Siyaset Sayı3

Page 1

Siyase Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin

Aylık Siyasi Dergi - 2 TL

www.siyasihaber.org

Sosyalist Yeniden Kuruluş Partileşiyor İşçi sınıfının tarihteki şanlı direnişine denk gelen 15-16 Haziran tarihlerinde, devrimci komünist bir programla partimizin resmi kuruluşunu ilan etmiş olacağız. Gülseren Pusatlıoğlu / s.3

Mart 2013 / Sayı 3

Kadınlar ön saflarda Sokakta, işyerinde, evde, okulda, siyasette... Hayatın her alanında kadınlar ön saflarda! Artık yürümek değil, koşmak zamanı... Ebru Yıldırım Barışı inşa etmek Görünen o ki “barış masası”na esas ihtiyaç duyan, buna mecbur kalan taraf AKP’dir.

s.5

Halime Çavdar Yeni Muhafazakarlık Toplumsal dayanışmanın, toplumun ahlaki üretiminin merkezi olarak aileyi gören yeni-muhafazakarlık kadına aile içindeki her türlü erkek şiddetini ideolojik araçlarla meşru kılıyor. s. 9 Züleyha Gülüm “Arap Baharı” ve Filistin Ortadoğu’da yaşananların Filistin halkının lehine olup olmayacağı; sürecin Ortadoğu haklarının direnişi ve kazanımları ile mi sonuçlanacağı, yoksa emperyalizmin planları doğrultusunda mı ilerleyeceği konusuyla çok yakından ilgilidir.

s. 23

Melek Bengü Baggins Kıymetlilerimissssss Yüzükten hem nefret ediyor hem de O’nu seviyordu; tıpkı kendisini sevip, nefret ettiği gibi.

s. 37

30 Mart 1971 > Mahir Çayan ve yoldaşları... 13 Mart 1982 > Seyit Konuk, Necati Vardar, İbrahim Ethem Coşkun.... 28 Mart 1986> Mahsum Korkmaz... Mart 1995 > Hasan Ocak... 30 Mart 1995 > Mehmet Latifeci... Anılarını mücadelemizde yaşatacağız!

Newroz Kutlu Olsun! Newroz Pîroz Be! Bu yıl Newroz başta Kürt halkı olmak üzere tüm halklarımızın barış, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin mesafe kat ettiği bir dönemde kutlanıyor. Bu safha mücadele ile kazanılmış ve büyütülerek ilerletilmesi gereken bir süreç. Yıllardır her kutlaması büyük olaylara, baskıya şiddete ve yasaklara sahne

olan ancak hiçbir engelin kutlamaları engelleyemediği Newroz bu yıl, Kürt sorunun barışçı ve demokratik çözümünde önemli ve simgesel bir gün olarak kutlanacak. Başta Kürt halkı olmak üzere bütün halklarımızın Newrozunu kutluyoruz. Newroz piroz be!


2

Editörden

Bu sayımızda “Kadınlar ön saflarda” diyerek selamlıyoruz hepinizi. Bir “ilk”i başarmanın heyecan ve gururunu yaşıyoruz. Mart sayımız tamamen kadın yoldaşlarımızın yazılarıyla hazırlandı. Bu öneri Yayın Kurulu’na geldiğinde “Başarabilir miyiz?” sorusunu sorduk gizlice kendimize. 40 sayfalık bir politik dergiyi kadın yazarlarla çıkartmak fikri müthişti. Korktuk!!! Yüzümüze gözümüze bulaştırabilirdik. Fakat fikir müthişti. Bundan geri duramazdık. Evet, bunu yapmalıydık. Gördük ki giydirilmiş korkuymuş bizimkisi. Çok sayıda kadın yoldaşımız yazma talebinde bulundu. Karma bir sosyalist yapıda böyle bir sayıyla “Kadın Kurtuluş Mücadelesi”ni çeşitli mücadele başlıkları açısından anlamlı kılmak fikri sarmıştı hepimizi. Öyle ya, sosyalizm sadece sınıf çelişkilerinin ve ekonomik ilişkilerin değişmesinin ötesinde, aynı zamanda gündelik yaşamın, insanın insanla ve insanın doğayla ilişkilerinin de değiştirilmesi demek değil miydi? Biz de bir adım attık. “Gündelik yaşam cinsiyetler arası eşitlik ve özgürlüğe olanak vermedikçe gerçek bir eşitlikten söz edilemez” dedik. Eşitliğin bir yönü için kolları sıvadık. Çok yönlü bir işçi hareketinin bastırılmış kimliklerinin ifadesi olarak karşınızdayız. Bu hareketin kuruluşuna kadın cephesinden anlamlı katkılar yapmak için adım atıyoruz. Bir “ilk”in başlatıcısı olmak yetmez. Devam ettirmek, ileriki sayılarda daha fazla sayıda kadın yazarla buluşmak üzere şimdiden hazırlıklara başlamalıyız. Evde, okulda, işyerinde, sendikada, siyasette bize biçilen rolleri, ilişki biçimlerini değiştiriyoruz. Suskunluğumuzu bozuyoruz. Binyıllardır biriktirdiğimiz, içimize

Siyase

Mart 2013 # 3

İÇİNDEKİLER

attığımız çok sözümüz var. Şimdi antikapitalist mücadelenin kadın cephesinin bir bileşeni olarak sözümüzü söylemeye, fikir ve eylemimizle mücadeleyi ivmelendirmeye hazır olmalıyız. Bu sayıyla eşik atladık. Daha çok yolumuz var. İçten ve dıştan kadın yoldaşlarımızı “Siyaset”te, siyasetin kadın öznesi olmaya, yolu birlikte yürümeye çağırıyoruz. Sosyalist Yeniden Kuruluş’un bir farklılığını da daha görünür kıldık. Mutabakat metnimizde ifade ettiğimiz gibi “kadın kurtuluş politikalarının partiye rengini vermesini, pozitif ayrımcılık temelinde kadınların parti yönetim organlarına yüzde 50 kota (alt sınır olarak) ile katılımını güvence altına almayı, erkek egemen sisteme karşı mücadeleyi ve erkek egemenliğinin parti saflarındaki izlerinden arınmayı partinin temel politik yönelimlerinden biri olarak görüyoruz.” Parti programını oluşturmanın hazırlıklarını yapıyoruz; işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, lgbt bireyler olarak programa kendi sözlerimizi katacağız. Kadınları, feminist politikaları partide egemen kılmaya, yeniden kuruluş sürecinde aktif rol almaya, kendi sözcülüklerini yapmaya davet ediyoruz. 10 Mart’ta İstanbul’da yapılan kadın yürüyüş ve mitingi sonrasında futbol takımı taraftarı kılığındaki faşist güruh polisin gözleri önünde organize biçimde 3 noktada mitingden ayrılan Kürt kadınlarına saldırdı. 2’si ağır 10 kadın ve bir erkek yaralandı. Kadın düşmanlığı ile ırkçılığın iç içe geçtiği bu saldırı, bir nefret suçudur. Takipçisiyiz. Kürt kadınları yaşamın ve kadının özgürleşmesini mücadeleleriyle gerçek

kılıyorlar. Bizden bir adım öndeler. Öğreneceklerimiz var. Önümüzdeki günlerde Newroz’u kutlayacağız. Newroz direnişin ve dirilişin adı olarak geçecek kayıtlara. Kürtler son isyanlarına durduklarında; Diyarbakır surlarında Rahşan, gıras fistanlarının ışıltılarıyla ateşin etrafında dans eden Yüksekova’lı bir kadın ve özel tim dipçiklerinin altında ezilen küçük bir kız çocuğu bedeniyle “eşitliği-özgürlüğübarış”ı yazdıracaklar kayıtlara. Yoldaşlarımız Seyit Konuk, İ. Ethem Coşkun ve Necati Vardar; 1 Mayıs 1981’de idam kararını okuyan mahkeme heyetine “Bu gün işçi sınıfının, birlik, dayanışma ve mücadele günüdür. Bu şerefli günde yargılanmayı reddediyor, sizleri 1 Mayıs şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyoruz” diye seslenmişlerdi. 13 Mart 1982’de idam edilen yoldaşlarımızı unutmadık! 30 Mart’ta hizbi-kontra tarafından katledilen, DEP Samandağ İlçe Başkanı Mehmet Latifeci yoldaş da, enternasyonalist devrimciliği yaşamıyla ve ölümüyle kendisinde cisimleştirdi. Bugün siyasal bir işçi hareketi kurma yolunda ilerliyorsak bu kavgada düşen tüm yoldaşlarımız aramızdalar. “Sömürüye zulme boyun eğmemenin onuruyla ölümün üstüne yürüdü onlar”. 16 Mart, 1988’de Saddam diktatörlüğünün gerçekleştirdiği Halepçe katliamını ve 1978’de faşistlerin gerçekleştirdiği İstanbul Üniversitesi katliamının yıldönümü. Unutmayacağız. Kızıldere’de direnen devrimciler ölümsüzdür, Mahir Çayan ve yoldaşlarını saygıyla anıyoruz. Sizin gözlerinize bakarken gülümsememizi hiç eksik etmeyeceğiz yüzümüzden. Değerlerimizi bayraklaştıracak, anılarını yaşatacağız!

Anılarını mücadelemizde yaşatacağız!

Sosyalist Yeniden Kuruluş partileşiyor / Gülseren Pusatlıoğlu s.3 Mart’ta siyaset ısınıyor / Feray Mertoğlu s.4 Barışı inşa etmek / Ebru Yıldırım s.5 Geçmişten gelecek olmaz / Filiz Ç. s.6 Kadınlara yargı-sız infaz! / Sermin Danışman s.7 Özel alan nerede biter, kamusal alan nerede başlar? / Nejla Kurul s.8 Kırk katır mı? Kırk satır mı? yeni muhafazakarlık / Halime Çavdar s.9 ‘Kürtaj yasağı “cinayettir” / Zöhre Kordon s.10 Dilleri lâl olup, belleği susmayanlar: Qoçgîrî / Gülfer Akkaya s.11 HDK süreci ve kadınlar. / Latife Demirci Kahya s.12 Blok’tan HDK’ye… HDK’den yarına… / Fatma Acar s.13 Feminist siyasette gündem / Gökçe Avcıoğlu s.14 8 Mart yolculuğu / Esmeray s.15 Üçte yetmez beş tane: ekonominin patikası / Nuray Ergüneş s.16 G20 Moskova zirvesi: emperyalistler arası kur savaşları / Fatoş Osmanağaoğlu s.17 8 Mart haberleri / s.18-19 Daha çok kadın daha çok özgürlük / Söy: Hikmet Sarıoğlu s.20-21 Peki ya Suriyeli kadınlar? / Şükran Dağ s.22 “Arap baharı” ve Filistin / Züleyha Gülüm s.23 Mısır ve Tunus’ta kim kazanacak? / Tülay Hatimoğulları s.24 Rusya’da halkın direnişi büyüyor / Aleksandra Çelik s.25 Kamuda son viraja girerken / Deniz Gemici s.26 Sağlıkta dönüşüm ve kadınlar / Deniz Nalbantoğlu s.27 Dikkat! fazla çalışma öldürür / Eser Sandıkçı s.28 Her iş kazası bir cinayettir / Nevra Akdemir s.29 Mühendis beyler ve “yenge hanım”lar / Cansel Aslan s.30 Kampüste kadın olmak / Juliana Gözen s.31 Gençlik: Dinamik, isyankar, politik / Fezal Tapramaz s.32 Ah, şu dipsiz cumartesiler! / Berfin Özgü Köse s.33 Halının altına süpürdüğümüz homofobimiz / Perihan K. s.34 Doğa – Kadın metaforu / Özlem Bayat s.35 Sanatın piyasası, piyasanın sanatı / Reha Keskin s.36 Kıymetlilerimisssssss… / Melek Bengü Baggins s.37 Haberler / s.38-39 Kadın dostu kentler Projesi: olasılıklar, sınırlılıklar… / Deniz Karaca s.40 Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Ye­rel Sü­re­li Ya­yın Sa­hi­bi ve Ya­zı İş­le­ri Mü­dü­rü: Yiğithan Kavukçu Adres: Hüseyinağa Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 3 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 37 60 Bas­kı: Gün Mat­ba­acılık Beşyol Mah. Akasya Sk. 23/A Küçükçekmece İstanbul Tel:(0212) 580 6381


Mart 2013 # 3

Siyase

Politika

SYK partileşiyor

3

İşçi sınıfının tarihteki şanlı direnişine denk gelen 15-16 Haziran tarihlerinde, devrimci komünist, enternasyonalist bir programla partimizin resmi kuruluşunu ilan etmiş olacağız. Gülseren Pusatlıoğlu

İçinde bulunduğumuz yeni etapta Sosyalist Yeniden Kuruluş (SYK) olarak, parti kuruluşunu gerçekleştirmek üzere artık somut adımlar atıyoruz. Mart ayı ortalarında, tüm SYK’lıların ortak iradesini yansıtacak seçim yöntemiyle partimizin ismini belirleyeceğiz. Ardından, 1 Mayıs’ta partili kimliğimizle ve parti logolu bayraklarımızla alanlarda yer alacağız.Kuruluş şölenimizi ise, görkemli kitlesel bir buluşmayla gerçekleştireceğiz.15-16 Haziran işçi sınıfının tarihteki şanlı direnişine denk gelen günlerde, partimizin resmi

SYK zemininde tartışılırken, diğer yandan da SYK dışında sosyalist solun gündemine taşınarak en geniş zeminlerde tartışmaya açılacak. Kendisini ulusal ve liberal soldan ayırarak, enternasyonalist bir zeminde tanımlayan SYK, program ve tüzük tartışmalarının sonucunda oluşturacağı devrimci komünist bir programla, çoğulcu, organik bir partiyi, eylemli bir zeminde inşa edecek. Dayanışma ve yoldaşlıkla ilerliyoruz

İşte, bu üç aylık parti inşa süreci, aynı zamanda yeniden yapılanma/kuruluş açısından diğer birlik

Kuracağımız partinin en temel görevi, ayrı kanallardan yürüyen işçi sınıfının kendiliğinden hareketi ile sosyalist hareketin birleştirilmesi; işçi sınıfının “kendisi için bir sınıf ” olarak siyaset sahnesine çıkartılması olacak.

ma tamamlanmış olmayacak, partimiz sürekli yeni komünistlerin katılımına açık olacaktır. Sürecin sıkıntılarını ise, dayanışma ve yoldaşlık ilişkileriyle aşmak hepimizin sorumluluğunda olmalıdır. Neoliberal politikalarla beslenen kapitalizmin yenilmezliği propagandası, reel sosyalizmin yıkılışıyla birlikte, sosyalizmi bir seçenek olmaktan çıkartmıştı. Bugün ise, kapitalist kriz karşısında 21.yy’da sosyalizmin yeniden bir seçenek haline gelmesi imkanları artmıştır. Bunun için de oligarşiyi yıkacak bir politik güce ihtiyaç olduğunu, bu gücün de işçi sınıfı olduğunu sayısız kereler tespit ettik. Ancak, işçi sınıfının siyaset sahnesinde yer alması için, bu gücün ortaya çıkartılması görevini yerine getirecek bir araca da ihtiyaç var. Biz bu görevin bilinci ve sorumluluğuyla hareket ediyoruz. Çoğulcu, organik ve militan

Aynı zamanda, ülkenin mevcut konjonktüründe, AKP iktidarının sömürülen ve ezilen tüm kesimlere karşı otoriterleşmeye hız kazandıran saldırıları karşısında; işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin, lgbt bireylerin ve tüm ezilenlerin taleplerini de içeren bir programla mücadeleye atılan politik bir örgüte olan ihtiyaç, bir araç olarak yeniden kuruluş perspektifli bir partiyi inşa etmeyi de zorunlu kılıyor.

kuruluşunu ilan etmiş olacağız. Kuruluş kongremizin hedeflenene uygun bir içerik ve biçimde gerçekleştirilmesi için, Şubat ayında gerçekleştirdiğimiz SYK Ortak Merkezi Kurul (OMK) toplantısında oluşturulan komisyon şimdiden hazırlık çalışmalarına başladı. Parti kuruluşuna kadar olan bu 3 aylık zaman diliminde, zorlu ama bir o kadar da tarihe örnek olarak bırakacağımız metinlere son halini de vermiş olacağız. Program ve tüzük taslağı hazırlık komisyonu çalışmalarını Mart ayı sonuna kadar tamamlayarak, Nisan ve Mayıs aylarında tartışılmak üzere SYK üyelerine sunacak. Taslaklar bir yandan

partilerinden farklı olarak, SYK bileşeni örgütlerin kendilerini sönümlendirme süreçlerini bir ileri düzeye taşıdıkları önemli bir adım olacaktır. Yani bu süreç, atılacak adımlarla her birimizin bizim örgütümüz diyebileceği ortak örgütümüzü kurmak üzere, kendimizi dönüştürmeye doğru da bir yürüyüştür. 1 Mayıs’ta elimize alacağımız bayrak olacaktır artık yeni kimliğimiz. Bu anlamda kurulacak partiyle, rekabet dünyasından dayanışma dünyasına yol alışın adımını da atmış olacağız. Aynı zamanda bu adım geçmiş birlik deneyimlerindeki gibi basit bir birlik değil, her zeminde komünistlerin yeniden kuruluşu olacaktır. Ve yeniden yapılan-

Partinin kuruluşu, komünist bir işçi sınıfı partisinin oluşmuş olduğunu göstermez. Aksine böyle bir partinin, ayrı kanallardan yürüyen işçi sınıfının kendiliğinden hareketi ile sosyalist hareketin birleşmesiyle, yani sosyalist hareketin yeniden kuruluşunu işçi sınıfı hareketinin yeniden kuruluşu ile paralel ve iç içe gören bir anlayış ve pratikle ortaya çıkacağını söylüyoruz. O nedenle kurulacak partinin en temel görevinin, işçi sınıfının bu anlamda “kendisi için bir sınıf ” olarak siyaset sahnesine çıkartılması görevi olduğunun bilinciyle hareket ediyoruz. Bu dönemin gerektirdiği sorunları mutabakat metnimiz çerçevesinde ortak irade ile aşacağımıza inanıyoruz. Bu günden itibaren ve partimiz kurulduktan sonra hepimizin yükü daha da ağırlaşacak. Ama bayrağında kızıl, mor ve yeşil renklerin dalgalanacağı, militan bir mücadele örgütünü inşa etmek için tüm SYK’lılar görev başında olacaktır! Bu ağır sorumluluğun ve görevin üstesinden gelmek için Paris Komünü ve Ekim Devriminin parlak ışıkları yol göstericimiz olacaktır!


4

Politika

Siyase

Mart’ta siyaset ısınıyor

Mart 2013 # 3

Onurlu ve adil bir barışa giden yol uzundur ve hedefe ancak Kürt halkının, tüm demokrasi ve sosyalizm güçlerinin mücadelesi ve dayanışmasıyla ulaşılabilir. Belli bir süredir yürütüldüğü anlaşılan Abdullah Öcalan ile müzakerelerin ardından, Ocak ayı başında DTK-BDP’yi temsilen Ahmet Türk ve Ayla Akat’ın, Şubat ayı sonunda da BDP milletvekilleri Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan’ın Öcalan’la görüşmesi, bu görüşmenin sonucunda heyetin Kandil, Avrupa ve BDP’ye iletilmek üzere üç mektupla geri dönmesi, Kürt sorununun çözümü yolunda önemli gelişmelere işaret ediyordu. Feray Mertoğlu

AKP iktidarı her ne kadar farklı kavramlarla adlandırma yoluna gitmiş olsa da, İmralı’da Abdullah Öcalan ile başlayan müzakerelerin, DTK ve BDP temsilcilerini de kapsayan bir biçimde ilerlemesi, Kürt Özgürlük Hareketinin yıllardır sürdürdüğü mücadelenin elde ettiği bir kazanımdır. Ancak sürecin Kürt halkının meşru siyasi ve demokratik haklarının tanınmasına dayanan bir barışla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı henüz belli değildir. Onurlu ve adil bir barışa giden yol uzundur ve hedefe ancak Kürt halkının, tüm demokrasi ve sosyalizm güçlerinin mücadelesi ve dayanışmasıyla ulaşılabilir. BDP milletvekillerinin Öcalan ile yaptığı görüşmelere ilişkin tutanakların basına sızmış olmasına gösterilen tepkiler, AKP Hükümeti’nin Kürt sorununun çözümü yolunda bütün gelişmeleri kendi kontrolü altında tutma isteğinin dışa vurumuydu. İmralı’ya gidecek heyetin kimlerden oluşacağının belirlenmesinden, BDP temsilcilerinin yaptığı açıklamalara gösterilen rahatsızlıklara kadar ortaya konulan bütün hassasiyet gösterilerini bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Tayyip Erdoğan başta olmak üzere AKP Hükümeti, sorunun çözümü yolunda bütün ipleri elinde tutmak istemektedir. Çözüm için müzakere, barış için eşitlik Müzakere sürecinin, onurlu ve adil bir barışın tesisine hizmet etmesi için, HDK’nin “Çözüm İçin Müzakere, Barış İçin Eşitlik” kampanyası çerçevesinde milletvekillerinin de içinde olduğu HDK heyetinin Karadeniz gezisinin Sinop ve Samsun ayaklarında, ırkçı-faşist bir güruh eliyle ortam provoke edilmek istenmiş, ikinci bir Sivas yaratılmaya çalışılmıştır. Özellikle Sinop’da Vali, Emniyet Müdürü ve kolluk kuvvetleri olaylara seyirci kalmış, böylelikle heyete AKP Hükümeti’nin denetiminde kontrollü bir şiddet uygulanmıştır. AKP Hükümeti burada da aynı mesajı vermek istemiş, sorunun çözümü yolunda iplerin kendi elinde olduğunu göstermek istemiştir. AKP cinsiyetçi tutumuna her gün bir yenisini eklemektedir. Başbakan Erdoğan, kadınları kuluçka makinesi yerine koyarak, her birinden önce üç çocuk isterken, şimdi de beş çocuk istemektedir. “Her kürtaj Uludere’dir” diyerek kadınların bedenleri üzerinde söz söyleme küstahlığını gösterenler, şimdi de Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle abuk sabuk bir konuyu,

“Anne Sütü Bankası” kurulmasını ortaya atmaya cesaret etmektedir. Neyse ki, bu konu gündemi fazla meşgul etmeden, şimdilik tedavülden kaldırılmış gibi görünmektedir. Emeğimize, bedenimize, kimliğimize sahip çıkıyoruz 8 Mart ülke genelinde çeşitli etkinliklerle kutlandı. Kadınlar olarak emeğimize, bedenimize ve kimliğimize sahip çıkmak için, patriyarkaya, heteroseksizme, homofobiye, kapitalizme, milliyetçiliğe ve savaşa karşı kadınların mücadelesini ve dayanışmasını haykırmak

Kadınların mücadelesinden korkan iktidar sahipleri boş durmuyor ve engellemelerine devam ediyor. Diyarbakır’da 8 Mart Mitingi’nin afişlerinin yasaklanması, Antakya’da Kadın yürüyüşünün engellenmeye çalışılması bunun bir örneğidir. için alanlara çıktık. Kadınların mücadelesinden korkan iktidar sahipleri ise boş durmuyor ve engellemelerine devam ediyor. Diyarbakır’da 8 Mart Mitingi’nin

afişlerinin yasaklanması bunun bir örneğidir. 1995 yılı 12 Mart’ının akşam saatlerinde, Alevi vatandaşların çoğunlukta olduğu Gazi Mahallesi’ndeki dört kahvehane ve bir pastane aynı anda kimliği belirsiz kişilerce otomatik silahlarla taranmış, bu saldırı ile Alevi-Sünni çatışmasının fitili ateşlenmek istenmişti. Maraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da yapılan katliamların bir devamı olan Gazi katliamının failleri hala ortaya çıkarılmış değil. Katliamların açığa çıkartılması, faillerinin cezalandırılması için tepkimizi ve isyanımızı haykırmalıyız. Unutmamalı, unutturmamalıyız… 33 yıl önce, 16 Mart 1978’de, İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki binasının kapısından çıkan öğrencilerin üzerine atılan bomba ve ardından açılan ateşle yedi öğrenci öldürülmüş, 41 öğrenci de yaralanmıştı. Katliamda kaybettiğimiz devrimcileri unutmadık, unutturmayacağız. Önümüzdeki 21 Mart Newroz kutlamaları, AKP Hükümeti için bir sınav olacak. 2012 yılında Sri Lanka modelini denemeye yeltenerek Kürt hareketini tasfiye etmek isteyen AKP Hükümeti hüsrana uğradı ve Öcalan ile müzakere sürecini başlatmak zorunda kaldı. Şimdi bu kazanımı Newroz’da Kürt halkının ve ezilen halkların lehine çevirmenin zamanı. Newroz kutlamalarına bu bilinç ve duyarlılık içinde sahip çıkmalı, en güçlü şekilde alanlarda olmalıyız.


Mart 2013 # 3

Siyase

Politika

Barışı inşa etmek

5

Görünen o ki “barış masası”na esas ihtiyaç duyan, buna mecbur kalan taraf AKP’dir. Ebru Yıldırım Görüşme notlarının medya aracılığı

ile gündeme düşmesinden beri Kürt sorununa dair birbirine benzer ve birbirine karşıt pek çok şey söylendi. Birbirine benzer söylenegelenlere yanıt olması babında, bu yazının hemen başında dile getirmekte yarar var ki, ortada AKP-Kürt ittifakı değil, karşılıklı bir konumlanış söz konusu. Tartışmaya bu noktadan başlamak, yürütülen görüşmeleri değerlendirmek açısından ulusalcı yaklaşımları baştan dışta bırakmak anlamına gelecektir.

AKP-Kürt Hareketi ittifakı varmışçasına yaratılan hava, yeni rejimi üst yapıdaki değişimle kurumsallaştırmaya çalışan neoliberal-muhafazakar bir hattın karşısında gerekli refleksleri gösterememekten ve kendine güvensizlikten kaynaklanmaktadır. Oysa ne denmiştir “barış masası”nda: “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz. Yalnız Başkanlık ABD’deki gibi

Bir yandan “görüşülürken” diğer yandan Kandil’i bombalamak, Kürt siyasetinin içinden üç kadın yoldaşın Fransa’da katledilmesi, İmralı’ya gidecek heyetin belirlenmesinde yaşatılan sıkıntılar, KCK rehinelerinin hala cezaevlerinde oluşu, Rojava’da el altından çetecilerin desteklenmesi, Karadeniz’de HDK heyetine yönelik saldırıların organize edilmesi ve buna göz yumulması… AKP hükümetinin barış konusundaki samimiyetine(!) ilişkin elimiz-

Türkiye devletinin neoliberalizme eklemlenme sürecinin yeni bir evresi olarak okumamız gereken AKP iktidarının, aynı zamanda yeni konumlanmalara içrek Ortadoğu politikalarının önemli bir aktörü olmaya da aday olduğu bir sır değil. Davutoğlu’nun yıllardır “stratejik derinlik” olarak imlediği yeni Osmanlıcı politikalar hem ülke içindeki muhalefete, hem de bölgesel düzeyde halklara karşı yürütülen politika ve söylemlerde kendisini günbegün gösterdi. İçerde yürüttüğü muhalif “avı”nın yanı sıra, dış politikada da gerek Irak, gerekse de Suriye nezdinde oynadığı satranç kabilinden açık ve örtük saldırgan politikalar hezimete uğradı. Irak’ta Sünni hinterlandına oynayan AKP Maliki’nin tavır almasıyla, Suriye’de ise ABD’nin Katar’ı “görevlendirmesi” ile umduğunu bulamadı. Bütün bu gelişmeler olup biterken, Kürt rehinelerin açlık grevi çıkışı ile net bir şekilde işaret ettikleri “barış masası” AKP iktidarını, önünde duran satranç tahtasında “zorunlu” hamleye yönlendirdi. Bir ara “Sri Lanka modeli” olarak da dillendirilen PKK’yi imha etme hayalleri örgütün geçen yaz aylarında yürüttüğü “vur-kal” taktiği ile püskürtülünce, “seçimler” paketine giden süreci sorunsuz geçirmenin bir seçeneği olarak da “barış masası” kaçınılmaz oldu denilebilir. Anayasa tartışmalarından da anlaşılacağı üzere AKP, Ortadoğu hedefine uygun, otoriter bir yönetimin hukuksal yapısını yaratmak istemektedir. Dolayısıyla hükümetin ve yandaşlarının dillendirdiği gibi Kürt hareketinin minnet ve ricası üzerine masaya oturulmamıştır. Görünen o ki “barış masası”na esas ihtiyaç duyan, buna mecbur kalan taraf AKP’dir. Bütün mesele: Başkanlık ya da başbakanlık mı?

“Cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkmak” üzerinden yürüyen kimi sol aktörlerin “görüşme notları”nı değerlendirme mantığının altında, bizzat solun kendisinin yürütmesi gereken mücadeleyi seküler damarı güçlü, sosyalizmle bağlantılı bir politik hat izleyen “ulusal” bir harekete havale etmesi yatmaktadır. Yazının başında da ifade ettiğimiz gibi, ortada bir

Kürt rehinelerin açlık grevi çıkışı ile net bir şekilde işaret ettikleri “barış masası”, AKP iktidarını, önünde duran satranç tahtasında “zorunlu” hamleye yönlendirdi. olmalı, devlet meclisi gibi bir senato. İkincisi, bir de halklar meclisi. Bu ABD’deki Temsilciler Meclisi gibi olabilir.” Öcalan, masaya oturanlar nezdinde Tayyip Erdoğan’ın neyin pazarlığında olduğunun -elbette- farkında. Yasamayı, yürütmeyi, yargıyı toptan eline alan otoriter bir başkanlık modelinden bambaşka bir tarif var ortada. Hal böyle iken, ısrarla “acaba?”lar üzerinde durmak, niyet okumanın da ötesinde anlamlar çıkarmaya zorlamak bir bakıma. Adil ve eşit bir barış için

Yürütüldüğü öne sürülen barış sürecinin TC açısından emperyal hevesler taşıdığı elbet kesin.

deki veriler. Oysa görüşmeler için, örgütün de dahil edildiği, özgür bir ortam yaratılmalı. Bu veriler ışığında devrimciler, sosyalistler tarafından Hükümet, Kürdistan sorununa evrilmiş Kürt sorununda halkların eşitliği temelinde adil bir barışa mahkum edilmeli, bunun gereklerini yerine getirmeye zorlanmalıdır. Ortadoğu halklarının emperyalistler tarafından birbirine boğazlatılmaya çalışıldığı bu günlerde Türkiye sosyalistlerine düşen, tüm halkların eşit ve adil birlikteliğini inşa edecek bir dil ve politika geliştirmektir. Bu yılki “Newroz” kutlamalarına tüm sosyalist solun katılımı, geliştirilecek politikalar için bir başlangıç imkanıdır.


6

Kadın

Siyase

Geçmişten gelecek olmaz!

Mart 2013 # 3

Yıllar öncesinden tartışılıp konsensusa bağlandığını düşündüğümüz mor renk polemiği, kadın hareketinin içinde hala pragmatik ve kendinden menkul erkek siyasetinin yansımalarının aynen devam ettiğini gösterdi. Geçen 8 Mart’tan bu yana kadın hareketinin gündemi hiç aralıksız süren faaaliyetlerle devam ediyor. Hükümetin kürtaja yönelik muhafazakar ve kadın düşmanı politikalarına karşı, her kesimden kadınların yanyana gelerek kurduğu “Kürtaj haktır karar kadınların” Platformu kararlı ve sürekli çalışmalar yaptı. Hükümet geri adım atmak zorunda kaldı. Elbette bu başarı ile yetinilmedi. Çünkü fiili uygulamalar ile salvo üstüne salvo yapan hükümet gizli bir yasağı sürdürür durumda. Burada özellikle feminist kadınların süreci en başından öngörü ve aralıksız bir çalışma ile sahiplendiğini vurgulamak gerek.

Filiz Ç.

gerçekleştirdi. Bu gündemlerin yoğunluğu ile 25 Kasım’a gelindi. İçinden kuvvet doğamayan platformlar!

“Kürtaj haktır karar kadınların” Platformu hükümetin geri adımından sonra daralsa da, alışık olmadığımız kadar uzun bir birliktelik oldu. Acaba birlikte daha iyisini nasıl yaparız dediğimiz bir zamanda, 25 Kasım’da yaratılan polemik buz dağlarını dikti yine karşımıza. Geçtiğimiz yıl İstanbul 25 Kasım Platformu’nda SKM’li ve EMEP’li kadınlar HDK Kadın Meclisleri

özdeşleştiren ve kendini herkesten kızıl görenler, demokrasinin derin sularında, hakkı yenmiş ve yoksayılmış mağduru oynadılar. Yıllar öncesinden tartışılıp konsensusa bağlandığını düşündüğümüz mor renk polemiği, kadın hareketinin içinde hala pragmatik ve kendinden menkul erkek siyasetinin yansımalarının aynen devam ettiğini gösterdi. Nitekim benzer tavır bu yıl 8 Mart Platformu’nda da devam etti. Gerçi hem 25 Kasım’da hem de 8 Mart’ta “düşmana karşı birlikte görünelim” diyerek platformda kalınmış oldu; fakat Feminist hareket ile Sosyalist örgütlerden kadınlar arasındaki açı daha da büyüdü. Sosyalist örgütlerdeki kadınlar, oluşturulmaya çalışılan “birlikte ve ortak ses” yaklaşımından kopup, geriye dönme ve kendini ayırma tavrı içindeler. Bu tavır Feministlere “Çekilin, özne biz olacağız” demektir. Buradan ilişkileri germeye devam etmek kat edilen tüm yolları başa döndürmektir. İnsan, geçmişe neden bu özlem diye sormadan edemiyor? Oysa esas kazanım bugün, 8 Mart’ta da 25 Kasım gibi ortak pankart ve ortak sloganlarla yürüyebilmek değil midir? 8 Mart resmi tatil olsun

Feminist hareket, Kadın Kurtuluş Hareketinin öznelerinden biri olarak kendi mücadele dinamiklerini oluşturuyor ve bu alanlarda derinleşiyor. Ancak havayı kadın algısı ile koklarken, feminizmi esas özne olarak görmeyen kesimleri de içerebilecek kalıcı politik hamleler yapmıyor.

Uzun süredir kadın hareketinin ortak talebi olan 8 Mart’ın resmi tatil ilan edilmesi için KESK’in geçen yıl başlattığı eylemlilik, bu yıl KESK, DİSK, TTB ve TMMOB’un birlikteliği ile büyüdü. Kürtaj eylemleri devam ederken başka gündemler de hız kesmedi; ama buna karşın patriarkal kapitalizm de hiç boş durmadı. Artarak devam eden kadın cinayetleri, başta kadınlar olmak üzere artan işten çıkarmalar, hükümetin kadınlarla ilgili yaptığı bir dizi yasal düzenlemeler !.. Kadın hareketi bunlara karşı da aralıksız kampanya ve eylemler

Yüzlerce Kürt kadını cezaevinde! Bu yıl Kürt kadınları için her yıl olduğundan daha zorlu geçti. Bitmek bilmeyen KCK operasyonları yüzlerce Kürt kadını cezaevlerine doldurdu. Bu kadar kadının cezaevine konulması, elbette Kürt hareketini zayıflatma çabasıdır. Kadınların Kürt hareketinde önemli bir irade haline gelişini

adına, 25 Kasım’da yalnızca mor renk olmasına itiraz ettiler. Bu rengin kendilerini kapsamadığını kızılın da olması gerektiğini söylediler. Elbetteki bu renkler üzerinden yapılan ideolojik bir tartışma idi. Mor renge karşı olmak aslında feminizmin kazanımları üzerinden yürüyen bu günde, Feministlerin özne olmasına itirazdı. Kendini yalnızca kızılla kırmak amacını taşır. Kadın milletvekillerine özel olarak yapılan yıpratma kampanyaları, DÖKH temsilcilerinin, KESK’te yönetici konumundaki Kürt kadınların ve BDP’de ve BDP’li belediyelerde öne çıkmış kadınların, neredeyse, tamamının cezaevlerine konulmasının başka nasıl bir anlamı olabilir ?

Bu konuda tek başarı “Kürtaj haktır karar kadınların” Platformu’nu kurmak için gösterilen çabadır. Sürekli bir kendini oluşturma aşaması devam ediyor. Bunun iki nedeni olabilir; biri hala yeterince güç kazanamamış olması, diğeri ise Feminizme mesafeli duran yapılarla ortak bir zemin yakalamanın beyhude bir çaba olduğu inancı. Sosyalist yapılardan kadınlar bu inancı adeta pekiştirecek yaklaşımlar sergileyedursun ; yıllardır kadın hareketinin ortak talebi olan 8 Mart’ın resmi tatil ilan edilmesi için, KESK’in geçen yıl başlattığı eylemlilik bu yıl KESK, DİSK, TTB ve TMMOB’un birlikteliği ile büyüdü. Bu çaba yıllardır bu talebi dillendiren kadın hareketi için önemli ortak bir gündem. İşte birlikte durmak için bir fırsat daha… Tabi ki, herşeye rağmen Kürt kadınları politik mücadelelerini vermeye devam etmiş, hem karma örgütlerde olan kadınlarla hem de Feministlerle dengeli bir politika yürütmüşlerdir. Müzakerelerin başladığı bu süreçte de barışın sağlanması ve kalıcılaşması için daha etkin bir çabaya girecekleri de açıktır. Bu konuda bütün kadınlara sorumluluk düşmektedir.


Siyase

Mart 2013 # 3

Kadın

Kadınlara yargı-sız infaz!

7

Yeni yargı paketiyle tahliye olan kadın katilleri evlerine dönüp yarım bıraktıkları işleri tamamlayıp, tekrar devletin şefkatli kollarına kendilerini teslim edecekler. Sermin Danışman

Kadına yönelik şiddet Türkiye’de artarak devam ediyor. Sistemden beslenen erkek egemenliği, kapitalizmin eliyle sistematik olarak her türlü şiddeti kadına yöneltmekte hız tanımıyor. Her gün birkaç kadının öldürüldüğünü duymak toplumda olağan karşılanır hale geldi. Toplum, kadına yönelik şiddetin medyada gösterilmesini kanıksamış durumda. Yaşananların gösterilmesi herhangi bir farkındalık yaratmıyor aksine devam etmesine neden oluyor. İstatistikler, cinayetlerin sayısının birkaç kat arttığını görmemizi sağlıyor.

çocuk sayısı, kürtaj yasağı/kısıtlaması ile müdahale eden aynı devlet aynı bedenlerin katli söz konusu olduğunda adeta “karı-koca arasına girilmez” amiyane lafazanlığına yaslanıyor. Katiller ödüllendiriliyor

Yeni yargı paketiyle tahliye olan kadın katilleri evlerine dönüp yarım bıraktıkları işleri tamamlayıp tekrar devletin şefkatli kollarına kendilerini teslim edecekler. Bu şefkatli kollar onları hiçbir zaman yarı yolda bırakmadı. Bu yasayla tahliye olan tecavüzcüler ve katiller ödüllendirilmiş oldular. Bu katillere özel bir infaz uygulanması gerekirken şimdi bunlar ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşmaktalar. En ağır şekilde cezalandırılmaları gerekirken büyük bir ödül verilerek dışarıya salıverilen bu adamlar (katiller), cesaretle şiddete ve tecavüze devam edecek.

Türkiye’de öldürülen kadınların büyük bir kısmı boşanmak/ayrılmak isteyen, hatta çoğunluğu boşanan/ayrılan kadınlardan oluşuyor. Evinde sürekli şiddete maruz kalan kadına, isyan edip boşanmaya kalkışırsa sonunun ölümle biteceği adeta ezber ettiriliyor. Bu nedenle kadınların bir kısmı isyan edemiyor ve kaderlerine razı oluyor. Çünkü biliyoruz ve görüyoruz ki, Türkiye’de hukuk bu erkeklere çok bonkör davranıyor. Genelde birçok davada erkek, haksız tahrik indirimi isteyip elini kolunu sallayarak sokaklarda dolaşmakta. Bu erkekler, bu ülkede yaptıklarının yanlarına kar kalacaklarını çok iyi biliyor, katiller ve tecavüzcüler salıverildikleri zaman kahraman gibi karşılanıyorlar. Devletin daha önce çıkardığı yasa ile kadınlar karakol, sığınma evleri, savcılık kapısından dönüp kocaları tarafından katlediliyor; yargıda kadın katillerine haksız tahrik indirimi uygulanıyordu. Devlet son çıkardığı 4. yargı paketi ile de bu konuda ne kadar çok yol kat ettiğini bütün topluma göstermiş oldu! Bu paket ile kadınlarla dalga geçmeye devam ediliyor. Kadının bedenine doğurulacak

Henüz on üçünde, on dördünde “muhafazakar” kentlerin eşrafı, memuru tarafından satılan/tecavüze uğrayan çocuklara “rıza” ile yargısını yakıştıran hukuk; “özel alanın dokunulmazlığı”na atfedilen kutsallık, yatılı/yatısız okullarda yaşatılan cinsel şiddet, aile içinde en “yakınların” istismarı; inanç, ahlak, namus adına görmezden gelinerek ancak bu kadar evrensel bir hukuk algısına ulaşabilir Türkiye Cumhuriyeti’nde.

Kadın kurtuluş mücadelesini yükselterek, birbirimizle dayanışarak şiddetin karşısında durabiliriz. Yıllardır yürütülen çalışmalar bize gösteriyor ki daha fazla çalışarak ve örgütlenerek erkek egemenliğine karşı durabiliriz. Bu mücadelemizle, iktidarı yasal düzenlemeler yapmaya zorlayabilir ve daha çok mücadele ve daha çok kadını örgütleyerek hayatı yaşanabilir bir hale getirebiliriz.

Aile kurumunun kurbanları kadınlar Kutsal aile, kutsal anne, evin “reis”i erkek, “baba! beni okula gönder” dilenci dili, dizilerde dayak yiyen kadın tipolojisi, sığınma evi açmama gayreti, boşanmak isteyene “son kararın mı?” işkencesi, sosyal devlet olmaktan giderek uzaklaşılma, üçbeş çocuk doğuran kuluçka makinası algısı, “ananı

da al git” kepazeliği, kadının fıtratı söylevleri, bütün bunlarla ve bunlardan fazlasıyla dayanışma içindeki kirli medya… Belli ki sistemin birer aracı olan bu kurumlar sistemin birer maşası olarak görevlerine aynı şekilde devam edecekler. Dört bir taraftan kadına yönelik şiddet sistematik olarak devam edecek.

Birlikte güçlüyüz!

Kadın kurtuluş mücadelesini yükselterek, birbirimizle dayanışarak şiddetin karşısında durabiliriz. Yıllardır yürütülen çalışmalar bize gösteriyor ki daha fazla çalışarak ve örgütlenerek erkek egemenliğine karşı durabiliriz. Bu mücadelemizle, iktidarı yasal düzenlemeler yapmaya zorlayabilir ve daha çok mücadele ve daha çok kadını örgütleyerek hayatı yaşanabilir bir hale getirebiliriz. Ve yalnız olmadığımızı, birlikte çok daha güçlü olduğumuzu bu sisteme rağmen hissedebiliriz.

Her şeyin sahibi olan erkek, kadınları istediği şekilde kullanıp istemediğinde de yok etme hakkına sahip bir erk olarak kadının tepesinde duruyor. Sistem, kadına “Evine dön, aileni koru, erkeğine karşı vazifelerini yerine getir. Bu sistemde erkek ne derse o olur. Kadınlar ölür gider ama aile kurumu payitaht olarak ilelebet yaşayacaktır” diyor.


8

Politika

Siyase

Özel alan nerede biter, kamusal alan nerede başlar Kamu hizmeti olarak sağlığın metalaştırılmasına dönük bu girişim, eğitim hizmeti için de planlanıyor. Siyasal iktidar, son birkaç yıl içinde Kamu Özel Ortaklıkları (KÖO) söylemini sıkça dillendirir ve tartışır oldu. Sağlık hizmeti üretimini, bir kamu hizmeti olarak değil, kamu-özel ortaklıklarıyla yürütme tasarısı TBMM’den geçti. Buna göre Sağlık Bakanlığı yeni sistem ile sağlıktan tamamen çekileceğini vurgulamış oldu. Sağlık Bakanına göre, “Yasa ile bir şirket gelecek, o hastaneyi yapacak, işletecek, devlet de buna karşılık bir kira ödeyecek. Bu hastanenin ek sağlık hizmetleri, yemeği, güvenliği, temizliği, kafeteryaları da ihaleye verilecek şirkette olacaktır”.

Nejla Kurul*

Türkiye’de KÖO ile üç sağlık kompleksinin ihalesi yapıldı. KÖO, kamudan sübvansiyonlu kredi olanağına sahip, vergiden istisna tahvil çıkarma imkânı veriyor, ayrıca hizmet fiyatlarını yüksek tutma olanağı da var. Kamu emekçilerini, devlet memuriyetinden çıkarıp sözleşmeli personel yapıyorlar. Sağlık kampüsleri kompleksleri ihalesini, kamu yararını zedelediği için Danıştay şimdilik iptal etti.

dokuz yılı geçmemek kaydıyla belirli süre ve bedel üzerinden kiralama karşılığı yaptırılabilir.” denilmektedir. Bu girişimler, kamuoyuna “sağlık kampüsler” ve “eğitim kampüsleri” olarak sunulmaktadır. Kamu-özel ayrımı ortadan kalkmıyor KÖO’lığının yönetişim kavramı ve pratiği ile dolayımsız bir ilişkisi vardır. 1990’lardan bu yana kamusallıktaki dönüşümün önemli dinamiklerinden biri, devletin yönetimi anlayışında ortaya çıkan değişimdir. Yönetişim kavramı, yönetimi; devlet ve onun dışındaki aktörleri de (sivil toplum örgütleri, şirketler, piyasalar vb.) kapsayacak şekilde, yani “birlikte yönetme” anlamında tanımlamakta ve demokrasi ile bağını katılımcılık, açıklık, şeffaflık gibi özellikler ile kurmaktadır. Buna göre devlet “piyasa dostu” olarak yapılanmalıdır. KÖO, söylem ve pratiğinin kamu ve özel alan arasındaki ayrımı ortadan kaldırıp kaldırmadığına ilişkin tartışma, bu bağlamda önemlidir. Yaşanan

? Mart 2013 # 3

modelini temsil etmektedir Helenlerde özgür yurttaşların ortak kullandığı “polis” alanı, tek tek kişilere ait olan içinde ev ve geçimlik işlerin olduğu “ev” alanından ayrıdır. Kamusal alan, özgürlük ve istikrar alanıdır. Özgürlükler alanına girebilmek, zorunluluk ve bağımlılık alanlarının kuşatıcılığından kurtulmak, ayrıcalıklı yurttaşlar olmayı gerektirir. Özel alan olan ev ve aile alanı ise zorunluluk ve doğaya bağımlılık alanıdır. Bu alan geçimi sağlayacak üretimi de içerir. Özel alanlarda, köleler, barbarlar, kadınlar ve çocuklar yer alır. (Nazile Kalaycı, 2007, “Kamusal Alan Kavramı Üzerine Bir İnceleme Aristoteles- MarxHabermas”, Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü) Kimler kamusal alandan dışlanıyor?

Kölecil toplumun üretim biçeminin gereğine uygun olarak kamusal alan ve özel alan dolayımında, yine sınıf ayrımlı bir toplum olan kapitalist toplumun Türkiye özgülünde ortaya çıkardığı gerçeklik şudur: Kamu/özel ortaklıkları, mülkiyetin haksız dağılımı nedeniyle zenginlere açıktır. Sendikaları etkisizleştirilen emekçilerin, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin, azınlıkların, gençlerin, işsizlerin, engellilerin, doğanın ‘temsilcilerinin” kamusal alandan dışlanışına dikkat çekmek gerekir. Neoliberal burjuva kamusallığının KÖO biçimindeki yeni yüzü, kamusal alandan dışlananları bir yandan görmezden gelirken, diğer yandan dışlanmışlığı daha da derinleştirmektedir. Kapitalist sistemin ürettiği kamu- özel ayrımında “hane” ya da “aile” alanında olup bitenler “şirketleşmiş sivil toplumun” geride bıraktığı özel alanı oluşturmaktadır. Burada ataerkillik, ezilen kimlikler özgülünde saklı hayatlar, yoksulluk ve işsizlik, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk yaşanmaktadır.

Neoliberal burjuva kamusallığının KÖO biçimindeki yeni yüzü, kamusal alandan dışlananları bir yandan görmezden gelirken, diğer yandan dışlanmışlığı daha da derinleştirmektedir. Kamu hizmeti olarak sağlığın metalaştırılmasına dönük bu girişim, eğitim hizmeti için de planlanıyor. Milli Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede “…(Bakanlık) kendisine ve hazineye ait taşınmazlar üzerinde ihale ile belirlenecek gerçek ve özel hukuk kişilerine kırk

olgu, 1950’lerden başlayıp 1970’lerin ortalarına dek genişleyen burjuva kamusunun daraltılması mı yoksa kolektif etkinlik olarak gerçekleştirilen ne varsa toplumsal yaşamdan kovulması mıdır? Kamusal alan ve özel alan tartışmasının tarihsel olarak oldukça geriye dayanan bir geçmişi vardır. Aristoteles’in kamusal alan görüşü, Helenist kamu

Aristoteles’ten yüzyıllar sonra Marx, insan yaşamını kamusal ve özel olmak üzere ayıran duvarların yıkılmasını önermiştir. Marx, Yahudi Sorunu Üzerine adlı yapıtında, akıl yürüten özel mülk sahiplerinden oluşan kamunun, kendisine şüpheyle yaklaşılması gereken bir topluluk olduğunu belirtmiştir. “Kamuoyu, burjuva sınıf çıkarının maskesidir. Gerek mülkiyetin haksız dağılımı, gerekse kamuya girebilmek için sahip olunması gereken özelliklerin edinilmesindeki eşitsizlikler, devlet ile toplumu birbirine karşıt iki güç olarak konumlandırmıştır”. Marx’a göre devlet ve toplumun bu karşıt konumlanışı, insanın “kamusal insan” ve “özel insan” olarak bölünmesine neden olmuştur. Bu da toplumsal yabancılaşmanın nedenidir (Kalaycı, 2007).Sonuç olarak tüm alanları ve ayrılıkları yıkan eşitlikçi bir toplum tüm ezilenlerin ortak özlemi olmayı sürdürmektedir. * Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi


Siyase

Mart 2013 # 3

Kadın

9

Kırk katır mı? Kırk satır mı?

Yeni muhafazakarlık Toplumsal dayanışmanın, toplumun ahlaki üretiminin merkezi olarak aileyi gören yeni-muhafazakarlık kadına aile içindeki her türlü erkek şiddetini ideolojik araçlarla meşru kılıyor. Muhafazakârlık, 18. yüzyıl

Halime Çavdar Avrupası’nda sınıfsal altüst

oluşlara bağlı olarak, kökleri Ortaçağa dayalı Katolik aristokratların geleneksel üretim ilişkilerinin sonucu olan “kadim” toplumsal ve siyasal yapıları doğrulayan, yeniliği (modernizm) deneyimsizlikten ötürü reddeden siyasal ideolojidir. Toprak aristokrasisinin sahiplendiği “eskiyi” (angient regime) meşrulaştırmada büründüğü ruh halidir. Mannheim’ın “Gelenekselcilik ancak değişimin sınıf çelişkisine bağlı olduğu sınıflı toplumlarda muhafazakârlığa dönüşür.” açıklaması da egemenliğini yitirdiği süreçte aristokrasinin muhafazakârlığı nasıl kavramsallaştırdığı ve ideolojiye dönüştürdüğünü gösterir. Fransız Devrimi’nin taçlandırdığı yurttaş haklarına tepki duyan muhafazakârlık ardından II. Paylaşım Savaşı’nın öncesine kadar uzanan demokrasi zemininin genişlemesine de karşı çıkmış, Keynesyen anlayışın ürünü olan refah devletinin uygulamalarına da itiraz etmiştir. Devam edecek olursak, “kadim toplumsal düzenin” otoriteye, aileye, sınıfa, dine, cemaate dayanan örgütlenme biçimlerini savunur. Israrcısı olduğu devamlılığı sağlayacak her türlü aracın kullanılmasını “mübah” görür, bu bağlamda faydacıdır, eklemlenebilme “kabiliyetine” sahiptir. 1970’li yıllarda sermaye, birikim krizini Keynesyen politikalarla aşamazken, ekonomide devletin payını küçülttüğü, refah devletini tırpanladığı neoliberal politikaları üretmeye başladı. Sosyal devletin göstergeleri olan alanlar sermaye için piyasaya açıldı; eğitim, sağlık alanları metalaştırıldı. Ahlaki üretimin merkezi aile

Türkiye bu yapılanma sürecini 1980 sonrası özellikle AKP’nin “muhafazakâr demokrat” söylemi ile görünür biçimde yaşıyor. Kadınlar “namus”, “ailenin devamlılığı” adına öldürülerek, yoksullaşarak, erkeğe/aileye bağımlı kılınarak, eğitimden yoksun bırakılarak yaşıyorlar. AKP iktidarı boyunca kadın cinayetlerinin yüzde 1400 artışı yenimuhafazakârlığın kadınlar üzerindeki tahakkümünü görünür kılıyor. Toplumsal dayanışmanın, toplumun ahlaki üretiminin merkezi olarak aileyi gören yeni-muhafazakarlık kadına aile içindeki her türlü erkek şiddetini ideolojik araçlarla meşru kılıyor. İslami tandanslı kanallarda kadının aile içinde ne yapması, ne yap-

maması gerektiğine dair söylemler üretiyor, erkeğini mutlu etmenin yollarını sıralıyor. Kadınlara tek yaşama amacı biçiliyor: evlenip aile kurma, toplum için “hayırlı” evlatlar yetiştirme. Ailenin terkini toplumun ahlaken çöküşüne eşitleyen bu ideoloji,

le/deneyimlere, dine yaslanarak normal doğum kadınlara tek “doğru” doğum yöntemi olarak kabul ettirilmeye çalışılıyor. Devletin otoriter eli bilim dünyasında da geziniyor, araçlaşan bilim kürtajı öcüleştiriyor, Osmanlı’nın nasıl da “ileri” doğum

Yeni muhafazakârlık kadının cinselliğini hem ahlaki hem de dini ölçekte ataerkil sistem ve söyleme eklemlenerek bastırıyor, görünmez kılıyor. kadın cinayetlerini münferit olaylar dizisine indirgiyor. Kadına yönelik şiddetin geleneksel olarak “kader” biçiminde algılanmasını yeniden üretiyor. Yeni muhafazakârlık kadının cinselliğini hem ahlaki hem de dini ölçekte ataerkil sistem ve söyleme eklemlenerek bastırıyor, görünmez kılıyor. Kadını annelik kurumunun içinde kutsallaştıran erkek egemen anlayışa paralel vajinayı cümle içerisinde kullanmaktan imtina ediyor. Kullanan kadını “ahlaksız” olarak damgalıyor, “namuslu” olmaya davet ediyor, davetine icap edilmediği takdirde had bildiriyor, ders veriyor. Kadınlar muhafazakarlıkla törpüleniyor

Neoliberal politikaların uygulanabilmesinin ön koşulu yedek işgücü potansiyelini arttırmak. İşçi sınıfı arasında yaratılan rekabete, yedek işgücünün verdiği güvenceye dayanarak sermaye birikim krizini aşmayı hedefliyor. Bu minvalde devlet, kadın bedeninin kadından habersiz nasıl kullananılacağına dair politikalar üretiyor. Nüfus/kimlik politikalarına da bağlı olarak, kadının “kürtaj yapıp yapmayacağına” devletin ta kendisi karar veriyor. Sağlıklı, parasız kürtaj olma hakkı kadının elinden alınıyor. Gelenekse-

teknikleri kullandığını savunur pozisyona düşüyor. Kadınların tarihsel olarak dişleriyle tırnaklarıyla kazandıkları haklar muhafazakarlık törpüsüyle tırpanlanıyor. Bu ideolojinin sermayeyle olan organik bağına karşılık kadınların kurtuluş mücadelesinde örgütlü olmalarını zorunlu kılıyor.


10

Siyase

Kadın

Mart 2013 # 3

Kürtaj yasağı “cinayettir” Biz kadınlar için kürtaj haktır ve bu hakka sahip olmadığı için hayatını kaybeden kadınlar cinayet kurbanıdır, faili ise yasa koyuculardır.

Yüzyıllar boyunca, patriyarkaya dayalı tahakkümcü sistemlerin, kapitalizmin, onun militarist ideolojisinin, kısacası iktidar erkinin elini asla çekmediği konulardan biridir “kürtaj” ve faşizan nüfus politikaları her zaman kadın bedeni üzerinden şekillenmiştir. Zöhre Kordon

tamadı. Ancak AKP hükümeti bu yasa değişikliği konusunda kararlı görünüyor. Hiçbir kadın ya da sağlık örgütü ile diyalog geliştirmeden, müzakereye girişmeden hazırladığı yeni yasa taslağında kürtaj belki resmen yasaklanmıyor ama bu taslak yasalaşırsa neredeyse “fiilen” engelleniyor.

Bu topraklarda ise Osmanlı döneminde dinen günah sayıldığı için, cumhuriyet dönemi sonrasında ise azalan ve yaşlanan nüfus gerekçesiyle yasaklanan kürtaj ve doğum kontrol yöntemleri, 1960 sonrasında esnetilmeye başlandı. İki katına çıkan ülke nüfusu, ekonomik koşullarının buna uyum sağlayamaması, istihdamın aynı oranda arttırılamaması ve artan nüfusun kontrol güçlüğü gibi sebeplerle önce doğum kontrolü serbest bırakıldı, ardından 1983 Anayasası ile 10 haftaya kadar isteğe bağlı kürtaja izin verildi. Biz kadınlar yıllardır gerek iktidarın, gerekse patriyarkanın kadın bedenine, emeğine, kimliğine yaptığı saldırılara ve hak ihlallerine karşı mücadele ediyoruz. Ancak “kürtaj” bu mücadele alanlarımızdan biri değildi. Ta ki 2012 Mayıs’ında R.T. Erdoğan, altından kalkamadığı, hesabını veremediği “Uludere” yi örtmeye yönelik “ kürtaj cinayettir, her kürtaj Uludere’dir” diyene kadar.

“Kürtaja karşı olan hekim “ret” hakkına sahip olacak ve hastasını başka meslektaşına yönlendirecek” deniyor. Peki, bu ret hakkının keyfiyetini kim kontrol edecek? Bir hekimin bu hakkını kullanması, kadının en temel hakkını kullanmasının önünde hukuki bir dayanak ile engel konulması değil de nedir? Ayrıca hekime tanınan bu “hak” belki bazı bölgelerde başka bir doktora ulaşamayacak kadın için kürtaj hakkının tamamen ortadan kalkması değil midir?

Henüz doğmayan çocuğun yaşam hakkını korumak adına bu denli uğraşan hükümet nedense, Uludere’de katledilen “doğmuş” çocukların, iş cinayetlerinde hayatlarını kaybeden işçilerin, askerde cephanelik sayımında patlayan bombalar sebebi ile ölen, intihar eden ya da “kaza” kurşunuyla hayatını kaybeden gençlerin, binlerce faili meçhulün ve erkekler tarafından katledilen kadınların “yaşam hakkı” için aynı hassasiyeti göstermiyordu.

Kürtaj yasağı her yıl binlerce kadını öldürüyor! Dünya Sağlık Örgütü’nce yapılan araştırmanın 2012 verilerine göre, 73 ülkede kürtaj serbestken,

Taslağa göre; “İsteğe bağlı kürtaj için 10 haftalık süre korunurken, bunun tam teşekküllü devlet hastanelerinde yapılması şartı” geliyor ki; bu bekar kadınların hamileliklerini sonlandırmada önlerine ciddi engellemeler getirileceği anlamına geliyor, ayrıca hamile kadınların fişlendiği GEBLİZ sistemi ile ailelerine ihbar edilen bu kadınların “namus” gerekçesi ile katledilmelerinde devlet suç ortaklığı yapıyor. Ayrıca evli kadınların bile kürtaj yaptırmak istediklerinde devlet hastanelerinde maruz kaldıkları muameleleri biliyoruz. Kadınlar “devlet” hastanelerinde bir tür cezalandırmayla karşılaşıyor, fiziksel şiddet ve bir tür işkence ile karşı karşıya bırakılıyorlar. “Kürtaj için başvuran kadına, kürtajın riskleri anlatılırken, tekrar düşünmesini sağlamak üzere ceninin kalp atışının dinletilmesi kuralı getirilecek” deniyor ki; bu kesinlikle kadına yönelik psikolojik şiddettir, sürekli dayatılan “kutsal aile” kavramının kurulması ve korunması adına kadının değersizleştirilmesidir.

“Kürtaj haktır, Uludere katliam”

Demek ki konu “cenin”in ya da başka herhangi bir şeyin yaşam hakkı değildi, konu kadınların bedeninin ve kimliğinin kime ait olduğu ve onun kontrolü meselesiydi. Kadınlar Türkiye’nin her yerinde sokaklara çıktılar ve kazanılmış haklarını savundular. Medyanın her türlü körlüğüne, sağırlığına rağmen, bu eylemler sayesinde hükümet geri adım atmak durumunda kaldı ve 10 haftalık süreyi kısal-

Yasak yok ama uygulama var

Kadınlar Türkiye’nin her yerinde sokaklara çıktılar ve kazanılmış haklarını savundular. 68 ülkede hala yasak. Her yıl kürtaj olan yaklaşık 44 milyon kadının yarısı bu yasak yüzünden, hijyenden uzak, sağlıksız ortamlarda operasyon geçirmek zorunda kalıyor ve bu kadınlardan 68.000’i ölüyor. Kürtajın yasak olduğu ülkelerde, gebeliği

Kısacası bu konudaki mücadelemiz henüz bitmedi, özellikle AKP ya da temsil ettiği muhafazakar politikalar iktidarda olduğu sürece, patriyarkanın gizli ya da açık kadın bedenine, kimliğine saldırıları sürdüğü sürece örgütlenmeye ve mücadeleye devam edeceğiz. Çünkü biz kadınlar için kürtaj haktır ve bu hakka sahip olmadığı için hayatını kaybeden kadınlar cinayet kurbanıdır, faili ise yasa koyuculardır. sebebi ile hayati tehlike yaşayan ve tıbbi müdahale alamadığı için ölen kadınların sayısı ile ilgili ise elimizde bir rakam yok maalesef.


Siyase

Mart 2013 # 3

Politika

Dilleri lâl olup, belleği susmayanlar:

11

Qoçgîrî Büyüklerimize sorardık, Koçgiri katliamında ne oldu? Kimse konuşmak istemezdi. Dönemin Sivas Valisi Tepeyran katliamdan bahsederken “Yazamadıklarımın neler olduğunu o bölge halkı bilir” der. Gülfer Akkaya

“Kuzeybatı Dersim olarak da adlandırılan Koçgiri, birkaç asır önce Dersim’den göçtüğü kabul edilen, ekseriyetle Sivas’ın İmranlı/Ümraniye, Zara, Suşehri, Kangal, Divriği, Hafik ilçeleriyle, Erzincan’ın Refahiye, Kuruçay ilçelerinde 135 köyü çevreleyen alanda aynı isimli aşiretin meskûn olduğu bölgedir.”1 Koçgiri (Qoçgîrî) Halk Hareketi, kendisinden bir yüzyıl önceki Kürt ayaklanmalarının devamıdır. Kürt ayaklanmalarının ilk yüzyılında ayaklanmalar daha ziyade Kürt halkının varlık şekli olan aşiretlerin ve beylerin önderliğinde olmuştur. Ayaklanmaların ikinci yüzyılı olan 1900’lerde halk hareketleri vasfına kavuşmuş, bağımsızlık/özerklik isteyen ulusal hareketler niteliğine sıçramıştır. 1908, 2. Meşrutiyet sonrası açılan Kürt derneklerinin yanı sıra, 1918’de kurulan Kürt/Kürdistan Teali Cemiyeti (KTC) önemlidir. KTC Alevi-Sünni Kürtlerin ulusal taleplerle bir araya geldikleri örgüttür. Merkezi

Cumhuriyet döneminin ilk Kürt katliamının Koçgiri olması, Kemalist Ankara Hükümeti’nin vaatlerine kanmayan Koçgirililerin Kürt ulusal taleplerini dillendirip, örgütleyip, harekete geçmiş olmasındandır. İstanbul’da olan KTC’nin üyeleri arasında Koçgiri aşiret reisi Mustafa Bey’in oğulları Haydar ve Alişan Beyler de vardır. Cemiyet, Kürdistan vilayetlerinde şubeler açar, Kürt ulusal taleplerini yaygınlaştırır. Alişêr Efendi (ve Zarîfe Koçgiri halk hareketinin sembolleridir) Dersim bölgesi örgütlenme sorumlusudur. Ancak 1920 yılına gelince KTC ile iletişim tamamen kesilir. Talepler 1920 yılında imzalanan Sevr Antlaşması, bağımsız Kürdistan’ın kurulmasını mümkün kılınca Sivas-Kangal Yellice’de bulunan Hüseyin Abdal Tekkesi’nde bir toplantı yapılır: “Sevr Antlaşması’nın uygulanması ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Dersim-Koçgiri bölgelerini kapsayan bağımsız bir Kürdistan…”2 kurulması

için yemin edilir. 15 Kasım 1920’de Alişan ve Alişer’in çalışmaları sonunda Dersim merkezi Hozat’ta bir toplantı daha yapılır. Hozat aşiretlerine güvenmeyen Seyit Rıza toplantıya katılmaz. Ayaklanma sırasında söz verdiği yardımı yollamayan Hozat, Seyit Rıza’yı haklı çıkarır. Toplantı kararları arasında tutuklu Kürtlerin serbest bırakılması, Koçgiri bölgesine gönderilen askerlerin geri çekilmesi, Kürt çoğunluğunun olduğu yerlerden Türk idare memurlarının çekilmesi ve Kürdistan özerk yönetimi yer alır. Ankara’ya telgraf çekilir. Ankara zaman kazanmak için “nasihat heyeti” yollar, diğer yandan Kürtleri bölmeyi ve etkisi altına alabildikleriyle Büyük Millet Meclisi’nde yan yana gelmeyi başarır. Zamanının Çatlısı Topal Osman Aynı dönem Ankara’daki Milli Hükümet’in Alevi/ Kürtleri kıracağına yönelik söylentiler yayılır. Kürt/ Alevi olmak Koçgirilileri tanımlayan temel iki unsurdur. Böylece askeri olarak henüz hazırlanmamış halde Koçgiri Halk Hareketi başlar. İsyan başlayınca Ankara, Alişan Bey’i Refahiye Kaymakam Vekilliği’ne, Haydar Beyi Ümraniye Belediye Başkanlığı’na atayarak isyanı söndürmeyi amaçlar. Miralay Halis Bey süvari alayıyla Koçgiri merkezi Zara’ya girer. Erzincan, Elazığ, Divriği ve Zara’da sıkıyönetim ilan edilir. Harp Divanı kurulur. Alevi düşmanı Giresunlu Topal Osman bölgeye gönderilir.*3

Cumhuriyet döneminin ilk Kürt katliamının Koçgiri olması, Kemalist Ankara Hükümeti’nin vaatlerine kanmayan Koçgirililerin Kürt ulusal taleplerini dillendirip, örgütleyip, harekete geçmiş olmasındandır. Bastırılmasının iki nedeni; Dersimli kimi aşiretlerin yeminlerini tutmaması, kiminin Ankara ile anlaşması ve KTC’nin içine düştüğü örgütsel parçalanma ve siyasi tükeniştir. Böl-yönet politikası tutmuş, benzer durum Şeyh Sait ayaklanmasında yinelenmiştir. Kürtlere muhtariyet diye yazan “ilerici” 1921 Anayasası Koçgirililerin önce bağımsızlık, sonra muhtariyet talep ettikleri için katledildikleri dönemde kabul edilmişti. (20 Ocak 1921) Koçgirililer katledilince bu anayasa, kalan Kürtleri bastırıp, susturma işlevi görmüştür. 17 Haziran 1921’de isyan bastırılır.7 Alişêr ve Zarîfe Dersim’e geçer. İkisi 1937 Dersim katliamında devletçe satın alınan akrabaları tarafından mağarada öldürülürler. Kürt - Kızılbaş ayaklanmalarının ve devletin katliamcı kültürünün önemli örneklerinden biri olan Koçgiri gerçekliği ne sosyalist hareket tarafından, ne de Kürt hareketi tarafından yeterince gündemleştirilememiştir. Bu sorumluluk hala hepimizin omuzlarındadır.

Özel yetkili Sakallı Nurettin

Kaynaklar:

13 Mart 1921’de Bakanlar Kurulu olağanüstü yetki ile Sakallı Nurettin Paşa’yı halk hareketini bastırmakla görevlendirir. O sırada nasihat heyetinin girişimleriyle Kürt ileri gelenleri geri adım atar, Hükümet’e bağlılıklarını bildirirler. Uzlaşmaya rağmen Sakallı Nurettin “Bu kadar asker toplandı, bir şey yapılmazsa olmaz” diyerek katliamı gerçekleştirir.

1) Herkesin Bildiği Sır: Dersim, Koçgiri ve Dersim Kürt Hareketliliği: Koçgirili Alişer Efendi ile Nuri Dersimi’nin rolüne dair, Dilek Soileau

Koçgiri katliamı Kemalist Hükümet’in bir bütün olarak Dersim’e yönelik planının ilk adımıydı. Hükümet, Osmanlı yönetimi sırasında özerk yaşamayı başarmış, memleketin ortasında çıbanbaşı olan Dersim’i “iki parça” halinde katledecekti. Tesadüf mü, Dersim katliamlarında akraba4 askerlerin olması: Sakallı Nurettin5, Hareket ordusundaki akrabası6, Dersim kasabı damadı Abdullah Alpdoğan.

2) A.g.k. *O sırada Sakallı Nurettin, Topal Osman’la Karadeniz’de Rum Pontus hareketini bastırmaktadır. 3) Alevilerin Siyasal Tarihi, I. Cilt, Necdet Saraç 4) Koçgiri katliamı sonrası Meclis’teki tartışmalarda Ziya Hurşit, Sakallı Nurettin için “Kendisi orada bir aile hükümeti kurmuştur. Damadı Kurmay Başkanı, bir kardeşi Tokat Mutasarrıfı” der. Aynı kişi “zo diyenleri ortadan kaldırdık, sıra lo diyenlerde” diyen kişidir. 5) Belgelerle Kurtuluş Savaşı, Ebubekir Hazım Tepeyran, sf. 208 6) Tepeyran, Zara’nın altı köyünün tüm eşyalarını ve hayvanlarını yağma ettirip altı kişiyi öldürenin Sakallı Nurettin’in akrabası olduğunu belirtmekte. Sf. 218 7) Sevr’den Lozan’a Kürt Sorunu ve Kemalist Hareket, Şaban İba


12

Kadın

Siyase

Mart 2013 # 3

HDK süreci ve kadınlar HDK ezilenlerin mücadele birliği bakımından önemli bir kazanımdır. Aynı zamanda Kürt kadınlarıyla da birlikte ortak mücadelede buluştuğumuz, dayanışmayı geliştirdiğimiz bir zemindir.

15-16 Ekim 2011 tarihinde Ankara’da toplanan ve ezilenlerin mücadelesi bakımından yeni bir sıçrama noktası oluşturacak olan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) kuruluşunu bir sonuç bildirgesiyle kamuoyuna ilan etti. Latife Demirci Kahya

Kongre örgütlenmesi daha ilk adımda kadınların yüzde 50 kotayla temsilini kabul etmiştir. HDK’li kadınlar, Kongre içinde kadın meclisleri şeklinde örgütlenme kararı almışlardır. Kadın meclislerinin oluşturulması için tüm HDK’li kadınların katılımıyla kadın forumları yapılmış, il ilçe kadın meclislerinin oluşumu bu forumlarda tartışılarak asgari müştereklerde bir araya gelebileceğimiz kararlar alınmıştır. Sadece HDK’li kadınların örgütlenmesi değil, genelde de HDK’nin örgütlenme biçimi hemen her yerde meclisler şeklinde olmuştur.

Kadınların katılımı giderek düşüyor!

Kadınların temsiliyeti Kongre’de olduğu gibi, kadın meclislerinde de çok yetersiz ve siyasi oluşumların ve kurumların temsiliyetine sıkışmış durumda. HDK tüzüğünde kadınlara yüzde

Kadınların temsiliyeti Kongre’de olduğu gibi, kadın meclislerinde de çok yetersiz ve siyasi oluşumların ve kurumların temsiliyetine sıkışmış durumda. 50 kota olmasına rağmen, kadınların Kongre’de temsiliyeti ancak yüzde 43’leri bulabilmiştir. Kadın meclislerinin sayısı arttırılamadığı gibi kongreye katılan kadınların çoğu da kadın meclislerine katılmamaktadır. Bu durumu ne tek başına kadınlara ne de örgütlere bağlayabiliriz. Erkek egemenliğinin

olduğu her yerde kadınlar, istisnalar dışında, yönetici organlara ve temsiliyetin olduğu her hangi bir organa girmeye her zaman çekinmişlerdir. Kongrenin ilk kuruluşunda kadın katılımının hiç de azımsanmayacak bir sayıda olması kadın mücadelesi yönünden HDK’ye dair umutkar bir durum oluşturmuş; ancak HDK’nin ikinci kongresine kadınların katılımının azlığı, ilk kongredeki umutkar havada belli bir kırılma yaratmış, bunun yanısıra genel anlamda baktığımızda kuruluş kongresindeki heyecan da ikinci kongrede düşmüştür. Farklılıklarımıza rağmen bir arada olmak

HDK’li kadınlar olarak farklı kurumlardan, farklı örgütlenmelerden geliyoruz. Kadın kurtuluş hareketine bakışımızdaki farklılıklara rağmen bizi bir arada tutacak kadın politikalarının ve dilin ortaklaştırılması, ortak mücadele zemininin oluşturulması yönünden oldukça önemli. Bu günkü durumda bu konuda HDK içinde bir kargaşa yaşanıyor. Örneğin; 8 Mart birçok yerelde yalnızca biçim olarak değil, içerik olarak da farklı değerlendiriliyor. Yerellerin kendi için de bile, 8 Mart kimimize göre “dünya kadınlar günü” kimimize göre ise “emekçi kadınlar günü” olarak tariflenmektedir. Yine “Kadının beyanı esastır” konusunda da farklı farklı anlayışlar bulunmaktadır. Bu açıdan bile, kadın forumlarının ve konferanslarının yapılmasının önemini bir kez daha vurgulamak gerekir. Yukardaki saptamalar ışığında, 6-7 Nisan 2013 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilecek Kadın Konferansı’na sunulmak ve tartışılmak üzere aşağıda aktarılan, HDK Kadın Meclisi ve Kadın Koordinasyonu’nun ortak toplantısında kararlaştırılan konuları, HDK’li kadınların gelecek mücadele perspektifleri açısından oldukça önemli buluyorum. HDK ezilenlerin mücadele birliği bakımından önemli bir kazanımdır. Aynı zamanda Kürt kadınlarıyla da birlikte ortak mücadelede buluştuğumuz, dayanışmayı geliştirdiğimiz bir zemindir. SYK’dan kadınlar olarak katılımımızı artırarak, HDK’de kadın kurtuluş mücadelesinin kazanımlarına sahip çıkılması yönünde çabamızı sürdürmeliyiz.

HDK Kadın Konferansı tartışma başlıkları 1) Kadın hareketinin 2013 gündeminde son siyasal gelişmeler doğrultusunda kadına yönelik şiddet, ücretli-ücretsiz kadın emeğine saldırılar, ekonomik kriz, AKP’nin aileyi güçlendirici politikaları, muhafazakarlık, savaş politikaları… gibi kadın emeğine, bedenine ve kimliğine yönelik saldırılar karşısında öncelikli ortak politik sözümüzü ve taleplerimizi konuşacağız.

2) İttifak politikalarında kadın hareketi ve kadın örgütleriyle ilişkilerin nasıl olması gerektiğini belirleyeceğiz. 3) HDK Kadın Meclisi örgütlenme sorunlarımız konusunda çalışma tarzı anlayışı, iç ilişkilerdeki rekabetçilik, hiyerarşi, deneyim aktarımı, dayanışma, HDK bileşeni kurumların bağımlılık problem-

leri, katılımcılık sorunsalları üzerine konuşacağız. 4) 2014 seçimlerinin yaklaştığı dikkate alınırsa, yerel yönetimlerde kadınların talepleri ve kadınların katılımı, katılım mekanizmaları üzerine HDK kadın politikasını belirlemek açısından bu gündem oldukça önemli.


Mart 2013 # 3

Siyase

Politika

Blok’tan HDK’ye, HDK’den yarına…

13

Bugün bu coğrafyada asırlardır yok sayılan/ezilen halklarla sınıf mücadelesinin kendisinin çakıştığı, farklı mücadele dinamiklerinin buluştuğu bir tarihsel kavşaktan geçiyoruz. Bu fırsatı egemenlere karşı mücadele dinamiği haline getirmek için çalışmak kadar devrimci bir görev olabilir mi? Yıl 2011... Aylardan Ekim. Kırlardan kentlere taşan Kürt özgürlük mücadelesi, darbelerle, bölünmelerle kan kaybına uğramış sosyalist hareket ve Alevilerden, özgürlük mücadelesi veren kadınlara kadar toplumun hemen hemen tüm muhalif dinamikleri için yeni bir mücadele alanı, tabiri caizse yeni bir güneş doğdu. Yıllardır süren solda birlik ve çatı partisi tartışmalarının ardından nihayet bu proje Halkların Demokratik Kongresi’nde (HDK) ete kemiğe büründü.

Fatma Acar

Ezilenlerin ve emekçilerin üçüncü kutbunu inşa etme amacıyla yan yana geldiği HDK, yerel seçimlerin yaklaştığı, müzakere sürecine doğru gidilen bugünlerde iktidara alternatif bir politik özne/ ortaklık olarak bir adım öne çıkıyor. Kuruluşundan bu yana sadece bir buçuk yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün tüm emekçi ve ezilenlerin sözcüsü ve öz örgütlülüğü olma yolunda somut adımlar atıyor. HDK, egemenlere demokratik çözümün ve onurlu bir barışın dayatılmasında önemli bir politik güç. Aynı zamanda kurduğu Halkların Demokratik Partisi’yle (HDP) seçim sürecinde etkili bir rol oynamaya aday. Bizler bu mücadele ortaklığını kurarken şöyle yola çıktık: Ezilen ve kimlikleri yok sayılan milliyetlerin ve inançların sesleri daha gür çıkacak; heteroseksizme, homofobiye ve transfobiye karşı cinsel kimliklerin mücadelesini destekleyeceğiz; sermayenin doğaya saldırılarına karşı yoksul köylüyü ve doğayı savunacağız; ezilen, dayak yiyen, öldürülen, yok sayılan kadınların isyanını büyüteceğiz; sömürü düzenine karşı insanca ve eşit yaşamı savunacağız; liselerden, kampüslerden sokağa gençliğin isyan bayrağını daha da yukarı dikeceğiz... Tüm toplumsal dinamiklerle güçlü biçimde ilişkilenme amacı güden HDK, bütün bu dinamikleri birbirleriyle bakıştıran bir şekilde, doğanın talanına karşı mücadeleden, emeğin sömürüsüne karşı mücadeleye, kadın kurtuluş hareketinden ezilen halklar ve inançların özgürlük mücadelesine kadar, hepsini ortak bir kanalda buluşturmayı hedefliyor. Zamanın ihtiyacı

“HDK bugün bütün bu mücadele alanlarında yok mu?” denebilir. Elbette var. Ancak bu yetmez. Böylesi tarihsel bir politik ortaklığın “lazım olduğunda” yoklanacak bir platform/cephe gibi görülmesi onu atıllaştırır ve toplumsal mücadelelere öncülük edecek dinamizmden uzak, hantal bir hale büründürür. Dolayısıyla toplumun bütün mücadele dinamiklerini harekete geçirmek, onları öne çıkarmak, yeni mücadele alanları açmak zorundayız.

Sosyalist Yeniden Kuruluş sürecinde programımıza da aldığımız ezilen halkların ve emekçilerin mücadele ortaklığı söyleminin gerçekleştiği HDK zeminine hak ettiği önemi vermeli, bunu yaparken aynı zamanda ona eleştirel bakabilmeliyiz. Fakat eleştiri, her zaman içerden ve onu sahiplenerek yapılmalıdır. HDK’nin kuruluşunu sağlayan en önemli etkenlerden biri, genel seçimlerde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun aldığı başarıydı, evet. Ancak amaçladığımız, seçimden seçime mantar gibi ortaya çıkan bir yapı değil kuşkusuz. HDK, seçim süreçlerine kadar bütün antikapitalist dinamiklerde topyekûn mücadelenin örgütlenmesini sağlayan, ezilenlerin ve emekçilerin mücadele ortaklığını hedef alan, bu eksende giderek hem kendini hem yaşamı örgütleyen bir dinamoya dönüşmek zorundadır. Tabii bu hedef henüz tam olarak hayata geçmiş değil. Gerek soldaki eski alışkanlıklar, gerekse bu zeminin öne çıkması gereken politik süreçlerde HDK’yi doğru yorumlayamamak, bu projenin tam anlamıyla başarıya ulaşmasının önündeki zorluklar olarak karşımızda. HDK’ye eleştirel yaklaşım

HDK içindeki siyasi yapılar eğer politik bir düzlemde bu projeyi hayata geçireceklerse, burayı kendileri adına bir araç değil, başlı başına kurumsallaşması gereken bir zemin olarak görmeliler ve mücadele hattını bu perspektiften yola çıkarak örmeliler. Bu anlamda HDK içinde yer alan siyasi odakların bu zemindeki çalışmaları temsili düzeyde kalmamalı. Sadece eylemden eyleme HDK bayrağı taşımak ya da HDK toplantılarına kendi kurumlarını temsil amacıyla katılım göstermek hem HDK’yi iddiasızlaştırır, hem de HDK’nin

kurumlaşmasını geciktirir, hatta önler. HDK’nin bugün ne olduğu ve ne olması gerektiğini anlatmadan, geleceğe dönük bir kurucu irade ortaya çıkmaz. Bu nedenle Sosyalist Yeniden Kuruluş sürecinde programımıza da aldığımız ezilen halkların ve emekçilerin mücadele ortaklığı söyleminin gerçekleştiği HDK zeminine hak ettiği önemi vermeli, bunu yaparken aynı zamanda ona eleştirel bakabilmeliyiz. Fakat eleştiri, her zaman içerden ve onu sahiplenerek yapılmalıdır. Ne yapmalı?

Solda artık kulaklarımızı tırmalayan ulusalcı ve liberal söylemleri bir tarafa bırakmalı, HDK zemininde her türden grupçu/faydacı anlayışla mücadele edilmeli. Halkların Demokratik Partisi’nin kurulması ve yerel seçimlerin yaklaşması bizi HDK örgütlenmesini askıya alan bir algıya sokmamalı. Henüz HDK içinde yer almayan solla da bu zeminde buluşmak için çabalarımız sürmeli. Bugün bu coğrafyada asırlardır yok sayılan/ezilen halklarla sınıf mücadelesinin kendisinin çakıştığı, farklı mücadele dinamiklerinin buluştuğu bir tarihsel kavşaktan geçiyoruz. Bu fırsatı egemenlere karşı mücadele dinamiği haline getirmek için çalışmak kadar devrimci bir görev olabilir mi? Ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Nasıl yapacağımızı biliyoruz. O halde ne duruyoruz?


14

Kadın

Siyase

Feminist siyasette gündem

Mart 2013 # 3

Kadınların özgürlük mücadelesinin, erkeklerden bağımsız örülmesi gereken ayrı bir mücadele dinamiği olduğu anlayışı artık birçok siyasi hareket tarafından tartışılabilir, anlaşılabilir hale geldi. Ancak halen önümüzde, bağımsızlık tartışmasında açıklığa kavuşturmamız gereken hususlar var. Ilımlı İslam modelinin Türkiye’deki neferi olan AKP, cinsiyetçi siyaset anlayışıyla kadınların gündelik yaşamını, 80’lerden bu yana Türkiye’de yükselen feminist hareketin elde ettiği kazanımları bir bir geri almayı hedefleyen politikalarla belirlemek istiyor. Yaygın medya ve sosyal ağlar, bizzat hükümet tarafından üretilen; kadınların fiziksel ve zihinsel gücünü, iş yaşamından ve sosyal yaşamdan hızla çekip ev ve aile ile sınırlandıran düşünceyi propaganda ediyor.

Gökçe Avcıoğlu

Kadının bedenini ve emeğini, patriyarkanın mülkü olarak tanımlayan bu cinsiyetçi politikalar, başbakanın ve haleflerinin on yıllık iktidar döneminde, her ortamda bas bas bağırdığı üç çocuk kampanyaları ile başladı. Türkiye’yi teğet geçen ekonomik krizde işsizliği azaltmak için (!) ücretli işte çalışan kadınların işlerini bırakıp, evde aileleri ile alakadar olmaları gerektiği propagandası ile devam etti ve kürtaj tartışmaları ile son noktasına ulaştı. Siyaset tarzımızı yeniden kuralım

Sürekli değişen ve dönüşen gündelik yaşam içerisinde, her yeni gün yinelenen ve çeşitlenen baskı unsurlarıyla karşılaşan bizler, ortaya çıkan yeni teorik ve pratik mücadele alanlarını örgütlemekle birlikte cinsiyetçi politikalara karşı daha güçlü bir feminist duruş örgütleme gerekliliği ile de karşı karşıyayız. Bu gereklilik, siyaset yapma anlayışımızı gözden geçirme, gündemimize giren yeni teorileri tartışma

ve sorgulama; siyaset dilimizi, hukukumuzu, eylem tarzımızı yeniden kurma ihtiyacını da beraberinde getiriyor. Kadınların özgürlük mücadelesinin, erkeklerden bağımsız örülmesi gereken ayrı bir mücadele dinamiği olduğu anlayışı artık birçok siyasi hareket tarafından tartışılabilir, anlaşılabilir hale geldi. Ancak halen önümüzde, bağımsızlık tartışmasında açıklığa kavuşturmamız gereken birkaç husus var: Birincisi, karma örgütlerde faaliyet yürüten kadınların, örgüt içerisinde kadın politikası ile ilgili olarak nasıl bir hukuk üzerinden yan yana gelecekleri ve belirledikleri politikayı ne şekilde, kimlere, hangi amaçla uygulayacakları.

Kadının bedenini ve emeğini, patriyarkanın mülkü olarak tanımlayan bu cinsiyetçi politikalar, başbakanın ve haleflerinin on yıllık iktidar döneminde, her ortamda bas bas bağırdığı üç çocuk kampanyaları ile başladı. İkincisi, birçok karma örgütte, kadınların, bağımsız kadın alanı taktiği olarak yürüttükleri çalışmaların karma örgütle, pratikte ayrı ancak teoride bağlı olan hukukunun, tam anlamıyla nasıl bağımsızlaş-

tırılacağı. Üçüncüsü ise, hem bağımsız bir kadın örgütünde yer alan hem de karma örgütte faaliyet yürüten kadınların politik hatlarını belirlerken ülke gündeminin dayattıklarından etkilenmeden kimlik çatışmasının yarattığı kafa karışıklığının önüne geçip kadın mücadelesinin özgünlüğünü nasıl koruyacağı. Feminist hareket içindeki bu farklı bakış açılarından doğan kimlik çatışmalarını geçen yılki kürtaj yasası değişikliğine karşı mücadelemizi örerken çokça hissettik. Kürtaj yasası karşıtı kampanyamızı hangi söylem ve eylem üzerinden öreceğimize dair tartışma, çok yönlü olarak, ceninin değil kadının yaşam hakkını savunmak gerektiğini ifade edenler, kürtaj kararının erkeklerle alındığını dolayısıyla eylem ve söylemin erkeklerle örülmesi gerektiğini belirtenler, buna karşıt benim bedenim, benim kararım sloganı üzerinden bedenimizle ilgili söz söyleme hakkının sadece bize ait olabileceğini savunanlar ve kürtajın toplamda kötü bir uygulama olduğu için bir hak olamayacağını düşünenler arasında karşılıklı ikna süreci yaşanmadan gündemden düştü. Cinsiyetsiz toplum tartışmasında neredeyiz?

Bağımsızlık tartışmasının bir başka boyutuyla ise, geçtiğimiz yıl 8 Mart’ı örgütlerken bir kere daha karşılaştık. Bugün halen lezbiyen ve biseksüel kadınlarla politik alanda veya özel alanda tam anlamıyla birbirimize değemez, 25 Kasım’ların ve 8 Mart’ın dışında yan yana gelemezken trans feministler ve kuir feministlerle nasıl ortaklaşacağımız konusuyla karşı karşıya kaldık. Bugüne kadar kadın olmayı varoluşçuluk üzerinden tanımladığımızdan kuir feminizm ve transfeminizm tartışmaları bizi bu yaklaşımı sorgulamaya, kadın olmayı hangi benzerlikler üzerinden kuracağımıza veyahut bağımsız örgütlenmeyi yeni yeni oturtmaya başlamışken tamamen kuir feminizmin cinsiyetsiz toplum kuramı ile nasıl buluşacağımıza dair tartışmaları gündeme getirdi. Tüm bu tartışmalar bir yana, teori ile eylemin birbirini ötelemeden aynı çember etrafında nasıl bir araya geleceği, ortak karar alma mekanizmalarının ve birbirini ikna ederek ilerleme yöntemlerinin nasıl geliştirileceği, feminist dil ve davranışın nasıl kurulacağı, hiyerarşi ve iktidar ilişkilerinin nasıl ortadan kaldırılacağı, kız kardeşliğin nasıl örüleceği, kendiliğinden sorumluluk almanın, iş bölümünün uzmanlaşmayı engelleyerek nasıl sağlanacağı, yaygın mı yoksa öncü bir hareket olarak mı ilerlemek gerektiği de ayrı tartışma konuları.


Mart 2013 # 3

Siyase

8 Mart yolculuğu

Kadın

15

“Geceleri de, sokakları da istiyoruz!” ,“Abooo!” dedim ve kadınların yanına koştum. “Bu nasıl bir slogan?” Sene 1997’ydi. İlk defa katıldığım mitingdi. Hatta ilk katıldığım kadın mitingiydi. “8 Mart Dünya Kadınlar günü”, Feministlerin söylemi böyleydi. Sosyalist kadınlar ve sosyalist feminist kadınlar ise “ 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” diyorlardı. Anam bacım sanki dünyada emekçi olmayan kadın varmış gibi! Hangi kadın emekçi değil? Ev kadını mı, seks işçiliği yapan kadın mı, sabahtan akşama kadar kocasının kıyafetlerini yıkayan, ütüleyen, yemeklerini hazırlayan kadın mı, emekçi değil? Hatta zengin iş adamı “karısı” mı emekçi değil? O da emekçi. Aslında bütün kadınlar birer kafes içindedir. Yoksul kadının kafesi teneke, zengin kadının kafesi altındır. Dolayısıyla yeryüzünde emekçi olmayan kadın yoktur. Esmeray

Benim, hiçbir feminizm deneyim olmadığı halde o dönem, “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü”, söylemi bana tuhaf gelmişti. “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” söylemini daha kapsayıcı ve eşit olarak görüyordum ve halen de öyle düşünüyorum. Miting alanına gitmiştik. Güya kadınlar günüydü. Ama erkek sayısı çok daha fazlaydı. Hiç unutmuyorum “Pir Sultan Abdal Derneği Kadınları” diye gelmişlerdi alana

Feminist teori herkes içindir. Bütün cinsel kimlik, cinsel yönelimler, bütün farklılıkların yan yana durabildiği eşit bir mücadele alanıdır. ve pankartı üç erkek tutuyordu; kortejde ise sekiz erkek vardı. Hiçbir kadın yoktu. Sloganlar atılıyordu; erkek sesi kadınların sesini bastırıyordu. Hani dedim ya hiç deneyimim yoktu; aslında hiç politik deneyimim de yoktu. ÖDP’li kadınların kortejinde yürüyordum. Şöyle bir slogan attılar: “Geceleri de, sokakları da istiyoruz!” ,“Abooo!” dedim ve kadınların yanına koştum. “Bu nasıl bir slogan?” dedim. “Ben gecelerden, sokaklardan kurtulmaya çalışıyorum; siz şimdi niye geceyi de sokakları da istiyorsunuz?” Bunun politik bir durum olduğunu anlattılar; azıcık ikna oldum ama gene de anlamadım. Eee yavaş yavaş kadın hareketinin içinde feminizmi öğrenmeye başladım. Bir gün de alanlar kadınların olsun Bahsettiğim yıllarda LGBT hareketi vardı ama 8 Mart’a katılacak kadar güçlü değillerdi. İşte ben vardım ve birkaç kadın trans daha. Ayol çok az olduğumuzdan, bütün kurullar yarışa girerdi bizim korteje gelin diye! Sanki farkımız vardı! Hava mı yaparlardı birbirlerine? Bakın bizim kortejde trans kadın var diye, bilmiyorum ama ciddi bir yarış içindelerdi. Ve o dönem 8 Mart hazırlıkları, toplantıları erkekler

katılsın mı, katılmasın mı tartışmaları ile geçerdi. İşin ilginç tarafı, alana erkeklerin gelmesini şiddetli bir şekilde savunan kadınların çok fazla oluşuydu. Ayol bir günde, birkaç saatte, bir alan kadınların olsun! Bir nefes alalım; bunu bile kavrayamıyorlar. Neyse ki, sonraki yıllarda kadınların çoğu, kadın kurtuluş mücadelesinin, kadınların özgün mücadelesiyle olabileceğini ve bunun içinde pozitif bir ayrımcılığın şart olduğunu kabul ettiler. Ve sonraki yıllarda artık erkekler çoğunlukla gelmemeye başladı. Hatta etrafta eşi kortejde olan erkekler, kucağında çocuklarıyla alanın etrafında dolanıyordu. Tabi ki erkeklerin alanlara gelmesini savunan gruplar, kendilerini radikal solcu olarak tanımlayan dernekler, örgütler 8 Mart etkinliklerini erkeklerle birlikte ayrı kutlamaya karar verdiler. “Hayır, ben kadınım!” Gelelim bizim cenaha, artık LGBT hareketi güçlendi ve 8 Mart’a katılma kararı aldı. İlk mitinglere LGBT örgütlerinden, lezbiyen kadınlar ve trans kadınlar katılıyordu. Diğer erkek eşcinseller katılmıyordu. Eee anam bacım sonra “queer” hareketi çıktı başımıza… Saçına sakalına dokunmayan, hiçbir fiziki değişim yapmadan kendilerini kadın olarak tanımlayan trans kadınlarda eylemlere gelmeye başladı. Tabi ki kadınlık ve erkeklik bildiğimiz kalıplarla çizildiği için, yukarda belirttiğim tiplemedeki trans kadınları 8 Mart’ta görevli kadınlar, “biz korteje erkek almıyoruz!” diye alandan çıkarmaya çalışıyorlardı. Kişiler “hayır, ben kadınım!” dediklerinde, tabi ki bizim kadınlar ufak çaplı bir şok yaşıyorlardı. Eee toplumsal cinsiyet kolay değil, feminizm teorisi hele hiç kolay değil.

Feminist teori herkes içindir. Bütün cinsel kimlik, cinsel yönelimler, bütün farklılıkların yan yana durabildiği eşit bir mücadele alanıdır. Kendini kadın olarak tanımlayan, ya da başka nasıl tanımlıyorsa… Bireylerin tercihi, ne yönde ise şekilcilikten kurtularak bunu baz alıyor olmamız lazım! “Am benimdir!” dövizi ile geleni hışımla linç edeceğimize, feminist teorinin bize kattıklarını sindirmeli ve içselleştirmeliyiz. Unutmayalım ki, başımızda olan siyasi iktidardan bir bakanın, milletvekili kadın “vajinam” dediği için sarf ettiği “bir kadının cinsel organını bu kadar rahat söylemesi, yüzümü kızarttı; utandım” söyleminden farklı olmaz sizin bu yaklaşımlarınız. Farkımızı bu mücadeleyi, ne kadar hayat pratiğimize ve gündelik dilimize geçirebildiğimiz belirleyecek.


16

Ekonomi

Siyase

Mart 2013 # 3

Üç de yetmez beş tane:

Ekonominin patikası Biz kadınlar epeydir “üç çocuk doğurun” bombardımanı ile karşı karşıyaydık. Kim bakacak, ne oluyoruz derken nihayet bu değişti, üçtü beşe çıktı. Nuray Ergüneş

İktidarların nüfus politikaları yabancısı olduğumuz şeyler değil kuşkusuz. İşgücüne mi ihtiyaç var, kutsal annesin. Nüfus mu fazla geldi “cahilliğe” karşı doğum kontrol yöntemleri kampanyaları.

ki dönem için sanayileşme haritasının izlenebildiği en önemli metinlerden biri Sanayi Strateji Belgesi bu talebi net olarak ortaya koyuyor. Söz konusu belgede uzun dönemli vizyon “Orta ve yüksek teknolojili ürünlerde Avrasya’nın üretim üssü olmak” olarak ifade ediliyor.

Bugün ise kalkınmanın unsuru olarak nüfusun merkeze alındığı bir egemen iklim görüyoruz. “İnsan sermayesine” sürekli bir vurgu var. Türkiye’nin rekabet gücü olarak genç nüfus gösteriliyor, Çin’e öykünerek. Bu genç nüfusun yaratıcısı elbette kadınlar. Bununla da sınırlı değil, kadınlar ucuz işgücünün potansiyel havuzu. Hem bakım emeğini sağlamak hem istihdama katılmak kreş desteğinden tutalım da, esnek işlerin yaratılmasına yönelik politikaların değişmez bileşeni olarak karşımıza çıkıyor.

Bu uzun dönemli vizyon kapsamında 2011-2014 yıllarını kapsayan Türkiye Sanayi Stratejisi’nin genel amacı, “Türk Sanayisinin rekabet edebilirliğinin ve verimliliğinin yükseltilerek, dünya ihracatından daha fazla pay alan, ağırlıklı olarak yüksek katma değerli ve ileri teknolojili ürünlerin üretildiği, nitelikli işgücüne sahip ve aynı zamanda çevreye ve topluma duyarlı bir sanayi yapısına dönüşümü hızlandırmak” olarak belirtiliyor.

Bu vizyona ve genel amaca yönelik olarak ise orta ve yüksek teknolojili sektörlerin üretim ve ihracat içindeki payının arttırılması, düşük teknolojili sektörlerde katma değeri yüksek ürünlere geçişin sağlanması, becerilerini sürekli geliştirebilen şirketlerin ekonomideki ağırlığının arttırılması, şeklinde üç temel stratejik hedef tespit edilmekte (Sanayi Strateji Belgesi, 2010: 10). Buna göre yatırım ortamının iyileştirilmesi, bunun için gerekli alt yapının oluşturulması, rekabet gücünün arttırılması, nitelikli insan gücünün yetiştirilmesine hız verilmesi, esnek istihdamının yaygınlaştırılması, AR-GE ve inovasyonun geliştirilmesi gibi öncelikler belirlenmiş durumda (Ergüneş, 2013). İşsizliğe rağmen nüfus politikaları

***

Ana akım medyada önemli ekonomi yazarları Türkiye’ye yönelik iki şeye sürekli dikkat çekiyor: Orta gelir tuzağına girilmesi istenmiyorsa, yani belirli bir büyüme gösterdikten sonra durgunluktan çıkamayan ülkelerin durumunda olunmak istenmiyorsa, Türkiye iki şeyi yapmalı: nitelikli işgücü yaratmalı, ihracatında yüksek katma değerli ürünlerin oranını arttırmalı. Yüksek öğretim yasasındaki değişimde bunun için değil mi zaten?

2000-2001 krizi sonrası Türkiye ekonomisi için sadece büyüme ivmesinin yakalanması değil aynı zamanda üretim yapısında da ara ve yatırım malları üretimine doğru bir dönüşüm anlamına geldi. Bu süreçte geleneksel sektörler önemini kaybederken teknoloji yoğun sektörler öne çıktı. Bununla birlikte üretim yapısında yaşanan dönüşüm ithalata bağımlı bir üretim yapısını ortaya çıkardı.

***

Uygulanan ekonomi politikalarla reel sektör için elverişli bir ortam sağlandı. Reel sektörün dışarıdan borçlanmaya gitmesi ile yani dış finansmanla sürdürülen bu büyüme 2008 küresel krizi ile kesintiye uğradı. Kriz Türkiye ekonomisini de etkiledi, büyüme oranları düşüş gösterdi. 2002-2008 döneminde yıllık ortalama yüzde 5,9 oranında büyüme gerçekleşirken, 2008’in IV. çeyreğinde ekonomi yüzde 6,2 oranında küçüldü. Uluslararası likidite ve pazar olanaklarında yaşanan daralma Türkiye’nin küresel krizin etkilerini daha yoğun hissettiği alanlar oldu. 2002-2008 yıllarında gerçekleşmiş olan sürekli büyüme trendi izleyen yıllarda yakalanamasa da Türkiye, sermaye birikimi düzeyinde bugün bir eşiğe gelmiş bulunuyor. Bu eşik, yüksek katma değerli, ileri teknoloji ürünlerinin üretimini gerçekleştirebilecek düzeye gelebilmek. Türkiye’nin önümüzde-

***

Ucuz emek gücüne dayalı büyümenin sınırlarına gelindiği, sadece bununla işlerin yürütülemeyeceğinin sürekli tespit edildiği bir ekonomide beş çocuk biraz da olsa kafa karıştırıyor. Aynı zamanda pervasız neo-liberal politikaların uygulanmasında olmazsa olmaz konsolidasyon politikası haline gelmiş muhafazakarlığın tüm toplumun hücrelerine nüfus ettirilmesi olmasın bu? Kaynaklar: Ergüneş, N. Sanayileşme Stratejisinden Hareketle Türkiye’de Mali Disiplin Üzerine Değinmeler, Maliyeye Müştereklerden Bakmak içinde, İktisat Dergisi, basım aşamasında, sayı 522, 2013.

Genç nüfusun yaratıcısı elbette kadınlar. Bununla da sınırlı değil, kadınlar ucuz işgücünün potansiyel havuzu.

T.C. Sanayi Bakanlığı (2010) Türkiye Sanayi Strateji Belgesi, 2011-2014, 2010, http://www.sanayi.gov.tr/Files/Documents/ sanayi_stratejisi_belgesi_2011_2014.pdf


Mart 2013 # 3

Siyase

Ekonomi

17

Emperyalistler arası kur savaşları:

G20 Moskova zirvesi

G20 Ekonomi bakanları toplantısına Japonya’nın son üç aydır tetiklediği kur politikası damgasını vurdu. Her G20 toplantısı emperyalistlerin kendi aralarındaki soğuk savaşın sergilendiği başka bir tiyatro gibi. Tabii filler tepişirken, olan biz çimenlere oluyor ama kimin umurunda. Son G20 toplantısına da kur savaşları damgayı vurdu. Japonya’nın yeni hükümeti üç ayda parasını yüksek oranda devalüe edip, ihracatta Avrupa ve ABD’ye ciddi bir üstünlük sağlayınca kızılca kıyamet koptu. İsim vermeden çok sert eleştiriler yapıldı.

Fatoş Osmanağaoğlu

Son yıllarda ve özellikle krizle birlikte verilen faizler, sıfır oranına yaklaştı. Dolayısıyla, dünyanın dolarla rezerv tutan tüm merkez ve ticari bankaları, ABD Hazinesi’ne faizsiz kredi vermek durumunda kaldılar, bu da gelirlerini artırmadı doğal olarak. Merkez bankalarının dolar yerine, altınla döviz rezervi tutmaları da sorunu çözmüyor. Çünkü bu ülkelerin paraları, alışveriş sırasında yine önce dolara çevrilmesi gereken bir mal durumunda.

Avrupa kendini toparlamaya çalışıyor, ABD, FED (ABD Merkez Bankası) eliyle önlemler almaya çalışıyor ve son zirvede anlaşmış gibi yapıyorlar. Çin’in mal ticareti 2012 sonu itibariyle ABD’nin mal ticaretini geçti. 2015 yılı sonunda Çin’in mal ve hizmet ticareti toplamının da ABD’yi geçeceği anlaşılıyor. Çin, ABD ile olan ticaretini azaltmadan, ABD Hazinesi’ne verdiği borçları azaltmak istiyor. Rusya ise, bütün olasılıklara karşı aşırı ölçüde altın biriktiriyor.

Kur savaşı konusunda konuşan İngiltere Maliye Bakanı George Osborne, “Kurlar rekabetçi devalüasyon aracı olarak kullanılmamalıdır. Ülkeler kurları ekonomik kazanç aracı olarak kullanarak geçmişin hatalarını tekrarlamamalı”, Fransa Finans Bakanı Pierre Moscovici, “Herhangi bir kur savaşına girmeyi reddetmek üzere anlaştık hepimiz” diyerek, isim vermeden Japonya’yı eleştirdi. Japon’lardan ise hiç ses çıkmadı. Kur savaşları nedir?

Son dönemde çok konuşulan “kur savaşları”, kapitalizmde konvertibilitenin devamı kabul edilen, hiçbir üretim maliyeti olmadan para satarak zengin olmak için, bir ülkenin parasının “herkes tarafından kabul edilen para (hard currency)” olması ile mümkün. Şu anda dünyada en önemli “hard currency” ABD Doları. Bir paradan diğer paraya geçiş için bile önce o parayı dolara çevirmek gerekiyor. Yani kapitalizmin geçmiş evrelerinde altın ile yapılan işlem. Geçmişte pek çok ülke parasını “hard currency” yapabilmek için uğraştı, yapmaktan öte sürdürmek önemli olduğu için başarılı olamadı. Avrupa’lıların euro’ya geçişinin de amaçlarından biri budur. Çünkü bir paranın “dünya para birimi” olabilmesi için, dünyada euro ile yapılan alışverişin, dolar ile yapılan alışverişten daha fazla veya ona yakın olması gerekiyor. Bunun için de, öncelikle dolar ile yapılan mal ve servis alışverişinin azaltılması lazım. Bu amaçtan hareket edilerek, doların hakimiyetinden hoşlanmayan ülkeler, alışverişlerinde yeni sistemler ve aracı ürünler denemeye başladılar. Türkiye’nin Rusya ile ruble üzerinden alışveriş yapmaya kalkması; ya da İran’dan altın karşılığı petrol ve doğalgaz almaya başlaması örneklerden bazıları. Çin de aynı amaçla, kendi parası ile alışveriş yapılmasını özendiriyor. Devletlerin birbirlerine verdiği kredilerin kendi verdikleri para cinsinden istenmesinin temel nedeni de bu. Ancak, görülen o ki, şimdiki durumda euro dahil hiç bir para biriminin doların yerini alması olası değil.

Dünyada yaşanan kur savaşları, Türkiye gibi ülkeler için çok daha zor günler geleceğini gösteriyor. Türkiye ekonomisinin yumuşak karnı, en büyük sorunu olan “cari açık” sorununu daha da tehlikeli hale getiriyor. Altın rezervlerinin saklanması da ayrıca çok riskli ve maliyetli. Sonuç olarak, ABD’den daha büyük bir ekonomi yaratılmadıkça, doların yerine geçecek bir “dünya parası” yaratılabilmesi de olanaksız görünüyor. Peki bu savaşın sonuçları ne olacak?

Bu savaşı başlatan ülkeler, kendi paralarının değerini düşük tutarak, ihracatlarını artırmak ve ithalatlarını azaltmak, hem de güçlü paralarla alışverişi devreden çıkarmak istiyorlar. Çin, Japonya ve hatta Rusya, ABD doları ve euro dışında bir güçlü para veya alışveriş birimi yaratarak, kendi para birimlerini de güçlü paralar arasına sokmak veya doların ve euro’nun hegemonyasını kırmak istiyorlar. Çin, Hindistan ve Japonya ABD’ye karsız borç vermek yerine Türkiye gibi ülkelerle iş yapmak istiyorlar.

Sular şimdilik durulmuş görülse de, Japonya’nın son hamlesi ve Çin’in 2013 sonu, 2014 başı gibi ekonomik büyüme durumu esas durumu daha net gösterecektir. Ayrıca 2012’den itibaren artarak devam eden ve edeceği görülen resesyonla birlikte ABD ve Avrupa ekonomilerinin durumu bu dengeleri de ciddi biçimde etkileyecektir. Sadede gelirsek, dünyada yaşanan kur savaşları, Türkiye gibi ülkeler için çok daha zor günler geleceğini gösteriyor. Türkiye ekonomisinin yumuşak karnı, en büyük sorunu olan cari açık sorununu daha da tehlikeli hale getiriyor. Diğer ülkelerin aşırı mal satma isteği ithalatı ciddi ölçülerde artırıyor. Ayrıca, ithalatı artırmadan ihracatın büyütülememesi de kısır döngülerimizden biri. Önümüzdeki dönemde RTE’nin deyimiyle, “teğet geçip geçmediğini” göreceğiz.


18

Haberler

Siyase

Mart 2013 # 3

yaşasın 8 mart İstanbul’da, 8 Mart gecesi Taksim İstiklal Caddesi’nde feminist yürüyüş yapıldı. “Hayatımız bizim, aileniz sizin olsun” pankartının arkasında binlerce kadın gecelerde, sokaklarda ve meydanlarda olduğunu haykırdı.

Kadınlar savaş istemiyor! Edirne’de Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Kadın Meclisi olarak barış sürecinde kadının taraf olduğunu öne çıkaran etkinlikler yapıldı.

İstanbul 8 Mart Kadın Platformu’nun düzenlediği 8 Mart mitingi, 10 Mart Pazar günü Kadıköy’de yapıldı. Onbinlerce kadının katıldığı mitingin ana pankartı Türkçe ve Kürtçe “Cinsiyetçi politikalara, savaşa, yoksulluğa, kadın katliamlarına ve emeğimizin sömürülmesine karşı direnerek örgütleniyoruz” idi. Arapça, Hemşince, Kürtçe, Türkçe, Ermenice, Lazca başta olmak üzere çok dilli selamlama ile başlayan mitingte Sebahat Tuncel de bir konuşma yaptı. Konuşmasında 8 Mart’ın resmi tatil olması için bir kanun teklifi verdiklerini söyledi. “Rosalardan Sakinelere yolunuz yolumuz, sözünüz sözümüzdür” dedi.

KESK’in düzenlediği yürüyüşe katılan HDK Kadın Meclisi, Trakya Üniversitesi’nde de yürüyüş ve etkinlikler gerçekleştirildi. 2 Mart’ta söyleşi ve belgesel gösterimi yapıldı. Antalya’da HDK Kadın Meclisi 8 Mart’ta KESK’in iş bırakma mitingine “Kadınlar Savaş İstemiyor, Jin Şer Naxwazın” pankartı ile katıldı.

Antakya’da kadınlara devlet şiddeti! Antakya Kadın Platformu’nun 8 Mart’ta düzenlemek istediği basın açıklamasına polis saldırdı. Kadın cinayetleri ve son bir ayda Hatay’da öldürülen kadınlar için “Yasta değil, isyandayız!” demek için basın açıklamasının okunacağı yere yürümek isteyen kadınlar yürütülmedi, tartaklandı ve gazla saldırıldı. Bütün müdahaleye rağmen barikatı aşan kadınlar basın açıklamalarını gerçekleştirdiler ve kadına yönelik şiddeti anlatan bir sokak tiyatrosu sergilediler. Denizli’de 8 Mart’ta basın açıklamasının yapılacağı yere yürümek isteyen kadınlara polis saldırdı. Polisin sert müdahalesiyle karşılaşan kadınlardan 4’ü gözaltına alındı.

10 Mart tarihinde ise Antalya Kadın Dayanışma Derneği ve HDK Kadın Meclisi Yavuz Özcan Parkı’nda miting düzenledi. Mitingin ardından da kadın şölenine yapıldı. Kocaeli’de 8 Mart’ta Kocaeli Kadın Platformu, Valiliğin tüm yasakçı tutumlarına rağmen, yürüyüşlerinin ardından basın açıklamalarını yaptı. Polis kadınlara karanfil dağıtarak eylemi manıpüle etmeye çalıştıysa da, kadınlar “Jin Jiyan Azadi” “Kadınlar Yürüyor Mücadele Sürüyor” sloganlarıyla yürüyüşlerini gerçekleştirdi.

İşçi Sağlığı ve İş güvenliği Kadın Çalıştayı yapıldı 16 Şubat’ta İstanbul Petrol- İş Sendikası Genel Merkezi’nde, İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin örgütlediği İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Kadın Çalıştayı “Evde, işte çalışıyoruz - Sağlığımızdan olmak istemiyoruz” sloganıyla gerçekleşti. Hem evde hem işte çalışan, her gün çifte mesai yaparken en çok sömürülen, en güvencesiz çalışan kadınlar sorunlarını paylaşmanın yanı sıra “sağlıklı ve güvenli çalışma” taleplerini de dile getirdiler.


Siyase

Mart 2013 # 3

Haberler

19

kadın dayanışması Kadın Emeği Kolektifi 8 Mart’ta alanlardaydı

Kadın Emeği Kolektifi (KADEM) üyesi kadınlar “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” dolayısıyla çeşitli etkinlikler düzenledi ve KADEM üyeleri bulundukları her ilde ortak kadın platformlarının düzenlediği etkinlik ve mitinglere de platform bileşeni olarak katıldılar.

Ankara KADEM, 7 Mart’ta Yüksel Caddesi’nde kadınların gördüğü şiddetin bütün yüzlerini temsil eden sessiz bir eylem düzenlendi.

İstanbul’da 8 Mart mitinginin ardından, dağılan Kürt kadınlara Bursaspor taraftarı faşist erkekler tarafından saldırı düzenlendi. Biri bıçakla yaralanan 10 kadın Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde tedavi altına alındı. Bu ırkçı saldırıyı protesto etmek için İstanbul 8 Mart Kadın Platformu, 11 Mart akşamı Kadıköy’de bir yürüyüş düzenledi.

Adana KADEM, 4 ve 8 Mart günleri pazarlarda ve meydanlarda KADEM 8 Mart bültenini dağıttı. Antakya’da KADEM üyesi kadınlar 8 Mart’ta Dursunlu Beldesi’nde kadınlarla “Görünmeyen emek, şiddet, kadın cinayetleri” konularında bir söyleşi düzenledi. Söyleşi Arapça oynanan bir skeçle sona erdi. Serinyol Toplumsal Dayanışma ve Kültür Derneği’nde KADEM olarak “Kadınlar Haklarını Tartışıyor” konulu bir panel gerçekleştirildi. Samandağ’da 8 Mart günü ressam Cansu Zubari’nin “Asazik Tavaf ” konulu resim sergisinin açılışı yapıldı.

Kadınlar ırkçı saldırıya karşı sokakta

Denizli de KADEM olarak 8 Mart’ta basın açıklaması düzenlendi. Basın açıklaması okunmadan önce, kadın cinayetlerine dikkat çekmek amacıyla ölen kadınların ölüm hikayelerinin anlatıldığı tiyatro gösterisi yapıldı. İstanbul KADEM 8 Mart günü Taksim’de stand açarak 8 Mart bültenini dağıttı. Mersin KADEM olarak 3 Mart’ta “Kadın kadına – 8 Mart’ta neden kadın dayanışması” konulu bir söyleşi düzenledi. Söyleşinin ardından şiir ve müzik dinletisi yapıldı. 8 Mart günü Mersin merkezinde KADEM 8 Mart bülteni dağıtıldı.

Petrol-İş Kadın dergisi 10 yaşında! 2013 yılı, biz kadınların sözünü söylediği ve kadın hareketinde önemli izler bırakan birçok yayının doğuşunu kutladığımız/kutlayacağımız yıl oldu/ olacak. 11 Şubat 1983’te Somut dergisinin 4. Sayfasını kadınlar çıkarmıştı. Bu yıl 30.yılı geride bırakan 4. Sayfa, sonrasındaki kadın sözünün yazılmasında önemli paya sahiptir. 1 Mart 1987 yayımlı Feminist dergisinin kitaplaştırılan hali, 25 yılın ardından feminist kitaplığımızda yerini aldı. 14 Nisan’da ise Kadınlar Dünyası dergisi 100. yaşını kutlayacak.

Bahsi geçen yayınların hiç biri şu an çıkmıyor. Ancak Ocak 2003 yılında Petrol-İş tarafından çıkarılmaya başlanan “Petrol-İş Kadın” dergisi yayına devam ediyor. 10. yılını geçtiğimiz Ocak ayında dolduran Petrol-İş Kadın dergisi, Türkiye’de bir sendikanın doğrudan kadınlara yönelik olarak başlattığı ilk süreli yayın. Petrol-İş Kadın dergisinin çıkış yazısında; “Kadınlara yönelik yayın dendiğinde akla güzelliği dışında hiçbir şey düşünmeyen bir cinsin gelmesini isteyen bu anlayışlara karşı bir tepki örgütleyebilecek, kadının bir sosyal yaşamı bulunduğunu hiç unutmayacak, kadın olarak yaptıkları yanında… ha-

yatın her alanında yer aldığını akıldan çıkartmayacak bir dergi amaçlıyoruz” satırlarıyla kendi mecrasında kadın sözünü ön plana alacağını duyurur. Elbette karma bir yapı olan sendikanın bir kadın dergisi çıkarmasını sağlayan, kadınlar ve kadın kazanımlarıdır. Bu kazanımı, kadınlar 2 Mart Cumartesi günü Taksim Hill Otel’de yan yana gelerek birlikte kutladılar. Şu anda okumakta olduğunuz bu satırların yer aldığı Siyaset gazetesinin bu sayısı, 8 Mart için sadece kadın yazarlara yer vererek, tarihe not düşmekte. Kim bilir az önce yazdığımız yayınlar arasında bu sayımız da anılacaktır.

Yüzlerce kadın Kadıköy’de toplanarak “Sokakları terk etmeyeceğiz. Faşizme teslim olmayacağız! Kadınlar hesap soruyor” pankartı açtı. “Kadınlar susmuyor hesap soruyor”, “Kadın, yaşam, özgürlük”, “Bıji bıratiya gelan”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Yaşasın kadın dayanışması” sloganları atan kadınlar, Kadıköy Altıyol’dan İskele’ye kadar yürüdü, İskele Meydanı’nda bir basın açıklaması yaptılar.


20

Siyase

Söyleşi

Mart 2013 # 3

Daha çok kadın,

BDP İstanbul Milletvekili SEBAHAT TUNCEL için ana akım medya tarafından sadece Kürt sorunu odaklı, tek boyutlu bir portre çizilir. Oysa biz sosyalist ve feminist kadınlar onun -Kürt sorununun yanı sıra- kadın, emek ve diğer toplumsal sorunlar konusunda ne kadar etkin bir faaliyet yürüttüğünü yakından biliyoruz. TUNCEL’le, kadın ağırlıklı bir söyleşi yaptık. Siyaset’in Mart sayısını bütüSöyleşi: Hikmet Sarıoğlu nüyle kadın yazarlar hazırlı-

yor. 40’a yakın yazı geldi ve sayfa sayısını artırabilseydik yazmak isteyen çok kadın vardı. Politik araçları kullanırken erkeklerin o alanlarda sayıca fazla olması kadınların katılımını olumsuz etkileyebiliyor. Ne dersiniz?

Bence bunun bir etkisi var tabii. Kadınların politik ve sosyal yaşam içerisinde görünür olması, kadınların bu konudaki mücadelesiyle çok alakalı bir durum. Çünkü kadınların kendi etkinliğini gösterip göstermemesi hepimizi belirliyor. Erkeklerin olduğu yerlerde, erkeklerin eril düşünüp eril davranmaları yaşamın her alanını kaplamalarına yol açıyor. Sadece politik araçların kullanımında değil, o duruş, tahakküm altına alma, sürekli kararları verenlerin onlar olması; bunun karşısında da kadın kendine yeterince güvenmiyorsa, zayıfsa sürekli erkeğe onaylatma, beğendirme isteği duyuyor. Çünkü şimdiye kadar belirleyen kim olmuş, erkek. Karar veren kim olmuş, erkek. Her şeyi erkek belirlemiş. Onun ölçüsü bazen kadınların ilerlemesi ya da ilerleyememesinde etkili oluyor. Sizin Mart sayınızda yaptığınızı süreklileştirmek önemli. Siyaset’in bütün sayfalarını kadınlara açmaya devam edin, kadınlar sayfalarını bırakmasınlar. Kürt hareketinde kadınların ayrı örgütlenme deneyimi de var. Bu nasıl oluyor? Bu konuda Kürt kadınlarının çok önemli deneyimleri var. Kadınlar feodalizmin en geri özelliklerinin yaşandığı bir coğrafyada hem halkın özgürlük mücadelesi için çalışıyor hem de kendi özgürlük mücadeleleri için çalışıyorlar. Dünya üzerindeki bütün özgürlük hareketlerine bakın, mücadele kadınlar ve erkekler tarafından ortaklaşa yürütülüyor. Ama ayrıca kadın mücadelesini eş zamanlı yürüten çok az hareket var. Kürt kadın hareketi böyle bir şansa sahip. Bu konuda Sayın Öcalan’ın çok büyük etkisi var. Kürt Özgürlük Hareketinin tarihine baktığımızda ilk andan itibaren ayrı kadın örgütlenmesi teşvik ediliyor. Bu belki ilk başlarda kadınların siyasete aktif

yönetiyorlar. Bildiğiniz gibi karma örgütlerde yönetim kadrolarında daha çok erkekler var. Karma yapıda yüzde 40 cinsiyet kotası uygulanıyor. Aynı zamanda ayrı örgütlenen kadınları zaten kadınlar yönetiyor. Burjuva basın sizin Meclis’teki temsiliyetinizi sadece Kürt sorunuyla sınırlıymış gibi gösteriyor. Türkiyeli halkların, ezilenlerin, kadınların, lgbt bireylerin hakları ya da emek ve ekoloji mücadelesi için yürüttüğünüz çalışmalar görmezden geliniyor, emeğiniz yok sayılıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Bu sadece benim özelimde olmayan, BDP’ye yönelik genelleşmiş bir tutum. BDP, program ve tüzüğü doğrultusunda Türkiye’de yaşayan tüm insanların emek, özgürlük, demokrasi cinsiyet özgürlüğü sorunlarını ele alarak; demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü, üç temel ayak üzerinden siyaset yürütüyor. Bu bağlamda yaptıklarımız sadece Kürdistan’la sınırlı değil. Tüm Türkiye metropollerinde siyaset yapıyoruz. Devlet bilerek bu algıyı yaratıyor. Yani özellikle benim şahsımda biraz daha özel bir algı yaratılıyor. Hem Alevi, hem Kürt, hem feminist, hem sosyalist bir kadınım. Devletin bu kimliklerin tümüyle sorunu var. Böyle olunca da toplumda anti propagandamızı yapıyor. Yaptığımız işlerin tümü pozitif ve toplumda bir karşılığı olan işler. O yüzden terörizm üzerinden “Cezaevinden çıktı, örgüt üyesidir”, “Polise tokat attı” gibi şeylerle devlet bana karşı nefret söylemi üretiyor. Bu, kadınlara yönelik bir nefret söylemidir. Dikkat ederseniz, aslında Gültan Kışanak, Aysel Tuğluk için de aynı şey söz konusu. Devletin BDP’li kadın vekillere özel bir yaklaşımı var. AKP bunu rol-model kadın yaklaşımı üzerinden

Dünya üzerindeki bütün özgürlük hareketlerine bakın, mücadele kadınlar ve erkekler tarafından ortaklaşa yürütülüyor. Ama ayrıca kadın mücadelesini eş zamanlı yürüten çok az hareket var. Kürt kadın hareketi böyle bir şansa sahip. katılımlarının sağlanması için yapılmış olabilir. Ama zaman içerisinde genel bir ilke haline geliyor. Mesela Rojava’da devrim sürecinde kadınlar ayrı tabur oluşturdular. Genel örgütlenme içerisinde varlar ama kadınlar ayrıca örgütlüler. Kadınlar, erkeklerin yapamazlar dediği işi yapıyorlar ve kendi kendilerini

yapıyor. Kendi muhafazakar bakışıyla kadını eve kapatmak istiyor. BDP’li kadınlar bu rol-modelin karşısında özgür kadını temsil ediyor. BDP’li kadınlar siyasette etkin, bulunduğu her alanda karar mekanizmalarına katılıyorlar. Erkek egemen siyaseti etkiliyorlar. Bu kadınlar AKP’nin kadın politikasının önünde

bir engel teşkil ediyorlar. AKP Kürt kadınlarının özgürlük mücadelesini kendi muhafazakar politikalarının önünde engel olarak görüyor. Meclis’teki çalışmalarınızı daha da somutlamak gerekirse… Bizim itirazımızla Enerji Hanım reklamları kaldırıldı. Kreşle ilgili bir soru önergesi verdik. Zengin kadın diye bir tanım vardı. Zengin kadın tanımından kasıt ne, hangi kadınları kapsıyor? KOZA’lara ilişkin bir çalışma yürütüyoruz. Kadınlara dair çok iş yapıyoruz. Ekolojiyle ilgili dün bir basın toplantısı yaptık. Zorunlu askerliğin kaldırılması ile ilgili önergemiz var. Aslında yüzlerce kanun teklifi, soru önergesi, meclis araştırması talebimiz var. Bunların belki yüzde 10’u Kürt sorunu ile ilgilidir. Sadece Parlamento’da yaptığımız konuşmalara bakıldığında grup olarak Türkiye’nin ana muhalefetini biz temsil ediyoruz. Anayasa çalışmalarında bütün partilerin üyeleri erkek. Bizim kadın üyelerimiz var. Parti danışmanlarımızın çoğu kadın. AKP’nin neoliberal muhafazakar politikalarla kadının bedenine, emeğine ve kimliğine yönelik saldırıları hız kesmeden devam ediyor. Bu konuya ilişkin sizin çözüm önerileriniz nedir? Kadınlarla ilgili politikalara Aile ve Sosyal Politikalar


Mart 2013 # 3

Siyase

21

Söyleşi

daha çok özgürlük Bakanlığı’nın bakıyor olmasının kendisi çok problemli. Biliyorsunuz, bu bakanlık kanun hükmünde kararname ile kuruldu. O zaman da itiraz etmiştik. Kadına tanımlanan alan “sosyal işler” olunca bu ciddi bir problem. Aile ve sosyal işlerle geleneksel kadınlık rolleri tanımlanıyor. Çocuk bakımı, yaşlı bakımı vb… Bakanlık kadınları dezavantajlı grupların içinde görüyor. Toplumun bağımsız bireyleri olarak tanımlamıyor. Bunun kendisi politik bir sorun. AKP kadınla erkeği eşit görmüyor. Kadının toplumsal alanda ikincil olan konumunu daha da meşrulaştırıyor. Bir yandan da kadın emeğini pazara sunuyor. Son dönemde AKP’nin en çok kullandığı siyasi söylem kadına istihdam alanı açmak. Bu kapitalizmin ihtiyacıdır, kadın emeğini ucuz emek olarak pazara sunuyor. Kadınlar bir yandan çocuk doğuruyor, aileyi devam ettiriyor, bir yandan da esnek çalışmayla maddi destek sağlamaya çalışıyor. Bu arada sigortasını da kendisi ödüyor. Baktığınızda bunun bütünün bir parçası olduğunu görebilirsiniz. Yeni dönemde hem feminist kadınlar hem de sosyalist kadınlar toplumun karşısına alternatifleri ile gitmek durumundalar. Esnek çalışmaya hayır diyorsak, kadınların istihdamı için önerilerimiz şunlar demeliyiz. Böyle yapmazsak, iş sadece kuru propagandaya dönüşmüş oluyor. AKP elindeki geniş olanaklarla uygulamalarını iyi pazarlıyor, herkes de bu yapılanları iyi şeyler olarak görüyor. Örneğin bir Enerji Hanım projesi. Enerji tasarrufu iyi bir şeydir diyorsun, ama bir bakıyorsun, o enerji tasarrufu reklamı kadınlık rolleri hatırlatılarak yapılıyor. BDP olarak itiraz ettik, reklamı geri çektiler. Aradığımızda “Aslında erkek için olanı da var” dediler, ama niye ilk önce erkek için olanını göstermediler? Henüz müzakere olarak adlandırılmasa da Abdullah Öcalan’la görüşmeler belirli bir zemin üzerinden başlatılmış durumda. Ancak bu süreç devam ederken savaş yanlısı erkek egemen zihniyet üç kadını katletti. Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez. Neden bu kadınlar katledildi? Bunun sürece yönelik bir katliam olduğu çok net. Sayın Öcalan’ın kendisi de “Ha Sakine’yi öldürmüşsünüz, ha beni” diye tanımladı. Bu katliamla PKK’nin ruhu hedeflenmiştir. Sakine Cansız PKK’nin ilk kurucularından biri, bir kadın, bir Alevi. Dolayısıyla çok özel seçilmiş bir hedef. Sayın Öcalan da bu katliamı ikinci bir Dersim katliamı olarak değerlendiriyor. Bu Kürtlere siyaseten dayatılan bir soykırımdır. Dersim katliamında da fiziken bu dayatıldı. Dersim insanının yanı sıra Dersim coğrafyasının kendisi de bu acılı sürece tanıktır. 21. yy’da da Kürtlere öngörülen budur. “Ensenizdeyiz, size yaşam hakkı tanımıyoruz” mesajıdır. Çok özel bir mesaj bu ve Kürtler bunu böyle algıladı. Buna rağmen başlatılan sürecin, diyaloğun müzakereye dönüşmesi önemli. Gerçekten Kürt sorununu çatışma temelinden, savaş zemininden çıkarmak, bütün Ortadoğu halkları açısından önem taşıyor. Çünkü Kürt sorunu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Dört

parçanın, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin sorunu. Irak’taki Kürtler kısmen sorunlarını çözdü. Suriye’de Kürtler açısından bir devrim yaşanıyor. Dolayısıyla Türkiye de kendi Kürt sorununu çözmek durumunda.

mesinin koşulu kendi Kürtleri ile sorunu çözmesine bağlıdır. Rojava’da Kürtler kendi geleceğini kuruyor. Bütün bu gelişmeleri düşündüğünüzde, en mantıklı

Paris’teki katliam Kürt kadın hareketine yönelik bir darbedir. Aslında özgür kadını öldürüyor. Toplumda kadının değişimini, dönüşümünü ve daha da önemlisi öncülüğünü kabul etmiyor ve kadınlara bir mesaj veriyor. Erkek dünyasının bu kadınları kabul etmeyeceğini ifade ediyor. Umarım bu süreci doğru değerlendirirler. Aynı zamanda Kürt kadınının siyasete katılımına, çözüm ve barış mücadelesinde yıllarca en önde yürüyüşüne yönelik bir saldırı olarak da görülmesi gerekir, değil mi? Öncü kadın, devrimci kadına yönelik bir darbedir. Bu katliam Kürt kadın hareketine yönelik bir darbedir. Aslında özgür kadını öldürüyor. Toplumda kadının değişimini, dönüşümünü ve daha da önemlisi öncülüğünü kabul etmiyor ve kadınlara bir mesaj veriyor. Erkek dünyasının bu kadınları kabul etmeyeceğini ifade ediyor. Ama sonuçta şu var. Leyla, Fidan, Sakine yaşamını yitirdi ama binlerce kadın 8 Mart’ta alanlara bu mücadelenin sürdüğünü göstermek için çıktı. Kürt kadınları, dünyadaki en örgütlü kadın hareketine sahip. Gerçekten bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen ve toplumu değiştiren devrimci bir güç aynı zamanda. Öcalan ile görüşmeler, ardından mektupların BDP, Kandil ve Avrupa’ya ulaştırılması, Tayyip Erdoğan’ın görüşmeleri savunan tutumu bir yanda; diğer yanda yine Erdoğan’ın tekçi, tek-milletçi yaklaşımları, askeri ve siyasi operasyonların devam etmesi… Bir barış kapısının açıldığına inanıyor musunuz? AKP hükümeti Ortadoğu’daki gelişmelerden kendisini kurtaramaz. Bu gelişmeler ışığında ya Kürtlerle yeni bir ittifak kuracak ya da bu Ortadoğu’daki değişim sürecinde Türkiye’yi bir tür kaosa sokacak. Ortadoğu’daki değişim sürecinden Türkiye kendisini kurtaramaz. Nasıl bir şey olacak, bakıyorsunuz Türkiye neredeyse bütün komşuları ile kavgalı. Tek dostu Irak’ın Federe Kürdistan Bölgesi Başkanı Barzani kalmış. Ama oradaki Kürtlerle ilişkisini sürdürebil-

olanın Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini yeni anayasa çerçevesinde ele almaktır. Türkiye halklarında da yeni anayasa yönünde bir talep var. Darbe Anayasası’na karşı eşitlik ve demokrasi talepleri yükseliyor. Ama burada sorun şu. AKP bunu isteyerek yapmıyor, yapmak zorunda olduğu için yapıyor. Bunu yaparken de Kürtlerin taleplerini en aza indirerek, minimize ederek yapmaya çalışıyor. O nedenle bir yandan da operasyonlara devam ediyor. KCK tutukluları halen cezaevinde. Hala tek dil, tek milliyet söylemine devam ediyor. Ama aynı zamanda adım da atmak zorunda. Burada Kürt hareketi açısından önemli olan şu, Kürt hareketi de mevcut durumda kendisine yeni bir mücadele alanı açmak, ortaya çıkarttığı bütün bu kazanımları korumak ve ileri taşımak amacıyla bir süreç başlatmak istiyor. İki tarafın çıkarı da aslında bir şekilde Kürt sorununu çatışma zemininden çıkarmaktan yana. Bu süreç ilerler mi, ilerlemez mi bilmiyorum. Ama ortaya çıkan, kamuoyuna da yansıdığı kadarıyla Sayın Öcalan’ın böyle bir iradesi var ve Hükümet’e rağmen başlattığı bir süreç var. Hükümet’e bu konuda çok güvendiği için değil ama kendisine, örgütüne, halkına güvendiği için böyle bir süreci başlatıyor. Önümüzdeki süreçte sanırım bunu daha yoğun göreceğiz. Yaklaşan Newroz’la ilgili dileklerinizle bitirelim söyleşimizi. Bu Newroz, halklarımızın özgürlük Newroz’u olsun. Kürt halkı bu yıl “Kürdistan’a statü, Öcalan’a özgürlük” sloganıyla sokaklarda olacak. Ben şimdiden halklarımızın 21 Mart Newroz bayramını kutluyorum. Çok teşekkür ederiz.

(7.3.2013)


22

Dünya

Siyase

Peki ya Suriyeli kadınlar?

Mart 2013 # 3

Her an cinsel, fiziksel şiddete maruz kalma ihtimali, yerel halkın saldırgan ve ön yargılı tutumları, aile içi şiddetin artması, mülteci kadınların yaşadıkları sorunlardan sadece bir kaçı. İltica sığınma demek… Sığınma tehlikelerden kaçarak güvenilir olduğuna inanılan bir yere çekilmek… Siyasi literatürde iltica, temel hakları yurttaşı olduğu devlet tarafından korunmayan; ülkesinde kalmaya devam etmesi halinde haklarının devlet görevlileri ya da başka grup ya da kişiler tarafından ihlal edilmesi söz konusu olan kişinin yani mültecinin güvenilir olduğuna inandığı başka bir ülkeye sığınması demek.

Şükran Dağ

Aylardır gündemimizin başlıca konularından biri Suriyeli mülteciler. Kendilerine tahsis edilen kamplarda kalan bu insanların, siyaseten mülteci statüsünde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ayrı bir tartışma ve yazı konusu. Çocuk kadınlar erkeklere satılıyor

Hatay’daki kamplarda kalan kadınlardan yaklaşık 3000’i “evlendirme” adı altında erkeklerin hizmetine 2. veya 3. eş olarak sunuluyor. Raporda Abdülkadir Demir isimli şahıs ile yapılan görüşmede “Çanakkale’den, Bayburt’tan, Türkiye’nin değişik illerinden Hatay’daki kamplarda kalan Suriyeli kadınlarla evlenmek için gelenler olduğu, Abdülkadir Demir’in tek başına 65 kadının ‘evlenme’sine aracılık ettiği, aracılık eden Türkiyeli erkeklerin bunun karşılığında para aldıkları, imam nikahı adı altında kadınların erkeklerle birlikte olduğu, başka illere evlilik amacıyla götürülen kadınların ‘kadın ticareti’ yapanların eline geçip geçmediğinin bilinmediği” vurguları oldukça dikkat çekici… Mülteci olmaya kadınlar karar vermedi

The National gazetesinin yazarı Hassan Hassan’ın ve El Kuds gazetesi genel yayın yönetmeni Abdulbari Atvan’ın iddialarına göre, yaşı ilerlemiş birçok Suudi erkek, Ürdün’deki kamplarda kalan 15 yaşın altındaki kızlarla evleniyor. 15 yaşın altındaki bu çocuk kadınlar 125 dolar ile 250 dolar arasında değişen meblağlar karşılığında babalarının zoru ile zengin ve yaşlı Suudili erkeklerle evlendiriliyor.

Adına ister muhalif, ister isyancı, isterseniz mülteci deyin, kadınların gözünden baktığınızda bu bir sürgün, bir kıyım. Onlar ne yola çıkmaya karar verdiler ve ne de mola yerine… Hepimiz Suriye’ye ambulanslarla taşınan silahlara, kamplarda kalanların taşkınlıklarına, El Kaide ile bağlantılarına, kamplarda silahlı eğitim almalarına odaklandık haklı olarak. Tüm bunların gölgesinde kaldı kadınların dramları.

İHD’nin 27 Şubat’ta basına yansıyan raporuna göre

Hatay Araştırma Hastanesi acil servisindeki ilk

müdahaleden sonra yaşama döndürülen Suriyeli bir kadın kocaman kara ve dumanlı gözleri ile, başındaki bekçiden (belki kocası, belki de babasıydı) sakına sakına fısıltıyla özetlemişti dramını: “Gerçek

İHD’nin raporuna göre Hatay’daki kamplarda kalan kadınlardan yaklaşık 3000’i “evlendirme” adı altında erkeklerin hizmetine 2. veya 3. eş olarak sunuluyor. bildiğiniz gibi değil, ne olursa olsun kendimi öldürmeyi başaracağım.” Kimdi? Neden böyle dedi? Neler yaşadı da ölmeyi bu kadar çok istedi? Bu konuda hazırlanan çeşitli raporlarda da belirtildiği gibi mülteci kadınlar ülkelerinden kaçışlarından, sığınma talebinde bulundukları ülkeye gelişlerine, mülteci olarak kabul veya ret kararını almalarına kadar geçen süreçte ve karardan sonraki süreçte olmak üzere, her aşamada farklı tehlikeler ve farklı şiddet biçimleri ile karşı karşıya kalıyorlar. Zorla fuhuşa itilme, tehdit ve vaatlerle cinsel ilişkiye zorlanma, her an cinsel, fiziksel şiddete maruz kalma ihtimali, yerel halkın onlara yönelik saldırgan ve ön yargılı tutumları, aile içi şiddetin daha da yoğunlaşması yaşadıkları sorunlardan sadece bir kaçını oluşturuyor. Cinsel şiddet günlük yaşamın bir parçası

Kaçıştan önce ve çatışma sırasında iktidarda bulunan veya farklı muhalif gruptaki erkekler tarafından taciz, askerler tarafından cinsel şiddet, toplu tecavüz ve hamile bırakılma, çatışma sırasında tarafların silahlı üyelerince kaçırılma gibi tehditler altında olan kadınlar, kaçış sırasında da sınır muhafızları tarafından cinsel saldırıya uğrayabiliyorlar. Kadınlar açısından tehlike sığındıkları ülkede son bulmuyor. Tıpkı Ürdün ve Hatay kamplarında yaşandığı gibi kadınlar her türlü cinsel saldırının hedefi olabiliyorlar. Ailelerinden ayrı düşmüş kız çocuklar tacize uğruyor, kadınlar aile içinde şiddet görüyorlar. Kamptan çıkamama, sürekli kapalı alanda kalma, gelecekte ne olacağını bilememe (gelecek kaygısı), üretememenin yarattığı depresif ruh hali kadınları psikolojik olarak da etkiliyor. Mahremiyet yok, temizlik yok, sağlık, eğitim, kişisel gelişim yok. Vatanlarındayken de yaşadıkları dram farklı değildi kuşkusuz. Tıpkı dünyanın herhangi bir yerindeki kız kardeşlerimiz gibi… Çatışma ve savaş ortamı ya da değil; dünyanın her yeri kadınlar için sürgün kampı, kadınlar dünyanın her yerinde sürgün….


Mart 2013 # 3

Siyase

Dünya

“Arap baharı” ve Filistin

23

Ortadoğu’da yaşananların Filistin halkının lehine olup olmayacağı; sürecin Ortadoğu haklarının direnişi ve kazanımları ile mi sonuçlanacağı, yoksa emperyalizmin planları doğrultusunda mı ilerleyeceği konusuyla çok yakından ilgilidir. Ortadoğu tüm dünyanın ana gündemini oluşturuyor. Gün geçmiyor ki, Ortadoğu’dan patlama, ölüm, direniş, katliam haberleri almayalım.

Züleyha Gülüm

Halk direnişleri ile başlayan süreç emperyalist devletler ile Ortadoğu’daki devletlerin müdahaleleri ile başka noktalara çekilmeye çalışılıyor. Emperyalizm kendi çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye çalışırken hem emperyalistler arası çıkar çatışmaları hem de halkların direnişi her şeyin istedikleri gibi yol almasını engelliyor. Son süreçte ise Suriye dikkatlerin odaklandığı ülke oldu. Mısır’daki gelişmelerin yaşandığı dönemde Filistin meselesi gündem maddelerinden biri iken bugün bu mesele nerdeyse hiç konuşulmuyor. Oysaki Filistin meselesi tarihsel ve coğrafi olarak Ortadoğu’nun asli meselelerinden biri olup, her zaman halkların ve devletlerin farklı açılardan da olsa gündeminde olmuştur. Sadece Filistinli mültecilerin yaşadığı ülkeler göz önüne alındığında dahi bu meselenin tüm Ortadoğu’yu ilgilendirdiği açıktır. Diğer yandan Filistin meselesi devletler açısından, halkların tepkisi nedeni ile en azından görünürde sahiplenilmiştir.

lerin kaldığı kamplarda çatışmalar yaşanmıştır. Kamplar bir yandan ÖSO’nun bir yandan da Suriye Ordusu’nun saldırılarına maruz kalmış ve onlarca mülteci yaşamını yitirmiştir. Yine kampların güvenli olmaması nedeniyle birçok Filistinli zaten mülteci olarak yaşadıkları Filistin kamplarını terk etmek zorunda kalmışlardır. İsrail bir taraftan bu süreci desteklerken ve sürece müdahale ederken, diğer yandan da gelişmelerin seyrinden endişe etmektedir. Tüm bu olaylar yaşanırken sürekli mücadele halinde olan Filistin halkı tabii ki bu süreçten daha fazla etkilenmiştir. Direniş bu kez Filistin halkına ilham kaynağı olabilecektir. Bu sürecin bir yansıması olarak 29 Kasım’da BM Genel Konsey’i Filistin’e üye olmayan gözlemci devlet statüsü veren bir karar almak zorunda kalmıştır.

hangi bir taahhüt söz konusu değil. Buna karşılık kararın alınmasından sonra İsrail 3000 yeni yerleşim biriminin inşasına onay vermiştir. Tüm bu süreçte ise halkın direnişi elbetteki devam etmektedir. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısına karşı kitlesel gösteriler ve silahlı direnişler gerçekleşmiştir. Hamas ve El-Fetih’in tüm engellemelerine rağmen, halk sonraki süreçlerde de sokağa çıkmış ve “3. İntifada mı geliyor?” sorularını sorduran direnişler gerçekleştirmiştir. En son cezaevlerinde süren kitlesel açlık grevleri bunun göstergelerindendir. Filistinli tutsak Arafat Jaradat’ın işkencede öldürülmesi açlık grevcisi sayısını 4 bin 700’e ulaştırmış, tutsaklara özgürlük isteyen Filistinlilere İsrail askerinin saldırmasıyla büyük çaplı olaylar meydana gelmiştir.

Filistin meselesi Ortadoğu’da halklar nezdinde onay almanın ya da güçler dengesinde rol kapmanın bir aracı olmuştur her zaman. Bugün ise Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler Filistin meselesini dünya gündeminin arka sıralarına itmiştir. “Kardeşler” kardeşlik yapmıyor

Ortadoğu’da ve özellikle Mısır’da ortaya çıkan halk hareketleri, çözüm üretme konusunda adım atmaya zorlayabilecek gelişmeler olarak değerlendirilmiştir. Mübarek’in iktidardan devrilişi sonrası gelen iktidarın İsrail’e yaptırım uygulayacağı en azından geçiş ve ticaret yapılan tünellerin açılacağı umudu belirmişti. İlk başlarda Filistin lehine birtakım açıklamalar ve eylemlilikler yapılmış olsa da, Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler örgütü hızla eski hükümetin uygulamalarına sahip çıkmıştır. Müslüman Kardeşler örgütü ile Hamas aynı kökten gelen kardeş örgütler olmasına rağmen ABD çıkarları ile yakından bağlantılı olan Müslüman Kardeşler ve dolayısı ile bugünkü Mısır Hükümeti İsrail aleyhine herhangi bir tasarrufta bulunmamıştır. Aksine özellikle son süreçte Filistinlere uygulanan ambargo nedeni ile Filistinliler için can damarı olan Gazze-Mısır arasındaki tüneller için önce yıkım kararı alınmış, bu karar kısmen Eylül 2012’de uygulanmış, bugün ise tüneller su pompalanarak yıkılmaya çalışılmaktadır. Yine Suriye’de yaşanan savaşta Filistinli mülteci-

Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler, ilk başlarda Filistin lehine birtakım açıklamalar ve eylemlilikler gerçekleştirse de, hızla eski hükümetin uygulamalarına sahip çıkmıştır. Direniş sürüyor: 3. İntifada kapıda

Batı Şeria ve Gazze’de Filistinliler sokaklara dökülerek kararı kutladılar. Bu kararla Filistin uluslararası ceza mahkemelerine başvurma hakkını elde etti. Ancak bu kararda mültecilerin geri dönüş hakkının tanınması, İsrail’in işgal ettiği bölgeleri boşaltması, 1967 sınırlarına çekilmesiyle ilgili her-

Sonuç olarak; Ortadoğu’da yaşananların Filistin meselesini çok yakından etkileyeceği açık. Ancak bu etkinin Filistin halkının lehine olup olmayacağı; sürecin Ortadoğu haklarının direnişi ve kazanımları ile mi sonuçlanacağı, yoksa emperyalizmin planları doğrultusunda mı ilerleyeceği konusuyla çok yakından ilgilidir.


24

Siyase

Dünya

Mart 2013 # 3

Mısır ve Tunus’ta kim kazanacak? Bugün Arap Ayaklanması yaşayan ülkelerde ibre emperyalistler ve işbirlikçileri lehinde olsa da, halkların, köylülerin, işçilerin, yoksulların, kadınların, gençlerin birikmiş öfkesi yeni devrimci hamlelerin geleceğini gösteriyor. Tunus’ta başlayan ve hızla diğer ülkelere yayılan Arap halk direnişleri dalgası üçüncü yılına girdi. Bu kısa sürede Tunus, Libya, Mısır başta olmak üzere bölgede büyük değişimler yaşandı. Ancak halkın özgürlük, demokrasi ve ekmek talepleriyle başlayan direnişler, devrimci bir örgütlülük ve önderlikten yoksun olması nedeniyle ABD ve batılı ülkelerin müdahaleleri sonucu asıl hedeflerinden saptırıldı.

Tülay Hatimoğulları

Mısır

“Ekmek, Özgürlük ve Toplumsal Adalet” ilkelerinde ortaklaşan Tahrir direnişi İslami ve laik gençleri bir araya getirdi. Mısır isyanlarının aktörleri; eğitimli orta sınıf, diplomalı işsizler, demokratlar, gençler, kadınlardı. Bu ayaklanmanın esin kaynağı; Mısır’da 2000 yılında gerçekleşen işçi eylemleri, Irak ve Filistin halkıyla dayanışma amacıyla oluşturulan hareketler, yargının bağımsızlığını savunan 2006 Hareketi, Hüsnü Mubarek’e ismiyle hitap ederek itaatsizlik yapan Kifaya Hareketi oldu. Haziran 2010’da polis işkencesiyle öldürülen İskenderiyeli Said Halid’e sahip çıkan halk, “Hepimiz Said Halid’iz” kampanyası ile işkencenin kalkması ve insan hakları ile ilgili düzenlemelerin yapılmasını talep etti. Bu kampanya da Mısır devrimde tetikleyici etmenlerden biri oldu. Mısır’da, “Arap Baharı” gerçek devrimciler ve devrimi kullanan güçler arasında gidip geliyor. Yukarıda bahsettiğimiz zemin üzerinden yükselen Tahrir Direnişi bir değişimi zorladı. Bu süreçte inisiyatif alan Müslüman Kardeşler, ABD ile anlaşarak Mısır halkının kaderini belirlemeye başladı. Halkın önemli bir kesiminin sandığa gitmediği seçimde, Müslüman Kardeşler’in temsilcisi Muhammed Mursi Cumhurbaşkanı oldu. Mursi ile beraber Mısır’da safların netleşmeye başladığını söyleyebiliriz. ABD, Müslüman Kardeşler örgütü ile kimi mutabakatlar sağladı: “Ilımlı İslam” iktidarı ile İslam dininin çok belirleyici olduğu bu bölge daha kolay yönetilebilir. Mısır’da aşırı dinci olan Selefiler ile demokratlar arasında bir iktidar hedeflendi. İhvan da (Müslüman Kardeşler) iktidara gelmek için bu rolü severek üstlendi.

İhvan, İsrail’in Filistin işgalini sürdürmesine göz yumacak. ABD’nin küresel hesaplarında bir köşe taşı oluşturan Mısır’ın, ABD stratejisi ile uyumu sürecek. Mevcut piyasa sisteminin, işçi grevleri ve köylü mücadeleleri ile savaşın devam etmesi de İhvan tarafından kabul edildi. Bu anlaşmaların hayata geçmesi için ordu istihbaratı ve siyasal İslam ortaklığının daha aktifleşmesi hedeflendi. Yukarıdaki tablodan da görüleceği gibi, ABD restorasyonu ile Mısır halkına geçmişin tekrarı dayatılmış oluyor. Mısır devriminin bileşenlerine baktığımızda, bu gelişmelerin kitleleri ikna edemeyeceği sonucunu çıkarmak zor olmasa gerek. Nitekim Mursi karşıtı gösterilerin artması bunun göstergesidir. Tunus

17 Aralık 2010’da Tunus’tan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya isyan ateşi yayıldı. İşsiz genç Boazizi nezdinde Tunus, Arap ayaklanmasının simgesi oldu. Ancak gelinen nokta Mısır’dan çok farklı değil. Ekim 2011’de oluşturulan Ulusal Kurucu Meclis, devrimi sürdürmekten ziyade eski egemenlerle anlaşma ve uzlaşma yoluna gitti. Bu oluşum isyanın talepleri doğrultusunda kalıcı, siyasal çözümler üretmek yerine, devrimi ötelemenin bir aracı oldu. Nitekim seçimle iktidara gelen En-Nahda Partisi ilk etapta ilgiyle izlense de devrimin taleplerinin takipçisi olamadı. Müslüman Kardeşler’in etkin temsilcisi olan EnNahda, Tunus’ta kendi tabanının taleplerini dahi önemsemeden, Mısır’daki yöntem ve

yaklaşımı benimsiyor. Tunus’taki sosyal patlamanın temelindeki ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunlara ilişkin hiçbir açılım yapamıyor. Başta

Gerek Mısır’da gerekse Tunus’ta halk hareketlerinin yarattığı dalgayla iktidara gelen “ılımlı İslamcı” iktidarlar emperyalistlerle ve eski rejimle uzlaşarak devrimleri köreltiyor. Fransa olmak üzere ABD ve Batılı emperyalist güçlerin Kuzey Afrika’ya açılan kapısı olan Tunus küresel sermaye açısından önemli bir coğrafi konuma sahip. Bu nedenle Tunus’ta ekonomik adalet, özgürlük, insan hakları gibi konularda köklü siyasal ve toplumsal dönüşümlerin gerçekleşmesine müsaade edilmeyecektir. Geçtiğimiz Şubat ayında öldürülen solcu lider Şükrü Belaid, En-Nahda’yı eleştirmişti. Belaid Tunus devrimini ortaya çıkaran nedenlerin hala varlıklarını koruduğunun altını çizmişti: “Devrimin patlamasından iki yıl sonra, onu ortaya çıkaran hem doğrudan hem de uzak nedenler hala ortadadır. Polis ve milis kuvvetlerin baskısı En-Nahda hareketi içinde yeniden üretilmektedir. Despot En-Nahda projesine karşı Tunus, devrimci süreçte ikinci sayfayı açmaktadır.” Şükrü Belaid’in bu tespitleri Tunus’taki solcuların yol haritasını çizmektedir. Hep Küresel Sermaye mi Kazanır?

Bölgede, özellikle Mısır ve Tunus’ta devam eden isyanların sonuçlarını kestirmek mümkün mü? İbrenin, Arap Ayaklanmasını halkın aleyhine çevirmeye çalışan ABD ve Batılı emperyalist güçler ile bölgedeki işbirlikçilerinin lehinde olduğu söylenebilir. Muhafazakâr yönetim ve ordu işbirliği ile sözde değişim rüzgârları estirip, halkı ezen ve sömüren sistem devam ettirilmeye çalışılıyor. Öte yanda bu bölgede yaşayan halkların, köylülerin, işçilerin, yoksulların, kadınların, gençlerin biriken öfkesi var. Bu öfke yıkıcı ve yeniden kurucu bir devrimci ruhu yakalama potansiyeline sahiptir. Anti-emperyalist, eşitlikçi, özgürlükçü hareketlerin önü açık.


Mart 2013 # 3

Siyase

Dünya

Rusya’da direniş büyüyor

25

Devlet bizi güç kullanmakla tehdit ediyor, ama biz çoğunluğuz. Meşru olmayan iktidar güçsüzdür. Aleksandra Çelik

2011 Aralık ayında Rusya’da başlayan kitlesel protesto hareketleri, Putin iktidarının politik ve sosyal alanda yarattığı sessizliği kırdı. Genci, orta yaşlısı, ofis emekçisi, memuruyla on binlerce kişi sokaklara çıkıp değişim istemeye başladı. 2011 Aralık, 2012 Şubat ayları arasında Moskova, Petersburg ve diğer büyük kentlerde kitlesel miting ve eylemler gerçekleşti. Bu protesto eylemleri toplumun büyük kısmının siyasallaşmasını sağladı. Yıllar boyunca iktidardaki seçkinler tarafından uygulanan demokrasi modeli birkaç günde iflas etti. İktidarın politikaları ezilen kitlelerin gözünde artık inandırıcılığını kaybetti. Bu protesto hareketinin ilk gerekçesi “dürüst seçimler”di, ama hızlı bir şekilde bütün politik sisteme karşı bir harekete dönüştü.

şüpheliydi. Ama o gün, tüm kötümser beklentilere rağmen yaklaşık 60 bin kişi toplandı. Yürüyüş kolu miting yerine yaklaşırken polis provokasyon yaptı. Yukarıdan meydana girişin kapatılması emri geldi. Girmeye çalışan herkes dayak yiyip göz altına alınıyordu. Polis’in benzeri görülmemiş şiddeti karşısında bazı göstericiler direnmeye başladı. Tutuklanan herkes serbest bırakılana kadar sokağı terk etmeyeceklerini açıkladılar. Bu çatışma birkaç saat sürdü. Yaklaşık 650 kişi göz altına alındı. Bir gün sonra Putin’in tören korteji bomboş sokaklardan geçiyordu. Polis Moskova’nın merkezindeki sokakları protestocular ve tüm diğer yayalara kapattı. Rusya’daki yeni protesto hareketi muhalefetin gücünü ve radikalliğinin arttığını gösterdi. 6 Mayıs

Sol militanlar ve hayatlarında ilk defa politik bir eyleme katılan sıradan vatandaşlar tutuklanıyordu. Narodniklerden günümüze

6 Mayıs 2012 olaylarından bugüne 20’den fazla kişi göz altına alındı. Bazıları Rusya’yı terk etmek zorunda kaldı. 17 Ocak tarihinde Rotterdam’da, siyasi sığınma başvurusu kabul edilmeyen ve Rusya’ya geri gönderilecek olan Aleksandr Dolmatov intihar etti. Bu siyasi dava 19. yy sonunda Rus Narodniklere karşı uygulanan politikayı anımsatıyor. Açılacak davaların amacı, mevcut siyasi rejime karşı olan kesimlerin siyasi mücadele iradesini kırmak ve siyasi muhalefeti (büyük kısmı sol görüşlere sahiptir) seri olarak yok etmektir. Rusya Soruşturma Komitesi (doğrudan Putin’in kontrolünde olan bir kurum), sıradan insanlar ve tanınmış muhalif siyasetçilerin katıldığı büyük protesto eylemlerinin bir komplo olduğunu göstermeye çalışıyor. 10 Ocak 2013 tarihinde iki ceza davasının birleştirileceği açıklandı. Soruşturma ve yargılama Kremlin’den yönetiliyor. Tutuklulara bazen onların hayat ve sağlıklarını tehdit eden baskılar uygulanıyor. Meşru olmayan iktidar güçsüzdür

Dünyanın her yanındaki solcular dayanışma eylemleri gerçekleştiriyorlar. Çünkü burjuva devletin saldırılarına karşı birlik olmak lazım.

Yıllardır sosyal hareket dağınık ve güçsüzdü. Bireysel inisiyatifler politik durumu etkilemiyordu. Ama bugün sorunlarımızın ortak olduğunu anlıyoruz. Baskı yapılan çoğunluğun parçasıyız. Protesto hareketini güçlendirmek zorundayız. Ve bunun tek yolu sosyalist mücadeleyi yükseltmektir. Geçen sene Mart ayındaki başkanlık seçimlerinde Vladimir Putin, bir yandan seçmenlere karşı polis eliyle saldırılarda bulunurken diğer yandan yalan ve tahrifata dayalı popülist bir söylem kullanarak seçimleri kazandı. Birçok kişi artık protesto eylemlerinin toptan başarısız olduğunu düşünüyordu.

olayları Moskova’da “Occupy” (işgal) hareketine yol açtı. Mayıs ayı boyunca Moskova’nın merkezinde kamp kuruldu ve protestocular sokakları günler ve geceler boyunca terk etmediler. Bu eylemle birlikte sol muhalefet meşruiyet kazandı ve halk tarafından benimsendi.

6 Mayıs eylemi

Mayıs’taki olaylar iktidara net bir sinyal verdi: Protesto hareketi artık yeterince tehlikeli ve rahatsız ediciydi! İşte o zaman “kitlesel kargaşa” davası açıldı. İlk tutuklama 27 Mayıs’ta gerçekleşti. 18 yaşındaki anarşist Aleksandra Duhanina kargaşaya katılmak ve polise karşı güç kullanmakla suçlandı.

Seçimlerin ardından, muhalifler 6 Mayıs günü bir miting düzenlediler (Putin’in göreve başlamasından bir gün önce). Moskova’nın merkezinde yapılacak bu eylemin başarılı ve kitlesel olacağı

Haklarımız ayaklar altına alınıyor. İnsana yakışır iş, ücretsiz ve kaliteli tıbbi hizmet hakları elimizden alınıyor, yaşam standardı düşüyor, konut sorunları artıyor. Hükümet bizim sessizliğimize alışmıştı. Yıllardır sosyal hareket dağınık ve güçsüzdü. Bireysel inisiyatifler politik durumu etkilemiyordu. Ama bugün sorunlarımızın ortak olduğunu anlıyoruz. Bize yapılanlar kişisel, tekil uygulamalar değildir, devlet tarafından planlı biçimde yapılan zulümdür. Bizim geleceğimiz söz konusudur. Baskı yapılan çoğunluğun parçasıyız. Protesto hareketini güçlendirmek zorundayız. Ve bunun tek yolu sosyalist mücadeleyi yükseltmektir. Moskova’daki protestolar, insanların sokaklara çıkmaya hazır olduğunu gösterdi. Ve bu sadece bir başlangıçtı. 6 Mayıs tutukluları, bütün vatandaşların özgürlüğü ve geleceği için mücadele veriyor. Ve biz onların özgürlüğü için savaşmalıyız. Birkaç yıl önce yoldaşlarımızı uluslararası dayanışmanın desteğiyle devletin esaretinden kurtarabildik. Bu sefer de egemen sınıfın elinden rehineleri kurtarmamız lazım. Devlet bizi güç kullanmakla tehdit ediyor, ama biz çoğunluğuz. Meşru olmayan iktidar güçsüzdür.


26

Emek

Siyase

Mart 2013 # 3

Kamuda son viraja girerken Kamuda güvencesiz, esnek, performans esaslı çalışma biçimlerinin yasal zemini oluşturuldu; geriye bir tek (kısmi) iş güvencesi daha doğrusu (kamuda) istihdam güvencesi kaldı. Deniz Gemici 26-27 Ocak tarihlerinde

Abant’ta yapılan “Kamu Personel Sisteminin Sorunları, Çözüm Önerileri ve 2023 Vizyonu Çalıştayı”nda konuşan Faruk Çelik, sosyal güvenlik sistemine ve çalışma hayatına ilişkin pek çok düzenleme yaptıklarını, kamu personel rejimi değişikliğinin ise dönülecek son viraj olduğunu söyledi. Aslında Faruk Çelik’in bu tespiti bir hayli yerinde. Hükümetleri döneminde çıkarttıkları pek çok yasa ve Ulusal İstihdam Strateji Planı kapsamındaki uygulama ve düzenlemelerle istihdam biçimlerini sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda önemli ölçüde dönüştürmeyi başardılar. Kamuda ise, özellikle 6111 sayılı Kanun ile getirilen düzenlemelerle, öngörülen güvencesiz, esnek, performans esaslı çalışma biçimlerinin yasal zemini oluşturuldu; geriye bir tek (kısmi) iş güvencesi daha doğrusu (kamuda) istihdam güvencesi kaldı.

le, açıkça anlaşılacağı üzere performans esası, kamu çalışma yaşamına dair mevzuata tanıştırılmıştır. Ek Madde 8’e göre; kamu emekçileri, ihtiyaç duyulması halinde kurumlarınca, diğer kamu kurum ve kuruluşlarında altı aya kadar geçici süreli olarak görevlendirilebilir. İş Kanunu’ndaki “ödünç işçilik” uygulamasıyla benzerlik gösteren bu madde sayesinde idare, çeşitli nedenlerle istemediği personeli dilediği gibi sürgün etme hakkına kavuşmuştur. 125. Maddesi ile; devlet memurluğundan çıkarma cezasını gerektiren fiil ve haller içinde sayılan grev yasaklarının kapsamı genişletilmiştir. Son eşikte neler var?

Son eşik olarak tarif edilen yasa değişikliğinde hangi düzenlemelerin yer alacağını tam olarak bilemesek de, Abant Çalıştayı’nda ele alınan konulara ve Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in yaptığı açıklama-

esasına bağlı olarak çalışan sayısının azaltılması. Ve nihai olarak bu iki hedef setine uygun mevzuat değişiklikleri ve esneklik modellemelerinin yapılması. Kamu emekçileri işçi sınıfının tüm bileşenleri ile birlikte ortak mücadele etmeli

Kuşkusuz bu süreci tek başına kamu emekçilerinin sorunu olarak ele almak ve mücadele stratejisini bunun üzerine kurmak büyük bir hata olacaktır. Söz konusu olan, işçi sınıfının tüm bileşenleriyle hak ve kazanımlarını elinden alan kapsamlı saldırıların ayaklarından biridir. Bir diğer yönü ise, ikinci paylaşım düzeyinde süregiden sınıf mücadelesinin bir veçhesi olarak kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasıdır. Yıllardır kamu emekçileri ve sendikaları için hem bir avantaj olan hem de kendi sınıf gerçekliğiyle

657’de neler değişti?

6111 sayılı Kanun’la değiştirilen 657 sayılı DMK’nın: 91. Maddesi’ne göre; kamu emekçileri kadroları kaldırılmak suretiyle havuza atılabilecek, başka bir kurumda, bambaşka bir statüde çalıştırılabilecekler. Bu maddenin olası sonuçlarını, özelleştirmelerin ardından kamu işçilerinin nasıl 4-C kadrosuna geçirildiğini anımsayarak kestirebiliriz. Bir önceki paragrafta iş güvencesi yerine (kamuda) istihdam güvencesi kavramının kullanılmasının nedeni de böylelikle açıklanmış olur. 100. Maddesi’ne göre; kamu emekçileri bu madde uyarınca tespit edilen çalışma saat ve süreleri ile görev yerlerine bağlı olmaksızın çalıştırılabilecekler. Esnek çalışmaya açık bir biçimde yasal zemin kazandıran bu madde dayanak alınarak “uzaktan çalışma”, “evden çalışma” gibi uygulamalara gidilmesi de mümkündür. Bu uygulamaların ilk kurbanları, daha düşük bir ücrete razı olarak evinin yolunu tutmaya fiilen zorlanan kadınlar olacaktır. 110. Maddesi’ne göre; kamu idareleri, çalışanların “başarı, verimlilik ve gayretlerini” ölçmek üzere, değerlendirme ölçütleri belirleyebilir. Bu maddey-

Kuşkusuz bu süreci tek başına kamu emekçilerinin sorunu olarak ele almak ve mücadele stratejisini bunun üzerine kurmak büyük bir hata olacaktır.

lara bakarak bir öngörüde bulunabiliriz. Buna göre planlanan değişiklikleri iki hedef setinde toplamak mümkün. Birincisi; kamu hizmet tanımının daraltılması ve daha büyük bir kısmının piyasalaştırılması, hizmet üretiminde kamusal yarar ilkesinin yerine verimlilik, müşteri memnuniyeti, toplumsal yapıyla uyumluluk adı altında sermayenin ihtiyaçlarına uyumluluk esaslarının yerleştirilmesi. İkincisi ise kamu hizmetlerindeki dönüşüme paralel olarak memur-kamu çalışanı/görevlisi ayrımına gidilmesi, performans esasının yaygınlaştırılması ve ücret ile iş güvencesinin performansa tabi kılınması, esnekliğin bir veçhesi olarak kamu personelinin yurt sathında dengeli dağılımı, verimlilik

tanışmasının önünde bir perde işlevi gören hak ve güvencelerin, bu perdenin ötesi görülmeksizin, refah devletinin öznel tarihsel koşullarında şekillenen ve bu paradigma tarafından belirlenen sendikal refleksler ve geriden takip eden mücadele güncesi ile korunması ve geliştirilmesi mümkün değildir. Bugün yapılması gereken, işçi sınıfını yeni koşulları, ilişki biçimleri ve olanca karmaşıklığıyla yeniden inşa edecek her türden fikri ve eylemli yaratıcılığa kapımızı aralamak; varlığını, geleceğini ve meşruiyetini burada aramaktır. Sermayenin arabasını, son virajı alamadan devirmek ancak böyle mümkün olacaktır.


Mart 2013 # 3

Siyase

Kadın

Sağlıkta dönüşüm ve kadınlar

27

“Paran kadar sağlık” denen bu dönemde, kadınların eş ya da baba üzerinden sağlık güvencesine sahip oldukları, kendilerine ait sosyal güvencelerinin olmadığı düşünüldüğünde acil taleplerden biri de bu bağımlı güvencelilikten kurtulmak olmalıdır. Deniz Nalbantoğlu

Dünya nüfusunun yarısını oluşturan biz kadınlar aynı zamanda tüm dünyadaki yoksulların yüzde 70’ni oluşturmaktayız. Gelir dağılımından payını alamayan kadınlar ve çocuklar yoksulluktan en çok etkilenen gruplar. Türkiye’de son verilere bakıldığında kadın istihdamı yüzde 22’dir. Yani beş kadından yalnızca biri ücretli bir işte çalışmaktadır. Neoliberal politikaların etkisinde formel işlerde kadın istihdamı azalmış, güvencesiz işlerde artmıştır.

Kadınlar eve, erkekler işe

Her kriz dönemi politikası gibi kadın işgücü ikincil plandadır. Evi geçindirmesi gereken “reis”, asli unsur “erkek”tir. O zaman “kadınlar eve, erkekler işe” şeklinde patriyarkal kapitalizm daha da görünür hale gelir. Kadınlar evde görünmeyen emekleriyle baş başa toplumsal yeniden üretim için didinirken, bir yandan da “aile ekonomisine destek” için ev eksenli işlerle eve para getirmeye çalışmaktadırlar. Dışarıda çalıştıkları işler ise yine kadınlıkla özdeş görülen, genellikle güvencesiz işlerdir. Fason, taşeron, çağrı üzerine çalışma işi kadınlar arasında daha yaygın ve bu işlerin de ücretleri genellikle daha düşüktür. Türkiye’de 1980’li yıllarda başlayan özelleştirme politikalarından, elbette ki, sağlık sektörü de zamanla etkilenecekti. Nitekim “Sağlıkta Dönüşüm Programı” olarak adlandırılan plan sağlıkta basamak basamak özelleştirmenin adıdır. Programa göre sağlık sektörü, çalışanlarıyla beraber piyasaya sunulacak, sağlık bakanlığı sadece planlayıcı, denetleyici konumunu koruyacak, özel sağlık hizmeti sunucuları teşvik edilecek, sağlık hizmetinin finansmanında vergiden, sigorta sistemine geçilecekti. Vatandaşa yansıyan ilk uygulamalardan biri de Aile Hekimliği oldu. Özellikle koruyucu sağlık hizmetinin öncelendiği sağlık ocaklarında, doktoru, ebesi, hemşiresi, çevrecisi ekip halinde kendi bölgesine hizmet vermekteydi. Bunun yerine artık, aile hekimi ve aile sağlığı elemanından

oluşan mini ekipler, sadece kendisine bağlı nüfusa hizmet sunmaya başladı. Kadınların önceden sağlık hizmeti almak için ilk başvurdukları yerler, evlerinin çok yakınında olan sağlık ocaklarıydı. Üstelik 15-49 yaş kadınlara gebelik, bebek-çocuk izlemleri gibi doğrudan kadını ilgilendiren hizmetler, sağlık ocaklarındaki ekipler tarafından, siz başvurmasanız da, ebelerin evlere yaptığı düzenli ziyaretlerle veriliyordu. Eşit, ulaşılabilir, ücretsiz sağlık hizmeti

Başta da söylediğimiz gibi yalnızca yüzde 22’si istihdam edilmiş kadınların patriyarkal yapıdan kaynaklı genellikle “evde” olduğu sonucundan hareketle kadınların, sağlıkçılar tarafından yaşadıkları yerlerde görülmesi ya da sağlık hizmeti almak için ilk başvurdukları merkezlerin eşit, ulaşılabilir, ücretsiz olması gerekir. Zira sağlık sadece fiziksel ya da biyolojik olarak değil, ruhsal, toplumsal, kültürel yönlerden de iyilik halini taşımalıdır. Kadınların sağlığı değerlendirilirken de meselenin bu bütünlükte ele alınması gerekir. Bir başka yön sağlığın mali tablosuyla ilgili. Sigorta sistemi, bugün için GSS prim ödeme esasına dayanmaktadır. Sağlık hizmetinden yararlanmak için kişinin prim borcu olmaması gerekir. Üstelik hizmete ulaşabilmek için bu primlere ek olarak katkı ve katılım payı adı altında giderek artan cepten ödemeleri de yapmak durumundayız. Katkı

ve katılım paylarının sağlık hizmetine ulaşmada eşitliği bozduğunu söylemek zor değil. Kadınlar para ödeyerek sağlık hizmeti satın almak zorundaysa, önceliği çocukları, bakım ihtiyacı olan

Kadının evdeki yeri bakım emeği ile iyice sağlamlaştırılır. Çocukların bakımı yanında yaşlı ve hasta yakınların bakım yükü de tamamen kadının üzerindedir. yakınları için kullanıyor, ciddi sağlık problemleri olmadıkça sağlık kurumlarına başvurmuyorlar. Kaldı ki kadınların yaşam boyunca sağlık hizmetinden yararlanma gereksinimleri erkeklere oranla daha fazladır. Daha çok hastalanırlar, daha çok sağlık riski altındadırlar ancak sağlık problemleri de hastalık olarak görülmez, kadınlıkla ilişkilendirilir. Kadınların görünmeyen emeğini yok sayma GSS ile daha perçinlenmekte, sosyal devlet sorumluluklarından geri çekilmenin bir sonucu olarak, evde hasta ve yaşlı bakım işlerinin tamamen kadına yüklenmesiyle kadın daha fazla eve hapsolmaktadır. Kadınlar için; nitelikli, eşit, ulaşılabilir, ücretsiz ve cinsiyet körü olmayan, ancak bütünlüklü bir bakış açısıyla sağlıklılık mümkün olacaktır.


28

Emek

Siyase

Dikkat! Fazla çalışma öldürür

Mart 2013 # 3

Ezeli ve ebedi olmayan, sınırlı ve sonlu bir enerjiye sahip insan bedeni ve ruhu, bu sonsuz sömürü dayatması karşısında çaresiz kalıyor; tükenmişlik sendromu salgın hastalık gibi yaygınlaşıyor. Çalışırken ölüyoruz. Dünyanın dört Eser Sandıkçı bir yanında kimi zaman Japonya’da bir

ofiste, kimi zaman Fransa’da özelleştirilen bir işletmede; kimi zaman Çin’de dünyanın en büyük teknoloji firmalarına üretim yapan fabrikalarda, kimi zaman Tuzla tersanelerinde. Ölümlerimiz çalışırken, çalışma nedeniyle, çalışmadan kaynaklı oluyor. Bizim gibi coğrafyalarda çoğu kez adına kader deniyor, cinayetlerimize kaza süsü veriliyor, hukuk susuyor, ana akım medya görmez oluyor. Çalışırken ölüyoruz. Çünkü mülk sahibi olmayan milyonlarca insan için hayatta kalabilmenin tek yolu, emek güçlerini ücret karşılığında sermayesi olana satmak. Kapitalist üretim sisteminin varoluşu kar maksimizasyonuna, yani her gün bir öncekinden daha fazla kar elde etmesine bağlı. Bu nedenle tarımda, üretimde, hizmet sektöründe mavi-beyaz yakalı, genç-yaşlı milyonlarca işçi daha fazla çalışmak zorundayız. Sermayeye aktarılacak artı-değeri artırmak için daha uzun saatlerde ve daha yoğun çalışmalıyız. Çünkü kapitalizmde oyunun kuralı bu. Masa başlarında yapılan verimlilik hesapları, insan kaynakları uygulamaları, yönetim sistemleri bunun için gerçekleştiriliyor. İşsizlik ve güvencesizlik kıskacına alınan işçi sınıfına daha fazla çalışma saldırısı dayatılıyor. Ancak ezeli ve ebedi olmayan sınırlı ve sonlu bir enerjiye sahip insan bedeni ve ruhu; bu sonsuz sömürü dayatması karşısında çaresiz kalıyor; tükenmişlik sendromu salgın hastalık gibi yaygınlaşıyor. Kimi zaman fiziksel olarak bedenin tükenmesi sonucunda, kimi zamansa bütün bu sömürü sürecinden tek çıkış yolu olarak intiharı görmesi ile birlikte ölümler gerçekleşiyor.

Karoşi: Fazla çalışmak öldürür

Fazla çalışma nedeniyle gerçekleşen ölümlere Japonca’da karoşi adı veriliyor. II. Dünya Savaşı’nın ardından, Japon ekonomisinde ki muazzam yükselişin arkasında Japon emekçilerin yoğun ve uzun mesai saatleri ile çalışmaları yer alıyor. Esnek üretim ve buna bağlı fazla mesailer sonucu çalışanlar arasında ölümler baş gösteriyor ve bu ölümler karoşi olarak adlandırılıyor.1990 yılında Japonya’ da yaklaşık 10 bin kişi karoşiden dolayı hayatını kaybediyor. Uzun çalışma saatlerinin norm haline geldiği Türkiye’de yaşanan işçi ölümlerinin ne kadarının karoşi olduğuna dair hazırlanan bir rapor yok. Ancak 8 saatten fazla çalışmanın çalışanların psikolojik ve fiziksel sınırlarını ne derece zorladığını ve ölüm potansiyelini artırdığını tahmin etmek güç değil.

Bir banka çalışanı internette forum sitesinden haykırıyor: “Çalışma şartları artık çığırından çıktı. Çalışma Bakanlığı’nın iş müfettişleri acaba neden bir bankanın gece saat onda ışıklarının yandığını sormuyor?” Geçen yıl greve giden THY çalışanları, uzun çalışma saatlerinin uçuş güvenliğini tehdit ettiğini defalarca ifade ediyorlar. “Yorgun uçmak istemiyoruz” adında uzun çalışma saatleri karşısında kampanya örgütlüyorlar. Televizyon dizisi yazarı ve oyucusu Gülse Birsel, uzun çalışma saatleri nedeniyle her gün setlerde bayılma, hastalanma ve kaza olduğunu ifade ediyor ve dizi emekçilerini “karoşi kurbanları” olarak nitelendiriyor. Birçok sektörde uzun çalışma saatleri iş kazalarına yol açıyor. İşyeri intiharları artıyor

Japonlar karoşinin yanında yoğun çalışmadan kaynaklı 2009 yılında Fransa’da özelleştirilmesinin ardından intihar anlamına gelen “karajisatu” kavramını da dünya France Telekom’da 27 çalışanın intihar etmesi hala haliteratürüne kazandırıyorlar. fızalarda. Çin’de 2010 yılında Apple, HP gibi firmalara Japonya’da azımsanamayacak üretim yapan Foxconn’da 18 işçi intihar ediyor. sayıda insanın yoğun çalışmadan kaynaklı intihar ettiği kalabilmek ve çalışmaya devam edebilmek için iddia ediliyor. İşyerlerinde insanlar kendilerini kullandıkları ilaçlar ölümlerine neden oldu. öldürüyor. Sermaye kapitalizm oyununda, emekten makFransa’da 2009 yılında özelleştirilmesinin ardından simum değer elde etmek istiyor. Emek, eşitsiz France Telekom’da 27 çalışanın intihar etmesi hala hafızalarda. Çin’de 2010 yılında Apple, HP gibi koşullarda girdiği bu oyunda bulunmanın bedelini firmalara üretim yapan Foxconn’da 18 işçi intihar hayatıyla ödüyor. Emek için oyunu bozmak dışında ediyor. Foxconn’da işçiler uzun çalışma saatleri ile bir yol gözükmüyor. ve kötü çalışma koşullarında çalışıyorlar. Türkiye’de neo-liberal uygulamaların sonucu kamuda güvencesiz çalışan öğretmenlerin intiharlarına rastlıyoruz. Bugüne kadar ataması yapılmayan ve bu nedenle ücretli çalışan 32 öğretmen intihar ederek hayatını kaybetti. Sağlık alanında yaşanan dönüşüme bağlı olarak çalışma saatlerinin uzaması ve artan iş yükü çalışanlar için hayatlarını tehdit edici bir sonuca dönüşüyor. 2011 yılında Erzurum’da aynı hastanede çalışan üç doktorun ölümünün arkasında aynı gerçek yatıyor. Uzun çalışma süreleriyle çalışan doktorların ayakta

Kaynaklar:

http://azcalis.blogspot.com/2009/07/karoshi-ya-da-cokcalsmaktan-olmek.html http://forum.memurlar.net/konu/1520519/ http://www.yorgunucmakistemiyoruz.biz/ http://www.sabah.com.tr/Pazar/Yazarlar/birsel/2012/04/29/ karoshi-kurbanlari-antalya-odullerinde http://azcalis.blogspot.com/2009/07/karoshi-ya-da-cokcalsmaktan-olmek.html Eser Sandıkcı, Kanlı Beyaz Yakalar, http://www.radikal.com.tr/ Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1085968&C ategoryID=99


Siyase

Mart 2013 # 3

Emek

Her iş kazası bir cinayettir

29

İşçi sınıfının sektör, cinsiyet, statü, etnisite dinlemeyen kader ortaklığı, çalışmak için can verirken daha fazla ortaya çıkıyor. Her iş kazası bir cinayettir. Çünkü kapitalist kar maksimizasyonu için maliyetlerin minimize edilmesi gerekir. Maliyetlerin düşürülmesi için ise, kapitalist için iki maliyet unsurundan biri olan “emek maliyeti”nin azaltılması istenir. Emek maliyeti nedir, diye bakarsak, altında Marksist anlamda değişken sermayeyi, başka bir bağlamda ise canlı emeği görürüz. Emek maliyetlerinin azaltılması, saatlik ücretin düşürülmesinden, işçinin çalışma ortamında güvenliğinin sağlanmasına, sosyal haklarına ve iş güvencesine kadar pek çok sınıf mücadelesinin kazanımının ortadan kaldırılmasını içerir.

Nevra Akdemir

Ulusal istihdam Strateji Belgesi’nde esnek çalışma, güvence ve verimlilik kavramlarının geçtiği her satırda işsizlik sopası ve yoğun-uzun-düşük maaşlıkötü koşullardaki çalışma arasında işçilere seçim yapmalarının dayatıldığı hissedilebiliyor. Dahası yaşanıyor…

engel oluyor. Bir işyerinde sürekli çalıştıkça işçiler, makinelerin kullanımı veya işin yapılması sırasında kendilerini de korumayı öğreniyorlar. Ancak, haftada bir değişen işyerleri, görevler, sürekli olmayan işler işçiler için; baret, emniyet kemeri de verilse, sıkı bir eğitimden de geçirilseler son derece tehlikeli. Bu koşullar altında çalışan taşeron ve fason firma işçileri için, işyerinde ancak cambazlık yaparak hayatta kalabilirler, demek gerekir. Evdeki işçiler: Kadınlar

Bir de ev işleri ve ev eksenli çalışma var. Ev işleri sırasında kadınların elektrik çarpması, zehirlenme veya cam silerken düşmeleri gibi sorunları sıklıkla duyar, işitir, görür olduk. Ev hizmetlerinde çalışan-

İşteki bütün riskleri böylelikle büyük markalar gizli işçilerinin evlerine kadar gönderiyorlar. Ev işlerini yapan ve ev eksenli çalışan kadınlar ise bu sorunlar karşısında işyerindeki işçi kadar bile şanslı değil, çünkü işçi kabul edilmiyorlar. Onlar hem yasalar karşısında hem de yaşam içinde görünmez bırakılmışlar. Fatima Aldal davasıyla -yine bir ölümle- görünür oldular ve gündeme geldiler. Fakat hükümetin özel istihdam büroları yoluyla gündelikçileri, ev hizmetlerinde çalışanları işçi kabul edeceğine dair beyanları son derece tehditkar. Zira zaten standardı, sınırı olmayan bir iş iken bu işlerin kayıtlanması ve işçilerin “korunması” işçi simsarlarına teslim ediliyor.

Çalışma saatleri giderek uzuyor

İşçi sınıfının sektör, cinsiyet, statü, etnisite dinlemeyen kader ortaklığı çalışmak için can verirken daha fazla ortaya çıkıyor. “Kazaların” ölümle sonuçlanması görünür iken; yaralanmaların, iş göremez duruma gelenlerin, hastalananların ise bilgisini oluşturmak ve kaydını tutmak oldukça zor. Türkiye’nin kriz altındayken bile büyüdüğü bu süreçte, işsizlik tehdidi altında işçilerin çalışma saatleri giderek uzuyor. Türkiye’de haftalık 45 saatle sınırlanan çalışma süresinin, resmi rakamlara göre 53 saat, sendikaların açıklamalarına dayanarak 7080 saate vardığı biliniyor. Sadece uzun değil aynı zamanda yoğun bir çalışma günü, eskiden beş işçinin yaptığı işin şimdi bir işçiye yüklenmesi ile ortaya çıkıyor. Buna bir de ödenmeyen yevmiyelerin, ücretlerin; her an işten çıkarılma korkusunun varlığını eklediğimizde sigortaların tam ücretten yatırılmaması veya işçi sağlığı ve iş güvenliğine dair kapitalistin önlem alıp almaması bile ne yazık ki geri planda kalıyor. İşçilerin gündelik yaşamın rutinleri, masrafları karşısında gelirlerinin düzensizliği kredi kartları ve böylelikle oluşan borçları ile anca sürdürülebiliyor. Bu borç yükü ile işçi hanesindeki herkesin ikinci işler yapması, çocukların dahi çalışması neredeyse kaçınılmaz. Sadece çalışma süresinin uzaması, çalışmanın yoğunlaşması değil, giderek güvencesizleşmesi de iş cinayetlerini arttıran bir unsur. Bunun yanı sıra esnek çalışma da iş kazalarını ortaya çıkaran önemli etkenlerden. İşçilerin taşeron ve fasonlarda çalışmaları, işyeri gibi tehlikeli bir mekanda riskleri algılamaları için bir bellek oluşturmalarına da

Patriyarkal kapitalizm için insan bedeni, metalara canını veriyor. Ölümler karşısında sürekli bir kader ve kalkınma vurgusu yapan kapitalistler ise işçileri, kutsal birikim hırsları uğruna hayatlarını feda etmeye ikna etmek isteniyor. ların riski sadece bunlar değil, kapılar kapanınca ne olacağını da bilmemek bir kabus gibi. Ev eksenli çalışan kadınlar ise ünlü markaların evlere kadar uzanan üretim zincirinin bir parçası. Evlerinin bir odalarına bilmedikleri işverenlerinden gelen ara malları istifliyorlar ve fason aracılar vasıtasıyla bir üretim mekanına çevirdikleri evlerinde ürettikleri ürünleri son derece düşük fiyatlarla işliyorlar. Metal sektöründen, tekstile kadar pek çok sektörde böyle çalışma gizlice devam ediyor.

Son olarak kapitalistler, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanının yeni bir kar alanı olduğunu da keşfettiler. Bu alanda sürdürülen mücadeleleri de böylelikle içerebilecekleri hesaplamış olmalılar. İşçilerin kader ortaklığı yaptığı her ölüm haberi, bu yeni piyasa için bir reklam malzemesi gibi… İşçi sağlığı ve iş güvenliği meclisinin verilerine göre şubat ayı içinde en az 50 işçi hayatını çalışırken kaybetmiştir.


30

Kadın

Siyase

Mart 2013 # 3

Mühendis beyler, “yenge hanım”lar Erkeğe özgü olan mesleklere talip olan bir kadın eğitim hayatında erkeklerden arta kalanlarla yetinmek zorunda bırakılmaktadır; öyle ki önemli tüm projelerde erkek öğrencilerden boş kalacak yerleri beklemelidir. Cinsiyete dayalı ayrımcılık kadınların peşini hiçbir yerde bırakmıyor. Evde, okulda, sokakta, işyerinde, sendikada, dernekte, meslek odalarında vb cinsiyetçi yaklaşımlar kadınların hayatını kat be kat zorlaştırıyor. Hele ki “elinin hamuruyla erkek işine” karışan kadınlar için durum daha da çetrefilli bir hal alıyor. Toplumsal cinsiyet rollerine göre şekillenen/belirlenen yaşamda bin bir zorluğu aşıp

Cansel Aslan

da karşı çıktığında rüştünü ispatlamak için daha fazla çaba göstermek zorundadır. Aslında okul, iş hayatının eril döngüsüne hazırlık evresidir. Okul bittiği anda kadının yapması gereken “askerliğini yapmış bay eleman aranıyor” gibi iş ilanları arasından kendine uygun bir iş bulmak olacaktır. İş bulma sürecinde ise evli olup olmadığı, çocuğu olup olmadığı yoksa ne zaman çocuk yapmayı düşündüğü, evliyse kocasının seyahatlere, mesailere izin verip vermeyeceği gibi

tılarının da farkında olarak. Türkiye’de mühendis, mimar, şehir plancısı insanların meslek odası olan TMMOB’nin 2011 yılında 380.000’in üzerinde olan üye sayısının yüzde 19’unu kadınlar oluşturmaktadır. TMMOB’li kadınlar, kadın olmaktan dolayı yaşadıkları sorunların çözümüne ortak çözüm bulabilmek için 2009 ve 2011 yılında kurultaylar düzenlemiştir. 2013 yılı içinde de yapılacak 3. Kurultay’ın çalışmalarına başlamış bulunmaktadırlar. TMMOB’de yapılan kadın çalışmalarının kıymeti, erkek egemen olan meslek dallarında tutunmaya çalışan kadınların, kendi meslek alanlarına yapılan saldırılara ve meslek hayatlarında yaşadıkları ayrımcılığa karşı topyekün mücadele anlamını taşımasındadır. TMMOB’li bir kadın açısından; bir taraftan iktidara

Erkek meslektaşları “mühendis bey” olurken, kadınlar her türden muhatabın “yenge hanım”ıdır.

karşı verilen mücadele, diğer taraftan örgüt içi erkek iktidarına karşı verilen mücadele kadınların örgütlü duruşlarıyla anlam bulmaktadır. meslek sahibi olabilmeyi başarmış bir kadının tercihi genellikle yetenekleri ya da istekleri doğrultusunda hayat bulamıyor. Çünkü yapacağı ya da yapması gerekenler çoktan belirlenmiş ve aile hayatının kadın emeği üzerine kurulu düzenini sarsmayacak, kadının aile içindeki “görevlerini” engellemeyecek zorunlu tercihler söz konusudur. Cinsiyete dayalı işbölümünün tarihsel gelişimi içerisinde hizmet sektörü başta öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik gibi meslekler kadınlara; mühendislik, mimarlık, teknisyenlik gibi meslekler de erkeklere uygun meslekler olarak kabul görmüştür. Mühendislik, mimarlık gibi meslekleri erkeklere özgü gören eril zihniyet kendini eğitim sisteminden başlayarak örmektedir. Erkeğe özgü olan mesleklere talip olan bir kadın eğitim hayatında erkeklerden arta kalanlarla yetinmek zorunda bırakılmaktadır; öyle ki önemli tüm projelerde erkek öğrencilerden boş kalacak yerleri beklemelidir. “Askerliğini yapmış bay eleman” “Bu bölümde ne işiniz var, gidin güzel güzel öğretmenlik okuyun” gibi “şaka”lara anlayış göstermek ya

sorularla karşılaşması muhtemeldir. Biz iyimser olalım ve kadının iş bulduğunu ve daha da iyimser davranarak erkek meslektaşlarıyla aynı ücreti aldığını varsayalım. Çile yeni başlıyor! Yapacaklarına bir erkekten daha fazla dikkat etmesi gerektiği, doğrularının yanlışları kadar görünür olmadığı zaman içinde ortaya çıkacaktır. Herhangi bir kimsenin yapabileceği bir hatanın kadın tarafından yapılması durumunda “Eee bir kadın bu kadarını yapabilir zaten” türünden psikolojik şiddet içeren söylemlere maruz kalır. Ya da tam tersine herkesin yapabileceği işleri kadının yapması durumunda “erkek gibi kadın” türünden “övücü” cümlelerle başka bir şiddet türüne maruz kalabilmektedir. En iyi ihtimalle toplumda takdir gören bir meslek erbabı ise erkek meslektaşları “mühendis bey” olurken, kadınlar her türden muhatabın “yenge hanım”ıdır. “Kadınlar örgütlü, TMMOB daha güçlü” Kadınlar kamusal alana çıktığında yaşadığı ayrımcılık ve sömürüye karşı mücadele etme zeminini meslek odalarında bulabilmektedirler; tabii ki kendi meslek örgütü içindeki yenmesi gereken eril zihniyet uzan-

“Kadınlar örgütlü TMMOB daha güçlü” diyen TMMOB’li kadınlar kurultaylarda aldıkları kararlarla mücadele ettikleri erkleri işaret etmektedir. Kadınların hayatını olumsuz etkileyen kapitalist sisteme, militarizme, ırkçılığa, ataerkilliğe, örgüt içi hiyerarşiye vb karşı topyekün mücadele araçları geliştirmeyi hedeflemişlerdir. Yan yana gelen kadınlar çeşitli meslek odalarında kadın komisyonlarını aktif hale getirmiş, bazı meslek odalarında ise kadın bülteni çıkarmayı başarmıştır. Ayrıca yönetimlerde kadınların görünürlüğü bir nebze de olsa artmıştır (Elektrik Mühendisleri Odası’nın Merkez Yönetim Kurulu’nun bir kadın üyesi vardır ve en büyük iki şubesi olan Ankara ve İstanbul’da yönetim kurulu başkanları kadınlardan seçilmiştir). Meslek örgütlerinde kadınların dayanışması, kadınların kadın olmaktan dolayı yaşadıkları sıkıntılara karşı birlikte ve daha güçlü bir şekilde mücadele etmesi demektir. Mücadelenin başarıya ulaşmasının önemli bir ayağı kadınların ortak yaşanmışlıklarından yola çıkarak oluşturacakları perspektiflerini örgüte yansıtmalarıyla gerçekleşecektir.


Mart 2013 # 3

Siyase

Gençlik

31

Kampüste kadın olmak İlköğretimde “hayat bilgisi” dersinde başlayan, üniversiteyi bitirene kadar devam eden bir süreçtir cinsiyetçi eğitim. Juliana Gözen

Üniversiteyi kazanan kadınlar için, bu yeni hayatın getirdiği bir gerçeklik daha var: “Göreceli özgürlük”. Sanırım herkes düşünmüştür bunu bir kadın olarak. Üniversiteyi kazanmak ve ailenin o baskısından, yaşadığımız çevrenin kıskacından kurtulmak. Herkesten uzakta, rahatça istediğini yapmak ve belki kimseye hesap vermemek. Öyle olmadığını görmek, ne yazık ki çok uzun zaman almıyor, almamıştır. Erkek egemen sistemin varlığını sürdürdüğü bir dünyada “kadın” olarak yaşamak bizler için bir çok anlama gelebilir. Bir erkeğin eşi, sevgilisi olmak ya da bir babanın kızı olmak, işyerinde ucuz işgücü, evde emeği görülmeyen, her gün taciz veya tecavüze uğrama ihtimali olan ve bu korkuyla yaşamayı öğrenmek zorunda olan, okulda cinsiyetçi eğitim politikalarıyla karşılaşan, şiddetin her türlüsüne maruz kalan olmak ve daha nicesi. Bulunulan kamusal alanların statüsüne göre kadın olmak onun alt başlıkları halinde uzayabilir. Kadın olmak bu kadar farklılaşan statüleri, o statülerin getirdiği zorlukları da içine alan çok geniş bir kimlik.

Evde kadın, işyerinde kadın, KESK alanında kadın, kampüste, üniversitede kadın... Evet ortak bir payda olarak kadın olmak. Patriyarkal kapitalist sistem, statü, mevki, durum tanımadan bütün kadınları ikincilleştirip, bu ikincilleştirme üzerinden de çeşitli politikalar üretme ve yürütme konusunda emin adımlarla ilerliyor.

çabasını odaklayan -ki bu bizim toplumumuzda erkek cinsiyeti- ve buna bağlı olarak sürdürülen eğitim politikalarının sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. İlköğretimde “hayat bilgisi” dersinde başlayan, üniversiteyi bitirene kadar devam eden bir süreçtir cinsiyetçi eğitim.

Eğitimde cinsiyetçilik normalleştiriliyor

Sınav sisteminin her anlamda eşitsizlik ilkesine göre dayandığı bu ülkede, bu sınav sisteminin içerisinde insanlar arası ayrımların çok keskin ve belirgin olduğu aşikar. Bu ayrımların da daha çok kadınları etkilemesi tesadüf değil elbette. Kadınların üniversitelerde az olmasının zeka düzeyleriyle alakası yok. Üniversite sınavına girmek isteyen iki çocuğu olan, ekonomik durumu kötü bir ailenin cinsiyetler arasında bir seçim yapacağını düşünürseniz, aklınıza kız çocuğunu tercih eden bir aile gelir mi?

Biz üniversiteli kadınların içinde bulunduğumuz kamusal alanın ve yaşam alanının, kampüslerin, fakültelerin, akademinin bizlere sunduğu daha farklı hayatlar ve bu hayatların içerisinde aslında bir noktada diğer kadınlarla aynı yere sürükleyen ve bir noktada da ayrıştıran olaylar var. Kadının eğitim hayatında ikincilleştirilmesi, eğitimde cinsiyetçiliğin kadın öğrencilere küçük yaştan itibaren normal olan buymuş gibi sunulması, yurtlarda kadın-erkek ayırımının kurallara bariz bir biçimde yansıması, kampüslerde taciz, tecavüz olaylarının, şiddet olaylarının yaşanması, bu olaylara göz yumulması, daha nicesi… Cinsiyetçi eğitim, toplumsal cinsiyetçi eğitimi temel alan, herhangi bir cinsiyeti diğerinden üstün kılma

Bedenimiz, eğitim sistemimiz, yaşamımız üzerinden yürütülen politikalar artık kadınları bulunduğu alanlarda, alanların dinamikleri üzerinden harekete geçirmeye zorlamakta.

Erkek egemen sistemin sürekliliğini sağlayan eğitim sisteminin, kadınları “kadın işi-erkek işi” diye ayrılan meslek yönlendirmesi, şu anki meslek tercihlerinin istatistik raporlarını etkiliyor olsa gerek. Kendi isteğiyle tercih yapan kadınların ve kendi isteğiyle değil de ailenin baskısı ile tercih yapan kadın öğrencilerin istatistik raporlarını çıkarmak, cinsiyetçi meslek yönlendirmesinin gerçek sonuçlarını çıkaracaktır karşımıza. Üniversiteli kadınlar harekete geçin! Bütün bunların yanısıra iktidarın kadın bedenini hedef alan, onu tahakkümü almaya çalışmak için yürüttüğü politikaların büyük çoğunluğu üniversiteli kadınları doğrudan etkiliyor. Kürtajı yasaklamaya teşebbüs eden AKP hükümeti, oklarını genç kadınlara yöneltmiş durumda. Elektronik takip sistemi ile kadının özel hayatını ele geçirip, tamamen kendi istediği gibi bir aile kurmaya çalışmakta. Bununla birlikte, bütün bunların kadın cinayetlerini besleyen pozisyonda olduğunu görmemek mümkün değil. Bedenimiz, eğitim sistemimiz, yaşamımız üzerinden yürütülen politikalar artık kadınları bulunduğu alanlarda, alanların dinamikleri üzerinden harekete geçirmeye zorlamakta. Üniversiteli kadınlar olarak cinsiyetçilikten arınmış eğitim sistemi için; kendi tercihlerimizi yapabildiğimiz, üniversite okumak için erkek çocuk ve bizim aramızda tercihlerin yapılmadığı, yurtlarda biz, genç kadınlara yönelik kısıtlamaların olmadığı, kampüslerde taciz, tecavüz korkusu olmadan rahatça dolaşabildiğimiz bir yaşam alanına sahip olmak için artık beklememeli, değiştirmeye üniversitelerimizden başlamalıyız.


32

Gençlik

Siyase

Mart 2013 # 3

Gençlik: Dinamik, isyankar, politik Egemen bakış açısından gençlik kimi zaman, karakterinin tam oturmadığı bu dönemde yetişkinin onu “doğruya” yönlendirmesine ihtiyaç duyan, savunmasız bir grup olurken; kimi zaman isyankar tavırlarından dolayı korkulan ve ıslah edilmesi gereken bir grup olmuştur. Fezal Tapramaz

Kadınlığın toplumsal olarak nasıl kurgulandığı üzerine düşünmeye başladıktan sonra üzerine kafa yorduğum ilk şey “gençlik”in toplumsal olarak kurgulanma şekliydi. Diğer “ezilen” gruplar bir yana, toplumsal kadınlık ve gençliğin kurgulanışlarını birbirlerine çok yakın görüyorum. Toplumsal cinsiyet üzerine konuşmaya yeni başladığımızda söylediğimiz ilk şey şu oluyor: “Kadınlık toplumsal bir kavramdır”. Bu başlangıç önemli, ilk önce bu toplumsal inşanın analizini yapalım ve mücadelemizi buna göre oluşturalım demektir. Ben de bu yazıya şöyle giriş yapmak istiyorum: “Gençlik toplumsal bir kavramdır”.

Gençlik toplumsal bir kavramdır

Gençliğin hangi yaşları anlattığını belirleyememekle birlikte onu farklı şekillerde tanımlayabiliyoruz.

Yetişkin:yetişmiş, oluşumunu tamamlamış kişilik, bağımsız, sorumluluk sahibi, mantığıyla hareket eden. Bu anlamlarıyla gençlik, yetişkin olmaya doğru giden bir “geçiş” sürecini ifade eder. Yani henüz yetişkin olmamıştır, eksiktir, tamamlanmamıştır. Gençlik ve yetişkinliğin birbirlerinden farklı şeyler

80 sonrası Türkiye ve Türkiye gençliği

1980 askeri darbesiyle birlikte, Türkiye 80’leri, askeri vesayet ve baskı politikaları altında, binlerce insanın, tutuklandığı, işkence gördüğü ve öldürüldüğü bir dönem olarak yaşamıştır. Bu dönem

Gençler, içinde yaşadıkları sistem üzerine düşünmeyen, sistemin çelişkilerinden rahatsızlık duymayan, apolitik bir kitle değildir. ifade etmelerinde elbette sorun yoktur, fakat bu farklılıklar, hiyerarşik farklılıklardır ki, yetişkinliği gençlikten daha üst bir seviyede konumlandırır. Gençlik ve yetişkinliğin arasındaki bu hiyerarşi, bir iktidar çatışmasının ürünüdür ve bu çatışma gençliği, irade sahibi olacak yaşa henüz erişmemiş, duygularına göre hareket eden, “iyiye” ve “doğruya” yönlendirilmesi gereken bir grup olarak göstermekte, gençliğe atfedilmiş bu roller toplumda sürekli yeniden üretilmektedir. Yetişkinlik kavramının gençlik üzerinde sahip olduğu bu iktidarı yok etmek, gençliği daha alt bir seviyede konumlandıran hiyerarşiyi ortadan kaldırmak, yapılması gereken ilk şeydir. Gençlik tanımlamaları daima egemen bakış açısı sahibi yetişkinler tarafından yapılagelmiştir: Gençlik kimi zaman, karakterinin tam oturmadığı bu dönemde yetişkinin onu “doğruya” yönlendirmesine ihtiyaç duyan, savunmasız bir grup olurken; kimi zaman isyankar tavırlarından dolayı korkulan ve ıslah edilmesi gereken bir grup olmuştur.

Genç:yetişmekte olan, henüz oturmamış kişilik, bağımlı, sorumsuz, duygularıyla hareket eden.

biçimlerine ihtiyaç vardır.

Ulus devletler söz konusu olduğunda, gençlik, ilerlemeyi ve dinamizmi simgelemekte, ülkenin geleceği onlara emanet edilmektedir; fakat aynı zamanda gençlerin devrimciliği, bir tehlike olarak görülür. Şimdi ihtiyacımız olan şeyse, gençliğin kendi kendini tanımlaması, amaçlarını ve gücünü kendisinin belirlemesidir. Bunun için, gençlerin kendi sözlerini üretebilecekleri, üstlerinde konumlanmış başka bir iradenin olmadığı örgütlenme

aynı zamanda alışveriş merkezlerinin açıldığı, popüler kültürün tüketimi özendirdiği bir dönemdir. Türkiye’nin geçirdiği bu dönem, “80 gençliği” denilen bir kavramı yaratmıştır. 80 gençliği apolitik, konformist olarak kodlanmakta, bu nedenle de küçümsenmekte ve mücadele açısından değersizleştirilmektedir. 80 Sonrası gençlik gerçekten apolitik mi?

Gençliğin üzerindeki popüler kültür etkisini elbette yok sayamayız, fakat günümüz gençliğinin apolitik ve konformist olduğu iddiası tamamen haklı bir iddia mıdır? Gençler popüler kültüre ayak uydurmuş, kapitalist sisteme tamamen dahil olmuş, sosyalist mücadelede varlık göstermeye niyetli olmayan, 60-70lerdeki devrimci ağbi ve ablalarının inançlarını taşımayan bir gruba mı dönüşmüştür? Demet Lüküslü’nün* bahsettiği “zoraki konformizm” kavramından söz etmek istiyorum. Konformizm, boyun eğme anlamına gelir; zoraki konformizm ise “mecbur kaldığı için boyun eğmiş görünen” demektir. Bu tanıma göre, 1980 sonrası Türkiye gençliği, kapitalizmle ya da politikayla dertleri olmadığı için değil, bir şeyleri değiştiremeyeceklerini düşündükleri için konformist oluyorlar. Yani gençler, içinde yaşadıkları sistem üzerine düşünmeyen, sistemin çelişkilerinden rahatsızlık duymayan, apolitik bir kitle değildir. Aslında günümüz gençliği, şimdi bile sisteme inanmayarak onun altını oymaktadır. İşte bu noktada ihtiyacımız olan şey, gençler olarak örgütlü bir mücadele oluşturabilmektir. * Demet Lüküslü, Türkiye’de “Gençlik Miti” 1980 sonrası Türkiye Gençliği, İletişim, 2009, İstanbul


Mart 2013 # 3

Siyase

Gençlik

Ah, şu dipsiz cumartesiler!

33

“Hiçbir şey bu kadar ortak, bu kadar açık değil”. Anti kapitalist bir devrimci olmayı özel kılan hiçbir şey yok. Bu birçok ama birçok insanın, milyonların, milyarların öyküsü.

Berfin Özgü Köse Her hafta bir son bulur Erkeklerde, kadınlarda ve kumda; Hiç durmamalı, hiçbir şeyi kaçırmamalı Hayırsız tepelere tırmanmalı, Anlamsız müzik çiğnemeli, Geri dönmeli, tükenerek. Davetimizdir… Sizleri 16 Mart Cumartesi günü, kendi üniversitemizi kurmak için, özgürce düşüncelerimizi anlatıp, tartışabileceğimiz, “Üniversitemizi kuruyoruz” başlıklı konferansımıza davet ediyoruz. Bize biçilen rolü oynamıyoruz. Biatçı gençlik dayatmasına inat, Aralık ayı boyunca Türkiye’nin her köşesinden sesimizi yükselttik ve düşlerimizi haykırdık. Şimdi geleceğimizi ellerimize almanın ve kendi sözümüzü kurmanın zamanıdır.

dünyanın yok edilmesini protesto ediyoruz. Şimdi protestodan daha fazlasını, yıkma ve yeniden kurma için yaratıcılıklarımızı hep birlikte hayata geçirme zamanıdır. Bu kapitalist talanın doğayı yok etmesine karşı elinde sopa bekleyen Emine’nin, “Dereler özgür akacak” diyen Munzur vadisindeki köylülerin, eleştirel düşünceyi teşvik etmek için, üniversite alanının dışında seminerler düzenleyen Atina’daki üniversite profesörünün, farklı bir okul/farklı bir eğitim mücadelesi veren Puebla’daki öğretmenlerin, fabrikayı işgal edip idaresini kendi başlarına üstlenen işçilerin, üniversite yıllarının dünyayı sorgulama olanağı veren bir dönem olduğu sonucuna varan New York’taki öğrencinin öyküsü. Yani bizim öykümüz. Dönem kapitalist barbarlığa karşı öykünün parçalarını birleştirmeye soyunma, anti kapitalist bir gençlik mücadelesini örme zamanıdır.

Biz bir adım attık. “Üniversitemizi kuruyoruz” dedik. Şimdi bunu nasıl gerçekleştirebileceğimizi konuşacağız. İsteğimiz tartışmamızı bütün üniversitelerle ortaklaştırmak, çok sayıda örnek ve

Şimdi protestodan daha fazlasını, yıkma ve yeniden kurma için yaratıcılıklarımızı hep birlikte hayata geçirme zamanıdır. deneyim oluşturmak. Sermayenin üniversitelerdeki hükümranlığını parçalamak için harekete geçme zamanıdır. Ah şu dipsiz cumartesiler! Gelin, bu cumartesi ODTÜ’de buluşalım! Özgürleşmek, yeni deneyimler çıkarmak ve düşlediğimiz üniversitenin temellerini atmak için davet var!

Üniversite gençliğini, kapitalist sistemin bize dayattığı misyonu parçalamaya, tarihsel bilincimizi yoklamaya, aramaya ve denemeye, ortaya çıkardığımız sonuçları hayatın içinde sınamaya ve bu mücadeleyi birlikte örmeye davet ediyoruz! 18 Aralık’ta sesimizi birleştirip “hayır!” dedik. “ODTÜ ayakta” eylemliliğiydi. Gözdağlarınızdan korkmuyoruz dediğimiz gün, gördük neler olduğunu. Direnişimiz tüm üniversitelilerin sorunlarının şekil bulmuş haliydi. Biz üniversitelerde yanan bu alevin başlatanı değil sadece bir kıvılcımıydık. Şimdi ateşi harlama zamanıdır. ‘80 darbesinin ürünü olan YÖK, üniversiteleri paralı, içi boşaltılmış, piyasanın ihtiyacına göre düzenlenmiş birer ticarethaneye dönüştürdü. Kapitalist efendilerinin ona verdiği “İnsana ait ne varsa metalaştır, alınır-satılır hale, yani paraya dönüştür” emrini uyguladı adım adım. Şimdi insanlığın yarattığı bilim ve bilginin metalaştırılmasına “İtirazımız var” deme zamanıdır. Üniversitemizi kuruyoruz

Farklı bir üniversite ve farklı bir dünya yaratmak istiyoruz. Protesto ediyoruz. Tabiî ki protesto ediyoruz. YÖK’ü protesto ediyoruz. Neoliberal politikaların ideolojisinin üretildiği kapitalist eğitim sistemini protesto ediyoruz. Savaşları, yaşamın alınıp satılabilecek bir metaya dönüşmesini, cinsiyet ayrımcılığını, her türden nefreti, kar uğruna

Çağrıcı kurumlar: ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği- Eğitim Sen ODTÜ Temsilciliği- ODTÜ Mezunlar Derneği- ODTÜ Mimarlık Fakültesi ÖTK- ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ÖTK- ODTÜ İnşaat Mühendisliği ÖTK- ODTÜ Hazırlık ÖTK- ODTÜ AEGEE- ODTÜ Amatör Fotoğrafçılık Toplu-

luğu- ODTÜ Çağdaş Dans Topluluğu- ODTÜ Çevre Topluluğu- ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları Kolu- ODTÜ Doğa Topluluğu- ODTÜ Ekonomi Topluluğu- ODTÜ Gülmece Topluluğu- ODTÜ İstatistik Topluluğu- ODTÜ Kuş Gözlem TopluluğuODTÜ LGBT- ODTÜ Marksist Fikir Topluluğu- ODTÜ

Mimarlık Topluluğu- ODTÜ Oyuncuları- ODTÜ Sinema Topluluğu- ODTÜ Müzik Topluluğu- ODTÜ Siyaset Bilimi Topluluğu- ODTÜ Sosyoloji Topluluğu- ODTÜ Uluslararası Gençlik Topluluğu- ODTÜ Yapı TopluluğuÜniversiteli Kadınlar- ODTÜ Genç-İMO


34

Siyase

Lgbt

Mart 2013 # 3

Halının altına süpürdüğümüz

homofobimiz

Solun, Lgbt meselesine dair attığı önemli adımlar/kazanımlar sanki ezelden beridir “anti- homofobik”mişiz gibi cüretkarca bir tutuma evriltilebiliyor. Sol ve Lgbt hareketinin ilişkisini (ilişkisizliğini) incelediğimizde, sol/sosyalist hareketi/hareketleri, yaşadığımız toplumun seksist, heteroseksist algısından arınmış bir yerde konumlandıramayız. Bütünlüklü olarak baktığımızda sol/sosyalist hareket toplumun cinsiyet kodlarıyla varlığını sürdürmeye devam ediyor.

bu önemli gelişmeleri, solun kendi homofobisiyle yüzleşmesi gibi derinlikli bir yerden okuyamayız.

Bağımsız politik bir özne olarak Türkiye’ de 90’larda ortaya çıkan Lgbt hareketi, tarihi boyunca göz ardı edilemeyecek bir ivme kazanarak, kendi görünürlüğünü meşrulaştırmış, politik düzlemde ciddi bir birikim oluşturmuştur.

Genel ahlak kimin ahlakı?

Perihan K.

Ancak sol, Lgbt mücadelesi ile “temas”ta zaman zaman kimi platformlarda yan yana gelişler ve söylemsel düzeyde bir aradalıkların ötesine geçememiş, Lgbt mücadelesine hep belli bir mesafede kalmış, dışarlak bir ilişki geliştirmiştir. Lgbt mücadelesinin yarattığı dinamik, solun kendi seyrine de etki etmiş olacak ki, son dönemlerde solun eskisine nazaran, Lgbt hareketini/mücadelesini daha çok gündemine aldığını, daha sık söylemleştirdiğini görüyoruz. Lgbt’lerin sorunlarını, mücadelesini anlamaya/kavramaya yönelik bu adımlar, solun lgbt hareketi ile sancılı, ikircikli ilişkisi açısından ciddi bir öneme sahip. Ancak ne yazık ki,

Öyle ki, Türkiye sol/sosyalist hareketlerin bir kısmı eşcinselliği hala; ya topluma/doğaya aykırı bir hastalık ya da kapitalizm sonucu oluşmuş bir yozlaşma, sapkınlık biçimi olarak tarifliyor. En iyi ihtimalle de devrimden sonraya ertelenmesi gereken bir sorun olarak görüyor. Çok uzağımızda değil, bundan birkaç sene evvel, hasta tutsaklara özgürlük platformunda, Lgbt bireylerin “yan yana gelinemeyecek ucubeler” olarak etiketlendirilip, solun çeperine nasıl atılmaya çalışıldığını yaşadık. Örnekler çoğaltılabilir ancak bu durum; cinsel yönelimlerinden ve cinsiyet kimliklerinden ötürü tüm özel ve kamusal alanlarda ayrımcılığa uğrayan, çeşitli etiketleme ve ötekileştirme biçimlerine maruz kalan Lgbt bireylere yönelik toplumun büyük çoğunluğunca gösterilen toplumsal “genel ahlak” reflekslerinden ayrı değil, hatta belki de en vahimi. Evet, son dönemlerde sol/sosyalist hareket Lgbt hareketin ciddi bir ivme kazanmasına paralel olarak, Lgbt’yi kendi gündemine daha sık alır oldu, sol partilerin tüzüklerinde, programlarında Lgbt başlığına daha sık rastlar olduk. Ancak şu da görünür

bir gerçek ki, Lgbt bireyler, sol hareket içerisinde hala “vitrin süsü” muamelesi görebiliyor ya da belli komisyonlara, belli görevlere sıkıştırılıp aslında sol hareket içinde Lgbt bireylerin ne kadar özne olarak görüldüğünün kodlarını okuyabiliyoruz. Homofobi-miz-le yüzleşmek

Solun, Lgbt meselesine dair attığı önemli adımlar/kazanımlar sanki ezelden beridir “antihomofobik”mişiz gibi cüretkarca bir tutuma evriltilebiliyor. Yahut, post-modern bir tavra girilerek, “hoşgörü” temelli bir yaklaşım yaygınlaştırılıyor, “Lgb’tleri de kapsıyoruz, yer veriyoruz, hoşgörüyoruz, empati kuruyoruz, onları seviyoruz(!)” gibi burjuvazinin kavramlarıyla, yanılsamalar diyarında gezinirken buluyoruz solun kendisini… Bir anti-kapitalist mücadele dinamiği olarak analiz ettiğimiz Lgbt hareketi, komünist hareketin birleşik mücadele zemininde, önemli bir hattır. Bu analizleri yapıp, mücadelenin kendisini programlara ya da parti tüzüklerine dahil ederek solun zaaflarından, homofobisinden silkenemediği aşikar. Hal böyle iken, sol/sosyalist hareketlerin, Lgbt’ye dair yıllardır koruduğu ataletini bir kenara bırakıp, öteden beridir halının altına süpürdüğü homofobisiyle yüzleşmesi, heteroseksist toplumun “genel ahlak” algısıyla çatışması ve elinin tersiyle itebilmesi, artık zaruridir. Aksi halde erkek egemen sistem ve zorunlu heteroseksüelliğe dayalı cinsiyet paradigmasını sol da yeniden ve yeniden üretmiş olacaktır. Hetero-patriyarkal sistem, Lgbt’lere sürekli ve bilinçli/planlı bir nefreti/şiddeti körüklüyor. Nefret suçlarıyla ve cinayetleri ile korku ve uslandırma politikalarıyla daimi bir kontrol mekanizması yaratmaya ve Lgbtleri toplumsal bir ötekileştirme ile ötekinin de ötekisi konumuna itiyor. Dolayısıyla, heteroseksizm, homofobi ya da nefret cinayetleri, nefret söylemleri yalnızca Lgbtlerin sorunu değil, toplumsal bir sorundur, politiktir. Aynı şekilde, homofobi de politik öznenin aşması/yüzleşmesi gereken bir sorundur. Solun Lgbt hareket ile ilgili attığı önemli adımları söylemsellikten çıkarmanın ve anti kapitalist dinamikler zemininde, ortak bir mücadele çizgisinde birlikte yürüyebilmenin yolu, ancak örgütsel düzlemde dönüşümün olanaklarını sağlamaktan geçer. Kendimizi, dilimizi, söylemlerimizi, algılarımızı değiştirme, yeniden yapılandırma cüretini göstermemiz gerekiyor.


Siyase

Mart 2013 # 3

Ekoloji

Doğa – kadın metaforu

35

Petra Kelly: “Erkekler yel değirmenleri inşa ederken kadınların sessizce söz dinledikleri, ekmek pişirip, kilim dokudukları bir ekolojik toplum istemiyoruz.” İnsan var olduğu günden bugüne, doğa ile karşılıklı etkileşim içinde olmuştur. Modern toplumların doğuşuyla birlikte, özellikle erkek bilimin 17. yüzyıldan başlayarak var etmeye çalıştığı en büyük başarılarından biri, gelişmekte olan kapitalizme erkek ve kadın arasındaki iş bölümünü entegre edebilmiş olmasıdır. O döneme kadar erkek ve kadın tanımlamaları hiç bu kadar açık bir biçimde kutuplaşmamıştır. Rasyonel aklı temsil eden, ileriyi gören, entelektüel, güçlü ve aktif kutup erilliği (erkeği); içgüdüsel, zayıf ve pasif kutup da dişiliği (kadını) yani doğayı oluşturur. Doğa, toprağı ifade eder. Tarımsal üretkenlik nedeniyle dünyaya tabiat ana, toprak ana denilmesi doğayı dişil olarak nitelendirir. Toprak ve kadın ilk çağlardan itibaren çeşitli yönlerden insanın ilgisini çekmiştir.

Özlem Bayat

Ben sahip olurum, ben kullanırım, ben araştırırım, ben sömürürüm, ben denetlerim. Önemli olan benim yaptığımdır. İsteklerim maddenin var olma sebebidir. Ben benim, geri kalanıysa uygun gördüğüm şekilde kullanılacak kadınlar ve vahşi doğa.” Doğa mücadelesinde “kadın”lar nerede? Tarihte birçok medeniyete beşiklik eden Anadolu, bugün kar hırsıyla yanıp tutuşan sermaye tarafından talan ediliyor, en ücra köşesine kadar sömürülüyor. Bu sömürü, kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına; zehir saçan termik santrallerle, yaşam alanlarımızı

zorunlu kılan adaletli, eşitlikçi bir kullanımı gerektiren; insanlar ve tüm canlılar için yaşam kaynağı olan suyun ve toprağın yaşamları için ne denli önemli olduğunu biliyorlar. Bu kadınlar isyanlarını, Senoz Vadisi’ndeki beli iki büklüm elinde bastonuyla HES’lere ilk taşı atan Gürgenli nine ile başlattılar. Bu isyan ateşi Karadeniz vadilerindeki bütün kadınları sardı. Yaşam savunucuları direndiklerini şu sözlerle açıklıyorlar; “Suyum yoksa vadim de yok, vadim yoksa ben de yokum, benim kültürüm benim tarihim de yok.”

Kadın ve toprağın mistik ortaklığı Kadının ve toprağın kendi başına doğurduğu düşünülmüş ve bu ikilinin yaratılış sırlarını bildiklerinden ötürü aralarında mistik bir dayanışmanın olduğuna inanılmıştır. İnsanların, toprak ana ile kadın arasındaki böyle bir dayanışmanın varlığını düşünmeleri ve bu dayanışmanın varlığına inanmaları birçok uygulamayı da beraberinde getirmiştir. Örneğin toprak işlerinde özellikle tarlayı ekme, bir şeyler dikme ve hasadı toplamada hep kadın etkin olmuştur. Bu tür uygulamalar dünyanın değişik yerlerinde görülmektedir. Şekilleri farklı olsa da içerik ve amaç benzerdir. Örneğin, Uganda’da kısır bir kadın bahçe için tehlikeli olabilir ve sırf kısır olduğundan dolayı kocası onu ekonomik sebepleri bahane ederek boşayabilir. Aynı inanış Hindistan ve Güneydoğu Asya’da da görülür. Güney İtalya’da eğer toprağı bir kadın ekerse hasadın bol olacağına inanılır. Geleneksel olarak da halen Anadolu’da kadınlar, geçmişten günümüze sandıklarında sakladıkları tohumlarla toprak ile ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta var. Bu da, kadınların doğaya daha yakın varlıklar olduğunu dile getiren eril söylem. Bu söylem kadını, erkeğe ayrılan kamusal alan karşısında özel alana itmiş, toplumsal cinsiyet rollerini derinleştirmiştir. Özellikle kadınların çocuk doğurma ve büyütme yetilerinin biyolojik nedenlerle doğaya ya da doğalarına bağlamak ataerkil sistemin düalizmini (ikiliğini) yeniden üretmiştir. Bu da kadını ve doğayı, yeryüzünün efendilerine/erkeklerine hizmet edecek “öteki”ler, hatta köleler olarak binlerce yıl sarsılmaz bir şekilde konumlandırmış, kolaylıkla sömürülmesini sağlamıştır. Ekofeminist Ursula Le Guin’in şu sözleri, odaklandığı ataerkillik sorununu çok açık bir şekilde ifade ediyor: “Uygar adam der ki: Ben benim, ben efendiyim, geri kalan her şey öteki-dışarıda, altta, altımda, itaatkar.

Bu kadınlar isyanlarını Senoz Vadisi’ndeki beli iki büklüm elinde bastonuyla HES’lere ilk taşı atan Gürgenli nine ile başlattılar. Bu isyan ateşi Karadeniz vadilerindeki bütün kadınları sardı. ve geleceğimizi yok edecek olan HES’ler ve nükleer santraller ile yapılıyor. Bu direnişte kadınlar, Karadeniz başta olmak üzere Anadolu’nun dört bir yanında yapılmaya çalışılan HES’lere karşı eylemlerde ön saflarda yerini almış, derelerini, nehirlerini sattırmamak için aylarca su nöbeti tutmuş, sarı yazmalarıyla, suyunu, toprağını ve doğasını korumak için kendini buldozerlerin ve polis copunun önüne atmıştır. Her türlü şiddete, tacize karşı dik durmuşlardır. Çünkü doğası gereği geçtiği her yerde ortak kullanımı

Bergama’da, Solaklı’da, Fındıklı’da, Hopa’da, Gerze’de, Tortum’da, Munzur’da, Saklıkent’te, Perisuyu’nda ve sayamadığım daha bir çok mücadele bölgesinde doğanın kırımına, sermayenin talan yasalarına karşı, Anadolu’nun her bir köşesinde “Özgür Kadın, Özgür Toplum, Özgür Doğa” şiarını haykıracağız. Yaşam alanlarımızı yok etmek isteyenler ile uzlaşmadan, tarihimizi, kültürümüzü, yaşamımızı kimseye teslim etmeden mücadelemize devam edeceğiz.


36

Siyase

Kültür-Sanat

Mart 2013 # 3

Sanatın piyasası, piyasanın sanatı Sanatın bir yatırım aracına dönüşmesi sanatın değerinin nasıl ve neye göre belirlendiği konusundaki soruyu bir kez daha akla getiriyor. Ernest Fischer, Sanatın Gerekliliği adlı eserinde sanat ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi değerlendirirken söze şöyle başlıyor: “Kapitalist çağda kendini oldukça garip durumda buldu sanatçı. Kral Midas, dokunduğu her şeyi altına çevirmişti: Kapitalizm de her şeyi “meta”ya çevirdi. Üretimde ve verimde o güne değin görülmemiş bir artışla yeni düzeni, dünyanın ve insanın yaşantısının her kesimine hızla yayarak eski dünyayı toz bulutuna döndürdü, üretenle yoğaltan arasındaki her türlü ilişkiyi doğrudan doğruya ortadan kaldırdı ve bütün ürünleri alınmak ve satılmak üzere belirsiz bir pazara sürdü.”

Reha Keskin

Fischer’in de belirttiği gibi kapitalizm çağında sanat eserleri de birer metaya dönüşmekten azade kalmadı ve sanat eserleri, artık yalnızca yarattığı estetik beğeni, haz dolayısıyla alınan değil yatırım aracı olarak alınıp satılan nesnelere dönüşmüş hale geldi ve bu durum hatırı sayılır bir sanat piyasasının oluşmasını da beraberinde getirdi. Bugün, dünyada küresel sanat piyasasının hacminin 75 milyar dolar civarında olduğu; Türkiye’de ise 2001’de 5 milyon dolar olan sanat piyasası hacminin, 2010’da 105 milyon dolara çıktığı, bugün ise 300 milyon dolara dayandığı tahmin ediliyor ve sanat, alternatif yatırım tercihleri arasında önemli bir yere oturmuş bulunuyor. Sanata “destek” Galeriler, müzayede evleri, fuarlar, bienaller, müzeler ise sanat pazarını besleyen önemli aktörler arasında yer alıyor. Sanat piyasasında saydığımız aktörlerin yanı sıra bankalar da önemli bir yer tutuyor. Dünya ölçeğinde HSBC, USB, Credit Suisse, Deutsche Bank gibi bankalar hem özel koleksiyonlara sahip hem de sanat yatırımlarına verdikleri kredilerle, sponsorluk anlaşmaları vb ile bu alanı “destek”liyor. Örneğin Deutsche Bank’ın koleksiyonunda Picasso, Matisse gibi ünlü sanatçıların eserleri var. 2008 yılı itibariyle Deutsche Bank’ın koleksiyonunda bulunan eserlerin toplam değeri 5 milyar euro gibi bir rakamı bulmuş durumda ve bu koleksiyon halen dünyadaki en özel koleksiyon olarak anılıyor. Türkiye’de de Akbank, Yapı Kredi, Garanti Bankası, bu piyasayı düzenleyen-denetleyen en önemli ban-

Bazı yatırımcılar “gelecek vaat eden” sanatçıların eserlerini toptan, ucuza satın alıp, gelecekte daha yüksek fiyatlara satıp, kâr etmeyi düşünüyor. kalar arasında. Akbank, sanat piyasasının tekellerinden olan Sotheby Müzayede Evi’yle; Yapı Kredi ise Christie’yle işbirliği içerisinde müşterilerine sanat danışmanlığı, sanat yönetimi gibi hizmetler vererek onları sanat yatırımları konusunda yönlendiriyor. Akbank yöneticisi Saltık Galatalı, Akbank Özel Bankacılık’ın sanata verdiği “desteği” şöyle açıklıyor: “İşimiz yatırımla ilgili yönlendirme ve yeni ürün. Bizim birimden günde ortalama beş yeni yatırım fikri çıkar. Yatırım fabrikası gibiyiz. [Sanat yatırımları] bizim müşteri kitlemizle uyuşuyor. Zira sanata yatırım belli bir varlık birikimi gerektirir. Müşteriye portföyünde yüzde beşlik bir oran sanat eserleri için öneriliyor.” Sanat eserinin değişim değeri Sanatın finansallaşmasına ilişkin çarpıcı örneklerden biri de sanat yatırım fonları: 2005-2007 yılları arasında Sotheby’s ve Christie’s eski yöneticileri ve Wall Street para yöneticileri tarafından işletilen bu fonlar, sanatı menkul kıymetlere dönüştürür; menkul kıymet yatırım fonlarına ya da özel sermaye fonlarına benzer biçimde, sanat koleksiyonunu bir yatırım sepeti haline getirir ve yatırımcıların sepetten hisse

almalarını sağlar. Her fon, en az 250.000 dolar yatırım yapabilecek varlıklı kişileri, emeklilik fonlarını ve özel bankaları hedefler. Bazı yatırımcılar “gelecek vaat eden” sanatçıların eserlerini toptan, ucuza satın alıp, gelecekte daha yüksek fiyatlara satıp, kâr etmeyi düşünürken bazı yatırımcılar da ölüm, borçlama gibi nedenlerle elinde bulunan eserleri satmak isteyenlere nakit para vererek ucuza alımlar yapar. Dolayısıyla sanat eserleri spekülatif yatırım araçları haline gelir. Kaynaklar: 1 - Fischer, Ernst, Sanatın Gerekliliği, Çev: Cevat Çapan, De Yayınevi, İstanbul, 1968, sf. 63. 2 - Hürriyet, 19 Haziran 2012. Aktaran Gila Benmayor, “İstanbul 12 Milyar Dolarlık Çağdaş Sanat Piyasasının Neresinde?” Çevrimiçi: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20789756.asp 3 - Thompson, Don, Sanat Mezat, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, sf. 361. 4 - Artun, Ali, Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi, İletişim Yayınları, İstanbul,2012, sf. 168 4 - *Konu ile ilgili benzer örneklere ve geniş değerlendirmeye Ali Artun’un adı geçen eserinden ulaşılabilinir.

Sanat eserleri lüks mallar kategorisinde Sanat eseri satın almanın ya da biriktirmenin tercih edilmesini sadece kârlılıkla açıklamak yeterli olmaz. “Lüks mallar” sınıfında yer alan sanat eserlerine sahip olmak, aynı zamanda bir prestij ve statü göstergesidir.

sergiliyor: “Sanat dediğin şey, birinin hayal gücünü satın alıyorsun… Hayal gücü piyasası dünyanın en sağlam piyasası çıktı… Kimse bana arabasıyla, yatıyla hava atamaz, maddiyatla ilgili bir tercih bu, ancak koleksiyonuyla atar.” *

Saruhan Doğan’ın şu sözleri, sanat eseri ve statü ilişkisinin altında yatan mantığı tüm çıplaklığıyla

Sanatın bir yatırım aracına dönüşmesi sanatın değerinin nasıl ve neye göre belirlendiği konusun-

daki soruyu bir kez daha akla getiriyor. Her ne kadar bu soruya verilebilecek doyurucu bir yanıt, bir başka yazının konusu olsa da burada özetle diyebiliriz ki sanat piyasalaştığında ve yatırım aracı haline geldiğinde estetik değer erozyona uğratılırken sanat eserinin değeri değişim değerine indirgenir.


Mart 2013 # 3

Siyase

Kültür-Sanat

37

Kıymetlilerimisssssss… Yüzükten hem nefret ediyor hem de O’nu seviyordu; tıpkı kendisini sevip, nefret ettiği gibi. Tıpkı bizim gibi! Hayal dünyasının bir ürünü, fantastik edebiyat ve sinema yapıtlarına kült bir örnek olarak ortaya çıkan, 1950’li yıllarda yayınlanan ve 2001 yılında sinemaya uyarlanan Yüzüklerin Efendisi’nin, 1892 doğumlu yazarı Tolkien’in yıllar önce yazdıklarından bugün sosyalist harekete bakmak bizi fantastik mi yapar? Fantastik olsak ne olur? Gerçeklerden uzaklaşmış mı oluruz? Belki de bizim yaşadıklarımız fantastik ve belki de biz kendi gerçeğimize dönmeliyiz!

Melek Bengü Baggins

Her şey muhteşem yüzüklerin yapılmasıyla başlamıştı. Mordor Dağı’nda birçok yüzük yapılmıştı ve tüm ırklara dağıtılmıştı. Yalnızca Sauron herkesten habersiz gizlice bir yüzük dövdü. Bu yüzüğe bütün zulmünü, tüm ırklara hakim olma iradesini kattı. Etten kemikten Sauron yüzükle birlikte muazzam bir güce sahip olmuştu ama büyük savaş sonunda insan ırkı galip geldi ve yüzük İsildur’a geçti. Kötülüğü sonsuza dek yok etme şansı doğdu. Ama O bunu kavrayamadı. Halbuki Sauron’un tamamen yok olması için yüzüğün(iktidarın) Mordor Dağı’nın alevlerinde eritilmesi gerekiyordu. Yüzük İsildur’a ihanet ederek ölümüne sebep oldu ve O’nu terk etti. Ama Sauron’un ruhu ölmedi. Hatta zaman geçtikçe güçlendi. Sonunda her şeyi

4 hobbit, 2 insan) yüzüğü dövüldüğü yer olan Mordor Dağı’nın alevlerine atmak üzere yola çıktılar. Tıpkı komünistlerin devrim için yola çıktıkları gibi. Hiçbir ırk iktidarı ne başka bir ırka ne de Sauron’a verme niyetinde değildi. Yol boyunca yüzüğü taşıyan Frodo da dahil olmak üzere (ki güç arzusuna karşı en dayanıklı varsayılan bir hobbit olmasına rağmen) herkes yüzüğün cazibesine kapıldı. İnsan ırkından Boromir, Frodo’ya “yüzüğü bana ver, bunu halkım için Orta Dünya’nın iyiliği için kullanayım, Sauron’u başka türlü yenemeyiz!” bile demiş ve bu hırsını hayatı ile ödemişti. Tıpkı iktidarı kendisinin kullanması gerektiğini, başka türlü düşmanın yok edilemeyeceğini söyleyen “komünistler” gibi. Ama yüzük yalnızca efendisine (bugün için kapitalizme) itaat ediyordu. Yüzük yalnızca kötülüğe itaat ediyordu. Gollum tüm bu yolculuk boyunca kafileyi gizlice takip etmişti. Yüzükten hem nefret ediyor hem de O’nu seviyordu; tıpkı kendisini sevip, nefret ettiği gibi. Tıpkı bizim gibi! Bu ikiliden hangisinin galip geleceği ise hikayenin sonunda belli olacaktı. Gollum tüm diğer karakterlerin bir yansımasıydı. Aslında yol boyunca 10 Gollum, Mordor’a yol almıştı.

Bütün ırkların temsilcileri yüzüğü (iktidarı) yok edecekleri yere nasıl ulaşacaklarına kurdukları divanda karar verdiler. gören bir göz olarak Mordor Dağı’nın tepesindeydi artık. İhtiyacı olan tek şey yüzüktü. Bu sırada yüzük yeni bir taşıyıcıyı kapanına kıstırmıştı. Gollum 500 yıldan fazla bir süre boyunca yüzüğü taşıdı. Yüzük ona çok uzun bir ömür bahşetti ama onu tüketti; akli melekelerini yitirdi ve yalnızlığa mahkum oldu. Yüzük Gollum’u terk etti; bir hobbit olan Bilbo Baggins’e ve sonunda Frodo Baggins’e geldi. Alevler içinde Göz, yüzüğün yeni yerini ve taşıyıcısını bulmuştu artık. Büyük savaşın ayak sesleri tüm Orta Dünya’da yankılandı. Karanlıklar Efendisi Orklardan oluşan çok güçlü bir ordu kurdu ve Orta Dünya’daki tüm ırklar Sauron ve ordusuna karşı birleştiler… Yüzük kardeşliği olarak “komünizm”

Bütün ırkların temsilcileri yüzüğü (iktidarı) yok edecekleri yere nasıl ulaşacaklarına kurdukları divanda karar verdiler. Tıpkı günümüzde komünistlerin iktidarı ve sınırları kaldırmak için yan yana geldikleri divanlar gibi. Bu divanda adına “Yüzük Kardeşliği” dedikleri bir kafile ile Orta Dünya’nın bütün ırklarının temsilcileri(1 elf, 1 cüce, 1 büyücü,

Yol boyu Sauron’un orduları ile savaşırken bir yandan da kendi içlerinde bastırmakta çok zorlandıkları güç isteği ile savaşıyorlardı. Bir çoğu iyi ve kötü arasındaki sınavını verdi. Frodo, Mordor’a ulaştığında yüzüğü alevler içine atmak o kadar kolay olmadı. Ama sonunda yüzük Gollum ile beraber Mordor Dağı’nın derinliklerine atıldı. Alevler içine düşerken bile Gollum yüzüğü havada kapmaya çalıştı ve mutluluk içinde onunla birlikte yok oldu. Yüzük ve Karanlıklar Efendisi Sauron Orta Dünya’dan tamamen silindi. Bundan sonra yalnızca barış ve huzur hüküm sürdü. Tolkien’in “fantastik” Orta Dünyası’ndan bize çok önemli bir miras kaldı. Yüzüğü taşımanın büyük sorumluluğunu kaldırabilecek, Mordor Dağı’nın alevlerine atacakken (devrim) O’nu kafiledeki ırkların temsilcilerine (yoldaşlara) ve ırklara (işçi sınıfına) karşı kullanmayacak bir bilince ve yaşam pratiğine sahip olmamız gerekir. Aksi, bizi Gollum’un yaşamına ve yok oluşuna götürebilir. Sizce de öyle değil mi sayın Kıymetlilerimissss… ?

*Kıymetlimisss; Gollum’un ve Bilbo Baggins’in yüzüğe seslenişi.


38

Siyase

Haberler

İstanbul’da SYK buluşması İstanbul’da Sosyalist Yeniden Kuruluş üyeleri ve dostları 16 Şubat akşamı Çağlayan’daki İdil Düğün Salonu’nda yapılan dayanışma yemeğinde buluştular. HDK milletvekilleri Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel, Hrant Dink’in oğlu Arat Dink, yönetmen Çayan Demirel, Sevim Belli, Radikal gazetesinden Berrin Karakaş’ın da katıldığı etkinlikte Taş Plak Kumpanyası, Pınar Sağ ve Hasan Ali Sezer sahne aldı. Yaklaşık 600 kişinin katıldığı etkinliğin açılış konuşmasını yapan SYK Eş Sözcüsü Şaziye Köse SYK sürecini değerlendirerek gelinen aşamaya dair katılımcıları bilgilendirdi. Etkinlikte söz alan Sebahat Tuncel, Sosyalist Yeniden Kuruluş’u selamlayarak birlikte

verilen mücadeleye ve HDK’ye dikkat çekerek dayanışma duygularını ifade etti. Ardından bir konuşma yapan Ertuğrul Kürkçü ise SYK fikrinin önemini vurgulayarak stratejik ittifakların gereklerinden bahsetti. Sürece ilişkin görüşlerini belirten Kürkçü, Sosyalist Yeniden Kuruluş’un bir ihtiyaç olduğunu ve bugün önemli bir noktada olunduğunu vurguladı. Konuşmaların ardından yapılan sinevizyon gösterimlerinde Dünya ve Türkiye devrimci hareketleri, Kürt Özgürlük Hareketi ve kadın kurtuluş mücadelesi içerisinden önemli figürler anıldı. Etkinlik müzik dinletisi sonrası türkü ve şarkılar eşliğinde çekilen halaylarla son buldu.

Gazi’de okur toplantısı İstanbul Gazi Mahallesi’nde 7 Mart’ta SİYASET okur toplantısı yapıldı. 25 kişinin katıldığı toplantıda SİYASET’in yayın politikası tartışıldı, okurlarımız dergi hakkındaki görüşlerini, eleştiri ve önerilerini ifade etti. Katılımcıların çoğunluğunu işçiler oluşturuyordu. SİYASET okurları, dergiyi yazı çeşitliliği, politik çizgisi, yazılarının kalitesi bakımından doyurucu ve başarılı bulmakla birlikte kimi eleştiri ve önerilerde bulundular. Derginin yazılarının uzun olduğu, daha kısa ve güncel yorumlar içeren yazıların ve haberlerin olması gerektiği söylendi. Kimi okurlar, dergide başta Aleviler olmak üzere ezilen inanç toplulukları ve halklar hakkında yazıların daha fazla yer alması gerektiğini belirtti. İşçilerin güncel sorunlarına ve mahalle sorunlarına ilişkin yazıların olması istendi.

Mart 2013 # 3

Biçime ilişkin öneriler yapıldı. Yayın Kurulu’ndan toplantıya katılan Hikmet Sarıoğlu, Eser Sandıkçı ve Halit Elçi de belirtilen görüş, eleştiri ve önerileri değerlendirdiler, açıklamalarda bulundular, bu görüşlerden Yayın Kurulu olarak yararlanacaklarını belirttiler.

İzmir’de SYK’dan dayanışma eylemi

Latifeciler anılıyor

Samandağ DEP İlçe Başkanlığını yürütürken devlet içindeki karanlık odakların yönlendirmesiyle 30 Mart 1995’te katledilen Mehmet Latifeci ve babası Yahya Latifeci ölümlerinin yıldönümünde Samandağ Sutaşı Beldesi’ndeki mezarları başında yoldaşları ve dostları tarafından anılacaklar. Samandağ Halkevi ise 29 Mart Cuma günü saat 20.00’de Yetimler Düğün Salonu’nda yapılacak halk konseri ile Latifecileri anacak. Konsere sanatçılar Pınar Aydınlar ve Nihat Çay katılacak.

HDK heyetine yönelik Karadeniz’de Sinop ve Samsun’da gerçekleşen ırkçı saldırılar pek çok ilde protesto edildi. İstanbul, Adıyaman, Ankara, İzmir, Antep, Çorlu, Elazığ, Kayseri, Niğde, Sakarya, Erzurum, Diyarbakır, Eskişehir, Batman, Çanakkale, Antep, Dersim, Antalya, Çorum’da yapılan eylem ve basın açıklamalarında yaşanan saldırılar kınandı.

dağıtıldı. Bir süre sonra polisin müdahalesiyle SYK üyeleri Fırat Can Kalyon, Öncü Gökçe ve Kamil Kıranta gözaltına alındı. Gözaltına alınan SYK’lılar akşam saatlerinde serbest bırakıldı.

HDK heyetine saldırı, 21 Şubat Perşembe günü Sosyalist Yeniden Kuruluş üyeleri tarafından İzmir’de bir bina işgal edilerek protesto edildi. Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki bir binaya, “Karadeniz faşizme mezar olacak/ Onurlu barış demokratik çözüm” pankartı açıldı ve “Milletvekilleri yalnız değildir” yazılı bildiriler kuşlama şeklinde

Mersin HDK Gençlik Meclisi’nden ötekileştirmeye karşı panel Halkların Demokratik Kongresi Mersin Gençlik Meclisi, 27 Şubat günü “Cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, ötekileştirmeye son” başlıklı forum düzenledi. Mersin Üniversitesi Vural Ülkü Konferans Salonu’nda düzenlenen etkinliğe HDK Genel Meclis Üyesi, Lambda İstanbul Dayanışma’dan Yıldız Tar,Hebun Lgbt ’den Ümit Manay, Keskesor Lgbt Oluşumu’ndan Loren Elva katıldı. Lgbt ’lere

yönelik nefret suçlarındaki artışa, Lgbt ’lere yapılan saldırılar karşısında örgütlenilerek mücadelenin yükseltilmesinin önemli olduğuna dikkat çekildi. Ayrıca savaş koşulları altında Lgbt bireylerin yaşadığı zorlukların da konuşulduğu etkinlikte nefret suçlarına, homofobi-transfobiye karşı hep birlikte mücadele edilmesi de vurgulandı.


Mart 2013 # 3

Siyase

ODTÜ HDK Meclisi etkinlikleri yapıldı ODTÜ’de 27-28 Şubat-1Mart tarihlerinde bir dizi etkinlikle HDK Meclisi gerçekleştirildi. Meclisin ilk gününün ilk etkinliğinde açılış konuşmasını Selahattin Demirtaş yaptı. Sonrasında Fatma Gök, Ertuğrul Kürkçü, Ferdan Ergut’un ve öğrencilerin yoğun katılımıyla açılış paneli gerçekleştirildi. Etkinliğin ikinci ve üçüncü gününde komisyonların düzenlediği çeşitli oturumlar yer aldı. İkinci gün kahvaltıyla başladı. Ardından ODTÜ HDK Kadın Komisyonu “Görünmeyen Emek”, Ekoloji Komisyonu “Ekoloji Meselesi”, İnanç ve Özgürlükler Komisyonu da Mustafa Kahya’nın katılımıyla “Etnik Kimlik ve Mücadele” oturumlarını gerçekleştirdi. Oturumlardan sonra,

ODTÜ HDK olarak genel değerlendirme toplantısı yapıldı. Üçüncü gün de kahvaltıyla başladı. Sonrasında Ekoloji Komisyonu’nun Osman Akkuş’un katılımıyla “Nükleer Enerji” oturumu, Kadın Komisyonu’nun İlke Işık Sağdıç’ın katılımıyla “Taciz ve Kadının Beyanı” oturumu, “YÖK Tartışması” Forumu, HDK Hazırlık Meclisi Toplantısı, Lgbt Komisyonu’nun Selay Tunç’un katılımıyla “Trans Birey Cinayetleri” oturumu ve İnanç ve Özgürlükler Komisyonu’nun Demir Çelik’in katılımıyla “Ortadoğu’da Bir Çözüm Arayışı” oturumu yapıldı. Üçüncü günün ve Meclis’in son etkinliği de Ankara’daki tüm okullardan HDK’li öğrencilerin katılımıyla gerçekleşen HDK Gençlik Forumu oldu.

Haberler

39

Karadeniz Halkı barış istiyor HDK Heyetinin Karadeniz gezisine yönelik önce Sinop’ta ertesi gün Samsun’da

gerçekleştirilen faşist saldırılar HDK ve bölgenin ilerici güçlerince protesto edildi. Sinop’ta provakasyonları HDK’lilerce boşa düşürülen faşistler sonrasında üniversitede yurtsever öğrencilere saldırı düzenlemişti. Saldırının hemen ardından gereken cevap verilmiş ve bu konuda devlet görevlileri de uyarılmıştı. Samsun’da tüm provakasyon girişimlerine rağmen HDK heyeti programını gerçekleştirdi. Ancak polis kontrolündeki faşistler sosyalist kurumlara ve toplantıya katılmak için salona giden kitleye saldırmıştı. Samsu demokrasi güçleri biraraya gelerek faşist saldırıları protesto ettiler.

Gazi Katliamı’nın hesabını soracağız!

Kürt tutsakların açlık grevi eylemiyle dayanışmada bulunduğu için tutuklanan Pamukakale Üniversitesi öğrencisi SYK üyesi Okan Karakuş ve diğer öğrenci arkadaşlarının davasında ilk duruşma 28 Mart Perşembe günü İzmir Bayraklı Adliyesi’nde görülecek. Üniversite kampüsünde dayanışma eylemi yaptıkları için haklarında dava açılan 101 öğrencinin yargılandığı davada 25 tutuklu bulunuyor, 37 kişi hakkında da tutuklama kararı var. Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi (TÖDİ), herkesi bu davayı izlemeye ve dayanışmaya çağırdı.

12 Mart 1995’teki Gazi Mahallesi katliamının yıldönümünde yapılan yürüyüşe Sosyalist Yeniden Kuruluş (SYK) “Gazi Şehitleri Ölümsüzdür” pankartıyla, yaklaşık 200 kişiyle Halkların Demokratik Kongresi (HDK) korteji içinde katıldı. HDK pankartı arkasında yer alan HDK bileşenleri 10.00’da Eski Karakol önünde buluşup kortej oluşturarak

Gazi Mezarlığı’na yürüdü. Mezarlık’ta yapılan anmada Sultangazi HDK İlçe Meclisi adına bir konuşma yapıldı. Ardından HDK Yürütme Kurulu’ndan Hatice Altınışık söz aldı. Yapılan konuşmalarda Gazi katliamının hesabının sorulacağı, Gazi’nin katillerinin bugün de Roboski katliamından sorumlu oldukları söylendi. Anma konuşmasında ayrıca Newroz mitingine çağrı yapıldı.


Siyase Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin

Kadın dostu kentler projesi: olasılıklar, sınırlılıklar… Kadın Dostu Kentler Projesi, kadınlar için yaşanabilir bir kent mekanını kurgulamak açısından da son derece sınırlı düzenlemeleri hayata geçiriyor. Kentlerin ışıklandırılması, kaldırım, park, yol ve benzeri mekansal düzenlemelerle yerel ölçekte kapitalist patriyarkayı aşındırmak pek mümkün görünmüyor.

Deniz Karaca

1980’lerden bu yana muhafazakârlıkla kol kola giden neo-liberal politikalardan bağımsız olmayan bir “aile/ailenin güçlenmesi/güçlendirilmesi” ve “kadının ailedeki önemi” söylemi yaygın, bu söylem gittikçe de pekiştiriliyor. Neo-liberal belediyecilik de bu perspektiften yola çıkıyor ve yeniden üretimi sağlayan hizmetleri ailenin/aile içindeki kadının sırtına yüklediği veya piyasalaştırdığı için önceliğine almıyor.

projelerden biri. Projenin yürütüldüğü kentlerde kadınların yaşadıkları özgül yerel sorunların göz önüne alınması ilkesi var. Yerel Eşitlik Eylem Planı’nda (YEEP) kadınların yerel kararlara katılımlarını sağlamak üzere; yerel kadın kuruluşlarının meclisleri izlemesi ve ihtisas komisyonlarına katılması, kent konseylerine katılım ve kadın meclislerinin oluşturulması, stratejik planların hazırlanma ve uygulama sürecine kadın örgütlerinin katılımının sağlanması, yerel yönetimlerde Kadın Erkek Eşitliği Birimleri oluşturulması, yerel yönetimlerde görevli kadınların karar verici yerlere gelmesini sağlamak için hizmet içi eğitim ve teşvik sistemi; YEEP’lerin uygulanması ve hizmet sunum modeli geliştirilmesi için Yerel Eşitlik Eylem Planı Komitesi’nin (YEEPKOM) kurulması gibi öneriler geliştirilmiş. Ayrıca, bu kentlerde yerel düzeyde çok sayıda yeni örgütlenme oluşmuş.

Yerel yönetimlerin kadın politikası yok Belediye Yasası, “hizmet önceliklerini belirlemede hizmetin ivediliği ve belediyenin mali koşulları dikkate alınır” dediğinde, zaten kadınlar tarafından yerine getirilen bakım hizmetlerini “ivedi” olarak görmüyor ve yapmıyor. Yeniden üretimi sağlayan işler, yerel yönetimlerin hizmet alanına giren işler aslında. Bu noktada yerel yönetim hizmetlerinin doğrudan ve birincil yararlanıcıları olan kadınların, bu hizmetlerdeki aksamalarla, (yeniden) üretim faaliyetleri için harcadıkları emek daha da yoğunlaşıyor, zorlaşıyor.

Kadın örgütleri sürece katılmalı Ancak, bu yeni yapıların ve hazırlanan YEEP’lerin uygulanabilir olması, özellikle projeye dâhil edilen kamu kurum ve kuruluşlarınca ciddiyetle ele alınmasına ve elbette hükümet politikalarıyla çelişmemesine bağlı. Bu noktada kadın örgütlerinin sürece girmeleri de önem taşıyor; çünkü kamu kurumlarının cinsiyetçi uygulamaları aşındırma yönünde küçük adımlar atması böylesi bir zorlamayla sadece mümkün görünüyor.

Üstelik, sözkonusu faaliyetlerin toplumsallaşmasına yönelik düzenlemelerin gerçekleşmesi, hükümetin “aile bütünlüğünü temel alan” politikalarıyla da ters düşüyor. Zira, sermayedarlar ve iktidar için öncelik yeni kar alanlarının yaratılması ve birikim. Buna bir örnek olarak kreş yardımlarını ve işyeri kreşlerinin sosyal sorumluluk projelerine dönüşmesini verebiliriz. Hükümet kadın istihdamını arttırmayı aile bütünlüğünü bozmadan gerçekleştirmeyi isterken, aynı zamanda erken çocuk bakım ve eğitimini de yeni bir kar alanı yaratarak sağlamayı amaçlıyor. Bu ve bunun gibi örneklerden görüyoruz ki, kapitalizm ve patriyarkanın yine ve yeniden yardımlaşması, yerelleşiyor. Yerel yönetimler, kadınların gereksinim ve taleplerine yanıt verebilecek özel politikaları geliştirmiyor. Ya da geliştirmenin koşulu yurtdışı kaynaklı projelere bağlı kalıyor. Birleşmiş Milletler Ortak Programı (BMOP) Kadın Dostu Kentler Projesi de bu

YEEP kadınlara ne vaat ediyor? Kadın Dostu Kentler Projesi, kadınların yerel kararlara katılımlarını desteklemek için yerel yönetimler, kadın örgütleri ve kamu kurumları arasında işbirliğini ve birlikte çalışma stratejilerini geliştirmeyi amaçlıyor. Bunun zeminini kurma aracı olarak da Yerel Eşitlik Eylem Planı (YEEP) hazırlanmasını hedefliyor. Şu ana kadar 6 pilot ilde (İzmir, Kars, Nevşehir, Trabzon, Urfa ve Van)

Yerel yönetimler, kadınların gereksinim ve taleplerine yanıt verebilecek özel politikaları geliştirmiyor. Ya da geliştirmenin koşulu yurtdışı kaynaklı projelere bağlı kalıyor. uygulandı, 6 ilde (Antalya, Bursa, Gaziantep, Malatya, Mardin ve Samsun) daha uygulanmaya başlandı. Proje, kadınların yerel kararlara katılımının önünü açmaya odaklanması noktasında önemli. Zira kadınların ortaklaşan sorunlarının, taleplerinin yerel karar alma mekanizmalarına taşınmasıyla ilgili ciddi problemler var. YEEP’lerin hazırlanmasında, katılımcı bir yöntem benimsendiği vurgulanıyor ve bu kapsamda, vali-

Fakat bir kısır döngü mevcut: Kadınların patriyarka temelli yapısal sorunlardan dolayı karar alma mekanizmalarında olmadığı kamu kurum ve kuruluşlarında kadın örgütlerinin etkili olması zayıf bir ihtimal, cinsiyetçiliği aşındırmaya yönelik bu pratiklerin sürdürülmesi güç. Bu açıdan Kadın Dostu Kentler Projesi, kadınlar için yaşanabilir bir kent mekanını kurgulamak açısından da son derece sınırlı düzenlemeleri hayata geçiriyor. Kentlerin ışıklandırılması, kaldırım, park, yol ve benzeri mekansal düzenlemelerle yerel ölçekte kapitalist patriyarkayı aşındırmak pek mümkün görünmüyor.

lik, il özel idaresi, belediye ve kadın kuruluşlarının ortaklığıyla hazırlanmış. YEEP’ler temel olarak yedi alan üzerinde yoğunlaşmış. Bu alanlar; kadınların yerel kararlara katılımı, kentsel hizmetler, kadın ve kız çocuklarına yönelik şiddetin önlenmesi, ekonomik güçlenme ve istihdam, eğitim ve sağlık hizmetlerinden eşit yararlanma, göç ve yoksulluğun önlenmesi, eşitlik için zihniyet değişikliği ve farkındalık yaratma gibi alanlar


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.