hızlı hızlı giderdi mezarlığa. 40’lı yılların öncesinden kimse kalmadı Bir de tek atlı arabalar vardı. O da
İstimlak edilen yalı
Üsküdar’dan Beylerbeyi’ne. Şimdi aynı yerlerde arabadan geçilemiyor. At arabaları Üsküdar’a 20-25 kuruşa götürürlerdi. Bir tane taksisi vardı Avni Bey’in, Üsküdar’da iskelede dururdu. Çok büyük merasimdi o geçerken. İtfaiye çok hoştu, Üsküdar itfaiyesi. O zamanlar yangın olduğu zaman itfaiyeciler arabanın yanında oturuyorlar. İtfaiyenin yeri, şimdiki Mithatpaşa Kız Enstitüsü’nün karşısında bir yerdeydi. Oradan çıkar itfaiye paldır küldür, buradan sesini duyardım. Zaten yollarda araba yok ama onlar yine de çıngır çıngır çanlarını çalarlardı. Bir de üstelik, onun sesiyle ne kadar at mat varsa hepsi koşar kaçardı. Tabii yangını söndüremezlerdi. Valla yanıp bitikten sonra kendi kendine sönüyordu. İşte İcadiye Yangını, Arapzade Yangını. Bütün mahalle bir gecede bitti. Buradaki, boğazdaki yalılar da teker teker ya yok oldu ya da el değiştirdi. Bu anlattığım devirden, 40’lı yılların öncesinden kimse kalmadı. Eski komşuluklar da kalmadı, Rumlar Ermeniler de eskisi gibi çok fazla değiller. Unutulan asker İlk askerliğimi Gelibolu yarımadasında yaptım. Orada havadan indirmeye karşı dağlarda günlerce bekledik. 1943-45 seneleri arasında ikinci cihan harbi bittikten sonra yaptım askerliğimi. Çünkü o zamanlar 1 sene ya da 6 ay askerlik yoktu, 2 veya 2,5 sene sürüyordu. Unutulan asker! 1977-78’de bir daha gittim. Gene Ruslar bir şey çıkarmışlardı onun için. Alemdağ’da yaşlılardan bir tabur oluşturdular. Bana bölük komutanlığı payesi verdiler. Çünkü o süre zarfında, terfi etmişim üsteğmenliğe kadar benim haberim yok. Uzun sene kalıyorsun, bilmeyeceksin. Biz herkesin istediği gibi sükunet istiyoruz Hayran olduğumuz tabii enteresan çok güzel insanlar vardı. Mesela bizim mahallede Nazım Hikmet’in annesi vardı, ressam bir hanım. Dünyanın en güzel kadınlarından bir tanesidir o, tam Osmanlı güzeli, beyaz, kumral bir hanım. Sonra onun teyzesi vardı, Sahra Hanım diye. Şevket Bozan’ın eşi, o da çok bakımlı ve fevkalade bir hanımdı. Yani tam Osmanlı sarayına uygun insanlardı. Nazım Hikmet de gelir kalırdı burada teyzesinde. Ali Fuat Cebesoy da Kuzguncukludur. Babası İsmail Fazıl Paşa, Atatürk’ün Selanik Ordu Komutanı olan. Yani onun zamanında Atatürk ile ikisi Kuzguncuk’a gelirler, babalarına gitmeden evvel ufak ufak içerlermiş. İşte Cemil Molla vardı, en son çıkanlardan. Sonra meşhur bu Mehmet Ali Paşa vardı, beyaz köşkün sahibi. Valla ben cumhuriyet’in ilanından evvel doğdum, Allah nasip etti, bu günlere kadar geldim. Bütün devirleri yaşadım. Kuzguncuk’ta 40’lı seneler ve öncesi çok güzeldi. 50 senesinden sonra hayat değişiyor İstanbul’da ve Kuzguncuk’ta. 60 senesi ihtilal, 70 senesi ihtilal, 80 ihtilal… O eski komşuluklar, eski günler yok artık. Biz herkesin istediği gibi sükunet istiyoruz.
Üsküdar
Röportaj Hümeyra Bişgin (24) Göktuğ Taşan (16) Ali Kocatepe, 1934 Kayseri doğumlu. Ailesi 1946 yılında İstanbul’a gelir. Askere gittikten sonra ailesi İstanbul’a taşınmıştır. Kendisi de teskereyi aldıktan sonra 1955’te Üsküdar’a gelmiştir. Üsküdar’a geldikten sonra, aşağı yukarı 15 sene Sultantepe’de oturmuş, 35 sene de Fıstıkağacı’nda oturmuştur. Şimdi de Zeynep Kamil’de oturmaktadır. Ali amca taş ustasıdır ve üç erkek çocuk babasıdır. Çocuklarından biri elektronik mühendisi, diğeri dalgıç ve diğer çocuğu da İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesini bitirmiş fakat ne yazık ki kalp ameliyatı geçirmiş ve babasıyla birlikte yaşamaktadır. Bağkur’dan emekli olduğunu söyleyen Ali amca “üç kuruş maaş alııyoruz, Allah bereket versin geçiniyoruz” demektedir. Karadavut Camisi’nin o güzel avlusunda, mis kokulu güllerin, ağaçların yanında, şiir gibi kent olan istanbul’u biraz da Ali amcadan dinleme şansı bulduk. Ali amca, bizi geçmişin sırlı köşeleriyle buluşturdu. Yeni Cami’nin önünde, ‘bit pazarı’ derlerdi, pazar vardı Şimdi benim esas annem Kayserilidir, babam doğma büyüme İstanbullu. İşgalde, Kuleli’de okurmuş. Amcam da subaymış, bahriye subayı, Kocatepe Gemisi’nde. Bizim de soyadımızı babam Kocatepe almış. Denizden, bahriyeden subay seçiyorlarmış. Tabii o zaman Arabistan bizim elimizde, ta oralara asker gidiyor, subay gidiyor. Amcamı da alıyorlar Bağdat’a gönderiyorlar. Bağdat’ta sevkiyat komutanıymış. Babaannem ile dedem vefat etmiş. Şeyde, karşıda Feriköy mezarlığında yatarlar. Babam da abisi orada şehit olunca, İstanbul’da işgal olunca, okuldan kaçmış, Anadolu’ya geçmiş arkadaşlarıyla. Babam o zaman küçükmüş, üçüncü sınıf. Ortadan alıyorlarmış o zaman. Ortayı yeni bitirmiş, liseye geçmiş, bir yaş daha büyüklerini almışlar babamı geri göndermişler. “Oğlum ufaksın” demişler “milli mücadeleye gireyim” demiş o da. Ondan sonra İstanbul’a gelmişler. Buralar o zaman işgal olduğu için biraz da o zaman durumları anlatmayayım, boşver, bazı kötü durumlar olmuş buralarda. İşte insanlar… ekmek yok, şey yok her şey azmış. Ondan sonra babama nasip olmuş, gitmiş Kayseri’den evlenmiş. 1934’te ben dünyaya geliyorum. Ondan sonra ‘46’da buraya geliyoruz. ‘40’ta falan Alman harbi patladı. Sonradan geldi işte, ‘46’da geldi. 6 ay sonra da ben geldim. Elimde bir çantayla geldim, çamaşırım vardı, başka bir şeyim yoktu. 6 ay sonra da annemi, kardeşlerim var, böyle iki üç tane daha kardeşim vardı, onları getirdik. Orada bir katı yatağıyla, bir tencereyle işte yiyecek pişirecek şeyler falan onlar geldi. Şimdiki gibi öyle koltuk kanepe yok. Rahmetlik babam, yumurta sandığından sedir yapardı. Onun üstüne annem de şilte yapardı, onun üstünde otururduk. Başka da öyle bir şey almazdık. Yıllarca onları kullandık. Tabii çocuk yaşta babamın yanına girdim, sanatı öğrendim. Ondan sonra babama yardım ederdim. İşte askerden gelince de, ‘55-‘56’da geldim, 57’de bu cami işleri oldu. Cami işlerine girdim. ‘84’e kadar cami işleriyle uğraştım. Bir de 56 model Chevrolet vardı, işte boş kaldığım zaman da Chevrolet’yle buralarda taksicilik yapardım. Onu da sattım işte, işi de bıraktım şimdi. Bağkur’dan da emekli oldum. Konut edinmede kimsenin desteği olmadı Allah’tan başka. Kendi başıma bir daire aldım oturuyorum. Fıstıkağacı’nda almıştım işte o daireyi, 35 sene orada oturdum. Orayı
“Üsküdar’ın beşte biri vardı, beşte dördü bahçeydi” sattım şimdi, Zeynep Kamil’de daire aldım, orada oturuyorum 13 senedir de. Akrabalarım falan çoktu burada, hemşerilerim çoktu zamanında. Çoğu öldü şimdi çocukları da tanımam artık. Diyorum ben buraya geleli 65 sene oldu. Üsküdar’a geldiğim zaman bu Üsküdar meydanında binalar vardı, orada park vardı. Şu Üsküdar iskelesinin karşısında bir çeşme var büyük, o çeşme bu meydandaydı. Onu yıktılar oraya aldılar. Oradan tramvay dönerdi Kadıköy’e, Bağlarbaşı’na. Üsküdar-Bağlarbaşı,
Ali Kocatepe / Taş Ustası Üsküdar-Kadıköy tramvayları vardı. Ondan sonra oraları yıktılar, başka büyük parklar yaptılar oraya. Şimdi orayı da yıktılar işte tünel geçecek karşıya. Oralar da devamlı istimlak edilmek üzere. Onun üstünde Yeni Cami var. Şuradaki Yeni Cami’nin önünde, ‘bit pazarı’ derlerdi, pazar vardı. Eski kervansaraylar vardı orada. Bu kervansarayları falan yıktılar. Oradaki dükkanları, bu belediye binasının olduğu yer boşluktu, oralar bahçeydi, oraya yaptılar. Sonradan onları dağıttılar. Orayı da şimdi belediye binasını yaptılar, Üsküdar’ın yani. Onun karşısı da hamamdı. Mimar Sinan Hamamı derler oraya. O hamam yıkıktı, virandı. Zamanında demek bakımsızlıktan yıkılmış. Ben çocukken saklambaç oynardık onun içinde, saklanırdık falan. Sonradan işte Demokrat Parti’den sonra burayı satmışlar, satan adam da bina yapmak istedi. Anıtlar Kurumu müsade etmedi tabii, eski eser olduğu için. Aynısını Mimar Sinan’ın yaptığı şekilde yapmak üzere müsade ettiler. Adam tabii almış zamanında, tapulu, Halk Parti zamanında, İsmet Paşa’nın zamanında Atatürk öldükten sonra. Ondan sonra şimdi orası, içerisi pazar oldu, çarşı oldu. Bunlar işte. Tramvaylar vardı burada, buralar sırayla dükkandı, bir katlı dükkanlar vardı. Buraları yıktılar. Bu Karadavut Cami’sinin evveliyatı kiliseymiş. Fatih Sultan Mehmet’in paşalarından Kara Davut Paşa daha İstanbul’u almadan, burayı işte Türklerin eline geçtiği zaman Fatih’ten müsade almış ve bu kiliseye kubbeleri ilave etmek suretiyle minarelerle falan camiye çevirmiş. Burada evler vardı. Cami böyle harap virandı. Sonradan işte Allah razı olsun Menderes geldikten sonra, işte buralar 1957’den sonra faaliyete geçti. Tamir oldu falan filan, ibadete açıldı. Mimar Sinan bunları nasıl yapmış… Esasen ben taşçıyım. Hiç kimse bana yardımcı olmadı. Eski binaların, bu camilerin, eski eserlerin
başlıklarını, minarelerini, altında o püsküllerini, yani taş işlerini, sütunları her şeyi ben yapardım. Kılıcalı Cami’sinde ustabaşıydım 1957’de. Bu Yeni Cami’nin ustabaşısı ölmüştü. Oraya ustabaşı olarak geldim. 1957’de falan restore ettik oraları. ‘58’de, ‘59’da vakıflardan bize belge verdiler, eski eser yapabilir diyerekten. İş almaya başladık. Karşıki iskelenin karşısındaki cami Mihrimah Cami’dir. İskele Cami diye geçer ama, esas Mihrimah Cami’dir. Yani Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Hanım namına babası yaptırmış orayı. Onun da kocası şey, biliyorsun belki, bilmiyorsun Rüstem Paşa. Rüstem Paşa’nın bir camisi de Eminönü’nde Mısır Çarşısı’nın ilerisinde var. Onu da Rüstem Paşa kendisine yaptırmış. Bir cami de Edirnekapı’da var. Tam Edirnekapı’dan çıkarken solda bir cami var, o da Mihrimah Cami’dir. O da Mihrimah Sultan’ın camisidir. Bu camilerin çok restore işlerini yaptım ben. Ondan sonrada işte ‘60’ta falan kardeşim Amerika’daydı. Bana bir araba getirdi oradan. Bir araba gönderdi ‘56 model araba. İhalelere gitmek için almıştım. Bir arkadaş dedi ki “ya buna taksi plakası al.” Taksi plakası aldım ona. Sonra işim olmadığı zamanlar dolmuşculuk yapardım, Üsküdar ile Kadıköy arasında. Durum böyle işte. Yani ben eski eser işleri yaptım, vakıflarda çalıştım, ‘84’te de artık usta bulunmaz oldu. Çeşitli işler var burada, mesela alçı işi var, her adam yapamaz. Taşçı bile olsa, her adam başlık yapamaz. Başlıklar püsküllüdür süslüdür. O süslü başlıkları falan her usta yapamaz. Tabii biz onları yapardık, şimdi onların da ustası kalmadı artık. Şimdi çoğunu betondan yapıyorlar, bilmem minareleri bile betondan yapıyorlar. Mimar Sinan bunları nasıl yapmış, bu taşların hepsini birbirine kenetlemiş. Hem zıvana koymuş hem de kenet vurmuş. Kurşunla onları doldurmuş, ne kadar zelzele olsa da minare sallanır ama yıkılmaz. Niye yıkılmaz? Çünkü bu kenetler bu taşları tutuyor. Kenetler kurşunla donduğu için, kurşunun içinde boşluk yapıyor, sallanabiliyor. Ama beton minare ne kadar sağlam da olsa bir an gelir fırtınaya veya zelzeleye dayanamaz, küt diye kırılır gider. Ama bu minareler ne kadar şey olsa dayanır. Yıkılsa bile böyle pilav gibi yığılır kalır sağa sola, devrilmez. O beton minareler küt diye devrilir gider. O işleri yaptım, ‘84’ten sonra usta bulunmaz oldu. İşler de söndü tabii. Bir ara durduydu, gene başlamış tek tük işler Allah razı olsun. Vakıflar gene yaptırıyor işte eserler ama eskiden çok büyük camiler faaliyete geçmişti. Sultan Ahmet’ten başla Fatih Cami’si, ondan sonra Süleymaniye Cami’si, işte o Kılıcalı Cami’si, bunlar büyük camiler. Bunların çoğunda iş yaptık yani. Şimdi de ‘84’ten beri emekli oldum, oturuyorum işte. Elli sene sonra tanıştık burada yine Çocukluğumu Sultanahmet’te geçirdim. 11 yaşından 20 yaşına kadar Sultanahmet’teydim. Askere gittim işte, askerdeyken izine gelmiştim. Oturduğumuz ev satılmıştı, babam dedi ki “oğlum buradan çıkacağız.” “Nereye gideceğiz” dedim. “Heralde Üsküdar’a taşınırız” dedi. Ben askerdeyken buraya taşınmışlar. O zamandan beri Üsküdar’dayım. Valla çocuklukta Sultanahmet’te otururduk, orada güzel bir park vardı. İki tane park var. İşte Dikilitaş derler. Ta Mısır’dan gelmiş çok eski bir tarihte. Onun bu tarafındaki parkta 01 4
da bir çeşme var. Ona Alman çeşmesi derler. O çeşmeyi de babamdan duyardım. Bazı aylarda, bazı günlerde o çeşmelerden şerbet akıtırlarmış, şerbet dağıtırlarmış. O parkta zaten diğer günler çalışırdık. Biz yedi kardeşiz. En büyükleri bendim. Babama yardımcı olurdum, çalışırdım. Pazar günleri de o parkta arkadaşlarla otururduk çayırlarda. İşte o zamanlar konserler olurdu. Gazinolar vardı, işte Çakıl vardı Yenikapı’da. Kumkapı’da başka bir gazino vardı, Ahırkapı’da başka bir gazino vardı. Buralarda konserler olurdu. Gülhane Parkı’nda birkaç sene devam etti, şenlikler olurdu. Ben çocuktum o zamanlar işte. Oralarda eğlencelere giderdik. Topkapı Sarayı bize yakın, devamlı Pazar günleri hava soğuk olursa öyle saraya girerdim, her tarafını gezerdim oraların. O zaman ucuzdu da. Bir 50 kuruş verirdim her tarafını gezerdim, akşama kadar gez. Valla çocukluk arkadaşlarımın hepsinin ayrı ayrı işleri vardı. Diyorum ya işte askere kadar Sultanahmet’teydik. Askerden geldikten sonra onları da bir daha göremedim. Onlar başka yerlere gitmişler, biz bu tarafa geldik. Onun için pek fazla görüşemedim onlarla. Tesadüf, Gülhane Parkı’nın karşısında morg var. Morgun üstünde değirmen taşı yapardık biz. Karşıda bir bakkal vardı. Geldi oturdu, şurada konuşurken “nerede oturuyorsun?” “Sultanahmet” “Neresinde?” Ben de eskiden
dı. Hatta ayrıca Moda’da kadınların plajı ayrıydı. Buralarda öyle yavaş yavaş uzundu, ondan sonra yavaş yavaş kısaldı ondan sonra da, şimdi de pantolona döndü iş. Bizim zamanımızda kızlarla falan konuşturmazlardı. Babaları razı olursa, akraban falan olursa konuşursun yolda molda. Başkasıyla hiç yolda, parkta şurada burada konuşamassın, öyle sohbet edemessin. Ben kahveye gitmem. Yok meyhane dedim ya işte, ben öyle kötü yerlere gitmem. İçkili yerlere gitmem. Sonradan işte sigara da içmediğim için, kahvede de çok sigara migara içildiği için... Yaşlı olduğumda da gitmezdim. Gençliğimde zaten gitmedim. Parklara, açık havalı yerlere giderdim. Çocuklarımı falan alırdım tatil günleri, İstanbul dışına götürürdüm, denizlere götürürdüm. O zaman Bostancı falan oralar boştu. Yani Tuzla’ya kadar oralar hep boştu. Hep oralara giderdik. Şile’ye götürürdüm, Tarabya’ ya götürürdüm. İşte böyle yerlere çocuklarımı alıp götürürdüm. Komuşuluk eskiden vardı. Komşu çok, yani akraba gibi komşular birbirlerinin derdine koşarlardı, birbirlerine yardımcı olurlardı. Şimdi dört daireli bir yerde oturuyorum. Ne onlar beni tanıyor on senedir ne ben onları tanıyorum. Komşuluk öldü. Hiç öyle bir şey yok artık, bitti dayanışma. Zaten bizim dinimizde var o oğlum. Gücün yetiyorsa sadaka vereceksin, ilk önce yakınlarına vereceksin. Ya-
Salacak Sahili
orada oturuyordum falan derken 50 sene sonra tanıştık burada yine. Tanımadım, nereden tanıyacağım, 50 sene olmuş. Tesadüf, burada karşılaştık. O zaman ayrımcılık yoktu O zaman ayrımcılık yoktu. Yalnız babam annem şunu söylerdi: “Oğlum hırsızlık yapma, namussuzluk yapma, kötü adamların yanına gitme, içki içenin yanına gitme, sigara içenin yanına gitme.” Başka yönden ondan konuşma demezdi. Biz de Allah’a şükür içki içmedik, sigara içmedik. Ama kimseyle de kötü olmadık yani. Baktım mesela içkici, gitmezdim yanına. Çok içkici arkadaşım da vardı yani. “İçme” derdim, içerdi. Ben ondan yavaş yavaş ayağımı elimi çekerdim. Şu etnik kökenli mökenli yok. Ben çocukken Sirkeci’de çok Yahudi vardı, Ebu Sulh caddesi var, orada Yahudi çoktu. Yahudi çocuklarıyla da oynardık, hiç öyle bir kavgamız bir gürültümüz yoktu.
kında mahallede fakirler varsa onlara yardım ederdik. Şimdi yok öyle bir şey, eskiden vardı. Fakiri fukarayı bilirdin. Şimdi fakir diyorsun senden zengin çıkıyor. Çünkü belediyeden alıyor, kaymakamlıktan alıyor, bilmem nereden alıyor, elli yerden alıyor. Kömürleri geliyor, bilmem neleri geliyor. Eskiden öyle bir şey yoktu. Ancak etrafındaki halk elinden geldikçe yardım ederdi. Mesela şimdi bak burada akrabalarım vardı, onlar öldü. Öldü derken çocukları var ama hepsi yolda görür selam vermez. Ben 76 yaşındayım, ben selam veririm o zaman konuşur. Sen mesela büyük olarak saygı göster ben de sevgi göstereyim, bitti bu. Sevgi saygı bitti. Şimdi her yerde öyle, yalnız İstanbul’da değil. Ben buraya geldiğim zaman çocuktum diyorum ya 11- 12 yaşlarında, 17 yaşında kahveye giremezdim. Resmen şöyle geçerken bir kahveye oturup da bir çay içemezdim, yapamazdım. Orada bir yaşlı “niye oturuyorsun oğlum burada, kalk, burada senin işin yok, git parkta otur” derdi. Kahvede oturtmazlardı. Biz de onları sayardık.
Burada güzele ‘keleş’ derler Bizim zamanımızda, bizim gençliğimizde plaj vardı ama plajlarda hanımlar diz kapağına kadar kapalıydı. Göğsü kapalı, sırtı birazcık omuzlarına doğru açıktı. Alt taraf kapalıy-
Tramvaylar vardı, benden birkaç yaş büyük oldu mu, hanım olsun erkek olsun hemen kalkar yer verirdik. Şimdi biniyorum, ben 76 yaşındayım, 15 yaşında 13 yaşında pencereden dışarı ağızlarını açıp bakıyorlar,
Üsküdar
görmezden geliyorlar. Saygı kalktı, terbiye kalktı. Ben şu yaşımda hamile kadını göreyim hemen kalkarım, hamile genç de olsa hamiledir. Ona bir saygı göstermeli. Ben kalkar saygımı gösteriririm. Ben biniyorum sağolsun bazı hanımlar daha iyi şu devirde, genç hanımlar kalkıyor yer veriyor, erkek delikanlılar affedersin yer vermiyor. Onun için yani derdimiz çok, inşallah iyi olur. Eskiden beri parti şeyleri vardı, ama ben tabii onlarla pek ilgilnemezdim. Seçim zamanı oyumu gider atardım. Diğer zamanlar hiçbir partinin parti binasına yahut bilmem nesine gitmezdim. Gençliğimde hiç ilgilenmedim, şimdi de ilgilenmiyorum. Seçimden seçime oy zamanı gidip oyumu atıyorum. Grev her gün oluyor buralarda. Her gün göruyorsun işte, her gün bir yerden bir grev çıkıyor. Ama bizim çalışıtığım yerde yahut ben zaten serbest çalışırdım, benim çalıştığım yerde benim çocuklarımın çalıştığı yerde bir grev olmadı. Grev her gün oluyor buralarda. Üsküdar’da ulaşım için eskiden tramvay vardı; otobüs, dolmuş, taksi yoktu. İlk işte, beş taksi vardı, arabalı vapurda yatardı dört tanesi, bir tanesi benimdi, beşinci taksi. Beş tane taksi vardı, bunlar hiç yoktu, tramvay gider tramvay gelirdi. Hele saat 10’dan akşam 4’e kadar falan üç beş kişiyle gider gelirdi o tramvaylar, şimdi otobüsler de dolmuşlar da yollar da doldu. Tramvay vardı başka bir şey yoktu. 1950’den bir sayım yaptılar 900.000 bile çıkmadı İstanbul’un nüfusu. Üsküdar’ın beşte biri vardı, beşte dördü bahçeyidi. Camiler desen eski camiler belli o zaman, elli cami varsa şimdi
Röportaj Yasemin Özkut (19) Yeliz Güner (16) Büşra Gökdeniz (16) Çise Aker (16)
200 tane cami oldu. Camiler falan yapıldı. Üsküdar’ın her muhitinde, Allah’a şükür, camiler yapıldı. Evler yapıldı, apartmanlar yapıldı, çoğaldı. Yani binalar çoğaldı, eskiden bu kadar yoktu. Buralar bile boştu hep. Yangınlık yeriymiş, ben ona yetişmedim ama babam söylerdi, “yandı buralar” derdi. Babam İstanbul’da doğma büyüme olduğu için bilirdi. Seferberlik zamanında yakmışlar. İstanbul’u yakmışlar; karşıyı yakmışlar, Üsküdar’ı yakmışlar. Yukarıda Yeni Mahalle var, orası Rum mahallesi, Ermeni mahallesiymiş,
Kültür nispeten değişti tabii. Benim annem kapalıydı. Annem buraya geldi gene kapalıydı ama burada doğan kardeşleri oldu, kızkardeşleri oldu. Okula gittiler okuldan çıktılar derken tabii buraya uydular. Kültürümüz tabii nispeten değişti. Bizim inancımıza göre Allah diyor ki kadınlar kapansın. Başını örtsün, ayakları açık, eli açık, yüzü açık olabilir. Ama kolunu açsın, göğsünü
idi. “Ayşe abla ne keleşte damadın var” diyorlarmış, babam da sinirleniyormuş, ulan benim nerem keleş diye. Orada güzele ‘keleş’ derler mesela. Sonradan bir şey varmış, buradan tanıdığı bir adam ona demiş ki “ya yeğenim bana keleş diyor.” “Dayı” demiş “burada güzele keleş derler.” Mesela babam da öğreniyor keleşi, kızmıyor artık. Düğünler aynı. Bizim orada düğünlerimiz davulla zurnayla olurdu. Burada da çalgıyla oluyor, dansla oluyor. Biz tabii dans etmiyoruz ama çocuklarımız torunlarımız uyuyor. Benim bu yaştan sonra uyacak halim yok ama gidiyorum. Gençler öteki odada, salonda neyse eğleniyorlar, dans ediyorlar, oynuyorlar gülüyorlar. Bayramlarda bizim işte gençlerimiz, akrabalarımız, yakınlarımız gelmiyorlar. Bazısı geliyor bazısı telefonla bayramlaşıyor. Elini öperim, gözünü öperim falan filan. Eskiden bilhassa kendi giderdi, kendi konuşurdu ama şimdi burada malum denk gelmek zor oluyormuş. Telefonla bayramlaşıyoruz. Ali kocatepe Bey’in anlatımıyla tarihte bir adalet sahnesi…
Demokrasi Meydanı
oraları yakmışlar falan. Hep bir yangınlık yeriydi buralar. Sonra sonra doldu. O zamanki devirde şimdiki aldığın maaşın beşte birini de alsan bugünkünden daha rahat daha ferah geçinirdin. Çünkü sabır vardı, selamet vardı, bereket vardı. Şimdi aldığının bereketini göremiyorsun. Har vuruyor harman savuruyor. Eskiden tutum da vardı. Tutum oluduğu için
açsın, bacağını açsın, bunlar bizim oralarda yoktu. Şimdi buralarda öyle açıldı artık, televizyonlar çoğaldı, bilmem neler çoğaldı, yani kültür olarak böyle diğer kültürlerimiz aynı ama bazı kelimeler duyuyorum hayret ediyorum. Bu diyorum bizim kelimelerimiz ama… mesela ‘gadanı alıyım’ derler, yani senin derdini alayım. Mesela anneannemin ismi Ayşe
Belki de biliyorsunuzdur, Fatih mahkemesi vardır sokağın karşısında. Fatih Sultan Mehmet karşıya camisini yaptırırken, bir mimara şey yapıyor. Sütunlar uzun diye mimarın elini kestiriyor. Adam tabii hıristiyan olduğu için hükümdara da bir şey diyemiyor, başlıyor ağlamaya sızlamaya. O zamanki komşuları, müslüman komşuları diyorlar ki “ya niye ağlıyorsun?” “Ne yapayım elimi kesti, iş yapamıyorum, geçinemiyorum” “Sen de git kadıya şikayet
et” diyorlar. “Kadı efendi” diyor, “padişah caminin ustasıydım, sütun uzun diye biraz kestim o da benim elimi kesti” diyor. “Şimdi çalışamıyorum, çoluğum çocuğum var, geçinemiyorum, ondan şikayetçiyim.” “Tamam oğlum, otur” diyor. Padişaha haber gönderiyor, falan gün gel mahkemen var diye. Ona da diyor falan gün gel buraya diye. Geliyorlar, adam gelmiş tabii oturuyor orada. Padişah da geliyor, Rum’un yanına oturmak istiyor ama Kadı “kalk” diyor. “Niye” diyor. “Olmaz” diyor, “sen davalısın, o davacı” diyor. “O oturur. Peki diyor padişah da “nedir suçum?” diye soruyor. “Niye kestin bu adamın elini” diyor kadı. O da diyor ki “benim camimin direğini kesmiş, kısaltmış, ben de onun elini kısalttım.” “Tamam peki o caminin taşı dünyada başka yok mu, bulunmaz mı?” “Bulunur.” “Peki şimdi bunun eli gitti, bunun eli bulunur mu?” E bulunmaz. “Bulunmazsa işte sen suçlusun, taş bulunur, başka bir taş yaptırsaydın. Niye elini kestin bunun, şimdi ne yiyecek ne içecek çoluğu çocuğu. Suçlusun.” “İyi suçluysam” diyor “hazineden buna bir maaş bağlarım geçinir.” “Yok” diyor “hazine senin babanın malı değil.” Kendi aldığın maaşından buna bir miktar para ayıracaksın.” “Olur” diyor. O zaman kadı kalkıyor “sağol padişahım” diyor. Padişah da diyor ki “e Kadı efendi, eğer ki burada beni haklı çıkarsaydın, bu kılıcımla bu kafanı vuracaktım” diyor. Kadı efendi de “ey Padişahım, sen de beni padişahım diye dinlemeseydin” diyor, “ben de bu hançeri alıp karnına sokacaktım” diyor. “Tamam” diyor ve o adama ölene kadar maaş bağlıyor, kendi maaşından adama para veriyor.
“İş sıkıntısı, insanları merkeze, büyük şehirlere sevk etti”
1929 doğumlu M. Nuri Akduman Üsküdar’da doğmuş ve eşi ile de hayatlarının geri kalanını da orada geçirmeye karar vermiş. Deniz Astsubayı emeklisi olan Nuri Bey bize gençliğini, spor ve müzik aşkını ve tabii ki hayatını büyük memnuniyetle yaşadığı Üsküdar’ı anlattı. Onun hatırladıklarına da güler yüzlü eşi eklemeler yaptı ve bizi daha da mutlu etti. Harem Salacak’ın artık soy ismi gibi olduğunu söyleyen Nuri Akduman bizle Üsküdar’da geçen hayatı ile ilgili çok güzel anılarını paylaştı. Çok güzel fasıllar yapardık Harem Salacak gençliğimin başlangıcı olmuştur. Sonra arkadaşlarımla genişlettik çerçevemizi... Şekip Ayhan Özışık, bestekâr, Avni Anıl arkadaşım bir mahalle çocuklarıydık. Hatta musiki cemiyetlerine iştirak ettik, o bilhassa Şekip Ayhan Özışık beni her tarafa götürdü. Annem de ud çalardı, annemden ders aldı. Onlarla çok güzel bir hayatım olmuştu. Hep bizim hayatımız sporla ve iyi arkadaşlık ilişkileri içinde geçmişti. Ben de def çalardım, Şekip ile beraber gittiğimizde. O ud çalardı. Çok güzel fasıllar yapardık. Üsküdar’da mesela halkevinde musiki cemiyetleri hareket halindeydi. Gençleri eğitirlerdi ve bu kadronun içine alırlardı. Güzel şeyler geçirdik o zaman. Hayatımız çok iyiydi hakikaten, karı koca Araplar hizmet ederdi bize. Selimiye hamam sokakta, Çiçekli’de çok güzel bir hayatımız oldu. O günlerimi hep yad ederim. Ve onun için bu Üsküdar’ı terk etmem, ana-
aldığı para bereketleniyordu. Şimdi har vurup harman savuruyorlar, onun için zor, geçim zor şimdi.
Nuri Akduman / Emekli Deniz Astsubayı
rım onları o geçirdiğimiz günleri. O Arap kişiler bizim bir numaralı kurtarıcımız oldu. Her sıkıntımızda onlar gelir bize, aileye destek olurlardı. En sonunda ailesinin hanımı bizim evde babam rahatsızlandıktan sonra vefat etti. Biz sıkıntının içine düştük. O bize geldi. Beyi başka yere gitmişti. Bize yardımcı oldu. O da bizim evde aksi gibi bey babamın vefatından 13 gün sonra o hanım da vefat etti. Babamın ölümü benim elimdedir. 1944, 12. ayın 31’inde sabah 5’e 5 kala vefat etti. Böyle bir psikolojik duruma da girdim ben, okuldan da ayrıldım. Bu sefer iş hayatı oldu. Arkadaşım vardı o beni bi işe koydu. Çalışmaya başladım. 5 sene, 4–5 sene okuldan ayrıldım. O zaman da babam vefat etti aileyi ben geçindirmek zorundaydım iş bakımından. O oturduğumuz şaha-
ne evde, bir odasında oturmak mecburiyetinde kaldık. Lambalar söndü elektrik yakamadık. Acı günlerimiz oldu. Ben dedim ki “anneciğim çok sıkıntıda olmamıza rağmen ben bunu yapamayacağım, okumak istiyorum.” Neticede tekrar okula kayıt oldum. İlkokula tekrar kaydoldum. İlkokuldan sonra ortaokula geçtim. Ortaokulda tekrar kaydoldum 4-5 sene sonra. ilk önce Üsküdar 1. okulunda şey yaptım, tahsilimi. Ondan sonra kendimi toparladım, sınıfta mümessil falan oldum. Beni büyük olduğum için yaşım çok geçtiği için verdiler. Sınıfta kalmadan ilkokulu tekrardan bitirdik. 5 sene ara verdikten sonra. Haydarpaşa Lisesi’ne gittim. Haydarpaşa Lisesi’nde 4 seneye çıktı o tedrisat. Ona artık tahammülümüz kalmadı, maddi sebep. Bu sebeple gene iş hayatına… Fakat bu arada da gizli gizli askeri okullarda falan imkânlar aradım, gireyim diye. Nitekim deniz astsubay okuluna müracaat ettim. Orada o sıkıntılı hali de atlattıktan sonra hamdolsun okula kaydımızı yaptırdık, deniz astsubay okuluna. Öylelikle astsubay olarak yetiştim. Mezun oldum. Bu tahsil arasında avukatların yanında, üç avukatın yanında hizmet gördüm. Yani sekreterlik, yani kâtiplik deniliyordu eskiden. Kâtip. Birisi İstanbul baro reisi Ali Haydar Özkent, Atıf Yonsel, Enver Elbir diye çok kıymetli avukatların yanında katiplik yaptım. Sonradan ben okula girdim bu arada. Dedim affedersiniz ben ayrılmak istiyorum, okula gireceğim falan. Beni evlat gibi seviyorlardı. Kardeşini getir dediler bana. Yok dedim kardeşim yapamaz bu işi. Ondan sonra başka bir arkadaşımı götürdüm, Kemal diye bir arkadaşımı, o hizmete devam etti. Bu arada da işte bu şeyi okul hayatıyla 01 5
çalışma hayatını böyle bir şekilde düzenledim. En sonunda astsubay okuluna girdim. Üsküdar’ın o ilk zamanları daha böyle kendine gelme zamanındaymış. Evlere davetiye olurdu, haftanın günlerinde. Gelirlerdi babam, arkadaşları. Üst kısımda kışsa soba yakar, etraf düzenlenir falan. Biliriz ki geceleri musiki şeyi var. Ekipler gelirdi, sevgili arkadaşları gelirdi babamın. Hatta biz onlara hizmet ederdik. Git al gel götür şeklinde. Çok ahenkli olurdu evvelden. Bu şekilde böyle şeyler olurdu. Dayanışma. Aile toplantıları bu şekilde olurdu ve zevk duyardık. Herkes birbirini tanırdı, böyle 8, 10 katlı daireler yoktu. Tahta evlerdi. Aşağı evlerde kaç kişi vardır, kimdir, hasta mıdır, sağ mıdır, herhangi bir problemi var mıdır tanırdınız. En yakın şeyiyle, hüviyetiyle tanırdınız. Ama şimdi bilemiyorsunuz. Bir apartmandaki insanları bile tanıyamıyorsunuz. Göçler başlayınca o samimi ahenk kayboldu. Kişiler birbirini tanımaz oldu ama kimseyi şey yapmıyorum. Ben tüm insanları seviyorum, kim olursa çok seviyorum. Ama yetişme tarzı vardır, benliği vardır, uygulaması vardır. Bunlar çok olunca karıştı birbirine. İntibah zorlaştı kişilerle. Onun için mecburen kopuluyor. Samimi gördüğünüz, iyi gördüğünüz yere yöneliyorsunuz. Öyle bir ilişki var. Genel olarak bugün benim de tahminim yani bu sıkıntı, çalışma sıkıntısı, iş sıkıntısı, insanları merkeze, büyük şehirlere sevk etti. İstanbul da böyle şeylerin içinde olduğu için mecburen o vatandaşlarımız da geldi. Akrabası geliyor onu çağırıyor. O geliyor kapı-
cılığa, diğerini çağırıyor. Bu sebeple buranın havası değişti. Ama bu kınamak bakımından demiyorum. Bu intibah meselesi… Üsküdar’ın efeleri vardı Kıvırcık Muzaffer, Arap Yaşar. Arap Yaşar denilen insan dev gibi bir insan. Çok iyi insan, kalbi pırlanta gibi, kimseye ziyanı olmaz ziyan verenlere ziyan verdirirdi. Kim ziyan gördü kimden gördü onu mimlerdi, söyleyin ona böyle onu bertaraf ederdi. O hadise öyle bir şey. Yaşar abimizi gördüğümüz zaman hem sevinirdik hem de korkardık. Çünkü jilet atıyordu göğüslerine. Sokağa çıktığı zaman böyle kanlar içinde. Ondan herkes çekinir korkardı. Kıvırcık Muzaffer başka, o da ayrı, saçları kıvırcıktı. Onlar sokağa çıktıkları zaman, gördüğümüz zaman çok şey yapıyordu ki, gençliğe daha adım atarken onlardan çok çekinirdik ama çok da severdik onları. Çünkü doğru insanlardı, kimsenin hakkını yemek istemez, yedirtmezlerdi de. Harem Salacak benim yuvam En güzel hatıralarımı oralarda yaşadım. Küçüklüğüm orada geçti. Harem’de çifte kayalar vardı. Hatta başım yarıktır, atladım taşa çarptım. Üsküdar’da benim zamanımda tramvay çalışırdı. Tramvay Aktar Faik vardı çarşının içinde. Tramvay yolunun tam yanında dükkânı vardı. Yani tramvay sizi sıkıştırdığı zaman yolda, arkanızda Aktar Faik’in dükkânı, önünüzde tramvay sürtünerek geçecek durumda olurdu, böyle sanki asker gibi dururduk tramvay geçerdi.
Üsküdar
Röportaj Seda Saçak (22) Ali Saçak 80 yaşında, 1955’ten bu yana Üsküdar’da ikamet etmekte. Memuriyet dolayısıyla geldiği Üsküdar’da yarım asırdan fazlasını devirmiş. Bize evinin kapısını açarak, değişen ve değişmeyen tüm yönleriyle Üsküdar’ı anlattı.
“Üsküdar’da din, etnik kökenden kaynaklanan bir hoşgörüsüzlüğe rast gelmedim” Bu arada tabii çocuklarımız dünyaya geldi. 1970 senesinde bugün de hala oturmaya devam ettiğim apartmandaki dairemize taşındık. 40 senedir de burada oturmaktayım. Bu sokaktaki komşularımız tamamen bu sokağın yerlisi olduklarından buradaki komşuluk ilişkilerimiz daha iyi gelişti. Sık sık birbirimize gider gelirdik. Mesela, bu sokağa televizyonun gelişi nispeten daha geç bir tarihte olmuştur. Herkes çok geç televizyon sahibi oldu. Ben Almanya’da yaşayan kardeşime televizyon için sipariş vermiştim. İlk televizyonumuza bu vesile ile sahip olduk. Akşamları komşularımız da sık sık gelir birlikte televizyon izlerdik. Suhulet, Mudanya, Çardak ve Tramvay
Ali Saçak / Emekli Herkes çok geç televizyon sahibi oldu Adım Ali Saçak, 1930 Kahramanmaraş doğumluyum. 4 oğul, 7 torun sahibiyim. 6 çocuklu bir ailenin en büyüğüyüm. Babam dokumacılıkla uğraşırdı. Evimizin alt kısmında küçük bir dokuma tezgâhı bulunurdu. İlkokulu bitirince ayakkabıcılık yapmaya başladım. Askerlikten sonra, imtihanlara girdim ve İstanbul’da polislik okulunu kazandım. İstanbul’a ilk gelişim öyle başlar. 1955 senesinde ailemle birlikte memuriyet dolayısıyla İstanbul’a geldim. Üsküdar’da, meydana yakın Eski Mahkeme Arkası sokağının üst sokağı olan Gülfem Hatun sokağına yerleştim. Aynı tarihte İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde göreve başladım. Ben eşimden kısa bir müddet önce gelip, evi tuttum. Gülfem Hatun camisinin bitişiğinde ahşap bir binada, iki odalı, mutfaklı, banyolu, müstakil bir biçimde yapılmış bir daire idi. Daireyi tutunca memlekete haber gönderdim. Babam, eşim ve kız kardeşimi alıp eşyalarımızı kamyona yükleyip İstanbul’a getirdi. Uzun müddet de getirdiğimiz bu eşyaları kullandık, haliyle daha sonra onları da değiştirdik. Buraya geldiğimizde hemen hemen hiç hemşerimiz yoktu. İlk komşularımızdan Konyalılar vardı. Çok iyi insanlardı kendileri. Üsküdar bit pazarında yerleri vardı, ticaretle uğraşırlardı. Sık sık birbirimize gider gelirdik. Onun dışında pek bir tanıdığımız yoktu. İlk oturduğumuz yer hülasa ticaret merkezi gibi bir yerdi. Halkı daha çok esnaftı, memur pek az bulunurdu. Daha sonra 1957 senesinde Gülfem Hatun sokağından ayrıldık ve şimdi de ikamet etmekte olduğum Dönmedolap sokağına geldik. Tek odası olan bir ahşap eve yerleştik. Tek odalıydı ama genişti. Başka oturacak yer pek yoktu. Her taraf istimlâk olmuştu. Çoğu yer inşaata veriliyordu. Ev bulmak iyice zorlaşmıştı. Dönmedolap sokağı da olduğu gibi ahşap evlerden oluşmaktaydı. Aynı eve beraber polislik yaptığımız meslekten arkadaşım ve hemşerim M.K. ile taşındık. O da ailesiyle evin diğer bölümünü kiraladı. Uzun yıllar beraber aynı evde oturduk. Binaenaleyh bu oturduğumuz evin bitişiğinde Emin Efendi’nin evi vardı. Oraya polis arkadaşımla beraber taşındık. Bir kısmında onlar, bir kısmında biz oturmaya devam ettik.
Üsküdar’ı çevre olarak düşünecek olursak, Üsküdar meydanı bit pazarıydı. Biraz denize yakın kesiminde arabalı vapur iskelesi vardı. Arabaların binebilmesi fazla büyük olmayan bir alandan müteşekkil idi. Arabalı vapurlar, Üsküdar-Kabataş arasında yaya, taksi ve kamyon taşırdı. Suhulet, Mudanya ve Çardak isimlerinde yandan çarklı nakliye gemileriydi bu vapurlar. Sonra bunlara Karamürsel isminde bir vapur daha ilave edildi. Daha sonraları ise iptidai usulde Fransız yapımı Kızkulesi, Kasımpaşa gibi daha lüks ve modern arabalı vapurlar filoya dâhil oldu. Zamanında Üsküdar vapur iskelesi tamamen ahşaptı. Bina eskiydi. Sonradan o ahşap görünümlü iskele kaldırıldı. Yerine beton direkler dikilmek suretiyle şimdiki iskeleler yapıldı. Bina, turnikeler, gişeler yenilendi. Çok daha güzelleşti. Üsküdar-Kadıköy arasında devamlı elektrikli tramvay çalışırdı. Tramvay Üsküdar vapur iskelesinden başlar, Kadıköy’e devam ederdi. Yine bir diğer tramvay da Üsküdar’dan Çamlıca’ya Fıstıkağacı üzerinden gider gelirdi. Çamlıca’nın ismi geçmez, Kısıklı diye tabir edilirdi. Meydandaki bit pazarı daha sonra tamamen kaldırıldı. Arabalı vapur iskelesine arabalar için tahsis edildi. Yine iskeleye yakın tarihi Mimar Sinan’ın eseri olan hamam vardır. O hamam, dış yüzeyi tamamen dükkânlarla kaplı olduğu için hamam işlevini sürdüremez olmuş ve dükkânlardan hamam görüntüsü de tamamen kaybolmuştu. Zamanla Mimar Sinan hamamının etrafındaki dükkânlar kaldırıldı, hamam meydana çıkarıldı. Binaenaleyh zamanla tramvay da kaldırıldı, yerine otobüsler getirildi. Eski dükkânların hepsi iptidai usulde yapılmış dükkânlardı, hemen hiçbirinde bir modernlik yenilik yoktu. Zamanla özellikle 1970 sonrasında, dükkânlar da kendini yenilemeye, modernleşmeye başladılar. Genellikle imalat yapan mağaza pek görünürde yoktu. Halen devam etmekte olan balıkçı çarşısı vardı. Yine bugünkü yerindeydi ama o zamanlar üstü kapalı değildi. Yıllarca aynı yerinde hizmet vermeyi sürdürdü. Yine, Üsküdar’da Yeni Cami’nin biraz ilerisinden başlayıp Kuşkonmaz Cami’nin oraya kadar devam eden muazzam Tekel binaları vardı. Reji binaları olarak lanse edilirdi. Kadınlar da buralara çalışmaya giderler, buradan emekli olurlardı. Oturduğumuz binanın sahibinin kayınvalidesi de buradan emekliydi. Daha sonraları bu binalar yıkıldı, kaldırıldı, yerine bambaşka faaliyette bulunan yerler yapıldı.
Ekalliyet Üsküdar’da Kuzguncuk, Bağlarbaşı ve Harem’in üst kısımlarında gayrimüslim nüfus ikamet etmekteydi. Bugün de ikamet ederler ama nispeten daha az sayıdadırlar. Benim bulunduğum merkezde ise pek gayrimüslim tebaa bulunmazdı. Esnaftan da pek gayrimüslim olmazdı, gerçi genellikle Türk isimlerini kullandıktan, kimin ekalliyetten olup olmadığı çok da bilinmezdi. Benim bildiğim, oturduğumuz sokağın bitimine bir Ermeni kalaycı gelmişti, kendini tabiatıyla neşretmiş, öyle tanınmış ve sevilmişti, hala yerinde işlerini büyütmüş halde devam etmektedir. 1955 6-7 Eylül sıralarında, Atatürk’ün Selanik’teki evine tecavüz bahanesi ile çıkan olaylar önce Beyoğlu’nda başlamış, Üsküdar’a da sıçramıştı. Görevden döndüğüm zaman Üsküdar meydanında bütün dükkân camları indirilmiş, mallar ortalığa saçılmış, caddeler kumaşlarla kaplanmıştı. Bir Atatürk’ün evine saldırıyı kınayıp kırıp dökenler, bir de kırıp dökme sonrasında çapulculuk yapanlar vardı. Ekalliyet büyük maddi zarara uğramıştı. Daha sonra devlet, zararları tek tek belirleyip, ekalliyetin zararının karşılaşmıştı. Onlar da eski yerlerinde uzun bir süre daha devam etmişler ama daha sonra birer birer kapatmışlar, kimisi de gitmişti. Ekalliyetten bize, kendi bayramlarında boyalı yumurta veren, kek dağıtan çok olurdu. Bizim bayramlarımızı da takip eder, kutlarlardı. Bu hususta bize göre nispeten daha saygılı ve hareketliydiler.
bir inşaat sektörü girdi Üsküdar’a. Hızla apartmanlar yükselmeye başladı, Üsküdar’ın çehresi değişime uğradı. Üsküdar belediye binası mesela eskiden Doğancılar’daydı, şimdiki yeri 30 sene öncesinde yapıldı. Sadece binalar değişmedi tabii yollar yapılırken bazı mezarlıklar iptal edildi, tahrip edilmiş olanların yerine parklar yapıldı. Bu mezarlıklar kaldırılırken ortaya pek çok kemik çıktı, tıp fakültesi öğrencileri gelip bu kemikleri toplarlardı ya da anne babaları onlar için toplardı. Çocuklarım da aile dostumuzun oğlu için kemik toplamışlardı. Evimizin önünde tahrip olmuş mezarlık bir alan vardı. Çocuklar burayı top sahası gibi kullanırdı. Sonra belediye mezarlığı iptal etti ve yerine çocukların rahat rahat oynayacağı bir park inşa etti. Torunlarım da o parkta oynayarak büyüdüler. Şemsipaşa’da şenlikler düzenlenirdi Üsküdar’da eskiden Salacak plajı bulunmaktaydı. Salacak plajı dışarıdan fazla rağbet görmemekle birlikte, hemen hemen Üsküdar’a cevap veriyor, ihtiyacını karşılıyordu. Kadın-erkek ayırt etmeden karışık, denize girilirdi bu plajlardan. Yine sahilde tarihi Kuşkonmaz Cami’nin bitişiğinde Şemsipaşa bulunmaktadır. Şemsipaşa’da yaz mevsiminde bütün bayram şenlikleri yapılırdı. İçerde envai çeşit oyuncaklar, salıncaklar, helvacılar, şekerciler bulunurdu. Gazinomsu bir yeri de vardı. Burada pek de tanınmamış sıradan ses sanatkârları sahne alır, konukları eğlendirirdi. Biz de yaz
en ünlüsü Sunar Sineması’ydı. Sinema pek revaçtaydı. Kadınlar, gençler sıklıkla sinemaya giderdi, ben görevim dolayısıyla gitmeye pek fırsat bulamazdım. Gündoğumu caddesinde de bir yazlık sinema bulunur, yaz akşamları dolup taşardı. Açık havada sinema pek keyifli olurdu lakin bunlardan hiçbiri kalmadı. Bugün Üsküdar merkezde doğru dürüst sinema bile bulunmamakta ne yazık ki. Diğer yandan Doğancılar’da Müsahipzade Celal Sahnesi bugün bile hizmet vermektedir, yıkılıp yeniden yapılmıştır. Eski Sunar sineması civarında Emin Ongan Musiki Cemiyeti bulunmaktadır. Emin Ongan, Üsküdar’ın tanınmış simalarından idi, pek sevilir, hürmet edilirdi. İkinci oğlum, hanımının Halil Rüştü İlköğretim Okulu’nda öğrencisi idi. Üsküdar’da pek çok dergâh olduğu doğrudur. Bunlardan birine bizzat kendim tesadüf gelmiştim. Ramazan ayında, teravih namazı için cami cami dolaşırdım. Farklı camilere gitmeye gayret ederdim. Bir keresinde Fıstıkağacı civarlarında, iptidai usulde yapılmış, mağaramsı bir tekkeye rast gelmiştim. Duvarlarında eski alfabeyle yazılar yazılmış, hiçbir modernlik kisvesi taşımayan yerlerdi. Birtakım zatlar burada ders verirmiş, daha sonra akıbeti ne oldu bilmiyorum. Üsküdar kaymakamlığından aşağı inince de orada bir Mevlevihane bulunmaktadır. Zannedersem bugün de halen açıktır. Karacaahmet’teki cem evi eskiden de bulunmaktaydı, bugün de halen faaldir. Hatta cem evinin bitişiğine ilave bir yer daha yapıldı. Bu yerin yapılmasına Erdoğan’ın belediye reisliği döneminde çok karşı çıkıldı, yatırları ve mezarlar bozulacak diye ama Aleviler hükümete karşın galip geldi. Mezarlar başka yerlere nakledildi. Üsküdar’da geçmişte din, etnik kökenden kaynaklanan bir hoşgörüsüzlüğe rast gelmediğim gibi, 6-7 Eylül dışında, bugün de bu tutumun devam ettiğine inanıyorum. Üsküdar’da herhangi bir siyasal örgütlenme de pek gözle görülmemiştir. Memuriyet yıllarımda istihbarat birimindeydim. Çelik yelek, Thompson’la görev yapardık. Gelen ihbarlar doğrultusunda baskınlar düzenler, yasaklı yayınları toplar, icap ederse kişileri tutuklardık. Uzun yıllar bu görevi icra ettim. Yerimiz Eminönü’nde Sansaryan handaydı. Göreve oradan çıkardık. O dönemde ben 1975’te emekli oluncaya dek Üsküdar için böyle bir görev verilmedi. Sonrasında da pek duymadım açıkçası. 80 darbesi ise Üsküdar’a sokağa çıkma yasağı dışında pek bir şey yapmadı. Halk artık olan bitenin bir iktidar mücadelesi olduğunu kanıksamış, her şeye alışmıştı. Hüdayi Yolu
Öğrenciler kemik toplardı Üsküdar neredeyse tamamına yakın olmak üzere ahşap binalardan oluşmaktaydı. Ahşap binalar öyle pek Boğaz’da yahut karşı tarafta gördüğünüz gibi şatafatlı değillerdi. Güzel, bakımlı ahşap binalar Şemsipaşa ve Harem’in üst kısımlarında ya da Çiçekçi’de bulunurdu. İşlemeli, oyalı, boyalı ahşap binalar vardı ama şimdi pek nadir bulunmaktalar. 1970 sonrasında ise hızlı 01 6
akşamları sıklıkla buraya gelir, hem ferah havasından hem de eğlencesinden istifade ederdik. Gülhane’ye giriş 25 kuruşken, Şemsipaşa’ya giriş 10 kuruştu. Sahil boyunca da birkaç gazino bulunurdu, programlarını duyardım ama gitmezdim. Öyle pek ünlü değil sıradan ses sanatkârları sahne alırdı. O dönem için gazino bir memur için lükse giriyordu. Yine Üsküdar’da kapalı ve yazlık olmak suretiyle pek çok sinema bulunmaktaydı. Bunlardan
Üsküdar’la ilgili eski bir hikâye burada ikamet etmiş Aziz Mahmut Hüdayi hazretleri üzerinedir. Bu zat haftanın belli günlerinde Sultanahmet ve Eyüp’e giderek görevini yapar, geri Üsküdar’a dönermiş. Lakin bir gün fena bir fırtına kopmuş İstanbul’da. Deniz yolculuğu sırasında ona eşlik edenler, pek gitmek istememişler, korkmuşlar. Ancak zat yılmamış ve yola koyulmuş. O fırtınada, zatın gittiği taraflar süt liman kesiliyor, azgın dalgalar kayboluyormuş. Zat görevini yapıp, tekrar o süt liman olan yoldan geri dönmüş. O yola ondan sonra Hüdayi yolu denmiş, fırtınalı havalarda tek durgun kısım bugün bile orasıymış.
Üsküdar
Röportaj Oğuzhan Dursun (22) Çağla Mert (16) Berna Mert (15) 1956’da İstanbul’da doğan Nilgün Zühre Bayraktar, Üsküdar’ın yerlilerinden. Kendisinin özlem ve mutlulukla andığı çocukluğuna, güzel günler geçirdiği gençliğine, heyecan ile başlayan evliliğine ve şu an sürdürmekte olan hayatına Üsküdar şahitlik etmiş. Birçok anısının merkezinde Üsküdar konumlanmakta ve hala belki de yeni şeyler tecrübe etmesine tanık olmaktadır.
“Dostluklar, komşuluklar çok güzel ama eskilerde, eski insanlarda...” kardık, öyle büyük bir heves vardı ki televizyona. İşte bir gün Eurovision olacak, gençlik zamanlarımda, ay nasıl ağlıyorum Eurovision’u seyretmem gerek. Ben müziği de çok seviyorum. Annem gitti televizyon aldı, Allah’ım ne kadar mutlu oldum anlatamam. Siyah beyaz tabii ki o zaman televizyonlar. O televizyon olayı bile bambaşkaydı. Haftada iki gün yayın yapardı. Salı-Cuma idi, hiç unutmam, oraya giderdik. Komşuya gittiğimiz zaman, çekirdekler, bir şeyler alırdık, ne kadar mutluyduk ya. Bir birliktelik, dediğim gibi... Yani bir insan düşünebiliyor musunuz, şimdiki devirdeki bir insan... Ne kadar çeker ki o kadar çoluk çocuğu. İnsanlar yığılırdı küçücük bir odaya, küçücük bir eve. Dediğim gibi işte radyolu zamanlarımız vardı. Bizim eğlencemiz radyoydu. Güzel dostluklar vardı, komşuluklar vardı
Nilgün Zühre Bayraktar / Ev hanımı
Bizim mahallemiz Ermeni ve Rum mahallesiydi Çocukluğumda bu çevre çok güzeldi. Yerleşim yine güzeldi, sen bilir misin bilmiyorum ama küçük küçük evler vardı. İnsanların birbirine saygısı vardı. Mesela bizim mahallemiz Ermeni ve Rum mahallesiydi. Burası öyleydi, zaten kiliselerden de bellidir ama o kadar güzel bir dostluk vardı ki, saygınlık vardı ki arada, aileler birbirlerine giderdi, gelirdi. Tepsiyle börekler yapılırdı. O ona verir, o ona verirdi. Şimdi kapını açıyorsun komşu seni tanımıyor, sen komşuyu tanımıyorsun. Hiçbir şey kalmadı, bilmiyorum saçma mı geliyor ama doğru yani bunları yaşadık biz. Bizim mahallemiz Ermeni, Rum mahallesiydi. Mesela dostluklarımız gerçekten çok çok güzeldi. Onlar Ramazanda bizlere saygı duyarlardı. Hakikatten saygı duyarlardı. Bayramımızı kutlarlardı. Onların da Paskalyaları vardı. Biz çok güzel büyük bir dostluk içinde geçiriyorduk. Ta ki işte bu düzen bozulana kadar. İnan, yemin ediyorum bak, ben çok memmundum. Çok çok memmundum. Hatta benim rahmetli babam da Kurtuluş’ta çalışıyordu. Ermenilerin içinde çalışıyordu. Ermeni dostları o kadar çoktu ki babamın da. Burada annem öyle... Çünkü her nereye baksan Ermeni mahallesiydi burası. Kilisenin çanları çalardı. Bizim eğlencemiz radyoydu Benim oturduğum sokaktaki binalar tek katlıydı, iki katlıydı. Gördüğünüz gibi çok eski binadır, elli yılı aşmış bir binadır. Altı daire var, üç katlı. Evlerin içine gelecek olursanız, evlerin içinde tabii ki böyle lüks falan yoktu, nerede o zaman lüks. Divan vardı. Koltuğu olabilene ne mümkün. Çok güzel böyle bir radyomuz vardı, herkes radyonun başında piyes dinlerdi. Onları dinlerdik, onlarla mutlu olurduk. Yıllar sonra bir televizyon olayı çıktı. Bir komşumuz vardı burada, Ermeni. O almıştı. Berç amca. Çok güzel de anlaşırdık onlarla. Hepimiz onlarda toplanırdık, arkadaşlar, çocuklar falan. İstiklal marşı ile başlardı ve İstiklal marşı ile de kapanırdı televizyon. Hepimiz ayağa kal-
Arkadaş gruplarımız vardı. Tabii ki herkesin olduğu gibi arkadaş grubu vardı. Ama şu anki gibi değil, mesela, bir alışveriş merkezi yoktu. O yoktu bu yoktu ama biz de haddimizi bilirdik. Yine pikniğimize giderdik, bir yere bir şeye giderdik yani. Eğlenceler yapılırdı. Daha çok aile içi, kuzenler, yeğenler... Benim kızım da var, oğlum da var. Ben çocuklarımı devamlı telefonla arıyorum. Bir şey mi oldu bir şey mi olacak, her an o korku içindeyim ama bizim zamanımızda öyle değildi ki. Ne bileyim aileler birlikte olurdu, sokaklarda oturulurdu, çaylar içilirdi ya. Çok çok güzeldi ya, yani çok güzeldi gerçekten. Ben ondan bundan şikayetçiyim demiyorum. Yani kültür işte. Farklı şey... Bahçe vardı en azından, yeşil alan çoktu. Güzel dostluklar vardı, komşuluklar vardı, aile ilişkileri çok güzeldi, aile birlikteliği vardı, ne bileyim bir anneanne, büyükanne vardı ama şimdiki zamanda bunlar maalesef kalmadı herhalde. Ben de diyorum ki kalmamasının tek sebebi teknolojinin ilerlemesinden ileri geliyor. Hani bir telefon olayı çıktı, bir cep telefonu olayı çıktı, bayramda seyranda… Ne bileyim bizim çocukluğumuz bambaşkaydı. Ama yine de bir sevinç vardı. Yani bayramlara karşı bir sevinç vardı. Ne bileyim, bir yere gittiğimiz zaman bir güzellik vardı. Yani her şey çok çok güzeldi. Sevgi doluyduk, saygı vardı. Her şeyden öte saygı vardı. Ne bileyim şimdiki zamanın çocukları gibi aileden birisi çıkıp gitsin ev tutsun da ayrı otursun olayı falan mümkün mü, çalışmak mümkün mü! Ben o kadar çok çalışmak istiyordum ki... Yani ben hakikaten bak, yani aile çalıştırmıyordu. Herkes birbirinin yardımına koşardı Herkes birbirinin yardımına koşardı. Evde ne pişse herkes birbirine verirdi. Ne bileyim, gece mesela bir hastalık oldu, bir şey oldu hiç çekin-
meden insanlar birbirinin kapısını çalardı. Dostluk vardı. Şimdi öyle mi? Kimse kimseye koşmuyor, yani kimse kimseye gitmiyor. Tabii ki o dostluklar falan her şey çok güzeldi. Bizim komşumuz vefat etti, çocukluğumdan beri tanıyorum, bir anne gibi yani. Sokaklara kadar yemekler serilirdi, gelene gidene, uçan kuşa yemek dağıtılırdı. Yapsınlar şimdi bakayım, kim kime yapıyor Allah aşkına. Ama oturmuş insanlar. Mesela bizim bu bina çok eskidir ve aile gibiyiz artık. Yani herkes birbirini tanıyor. Mesela benim üç numaradaki komşum benim kapımı gece üçte de çalar ikide de çalar. Ben de giderim ona, elinde kahveyle “hadi Nilgün abla kahve içelim”, “tamam.” Uykudan da kalksam bak, düşünebiliyor musun samimiyet derecesini? Ben yatıyorum kadın geliyor bana diyor ki “kalksana niye yatıyorsun, kahve yaptım” diyor, böyle yapıyor düşün. Şimdi git de bir komşunun kapısını çal bakayım yapabiliyor musun onu, sopayla kovalar, yok. Yani o dostluklar güzel ya. Hasta oldun mu ne bileyim bir çorbanı gelir kaynatır, pişirir, e benim bir işim olsa koşarım, rica ederim hemen birlikte hallederiz, onun olsa öyle... Yani dostluklar, komşuluklar çok güzel ama eskilerde, eski insanlarda. Şimdi bak ben karşımdakini tanımıyorum, şu binadakini tanımıyorum. Senet eskiden insanların ağzından çıkan sözdü Daha sağlıklıydık ya, mesela yiyeceklerimiz olsun, her şeyimiz olsun daha doğaldı. Bostanlar vardı, tepeler vardı, koşardık, oynardık. İnanır mısınız o zamanlarda yediğimiz etin lezzetini, kokusunu şu anda alamıyorum bile. Yemeklerimiz daha lezzetliydi, böyle McDonalds’lar yoktu. Nerede McDonalds olacak! Bir tane hipermarket açılmıştı, bakkallarımız vardı ya. Bakkalımız vardı. Her mahallenin bakkalı vardı. E eskiden konfeksiyonlar bile yoktu. Terziler vardı. Evde dikiş dikerlerdi. Unutuyorum işte, çok şey var da, eskiden tabii... Konfeksiyon çıktı, terziler öldü. Marketler, hipermarketler çıktı, bakkallar öldü. Yani insanlar aç kaldı, hırsızlık da işsizlikten oluyor. Bahçeli evler vardı. Evin içinde tuvalet falan yoktu. Benim anneannemin evi öyleydi. Tuvaleti dışarıdaydı. Bahçesi vardı. Hep meyve ağaçlarıyla doluydu. Ama genelde öyleydi zaten, çok eskisinden bahsedersen. E Üsküdar desen, Üsküdar çok güzeldi. Çok ferahtı. Yollar genişti, açıktı. Mesela herkes birbirini tanıyordu. Kefilsiz bir şey alabiliyordun. Tabii kart mart da yoktu yani. Senet... Senet bile yapmazdı insanlar ya. Senet olayı yoktu. Senet eskiden insanların ağzından çıkan sözdü. Değil mi? Ağzından çıkan söz senetti. Çünkü tedirgin olurdu. Kaç kişiydik ki? Birbirimizi bilen insanlardık yani. Evlilikler daha uzun sürüyordu
tanımadığın insana kız verilmezdi, aynı memleketten olacaksın. Evlilikler daha uzun sürüyordu ama şimdi farklı evlilikler yapılıyor, farklı şeyler oluyor, pat diye boşanmalar oluyor. Bizde o yoktu ki ya. İnsanlar zamanla... Biz neler yaşadık, neler çektik. Ne bileyim şimdi görüyorum, evlenenleri, gençleri görüyorum. Hiçbir şeyi beğenmiyorum, ha beğendiğim de var, yok değil. Şimdiki nişanlılar gibi, sözlüler gibi elimiz elimize değmezdi ki ya. El ele tutuşamazdık biz. Yani o kadar temiz bir sevgi vardı ki... Zaman zaman kuaföre giderim çocuklar dalga geçer benimle, derler ki “Nilgün abla yine eskiyi anlatıyor.” Biz sizin gibi mesajlaşmıyorduk ki cırt cırt cırt. Telefon yoktu ki bir kere. Bir özlem vardı. Şimdi alıyorlar, mesaj çekiyorlar mesela... E benim nişanlım, tabii yan binada birini sevmiştim, o da eşim oldu. Onu sevdim, evlendik ve çok güzel sevgi yaşadık ya biz öyle kafelere gidelim, oralara gidelim, sinemaya gidelim, nerede... Ne mümkün!.. Erkek her zaman bir adım önde gider, kadın bir adım arkada gider Çok eskiden, evin kadını evin hanımıydı; erkek, evinin ekmeğini kazanır getirirdi. Erkek-kadın ilişkilerinde desem erkeklerin sözü geçerdi, şimdi kadınlar... Yani erkeklerin tabii ki sözü geçerdi, bir saygınlık vardı, hani derler ya eskiden, erkek her zaman bir adım önde gider, kadın bir adım arkada gider. Yani bir saygınlık vardı. Eşine gideceğin yeri söylerdin, eşin gittiğin yeri bilirdi. Neden bilirdi biliyor musun? Herkes
birbirini tanırdı. Çıktığın yer aynı, alışveriş yaptığın yer aynı, yani büyük gibi görünen yer aslında küçük ama şimdi o kadar çok insan doldu ki esnafı değişti, o değişti bu değişti, insanlar birbirini tanımıyor, insanlar birbirinin kim olduğunu bilmiyor. Babam asla anahtar kullanmazdı, annem kapıyı açardı. Annem babamın geliş saatinde komşuya gitmezdi. Eşime kapıyı ben açardım çünkü kadın evde erkeği beklerdi. Saygılı giyim vardı Giyim desen, giyim saygı çerçevesi içindeydi. Böyle kotlar motlar, blue jeanler nerede o zaman. Herkes, dediğim gibi, ben bile yani o yaşımı hatırlarım, ayakkabımla çantam aynı olacak, mümkün değil çıkaramazsın; ayıplarlardı insanlar birbirini. Aaa bak çantası, ayakkabısı... Yani saygılı giyim vardı. İnsanlar kendine saygı duyardı başta, giyineceğim, çıkacağım saçım-başım her şeyim dört dörtlük olacak ki öyle dışarı çıkardık. Hatta bana derlerdi “sen bakkala giderken bile, yani kaşın gözün yerinde gidersin.” Ya o kendime olan
01 7
Bahçede gece mantılar açılırdı sahurda Yeşil alan kalmadı. Yeşil alanımız yok. Nefes alamıyoruz. Eski Üsküdarlılar nerede biliyor musun? Güneyde, göç ediyor. Yaz gelsin, işte bir ay sonra hatta gidecektim gitmedim. Marmaris’e gideceğim. Ne yapacağım ki ben burada? Gideceğim oraya. Ne yapacağım. Yeşille, sen doğayla iç içesin. Eskiden yeşillik vardı, bilmem ne vardı. Bahçeler vardı, insanlar bahçelerde otururdu. E hatırlarım, Zeynep Kamil’deki evimizde, bahçede gece mantılar açılırdı sahurda. Şeyde, ramazanda. Böyle koca tepsi... Ta evden bahçenin dibine kadar çardağa gidilirdi. Komşular bile çıkar gelirdi yani. Sahur beraber yapılırdı. Ne kadar güzeldi. Şimdi bir ekmeğin eksik olsa, gidip de bir kapı çalıp birinden isteyemezsin. Mümkün değil ya, utanırım ben.
Üsküdar’ın eski görünümü
Bir de şey vardı bizde mesela, hani
Beylerbeyi Sarayı
saygımdan, o benim kendime olan saygım. Şimdi nerede?.. Takıyorlar altlarına bir şey, bir penyeydi, oydu buydu çıkıyorlar. He çıkıyordular derken onu ben de yapmaya başladım, rahatlık olarak görüyorum. E zaten insanlar öyle, ben şimdi öyle eski devirdeki gibi giyinsem ayakkabım, çantam... Biz çok güzel giyiniyorduk ya, eteğimizi, her şeyi uyum içinde giyiyorduk. Ben öyle giyinsem, buradaki insanlar garipser bu kadın nereye gidiyor der. Vallahi der. Der. E ben de zamana uydum, ben de tamam kotumu giyiyorum, sırasında ben eşoftmanımla gidip geliyorum ama eskiden Allah korusun onu pijama yerine koyarlardı gidemezdin ki.
Biz de uyduk birazcık, yalan mı? Geçenlerde yengem dedi ki bana “Üsküdara gidelim, çay içelim.” İnan gitmem çocuklar. Üsküdar’a gitmem, cadde tarafına giderim. Bakmayın ben elli dört yaşındayım ama giderim. Gittim, anam inanır mısınız, yemin ediyorum arkadaşlar, elimdeki çantamı böyle tuttum ha. Ya eşkıya tipli insanlar, değişik değişik insanlar, bizim zamanımızda öyle şeyler yoktu ki biz kısacık eteğimizi giyerdik başını çevirip bakan yoktu. Annemi hatırlarım çocukluğumda. İstanbul’un kaliteli, nezih hali... Annem şöyle eldivenini takmadan çıkmazdı. Eldiveni, çantası, ayakkabısı hepsi bir bütün olacak, bir kibar. O da insana saygıydı. Hani ben size nasıl kabul edeceğim dedim, kusura bakmayın dedim kıyafetimden dolayı, çünkü biz böyle görmedik ki... Bizde bir misafir geleceği zaman veyahut da bir insanla karşılaşacağımız zaman ilk intiba, görünüş çok önemlidir, çok çok önemlidir ama şimdi öyle yok ki paldır küldür her şey... Biz de uyduk yani açıkçası... Biz de uyduk birazcık, yalan mı? Öyle.
Üsküdar
8
Üsküdar
9
Üsküdar
Röportaj Ayşegül Abut (24) Göksun Rüya Işık (15) Sertan Deniz Saygılı (15) Büşra Şensoy (17) Umut Yiğit Özdoğan (16) Türkan Bal 1978 yılında 22 yaşındayken doğup büyüdüğü Ankara’dan Hamamcılar ailesine gelin olarak gelir. O tarihten itibaren Beylerbeyi’nde yaşıyor olmak onun için önemli bir dönüm noktası olur. Memurluğu bırakan Türkan Hanım, kendisi için yabancı olan bu hamamcılık mesleğine o kadar çok bağlanır ki hala eşinin kardeşleriyle beraber Tarihi Beylerbeyi Hamamı’nı eskiden kopmadan tüm orijinalliğini muhafaza ederek işletmektedir.
“Burası kadar beni mutlu eden başka bir yer yok” seneye yakındır buradayım. O zaman bana daha çok hoş gelmişti. Şimdi değişti, böyle kalabalıklaştı, o orijinalliğini kaybetti. Mesela ben ilk geldiğim zaman, bu aşağıda deniz kenarında böyle balıkçılar falan vardı, balık kuruturlardı, asarlardı; tekneler falan vardı. Yollar Arnavut kaldırımıydı, şimdiki kadar yoktu. Arada sırada bir dolmuş otobüs geçerdi. Benim çok hoşuma gitmişti. O zamanlar işte devlet memuruydum, emekli sandığında çalışıyordum. Bir anda, hani işten ayrılıp da buraya girdim. Hamamcılık bana çok yabancı olan bir olaydı önceleri, ben burada nasıl yaşarım diye düşünüyorsun. Ama şimdi de buradan ayrılırsam nasıl yaşarım diye düşünüyorum. Ya çok nezih bir yer Beylerbeyi. İstanbul’un neresine gidersem gideyim burası kadar beni mutlu eden başka bir yer yok. Yani bir yere giderim, karşıya giderim veyahut da işte İstanbul dışına çıkarım falan, dönerken bir an önce hani şu köprüden geçiyorum ya “oh be” diyorum, böyle sanki yayla havası. Gerçekten baktığımda Anadolu yakası, bu Üsküdar’dan tut Şile’ye Beykoz’a kadar olan yerler bana yaylayı hatırlatır. Böyle temiz bir havası var yani; İstanbul’un en kirli hava zamanında bile bu tarafın havası çok güzeldi. Beni etkileyen şeyler işte en çok bunlardı. Bir tarafta denize giriliyor plaj var, bir tarafta mısırlar kaynatılıyor
Türkan Bal / Hamamcı Hani şu köprüden geçiyorum ya, “oh be” diyorum Üsküdar Beylerbeyi, komple böyle düşünürsem, yani 30 seneye yakın
Röportaj Betül Okçu (20) Miraç Bekçi (16) Funda Gezer (14) Emre Akpınar (16) İrem Dağcı (14) Abdullah Topaloğlu 1954 senesinde Kuzguncuk, Simitçi Tahir sokakta dünyaya gözlerini açmış. Ailesi semte 73 sene önce yerleşmiş. 56 senelik Kuzguncuklu olan Topaloğlu, eskiden bu yana semtte çok şey değişmiş olsa da Kuzguncuklu olmakla gurur duyuyor. Çocukluk ve gençlik yıllarını Kuzguncuk’ta geçirmiş olan Abdullah Bey, bize dünden bugüne Kuzguncuk’u anlattı.
Abdullah Topaloğlu / Şoför
Beylerbeyi’nde üç tane açık hava sineması vardı. Filmler gelir, biz o açık sinemasına giderdik. Sahilde otururduk. Mesela şurada işte şimdi şey oldu, Tahir’in Bahçesi oldu, o zamanlar çok hoş bir gazinoydu, çakıl taşları vardı altta. O eski tahta sandalyeler, masalar vardı. Gece saat 1’lere 2’lere kadar tüm Beylerbeyililer orada otururduk, çayımızı içerdik. Acıkan oradan midye yerdi. Çok meşhurdu midyecisi, Zafer diye, yaşıyorsa hala Allah sağlık versin. Orada otururduk,
sinemalara giderdik, spor kulübü var Beylerbeyi’nin, orada toplanırdık. Hala da toplanırlar. Her sene geleneksel yapılan bir yüzme yarışması vardı boğazda. Bu yakadan karşı yakaya Beylerbeyili gençler yüzme yarışı yapardı falan; karşıya geçerlerdi, oradan bu tarafa. Eskiden gidilen yerlerde ilk sırada Doğanay vardı, şimdi değişti ismi. Ayrıca, bu Çubuklu’da bir restoran, Hasır mıydı valla hala duruyor galiba, orası vardı. Ya o zamanlar çok şeyi yoktu. Benim geldiğim zamanlar gazinolar vardı, Maksim falan vardı, ayda bir kere eşimle giderdik, grubumuz vardı. 15-20 kişilik, ailecek görüştüğümüz, eşimin arkadaşları falan gazinoya giderdik. İşte hangi sanatçı Maksim’e geldiyse, o ayın yeni sanatçısı kimse, ona yer ayırtılırdı, gidilirdi. Küçüksu’da o zamanlar mısırlar falan kaynatılırdı, hatta denize de girilirdi. 32 sene önce falan giriliyordu. Şimdi tabii girilmez ama o zaman çok hoşuma gitmişti, çok enteresan gelmişti bana. Bir tarafta denize giriliyor plaj var, bir tarafta mısırlar kaynatılıyor. Hamamımız yandı Benim hamam yandı. Büyük bir afetti. Evet, çok büyük, camiyle birlikte yandı. Ondan sonra, şu yanda bir yalı vardı, orası şimdi otel oldu. Yalı eskimişti, herhalde restorasyonunu yapamadılar veya imkan yoktu, satmak istediler mi orayı bilemiyorum. Orada yangın çıktı. O yangın hepimizi sardı. Sanırım 1983 veya 1983’tür, hatta televizyonda çıktı, gazetelerde yazdı. Hamam, cami, caminin kubbesi olduğu gibi yandı. Ondan sonra, birçok yerden askeri itfaiyeler falan geldi. Sabaha kadar zor söndürdüler, hatta ertesi gün öğlene kadar. Büyük bir yangındı, evet, yani benim hatırladığım. Tabii ki maddi manevi zarar verdi ama komşularımız sağ olsunlar çok büyük destek oldular. Bir hafta on gün boyunca evimize akın akın geçmiş olsuna geldiler.
Beylerbeyi’nin olmazsa olmazları… Valla Beylerbeyi’nde olmazsa olmazlardan, balık olmazsa olmazdır, balık restoranları da öyle. Beylerbeyi’nin çok güzel bir ilkokula ihtiyacı var, çünkü o okul gerçekten hitap etmiyor, çok güzel bir lise yaptılar, evet çok güzel oldu ama aynı kalitede güzel bir ilkokula ihtiyacı var, yani ilköğretime ihtiyacı var Beylerbeyi’nin. İlkokul demiyorum artık. Ondan sonra, çocukların spor yapabileceği, rahatça oynayabileceği güzel bir mekâna ihtiyaçları var. Beylerbeyi’nde farklı dinler… Çengelköy’de kiliseler var, Kuzguncuk’ta kiliseler var. Biz bile gidiyoruz onlara. Mesela şey, ne diyorlar onlara, çocuklar vaftiz oluyor mesela. Madamın torunu vaftiz olduğu zaman biz de gitmiştik. Cenazelerine de gidiyoruz. E farklı, çok samimi görüştüğümüz arkadaşlarımız var. Annesi Rum vefat etti. Kadın, kocası Türk ama kendisi Rum, dönmemiş. Ondan sonra vefat etti. Onun ailesi kendi geleneklerine göre defnetmek istedi. Oğlu, kızı işte kendi bildikleri gibi Fatiha dualarını okudular. Kuzguncuk’ta defnedildi, mesela oraya da gittik. Tabutun başında biz Fatiha’mızı okuduk, onlar ne okudular bilemiyorum. Yani birçok din var, tabii olmaz olur mu? Bizim, benim Alman arkadaşım var, çok samimiyiz, 25 yıldır tanışıyoruz. Çok da güzel, enteresan bir şey. Arkadaşıma dedim ki “gel Emma bir kahve içelim” birlikte bir yerden geliyoruz, “a yok” dedi “saat 2’de mevlide yetişeceğim, yıkanmam lazım”. Ben de şimdi yıkanmam lazım deyince abdest alacak zannettim. Dedim “sen Müslüman mı oldun? Ne zaman oldun?” “Yok” dedi “ama hani mevlide giderken abdest almıyor musunuz? Ben de” dedi “öyle yapacağım”. Bak, düşün Alman ne kadar saygılı ama o öyle düşündü ya, Allah katında o abdestini almıştır.
Ne kadar saygı gösteriyor içinde yaşadığı topluma. Şimdi ben bu insanı niye ayırayım ki? Yani ne münasebet. E hep yabancı bütün yiyeceklerimiz falan, ithal yiyecekler var. Peynirini kim yapıyor biliyor muyuz? Alevi midir, Kürt müdür, Türk müdür, Yahudi midir? Kimin yaptığını biliyor muyuz, bilmiyoruz değil mi? Alıp, yiyoruz. E bunu yiyorsan kardeşim, beni niye ayırıyorsun o zaman. Benim aklımda olmayan şeyi, benim aklıma niye sokuyorsun? Amerikalısı var, Rum’u var, Ermeni’si var müşterilerim içinde de. Mesela bir Rum hanımı bana gelir, mesela bir şeyler alır gelir, ben de çayı koyarım, otururum, içeriz. Ben ona giderim. Yani böyle ilişkilerimiz tabii ki var ama hiç de aklıma gelmez, onların da aklına gelmiyor. Bizi, beni ilgilendirmiyor. Yanıma masa koyardı inat ederdim bankta otururdum Aşağıda bir tane kahvehane var. Çok eski, Beylerbeyi’nin en eski kahvehanesidir orası. Tüm restoranlar çok pahalı şu an. Eskiden Beylerbeyi halkı olarak aşağıya iner, orada güzel bir çay içerdik. Veyahut da içmeyiz ama her gün ineriz, yani en azından banklar var oturacağımız. Orada otururuz, dinlenir deniz havasını alırız, çocuklarımız oynar, evimize geliriz. Ama şimdi öyle bir lüksümüz yok bizim. Aşağıya indiğimiz zaman mutlaka bir yerde oturacaksın, ama şimdi oraya o parayı, günlük 10-15 TL verebilen insan var, veremeyen var yani. Ben Allah’ın her günü orada 15 TL çay parası vermek zorunda değilim yani. 15 TL’yi aylığa vurduğum zaman belki benim mutfak masrafım çıkıyor. Belediyeden bir sıkıntımız var bu anlamda. Şimdi belediyeye ait olan, halka ait olan yerlere de masalar konuldu, kapatıldı. Biz banklarda otururduk, inat ederdik. Gelirdi yanıma masa koyardı adam.
“Amigo’yu, Duduka’yı tanımayan Kuzguncuklu değildir” Ayakkabı dayandıramazdı annemiz 19.10.1954 İstanbul doğumluyum. Kuzguncuk’ta doğdum. Kuzguncuk’ta yetiştim. Ailem Kuzguncuk’a, Aya Kapısı tabir ettiğimiz Haliç’ten gelmişler. Çeşme Meydanı’nda oturmuşlar, Beylerbeyi’nde oturmuşlar. En son buraya, 73 sene önce Kuzguncuk’a gelmişler. Ben Kuzguncuk Simitçi Tahir sokakta doğdum. Gözümü ilk orada açtım. Oturduğum mahallede, daha doğrusu sokakta beş Türk haneydik biz. Karşımız madam Dora, madam Sara, madam Perla; yani Yahudilerle, Rumlarla hep bir arada olan bir mahallede, sokakta gözümü açtım. Onlarla Müslüman veya gayrimüslim ayrımı olmadan oynadık, büyüdük, yetiştik, birlikte okula gittik. Benim doğduğum ev de üç katlı eski bir Rum evidir. İçinde kuyular vardı, güzel, altta hamamları vardı. Yani, o evler şimdi tabii ya bozuldu ya yıkıldı ya da el değiştirdi. Kalmadı artık, pek nadir var... Benim akranım ve benim gibi çocuklarla burada, mahalle aralarında top oynardık. Ayakkabı dayandıramazdı annemiz. Giderdik annemizden habersiz tabii, “Nesim Amca bana ayakkabı vereceksin”. O zamanlar da raf ayakkabı vardı. Bizde marka falan yoktu. Bir onun beden tipi vardı, bir de top tipi vardı raf ayakkabılarının. “Annenin haberi var mı?” derdi. İki buçuk lira mıydı öyle bir şeydi. “Var Nesim Amca” derdik. Ayağıma verirdi ayakkabıyı giyerdim, çeker, koşa koşa giderdim top oynamaya. Benim tüm arkadaşlarım da oradan o ayakkabıları
temin ederdi. Annemiz taksit taksit öderdi. Gayrimüslim Nesim Amca, Allah rahmet eylesin. Onun ayakkabılarıyla büyüdük.
yemeğe davet eder, iftara davet eder, böyle bir şey vardır, hala eskiyi yaşatmak için çaba gösterirler. Her taraf teneke yığını oldu
Hala eskiyi yaşatmak için çaba gösterirler Kuzguncuk birçok dinin bulunduğu bir yer. Şimdi, yani gayrimüslim tabir ettiğimiz Rum’u, Yahudi’si, Ermeni’sinin çoğu Kuzguncuk’tan göç etmiş vaziyette, fakat eskiden daha fazla onların bulunduğu bir yerdi. Biz Türk olarak burada azınlıktık, azdık. Rum kilisesi, Yahudi sinagogu çok var. Yani, bu belli ediyor zaten gayrimüslimlerin burada daha fazla ikamet ettiklerini, daha fazla yerleşim alanı olduklarını. Hiç birbirimize kırılmadık, birbirimizi hiç incitmedik. Onlar bizim Müslümanların ramazanlarına hürmet ederler, biz de onların Hamursuz bayramlarına hep hürmet ederdik. Birbirimize karşı hep saygılıydık. Buradan İstanbul’a gidip vapura binen kimseler, herkes birbirini tanır, oradan yani herkes birbirini ismiyle lakabıyla hatırlardı. Şunu da ilave edeyim, 1955 senesinde gayrimüslimlere karşı biliyorsunuz 6-7 Eylül hadisesi olmuştur. İstanbul’un her tarafında gayrimüslimlerin mallarını talan etmişlerdir, evlerini basmışlardır, dükkanlarını yağmalamışlardır. Fakat Kuzguncuk’ta o kadar çok gayrimüslim olduğu halde hiçbir olay, hiçbir kargaşa, hiçbir yağmalama, hiçbir şey olmamıştır. Burada camiyle beraber Ermeni kilisesi var aynı avluda, aynı bahçe içinde, duvar duvara. Ramazanda aşağıdaki sinagog her zaman Müslümanları 10 01
Eskiden burada yazlık sinema vardı iki tane. Her yerde olmayan bir şey. Yukarıda Altıner Sineması, aşağıda da Nur Sineması... Bütün o zamanki gençliğin, o zamanki Kuzguncuk halkının en büyük eğlencesi bu yazlık sinemalardı. Yani, bu yazlık sinema her semtte o zaman çok yoktu. Bizim Kuzguncuk’umuzda iki tane yazlık sinemamız vardı. İşte, sinemalarda oturmalar, arkadaşlık falan... Pastanelerde oturmalar, beraber denize girmeler... Üç tane bostan vardı burada eskiden. Herkes sabahları erkenden bostana gider, bostandan sebzesini alırdı. Öyle çok güzeldi çocukluğumda, taze taze... Yani istediğiniz kiloya kadar fasulye alabilirdiniz, fasulyeyi toplar getirir, domatesi toplar getirirdiniz. İşte, öteki türlü mahalle bakkalları fırınlar, hep aynı. Yukarıda bizim Dereboyu tabir ettiğimiz bir yer vardı, şöyle, o Dereboyu’ndan İcadiye’ye çıkan yol yoktu. Kil topraktı bizim çocukluğumuzda, şimdi sağlık ocağının olduğu yer. Yani, İcadiye’ye bir yol yoktu buradan. Sonradan yapıldı o yol. Onun üst tarafında, bir gecekondulaşma oldu. Biz oraya Sivas mahallesi deriz, eskiden çocukluğumuzda gecekondu olduğu için. Tabii, Sivaslılar olduğu için bir de. Ama pek gecekonduya müsait bir alanı olmadığı için onla kaldı, o kadar. Ne bir Beylerbeyi’nin üstü, ne bir Çengelköy’ün üstü gibi Kuzguncuk’un arazisi. Bu cadde
benim çocukluğumda Arnavut kaldırımıydı. Burada bir tane araba yoktu. Sokakların hiçbir tanesinde yoktu. Burada daha eskiden benim babamın anlattığına göre Üsküdar’a faytonlar gidermiş. Faytonla ulaşım olurmuş. Bir de iskelesi vardır, iskeleden vapurla, eski kömürlü vapurlarla ulaşım varmış. Sonradan arabalar çoğaldı. En zenginin bile Kuzguncuk’ta arabası yoktu. Arabaya kimse rağbet etmiyordu. Şimdi arabaya bir rağbet var görüyorsunuz, her taraf teneke yığını oldu. Amigo’yu, Duduka’yı tanımayan Kuzguncuklu değildir Burada herkes kendine “ben Kuzguncukluyum” der ama ben onun Kuzguncuklu olup olmadığını bilirim. Derim ki “Sen Amigo’yu tanır mısın?” “Duduka’yı tanır mısın?” Amigo’yu, Duduka’yı tanımayan benim için Kuzguncuklu değildir. Çünkü 50 sene önce olan bir şeydir bu. Benim çocukluğumda, Dereboyu’nda Amigo vardı, bir de Duduka vardı. Biz bunların peşlerine giderdik, ikisi de biraz meczuptu, yani akıl sağlıkları yerinde değildi. Biz çocuktuk, bir şeyler verirdik onlara, satardık, para verirdi, ne bulursa toplardı Amigo. Duduka da öyle meczup bir kadındı. Amigo, insanların sırtlarındaki ellerindeki şeyleri taşırdı para karşılığı. Biz bunlarla böyle takılırdık. Peşlerinden giderdik. İşte, biraz önce de söyledim ya, 20 sene olmuş, 10 sene olmuş, ben Kuzguncukluyum diyenler var. Ben bunu kabul etmiyorum. Ben diyorum ki: Amigo’yu, Duduka’yı tanımayan Kuzguncuklu değildir.
Üsküdar
Röportaj Hatice Akpınar (25) Didem Köse (16) Başak Arslan (16) Saygı sevgi kalmayınca her şey bitiyor Mahallede yardıma muhtaç insan olduğu zaman herkes yardıma koşar. Mesela okula gidemiyor işte, çocuğun önlüğü yoksa komşular birleşip onurunu kırmadan alırlardı, bir de onur kırmamak da çok önemli yardım yaparken, yani sağ elin verirse sol elin görmeyecek gibi düşünülürdü eskiden. Ama şimdi insanlar dinini, namazını, abdestini, yardımını yani her şeyini sanki gösterişmiş gibi yapar duruma geldiler. Aslında yaptığımız her şeyi Allah’ın bilmesi önemli yani, değil mi? Bizimle Allah arasında olması lazım. Şimdi gösteriş olarak yapılıyor, bilmiyorum ne derece sevap oluyor. Eskiden bildirmeden, hediye kabulünde onur kırmadan yardımlar o türlü yapılırdı. Bir cenaze olduğunda komşular yemek taşırdı. Başsağlığına gitmek için üç gün geçirilmezdi. Çok zaman geçirmeden gidilirdi, acıyı sürekli tazelememek için. Evlenecek birisi olduğunda herkes bir ucundan tutar yardım ederdi. Taşınan biri olduğunda herkes yardım ederdi. Birlik vardı, sevgi vardı. Seversen her şeyi severek yapıyorsun. Onlar kalmadı artık. Saygı, sevgi kalmayınca her şey bitiyor. Kredi kartı falan yoktu. Herkes bütçesine göre yaşardı. Herkes yorganına göre ayak uzatırdı. Yamardı giyerdi ama temizdi insanlar. Çoraplar yamanırdı, yamamak ayıp değildi. Sökükler dikilirdi. Şimdi her şeyi atıyoruz, atmak diye bir şey yoktu. Her yer Allah’ın
Röportaj Yakup Öztürk (19) Avedis Talaslıoğlu (15) Arda Ceheryan (15) Karolin Ablay (16) Nadin Abanolyan (15) Sarkis Kavak, Erzincan’ın Ilıç ilçesinin Altıntaş köyünde iki çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak 1944 yılında dünyaya gelir. Sekiz yaşında babasını kaybetmesi ile birlikte Anadolu’nun çetin yaşam koşulları içerisinde aile geçimini abisi ile üstlenmek durumunda kalırlar. On altı yaşına kadar Erzincan’da yaşamaya devam ettikten sonra 1960 yılında bir zanaat öğrenip aileye daha fazla katkı sunmak için İstanbul’a, Üsküdar’a yarleşir. Uzun yıllar işçi olarak çalıştıktan sonra kendi fabrikasını açar ve kısa zamanda büyür. Ancak hayat hep bu kadar kolay değildir, yaşadığı bazı üzücü olaylar, abisinin hanımının talihsiz bir hastalığa yakalanması ve bu duruma daha fazla dayanamaması, neticesinde fabrikasını kapatmak zorunda kalır. Bu süre içerisinde çeşitli emlak işleriyle ilgilenmeye başlar. Sarkis amcanın bir kızı var ve bu kızından da bir torunu. Sarkis amca klarnet çalmayı çok seviyor ancak şu anda bir rahatsızlıktan dolayı klarnetinden ayrı kalmak zorunda kalmış. Ve son olarak Sarkis amca tam bir İstanbul aşığı, 50 yıldır İstanbul’a bakışını şu şiirle özetliyor adeta: Bakıyorum Çamlıca’nın tepesinden İstanbul’a Akıyor boğazın suları dökülüyor Marmara’ya Çok cömertsin, ev sahipliği yapmışsın nice imparatorluklara Tarihe mâl olmuşsun yalılar ve müzelerinle.
“Yemekler günlük yapılır tel dolaplarda saklanırdı” yeri, kiliseye gidip biz de bir dua okuyabiliyoruz, çünkü yalvarmamız Allah’a oluyor, yani mekanın önemi yok, orası da bir ibadethane. Onlar da peygamberlere yalvarıyor. Cenazeleri olurdu giderdik. İnsanlar hep birbirine karşı saygılı ama din ayrımı yoktu. Eskiden beri salon falan pek tutulmazdı, nişan sünnet gibi şeyler evlerde yaşanırdı ve tabii bu gece on ikiden sonraya da sarkabilirdi, işte masa ihtiyacı mı var, tabak ihtiyacı mı var, karşılıklı karşılardık ve on ikiden sonra uzayacaktır diye özür dilerdik birbirimizden. Şimdi tepemizdeki insan sizi saymadan gürültü yapabiliyor. Saygı ve sevgi olmaması çok kötü.
cami yan yanadır. Yani herkes gider rahatlıkla; kiliseye giden kiliseye, camiye giden camiye. İbadetini yapar, kimse kimseye karışmaz ve çıktıklarında birbirleriyle selamlaşırlardı. O kadar güzeldi yani, hala da yan yanadır. Şimdi Sünni bir ayrım var, ama o zaman öyle bir ayrım yoktu, yani birinin adını anarken başına bir sıfat olarak işte Ermeni Ahmet, Musevi Mehmet, Alevi Hüseyin… öyle bir şey yoktu ki; yani işte o Ahmet’ti öbürü Artin’di, öbürü bilmem kimdi; çok eski değil yani, son birkaç yıldır. Ama neden sonra bu kadar ayrım oldu, insanlar düşman oldu! Üç dinin mensupları orada kardeş kardeş yaşıyorlar, yani birbirlerini tehdit unsuru olarak görmüyorlar.
erkekler toplanır Vefa’ya boza içmeye giderdik. Kayarak, düşerek boza içmeye giderdik. Leblebi atardık. Sobalarda mısır kestane pişirirdik. Soğuk havalarda “booozaa” diye bağırılması çok hoşumuza giderdi. Yoğurtçular geçerdi, herkes bir iki kilo istediği kadar alırdı. Sütleri kaynatırdık, mikroplar ölsün diye. Tam taşacakken üflerdik, mikrop iyice kırılsın diye. Sokaklarda hava gazı lambaları vardı. Teker teker yakılırdı hepsi. Her yer bomboştu ve her şey doğaldı. Eskiden yüksek binalar yoktu, mevsimleri mevsiminde yaşardık. Şimdi bu binalar havayı da etkiliyor. Mevsimleri mevsiminde yaşayamıyoruz. Her şeyi mevsiminde yerdik. Kışın domates olmazdı. Şimdi her şey hormonlu.
Kalabalık olunca düzen değişti
Sevgi Ergenç / Ev hanımı Kiliseyle cami yan yanadır Capitol’ün orada oturdum evlendikten sonra, bir de Kuzguncuk’ta. O kadar güzel ki, mesela kiliseyle
Kanlıca’da sinemalar vardı, topluca giderdik. Kanlıca dediğimiz köşklerin olduğu yerdi. Her isteyen sinemaya gidiyordu. Kadın matineleri oluyordu, Zeki Müren’e giderdik kız arkadaşlarla. Kavga falan çıkmazdı. Toplu olarak hareket etmek semte bağlı. Hemşerilikle alakalı. Fıstıkağacı’nda farklı insanlar yoktu. Göçle oluşmuş bir semt değildi. Bu konuşmayı Ümraniye’de yapsaydık daha farklı şeyler anlatılırdı. Kadınlar hamamı vardı Bostancı’da, sadece hanımlar orada yüzerdik. Salacak plajı vardı. Artık yok orası, yollar yapıldı, değişiklik yapıldı, evler yapıldı ve trafiğin yönü değiştirildi. Kalabalık olunca düzen değişti. Çocukluğumda cenazeler beni çok etkilemişti; Fevzi Çakmak’ın cenazesine gitmiştik, tüm çocukları Gülhane parkına götürmüşlerdi. Açık arabalarla selamlamışlardı herkesi. Çocukluğuma ait güzel bir anıdır o da. Karlı kış günlerinde anneler, gençler,
Artık her şey maddi ama insanlar mutlu değil Yardımlaşma çok daha fazlaydı. Herkes kendi olanaklarıyla evde ya-
pabildiğini yapardı. Lüks tüketim bu kadar fazla değildi. İnce çoraplar hemen atılmazdı, çekilirdi. Bir zaman öyle giyilirdi. Saçımızı evde sarardık. Elbise diken evinde kendi dikerdi. Şimdi gençler evlendiklerinde her şeyleri tamam oluyor. Biz evlendikten altı sene sonra buzdolabı almıştık. O zaman telefon yoktu. Eşim sabahtan “bugün evde dur, dolap gelecek” dediğinde yaşadığım mutluluğu anlatamam. Gazozlar yumurtalar alıp yerleştirmek için hazırlamıştım. Çok mutlu olmuştum. Yemekler günlük yapılırdı, tel dolaplarda saklanırdı. Geceleri yemeğimiz soğukta dursun diye balkona çıkarırdık. Karpuzlar kuyulara sarkıtılırdı. Evlerde sarnıçlar vardı. Eskiden karlık denen ortası oyuk büyük yassı bir damacana şeklinde şeyler vardı. Ortasına kiloyla aldığımız buzu koyardık. Öylelikle soğuk su içerdik. Çocukluğumda annem kömür ütüsüyle ütü yapardı. Mangalın külü içine konurdu. Ütü yaparken açılır çamaşırlara dökülürdü. Tekrar yıkanırdı. Şartlar çok zordu. Çamaşırlar kolalanırdı. Annem bana “sen de öğren” derdi. Çamaşır makinesi, televizyon yoktu. Ama çok mutluydu insanlar. Aksaray’da otururken üç tarafımız bostandı. Çok sağlıklı şeyler yiyerek büyüdük. Meyveler, sebzeler... Hava kirli değildi. Hormon yoktu. Tavuklar gezinerek yumurta yaparlardı. Sağlıklı büyüdük, sevginin saygının olduğu bir ortamda. Artık her şey maddi ama insanlar mutlu değil. Mutluluğu insanların kendi içinde yaşaması güzel. Mutluluk kalmadı. Mutlu değil insanlar, çok zengin ama intihar ediyor, çıkış yolu bulamıyor. Her şey var mutluluk yok. 10 tane dolap var belki ama içinden bir şey alıp pişirmek zor geliyor insanlara.
“Bu yakanın bir Üsküdar’ı bir de Kadıköy’ü vardır” İstanbul’un güzel Bağlarbaşı… Arkadaşlarımız vardı... İcadiye’de oturuyordular. Özdemir vardı, Nevzat vardı. Ve şu yol, affedersiniz, sakalar su satarlardı o zaman damacanalarla. Tomruk diye bir yer vardı: bizim İzzetpaşa Köşkü, Çamlıca’nın orada ve buradan yaya gitmek için otlar bu boy, böyle... Bu yolu geçemezdiniz. Bu gümüş yolunu imkansız öbür tarafa geçemezdiniz. Çünkü benim buradaki arkadaşlarım İstanbul çocuğu olduğu için çok korkuyorlardı. Yılanlar vardı. Yoncaların üzerinden böyle böyle gidiyordu. Beni zoraki sokuştururlar, o böğürtlenlerin içerisine giderdim. E bir Anadolu çocuğu hani, 16 yaşında gelmişiz buraya giderdim, orada erikler vardı, sahipsiz erikler. O erikleri böyle koynumuza doldururduk, gelirdik. Kapanırdılar üstümüze. O erikler... “oğlum buraya getirdim, işte hep beraber yiyeceğiz falan...” Böyle, o kadar güzel, tatlı... Üsküdar veya Bağlarbaşı gerçekten çok değerli yerlerdi. Üsküdar’da Hacı Baba diye bir yer vardı. Türkiye’ye ilk defa langırt gelen yerdi. Giderdik orada langırt oynardık çocukken. Şemsi Paşa’sı vardı, efendim şeyi vardı, Balaban’ı vardı, Salacak’ı vardı, Kız Kulesi vardı. Ve hemen yanı da bayanlar ve erkekler, sözde ayrı gibi, böyle ortaya bir borular koymuşlar. İşte, bayanların bir tarafta plajları vardı, erkeklerin bir tarafta... Kavga, gürültü diye hiçbir şey yoktu. İç içe yaşardık, ayrı gayrı diye bir şey bilmezdik. O vapurlarla gittiğimizde birinci mevki, ikinci mevki vardı. Tramvay vardı. Tramvay Üsküdar’dan kalkıyordu Kısıklı’ya, Kısıklı’dan buradan geliyordu, Kadıköy’e. İnsanlar da ne kadar inançlı, ne kadar güveni-
lir... Dürüstlük, düzgünlük varmış. Biz çocuktuk, gençtik. Hani talebe süksesi vererek, halbuki biz işçiyiz, çalışıyoruz. Efendim, İstanbul’un güzel Bağlarbaşı’nda Topak Pasaj dediğimiz yer. Futbol sahası, orada çok güzel maçlar olurdu, Göztepe maçları gibi. İşte Taksim maçı vardı. Taksim Kulübü vardı. Bağlarbaşı Kulübü vardı güzel. Rahmetli bizim Şeref enişte vardı. O antrenörlülüğünü yapardı.
Sarkis Kavak / Emekli Bu yakanın bir Üsküdar’ı bir de Kadıköy’ü vardır Bir Sunar Sineması vardı, bir de Bizim Sinema diye bir sinema vardı. Gerçekten biz, o sinemalara gittiğimizde o kadar zevk alırdık ki, o kadar keyif alırdık ki… Hiç kimse kimseyi incitmez, sessiz şaka, şenlik, muhabbet. O kadar güzeldi ki... Şimdi belediyenin yapmış olduğu 01 11
bir bina var: orası eskiden bir açık pazardı, bit pazarı diye tabir ederlerdi, gariban ve orta halli aileler gider tüm ev eşyalarını oradan temin ederlerdi. E Üsküdar’ın Çiftlik diye çok güzel bir sineması vardı, Çiftlik. Ve burada çok güzel bir Neşe Gazinosu vardı ve karşıda bir çay bahçesi vardı. Yüz küsur yıllık ağacı kestiler, şimdi parti binasının yerini yaptılar. Bakın Allah’ın işine bakın, ben onla onu kıyaslamam ama o yüz küsur yıllık çam ağacı kesilip oraya dikilen binanın sahibi vuruldu, daha bina bitmeden. Şimdi bizim bir de yukarıda Millet Bahçesi vardır: Tayyip beyin evine yakın bir yerdir, bu millet bahçesine giderdik. Çok güzel piknik yapardık. Aynı zamanda bizim bu Bağlarbaşı subay lojmanlarının yeri bütün ağaçlıktı, ve bütün Avrupa yakasından bu Asya yakasına pikniğe gelirlerdi. Ve akşama kadar orada yer içer ne yapar yaparlar, fakat gittikleri zaman yerde bir çöp dahi bulmazdın. Böyle bir temizlik... Yukarı Altunizade’ye şu yoldan öbür tarafa geçtiğiniz zaman, üç-dört tane böyle eski tarihi ahşap bina vardı. Bir tane beton yoktu, ve burası da 50 yıl önce ahşap binaydı, Toros bey isminde biri otururdu. Burada yangın olduğu için çok iyi biliyordum, çünkü karşıda oturuyordum bir ahşap binada. Rahmetli teyzemin kızı vardı, e onunla, onun yanında barındım birkaç yıl. Ondan sonra rahmetli annemi getirdim, İcadiye’de oturduk, yani buralardan ayrılmadık. Üsküdar’ı ne kadar tarif etmeye kalksam eksik yerleri olmakla birlikte Üsküdar çok güzel bir yerdi. Yani bu yakanın bir Üsküdar’ı bir de Kadıköy’ü vardır. Gülmesini unuttuk Eskiden gramofonlar vardı, böyle af-
federsin sahibinin sesi gramofonlar vardı, o kulpla çevirirdik, onu götürür üstüne koyardık, Hamiyet Yüceses, Şerif İşli, Necati Tokyar, “bakmıyor çeşmi siyah” dediği zaman, affedersin Sarayburnu’ndan dinlerdim burada çaldığı zaman. Böyleydi İstanbul yani. O eski güzellikleri ben çok arıyorum, şimdi arkadaşlarımızla bir yere giderdik, bir sinemaya, dünyanın en mutlu insanları olurduk biz. Az paramız vardı çok mutluyduk, gülmesini biliyorduk, kardeşim ne kadar çok paran, ne kadar bilmem neyin var... Gülmesini unuttuk. Kötü niyet olamamakla birlikte hep kızları kendi kanatlarımızın altında muhafaza etmeye çalışırdık. Bakar mısın bu güzelliğe, inanır mısın en ufak bir kötü düşünce yok. Çünkü niye... Felsefe şuydu: “mahallendeki kızları kendi muhafazana almayıp da ona kötü gözlen bakarsan o delikanlı benim için sıfırdır” ve biz o şekil devam ettik. Hayatımızda ha arkadaşın oldu mu, e olur, tabii ki olur. Yani o komşu kızlarının haricinde arkadaşın yok muydu, vardı. Arkadaşımız vardı, giderdik sinemaya ama o kızın anası babası onu bize emanet etmişti. Bakar mısın gene zihniyete... Hafta içi pek komşuluk şeyi olmazdı, Avrupa gibiydi. Daha çok cumartesi günleri olur, pazar günleri öbürsü gün robot gibi kalktığından buradan Kuzguncuk’a inerdin. Orada küçük bir vapur gelirdi Beykoz’dan, toplardı Kasımpaşa’ya giderdi. Dolapdere’ye kadar yürürdük oradan, fabrikaya giderdik. Komşuluk münasebetlerimiz çok çok güzeldi. Düğünler çok çok güzel olurdu, çok güzel düzgünlükler vardı. Şu Neşe gazinosundan millet çıkardı... herkeste güzel bir sevinç vardı, adeta yüzlerinden sevinç okunurdu.
Üsküdar
Röportaj Sertan Deniz Saygılı (15) Hande Arslan (15) Gülşah İşçioğlu (15) Emre Uzun (15) Yağız Döner (15) Cevdet Amca 60 yıldır Üsküdar sakini, genç yaştan itibaren berberlik yaptığı ve gerçek bir Üsküdarlı olduğu için bize anlatacak çok güzel anıları vardı ve bunları bizlerle paylaştı. Cevdet Amca genç yaşta ailevi ve maddi sebepler yüzünden iş hayatına atılmak zorunda kalmış bir amcamız. En çok dert yandığı şey ise maalesef Üsküdar’ın geçmişteki ilerlemişliğini sürdürememesi ve uzun yıllardır yerinde saymasından dolayı duyduğu rahatsızlık. Bize yangın arazisinin niye yangın arazisi olduğunu, neredeyse kimsenin bilmediği sıradan bir numara zannettiği 12 numaranın Kadıköy için önemini, Ermenileri, Rumları dışlayamayacağını, bunun sebebini ve kendi yaşanmışlıklarını Üsküdar ilçesiyle harmanlayarak anlattı
“Beş nesil Üsküdarlıyım: dedem, babam, ben, oğlum ve torunum” vardır ki hala devam ediyor; haftada bir, ayda bir buluşuruz, tabii aramızdan göç edenler oldu, Allah rahmet eylesin. Çocukluğumda işte oturduğum evin önü bostandı, uçurtma uçururduk misket oynardık, tabii şimdi inşaat alanından bırak uçurtma uçurmayı, misketi yere koyacak yer yok. O zaman top oynardık ama top denilen şey yoktu, vardı da biz oynayamazdık, kâğıttan top yapardık ipe bağlayıp onunla tatmin olurduk böyle. Üsküdar’da çocukluğumuzda şimdiki sahil yolu Harem iskelesinin orada Atatürk’ün büstünün olduğu yerde bayram yeri vardı. Lunapark vardı orada, eğlenilirdi. Tatil ve Pazar günleri efendim bir Salacak plajımız vardı, oraya giderdik yazın. Kışınsa dediğim gibi işte eğlence yerleri lunapark vardı, Şemsipaşa Lunaparkı. Normal olarak bazen sinemaya giderdik, sinemalarımız vardı, kapalı sinemalarımız, sonra onlar yazlık oldular. Öyle bir eğlencemiz vardı, tabii günden güne bu ahenk bozuldu artık, siz buna göç deyin ne derseniz deyin. Sonra Üsküdarlının sevdiği sembol bir bey vardı. Genelkurmay başkan yardımcılığına kadar gelmişti bu bey, emekli oldu bundan iki sene evvel falan öldü Hüsamettin Sevengül diye bir paşamız vardı ki bütün Üsküdar hangi Üsküdarlı’ya sorsanız tanımamasına imkân yoktur. Ben onu örnek almışımdır, dürüstlüğüyle, her şeyiyle. Kadıköy otobüslerinde neden 12 yazar bilir misiniz?
Cevdet Ateş / Berber Bu ahenk bozuldu artık Beş nesil Üsküdarlıyım. Dedem, babam, ben, oğlum ve torunum. Doğum tarihim ise 1950. valla çocukken çocukluğumuzu biz zaten yaşamadık. İlk mektebi bitirdik. Bu berberlik mesleğine atıldık çünkü o zaman okuyamadık, neden okuyamadık, sağlık durumları müsait olmadığı için paramız yetmiyordu annemizin babamızın. Dolayısıyla mesleğe atıldık işte bu mesleği öğrendik onu yaptık. Eğlencemizde işte herkesin olduğu gibi çocukluk arkadaşlarımız
Herkes ekmek derdine düşmüş açlıktan, yani bilmem ama o zamanlar mesela babamız derdi ki ‘sakın bir daha top oynamaya gitme, çalışacaksın eve ekmek getireceksin.’ Ama şimdi de bilhassa oğlum kızım okumasın da spora versinler, değil mi? Neden? onda para var ama bir şey unutuldu, o zamanki ahlakla şimdiki ahlak yok. Hangi camia olursa olsun, öyleydi. Şimdi bizim bahçe içinde bir evimiz vardı babadan kalma, ben hiç bilmem zelzelede kaçtığımı, depremde. Neden, bugün diyorlar ya deprem adam öldürmez bina öldürür, ondan işte. Yani bizim evimiz bahçe içinde müştemilat, tahta binaydı. Tahta binada ne olursa olsun çiviler böyle çıkar yine aynı yerine gelir. Çok çok o tahta kalas düşer kafana. O öldürmez, onun için yani. O binalar o evler yok, eskiden siz tabii bilmezsiniz, apartman çocuğu derlerdi. Çok az bina vardı sonradan döndü işte, az parası olana milyoner dediler. Bizde televizyon yoktu, neden yok ki televizyon, bir radyomuz vardı evde. Al-
lah rahmet eylesin babam yumrukla çalıştırıyordu. Yani nereden nereye geldik. Niyazi Bey lokanta var ya onun kapısı benim dükkânımdı... Vapur iskelesi tahta bina, şimdiki gibi değil şeyler. Vapur veya arabalı
diyorlar ki “ya artık buraya bir isim koyalım. Ne koyalım?” “Valla biz sizi çok seviyoruz” diyorlar kadıya, yani şimdiki savcı diyelim hâkim diyelim her şeye o bakar. “Kadıköy koyalım” diyorlar. “Tamam” diyor
gelmişlerdi. 6-7 Eylül hadiseleri doğmak üzere, büyük bir emare gösteriyorlar, adamlar zaten çekiniyorlar. Azınlık korkuyorlar çocuğundan, evinden, barkından, Rumeliler daha yeni gelmişler… Ermeni, Rum hadi-
“kadı koyalım ama benim bir ayrıcalığım olsun, onu nasıl yapalım” diyorlar. Onu da diyor “kaç tane ev bana bağlı Kadıköy’de.” O zaman Üsküdar da dâhil çok azınlık. Çok azdı ev yani, hepsinin de işte kiminin damı akar kiminin ne bileyim bir şeyi kırıktır, kiminin oluğu vardır oluğa su akmaz. Hep bunlar parasızlıktan işte 12 tane ev varmış. “12 ev size bağlı diyorlar.” “Tamam, 12 numarasını verin” diyor, “benim Kadıköy olduğum belli olsun” diyor.
sesinden ötürü bazıları kaçtılar işte, memleketlerine gittiler ki bana göre hiçbirinin kabahati yoktu. Ama tabii bu büyük bir siyasetti yani. Ama ne getirdi, hiçbir şey, ne götürdü bir şey götürmedi, bilhassa çok böyle geri kafa getirdi.
Kuleli Askeri Lisesi
vapurdan çıkanlar işinden herhangi bir evine dönüşte geç kalanlar araba tutardı. Orada da iskelede 7 tane eski model, ‘48 model deriz arabalar vardı. Her adam araba tutamaz, para falan yok. Para altın. Bilmiyorum şeyi gezdiniz mi siz, Topkapı Sarayı’nı? Orada şimdi şeyin kaftanını dikkat ettiniz mi bilmiyorum topuzlu kaftanını okudunuz mu? Sim altın, simlidir kaftanı. O zaman para yok ama padişahlar da harcayacak para bulamıyorlar artık, o kadar ki kaftanını altın simden yaptırmış. Üsküdar’daki evlerde bizim gibi, yani kimi bahçesine işte iki tane üç tane kazık alır, domates, hıyar diker biçer, şimdi dışarıdaki köylüler yapıyor. Şu belediye binası olduğu yer karakoldu, Üsküdar Karakolu’ydu. Tahta basamaklı oradan bu tarafa doğru gelirken burası açık araziydi, karşı taraf tarlaydı, ekerler biçerlerdi. Şuna özellikle yazın çok dikkat edin. Şimdi tramvaylara yetişmediniz, otobüsler Kadıköy otobüslerinde numara vardır, 12 yazar bilir misiniz neden? Numara verirler hepsine. Kadıköy tramvayında da 12 yazardı Kadıköy-Üsküdar. Kadıköy o zamanlar Üsküdar ile beraber köydü ve kadılıkla idare edilirdi. Kadıya
Şemsipaşa 12 01
Üsküdarlı, gerçek Üsküdarlı çok yakındır Erkeklerin toplandığı yerlere gidiyordum da o zaman erkek ayrımı kız ayrımı kadın ayrımı yoktu. Erkekler Üsküdar’da geri kalmış, hala da bana göre geri, yani bu öyle bir şey ki erkekler çalışmaktan kadınlarını bir yere götüremiyorlar ki. Bir beynelmilel Şemsipaşa Lunapark’ı vardı, oraya götürüyorlardı. İşte denize giren hanım kızlar gibi başı açık. Çok yerde Üsküdar’da başı açıkla kimse konuşmaz gibi bir şey var. Neden? Neden ama onun nedeninin cevabını o da veremiyor. Birisi diyor ki “ya durum böyle gösteriyor böyle gidiyoruz.” Ama nedeni var. Niye neden. Bilgisizlikten. Normal bir dükkâna bakın misal diyorum yani karşıdaki dükkâna gidin. Sizi kabul etmezler. Ama onlar Üsküdarlı değil. Gerçek Üsküdarlı bunu yapmaz. Parasız gezenler vardı, aralarında yine cebinden bir şey biriktirir toplarlar durumu iyi olmayan arkadaşa verirlerdi. İşte Üsküdarlı budur. Gittiğiniz Üsküdarlıya dikkat edin. Tamam, ben de tanıyorum 20 senelik 30 senelik Üsküdarlı var burada. Ben susuyorum onların yanında. Çünkü ben bir şey söylediğim zaman tanımayacaklar onlar, bilemeyecekler. Tamam, gene söylüyorum herkese saygım var benim. Herkes haddini bilecek. Üsküdarlı, gerçek Üsküdarlı çok yakındır, kati suretle evine çok bağlıdır. Elhamdülillah hamd olsun, ben en azından belki de onlardan daha fazla bağlıyım. Bilmem onu cenab-ı Allah bilir. Ama ben bu şeye karşıyım. Diyeceğim yani bu, gittiğiniz Üsküdarlı kati suretle gerçek Üsküdarlıysa din ayrımı yapmaz. Üsküdar’da azınlıktı çoktu. Zaten Ermeniler falan yeni
Yangın arsası Şurada yangın arsası deriz, çevik kuvvetin karşısında, orada yangın oldu. Bir haftaya yakın sürdüydü yangın. Ama o zamanki teknikle şimdiki teknik ayrı, o zamanlar tulumbacılar vardı. Denizden oraya su taşıyacak, dökecek, söndürecek, tekrar denize gidip gelerek söndürüyorlardı, onun için uzun sürdü ve adı da öyle kaldı o arsanın… Yangından sonra yardım edilebilirdi. Manevi, madden değil de manevi. Yani ne bileyim ben iki gün gider birisi evine alırdı mağduru, iki gün birisi yemeğini verirdi, iki gün üç gün başka bir komşu çamaşırını yıkardı, çamaşır makinesi hak getire o zaman yok ki, yardımlaşma böyle olurdu. Çünkü Üsküdarlı’da para yoktu. Onun için o zamanlar bir ilkokulu bırak, ortaokulu bitirenler şey olmuştu, biz çok okumuş gözüyle bakardık. Ama Üsküdarlı hakikaten yani kalben dinine de bağlıdır. Bir yaşlı berber ustamız vardı Şimdiki imkânlar olsa bu dayanışma Üsküdar’ı daha farklı yerlere getirirdi diyorum. O zamanki dayanışma, yani şimdiki dayanışma olsaydı daha farklı bir yere gelirdi. Şimdi her imkân var ya. Bir yaşlı berber ustamız vardı. Yani tabii gencim o zaman, Üsküdar’da üç dört tane banka var, herkes karşıda çalışıyordu. İşte vapura yetişmek isteyen vardı da, işte ben başımı kaşıyamazdım sabahları. Ona gönderirdim. Allah rahmet eylesin. O da “ben biliyorum” derdi “beni kolluyorsun yaşlıyım diye, bana kimse tıraş olmuyor diye.” O da bana meşrubat göndermeye çalışırdı ya da ne bileyim bir şey göndermeye çalışırdı. Dayanışma bu. Ama bu söylediklerim burada yok, yani burada derken burası için demiyorum, Üsküdar’da bulamazsın. Bulsan da azınlık…
Üsküdar
Röportaj Şeyma Yalçın (20) Yiğithan Konak (16) Selahattin Kaplan (16) Senem Hanım babasının işlerinden dolayı Konya’da doğmuş. 2 yaşındayken İstanbul, Üsküdar’a gelmiş. Dedeleri doğma büyüme Üsküdarlı. Çekirdek ailede büyümüş Senem Hanım; anne, baba, bir kız kardeş ve abisi. Annesi Arnavutluk’tan gelme. Babası müteahhit, annesi ev hanımıymış. Mithat Paşa Kız Meslek Lisesi’nde öğrenimini bitirmiş.
“Macuncu geldiği zaman mani söylerdi uzun uzun” kimse kimsenin hakkında bir tek kelime konuşmazdı, herkes birbirinin dinine saygılıydı. Dediğim gibi şimdiki yaşantılarla o andaki oradaki yaşantılar çok daha farklıydı. Mesela bizim yanımızda bir Manika vardı. Manika Abla deriz biz gündeliğe gelirdi. Annemin ve bizim elbiselerimizi dikerdi. Ev işlerini yapar ufak tefek işlerini bırakır ondan sonra biz tamamlardık. Renk renk macunlar vardı
Senem Küçükyılmaz / Ev hanımı
Biz ufak çekirdek bir aileydik. Babam, annem, bir abim, bir kız kardeşim, bir de ortanca benim. Babam müteahhit olduğu için İstanbul’da doğmadım ama iki yaşında buraya gelmişim. Nüfus kağıdımda Konya yazar benim, ama babamın dedeleri doğma büyüme Üsküdarlı. Annem Arnavutluk’tan gelme. İki yaşında babasıannesi ölüyor, teyzesi büyütüyor annemi. Zeynep Kamil’de, annem orada oturuyor, Toptaşı’nda da babam oturuyor. Yani kökenimiz bu, onun için birkaç kuşak İstanbullu oluyorum babaya bakarsanız. Eskiden böyle apartmanlar falan yoktu. Hep tek katlı, iki katlı evler vardı, beton. Tek katlı evler ve iki katlı evler de sırf bahçeliydi. Bugün çarşıda satılan meyvelerin hepsi bahçelerimizde vardı. Bahçelerimize çiçek diktiriyorduk. Şu anda ben eski yerimi arıyorum. Eski zamanımı arıyorum. Hayatımızda birçok değişim oldu, daha bir sosyalleşti insanlar falan ama o şekilde kalsaydı komşuluğumuz, dostukluklarımız daha bir başka olurdu. Mesela bizim oturduğumuz yerde Rumlar vardı, o kadar güzel bir komşuluğumuz vardı ki o kadar olur yani. Bir kere
Eskiden balıkçılar vardı, bunlar sırtında tablalar yoğurtçularla birlikte çıkarlardı. Kavun, karpuz, sebze bunları da, küfeciler vardı, Üsküdar’dan alırdı o yokuşu çıkardı Bağlarbaşı’na kadar kavun karpuz veyahut sebze neyse onları satan küfeciler vardı. Dondurmacılar vardı dondurmacılar da gene askılı veyahut el arabasıyla giderdi, iki çeşidi vardı biri limonlu biri kaymaklı, kenarında buzlar külahlara koyardı onları satardı. Macuncular vardı. Renk renk macunlar vardı, istediğin kadar çubuklar, beş kuruşluk, on kuruşluk, üç kuruşluk ne kadar istersen macun sarıp verirdi. Baston vardı, onu almak için para biriktirirdik. Çünkü diğerlerine göre çok pahalıydı. Macuncu geldiği zaman bir de mani söylerdi uzun uzun. Tek tek alalım derdim ben kızlara, tek tek alalım da her seferinde bir tane mani söylesin diye. Çünkü hepsini birden alınca bir tane söyleyip gidiyordu. Bağlarbaşı’nda boş arazi vardı oraya cambaz gelirdi Annem bizi Beşiktaş’a götürürdü babamı karşılamaya, biz hepimiz güzel giyinirdik, annem de giyinirdi. Ondan sonra vapura binerdik. Beşiktaş’ta bir park vardı, orada otururduk iskelede babamı beklerdik. Sonra bizi Salacak’ta lunaparka götürürlerdi. Lunapark vardı orada. Şemsipaşa’da lunapark vardı, oraya giderdik. Sonra Bağlarbaşı’nda boş arazi vardı cambaz gelirdi oraya. Ak Parti’nin şimdiki boş arazisine cambaz kurulurdu, mescidin oraya da gelirdi cambaz. Ta aşağıya Zeynep Kamil’e gelirdi. Semiha Yankı gelirdi. O zaman küçüktü Semiha Yankı. Semiha Yankı’nın babası cambazdı. Alırdı eline değneği şarkısını söylerdi ‘kabağı da boynuma takarım sağıma da soluma da bakarım’ diye. Yer hareketlerini de Semiha Yankı yapardı o zamanlar. Adam tenekeyle telin üstünde yürürdü zıplaya zıplaya. Daha sonrada Bağlarbaşı’na Lunapark yapıldı ama o çok sonra. Yani eğlence yer-
lerimiz Üsküdar’ın deniz kenarlarıydı. Bir de yazlık Çırağan Sineması vardı. Oraya da İsmail Dümbüllü gelirdi. Meşhur komik adam. Orası dolardı gündüz. Orada her cumartesi bir tiyatro vardı, Karagöz oynatırlardı koşar giderdik bakmaya. Ramazanlarda Karagöz Hacivat oynatırlardı. Toprak pasajının olduğu yerde, oralarda 3 tane yazlık sinema vardı.
yan yana yatardık, kavga ettiğimiz zaman ayak-uçlu yatardık, yastık koyardık. Bizim iki kardeşe işte bir dolabımız vardı, o kadar yani, öyle fazla bir lüksümüz yoktu yani. Çünkü babam öyle şeylere değer vermezdi, öyle eşyaymış, oymuş buymuş. Eskiden divanlar vardı, karşılıklı iki divan. İki tane de koltuk vardı uzun, böyle şimdi Fransız tipi dedikleri koltuklar yani.
Şimdiki gençleri ben çok şanssız görüyorum…
Sahurda ışıkları yanardı…
Şimdiki gençleri ben çok şanssız görüyorum, gerçekten çok şanssız görüyorum. Çünkü bizim yaşadığımız çocukluk daha saf, daha böyle kabuğundan çıkmamış, yozlaşmamıştı. Daha bir dürüstlük vardı o zaman. Şimdiki gençlere yazık, üzülüyorum bizim yaşadıklarımızı yaşamadılar, yaşayamadılar. Bir anda doğuyor çocuk apartman dairesine. Hadi apartman çocuğu. Ne bahçesi var ne bir şeyi var. Bir parka çıkacak, o da annesi götürür mü götürmez mi? Şu yönden şanslı ama, çocuk doğmadan odası hazırlanıyor. Yatağıydı, yorganıydı, cibindiriğiydi. Bizim zamanımızda tavana iki tane burgu yapılırdı, ip indirirdik, çingene salıncağı yapılır çocuk orada sallanırdı. Bizim odamız, özel odamız yoktu. Evler büyüktü ama hane kalabalıktı. 2 kız kardeş biz bir arada yatardık. Bir yatağımız vardı, karyolada ikimiz yatardık, iyi olduğumuz zaman
01 13
Ramazanlarda davulcu geçerdi. Uyandırırdı herkesi, o da mani söylerdi, kalkmayan olursa ışığını görmeden gitmezdi, böyle ‘dın dın dın’ demiri varsa demire vururdu. Hıristiyanların evinin önünde katiyen çalmazdı. Ama ramazanda sahurda hepsinin ışığı yanardı, hepsi kalkardı, öyle bir saygıları vardı. O zaman radyo yoktu. İftar zamanı da herkes Çinili Cami’ye bakardı, ışık ne zaman yanacak diye. Sahurda da pilav, makarna, üzüm hoşafı mutlaka olurdu. Annem kalkardı erkenden taze pilav yapardı, börekler kızartırdı oruç tutulacak diye. İftarda herkes değişik değişik şeyler yapardı. Mesela açma börek bilenler açmayı yapardı, güzel dolma saranlar dolmayı yapardı, hazır tatlı alınmazdı, hep evde tatlılar yapılırdı, kalburabastı falan. Onlar hep bizim evde yapılırdı. Herkes kendi evinde iftarını yapardı ama iftara çağırma olayı çok olurdu.
6-7 Eylül Olayları… Gerek Ermeniler, gerek Rumlar olsun bir kere Bağlarbaşı muhitinde Rum ve Ermeni çoktu. 6-7 Eylülden sonra kaçtı hepsi, satan oldu, örgütlenmeler olunca Rumların evini zaten biliyorlar, camları falan kırıldı, işyerleri yağmalandı, evleri taşlandı, kiliseleri, okulları, mağazaları yağmaladılar. Tüm kumaşları falan yerlere saçtılar. Avizeler kırıldı. Hükümet hepsini ödedi ama… Sokak lambaları hava gazlıydı… Okula giderken tahta çantayla giderdik. Tahta çanta artık tahta bavulun küçüğünü düşün, tahtadan yapılmış onlarla giderdik. O zaman adidas falan arama. Daha ışıklar gelmemişti o zamanlar, mumlarla… Sokak lambaları hava gazlıydı, onun tutuşturucusu vardı, düğmesini açıp tutardı alevini onu yakardı, o ışık verirdi. O zaman idari lambası derlerdi. Onu merdiven başına koyarlardı, affedersin tuvalete falan kalktığın zaman ışık olsun diye bunu alır gider tuvalete gelir. Esas lambalar büyüktü, numara vardı onlarda, iki numara üç numara dört numara beş numarası vardı, büyük, onun havası daha büyüktür, fitili daha geniştir o daha çok yanar. İdari lambası gece için böyle loş bir ışık versin diye. Bekçiler dolaşırdı geceleri sokaklarda.
Üsküdar
Üsküdar Farsça “ulak”, anlamına gelen “Eskudari” kelimesinden türediği de düşünülen Üsküdar adının, Roma döneminin askeri birliklerden olan Scutarii ve buradaki Skutarion Kışlası’ndan geldiği düşüncesi yaygındır. Bizanslılarca Hrisopolis (Altınşehir) olarak adlandırılan Üsküdar, 12. yy’dan itibaren Skutarion olarak tanınmaya başlamıştır. IV. Haçlı Seferi ile İstanbul’a gelen Geoffroy de Villehardouin, Histoire de la conquête de Constantinople (İstanbul’un Zaptının Tarihi) adlı kitabında bu semt için “Escutaire” sözcüğünü kullanmış ve bu sözcük Fransızca kaynaklarda sık sık tekrarlanmıştır. Skutarion ismi zamanla Üsküdar’a dönüşmüştür.
Ulaşım, konaklama, askeri üs olarak yararlanılmasının yanı sıra, ticari açıdan da büyük önem taşıyan Üsküdar, Konstantinopolis’in fethinden çok önce 1352’de Türklerin eline geçti. Orhan Gazi döneminden beri Osmanlıların denetiminde olan Üsküdar’a Türklerin geniş ölçüde yerleşmesi II. Mehmed (Fatih) dönemine rastlar. İstanbul’un fethinden sonra, kent ile çevresinde yönetim ve yargı düzeninin kurulması sırasında iki büyük birim belirlendi. Sur içindeki kentsel alanı İstanbul Kadılığı temsil ediyordu. Sur dışında banliyö durumundaki Eyüp, Ga-
da 1581’de Üsküdar Kadılığı’na bağlandı. 1826’da İhtisab Nezareti, 1846’da da adı daha sonra Zaptiye Nezareti olarak değiştirilen Zaptiye Müşirliği kuruldu. 1867’de çıkarılan Vilayetler Nizamnamesi’ne göre İstanbul’da valilik kurulmamış, bu görev Zaptiye Müşirliği tarafından yürütülmüştür. Bu dönemde Dersaadet ve Bilad-ı Selase, Bab-ı Zaptiye’ye bağlı değildi. 1854’te şehremaneti kurulunca İhtisab Nezareti kaldırıldı ve 1877’de Beyoğlu, İzmit, Kaza-ı Erbaa’yla birlikte Üsküdar da mutasarrıflık yapıldı. Bu mutasarrıflıklar Zaptiye Nezareti’ne bağlıydı. Üsküdar
1877’de İstanbul Şehremaneti 20 belediye dairesine ayrıldı. Bunlardan 4’ü bugünkü ilçe sınırları içindeydi. Anadoluhisarı ve çevresine On Dördüncü Daire, Beylerbeyi ve çevresine On Beşinci Daire, Paşalimanı ve çevresine On Altıncı Daire, Üsküdar ve Doğancılar çevresine On Yedinci Daire adı verilmişti. 1913’te daireler kaldırıldı ve 9 şube kuruldu. Üsküdar uzun süre 1930’da adı değiştirilen İstanbul Belediyesi’nin şube müdürlüklerinden biriydi. Eskiden doğuda Kartal İlçesi’ne komşu olacak kadar geniş bir alanı kaplayan Üsküdar ilçesinin
oluştu. Buradaki hızlı nüfus artışı 1963’te Ümraniye’de belediye kurulmasını zorunlu kıldı. Boğaziçi Köprüsü’nün açılması Kadıköy’de olduğu gibi Üsküdar’da da yerleşimi özendirdi. Otomobil edinmenin yaygınlaşmasının getirdiği ulaşım kolaylığı ilçenin İstanbul Boğazı’na bakan semtlerinde de nüfus artışına neden oldu. İlçenin 1970-1980 arasındaki yıllık ortalama nüfus artışı yüzde 10’u aştı. Bunun nedenlerinden biri de Fatih Sultan Mehmet Köprüsü çevre yollarının geçtiği kırsal kesimde hızlı bir yapılaşma yaşanmasıydı. Bu gelişmeler Ümraniye’nin 1987’de ilçe yapılmasıyla sonuçlandı. Bu
İlçeye adını, güneybatı kesimdeki eski iskele yerleşmesi verir. Günümüzde hemen hemen Selman Ağa, İnkılap, Gülfem Hatun ve Rumi Mehmet Paşa mahallelerini içine alan bu tarihsel yerleşmeye Üsküdar denir. Bazı kaynaklara göre, Moda Burnu’nda oturan Halkedonlular teknelerini MÖ 7. yy’da Üsküdar kıyısında bulunan tersanelerde inşa ediyorlardı. Adının, Yunanca Skutarion (Skytarion) ya da Latince Skutari’nin (Scutari) zamanla değişime uğramasıyla bugünkü halini aldığı sanılır. Semt MÖ 5. yy’da kıyıdaki yerleşim bölgesini surla çeviren Atinalılar döneminden ve hatta daha da önceden beri önemli bir ulaşım ve konaklama merkeziydi. Boğaz’ın iki yakası arasındaki ulaşımda tarih boyunca büyük önem taşıdı. Bizantion ve Konstantinopolis’i ele geçirmek amacıyla değişik dönemlerde doğudan gelen farklı güçlerin düzenledikleri saldırılar sırasında hep askeri üs olarak kullanıldı.
III. Ahmed Çeşmesi
lata ve Üsküdar kadılıklarına ise Bilad-ı Selase deniyordu. Üsküdar kadısı, öbür kadılarla birlikte padişah ve sadrazama bağlıydı. Anadolukavağı, Gebze, Kartal, Pendik ve Şile’de Üsküdar kadısının birer naibi vardı. Beykoz Kazası da Üsküdar Kadılığı’na bağlıydı ama naibini arpalık olarak bu kazayı yöneten müneccimbaşı belirlerdi. Kandıra ve Şile kazaları
Mutasarrıflığı’nın Beykoz, Gebze, Kartal ve Şile kazaları vardı. 1918’de İstanbul Vilayeti’ne bağlı Beyoğlu ve Üsküdar mutasarrıflıkları, Cumhuriyet’in İlanı’ndan sonra 1924’te tüm sancaklar vilayet yapılınca ayrı birer vilayet (il) oldular. 1926’daki yönetsel düzenlemeler sırasında Üsküdar da kaza (ilçe) yapılarak İstanbul Vilayeti’ne bağlandı.
görünümü, tüm ilde olduğu gibi 1950’lerden itibaren hızla değişmeye başladı. Ülkenin çeşitli yörelerinden İstanbul’a yönelen göçten Üsküdar ilçesi de payına düşeni aldı. 1960’larda Çamlıca, Bulgurlu ve daha doğudaki alanlarda hızlı bir gecekondulaşma yaşandı. Bu yıllarda sanayi bölgesi olarak belirlenen Ümraniye ve çevresinde gecekondular ve gecekondu mahalleleri
yüzden, 1985’te 490.185 olan Üsküdar İlçesi’nin nüfusu 1990’da 395.623’e geriledi. 2008 yılında yapılan idari düzenlemeyle, ilçenin güneydoğusundaki 3 mahalle (Örnek, Esatpaşa ve Fetih) Üsküdar’dan ayrılarak yeni kurulan Ataşehir İlçesi’ne katıldı.
dim Paşa Yalısı, Sadullah Paşa Yalısı ve Fethi Ahmet Paşa Yalısı’dır. Kız Kulesi ilçenin simgesidir.
Üsküdar ilçesindeki koruların halka açık bir bölümü aynı zamanda mesire yeri özelliği taşır. Büyük Çamlıca ve Küçük Çamlıca tepelerinde yapılan düzenlemelerden sonra bu alanlar da gezi ve dinlenme açısından halkın ilgisini çekmektedir. İstanbul Boğazı kıyısındaki semtlerde birçok balık lokantası vardır. Bunlar ve Nakkaştepe gibi yerlerdeki manzara açısından zengin öbür tesisler özellikle tatil günlerinde büyük ilgi görmektedir.
Kaynak: Wikipedia
Üsküdar’daki Yapılar Eskiden İstanbul’daki en önemli Türk yerleşmelerinden biri olan Üsküdar, Osmanlı dönemi boyunca büyük bir imar faaliyetine sahne oldu. O dönemin Üsküdar kasabası ve çevresi birçok külliye, cami, hamam ve çeşme gibi yapılarla, ilçenin Boğaziçi sahilleri ise saraylar, sahilsarayları, yalılar ve köşklerle süslendi. Bunlardan başlıcaları: Aziz Mahmud Hüdayi Külliyesi Altunizade Külliyesi Çinili Külliyesi Eski Valide Camii Mihrimah Sultan Külliyesi Şemsi Paşa Külliyesi Yeni Valide Külliyesi Rum Mehmet Paşa Camii Ayazma Camii Beylerbeyi Camii Beylerbeyi Sarayı Adile Sultan Kasrı Sultan Abdülaziz Av Köşkü III. Ahmet Çeşmesi Selimiye Kışlası Nurbaba Tekkesi Çamlıca Kasrı Ahmediye Külliyesi Şahkulu Dergahı Kartal Ahmet Baba Tekkesi Büyük Selimiye Camii
Bir açık hava müzesine benzeyen Karacaahmet Mezarlığı İstanbul’un Anadolu yakasındaki en büyük Müslüman mezarlığı olma özelliğini yüzyıllardır korumaktadır. Diğer bir mezarlık Bülbülderesi Mezarlığı’dır. Kuzguncuk’taki Ayios Panteleymon Kilisesi ve Ayazması, gayrimüslimlere ait Ayios Yeoryios Kilisesi, Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi, İlya Profiti Rum Ortodoks Kilisesi, Beth Yaakov Sinagogu (Kal de Abaso ya da Aşağı Sinagog ya da Büyük Sinagog) ve Kal de
Ariva (Yukarı Sinagog) adlı dinsel yapıların ilçenin bir semtinde yan yana bulunmaları ilgi çekicidir. Osmanlı döneminde ilçenin İstanbul Boğazı kıyısında birçok sahilsarayı ve yalı vardı. Yalnızca yalılardan çok az bir bölümü günümüze kadar ayakta kalabilmiş, yanmış ve yıkılmış olan eski yapıların yerine yeni yalılar inşa edilmiştir. Eski yalılardan günümüzde kısmen ya da tamamen ayakta olup görünebilen başlıcaları Kıbrıslı Yalısı, Kont Ostrorog Yalısı, Abud Efendi Yalısı, Edib Efendi Yalısı, Recaizade Ekrem Bey Yalısı, Mahmud Ne-
Kont Ostrorog Yalısı
Üsküdar, İstanbul ilinin en yeşil ilçelerinden biridir. Koruma altında olduğu sanılan bu yeşil alanlar kuzeyden güneye doğru sırasıyla Cemil Filmer, Kandilli Kız Lisesi, Vaniköy Rasathane, Vaniköy, Vahideddin, Cemil Molla, Münir Bey, Fethi Paşa, Demirağ, Hüseyin Avni Paşa, Abdülmecid Efendi, Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi, Büyükçamlıca, Küçükçamlıca ve Adile Sultan Validebağı korularıdır.
Kıbrıslı Yalısı
14 01
Kaynak: Wikipedia
Üsküdar
Röportaj Hilal Savur (22) Gizem Gürsoy (15) Emre Şenol (15) Seray Yücel (16) Aslıhan Yıldırım (16) Orhan Sakaryalı, 1949 yılında İstanbul’un Üsküdar ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluğundan bugüne kadar Üsküdar semtinde yaşayan Orhan Sakaryalı, Üsküdar’ın değişen yüzünü ve anılarını bizlerle paylaştı.
“Çok cefakar olması lazım insanların birbirlerine” onlar sonradan geldi. Beşiktaş Kabataş, onlar ufaktı. Sonradan gelişti böyle büyük motorlar. İskeleden vapura binerdik biz, herkes günaydın derdi; birbirini tanırdı, selam verirdi. Yani eski Üsküdar halkı birbirine akşam giderken gelirken, sabah giderken selam verirdi. Herkes birbirini tanırdı. O kadar güzel bir ahenk vardı. Eskiden vardı ama şu an sahil yolu çalışmaları yüzünden mahrum kaldık; yani şu an plajımız yok. Ama Kadıköy yakın olması sebebiyle veya Küçüksu’nun tekrar açılması sebebiyle ancak yaz günleri oralara ya da uzak illere gidebilme durumu var, ama Üsküdar’da yok.
gayet rahattık askerlik ocağında. Öyle Kürt davası falan yoktu. Biz Kürtlerle kız da alıyorduk kız da veriyorduk; evleniyorduk. Kürt arkadaşlarım çoktu benim. Askerlik arkadaşlarım yok da, çocukluk arkadaşlarım var, geliyor bazıları. Çoğu öldü mesela. Ama geliyorlar, delikanlılık arkadaşlarım geliyor. Şimdi öyle komşuluk kalmadı Biz büyüklerimizi gördüğümüz vakit, mahallenin yaşlı amcaları
açtım. Bir sene sürdü, çalıştık, işçilerim vardı. Bazen seyyarcılık falan yaptım. ‘81’de evlendim, görücü usulüyle. ‘85’in sonunda bir ticari taksi aldım, onu ‘89’da sattım. ‘99’da da emekli oldum. 2000 yılında da ayrıldım, geçinemedik, hanımla ayrıldık. Ben şahsen Şişli’de kız arkadaşımla yürüdüğüm vakit, daha Üsküdar’da, Kadıköy’de öyle yürüyen kimse görmezdim. Biz çok güzel yürürdük, eller omuzda diğer taraftan eller belden tutulmuş. O benim
kuru kuru. Ama şunu öğrendim ben, ne zaman ki Allah’a dost olma gayretine girdim, aşkı çözdüm ben. Nasıl çözdüm biliyor musun? Aşk bir malzeme, onu kullanmak lazım, o bir cevher. Kullanamayan insanlar ayrılmak zorunda. Ben bu intibaha inandım, size de tavsiye ederim. Aşkı bir cevher olarak düşün. Bir insana aşık olursun, sadece insana değil, herhangi bir mesleğe, herhangi bir eşyaya. Her şeyi sevebilirsin Allah için. Şimdi bir insana aşık oldun, onu
omuzda, ellerde arkadan tutulmuştu ama sadece yürüme şekli öyleydi. Şimdiki gençleri görüyorum buse almak buse vermek... bizde öyle şeyler yoktu. O zaman muhafazakar bir kız arıyorduk. Ablam tavsiye etti, kapalı diye. Ondan sonra annem gördü, evin adresi verildi, gittim baktım kıza böyle. İstemedim daha doğrusu ama annem biraz baskı yaptı, öyle oldu ama şimdi pişmanım. Görücü usulü öyle oluyor kızım. Şimdi kızla erkeği bir araya getiriyorlar, bakıyorlar, birbirlerini beğeniyorlar. Beğendikten sonra bir odaya koyuyorlar onları, konuşma fırsatı veyahut bir yere gitme fırsatı. Orada konuşuyorsun, baktın ki fikirlerin uyuşuyor, bu iş yürür, yola gider, devam eder. O zaman iş resmiyete dökülüyor, hemen nişan yapılıyor, ondan sonra düğün, olay bitiyor. Nişan merasimleri mesela aile arasında oluyordu, salonda oluyordu. İnsanların maddi durumuna bağlı. Aile arasında hısım akraba çağrılır. Mesela benim beş katlı pastam vardı ama biz aile arasında yaptık, düğün salonunda yapmadık. Tutmadık, fazla yıkım vermesin diye bana. Biz düğün yapmadık. Nikahtan çıktım ben, yıkım olmasın diye maddi. Bu vaziyette. Şu anki gibi, değişmiyor yani. Ama şimdiki kızlar nasıl oluyor, düğünler nasıl oluyor, onu bilmiyorum.
bir cevher olarak düşün. Aşktan ne olur biliyor musun? Muhabbeti düşünmen lazım, muhabbet. Aşkı oraya çevirmen lazım. Muhabbete çeviremezsen ayrılmak zorundasın. Karşılıklı muhabbet ne biliyor musun? Kadın hem nar hem nurdur, yani istersen kadını ateşe de çevirebilirsin, istersen nura da çevirebilirsin. İşte aşk çevherini iyi bilen bir insan o kadını nura çevirir Allah’ın izniyle. Nura çevirdiğin vakit de ebedi ölüme kadar hatta ve hatta cennette bile o eşin sana eş olur. Ben bunları öğrendim ama insanlar bunlardan çok mahrum çok. Niye biliyor musun? Dini bilmiyorlar, dinimizi bilmiyorlar. Muhabbete girersen eşinle, yani aşk cevherini muhabbete çevirirsen hanımla beraber, hanımını nur yaparsın. Nurun ne olduğunu biliyorsunuz heralde. Güzellik demek ya, güzelden güzele, içerden içeri. Yani baktığın vakit hanımına onu insan olarak göreceksin. Yani suret var, insanın sureti var. Her bir şeyin maddesi vardır ama maddenin arkasında da manası vardır. Bir bayanın manasını yakalarsan bayan da erkeğin manasını yakalarsa, yani iki kişinin tek olması lazım. İkiyi bir yapmak lazım evliliklerde. Ben yapamadım, ayrıldım. Yirmi iki sene sonra ayrıldım. Ben beceremedim ama sonradan öğrendim. Bazı şeyler olmuyor, çeşitli nedenleri var. Çok cefakar olması lazım insanların birbirlerine karşı, sabırlı olması lazım. Tahammülü olması lazım, aşk bunu gerektiririr. Muhabbet bunu gerektirir. İkiyi bir yaptın mı, ne kadın kalacak ne erkek kalacak; iki insan bir olacak, yani tek olacak.
Üsküdar’ımız çok güzeldi hakikaten
Orhan SAKARYALI / Tekstil
Çocukluğumuzda kokadik oynardık Efendim ‘49 doğumluyum, 24 Mart. Hayatım benim dolu dolu geçti kızım. Annem göçmen, Üsküp’ten. Seneler önce dedem gelmiş, babam da Rize’den gelmiş. Uzun hikaye onların bir araya gelmesi. İzmir’de bulunuyorlar, ondan sonra Ankara, sonra İstanbul’a geliyorlar. Dedem beş sene İngilizlerin elinde esir kalmış. Savaş bitiyor ondan sonra İzmir’e geliyor. Ben meydanda yokum daha, seneler önce. Babam kalkıyor Rize’den İzmir’e geliyor, terzi dükkanı açıyor. Nasip, annemi görüyor. Ondan sonra Ankara, İstanbul. Çocukluğum ahşap evlerde, bahçeli evlerde geçti, tabii Üsküdar’ın 60 sene önceki halini düşünebilirseniz. Yollar dar, paket taşlar. Çok güzel bir ahenk vardı. Efendim, sokaklarda arkadaşlarla misket oynamak, kokadik oynamak, topaç çevirmek. Çok güzel çocuk oyunlarımız vardı. Kokadik oynamak: dokuz tane kiremiti koyuyorsun ortaya uzaktan atıyorsun dikmecesine. Kim dikerse kim yıkarsa hemen topu alıyor tekrar atıyor birisine, tekrar o ebe oluyor. Böyle bir oyundu aklımda kaldığı kadarıyla. İnsanlarla çocukların diyalogları çok güzel, ahenkliydi. Akşamları yazlık sinemalarımız vardı, Üsküdar’ın merkezinde. Annelerimiz babalarımız bizi alırdı. Gereken çerezlerimizi alırdı, böyle adet olmuştu. Sinemaya gitmek bir gelenek gibiydi.
Gençliğimde ben Moda’ya giderdim, Kadıköy sahile. Bir arkadaşım vardı: Uğur. Allah rahmet eylesin, Çapa’da klinik şefiydi. Giderdik Moda’ya falan, Fenerbahçe’ye giderdik, içerdik biz beş arkadaş. Bizim grubumuz beş kişiydi. Konuşurduk. Psikolog ya, bilinçaltı şuuraltı. Ben derdim ona: “atma atma, ben sana oynuyorum”. “Kişiliğimi istediğim gibi oynarım. Hokkabaz da olurum, efendi de olurum, bilmem ne de olurum kandırırım seni” der, takılırdım ona. Salacak’ta bizim bir gazinomuz vardı. Zeki Müren gelirdi, Adnan Şenses gelirdi, Nuri Sesigüzel, Orhan Şener gelirdi. Yani eski sanatçılar gelirdi. Salacak’ın üstündeydi. Şimdi oraya hep ev falan yaptılar. Üsküdar’ımız çok güzeldi hakikaten. Onlardan eser yok tabii. Şimdi sahile sahil yolu yapıldı. Oraya ufak ufak restoranlar, çay bahçeleri falan yapıldı. Valla benim şu an arkadaşlarımla bir cami hayatım var. Kim peygamberle komşu olduysa, kim Allah’a dost oluysa ben onlarla görüşüyorum şu an. Onlardan daha huzurlu buluyorum kendimi. Bir insana baktığım vakit Allah’ı hatırlatacak ya da peygamberi hatırlatacak! Şimdiki düşüncem böyle, ama gençliğimde öyle değildi. Askerliğimi Kars’ta yaptım Askerlik bana biraz şey geldi. Ankara’ya gittim, Etimesgut’a. Tankçıydım. Dağıtım oluyor, herkesi okuyorlar. İstanbul diyor, şu diyor bu diyor, içim gidiyor. Ondan sonra bir baktım bana Kars çıktı. Kars şehrine gittim, merkeze. Kars’ta yaptım ben askerliğimi. Bitirdim geldim. Hiçbir şey yoktu,
Mihrimah Sultan Cami
kadınları olsun, fileleri alırdık hemen elinden evine kadar taşırdık. Bu zamanda öyle insan görmüyorum ben. Biz bunları yapardık. Komşuluğumuz çok iyiydi, hatır sorulurdu, bayramlarda gidip gelme olurdu, bir ihtiyaç sorulurdu; çok güzeldi komşuluğumuz. Şimdi öyle komşuluk kalmadı. Oturuyorsun apartmanda, yirmi daireli apartmanda, inan bana ondokuzunu bile tanımadığım oluyor. Kimsenin kimseden haberi yok, isimlerini bile bilmiyorsun. Biz düğün yapmadık Bir ay çalıştım ama Almanya’da 8-9 ay kaldım. Haziran’da iltica hakkı istedim. O zaman bekar olarak işçi olabiliyorsun, öyle olunca. Almanya hayatım bitti böylece. Geldim ‘74’te Unkapanı’nda İMÇ bloklarında bir atölye dükkanı
Herkes birbirine günaydın derdi Hep Üsküdar’da yaşadım. Eskiden ulaşım için dolmuşlarımız vardı, fazla değişmedi, minibüslerimiz vardı. Yalnız ilaveten tramvayımız vardı. Üsküdar-Kadıköy-Kısıklı. Vapurlarımız vardı, kayıklarımız yine vardı. Mesela Beşiktaş motorlarında oturduğumuz vakit, dizlerimiz birbirine değerdi, karşılıklı oturduğumuzda. Küçük kayıklardı, böyle büyük motorlar yoktu,
İkiyi bir yapmak lazım evliliklerde Bir atasözü vardır, tabiri af buyur: ‘kavun değil ki altını koklayayım’ derler. Öyle bir şey oluyor ki aşık oluyorsun aşk evliliği yapıyorsun. Aşk nedir biliyor musun? Bitiyor
Kız Kulesi 01 15
Sokağımdan Tarih Yazıyorum Projesi
Gönüllüleri Ayşegül Abut Göksun Rüya Işık Sertan Deniz Saygılı Büşra Şensoy Umut Yiğit Özdoğan Betül Okçu Miraç Bekçi Funda Gezer Emre Akpınar İrem Dağcı
Hatice Akpınar Didem Köse Başak Arslan Hilal Savur Gizem Gürsoy Emre Şenol Seray Yücel Aslıhan Yıldırım Hümeyra Bişgin Göktuğ Taşan
Hatice Aslı Bilen Gamze Bal Cemile Subaşı Semiha Koç Esra Çekinmez Kardelen Çamur Oğuzhan Dursun Çağla Mert Berna Mert
Sertan Deniz Saygılı Hande Arslan Gülşah İşçioğlu Emre Uzun Yağız Döner
Yakup Öztürk Avedis Talaslıoğlu Arda Ceheryan Karolin Ablay Nadin Abanolyan
Şeyma Yalçın Yiğithan Konak Selahattin Kaplan
Yasemin Özkut Yeliz Güner Büşra Gökdeniz Çise Aker
Seda Saçak