2013 05 31mayiskitapeki

Page 1

. KITA P

Geçen hafta 64.016 okura ulaştık

Aydınlık

31 Mayıs 2013 Cuma Yıl: 2 Sayı: 66

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Nâzım, Türk şiiri, devrim ÖZDEMİR İNCE

Ressam Nâzım Hikmet KAYA ÖZSEZGİN

Nâzım Hikmet’e sataşma var! VEYSEL ÇOLAK

Ölümsüzlüğünün 50. yılında

NÂZIM

101 Kere Nâzım CENK GÜNDOĞDU



Aydınlık KİTAP İÇİNDEKİLER Nâzım, Türk Şiiri, Devrim

s. 4-5

Nazım Hikmet ve Müzik

s. 6

Toplumun içindeki Nazım

s. 7

Nâzım Türk şiirinde hangi devrimi yaptı

s. 8

101 Kere Nâzım

s. 9

Türk şairine mazlumlardan yana olmayı Nâzım öğretti

s. 10

Nâzım Hikmet’e Sataşma Var!

s. 11

KAPAK: Nâzım şiir devrimiyle putları nasıl yıktı

s. 12-13

Ressam yönüyle Nazım Hikmet

s. 14

Nâzım: tekdüze değil çok yönlü bir sanatçı s. 15 Gizli tanıkların rezalete dönüşmüş açık görevleri

s. 16

Romanın cehennemi

s. 17

Yeni çıkanlar

s. 18-19

Çocuk-Genç : Çocukların ve masalların Nâzım’ı

s. 20

İnsanlığın sonuna kesilen ilk bilet

s. 21

Batılı Irkçı Paradigma: Kara Güneş

s. 23

Bulmaca

s. 22

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu halduncubukcu@hotmail.com

Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı damla@aydinlikgazete.com

Editör Pınar Akkoç pinar@aydinlikgazete.com

Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ Sayfa Sekreteri Alev Özgenç

31 MAYIS 2013 CUMA

Yurdu için ölmesini bilen milletin büyük şairi Ölümsüzlüğünün 50. Yılı 3 Haziran O kadar ölümsüz ki, “Adnan Bey” şiirinden dizeleri anımsayalım: “ Yüz Türkiye olsa elinizden de gelse yüzünü de zincire vurur yüz kere satarsınız.” 1959’un başbakanına yazmıştı. Şiirdeki adı siz en çok nefret etiğiniz ve vatanı Adnan Bey ile kıyaslanmayacak denli satan birinin adını koyarsanız, şiir değerinden hiçbir şey yitirmeyeceği gibi, göreceksiniz artacaktır. O kadar günümüzde ki, mesela dünkü olsun, Aydınlık’ın birinci sayfasındaki fotoğrafa bakmış da yazmış gibi “Teftiş” şiirini: “Önde Amerikan paşası kafayı dikmiş ve sırmalı şapkasında eli kasap bıçağı gibi parlıyor keskin, geniş ve küfredip sesini duyuyorum toprağıma tokat gibi inen adımlarının. Türk paşası on beş adım geride. Yüzünü göremiyorum, gölgeli. Belki alışmış, belki utanıyor, belki öfkeli.” O Türk paşasının adını hemen yazabilirsiniz. Amerikan generallerinin varlığından utanan paşaların adını da bir çırpıda yazabilirsiniz, öfkeli olanların da. Ya hele o “İstiklal” şiiri, Tam bağımsız Türkiye’yi kuruncaya dek her gün kendini güncelleyecek ve o günden sonra da hep aklımıza mıhlanıp kalacak, 1956’dan beri her gün kendini güncellediği, aklımıza mıhlanıp kaldığınca: bu “İstiklal” şiiri Bu zırhları, bu orduları tanırım, Benim de sularıma girdiler, Benim de toprağıma asker çıkardılar geceleyin. Kanıma susamıştılar. Çalmak istiyorlardı gözlerimin nurunu, Hünerini ellerimin. Döktük denize onları 1922’ydi yıllardan... Mısırlı kardeşim; Şarkılarımız kardeştir, İsimlerimiz kardeş, Yoksulluğumuz kardeştir, Yorgunluğumuz kardeş. Şehirlerimde güzel, ulu, canlı ne varsa: İnsan, cadde, çınar, Savaşında senin yanındalar.

Sahibi Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı Genel Yayın Yönetmeni Mustafa İlker Yücel Sorumlu Müdür Mehmet Bozkurt Tüzel Kişi Temsilcisi Metin Aktaş Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

3

Ölümsüzlü ünün

50. Y l nd

a

Köylerimde Kelam-ı Kadim okunuyor Senin dilinle, Senin zaferin için... Mısırlı kardeşim, Biliyorum, biliyorum, İstiklal otobüs değil ki Birini kaçırdın mı, öbürüne binesin... İstiklal sevgilimiz gibidir Aldattın mı bir kere Zor döner bir daha. Mısırlı kardeşim, Kanalın sularına karıştı kanın. İnsanın yurdu bir kat daha kendinin olur Toprağına, suyuna karıştıkça kanı. Yaşamış sayılmaz zaten Yurdu için ölmesini bilmeyen millet... BOP projesi günlerinde, Arap baharı adı verilmiş, “karşıdevrimlerin” Irak’ta, Mısır’da, Libya’da, Filistin’de döktüğü kan, Arap halklarının soluk borusunda pıhtılaşırken, şiirin şimdi Amerikan uşağı ÖSO çapulcularına karşı direnen Suriye halkı için yazılmış olduğu, her Mısır vurgusunda belli olmuyor mu? Ama en çok bize, en çok büyük Türk milletine ve devrimcilerine söylüyor: Yaşamış sayılmaz zaten Yurdu için ölmesini bilmeyen millet... *** Kapağımızı bu toprakların yetiştirdiği ustalardan, Jak İhmalyan’ın “Nâzım” tablosu ile süsledik. Anısına saygıyla. Ölümsüzlüğünün 50. Yılında Nâzım Hikmet’e ayırdığımız bu özel sayının editörlüğünü Seyyit Nezir yaptı. Özdemir İnce, Veysel Çolak, Prof. Kaya Özsezgin, şu günlerde Metin Altıok Şiir Ödülü’nü almış bulunan Cenk Gündoğdu, Mecit Ünal ve müzik alanındaki kaynak araştırmasının ilk kez olduğunu düşündüğümüz Ali Rıza Özkan çok değerli katkılarını sundular. Leyla Erbil, Özkan Mert, PEN Derneği Başkanı Tarık Günersel, Haydar Ergülen, Şeref Bilsel, Gonca Özmen sorumuzu yanıtladılar. Hepsine teşekkür ederiz. Yıl boyunca Nâzım üzerine yazı, anı, belge ve röportajlara yer vermeyi sürdüreceğiz. *** Mustafa Şerif Onaran’ı, Ankara’nın sanat edebiyat çınarını yitirdik. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. HALDUN ÇUBUKÇU Reklam Servisi Genel Müdür Yardımcısı Saynur Okuroğlu saynur@aydinlik.com.tr Reklam Müdürü Kamile Karakadılar kamile@aydinlik.com.tr

kitap@aydinlikgazete.com

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


Aydınlık KİTAP

Öl üm sü zlü ü nü n

4 da

n Y l . 0 5

Nâzım, Türk şiiri, devrim

Nâz m’ n yurtiçi hayat nda oldu u gibi yurtd hayat nda da ülke aleyhine tek bir eyleme, tek bir yap ta, tek bir söz ve yaz ya rastlanmaz. O, düzeni, düzenin iktidar n ve düzenin bekçi köpeklerini ele tirmi tir! Günümüzde onu örnek alanlara, alacak olanlara ne mutlu! sin çıkmamış olması kemiklerini sızlatıyor olmalı. Oysa kendisini devirecek, yarattığı devrimle sesimize ve sözcüklerimize yön verecek yeni bir şairi, sevgi ve hayranlıkla kucaklardı Nâzım. Yıkmak lazım ki yıkılanın yerine daha iyisini koyabilelim. Not: Nâzım büyük şair, inanmış adam, fakat ben onun inandıklarının hepsine inanmıyorum. Mesela beni burada tutan şey devrim beklentisi mi? Sanmıyorum. (Nâzım’ın dizelerinden apartma) iyi çalışmalar.” Siz hiç, bir İngiliz şiirseverin Shakespeare’den, Milton ya da T.S. Eliot’dan kurtulmak istediğini duydunuz mu? Ben duymadım. Ya da bir Fransız’ın Victor Hugo, Rimbaud ya da Aragon’u çöp sepetine atmak istediğini?

ÖZDEMİR İNCE Nâzım’ın gerçekleştirdiği en büyük devrim bizzat kendisidir. Hem insan hem de şair olarak. Bu yazıya başlamadan önce, yazılarım arasında yaptığım Nâzım’la ilgili taramada bulduğum, ne zaman ve nerede yazdığımı anımsamadığım aşağıdaki yazı parçası, bu devrimin nasıl bir şey olduğunu çok iyi anlatıyor: Cumhuriyet’i ve tek parti CHP’sini yere vurmak için ikisinin Nâzım’ı haksız yere hapsettiğini ileri sürerler. Doğrudur ! Nâzım haksız yere mahkûm edilmiş ve 15 küsur yıl mahpus damında yatırılmış. Cumhuriyet ve CHP iktidarının Nâzım’a zulmetmesinin önemsiz olduğunu söyleyecek değilim elbette! Ama Nâzım, kendisine düşman muamelesi yapan düzen ve hükümet ile “devlet”, “ülke” ve “millet”i birbirine karıştırmadı. Hayır! Nâzım, kurulu düzeni değiştirmek istiyordu. Düzen, Nâzım’a karşı kendini korudu ve bu koruma işlemi içinde türlü fesat çevirerek onu alt etti, yendi. (Belki de her ne pahasına olursa olsun şair yendi.) Ama bu bir güreş gibi, boks maçı gibi düşünülmeli. Nâzım o maçta sadece yenildi ve yenilgisini centilmence kabul etti. Soylu bir şövalye gibi kabul etti ama sapmadan, dönüşmeden, dönmeden yoluna devam etti. Çünkü yenmesi gerekeni yendiğini biliyordu. Nâzım’ı Türkiye Cumhuriyeti devletine, Türkiye toplumuna düşman etmeyen, onlardan nefret ettirmeyen ve öç alma serüvenine sürüklemeyen işte bu soylu iç dengedir; ruhsal ve zihinsel olgunluktur. Nâzım bu denge ve olgunluk sayesinde zihinsel ve ruhsal sağlığını, insanlık ve vatandaşlık onurunu korumuş ve büyük yapıtını mahpus damında bile yaratmayı sürdürmüştür. Nâzım’ın yurtiçi hayatında olduğu gibi yurtdışı hayatında da ülke aleyhine tek bir eyleme, tek bir yapıta, tek bir söz ve yazıya rastlanmaz. O, düzeni, düzenin iktidarını ve düzenin bekçi köpeklerini eleştirmiştir! Günümüzde onu örnek alanlara, alacak olanlara ne mutlu! Nâzım ile, 12 Mart ve 12 Eylül “zede” ve “zâde”leri arasındaki kapanmaz uçurum işte buradadır. Nâzım geçmişi, günceli ve geleceği değerlendirecek sanatsal, kültürel ve siyasal zekâ ve dehâya sahip olduğu için savrulmamış, aksine bilenerek yoluna devam etmiştir. 12 Mart ve 12 Eylül’ün yeteneksiz

EDEB YATTA MEMURLUK YOKTUR

Bursa Cezaevi’nde, A.Kadir (Meriçboyu) ile mağdurları (!) ise yenilgilerinin nedenini ilahileştirerek cumhuriyet, devlet ve halk düşmanı olmuşlar; kimlik ve kişiliklerini yitirmişler, iktidar kervanının peşinde sindirilmemiş peynir arayan farelere dönüşmüşlerdir.

B R DENS ZL K ÖRNE Hürriyet gazetesinde Nâzım’la ilgili yayınladığım bir yazıdan sonra bir densiz okurdan aşağıdaki e-postayı almıştım. Bu ibretlik metni bir başka yazıda da kullanmıştım, ama olsun. Bir metin girdiği her yazıda bir başka anlam kazanır. Okuyalım: “Selam Sabah Ekşi Sözlükt’e Nâzım hakkında yazı yazdığınıza dair bir haber okudum. Tesadüf şu ki dün akşam aralarında genç arkadaşların da olduğu bir toplulukla şiir ve özellikle Nâzım Hikmet hakkında konuşmuştuk. Siz belki de bugünkü satırlarınızı yazarken biz harıl

harıl bu konuyu tartışmaktaydık. Bence Nâzım artık bitmiştir. Bitmediyse de artık bitmesi gerekir. Nâzım Hikmet’i yıkıp yerine onun kadar güçlü bir sesle şiir yazacak bir şair daha çıkmadıysa, bu memleketin şiir ayıbıdır. Biliyorum ki bu memlekette kolay kolay laf söyletmezler Nâzım’a. Ama söylenmesi gerekiyor. Şiir üstündeki bu Nâzım sultasını yıkacak bir şair çıkartamadıysak eğer, yıllarca Nâzım’ı boşa okumuşuz demektir. Nâzım sadece Türk şiirinin değil, dünya şiirinin de önemli şairlerinden biri. Bunu yadsıdığımı sanmayın sakın. Ya da liberal bir ağzın solcu bir şaire laf sokmaya çalıştığını falan da düşünmeyin. Tam tersi, çok sevdiğim ve çok okuduğum için, şiirlerinin büyük bir kısmını 20’li yaşlarımdan beri ezbere bildiğim için yazıyorum bunları. Nâzım kadar büyük bir ustayı devirecek, küllerinden yeni bir ses, yepyeni bir soluk yaratacak şiir gerekiyor. Hala kendisi kadar güçlü bir se-

Dünya edebiyat tarihinde yenilerin eskileri, bir kuşağın önceki kuşağı kıyasıya eleştirdiği, yok saydığı çok görülür. Nâzım da, başta Abdülhak Hamit olmak üzere, eskilere karşı, “putları yıkıyoruz” kampanyası açmıştı. Başta Makber şairi olmak üzere hepsi yerinde duruyor. Bu türden girişimler, edebiyat kavgaları, yapanların ve karşı tarafın yerlerini belirler, konumlarını pekiştirir. İnternetin yarattığı insan türünden olan bizim okurcu, şairlerin silahşor olduğunu sanıyor. İyi bir şair bir başka iyi şairden neden kurtulmak istesin? Bu gibi durumlarda her zaman yazdığımı bir kez daha yazacağım: Edebiyatta memurlukta olduğu gibi “kadro” yoktur. Şair ve yazar birinci dereceye tayin edilmek için bir başkasının emekli olmasını ya da ölmesini beklemez. Her büyük şair ve yazar oturacağı koltuğu yanında getirir, ayakta kalma tehlikesi yoktur. Büyük şairlerin birincisi, ikincisi, üçüncüsü yoktur. Birbirlerini geçemezler. Sanat ve edebiyat tarihi treni, gerçek yolcular binmeden asla yola çıkmaz!

A R N ULUSUNU D L BEL RLER Altmış yıldır Nâzım dağına doğru yolculuk(lar) yapıyorum. Daha doğrusu çok doruklu bir sıradağa doğru. Yirminci yüzyılda oluşmuş doruklara. Yolun üzerinde birçok tepeye rastladım. Her tepenin üzerinde bir ad yazıyordu. Nâzım tepesinin sağında solunda başka tepeler


Aydınlık KİTAP

‘835 SATIR’ Masamda, Yapı Kredi Yayınlarının yayımladığı “Nâzım Hikmet’in Bütün Şiirleri” (2007) duruyor. Kitapta 1873-2081 sayfalar arasında, “Sağlığında yayımladığı eski biçimli ilk şiirleri” bölümü var. Nâzım, bu bölümde önemsiz, sıradan bir şair. İlk basımı 1929 yılında yayımlanan “835 Satır” ile şair olmuş ve şair kalmış. Büyük bir şair olmanın ilk koşulu çağının çağdaşı olmaktır. Kitabın adı bile onun çağının çağdaşı olduğuna tanık: “835 Satır”. Bir şair sözcük seçimiyle, sözdizimiyle, imge düzeniyle, yüzey yapısıyla yani şiir cümleleriyle, derin yapısıyla yani anlam katmanlarıyla çağının çağdaşı olur. Buna evrensel olarak “şiirsel söylem” de diyorlar. Nâzım’ın kullandığı, içinde yazdığı şiirsel söylem ile Tevfik Fikret’in, Yahya Kemal’in şiirsel söylemi aynı değildir. Ama onun söylemi ile Yannis Ritsos’un, Neruda’nın, T.S. Eliot ile Ezra Pound’un şiirsel söylemleri “aynı”dır. Yahya Kemal ve Necip Fazıl Kısakürek bu söylemin dışında yazdıkları, dışında kaldıkları için çağlarının çağdaşı değildirler. Yanına bile yaklaşamazlar ama Baudelaire’nin kullandığı söylemin içinde kalmışlardır. Buna karşın Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Behçet Necatigil ve Fazıl Hüsnü Dağlarca çağlarının çağdaşıdırlar. Şiirinin tabanında oturan temaları, sorun ve sorunsallar o şairi çağının çağdaşı yaparlar. Bundan sonra “öncülük” özelliği gelir. Yirminci yüzyılın öncü eylemi olarak “üstgerçekçilik” (sürrealizm) kabul ediliyor. Yirminci yüzyılda üstgerçekçilik deneyiminden geçmemiş, onun kazanımlarından yararlanmamış büyük şair yoktur. Nâzım “Memleketimden İnsan Manzaraları”ile, biçim ve içerik bağlamında, çağının en önemli öncülerinden biri

TABLO: EMRE EN

de var, onları da gördüm: Yannis Ritsos, Pablo Neruda, Nicolas Guillen, Louis Aragon, Rafael Alberti, Cavafis, Seferis... Biraz daha yan tarafta, Comte de Lautréamont, Arthur Rimbaud. Biraz daha ötede Walt Whitmann, Victor Hugo. Bunların hangisi birinci, hangisi ikinci, hangisi üçüncü? Hepsi birinci! Büyük şairler ancak böyle sınıflanır. Bu tepeler grubunda bir başka Türk yoktu. (Sırası gelmişken hemen yazayım: Hangi etnosdan olursa olsun Türkçe yazan her şair “Türk” şairidir. “Türkiyeli şair”, “Türkçe şiir” gibi zevzeklikler ırkçılığın göstergesidir. Şairin ulusunu içinde yazdığı “dil” belirler. Ve evrensel terminoloji kimsenin hatırına bozulmaz. Bozmak cehalettir.)

5

oldu. Bu şiirde öykü, resim, sinema, anlatı, makale gibi anlatım araçları yer alır. Bu şiirin yanına, ancak, Yannis Ritsos’un dramatik (teatral) şiirleri (Helen, Ismene, Agamemnon, Iphigenie’nin Dönüşü), Pablo Neruda’nın “Cantos General”i ile Ezra Pound’un “Kantolar”ı konulabilir. Sonra “Kuvvayi Milliye”, “Saman Sarısı”, “Havana Röportajı”, “Tanganika Röportajı” var.

NÂZIM’IN M HENK TA INDA SINANMAK Nâzım’ın, 5 Ekim 1928 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısında şu cümle yer alır: “Burada ‘sol cenah’ isminde bir mecmua çıkaracağım. Bu ismi seçmeme sebep şudur: Rusya’da bir mekteb-i edebi vardır. İsmine sol cenah derler. Bunları fürürist diye anlamışlardır. Halbuki sol cenahçılar ‘konstoroktivizim’dir. Ben bu mektebe mensubum, bunun yayılmasını istiyorum.” Bu cümleye dikkat! Nâzım, daha sonra “Rus Biçimcileri” olarak adlandırılacak olan bir sanat, şiir, eleştiri ve dilbilim okulundan, anlayışından söz ediyor. Bu akım 1920’lerde oluşurken, şair onun sadece tanığı değil, içinde. Bu anlayış oluşurken, çağını yakalamış. Yakalamış ve kendi şiirsel devrimini başlatmış. Bunun ilk örneği “835 Satır”. Bunu yazdıktan sonra şu soru sorulabilir: İkinci Yeni, kendi devrimini yaparken, neden pek iyi anlamadığı üstgerçekçilerin peşinden gitti de önündeki büyük deneyimi fark etmedi? Çağdaş Türk şiiri, dünya şiirinin yararlandığı bu kaynağı, hâlâ neden ihmal ediyor? Nâzım’ın şiiri devrimci bir şiirdir. Şairin komünistliğinden söz etmiyorum. Şiir yazmaya başlayan her Türk şairi, yazdığı şiiri onun şiirinin mihenk taşında denemek zorundadır.


Aydınlık KİTAP

Öl üm sü zlü ü nü n

6 da

n Y l . 0 5

Nâzım Hikmet ve müzik

ALİ RIZA ÖZKAN alirizaozkan@gmail.com Belki de eserleri en çok bestelenen şair Nâzım Hikmet’in Türk müziği içerisinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Nâzım’ın, hem Türkçe’nin sesini çok başarılı kullanması ve hem de şiirinin temaları müzisyenlerin ilgi odağındaki şairlerin başına onu geçirmiştir. Yaklaşık 150 bestecinin Nâzım şiiri bestelediğini saptadım. İçlerinde, Nâzım Hikmet’ten en çok şiir besteleyen Ömer Özgeç, Zülfü Livaneli, Onur Akın, Yavuz Örten (Kerem Güney), Ünol Büyükgönenç gibi bestecilerin yanında, tek yapıtla Ali Ekber Eren, Ramis Ekinci, Gülhan Tabak gibi besteciler var. Hepsinin ortak özelliğini, en genel anlamıyla, Nâzım’ın tematik duyarlığı ile kurdukları ilişkiyle açıklayabiliriz. Yerli ya da yabancı hangi müzik tarzından gelirlerse gelsin bütün müzisyenler Nâzım Hikmet’in “insanlık davası”ndan etkilendiler. Timur Selçuk, Atilla Özdemiroğlu, Fazıl Say, Ünol Büyükgönenç, Tahsin İncirci, Taner Öngür, Fikret Kızılok, Cem Karaca vd. “batı kalıpları” içerisinde besteleri ile tanınan müzisyenlerin yanında, Ruhi Su, Ahmet Kaya, Mehmet Gümüş, Kazım Birlik, Ulaş Özdemir, Mazlum Çimen gibi “halk müziği formlarını” öne çıkaran bestecileri buluşturan ortak nokta Nâzım Hikmet’in şiirleriyle bütünleşmiş “toplumsal varlık olarak birey”e duyulan ilgi olmalıdır. Nâzım Hikmet’in bir özelliği de, aynı şiirlerin farklı müzisyenler tarafından defalarca bestelenmiş olmasıdır. Ancak, gönüllerde yer eden genellikle şiirin müziğini Cemal Re it Rey yansıtabilen eserler

oluyor. “Karlı Kayın Ormanı” Zülfü Livaneli, “Tenna” Onno Tunç, “Piraye” Taci Uslu, “Trum Tirak Tiki Tak” Fikret Kızılok, “Yapıcılar” Ünol Büyükgönenç, “Seviyorum Seni” Onur Akın, “Şehitler” Fazıl Say, “Nice Yıllara” Murat Kalaycıoğulları, “Şeyh Bedrettin Destanı” Cem Karaca, “Analara Kıymayın Efendiler” Yavuz Örten, “Güzel Günler Göreceğiz” Murat Alper, “Gidenlerin Türküsü” Edip Akbayram ve Cem Karaca, “Jakond ile Si Ya U” Ömer Özgeç, ve “23 Centlik Asker” Şanar Yurdatapan ile bütünleşmiş gibidir.

NÂZIM H KMET’ N YABANCI BESTEC LER Nâzım Hikmet’in şiirleri çok sayıda yabancı müzisyen tarafından da bestelendi. Mikis Theodorakis ve Manos Loizos’un bestelerini, Zülfü Livaneli aracılığı ile tanıdık. Ancak, Tahsin İncirci ve Sümeyra Çakır ile Almanya’da birlikte çalışan Dieter Moritz, İngiliz efsanevi “hard rock” grubu Def Leppart, ve Yves Montand’ın sesiyle Fransa’da ünlü olan “En Güzel Deniz” (24 Eylül 1945) şiirinin uyarlaması “La plus belle des mers” bestecisi, Oyuncular Sendikası başkanı Gérard Philipe ilk anda sayabileceğimiz besteciler. Gérard Philipe daha sonra “Mon Frere” adı ile “Asya Afrika Yazarlarına” şiirini de besteledi.

Ekrem Re it Rey

KADIN BESTEC LERDEN NÂZIM RLER Nâzım Hikmet şiirlerini besteleyen çok sayıda kadın müzisyenin varlığı da, önemli bir ayrıntı olarak ortaya çıkıyor. Defne Naz Şahin, Esin Afşar, Selda Bağcan, Nilgün Sözer, Saadet Türköz, Hümeyra, Bilgesu Erenus, Aslıgül Ayas Kırıcı, İlkim H. Karaca, Senem Diyici, İkbal Dönmez, Gülden Özsoy ve Gülgün Alanyalı benim saptayabildiklerim.

ARKI SÖZÜ YAZARI OLARAK NÂZIM H KMET Nâzım, hapishanelerde yatarken, müzikleştirilmesi amacıyla, şarkı sözleri de yazdı. Bunların en bilineni,

ünlü “Lüküs Hayat” operetidir. 1933'de, Cumhuriyet’in 10. Kuruluş Yılı kutlamaları için sahnelenen ve Türk müzikallerinin en popüleri olan “Lüküs Hayat” operetinin sözlerinin Nâzım Hikmet tarafından yazıldığı bilinir. “Lüküs Hayat”, önce Ömer Lütfü Akad (1950), sonra Yücel Uçanaoğlu (1976) tarafından iki kez de sinemaya aktarılır. Osmanlı’nın son yüzyılında “varsılların İstanbul’u”na hâkim olan, Avrupa özentisi yaşam tarzının ironisini içeren “Lüküs Hayat”, Muhsin Ertuğrul’un seyirciyi tiyatro salonlarına çekmek için yerli müzikal eksikliğini giderme fikrinden doğdu. Müzikalin sözlerini Nâzım Hikmet’in yazması fikri ağırlık kazandı. Fakat, Nâzım o sıralar Bursa Cezaevi’ndedir ve hem de kendi adıyla yazması sakıncalı bulunabilecektir. Çözüm başka birinin adıyla yazmasıdır. Üstelik, Muhsin Ertuğrul ile işbirliğinde, adını vermeden yazdığı film senaryolarından dolayı bu konuda deneyimlidirler. “Aysel Bataklı Damın Kızı”, “Söz Bir Allah Bir”, “Karım Beni Aldatırsa”, “Cici Berber”, “Kızılırmak Karakoyun” gibi Muhsin Ertuğrul’un en gözde filmlerinin senaryoları Nâzım Hikmet’e aittir. “Lüküs Hayat” seyirciden büyük ilgi görür, 1933’ten 1946’ya kadar kapalı gişe oynar. Ancak, Muhsin Ertuğrul dost sohbetlerinde konu açılınca, sözlerin Nâzım Hikmet tarafından yazıldığını belirtmekten hiçbir zaman kaçınmasa da, resmen açıklama yapılmaz. Yıllar sonra, Rasih Nuri İleri gerçeği açıklayıverir. İleri, sözlerin Nâzım tarafından yazıldığını bizzat Cemal Reşit Rey’den de teyit ettirdiğini belirtir. Bunun üzerine, ünlü tiyatrocumuz Haldun Dormen de, Muhsin Ertuğrul’dan duyduklarını açıklar. Müzik tarihimiz konusunda çalışmaları ile tanınan Evin İlyasoğlu da, Cemal Reşit Rey’in hayatını anlattığı “Müzikten İbaret Bir Dünyada Gezintiler” kitabında, gene Rey kardeşlerin eseri olarak bilinen “Üç Saat” operetinin sözlerini de Nâzım Hikmet'in yazdığını açıklar.

Muhsin Ertu rul

Nâzım Hikmet’in tartışmalı Lüküs Hayat ve Üç Saat operetlerinin söz yazarlığı dışında bir opereti daha vardır. “Bu Bir Rüyadır” adlı operetin, Nâzım hapisten çıktıktan sonra yazılmış olması, az bilinirliğinin nedeni olsa gerektir. Şişli’de bir apartıman Yoksa eğer halin yaman Nikel-kübik mobilyalar, Duvarda yağlı boyalar İki tane otomobil Biri açık, biri değil Aşçı, uşak, hizmetçiler Dolu mutfak, dolu kiler Hanım gider, sen gidersin Gündüzleri çaydan çaya Gece olur, davetlisin Ya dine ye ya baloya (diner: akşam yemeği) Hey Lüküs hayat, lüküs hayat Bak keyfine yan gel de yat Ne güzel şey Oh ne rahat Yoktur eşin lüküs hayat Nâzım Hikmet’in Tamburi Cemil Bey’in oğlu Mesut Cemil tarafından bestelenen ve Münir Nurettin Selçuk tarafından taş plağa okunan iki şarkı sözü daha vardır. Aslında, bunlar Nâzım'ın zor günlerinde yoldaşlığını sürekli hissettirmiş olan Muhsin Ertuğrul’un 1932’de çekmeyi düşündüğü


Aydınlık KİTAP “Mineli Kuş” filmi için yazılmıştır. Ancak, Nâzım yine hapse atılınca film projesi yatar, filmin şarkıları 1933’te taş plak olarak yayınlanır. Öte yandan, Murat Bardakçı, Muhsin Ertuğrul’un “Cici Berber” filmi için Nâzım Hikmet tarafından sözleri yazılmış, ancak hiçbir yerde okunmamış bir bestenin kendisinde olduğunu söyler: “Göz bakar konuşmadan/ Söyler kalpten geçeni/ El okşar duyurmadan/ Kendine çeker seni/ Al kan, hicrimi anlatırsın sen/ Her yolun ışık olur/ Yükselen nefeslerin/ Dinle sesimi sevgili yavrum/ Sana gözümle, elimle değil/ Sana sesimle yalvarıyorum/ Al kan, hicrimi anlatırsın sen.“ Şarkının bestesini gene Mesut Cemil yapmış.

7

Nâzım bir gün maça gider Nâz m Hikmet’in gölgede kalan “Yaz lar” dizisi onun çok yönlü bir yazar/ air oldu unu kan tl yor. Bu kitaplarda Orhan Selim ad yla Ak am yaz lar nda Türk ve Dünya edebiyat na dair, hayata dair, stanbul'a dair birçok olaya gerçek bir ayd n, gerçek bir insan çerçevesinden bak yor Naz m Haldun Dormen

Besteci olarak Nazım Hikmet Nâzım Hikmet’in operetlere şarkı sözü yazdığı bilinir ama, besteciliği pek bilinmez. Bu konuda, en detaylı bilgileri, anılarında Demirtaş Ceyhun anlatıyor. İzmirli şair Çetin Altungüneş’in de tanık olduğu bir olayda, Sovyetler Birliği’nden gelen Azerbaycanlı sanatçı Leyla Şerifova, tüm geliri TYS’ye bırakılmak üzere, Turan halklarının şarkılarından okuyacağı bir konser önerisiyle oradadır. Şerifova, TYS Yönetim Kurulu üyeleri ile sohbet sırasında bir anısını anlatır. Buna göre, sanatçı 1958’de Taşkent’te toplanan Asya-Afrika Yazarlar Birliği kongresinde Turan halklarının şarkılarını okumuş. Konser bitince, kulise öfkeyle dalan Nâzım Hikmet ŞeriDemirta fova’yı azarlamış: “Yazıklar olsun sana Ceyhun Leyla!” diye çıkışmış. “Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Azerice, Tacikçe, Avarca, bilmem nece şarkılar söylüyorsun da, babanın dilinden bir tane şarkı söylemek yok mu? Nerede benim Türkçem?” Leyla Şerifova mahcup bir şekilde cevap vermiş: “Nâzım ağbi, seni salonda görünce benden Türkçe bir şarkı söylememi isteyeceğini de düşünmedim değil vallahi. Ama Türkçe bir şarkı bilmiyorum. Bildiğim tek Türkçe şarkı ‘Çadırımın üstüne şıp dedi damladı’, onu da senin huzurunda söylemeye utandım.” Nâzım Hikmet bunun üzerine, kendince bir çözüm bulmuş ve “Peki” demiş, “Türkçe bir şarkı bestelersem söyler misin?” Şerifova’nın sevinçle kabul ettiği öneri üzerine, Nâzım Hikmet

31 MAYIS 2013 CUMA

hemen o akşam “memleket, vatan, halk” diyerek, özlem dolu sözler yazıp, Türk müziği formundan bir şarkı bestelemiş. Şerifova’nın, “isterseniz TYS konserinde Nâzım ağbinin bu şarkısını da söylerim” önerisi üzerine heyecanlanan Yönetim Kurulu üyeleri konserden elde edilecek gelirle konser kaseti yayınlamayı bile düşünürler. TYS Başkanlığı da yapan ünlü yazarımız Demirtaş Ceyhun anılarında sürpriz olayın devamını şöyle anlatıyor: “Ama Nâzım Hikmet’in bestesinin notaları Şerifova’nın yanında değildi. O sıralar İstanbul Belediye Konservatuvarı Müdürü Nedim Otyam’a koştuk hemen. Leyla Şerifova şarkıyı söyledi, o da notaya alıp orkestrasyonunu yaptı. “Nasıl, bari bir şeye benziyor mu?” diye sormuştum, Nedim ağbiye. “Gerçekten çok ilginç. Rast, nihavent, hicaz vb. birkaç alaturka makamını harmanlamış, ama bence gene de çok güzel bir şarkı olmuş” demişti, nasıl unuturum? “Konserden kazandığımız parayla bir kaç bin adet kaset almış, bir kaç yüz adet doldurtup, güya satışa çıkartmıştık. Ama, 12 Eylül meğer bizi beklermiş. Sendikamızda kapatılmıştı. İlginçtir kısa bir süre sonra sendikamızın da bulunduğu Union Française’de bir yangın çıkmış, bütün kasetler yanmıştı. Nâzım’ın şarkısı bile elimizden zorla alınmıştı sanki. Ne yazık ki, tek bir kopyası bile yok elimde şimdi.”

ERDEM GEZGİNCİ erdemgezginci@hotmail.com İçinde bulunduğu şehirleri insanlarıyla irdeleyen Nâzım Hikmet’in yazı ve konuşmalarında içtenlik ön planda. Şairliğin verdiği ahenk yetisini denemelerde bulmak anlatılan konunun düşüncelerimize işlemesini sağlıyor. Bazen konu Türk edebiyatının usta kalemlerinden açılıyor bazen zamanın siyasi olaylarından yazıyor. Kimi zamansa aydınların kırmızı çizgilerini aştığına şahit oluyoruz Nâzım’ın. Mesela İstanbulda geçirdiği yıllarda iki kere futbol maçına gidiyor. Günümüz futbol dünyasının endüstrileştiğini ve vahşileştiğini düşünürsek gayet saf ve incelikli bir şekilde anlatıyor o anları .

NÂZIM FUTBOL MAÇINDA “Günlerden bir gün, beni bir futbol maçına getirdiler. İlk gidişim! Ortaya, karşılıklı on birerden yirmi iki kişi çıktı. Bir de ikide bir düdük çalan bir adamcağızla elleri bayraklı iki üç kişi daha. Oyuncular karşılıklı dizildi. Çayırın orta yerine içi hava ile doldurulmuş meşin bir top kondu, Pazarola Hasan Bay’ın kafası büyüklüğünde… Beni maça getiren bildik dedi ki: “Uzun sözün kısası, senin anlayacağın bu topu hangi takım daha çok karşı yakanın iki direği arasından geçirirse, o oyunu kazanmış olur… “Düdüklü adamcağız düdüğünü öttürdü… Koş babam koş! Koş babam koş! İlk önceleri şaşırdım, biraz sonra beni bir gülmedir aldı. Koskoca adamların şu meşin top ille de karşıyakadaki iki direk arasına geçireceğiz diye ha babam koşmaları, birbirlerini itip kakıştırmaları, benim gibi spor işlerinde bilgisiz bir kişiye gülünç gelmiş ne çıkar? “… Maç bitti. ‘Yeşil-turuncular’, ‘Al-Lacivertliler’i yendi, dediler. Meğerse bunlar, topu ötekilerden iki kat daha çok direklerin arasından geçirmişlermiş. Alkış, alkış, gürültü, patırtı, kalabalığa karışıp stadyumdan dışarı kapağı attım. Atış o atış, bir daha gitmedim maça… “Bundan böyle de gitmeyecek miyim? Gideceğim! Ne vakit? “İçi havayla dolu meşin bir topu iki di-

rek arasından geçirmenin derin, yaratıcı, coşturucu ustalığına erebildiğim vakit!” 30 Ocak 1935’te bunları yazan Nâzım Hikmet 23 Nisan 1936’da Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla ilgili yine birkaç not düşüyor yazısında: “Herkes istediğini söylüyor. Herkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti alabildiğine…

DENEMELER OLMADAN OLMAZ “Bu işin birçok tarafları hoşuma gitmedi, desem yalan söylemiş olurum. Muayyen bir manada, demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim Stadyumu’na gitsinler. Ben kendi payıma güzel ve berrak ve heyecanlı bir iki saat geçirdim, orada.” İçinde bulunduğu toplumu her yönüyle tanıma isteği duyan Nâzım Hikmet’in belki de bu yönü unutturularak halkın bakışı karartılmaya çalışılıyor. Şiirlerindeki sivriliğinden dolayı sanki Nâzım Hikmet fil dişi kulelerden sesleniyormuş gibi gösterenler yazılarını hep göz ardı edenlerle aynı kişiler. Yarışma ve kanıtlama kaygısı yok denemelerde. Naif ve sakin bir üslupla birçok açıdan değerlendiriyor konuları Nâzım Hikmet. Gerçek bir aydın gibi ışık tutuyor. Sunulan tek yönlü biyografisinin içi denemeler olmadan doldurulamaz bu yüzden. Halkın içinden ve her zaman halk için yazan gerçek bir vatanseveri romantik şair kalıbından denemelerini kavrayarak çıkarabiliriz.


8

Aydınlık KİTAP

31 MAYIS 2013 CUMA

Nâzım Türk şiirinde hangi devrimi yaptı LEYLA ERBİL

Nâzım’a dair

Yaşadığı dönemin toplumcu şiir dilinin sınırlarını genişletmek, yani özde ve biçimde topyekün devrimci dili yenilemekteki rolü unutulmazdır. Öte yandan E. Levinas’a göre, “ahlaki devlet fikri kutsal kitap kökenlidir.” (!)

Tarık Günersel / www.tarikgunersel.com

ÖZKAN MERT Nâzım Hikmet, şiirleriyle Türk şiirinin ve Türkçenin olanaklarını genişletti: Türk şiirini evrenselleştirdi. Şiir / politika ilişkisini mükemmel bir boyutta yakaladı. “Şiirin İlkeleri” (Kanguru Y. 2013) kitabımda: “Balık denizde ne ise, politika da şiirde o olmalıdır,” diye yazmıştım. Bunun en güzel örneğini Nâzım şiirlerinde görebiliriz. Sürgünlük ve yeryüzü deneyimlerini, “şiirin evi” olan insan yüreğinden özgün estetik ve müzikal yapılarla süzdürerek çağlar ötesine taşıdı: Ölümsüzlüğü burada yatıyor. Fakat, belki de yaptığı en önemli şey: Bir “duruş” sergiledi: Gerçek ve saygın bir “şair duruşu, yeryüzü duruşu”...”

HAYDAR ERGÜLEN Nâzım Hikmet, her şeyin şiir olabileceğini, şiirin doğal bir şey olduğunu, bu nedenle de insanın en yakını, arkadaşı, yoldaşı olduğunu gösterdi. Elbette sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi bir toplum düzeninden yana bir şair olarak yaptı bunu. Organik şiir diye çok uzun yıllar sonra gündeme gelen şiirin ilk örneklerini verdi. Aynı zamanda Türk şiirini tepeden tırnağa değiştiren biçim, ses, dize bozumu ve söyleyiş özelliklerini, yeniliklerini bir arada gerçekleştirirken, yani en ilerideyken, o birikime de uzanma cesaretini gösterdi. O mirası, o geleneği de yeni, devrimci bir arayış ve anlayışla kendi şiirine eklemledi, “Rubailer”den

“Şeyh Bedrettin Destanı”na kadar bir dilin ve bir şiirin has şiirlerini yazdı ve sanıyorum yüzlerce yıl okunacak bir büyük yapıt bıraktı. Şiiri nasıl cesaretle değiştirmeyi göze aldıysa, sosyalizm içinde de aynı devrimci ruhu taşıdı, statükoya karşı çıktı, sosyalizm idealinin de tıpkı şiir gibi aslında bir sürekli devrim olduğunu hiç unutmadı.

GONCA ÖZMEN Şiirimizde, hem biçim hem de içerik yönlerinden, en köklü yapısal yeniliği başlatan öncü şairdir Nâzım Hikmet. Dilinden söyleyişine, eğretileme ve imgelerine, her yeni öze yeni biçimler, sesler, eda ve söyleyiş arayan Nâzım’ın şiiri, kendi başına bir adadır. 1929’da “Putları Yıkıyoruz” sloganıyla, eski şiirin ölçü, uyak gibi kalıplaşmış biçimsel özelliklerine savaş açmış, dönemin “şairi azam”ı sayılan Abdülhak Hamit’in, Mehmet Emin Yurdakul’un şiir anlayışlarını eleştirerek, serbest vezni savunmuş ve onu ustalıkla kullanmıştır. Gelenekçi sanat anlayışlarını eleştirdikleri arasında yer alan Yakup Kadri bile, Nâ-

zım’ı edebiyatımızda yaptığı yenilikçi atılım nedeniyle “edebiyat inkılapçısı” sayar ve 1921-29 yılları arasında yazdığı ilk şiirlerini kapsayan kitabı için, “835 Satır Türk şiirindeki, hatta Türk dilindeki inkılabın ilk satırıdır,” der. Nâzım Hikmet, ülkemiz ve dünya şiir geleneğinden kopmadan, sürekli arayış ve yeni atılımlarla; bireyselden toplumsala, kendi halkının sorunlarından dünyaya açımlanabilen, yerelle evrenselin kaynaştığı diri bir şiir yaratabilmiştir. O, aynı zamanda, şiirimizi dünya ölçeğinde tanıtan ilk şairdir. Sağlam kurguları, bütünsel yapıları ve imge zenginlikleriyle dikkati çeken şiirlerinde roman kurgusundan öykülemeye düzyazının olanaklarından, sinema tekniğinden, günlük konuşmaya dayalı diliyle tiyatrodan, görüntüsel imgeleriyle resimden yararlanarak, anlatılanların devinim, ses ve görüntü boyutlarını desteklemiş; türler arası katı sınırların gevşetilerek birbirlerine yaklaştırılmasında etkin rol oynamıştır.

Nâzım, şiir dilimize gerek biçim gerekse muhteva bakımından giydirilmiş tasmayı çıkartmış; Türkçeden başka bir dilde tek mısra yazmamış olmasına rağmen dünyanın birçok dilinde okunmuş; politik olanla edebî olanı ustalıkla birleştirerek, farklı zannedilen bu iki cepheyi tek kimlikte (insan) buluşturup insana verdiği sözle edebiyata verdiği sözü birbirinden ayırmamış; en katı, sert gerçeklikleri dahi inceltilmiş bir duyar-

Şiirimizin belki de ilk doğacılarından. “Tabiat uçsuz bucaksız” derken vurguladığı gibi. Temel ontolojik tercihi tercih olarak, tanrıcı değil, doğacı idi. “Yaşamaya Dair” şiiri 15 yaşımdan beri benim için en değerli şiirler arasında. Beni ilk etkileyen üç şairden biri. Yahya Kemal (5 yaşımda) ve Shakespeare (8 yaşımda) ile. 15-16 yaş şiirlerimden bazılarında ondan öğrendiğim teknikler kullandığım görülebilir: Bir bölümden başkasına kafiye ile geçiş, ritm dinamikleri vb. “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın büyük bölümü kayıp, ne yazık ki. Zengin yaşayışını zengin işlemiştir. “Nefsimin ne kadar alçak...” dediği dizeler modern şiirimizde belki bir ilktir. Duygu-zeka-eleştiri-devrimcilik içe içe yaşanan ve yazılan boyutlar. Stalin’i eleştirdiği şiir en iyi verimleri arasında. “Kerem Gibi” sanırım hapishane şartlarında yazılmış. Kendine moral verme arzusu anlaşılabilir bir şey. Ama insanları kendini fedaya adeta özendirişi tehlikeli. Öte yandan, olağanüstü durumlarda bu tür şiirler işlevli ve iyi olabilir. Bu şiirle ilgili duygu ve düşüncelerim çelişkili. Bugünkü ortamda olumlu bulmaya başladığımı fark ediyorum. Kurtuluş Savaşı’mızı işlemiş olması önemli. Önceki dönemlerde “Kurtuluş Savaşı’nı” derdim sanırım. Bugünkü “Savaşımızı” demeyi yeğlediğimi fark ediyorum. Kendisini, kendi duygu ve düşüncelerini dolu dolu anlatmış bir şair. Dünyadan kaçınan bir kişi yok şiirinde. Dünya ile, doğa ile yoğun etkileşen bir kişinin eleştirel/özeleştirel hesaplaşmaları. Bence en iyi şiirleri seçilip yayımlanmış değil. Bu iddiadaki seçkiler yeterince güçlü değil, kanımca. En azından listemi yayınlamak isterim. “Yaşamak Kasideleri-1” bence en iyi şiiri. Ama “Toplu Şiirleri”ndeki hali yanlış. Ortadaki birkaç dize sanırım bir önceki taslağa ait. Bu haliyle bel kemiği zayıf. Oysa şiirin son hali 1977’deki bir dergide yayımlanmıştı. Ran soyadı nüfus memurluğuyla ilgili. Antolojilerde gerek yok, bence. Batılıların onunla ilgili şiirlerinde Hikmet diye söz etmeleri tuhaf geliyor. Nâzım demiyorlarsa yeterince iyi tanımamışlar demektir. Yurtsever bir dünyalıydı.

Şeref Bilsel lıkla kaleme alabilmiş; insanı soyut dünyalardan, göklerden, görünenin ötesinden, yeryüzüne, ait olduğu dünyaya , “öteki”lerin arasına indirerek, elle dokunabilecek bir mesafeye yerleştirmiş; herkesin hayatına dokunan birçok kavramı (hasret, aşk, ölüm vs.) yeni bir solukla, kalıcı bir biçim-

de işlemiş; cezaevindeyken bile dışarıdaki hayatı serinleten, genişleten şiirlere yaslanmış; kalemine, tüccarlardan, patronlardan, örtülü ödeneklerden sızan mürekkep yerine, ezilenlerin, yok sayılanların, öldürülenlerin rüyâlarından sızan mürekkebi çekmiş ve belki de en önemlisi, dünya halklarının omuz hizasından, muktedirlere, zalimlere karşı “güzel günler göreceğiz” umudunu karartmadan, tereddütsüz yazmıştır...


Aydınlık KİTAP

31 MAYIS 2013 CUMA

9

101 Kere Nâzım Nâz m; dünyay eme e/al nterine ça ran, inand davadan vazgeçmeyen ve politik mücadelesi u runa iirini de yenilemeyi ba arm cesur bir büyük hayat demek CENK GÜNDOĞDU ucnokta@hotmail.com İkindi Yeni’den sonra yazılan şiir, bugüne göre belli aralıklarla homojenlik taşımıştır. Her on yıl; yaşanan siyasi, sosyal hareketlerle ilişkili olarak kendi estetiğini kendiliğinden kurmuştur. Sonraki on yıl(lar) yaşanana etki ya da tepki biçiminde şekillenmiştir. Bu ‘homojenlik’in 1980 şiirine kadar sürdüğünü söyleyebiliriz. 80’e kadar devam eden şiirdeki homojenliği, siyasal duyarlılıktan, hareketlilikten ayrı tutamayız. Altyapının üstyapıyı belirlediği koşullarda sokak, sanatı/şiiri şekillendirdi ki Berk’ten Uyar’a, Özel’den Yavuz’a, Karakoç’tan Süreya’ya farklı şiir evlerinden gelen pek çok şairi bir duyarlık etrafında birleştirdi. Bugün sokağa inanç kalmadı. Çünkü sokak kalmadı; gücünü kaybetti, 80’le beraber. 2000’lerde ise bir film gibi savaş görüntüleri, bombalar, ağıtlar izleniyor ve hiçbir şey olmamış gibi hayat zaplanarak yaşanıyor. Düşünülürse, yaşadığımız, şizofrenik bir büyük kâbus. Bugün gerçek, tıpkı sokak gibi gerçekliğini kaybetti. Gerçekliğin etkisizliği ve güçsüzlüğü, örgütsüz yaşa(tıl)manın sonucu. Her an sudan sebeplerle birini öldürecek öfkeyi kınında taşıyan ama siyasi/sosyal meselelerle ilgili de ses çıkarmaya korkan insanlarla bir arada yaşıyoruz. Şair de bu korkan insanlardan ayrı bir varlık olamıyor. Yani günümüz şairi cesur, – toplumsal ve siyasal olayları göz önüne aldığımızda - asil ve kahraman değil; korkak, bencil ve tembel.

DÜNYAYA KAFA TUTMAYI SEÇM T R O Şiirimiz kötü örnekleri ve tekrarı bakımından dünyanın değişeceğine olan inancı diri tutan, sokağa bakan çalışmaları kovdu. Bugün, Nâzım da şiirimizde kovulan seslerden. Çünkü zamanın ruhu başka sesleri öne çıkarıyor. Nâzım’ı sadece politik bir figür gibi göstermeye çalışıyor özellikle belli kesim. İslamî cephe, komünist bir temsille, kara çalan yanlı eleştirel metinlerle tanımlıyor; sol, politik yönelimini öne çıkararak okumayı seçiyor, popüler unsurlar ise kadınları üzerinden pazarlama derdinde. İslami kesimden Nâzım’ın hakkını teslim eden çok az yazıya, eleştiriye, değerlenmeye rastlarsınız. Divan şiirini bilen ve o yapıyı modern şiirde kullanan, halk şirinden yararlanan, modern eğilimlerle şiirimizi buluşturan, epik şiirin en kıymetli örneklerini veren, şiirin

öncelikle ses olduğunu güçlü çalışmalarıyla ortaya koyan, değişen dünya şiirini de yakalamamıza olanak veren bir poetikası vardır Nâzım’ın. Hepsinden önemlisi dünyaya kafa tutmayı seçmiştir o, bugünkü parlak büyük isimler gibi dünyayı paylaşma arzusunda olmamıştır. İnanç, tavizsiz kişilik, boyun eğmeyen hayat ve kararlılık bakımından tam tersi istikamette olsa da onunla Sezai Karakoç arasında ilke bağlamında yakınlık kuruyorum. Nâzım, yerliliktir, Anadolu’dur, hasrettir, Hiroşima’da ölen bir çocuktur, güçlü bir sestir. Şiiri anlamdan öte bir büyük sestir ve o sesle yürür. Ve elbette Nâzım, şiirimiz için önemli bir imkândır; şiire getirdiği yenilikler, ele aldığı meseleler, ele alma biçimleri ile. Politik bir angaje ile yaklaşılmadığında sadece siyasi propaganda malzemesi sayılacak ve geride duran şiirleri de vardır. Pek çok velut şair gibi onun da zamanın gerisinde duran, arkada kalan şiirleri mevcut. Ama bu, Nâzım’ın büyük şiirini eksiltmiyor, önemini azaltmıyor da. Nâzım’a beni yaklaştıran, o yoğun siyasi güncellik taşıyan şiirleri olmadığı gibi bir başkasını da uzak tutmamalı.

NÂZIM’IN ENG NL Nâzım; dünyayı emeğe/alınterine çağıran, inandığı davadan vazgeçmeyen ve politik mücadelesi uğruna şiirini de yenilemeyi başarmış cesur bir büyük hayat de-

mek. Nâzım’ın sesinin ve meselesinin altında pek çok şair kaldı. Tekrar, şairi eritiyor, bunu burada da gördük. Onlar unutuldu ya da unutulacakları aralarında taşıyor. Ama Nâzım şiir ve dile getirdikleriyle edebiyatımızdaki enginliğini korumayı sürdürecek. Nâzım’ı, bugünden, özellikle siyasî bir kompartımandan, dilin ve şiirin geldiği yerden, imkânlarıyla bakıp koşullarından bağımsız angaje olarak yargılamak ahlakî ve vicdanî değil. Kendinden sonraki kuşaklarda ve büyük şairlerde doğrudan ya da dolaylı olarak ‘Nâzım etkisi’ var iken ilk ürünlerini 1980 ve sonrasında verenlerde böylesi bir yakınlık neredeyse hiç yoktur. Özellikle 2000’lerde şiir yazan arkadaşlarımda, İkinci Yeni fetişizmi ile olsa gerek, Nâzım’a dair hiçbir yakınlık göremiyorum. Hatta bazı ürünlere bakınca yer yer Nâzım’ı okumadıklarını da düşünüyorum. Bu etkisizliğin, yaşanan hayat ve onun öne çıkardığı şiir anlayışı ile alakalı olduğunu seziyorum. Nâzım’ın siyasî tavrı ve eylem adamı oluşu, toplumsal meselelere duyarlılığı, farklı disiplinlerde ürün vermesi ve karizmatik bir kimliğe sahip olmasının önünde taşıdığı en önemli sıfat şairliğidir. Çünkü o büyük bir şair olmasa idi onu özel ve ayrı kılan hatta efsaneleştiren tüm bu değerler daha geride duracaktı. Bir şair için en kötü şey; dilinden, kül-

türünden, memleketinden uzakta yaşamak zorunda bırakılmasıdır. Bu durum göz ardı edilmeden yaklaşıldığında; Nâzım’ın yurdundan ve dilinden ayrı iken kendi dilinde büyük şiir yazmasının önemi ortaya çıkar. Özellikle günümüzde Türkçe duyup, düşünüp, rüya görüp sadece snopluk için yabancı dilde ürün veren isimlerin gündemden düşmediğini görünce üzülmemek elde değil.

KARANLI IN D B NDE B LE UMUT Ezcümle; kapitalizme karşı direnişi, emeği savunması, siyasal ve politik meseleleri şiiri düşürmeden yedirmesi, sosyalist değerlere inancı, Anadolu’yu içerden, en içerden yalın bir dille aktarması, içerikte ve biçimde daima yeniyi araması, Türk şiirinin tüm birikimini farklı biçimlerde ele alması, daima bir derdinin olması, çalışkanlığı, vazgeçmeden, inatla kendini yenileyerek anadilinde yazması, dünya şiirinin devinimine ıskalamadan çalışmalarında özgün bir biçimde yer vermesi, ‘putları yıkıyoruz’ demesi/yıkması, karanlığın dibindeyken dahi her daim umut etmesi ve “Memleketimden İnsan Manzaraları”, “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?”, “Şeyh Bedrettin Destanı”, “İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu”?, “Yolcu” gibi büyük çalışmalara imza atması onu heyecanla okumama her daim sebep olmuştur.


Aydınlık KİTAP

Öl üm sü zlü ü nü n

10 a l nd Y .

GÜLDEN TERAZİ

MİLLETİNE İKRÂM EDEBİLDİĞİ KIRMIZI ELMA…

Türk şairine mazlumlardan yana olmayı Nâzım öğretti 50

Tel Zaatar’da, Sabra ve atila’da katliamlara u ram , yerinden yurdundan sürülüp ç kar lm Filistinlilere iir yazmam air yoksa, Nâz m’ n açt bu büyük ve geni yol sayesindedir MECİT ÜNAL mecitunal@aydinlikgazete.com Türk şairinin yaşadığı ülkenin sınırlarını aşan, “kalbinin yarısı buradaysa yarısı Çin’de” atan bir imge dünyası var. Elindeki kopuzla diyar diyar dolaşan halk ozanı, Semerkant’tan aldığı nektarı Edirne’de bala dönüştürürken, hep aynı mazmunlarla Fars mitolojisini yeniden üretip durması şiiri söz kalabalığının içinde boğsa da, aynı işi yüzyıllarca divan şairi de aruzla gerçekleştirdi. Dört kıtada at koşturmuş olmanın, bir ayağı Diyar-ı Rum’dayken öbür ayağıyla Herat’ta bulunmanın, elbet şiir sanatına yansıyan böyle bir tarafı olacak. Sebk-i Hindi’nin hikemi şiirin karşısına çıkabilmesi, Halep kumaşının İstanbul’da Bursa ipeğiyle rekabet edebilmesine de bağlıdır.

AYDINLIKÇI NÂZIM Türk şairi enternasyonalisttir… Hayır, salt kendi Türk uluslar dünyasıyla sınırlı bir tutum değil bu… Yaşadığı çağda, ayağını bastığı toprakta, çevresinde, sınırlarının ötesinde olan bitene, Cezayirlinin, Filistinlinin, Afganlının, Şililinin, Etiyopyalının dramına kayıtsız kalmama tavrının bir şiir anlayışı olarak gelişebilmesi için zulme uğramış olmak gerekir. Türk şairi, kendi ulusu zulme, ülkesi işgallere uğradıktan sonra keşfetti bu enternasyonalizmi. Uzun bir savaşlar silsilesine gelinceye değin Türk şairinin çevresini görememesi bundan. Balkan, Birinci Dünya ve KurtuluşSavaşları gözünü açtı şairin. Hem sadece Anadolu topraklarında da değil… Şair aydınlanması diyebileceğimiz bu yeni şiir görüşünü açık ve net bir biçimde ortaya koyan, daha 1922’de yazdığı “Açların Gözbebekleri” şiiriyle Aydınlıkçı Nâzım Hikmet’ti. “Değil birkaç/değil beş on/otuz milyon/aç/bizim,” diyordu… Son savaşların getirdiği yıkımların sonucuydu otuz milyon açın “deli gözbebekleri”.

DÜNYA A R Nâzım’ı bir öncü olarak bu yeni şiir görüşüne vardıran şey, en öncelikli olarak sosyalizme inanmasıdır. Sosyalizme inanmış bir Aydınlıkçı şairdir Türk şiirine hiç

görmediği, hiç tanımadığı, hiç görmeyeceği ve hiç tanımayacağı insanlar için üzülüp kaygılanmayı, onlar için acı çekmeyi, öfkelenmeyi ve her şeyi göze alarak dövüşmek gerektiği fikrini sokan. “Açların Gözbebekleri” şiirinden sonraki bütün şiirlerinde bu vardır Nâzım’ın. Bahri Hazer’de anlattığı Türkmen balıkçısının, Nâzım Hikmet için Arhavili İsmail’den hiçbir farkı yoktur. “Kuvayi Milliye Destanı”nın başlangıç şiiri “Onlar”daki “toprakta karınca/havada kuş/suda balık kadar/çok”, “korkak,/cesur,/cahil,/hakîm ve çocuk” olanlar “Açların Gözbebekleri”ndekilerle aynıdırlar. “Benerci Kendini Niçin Öldürdü”, “Taranta Babu’ya Mektuplar”, “Jokond ile Siyau” ve “Tanya” gibi destan şiirlerinde, onu bir dünya şairi yapan, ezilen halklardan, mazlum milletlerden yana olma, onlar için onlarla birlikte dövüşme tavrının çok daha geniş boyutlar kazandığı örneklerdir.

ANG NE PEKTOR S “Yarısı burdaysa kalbimin/yarısı Çin'dedir, doktor” diyor şair; “Sarınehre doğru akan/ordunun içindedir.” Sonra, her şafak vakti, Yunanistan'da kurşuna dizilmektedir… Yıl 1948, Nâzım içerde, “Bursa Kalesi”ndedir ve hastadır. Şiirin başlığı bu yüzden “Angine Pektoris” (Göğüste oluşan bir çeşit ağrı):

elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz. İnsanlarım, ah, benim insanlarım, Avrupalım, Amerikalım benim, uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi, ellerin gibi tez kandırılır, kolay atlatılırsın...

NÂZIM’IN AÇTI I BÜYÜK VE GEN YOL “Asya Afrika Yazarlarına” başlıklı şiirde de şöyle seslenir: Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım…

hızında gidilebilecek en uzaktaki yıldıza diker: Bakıyorum geceye demirlerden ve iman tahtamın üstündeki baskıya rağmen kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor...

“Karanlıkta Kar Yağıyor” şiirinde, kalbi Madrid kapısındaki yüzünü hiç görmemiş ve hiç görmeyecek olsa da bir tarafını belki “biraz bizim Dumlupınar”da yatana Sonra, bizim burda mahkûmlar uykuya varıp benzettiği nöbetçinin kalbinde atmaktadır. Nâzım’ın İspanya İç Savaşı sırasında revirden el ayak çekilince kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır yazdığı bu şiirden başka bir de yetkililere verdiği dilekçe var. Yahya Kemal’in elçi her gece, olarak bulunduğu ve “Endülüs’te Raks”ı doktor. yazdığı günlerde Nâzım, Cumhuriyetçilerin safında savaşmak için serbest bıraSonra, şu on yıldan bu yana benim, fakir milletime ikrâm edebildiğim kılmasını istemektedir. 1949’da “Elleriniz ve Yalana Dair”de bir tek elmam var elimde, doktor, bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu” bir kırmızı elma: için yazar: kalbim...

SINIR TA I Hastalığını bağladığı neden, ne “arteryo skleroz” (damar tıkanıklığı), ne nikotin, ne hapis, kalbinin dünyanın her yerinde zulüm gören mazlumlar için atmasındandır. Büyük şair, sınır taşını çok daha uzaklara, gidilebilse, ancak ışık

…insanlar, ah, benim insanlarım, hele Asyadakiler, Afrikadakiler, Yakın Doğu, orta Doğu, Pasifik adaları ve benim memleketlilerim, yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu, elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız,

Toprağın, havanın, yıldızların aynı olduğunu söyler. Ekmek onun ülkesinde de aslanın ağzındadır. Suyun başını onun ülkesinde de ejderhalar tutmuştur. Cehalet, sömürü ve zulüm de aynıdır ama… Öyleyse bütün bunlara karşı çıkış da bir olmalıdır: sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz toprağı sürebilmeli dizlerine kadar pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli bütün soruları sorabilmeli bütün ışıkları derebilmeli yol başlarında durabilmeli kilometre taşları gibi şiirlerimiz yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli cengelde tamtamlara vurabilmeli ve yeryüzünde tek esir yurt, tek esir insan gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli büyük hürriyete şiirlerimiz. Bu birkaç örnekten sonra şunu söyleyelim: Türk şairleri Nâzım’dan öğrendi Çinli, Vietnamlı, Mısırlı, Filistinli, Asyalı, Afrikalı, Güney Amerikalı, Arap, İspanyol, Kürt mazlumlardan yana olmayı… Tel Zaatar’da, Sabra ve Şatila’da katliamlara uğramış, yerinden yurdundan sürülüp çıkarılmış Filistinlilere şiir yazmamış şair yoksa, bu Nâzım’ın açtığı büyük ve geniş yol sayesindedir.


Aydınlık KİTAP

31 MAYIS 2013 CUMA

11

Nâzım Hikmet’e sataşma var! 1930’lu y llarda Nâz m’ n ders kitaplar na girmesi ve okutulmas , a rt c bulunabilir. Bunun, Nâz m’ n iktidarla bütünle ti i anlam na geldi ini dü ünenler, hatta savlayanlar ç kabilir. Oysa o dönemde Sovyetlerinkine benzer bir ekonomik yap lanman n Türkiye’de de ya and n bilmeyenlerin suçlay c yarg lar hakl da görülebilir VEYSEL ÇOLAK veyselcolak95@gmail.com Nâzım Hikmet’i daha bir derinliğine konuşabiliriz. Bütün yapıtları yayımlandı. Ayrıca bu yapıtlar üzerine, onlarca inceleme yapıldı. Çok şey söylendi. Onu benimseyenler olduğu kadar yadsıyanlar da çıktı. Gerek Nâzım Hikmet’in yapıtları, gerekse ona yönelik yazılanlar; onu yeniden değerlendirmenin bir olanağı olarak düşünülebilir. Gerekli de bu. Politik, sosyolojik, estetik nedenlerden doğan bir zorunluluk bu. Nâzım’ı anlamak; politik tavırların, toplumsal değişikliklerin belirleyiciliğini, sanatsal gelişmeleri, bir dilin serüvenini, sanatçı-iktidar çatışmalarını; birbirine bağımlı bu süreçlerin bilgisini kazandırabilir... Bugün pek seslendirilmese de, Nâzım Hikmet’i yok sayanların bir hayli çok olduğu biliniyor. Solda olduğunu söyleyen bu insanların Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi düşünüp Nâzım Hikmet’i “burjuva şairi” görmeleri elbette bir açıklamayı bekliyor. Kürtlerden söz etmediğini savlayanların onu yadsıyor alması da çözüm bekleyen bir sorun olarak önümüzde duruyor. Bunları söylerken, geçmişte kalmış tartışmaları günümüze taşımak gibi bir düşüncem yok, olamaz da. Ama bugün henüz yirmili, otuzlu yaşlarını süren yüzlerce kişinin sol adına, geçerli saydıkları ideoloji adına Nâzım Hikmet’i dışta bırakma düşünceleriyle yüzleşmek gerekiyor sanırım.

GEL MEN N SÜREKL L Ne yazmış olursa olsun, Nâzım Hikmet’i politik tutarsızlıkla suçlamak, yaşamsal bir sorun olduğu kadar kültürel bir sorundur aynı zamanda. Böyle düşünenlerin, Nâzım’ı bir eylemci olarak görmediklerini öne sürecekleri kesin. Belki de soyağacına bakıp sonuçlar çıkartanlar da olacaktır. Gene 1928-1935 yılları arasında yazdığı şiirlerin, dönemin ekonomik, politik tutuma denk düşmesi, toplumun bütün kesimlerince benimsenmesi bile bir olumsuzluk olarak görülebilir. Bu oluşumun bir uzantısı ola-

rak, 1930’lu yıllarda Nâzım’ın ders kitaplarına girmesi ve okutulması, şaşırtıcı bulunabilir. Bunun, Nâzım’ın iktidarla bütünleştiği anlamına geldiğini düşünenler, hatta savlayanlar çıkabilir. Oysa o dönemde Sovyetlerinkine benzer bir ekonomik yapılanmanın Türkiye’de de yaşandığını bilmeyenlerin suçlayıcı yargıları haklı da görülebilir. İlk kurulan fabrikaların kapısındaki “Her fabrika bir kaledir,” sözünün Stalin’e ait olduğu, ancak 70’li yıllarda anlaşılmış ve kaldırılmıştı. Bu örnek bile, her kültürel nesnenin, oluşumun ne denli yüzeysel algılandığını gösteriyor olmalı. 1930’lu yıllarda Nâzım’ın geliştirdiği söylem, politik olanla elbette örtüşmüştür. Ama bu, onun bir şiir önerisi getirmesini engellememiştir. Nâzım Hikmet’in yazdığı şiirin içerdiği bilginin bir estetiği de karşıladığı, öne çıkarttığı görülmelidir artık. Ancak o zaman değerler yerine oturtulabilir ve gelişmenin sürekliliği sağlanabilir. Önemli olan da bu. Ama böyle bakılmıyor. Yaşanmış, geçmişte kalmış değerlerden medet umuluyor. 70’li yıllarda yapıldığı gibi Marx’a, Engels’e, Stalin’e, Troçki’ye, Mao’ya... yaslanarak; yaşanan gün kurtulsun isteniyor. Oysa, “Onlar öldü,” diyememenin, kendiyle baş başa kalamamanın getirdiği bir açmaz bu. Bir öznenin geçmişte yapamadıklarını söylemek bugünün açıklaması olamaz.

O GÜNDEN BUGÜNE 1930’lu yıllarda sağ kesim de benimsemişti Nâzım’ı. Onun “Putları Yıkıyo-

paslan Türkeş’in Nâzım’ın “Davet” şiirini alanlarda okuması, sol kesimde ve toplumun bütününde muğlak olan yerini biraz daha belirsizleştirmek içindir, denebilir. Eğer böylesine bir gelişme olmasa, İsmet Özel, “Davet” adlı şiirinin İslami bir söylemi karşıladığını söylemesi o kadar kolay olmayacaktı. Şiirin son dizeleri şöyle: Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim. Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim.

SOL DÜ ÜNCEN N GÖREV

ruz” hareketiyle Abdülhak Hamit ve Mehmet Emin’in yanı sıra Yakup Kadri’yi, Peyami Safa’yı, Hamdullah Suphi’yi karşısına alıncaya kadar onlar tarafından da kabul gördüğü biliniyor. Nâzım’ın başlattığı kültürel hareket 1938’den sonra politik söylemle çelişmeye başlar, daha doğrusu öyle algılanır. Onun tutukluluk süreçleri de böyle başlar. Oysa politik düşüncesini, felsefi kavrayışını hiçbir zaman eyleme dönüştürmediği bilinirken suçlanması; düşünce özgürlüğünün suç görüldüğünün bir göstergesidir. O günden bugüne düşüncenin suçlanması pekiştirilerek yaşama geçirilmiştir. Bu yapılırken Nâzım Hikmet’in dil bağlamında ulusal onur olduğu da fark edilmiştir. Kültür Bakanlığı’nın hazırladığı kitapta Nâzım’a yer vermesi demokratik bir gelişme olarak değerlendirilemez. Öyle de değil çünkü. Aynı günlere denk gelecek şekilde Al-

İsmet Özel 1965’te TİP’in bir seçim afişindeki “Kula kulluk yetsin artık!” sloganının sosyalist bir içerik taşımadığını söylerken; Nâzım’ın “yok edin insanın insana kulluğunu” dizesini de eskittiğini düşünüyordu elbette. (Milliyet, 25.09.2000) Dahası “Kula kulluk yetsin!” sloganını, “pür İslami bir slogan” olarak öne çıkartabiliyordu. Bu, bir yandan sol kültürel birikimin içini boşaltmayı amaçlarken, diğer yandan üretim ilişkilerinin içeriğini, sınıfsal yapılanmayı da gizlemeye yönelikti elbette. Düşünülmeli bunlar... Kim üretirse üretsin, insandan yana olan kültürel değerlere sahip çıkmak, onların yaşanır kılınmasını sağlamak daha çok, sol düşünceyi benimseyenlerin görevi olmalıdır. Gene bilinen odur ki düşünce iktidar kurucu olarak değil; iktidar karşıtı olarak gelişmiştir. Nâzım’ın Türkiye’den ve Sovyetlerden kaçışının biricik nedeni iktidarla karşı karşıya gelmesinden başka bir şey değildir. Daha doğrusu iktidarlar karşıtı şiirler yazması, estetik önerilerde bulunması, düşünceler üretmesidir. Bağlamında bunların tartışılması Türkçe şiirin bir açıklanması da olacaktır. Bir şairin kendi diline duyduğu sevginin bütün dilleri nasıl kucakladığını anlamak da buna bağlı. Bugün yaşanan kültürel aşkınlıkta Nâzım Hikmet, düşüncenin nesnesidir artık. Bu da onu anlamayı gerekli kılıyor.


12

31 MAYIS 2013 CUMA

KAPAK

Aydınlı

Nâzım şiir devrimiy

Nâz m, bir tek eylemi de i tirmekle yaln zca kurdu u dizede anlam köklü bir de SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com Nâzım Hikmet; 20. yy’da şiirin tekerleğine içerik ve biçim yönünden yepyeni bir öz yükleyen birkaç şairden biridir. Geleneğe içinden karşı çıkışla beliren bu öz, kendini, yadsıdığı hamurla yeniden karıyordu. Nitekim Batı’da şiirin gerçeküstü kutbunu keşfe yönelen şair, gerçekliği bilincin derinliklerine dışardan sarkan imgelerle hırpalarken, Nâzım, insanı içinden dışarı derin haykırışlarla taşıran imgenin ardındadır. Daha 19 yaşında yazdığı şu dizelerdeki Baudelaire edası, ondaki şiirin mayası olan büyük cesaretin habercisiydi: “Ben iblisim kadın, yanmaktan değil, / Yakmaktan zevk duydum cehennemimde!” Türk toplumunun çöküşten yeni bir doğuşa kıvrandığı süreçte şair, tarihin bütün bir kültür ve dil toplamıyla yüklediği geleneği geleceğe evrensel boyutta taşıma işlevini üstlenerek en yıkıcı ve bir o kadar özümleyici ve yaratıcı girişimiyle eyleme ve bütünlüklü bir anıtsal yapıta dönüştürmeye yönelik şiir devrimi için kolları sıvadığında Nâzım’ı Galip’in şu beyiti ileri atıyordu: Bir şu’lesi var ki şem’-i cânın Fânûsuna sığmaz âsumanın Bu beyitte Galip, yokluğun insanda üretip yaydığı saklı gücün sonsuz büyüklüğünü belirtirken Osmanlı’da düşünce ve sanatın geldiği karşı gücü de simgeler. Divan şiirini varabileceği en yüksek tepeye götüren ve modern şiirin kapısında çile hırkasıyla bırakan Galip, bir yandan çok eskiye giderek işe öncekilerin önünde başlayıp şiiri başka bir dile ve benzersiz bir aşamaya getirdiğini söyler: Tarz-ı selefe takaddüm ettim Bir başka lisan tekellüm ettim Öte yandan, kendisinden önce ne söylendiyse onu yeni bir aşk ve insan anlayışıyla içselleştiren şair, birikimi yeniden üretip tüketenin kendisi olduğunu, tarihin malını alıp yeniden biçimleyerek ona geri verdiğini ifşa ediyor: Esrârını Mesnevî’den aldım Çaldımsa da mîri malı çaldım Galip, şiirimizi bütün ruhsal derinliği ve söylem yeteneğiyle patlama noktasında Namık Kemal’e aşırırken, Tevfik Fikret, patlama sonrasında oluşan yarıklardan düzyazıya uzanan patikalar açar. Nâzım, daha ilk ürünlerinde, şiiri has toprağında dupduru ve akıcı bir Türkçeyle işlemek üzere ovalara inmiştir (1920): Bir çal da dinleyelim haydi Sarı Zeybeği Canlansın gözümüzde yalçın dağların beyi... Çaldı tamburasından tarihin sesi geldi Dağlara yaslanarak Sarı Zeybek yükseldi. Bu dizelerdeki akıcı yalınlık, vezin ve yapıdaki beceri, düşünsel duruluk ve coşku, geleneği içselleştirmiş, gencecik bir şairin her türlü serüvene girme taşkınlığının belirtilerini taşır.

R DEVR M N N ARET F E Nâzım, Galip’in çile hırkasını giyerek, modernleşme ufkunda Fikret’in açtığı yola, “Hay... Hu... Hey... Hey anam hey! Yolcu yolunda gerek” haykırışlarıyla koyulur; daha sonra Benerci’de (1932) yer verdiği ama Moskova’da yazıp (1922) Ay-

dınlık’ta yayımladığı (1923) Grev şiirinde, çağına ve yeryüzüne sığmazlığının ipucunu verir: Yüksek tuğla bacalarda dumanlar donakaldı. O sırada bu dize, dünya şiirinde benzeri olmayan bir yeteneğin işaret fişeğiydi. İmge örgüsü, sesle öylesine karılmış bir ritm oluşturuyor, dil hiç de biçim kaygısı taşımaksızın olguyu öylesine yalın bir söylemle dışa vuruyordu ki, Nâzım’ın şiirde gerçekleştireceği devrimi bütün özüyle tıpatıp yansıtıyordu. Gelenek, bu dizeyi, “bacalarda dumanlar tütüyor / savruluyor vb” fiiliyle tamamlardı. Nâzım, bir tek eylemi değiştirmekle yalnızca kurduğu dizede anlamı köklü bir değişikliğe uğratmıyor, bütün bir şiire ve dünyaya karşı eyleme geçmiş oluyordu. Yahya Kemal’in büyük ölçüde Divan geleneğine yaslanarak, “Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü” dizesine taşıdığı esrar, Nâzım’da yaşamı her boyutu ve oylumunda içererek yeniden biçimlendirmeye adanmış, bütün gizemini üretimde bulan, yürüyüşünün ritmine sözcüklerin ayak uydurduğu bir şiir karşısında hiçliği simgeliyordu artık. “Açların Gözbebekleri”nde şiir tekerleğinin bambaşka bir ivmeyle yöneldiği ritim, “Salkımsöğüt”te anlık seslerle aynı anda çok ötelere uzayıp giden uzun erimli bir çilenin ön izlerine düşer. Kimi gevşeme ve sarkmalar gösterse bile, şair, içerikle biçim arasındaki sürekli yükselen gerilimi gelenekle gelecek uzantısında durmaksızın yeni arayışlara ve dengelere taşımaktan ömrübütün yorulmaz. Nâzım, Grev dizesini daha sonra: Yüksek tuğla bacalarda dumanlar donakaldı biçiminde yazmaya yönelerek etkiyi basamaklı dize tekniğiyle anında ve çarpıcı biçimde sağlamak istedi.

MAYAKOVSK ETK S M ? Ne ki onu küçümseyici yaklaşımlar, şiirdeki devrimini basamaklı dizeye indirgeyerek Nâzım’ı Mayakovski etkisiyle, dahası öykünmesiyle suçlamakta gecikmedi. Bu yaklaşımların kaçırdığı bir başka olgu daha var: Fikret ve Akif’te, mısra ortasında biten ve başlayan cümleler, Haşim’de usta işi örneklerini gördüğümüz serbest müstezat tekniğinin yaygınlaşmakta oluşu, içinde hece ya da aruz kalıplarının yer aldığı basamaklı dize örgüsünü hazırlayan gelişmelerdi. Nâzım’ın bu konudaki sözleri önemlidir: “Mayakovski bir nevi Rus aruzunun bir çeşit, son haddine vardırılmış, müstezatlı tarzıyle yazar. Hani Hamid’in ‘mevki-i Viyan’ diye başlayan bir yazısı vardır, işte aşağı yukarı onun gibi... Halbuki benim yazılarımda böyle ‘muayyen bir veznin son haddine vardırılmış müstezatlı tekniği’ yoktur. Ahengi ve ‘vezni’ anlayış bakımından aramızda hiçbir benzerlik olmayan Mayakovski’yle muhteva bakımından da ayrılırız... O, her şeyden önce ve her şeye rağmen ferdiyetçidir. Ben, değilim...” Şiirsel düzlemde Mayakovski’yle ilişkisine açıklık getirdiği bir başka söyleşide, “Fransızcayı öğrendikten sonra Fransız,

Heykel: ÇA DA ERÇEL K

Rusçayı öğrendikten sonra Rus şairlerinden birçok şey öğrendim” diyen Nâzım, gerçeği şöyle belirtir: “Bir aralık iki yazımda Mayakovski’nin değil, umumiyetle ‘fütürizm’in tesiri altına düştüm. Fakat bu ‘fütüristlik’ devrim çabuk geçti.” Kemal Tahir’e Mektuplar’da itiraf niteliğinde açıklamalarda bulunur: “Mayakovski’nin 1940 senesinde neşredilen ve bir tek ciltte toplanan şiirleri elime geçti. Okuyorum. Sana bir itirafta bulunayım, aramızda kalsın, Mayakovski ile yeni tanışıyorum. Yani kendi ağzından vaktiyle dinlediğim bir iki şiiri müstesna, matbu şiirlerini ilk defa okuyorum. ... çok defa utancımdan Mayakovski’yi eserleriyle tanıdığımı söylemiş olmama bakma!” Nâzım, yeterince tanıdıktan sonra, Rus şiirinin bu devrimci ve evrensel adını şimdi daha bir güçlü benimser, yere göğe sığdıramaz: “Mayakovski öylesine büyüktür ki, onunla karşılaştırıldığımızda, biz çağdaş şairler, hepimiz küçük kalırız. Bizim öğretmenimizdir ve kişisel olarak benim. Pablo Neruda, Louis Aragon, dünyanın tüm dürüst şairleri aynı şeyi söyleyeceklerdir: O bizim öğretmenimizdir.” Nâzım, “biçimlerimiz farklıdır onunla” dediği şairle ortak yönelimini yine kendisi şöyle tanımlar: “Mayakovski’nin şiiri ile benim şiirim arasında ortak olan şey, öncelikle, şiir ve nesir arasındaki kopukluğun aşılması; ikinci olarak (lirik, yer-


ık KİTAP

31 MAYIS 2013 CUMA

KAPAK

13

yle putları nasıl yıktı

e i ikli e u ratm yor, bütün bir iire ve dünyaya kar eyleme geçmi oluyordu

gi vb) çeşitli türler arasındaki kopukluğun aşılması; üçüncüsü şiire siyasa dilinin getirilmesidir.” Aslında Nâzım, bu ortak özellikleri, açık ki daha önce Fikret’ten esinlenmiştir. Modern şiirimizin başlangıç noktası olan Fikret, şiirimizi 20. yüzyıla bu yönelimlerle taşımıştır. Mayakovski değerlendirmesinin içtenliği ve doğruluğu, Nâzım’ın öz olarak içinden doğduğu Türk şiir geleneğine karşı yıkıcı girişimlerini evrensel çizgilerle ortaya koyduğu yapıtının bütünsel oylumunda bugün artık çok açık ve ayrıntılı biçimde görülmektedir. Çok geçmeden, basamaklı dizilişin şiirdeki etki ve iletiye yoğun ve yeni bir anlam ya da güç katamadığını görerek, Şeyh Bedrettin Destanı, Kuvâ-yi Milliye, Dört Hapisaneden şiirlerinde aşırılıklardan kaçınarak yalınlığın yeniden ve sürekli keşfine yönelir, geleneğe daha bir yaslanarak serbest nazmın yaygın kullanım biçimleriyle yetinir.

‘PUTLARI YIKIYORUZ’ “835 Satır”la şiirde yaptığı devrimin anlamı hararetle tartışılmaktayken Nâzım şiir dünyasının gündemine yeni bir bombayla düşer: Putları Yıkıyoruz! Şair, Resimli Ay’da (Haziran 1929), kapaktan verilen “Abdülhak Hâmit Bey Dâhi Değildir” yazısında Üstad-ı Azam’ı yerle bir eder: “Hâmit Bey, devri için yeni, kuvvetli bir Osmanlı şairidir, işte o kadar. ... Ha-

kiki dehayı bulmak için sahte dehaları, kafalarımıza zorla dikilen putları yıkalım.” Derginin başyazarı da onu destekler: “Deha kelimesini biraz tasarrufla kullanalım, ve bu sıfatı layık olmayanlara vermek suretiyle, o sıfata hak kazananları küçük düşürmeyelim.” Ortalık yıkıladursun, Nâzım derginin Temmuz sayısında bu kez Yurdakul’u hedef alır: “Mehmet Emin Bey’in şairliği bile bir galat-ı rüyetken, millî şairliği cehlin galatından başka bir şey değildir. ... Şiirlerinin lisanı ne Türkçedir, ne Osmanlıca; uydurma, hiçbir sınıf, tabaka ve ferdin konuşmadığı sun’î bir lisandır. ... Mesela: Hangi Türk’tür gerdanına urgan kement urdurur mısraı Türkçe değildir.” Nâzım’ın saldırılarına “835 Satır”ı inkılapçı şiir olarak alkışla karşılayan Yakup Kadri, Hamdullah Suphi’yle birlikte karşılık verince, şair, dergide bu “sahte putçuk”ların paylarına düşen eleştiriyi de (Ağustos 1929) esirgemez... Abdülhak Hâmit, olayı doğal karşılar: “Putları kırmakta haklısınız. Biz de edebiyat hayatına katıldığımız zaman aynı şeyi yaptık. Divan edebiyatını yıktık, Tanzimat edebiyatını getirdik. Türk edebiyatında hamleler yaptık. O vakit biz eskileri yıkmıştık. Şimdi de siz bizi yıkıyorsunuz. Hakkınız...” Nâzım, bu tepkiyi şöyle değerlendirir: “Hâmit’in bu geniş görüşüne bayıldım. Oysa ben sert tartışmalar yapacağımızı sanıyordum.” Daha ilginci Nâzım, Yurdakul’u yıllar sonra şöyle değerlendirir: “Bak tuhaf bir şey gibi gelecek ama, ben bugünlerde Mehmet Emin’i inkâr olunan tarafıyla, yani şair tarafıyla keşfettim. Şüphesiz ki millî Türk şairi filan değil, lakin iyi şair.” Düşüncesindeki değişimin kökeninde, çok ilginçtir ki, Orhan Veli ve Sait Faik’le ilgili düşünce değişikliğini dışa vururken verdiği “gurbete düşmek” ipucunu yakalıyoruz: “Orhan Veli’yle Sait Faik. Bence ikisi de büyük şairlerimizdendir. Hem de yalnız bizim değil, yeryüzünün büyük şairlerinden. Orhan Veli’yle Sait Faik’i bir kat daha sevmek için gurbete düşmek de gerekiyor biraz galiba. ... Bana öyle geliyor ki Orhan Veli, bilhassa Orhan Veli, klasiklerimizden olacaktır zamanla.” (Broy, Haziran 1986)

DÜNYA R NDE NÂZIM Nâzım, Çek şairi Nezval’in Rusçada yayımlanan Seçme Şiirler’ine yazdığı önsözde şöyle der: “Dünyanın Mayakovski, Pablo Neruda, Aragon gibi büyük şairleri arasında Nezval de var.” Nâzım işte bu büyük şairlerin hepsinde içerik ve kişilik olarak bulunan iklimlerin kesişip çarpışmasından oluşmuş birleşik alanda yer alır. Mayakovski’nin hırçın ve yıkıcı tutkusu, Neruda’nın evrensel şefkati, Aragon’un birikimli yurtsever hümanizması, Nezval’in coşkulu iyimserliği Nâzım’da Türk halkının kendine epik sadakatiyle mayalanmış bir şiirin kesişen öğeleri olarak... O, şiirde yapılan işi, “Ne demiş? Nasıl demiş?” sorularıyla tartardı. 1950’de onun özgürleşmesi için Ara-

gon’la birlikte yorulmadan uğraş veren Tzara, bu soruları, Nâzım’ın şiiri için şöyle yanıtlrdı: “Şurası açık ki ancak çevirilerinden okuyup tanıdığımız Nâzım Hikmet şiirinin kendine özgü akıcılığını kuran şey bize ulaşamıyor. Bununla birlikte, çevirinin kusursuz olamayışının yanı sıra, dilin verdiği güzellikten de yoksun olsa bile, bu şiir öyle insansı bir güçle yüklüdür ki, etlenip canlanır ve içimizde dokunaklı titreşiminin bütün tazeliğiyle biçimlenir. ... Nâzım bütünüyle yaşama sevgisi üstüne tasarlanmış duygu yetkinliği olan bir ozandır ve bu duygu yetkinliğini, şiirine kendini veren coşkuya borçluyuz. Kişisel deneyi insanlığın deneyiyle örtüşür.” Nâzım Hikmet’in revnaklı kişiliği, işlek kalemi, sözleri kadar, belki daha da çok, onlardaki edayı öne çıkarıyor. Tzara’nın onda erişemediğine üzüldüğü şey budur ve şiirin değişmez yazgısıdır. Ama Nâzım, yetmiş iki dilde ve her düzeyde okura, insani olanın her boyutta ve en alımlı endamıyla boy verdiği dünyayı sözcüklerin dokunuş ve titreşimlerinden aktarıyor. Çünkü onun şiiri, durmadan yüreğinde devinen bir ideolojik tazelenişin hızlanan atışlarından taşmakla kalmaz; yüzyılların nakışlarıyla gelen Türkçenin renk ve kıvrımlarının taşa işlenmesi misali işçilik ve zekânın serüvenci lirizmiyle sırılsıklam aşkın sacayağında konumlanır; ideolojinin üzerinde ve onu aşarak dışlaşır. Nâzım’dan sonra şiirimizin nereye ve nasıl gideceği sorusuna yanıt olarak ana yönü, ilk ve son eğrisiyle Vasıf, evrensel tutkunun ünlemiyle çok önce göstermişti aslında: O gül endâm bir şâle bürünsün yürüsün Nâzım, bu tutkunun önünü düzyazı aşısıyla ufuklar ötesine açan adamdır.

Nâz m son y llar nda


Aydınlık KİTAP

Öl üm sü zlü ü nü n

14 da

n Y l . 0 5

Ressam Nâzım Hikmet

KAYA ÖZSEZGİN Edebiyat dalları arasında resim sanatına en yakın olanın şiir olduğu tartışma götürmez. Öteki dalların görsel dile yakınlığını kanıtlayacak örneklerin yok denecek kadar az olması, bunun aksine şairler arasından resme yatkın sanatçıların çıkması, şiirdeki imge düzeneğinin resim sanatıyla örtüşen yanlarının böyle bir olguyu özendirdiği sonucuna götürür bizi. Düzyazı yanında şiir, sözelliğin doğrudan ilişkilerini kırarak doğaya ve insan varlığına ilişkin duyumları özendirici bir yapıya sahiptir. O nedenle de ressamların duyumsallığa yönelik ilgileriyle şairlerin yürekten kopan duyumsal yorumları çoğu zaman örtüşür.

TEPEDEN TIRNA A NSAN Dünya şairi olmanın bütün ayırıcı niteliklerini üzerinde birleştirmiş ve şiirini insan ve yaşam gerçekliği üzerinde temellendirmiş olan Nâzım Hikmet’i, hapis yattığı yıllarda resim üretmeye yönlendiren nedenler, onu seçkin bir şair yapan nedenlerden ayrı düşünülemez. Hapislikte ressamlık, el uğraşını canlı tutmayı amaçlayan bir etkinlikle de yakından ilgilidir. Bu etkinlik Nâzım’da tanık olduğumuz düzeyde amatörlüğü aşan bir yönde gelişebileceği gibi, zamanı değerlendirmenin ötesinde herhangi bir kalıcı işlev de taşımayabilir. “Tepeden tırnağa insan” olduğunu dile getiren Nâzım için resim yapmak ya da el altında kullanabileceği nesneler üreterek yaratıcı gücünün sınırlarını geniş tutmak, özel anlamda “insan” olmanın kaçınılmaz göstergeleri olmalıydı. Nitekim öyle de olmuştur. Şiir yazarak şairliğini canlı ve devingen tutma azmi, onun insan olarak üstlendiği yeteneğinin olağan bir sonucuydu. Aynı yeteneğin bir başka uzantısı, resimde kendini dışa vuruyordu. Nâzım Hikmet’in, çevresinde tanıdığı ve dostluk kurduğu ya da yaşamına karı brahim Balaban: Mapusane Kap s (Bursa Cezaevi, 1947)

şarak onun insan varlığı üzerinde uyarıcı etki yapmış olan yakınlarını portre resimlerine aktardığı çalışmaları, öteki resimleri arasında öncelikli bir yer tutar. Her suret, onun açısından yaşam defterine kaydedilmesi gereken bir nottur. O notun arka yüzünde şiirine yansımış olan imge kümeleri mutlaka vardır. Şiir yazmaya 1914’te başlamıştı. Resimle ilgili uğraşı, çok daha sonraki tarihlere dayanıyor. İlk şiir kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü” 1928’de Bakü’de yayımlandığında, üç ayrı kaynaktan beslenen bir şiir geleneği Nâz m Hikmet: Otoportre kurmaya yönelik ilk sağlam adımlarını atmaya başlaması gibi, ilk resim denemelerini gereken mesajla da dolu olması gerektiği yaptığı Bursa hapishanesindeki çalışmaları gerçeğinin altını çizmiş oluyordu. 1940’ta da, topraktan öğrenen Anadolu insanının Çankırı hapishanesinde yazdığı bir şiirinemeğini düşündürür izleyenlere. Halk şii- de ise daha gerilere gidiyor, Hünernâme ri, Doğu şiiri ve çağdaş şiir örnekleri, resimlerine değinerek her ne kadar önde onun şiirlerini canlı tutan kaynaklardı. Re- ve arkada dursalar da minyatüre özgü tassimlerinde ise, kendi bulguları ve göz- vir karakteri nedeniyle oradaki insan filemleri, daha çok da kişisel deneyimleri gürlerinin “hep aynı kamette” olduklarıegemendi. Görüyor, duyuyor ve çiziyordu. na vurgu yapıyordu. Manzarayı, bir ressam duyarlığı içinde Yakın dost ressamlardan esinlenerek, onların resimleri üzerine şiir yazarak bir izliyor ve şiirine öylece taşıyordu. Örneğin; resme nasıl bakılması gerektiğini çöz- 1958 tarihli bir şiirinde, cam üzerinden kamekle işe başlıyordu. Örneğin Abidin Di- yarak geçen İsviçre görüntülerini, güneşno’nun “Yürüyüş” adlı tablosu üzerine li bir akvaryumdan geçen “çok renkli” bir 1958’de yazdığı bir şiirinde, ellerinde ışık balığa benzetiyor, böylece görsel imgeye parçalarıyla karanlıkta yürüyen insan fi- dönüştürülmüş bir gözlem ayrıntısını dışa gürlerinin Dino’ya ait figürler olduğu ger- vurmuş oluyordu. Orhan Veli’nin “aslan çeğini kavradığını ve Dino’yla birlikte on- elim” dediği sağ eline övgü düzerek içten ların arasında bulunduğunun bilincinde ol- bir “merhaba” çekiyordu o da sağ eline duğunu dile getiriyor, böylece resmin “ai- Varşova’da 1958’de yazdığı bir şiirinde. Sağ diyet” sorunu kadar insanlara iletmesi el, hem şiirini yazdığı el, hem de resim fır-

çasını tuttuğu eldi çünkü.

BALABAN’IN USTASI Nâzım Hikmet’in ressamlığından kendi payına düşeni alan isimlerin başında kuşkusuz Balaban geliyor. Adi bir suç nedeniyle Bursa hapishanesine düştüğünde, yanıbaşında “Şair Baba”sını bulmuştu İbrahim Balaban. Ustası ve hocası olarak bellediği büyük şair, ona fırça tutmasını, resim çizmesini öğretmiş ve o tarihe kadar uykuya yatmış olan bir yeteneğin canlanıp resim sanatıyla tanışmasını sağlamıştı. Balaban’ın bir halk ressamı olarak yetişip bugünlere gelmesinde Nâzım’ın üstlendiği işlev, sıradan bir hapishane dostluğunun ötesinde, ona ışık tutan ve yönlenmesinde etkili olan bir “hoca”lık misyonuyla ilgiliydi. Nâzım’la karşılaşmasaydı Balaban, kendi resmiyle örtüşen bir kimlik sahibi olabilir miydi? Bu soruya olumlu bir yanıt vermek mümkün görünmüyor. Balaban’ın içinde bu resim tutkusunu alevlendiren kişinin, salt bir amatör ressam değil, aynı zamanda güçlü bir şair olmasının kuşkusuz önemli bir payı olmuştur. 1947’de Balaban’ın “Bahar” tablosu üzerine yazdığı şiirinde, onun yeteneğini keşfettiğinin farkındadır Nâzım; “İşte seyreyle gözüm hünerini Balaban’ın..” diyerek sanat hünerinin onu seyreyleyecek bir “göz”ü gerektirdiğine bir kez daha değinmiş olur. “Aydınlık, bulut, hem mavi hem de serin dağlar, sincaplar, tavşanlar…” Ama onların da ötesinde, Balaban’ın birçok resminde onu simgeleyen bir motif olma karakteri kazanmış olan “sağrılarında kederli, korkunç oyuklarıyla öküzler…” Her şey bir yana, ağırlıklı olarak şiirine, dolaylı olarak da resmine, resim çalışmalarına odaklanmış bir evrensel sanatçı imgesi çizer Nâzım Hikmet. Onu bu imge çerçevesinde tanımak ve anlamak, yeteneğin sınır tanımayan olgularına da ışık tutacaktır.

İbrahim Balaban’ın “Mapusane Kapısı Tablosu” Üstüne Söylenmiştir Alt kad n vard demir kap n n önünde, be i topra a oturmu , ayakta biri; sekiz çocuk vard demir kap n n önünde, besbelli henüz ö renmemi ler gülmeyi. Alt kad n vard demir kap n n önünde, ayaklar sab rl , ellerinde keder, sekiz çocuk vard demir kap n n önünde, cin gibi bak yor kundaktakiler. Alt kad n vard demir kap n n önünde, s ms k gizlemi ler saçlar n , sekiz çocuk vard demir kap n n önünde, biri kavu turmu avuçlar n . Bir jandarma vard demir kap n n önünde, ne dost ne dü man, nöbet uzun, hava s cak.

Bir beygir vard demir kap n n önünde, nerdeyse a layacak. Bir köpek vard demir kap n n önünde, burnu kara, tüyü sar ; kam sepetlerde ye il biber vard , torbalarda kömür, heybelerde so an sar msak. Alt kad n vard demir kap n n önünde ve demir kap n n ard nda be yüz erkek vard efendim; alt kad ndan biri sen de ildin, ama be yüz erkekten biri bendim…

Nâz m Hikmet


Aydınlık KİTAP

31 MAYIS 2013 CUMA

15

Nâzım: Tekdüze değil çok yönlü bir sanatçı Ne edebiyat dünyas ndan gelen hücumlar ne de iktidar n zalimane hamleleri kar s nda y lg nl k gösterdi CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com İnsanlık her dönemi aynı derinlikte, aynı yoğunlukta ve tempoda yaşamıyor. Bazı tarihsel dönemler birikmelerin sonuç alındığı, alınan sonuçların derlenip yeni bir hayat kurgusu için düzenlendiği süreçler olarak yaşanıyor. Büyük davalarla yoğrulup damgalanan böylesi süreçler kendi ölçülerine uygun kahramanları da yaratıyor. Nâzım Hikmet, hem ulusal hem evrensel ölçekte en seçkin bir tarihsel dönemin kahramanlarındandır. O bize Kurtuluş Şavaşımızla Ekim Devrimi’nin armağanıdır. Nâzım’ın temel besleyenlerinden biri olan ulusal mücadele dönemimiz, Türk tarihinin en güç zaferinin kazanıldığı ve bu zaferin halkçı devrimlerle donatıldığı bir içeriğe sahiptir. Nâzım’ın yaslandığı evrensel değerler alanında ise ezilen dünya insanlığının umudu Ekim Devrimi’yle cisimleşmiş, ulaşılabilir bir somutluk haline gelmiştir. Nâzım Hikmet, 1921 yılının 1 Ocak'ında arkadaşı Vâ-Nû ile Kurtuluş Savaşı’na katılmak için İnebolu’ya hareket ettiğinde daha 19 yaşındadır. Mecliste Atatürk’le el sıkıştığı ve Atatürk’ün kendisine toplumcu şiirler yazmayı öğütlediği, birçok kişinin dönemle ilgili anılarında yer almaktadır. Nâzım’ı 1921 yılının Eylül'ünde ise Azerbaycan üzerinden gittiği Moskova’daki Doğu Üniversitesi'nin kapısında görmekteyiz. Orada ekonomi ve toplumbilim okumaya başlamıştır. Behice Boran’ın 1949'da yazdığını tahmin ettiğim bir yazısında Nâzım’la ilgili şöyle bir tespiti vardır: “ ‘Bedrettin Destanı, Büyük Destan, Memleketimden İnsan Manzaraları’ bu topraklardan yeni bir dağ silsilesi gibi yükseliyor. Nazım’ın Büyük Destan bütünlüğünde neşredilip halkoyuna sunulduğu gün Atatürk’e basma kalıp methiyeler yazanlar, onun ‘26 Ağustos Gecesi’nin yanına hangi mısralarını koyup da boy ölçüşebilecekler? Hangi şairimizin dili Türkçenin güzelliklerini ve zenginliğini Nâzım kadar bize bol bol, cömertçe veriyor?” (Edebiyat Yazıları, 1992, s. 94.) Nâzım Hikmet biri ulusal diğeri ise evrensel ölçekli iki devrimin sesi olmuştur. Şiirini insanlığa ve insanlık davası olan sosyalist devrimin hizmetine sunarken elindeki sanat kalıplarında da yeni durumun gerektirdiği düzenlemeleri yapmakta tereddüt gös-

termemiştir. İlk önce, yeni düşüncenin önünde engel olan vezinden kurtulmuştur (Açların Gözbebekleri, 1921). Şiirindeki yeni unsurların ipuçlarını Cemil Meriç'in değerlendirmesinde bulmak mümkündür: “Nâzım yeniydi, başkaydı ve her yeni gibi düşmanları vardı, her yeni gibi dostları vardı. Yani Nâzım bir 'comunaute’ idi. Her kitap bir parça semavidir, bir kilisedir, bir camidir, birleştirir veya ayırır. Kitap göklerden uzanan bir el, uçurumlardan gelen bir davet. Nâzım’ı sevemezdim, ilk hamlede. İnsanı tanımadan şiirini sevmek, hele bu şiir alışılmayansa! ‘Sekiz Yüz Otuz Beş Satır, Varan Üç, Jokond ile Siyau, Taranta Babu’ya Mektuplar’... Bu şiir bir ağaç gibi büyüyor, dallanıyor budaklanıyordu. Ezilenler haykırıyordu mısralarda. Zincirleri kıran bir sesti bu. Zindan duvarlarını deviren bir ses. O kadar yalnızdım ki karanlıklardan İblis’in eli uzansa minnetle sıkardım. Nâzım fısıldayan adam değildi. Kalabalıkların uğultusunu duymuş, âdeta tarihin sesini, tarihin nabız atışlarını dinlemiş adamdı. 1936’da ben çocuktum, o devdi.” (Jurnal, 1992, s. 261-262.) Nâzım Hikmet 1930'ların başında, kendisi de otuzlu yaşlarda iken şiirleri ders kitaplarında yer alan bir şairdir. 1938 yılında düzmece iki dava (Harp Okulu Askerî Mahkemesi-Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesi davaları) sonucunda otuz yıla

hüküm giydikten sonra şiirleri ders kitaplarından çıkartılmış, adı Türk halkının belleğinden silinmek için her yola başvurulmuştur. Nâzım’ın bunca hınç ve acımasızlıkla cezalandırılmasının nedeni sanatsal gücünün yüksekliği ile ideal değerlerine bağlılık arasında sağladığı bütünlüktür. Öyle ki birçok edip ve münekkit onun şiirinin estetik yanına alkış tutarken ideolojik tutumunu yermiştir. Gerçekte ise herkes Nâzım’ın sarsıcı gücünün farkına varmıştır: Yakup Kadri Karaosmanoğlu: “835 Satır, Türk şiirindeki hatta Türk dilindeki inkılabın ilk satırıdır.” (Akt.: Şükran Kurdakul, Nâzım’ın Bilinmeyen Mektupları, Broy Y., 1986, s. 88) Nurullah Ataç: “Sihirbazlık... İşte Nâzım Hikmet’in başvasfı. Her şairin başvasfı olduğu gibi. Onu okurken veya dinlerken içinde yaşadığımız âlemin bütün nazariyeleri ile beraber siliniverdiğine şahit oluyorsunuz. Ortada yalnız Nâzım Hikmet, onun yarattığı âlem kalıyor.” ( Milliyet, 4 Şubat 1932, Akt.: Asım Bezirci, Nâzım Hikmet, Tüm Eserleri 3, Cem Y., 1975.) Nihat Sami Banarlı: “Nâzım Hikmet şiirlerini bazan gizli bir aruzla, bazan heceyi andıran satırlarla fakat her zaman ve her yerde fırsat buldukça tekrarladığı kafiyeler, hatta rediflerle seslendiriyordu. Ayrıca mısralarını tam ve yarım sesli birtakım iç kafiye-

lerle zenginleştiriyor; bu satırları eski Dede Korkut hikâyelerinin ahenkli söyleyişinden yahut halk şairlerimizin tek bir kafiye bulunca şiiri yaratan tarihi söyleyişinden ilham almış gibi kolay sıralıyordu. (…) Nâzım Hikmet’in şiirlerini ören musikide eski Türk şiirinden maharetle süzülmüş bu kuvvetli ses hatıraları bulunmasaydı, muhalif ve muvafık hemen her zevkin onun şiirlerinde bir ses güzelliği bulunduğunu kabul etmesi mümkün olmayacaktı.” (Akt.: Ataol Behramoğlu, Sanat Emeği, Haziran 1978) Nâzım Hikmet’le ilgili alıntılara yine Behice Boran’ın belirlemeleriyle son vermek istiyorum: “Nâzım’da konuların genişliği ve çeşitliliği hep tek bir büyük davanın etrafında toplanır, o davaya izafetle bir yer alır. Şiirinde işlediği konular birbirinden ayrı, müteferrik konular değildir; tabiat sevgisi, aşk teması, ruh hâllerinin tahlili hep aynı esas görüşten ele alınmış, hep aynı büyük davaya yöneltilmiştir.” (age, s, 89-90.) Nâzım Hikmet coşkulu bir insanseverdir. Nâzım Hikmet tutkulu bir dava adamıdır. Tutkulu olduğu kadar cesurdur da. Nâzım Hikmet şiir sanatının en yetenekli kalemlerinden biridir. Nâzım Hikmet’in bu başat özelliklerine daha başkalarını da ekleyebiliriz kuşkusuz. Fakat bütün bu özelliklerine anlam kazandıran başka bir vasfından da söz etmek isterim onun. Nâzım Hikmet çıktığı yolculukta ne edebiyat dünyasından gelen hücumlar ne de iktidarın zalimane hamleleri karşısında yılgınlık gösterdi. “Nâzım aynı zamanda tekdüze olmayan, ‘uzmanlığı’ bayrak hâline getirmeyen, beyni ve elleri her yönde işleyebilen bir ‘Rönesans insanı’ örneğiydi. Sadece halkların en güzel sesli türkücüsü olmadı şiirleriyle, sadece komünizmin bayraktarı olmadı. Aynı zamanda, bütün sanat alanlarında üretti. Muhsin Ertuğrul’un tiyatroda ve sinemada sağ eliydi; ‘Harp ve Sulh’u Türkçeleştiren de oydu, La Fontaine’in masallarını çeviren de, Ferit Alnar’la birlikte Tosca operasının liberettosunu tercüme eden de. Balaban’a resim yapmayı da öğretti, Orhan Kemal’e roman yazmayı da. Cezaevinde tezgâhları kurup en güzel kumaşları dokuyan da oydu.” (Sungur Savran, Birgün Pazar, Sayı: 324, 26 Mayıs 2013.) Nâzım Hikmet’in yeteneği, birikimi, bilinci, insan sevgisi, yaşama coşkusu, umudu ve cesareti eğer çalışkanlığıyla bütünleşmeseydi ne işe yarardı ki!


16

31 MAYIS 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Gizli tanıkların rezalete dönüşmüş açık görevleri HADİYE YILMAZ Kaynak Yayınları, geçtiğimiz günlerde “Ergenekon-Balyoz Tertibi Kitaplığı”na yeni bir kitap daha kazandırdı. Hikmet Çiçek’in “Ergenekon Tertibinde Gizli Tanıklar” adlı bu çalışması Ergenekon davasındaki 28 gizli tanık ifadesinden seçmelerden oluşuyor. Hikmet Çiçek gizli tanıkların kimliklerini, mesleklerini ve mahkeme ifadelerini ifşaa ettikten sonra bir kez daha yineliyor: “Ergenekon davası bir hukuk davası değil Cumhuriyet’le bir hesaplaşma, bir karşıdevrim operasyonudur!” Gazeteci yazar Hikmet Çiçek, 1968 sonrasında devrimci gençlik mücadelesine balayan da! katıldı ve Aydınlık safCinayet, uyuşturucu larında yer aldı. Aydınkaçakçılığı, gasp, tecavüz, lık’ın Haber-Araştırma adam yaralama, adam kaMüdürü ve İşçi Partisi çırma, dolandırıcılık, fuBasın Bürosu sorumluhuş hükümlüleri... su iken 25 Mart 2008’de Dev-Sol, DHKP-C ve Ergenekon Tertibi’nde Hizbullah itirafçıları da tutuklandı. O günden gizli tanıklar arasında! beri Silivri Cezaevi’nde li Ergenekon Tertibinde Giz ERGENEKON’DAN tutuklu olan Çiçek’in “Erek, Çiç t me Hik r, Tan kla genekon Terör Örgütü HABERLER B LE Kaynak Yay nlar , 208 s. üyeliği” iddiasıyla 7.5-15 yıl YOK! hapsi isteniyor. Kitapta yer alan gizli tanık ifadeleri okununca ortaya bir başka ilginç (!) tabEL EKMEK TUTAN TEK lo çıkıyor: Gizli tanıkların Ergenekon’dan B R G ZL TANIK YOK! haberleri bile yok! Mesela gizli tanık Ergenekon davasında gizli tanıkların “17” Ergenekon’u ilk defa gazeteden dinlenilmesine 2011’in Kasım ayında başduyduğunu söylüyor. Gizli tanık “Akdelanmış, dinlenmesine karar verilen 44 gizniz” açık açık “ben Ergenekon’u bilmili tanığın 31’i dinlenmişti. Gizli tanıklardan dördü ise (“Anadolu”/Ümit Sayın, yorum” derken gizli tanık “Yavuz” da “Er“15”/Hüseyin Oğuz, “İsmet”/Semih Genç genekon şudur budur, ben anlamam öyle ve “Deniz”/Şemdin Sakık) duruşma sı- şeylerden” diyor. Gizli tanık “Efe”nin rasında asıl kimliklerini açıklamışlardı. “ben Ergenekon mergenekon nedir bilHikmet Çiçek’in 28 gizli tanık ifadesini miyordum. Ha duyuyoruz, ama Erzinmasaya yatırdığı bu çalışmasındaki tes- can’da böyle bir şey var mı, yok mu bilpitlerinden Cumhuriyet Devrimi’ne kar- miyorum ben” deyişine yorum yapabilmek şı yürütülen bu karşıdevrim operasyonu- ne kadar mümkün?! nun ne kadar pespaye olduğunu ve her yanından nasıl da döküldüğünü bir kez AKIL SA LI INDAN ÜPHE ETT REN FADELER daha görmek mümkün. Gizli tanık ifadelerinde öyle hikâyeler İşte bu tespitlerden bazıları: Gizli tanıklar arasında mesleği olan, var ki, yer yer mahkemeyi güldüren bu ifadelerin sahiplerinin akıl sağlığından şüpeli ekmek tutan bir kişi bile yok! Aralarında koyun hırsızı da var, oto he etmemek mümkün değil. İşte trajikomik o ifadelerden bazıları... hırsızı da. Gizli tanık, “Akdeniz”: “O rüya çok ilKızkardeşinin kızını satan da var, “gayrimeşru âlemde” tanınmak için ça- ginçti… İstihareyi bilir misiniz efen-

Hikmet Çiçek dim?... İstihareye yattım ben de, Sayın Başbakan’ın eşini gördüm. İkinci kez istihareye yattım, Başbakanın eşini gördüm. Üçüncü kez istihareye yattım oy rakamı söylendi… Dedim kardeşim sizin benden isteğinizi ben yapmıyorum ve karalamış olduğunuz insanların öyle ya da olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Ben ne onlara oy verdim ne de AK Partiliyim. Gülümsüyorsunuz, olay aynen budur… Yani belki istesem belki de onların istediği şekilde olsam en üst noktaya kadar ulaşabilecektim. Ama vicdanım hiçbir şekilde girmememi söyledi. O vicdanla da beraber o şekilde rüyam oldu.” Gizli tanık “15”in derdiyse öldürülen köpekleri: “Benim köpeklerim bir sefer öldürülmedi… Yedi tane köpeğim vardı, beş tane köpeğim vardı, parti parti öldürüldü, en son kangal köpeklerim vardı onlar da öldürüldü… bir sefer benim köpeklerim sardalya balığıyla zehirlendiği zaman sıralıydı üç tane. Daha sonradan tekrar yavru aldım, ben bu işi 10 sene yaptım çobanlığı en sonunda da Sivas Kangal’dan köpek getirdim, onlar da yok oldu gitti. Yani bir sefer olsa tamam diyeceksiniz ki, şu tarihte öldürüldü, Veli Küçük’ten mi, hayır efendim ben onu demek istemiyorum, ben diyorum ki, Veli Küçük ismini zikretmemiş olsaydım Susurluk Komisyonu’nda, bunlar benim başıma gelmeyecekti.”

NE DEND YSE ONU SÖYLE, MÜKÂFATINI AL! Hikmet Çiçek, pek çok gizli tanığın ifadesinde emniyette kendilerine söylenmesini istedikleri şeyleri söylediklerini de

ortaya koyuyor. Bunlardan biri gizli tanık “C”nin ifadesi: “Bize söylenen öyle emniyette (...) Emniyette tabii öyle anlatı... yani duydum.” İfadelerden öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon adını bile duymamış gizli tanıkların bazıları vaatlerle tanık olmaya ikna edilmişler. Gizli tanık “Ethem” o tanıklardan biri. Gizli tanık “Ethem”i çağıran savcının trafik cezalarıyla başı dertte olan gizli tanığa bir daha trafik cezası almaması için yardımcı olacağını söylediğini bizzat gizli tanık “Ethem”in ifadesinden öğreniyoruz! Kaynak Yayınları’nın “ErgenekonBalyoz Tertibi Kitaplığı”ndan çıkmış olan Ergin Saygun’un “Balyoz”, Semih Çetin’in “Bir İhanetin Öyküsü” ve Ali Türkşen’in “Kardak’ta Kahraman Hasdal’da Esir” adlı kitapları gibi Hikmet Çiçek’in “Ergenekon Tertibinde Gizli Tanıklar” adlı çalışmasının da oldukça ilgi göreceği açık. Bu kitapla “tertibin” bu zamana kadar hiç ele alınmamış bir konusu da mercek altına alınmış oluyor. “Ergenekon Tertibinde Gizli Tanıklar”da toplumun tortuları olan sabıkası bol, işsiz güçsüz bir güruhun bazı vaatlerle nasıl ikna edilip emniyette düzenlenen ifadeleri imzalamış olduklarını ve deli saçması ifadelerinden ayrıntıları bir Ergenekon sanığının kaleminden okuyacaksınız.

Çiçek’in kitab n n sunu yaz s n meslekta Soner Yalç n yazm . Yalç n, “Benim Tan d m Hikmet Çiçek” ba l yla unlar söylüyor: “Ben size çeyrek as rl k dostum, meslekta m ve cezaevi arkada m anlatmak istiyorum. Hikmet Çiçek, felaketlerin insan y k lmaz yapt n n ispat d r. Hikmet Çiçek ya am boyunca, s radan bir kötülü e mahkûm olmam t r. Hikmet Çiçek demek, soru soran bir zihne sahip olmak demektir. Hikmet Çiçek demek, emek demektir. Hikmet Çiçek inat demektir. Hikmet Çiçek her ko ulda yazmak demektir. te benim tan d m bildi im Hikmet Çiçek budur. Türkiye’yi yeniden in a etmek için kitap yazmaya devam etmektedir. Çünkü bilir ki, kitaplar vatanlar in a eden tu lalard r…”


Aydınlık KİTAP

31 MAYIS 2013 CUMA

17

Romanın cehennemi Aşk katında bir derviş: Tüketimi kolay bir kitap “Cehennem”. Ufak fikirler edinebilir, beyninizde olu an peyzajlardan keyif alabilir, irkilebilir, hatta kitab okurken sayfalar h mla çevirebilirsiniz. Kitap bitti inde ise kitapla ilgili hemen hemen hiçbir ey dü ünme gere i duymazs n z ERDEM GEZGİNCİ erdemgezginci@hotmail.com İki üç masa önüme bir adam oturdu. Çantasını koydu masaya. İçinden bir not defteri ve bir kalem çıkardı. Çay söyledi, Türk kahvesi de olabilir. Pierre Loti tepesindeydik, o İstanbul’u süzdü ben onu. Bir yandan “Bu adamı gözüm bir yerden ısırıyor” hissi, diğer yandan ritüelleri olan dingin bir yazarı yazarken seyretmenin verdiği heyecan, öylece baktım adama. Bilemezdim Dan Brown’un “Cehennem”i İstanbul’a getireceğini. Yarım saat boyunca durmadan not alan turist yazarın Dan Brown olduğunu çok sonra anladım. Bu ilginç tesadüfün gölgesinde kitabı okumak şart olmuştu tabii. Defterine düştüğü notları merak ettiğimi anımsıyorum. İşte kitapta o notları, yazarın gözündeki İstanbul’u aradım.

Dan Brown’u farklı kılan nedir? Dini hikayeler ve mistizm ilk akla gelenler. Tarihi olayların teknolojiyle buluşması ise zıtlığın verdiği enerjiden sonuna kadar faydalanıldığını gösteriyor.

B R STANBUL ROMANI MI?

Artık kronikleşmiş aşağılık kompleksinin etrafında dolaşırken tanıdık cümleler çalındı kulağıma. Yabancı bir mecrada memleketin adı geçince gözleri parlayan bizler filmlerle tam mest olmuştuk ki yemek sonrası tatlı gibi geldi “Cehennem”. Dile kolay Dan Brown son romanında İstanbul’u yüzü aşkın sayfaya taşımış. Ama nasıl? Ayasofya’yı ve Yerebatan Sarnıcı’nı merkeze alarak tarihi öğelerin eşliğinde soruları/sorunları çözmeye çalışıyor Langdon. İstanbul tasvirleri zayıf ama kullanışlı. Floransa tasvirlerinde içi İtalya’ya akan ben İstanbul’u yazarın kaleminden okuyunca hayıflanmakO LG NÇ tan vazgeçtim. RASTLANTI Binlerce hikayenin binOLMASA lerce yıldır efsaneleştiği şehir “Da Vinci Şifresi” ve arka plan olamamış roman“Melekler ve Şeytanlar” gibi da. Ayasofya’nın ve Yerebaçok satan kitapların yazarı tan Sarnıcı’nın hatırına şehBrown merak unsurunu rorin adı yazılmış hissi hâkim. manlarının hamuru yapıyor. Yerebatan Sarnıcı ve AyaBu hamurun içindeki gerilim sofya çoğunlukla İtalya’da, ve macera kısa bölümler haCehennem, Dan Brown, Paris’te bir yere kondurullinde film algısı oluşturularak Alt n Kitaplar, Çev: pek muş gibi görünüyor satırların sunuluyor. Cehennem de ay- Demir, Petek Demir, 576 s. arasında. O nadir hissedilen nen bu şekilde klasik bir ama hissedilince de insanı büHollywood sahnesiyle başlıyor ve devam edi- yüleyen İstanbul ruhu bu kitapta yok. yor. Şehirleri, nesneleri görmek kolay bu tarz romanlarda. Manzaraların uçtum kondum LANGDON ND ANA tarihini öğrenip merak ediyor insan. Ancak JONES YOLUNDA karaterler kahraman ve kahraman yardımMeşhur profesör Langdon son macecıları olarak tasarlandıklarından gerçekçi- rasıyla modern çağın İndiana Jones’u olma likten uzaklar. Haliyle tüketimi kolay bir ki- yolunda. Eğer bir kitapta daha karşımıza çıtap “Cehennem”. Ufak fikirler edinebilir, karsa Brown’un aslında yaratıcılıktan uzak beyninizde oluşan peyzajlardan keyif alabi- sadece kapitalist kaygılarla yazdığını düşülir, irkilebilir, hatta kitabı okurken sayfala- nebiliriz. Bu düşünce arefesinde İstanrı hışımla çevirebilirsiniz. Kitap bittiğinde ise bul’un Langdon’u emekli etmesini umkitapla ilgili hemen hemen hiçbir şey dü- maktan başka bir şey gelmez elimden. şünme gereği duymazsınız. Peki “CehenSon olarak Dante’nin, kitabın çıkış nem” düşündürmek için mi yazılmış? Ha- noktası olması beni Dante okumaya itti. Bir yır. Brown bu açıdan başarılı. Peki, okur dü- kitabın sizi başka bir kitaba sürüklemesi güşünmek için mi okur “Cehennem”i? Bil- zeldir. Okunan kitabın bırakılıp bahsi gemiyorum. Eğer öyleyse inanın düşünmek ve çen kitabı okuma isteği ise yazar için hoş olderinlik hissi merak unsurunu alt edecektir. masa gerek. Yine de kitabı eğlence sektöŞahsen o ilginç rastlantı olmasa ben pişman rünün bir parçası olarak görenleri memnun olmadan kitabı yarıda bırakırdım. edecektir cehennem! “Cehennem”; filmi çı“Dan Brown’un yöntemi kendine özgü kar yakında, okumaya gerek yok nidaları mü?” sorusunu sormadan olmaz. Cevabı net: arasında çok satıp milyonları kitap okumaya Değil. Birçok polisiye ve macera romanı ya- teşvik ediyor. Bu teşviğin nitelikli mi olduzarının uyguladığı bu yöntemin yanında ğu konusu tartışılır, tartışılmalı.

Kenan Sarıalioğlu

uzak yakın her nesne kendine sığınır. Sözlerin her hali büyür, yüceleşir. Aşk yarası bu kadar derin midir? Sarıalioğlu’na göre; yan yana akan iki Kenan Sarıalioğlu’nun son şiir kitabı dereden: “Temmuz Sağanakları”nı okuyorum. İçmişler birbirinin suyundan Dönüp dönüp yine okuyorum. Kitap Kanarak kanayarak boyunca insan hallerinden nesnelerin İki can bir olmuşlar… yalnızlığına uzanan yolculukta, “Şiir Böylesine derindir işte. Aşkın merneyi gizlemez?” diye hep sordum kenkezine indikçe suyun da aklı bulanıyor. di kendime. Yoklukla varlığın o ince çizO hep kendini güçlü bilen su, kanıyor gisinde bıçaktan bakan sözcüklerin derinden. Demek ki aşk, iyicil bir örtü keskin tarafına yaklaştıkça şekillerden gibi sarıyor bütün yaraları. Suyun akayrışan sözlerin duruluğu bu soruya bir lından kanın sızdığı tene geçiyoruz. cevap gibi aslında. Bir kere şiir, insanı “Şimdi unutma vaktidir, unut ve dinle” hiç gizleyemez. Aşkı da. Bu pencereden her şey yaşamak denen vedanın içinde bakıldığında “Temmuz Sağanaklagerçekleşiyor. Kalan için zor giden rı”ndaki şiir okumaları için şöyle bir için mümkün değil. Çünkü her nesne cümleyi rahatlıkla kurabiliriz. Kenan Sarıalioğlu şiiri, aşka ulaşmak için in- gidenin peşinden yas tutmakta. Günün sanı kutsayan dizeler bütünlüğüdür. Bu iyiliği diye düşülüyor kayıtlara. Oysa kan, durmadan sızıyor. dizeleri güçlendiren yan Şair, “şimdi bir kuytuda” öğeler ise; doğa ve nesnekendi yaralarına şiir merlerdir: hemi sürmekte. Dağ ve ben Kitap boyunca “kaBir ömür bekledik seni. dın” imgesi gücünü ve Beni sen diye anla konumunu koruyor. Ama dağı düşün… “Beş Vakitte Kadın” şii“Beklemek” eylemi yariyle kutsallaşıyor. Kaşamla ölüm arasında “nedın algısı ibadet derefesi hep kanayan” yaraya cesine yükseltilerek onu dönüştüğünde, koca bir dabiçimlendiren ve sevdiğın gelip şairin yüreğini işren gerek doğasal etkigal etmesi kaçınılmazdır. Cehennem, Dan Brown, leşimlere, gerekse nesGündelik hayatın gel-gitleri Alt n Kitaplar, Çev: pek nelerin varlığına eşitleyeiçinde hepimizin yaslandığı Demir, Petek Demir, 576 s. rek bir güç sembolü olabir dağ ya da hepimizin üsrak sunulmakta: tüne çöken bir dağ yok mu? Şair, bu iki İkindi vakti, nedenselliğin üzerine üzerine yürüse de Kadın balkona çıktı anlaşılamama kaygısını belleğinden Dedi ki, ağaçların bir türlü atamıyor. Ölümse beklenen, Hiç canı sıkılmaz mı? zaten bugüne kadar aldıklarıyla kendini Ölüm olgusu da şiirlerde başat bir hissettirmiş. Daha ne? Yok, hayır sev- konumdadır; sarı ve yeşil yapraklardan giliyse “ayaklarına şükür”. ibarettir. Sevdiği insanların gidişi onu“ Kadının yanağında gözkapaklarının ardında” bir yas evine Önce birkaç damla kapatır. Ölümün sonsuz bir susuş olVe ansızın duğunu pek düşünmez ve der ki: Gül döken bir sağanak… Düşündüm ki Bir başka şairin “damla kendini taKaç bin gece susmuş annem mamlayınca damlar” dizesindeki söyŞimdi konuşur belki… lemini Sarıaliğolu’nun sözcükleriyle Ölümü de aşkın katına armağan kurgularsak: Aşk kendini tamamlayın- edip yoluna devam ediyor Sarıalioğlu. ca yağar. Yazısız çağların sesinden ko- Yıldızların yalnızlığını deştikçe kendi pup gelen bir doğa olayı. Aşkla insanın varlığına ulaşıyor. Hiçlik yazgısına ya da arasında molekül bir kül. Aşka yaklaş- o hep kaybolma isteğine. Gözyaşlarıntıkça fırtına kopar mı bilmem ama dan yaptığı kuleler de birer birer yıuzaklaştıkça gülün değeri azalır. Çün- kılmakta. İnsan ancak kendisiyle yüzkü gül döken bir aşk, kutsanmıştır ten- leşerek çıkabilir bu “yalağuz” durumde. Öylesine ki, “derinden daha derin- dan. Çünkü hayatın özüne inmeyi zorden soyun” der aşka ve aşk derisinden laştıracak ne kadar özne varsa insanın soyunur şaire. Büyüyerek, anlamlaşarak, belleğinde onlarla da yüzleşmek geretanrısal boyuta ulaşarak. Tanrı çırıl- kiyor. çıplak kalır aşkın karşısında. İnsan aklı Dönüp dönüp yine okuyorum çoğalır. Evrendeki bütün izler silinir, “Temmuz Sağanakları”nı …

ÖMER TURAN


18

31 MAYIS 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

Dolambaç

Cunda Öyküleri

Çoban Ate leri

Ölümün Sesi

Gerbrand Bakker, Metis Yay nlar , Çev: Türkay Yaln z, 200 s.

Kadir Aydemir, Yitik Ülke Yay nlar , 188 s.

Kadir Türker Geçer, Bilgi Yay nevi, 608 s.

Arne Dahl, Do an Kitap, Çev: en Kaya, 368 s.

Her şeyi bir çırpıda anlatan bir roman değil “Dolambaç”; kafamızdaki soru işaretleri yavaş yavaş, Emilie’nin eski hayatına dair hatıraları ve hâlâ Hollanda’da olan kocasının onu arama süreci sayesinde siliniyor, taşlar yerine oturuyor. Bakker, duygusallığa kaçmadan okurda güçlü duygular uyandıran, yalın cümlelerle en karmaşık durumları resmedebilen, karakterlerin iç dünyalarını ve ruh hallerini uzun uzadıya anlatmadan okura “hissettirebilen” bir yazar. Anlatımın sadeliğiyle içeriğin yoğunluğu keskin bir tezat oluşturuyor. Dolambaç da bu meziyetlerden nasibini fazlasıyla almış, son derece kendine özgü, içe işleyen bir roman.

27 yazarın kaleminden “Cunda Öyküleri”... Bu kitapta birbirinden farklı, ama oradan geçen, kimi zaman denize değen, kimi zaman adanın boş sokaklarında gezinen Cunda öykülerini bir arada bulacaksınız. Ada meraklıları ve deniz tutkunları için edebiyatta yepyeni bir yolculuk fırsatı... Pek çok yazarın kaleminden birbirinden farklı zamanlarıyla, farklı sularıyla düşlenmiş aynı ada: Cunda Adası... Uzaklarda sizi bekleyen, sizi çağıran bir şeyler var... Yanınıza “Cunda Öyküleri”ni de alıp yola çıkmanın tam zamanı...

Gece zifiri karanlıkta doğada yalnız kaldığımızda bilinmeyen korkular karşısında içimiz ürperir, yüreğimiz üşür. Bu dünyada yapayalnız kaldığımızı düşünür, umutsuzluk ve korkuya gark oluruz. Sonra birden karşı dağlarda bir çoban ateşi parlar. 1919 yılı karanlıktır, hem de zifiri karanlık. Umutsuzluk iklimi İstanbul’un iliklerine kadar işlemiştir. Anadolu’da bir çoban ateşi parlar. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa Samsun’dan başlatır dünyanın en haklı mücadelesini. Çoban ateşleri döner bir yangına, güçlülerin muktedir olmadığını, zalimlere de diz çöktürülebileceğini gösterir 20. yüzyılın mazlum milletlerine. Alır taşır milletini ortaçağdan çağlar ötesine.

1990’ların ortaları. İsveç’te yaşanan büyük ekonomik krizin ardından, binlerce kişinin işten atılması ya da iflas etmesinin üzerinden çok zaman geçmemiştir. Bir seri katil, İsveçli zengin işadamlarını kendi evlerinde, iki el ateşle öldürmeye başlar. Duvara saplanan kurşunlar işin içinde Rus mafyasının olduğu şüphesini uyandırır... Başka bir ipucu da yoktur; katil bir evden alelacele çıkıp geride bir caz müziği kaseti bırakana kadar... Bu zorlu cinayet vakalarını çözmek için İsveç’in çeşitli bölgelerinden, birbirinden yetenekli altı polis memurundan oluşan, özel bir polis gücü toplanır. Bu A Takımı katili bulmak için müthiş bir takibe koyulacaktır.

Ya ama Gücü

Her A k Gibi Yar m

Sava ç n n Kameras

Baban Sana ikayet Ediyorum

Kemal Yalç n, Say Yay nlar , 272 s.

Do an Yar c , Yap Kredi Yay nlar , 140 s.

Stephen Prince, Kabalc Yay nevi, Çev: Ahmet Ergenç, 322 s.

Ordinaryüs Prof. Dr. Onur Güntürkün, dört yaşındayken Zonguldak’ta çocuk felcine yakalandı. Tedavilere Türkiye’de başlandı, Almanya’da devam edildi. Üç yıl süren tedavilerden sonra tekerlekli sandalyede oturabilir hale geldi. Halen Almanya’da Bochum Ruhr Üniversitesi, Biopsikoloji Kürsüsü Başkanıdır ve dünyanın önde gelen beyin araştırmacılarından biridir. Hayatın zorluklarını bilim aşkıyla, araştırma heyecanıyla yendi. Yaşama gücünü hiçbir zaman kaybetmedi. Onun yaşamı, umutsuzluktan umut yaratmaya örnektir. “Yaşama Gücü”, yazarın çok zorlu, aşılmaz sanılan engellerle dolu yaşamının ilginç, umutlu, örnek alınması gereken öyküsüdür.

Doğan Yarıcı’nın ince ince işlediği dilinden, gözlerine perde inenlerin gönül gözüyle gördüklerinde, hayallerde, umutlarda, korkularda Boğaz’ın kör kuytularına eğilen, sırtını unutulmaz eski filmlere dayayan yeni bir roman... Güneş alçalıp gölgeler çekildiğinde gölgelerin birleşerek konuştuğu bir semte, Beykoz’a ve gülerken bile puslu, efkârlı bakan Beykozlulara bir güzelleme. Roman kişilerini gelmiş geçmiş pek çok sinema oyuncusuna “oynatan” Doğan Yarıcı, romanın kurgusunu da bir sinema filmi gibi çatmış; romanın anlatıcısı ise yine yazar gibi bir Beykozlu: Sadri Alışık.

Akira Kurosawa tüm zamanların en büyük yönetmeni sayılır. Ona Japon sinemasının kralı demek abartma olmaz. 1981’de yazdığı biyografisinde “benden sinemayı çıkarın geriye bir hiç kalır” diyerek kendisi ile ilgili en güzel tanımı yapmıştır. Yaşamı boyunca neredeyse sanatın bütün dallarıyla ilgilenen Kurosawa, yaratıcılığının zirvesine sahne sahne düzenlediği planlarla, çekim öncesi olduğu kadar çekim sonrası çalışmalarındaki titizliği ile çıkmıştır. 88 yaşındayken Setagaya, Tokyo’da öldüğünde geride otuzun üzerinde film bırakmıştı. Sugata Sanshiro (1943), Rashomon (1950), Budala (1951), Yaşamak (1952), Dersu Uzala (1975), Ran (1985) en bilinenleriydi.

Erdal Akyazan, Destek Yay nlar , 296 s. Savcı olan babalarınız, bir iddianame hazırladı ve yargıç olan babalarınıza sundu. Dediler ki “Biz buradaki adamların suç işlediğini düşünüyoruz, delilleri topladık, onları da sunuyoruz, incele, kabul et ve yargılamaya başla!” Savcı babalarınızın hazırladığı dosya kaç sayfaydı biliyor musunuz? 60 bin sayfa. Yargıç babalarınız bu dosyayı aldı “13” günün sonunda, “İnceledik, bunlar bizce de muhtemelen suç işlemiş, kabul ettik” dedi. Onlar günde 4 bin 615 sayfa incelemişler. “Baba, gerçekten böyle mi?” diye sormak ister misiniz? Bu kitabı okuyunca Silivri’de işlerin nasıl yürüdüğüne tanık olacak, gelecek kuşaklar adına utanacaksınız...


YENİ ÇIKANLAR

Aydınlık KİTAP

31 MAYIS 2013 CUMA

19

K s k Ate te

Caz Ça Öyküleri

Milyonluk Manzara

PenCeren

Gülnur Vural, E Yay nlar , 165 s.

F. Fitzgerald, Everest Yay nlar , Çev: Ülker nce, 352 s.

Kolektif, leti im Yay nevi, 264 s.

Ceren Öztürk, nk lâp Kitabevi, 128 s.

Bildiğini sandıklarınla ördüğün duvarların; aslında sınırlarını belirliyor. Sınırların dışında kalan olasılıklar ise hâlâ orada öylece geziniyor. Kimileri geç olsa da bunu fark ediyor ve kendini kafesleyen bu duvarı örmekten vazgeçiyor. Genişliyor, genişliyor ve genişlemeye devam ediyor... Sonsuzluğun içine yayılıyor. Sonsuz olasılıklar arasından artık dilediğini seçebiliyor. Okudukça her birimizin bunları sorgulamasına neden olacak bir kitap. Hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkan gizemli yolcu ve yarattığı tuhaf karmaşa... Ve tüm okuyanların ayağını yerden kesecek bir aşk. Bu aşka eşlik eden muhteşem bir müzik ve gökyüzünde parlayan o yıldız.

“Caz Çağı Öyküleri”, başta “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi” olmak üzere, F. Scott Fitzgerald’ın en bilinen öykülerini bir araya topluyor. “Ritz Büyüklüğünde Bir Elmas”, “1 Mayıs” ve diğerleri, Fitzgerald’ın kitabın birinci baskısında “İçindekiler” sayfasına düştüğü notlarla birlikte, ilk defa bir bütün olarak Türkçede. Fitzgerald, 1922’de yayımlanan bu ikinci öykü derlemesinde, “Gürültülü Yirmiler”in, hem refah içinde yüzen hem de refah içinde yüzenlere gıptayla bakan insanlarını anlatmayı sürdürüyor. “Uçarı Kızlar ve Filozoflar”ın devamı niteliğinde sayılabilecek olan “Caz Çağı Öyküleri”, Ülker İnce’nin yetkin çevirisiyle Everest Klasikler’de.

Kentsel dönüşümün ortaya çıkardığı manzara nedir? Hem mecazi anlamıyla, nasıl bir manzara: Nasıl bir mekânsal düzen, nasıl bir sosyal ilişki örgüsü, nasıl bir sınıfsal-toplumsal doku? Hem de düz anlamıyla, nasıl bir manzara: Nasıl bir peyzaj, nasıl bir coğrafya, nasıl bir kent resmi? Bu kitaptaki fotoğraflar ve yazılar, farklı cephelerden, farklı dillerle, kentsel dönüşüm rejimine bakıyor. Fotoğraflar, kentsel dönüşüm manzarasını görkemli tekinsizliğiyle gözümüzün önüne seriyor. Akademisyenler, mimarlar, gazeteciler, kentsel dönüşümün analizini yapıyor. Edebiyatçılar, “hissedilen” kentsel dönüşümü anlatıyor.

Düş kadar ince dizeler ve o dizelere eşlik eden fotoğraflar elinizdeki kitapta bir araya geldi. Artık hepimizin bir penceresi var... Oradan uzaklara dalgınlıkla bakıp iyilikleri çoğaltabileceğimiz bir pencere. Ama henüz perdeleri açılmamış. Perdeleri aralayıp içeri bakmanın vaktidir artık. Sözler yüreğin, fotoğraflar da gözlerinse eğer haydi perdeleri aç. Sözlerle düşün fotoğraflarla düşlen.Yaslan düşlerine.. Çık pencerene, düşler yeşersin bahçemizde. Kendini anlamak için sen de bak “PenCeren”den.

Alper Kamu Cehennem Çiçe i

Genç Türkiye n a Edilirken

Hatas z Dü ünme Sanat

Leviathan Uyan yor Enginlik Serisi 1. Kitap

Alper Can güz, April Yay nc l k, 224 s.

Ernst Egli, Bankas Kültür Yay nlar , Çev: Güven Uçer , 384 s.

Rolf Dobelli, NTV Yay nlar , Çev: It r Arda, 196 s.

James S. A. Corey, thaki Yay nlar , Çev: Cihan Karamanc , 512 s.

Alper Canıgüz’ün eşsiz kahramanı Alper Kamu’yla birlikte her türlü şiddetin hüküm sürdüğü bir atmosferde, kırık hayatların, küllenmiş aşkların ve daha nice esrarın peşinde kara mizahla yüklü yeni bir yolculuğa çıkıyoruz. Kahramanımız, bu kez bir çocuğun ölümü ve eski bir aşk hikayesinin ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmak için uğraşırken, “İnsanlığa dair kavrayışımızı biraz daha ileri götürmeyecekse bir cinayeti çözmenin ne anlamı var ki?” diyen bir dedektife yakışacak şekilde, adalet kavramımızı sorguluyor. Alper Canıgüz’den kahkaha ve gözyaşının iç içe geçtiği büyülü bir serüven.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri, 1927 yılında önemli bir karar alır: Eğitim ve kamu binaları bundan böyle çağın en gelişkin örneklerine uygun biçimde tasarlanacak ve inşa edilecektir. Mevcut mimar kadrolarıyla en yeni teknikleri yakalamak ve uygulamak kolay olmadığından, bu iş için yabancı uzmanlar davet edilir. Viyanalı genç mimar Ernst Arnold Egli de gelenler arasındadır. Türkiye’deki gezileri ve bilimsel gözlemleri sonucunda yazdığı iki kitapta, Mimar Sinan’ı ve Türk ev kültürünü uluslararası akademik camiaya ilk kez tanıtır. 1953 yılında, bu kez bir BM programı çerçevesinde gelir, Anadolu’yu gezerek farklı yörelerini keşfeder.

Beynimiz avcı ve toplayıcı bir yaşam için optimize edilmiş. Günümüzde ise kökten farklı bir dünyada yaşıyoruz. Bu durum sistematik düşünce hatalarına sebep oluyor ve bu hatalar paranız, kariyeriniz, mutluluğunuz için feci sonuçlar getirebiliyor. Ne kadar kolay yanılabileceğini bilenler daha donanımlıdır: Rolf Dobelli, tekrar tekrar tuzağına düştüğümüz en sinsi “düşünce hatalarını” mercek altına alıyor. Ve bize şu soruların cevaplarını veriyor: Kendi bilgimizi neden sistematik olarak gözümüzde büyütürüz? Neden bir şey, sırf milyonlarca insan doğru buluyor diye olduğundan daha doğru değildir?

İnsanlık güneş sistemini -Mars’ı, Ay’ı, Asteroit Kuşağı’nı ve de ötesinikolonileştirmiştir. Fakat yıldızlar hâlâ erişilmezdir. Jim Holden Satürn’ün halkaları ile Kuşak’taki maden istasyonları arasında mekik dokuyan bir buz şilebinin idari subayıdır. O ve mürettebatı Scopuli adındaki terk edilmiş bir gemiye rastladıklarında korkunç bir sırla karşılaşırlar. Bu birileri için uğruna cinayet işlenecek bir sırdır. Jim gemiyi oraya kimin ve niye bıraktığını bulamazsa güneş sisteminde savaş çıkacaktır ve şans onlardan yana değildir. Fakat Kuşak’ta farklı kurallar geçerlidir ve küçük bir gemi bile evrenin kaderini değiştirebilir.


Aydınlık KİTAP

Öl üm sü zlü ü nü n

20 da

n Y l . 0 5

ÇOCUK - GENÇ

Çocukların ve masalların Nâzım’ı

“Sevdal Bulut”, bir a k masal görünümünde olmas na ra men, kendi topra n eken emekçi bir kad n, kad n ve topra n ele geçirmeye çal an at üstünde bir zorba ve kad n n eme ini zorbaya kar koruyan mücadeleci bir adam n öyküsünü anlat yor İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, SSCB’de Soyuzmultfilm adlı bir yapım şirketi, hazırladıkları bir çizgi filmin geçtiği coğrafyayla alakalı bilgi almak için Nâzım Hikmet’in kapısını çalıyor. Nâzım Hikmet’se onlara bilgiden daha fazlasını, bütün bir senaryoyu hazırlayıp verebileceğini söylüyor. Halkbilimci Pertev Naili Boratav’ın, zamanında öğrencilerine anlattığı masalları derleyip toparlayıp “Sevdalı Bulut”u hazırlıyor. “Sevdalı Bulut”, önce çizgi film olarak yayınlanıyor, kukla gösterileri yapılıyor, 1979’da bir milyon adet basılıp ücretsiz olarak dağıtılıyor, UNESCO tarafından Özel Ödül’e ve Simavi Vakfı Dünya Çocuk Yılı Özel Ödülü’ne layık görülüyor. Bir yıl sonra da 12 Eylül’le gelen yasaklı kitaplar arasına giriyor. 1991-1992 yıllarında Genco Erkal’ın kurup yönettiği Dostlar Tiyatrosu tarafından, 2005’te kaybettiğimiz Mehmet Ulusoy’un oyunculuğuyla sahneye taşınıyor. Yıllar sonra, Nâzım Hikmet’in Türkçede yayımlanmamış, yitik sanılan çoğu eserini günışığına çıkaran M. Melih Gü-

neş’in, Vera Tulyakova’nın evinde Sevdalı Bulut filminin bir kuklası olan Ayşe Kız’ı fark etmesiyle başlayan yoğun çalışmalar ve arşiv taramaları sonucu, kayıp zannedilen çizgi filmler bulunup yayın hakları satın alınıyor ve Yapı Kredi Yayınları tarafından Nâzım Hikmet’in 111. doğum yılına ve 50. ölüm yılına özel baskıyla kitap halinde yayımlanıyor. Cem Kızıltuğ’un sevecen çizimleri, yıllar öncesinde hazırlanıp da Nâzım Hikmet’in içine pek de sinmeyen çizgi filmlerdeki donuk suratlı Sevdalı Bulut’a biraz daha can getirmiş.

YALAN SÖYLEMEYEN MASALLAR Kitaba adı verilen “Sevdalı Bulut” masalı, diğerlerine göre, Nâzım Hikmet’in toplumcu söyleminin en net hissedildiği masal. Masal anlatma yöntemlerini kullansa da, birçok masalı yeniden kurgulayarak, dünya görüşü doğrultusunda birtakım değişiklikler yaparak, geleneksel halk masallarındaki gerçek dışı ögelerden faydalanırken özünde gerçekçilikten kopmadan yazdığı “Sevdalı Bulut”, üstmetinde bir aşk masalı görünümündeyken, altmetinde kendi toprağını eken emekçi bir kadın, kadını ve

toprağını ele geçirmeye çalışan at üstünde bir zorba ve kadının emeğini zorbaya karşı koruyan mücadeleci bir adamın öyküsünü anlatıyor. Nâzım Hikmet masal tekniğine getirdiği yenilikle, modern dünyanın bireylerini, içinde bulundukları masalsı dünyadan uyandırmak istemiştir. Bunu kitabın önsözünde ve masalın sonunda kahramanların ağzından açıkça dile getirir. Masal, bir dervişin elindeki neyi üfleyerek Ney Ülkesi’nin yaratmasıyla başlıyor. Derviş neye üfledikçe neyin deliklerinden dağlar, ovalar, nehirler fışkırıyor. Derviş, kötü ruhlu Kara Seyfi’yi üfleyip at üstüne koyuveriyor, ardından güzeller güzeli Ayşe Kız’ı küçük bahçesine gönderiyor. Kara Seyfi, Ney Ülkesi’nde sahip olamadığı tek toprak Ayşe Kız’ın bahçesi olduğu için, her gün daha da artan bir hırsla gelip Ayşe’nin kapısına dayanıyor. Ayşe ise emek verdiği bahçesini Kara Seyfi’ye vermemekte direniyor. Ardından neyin deliğinden bahçenin üstüne doğru bir bulut yaklaşıyor. Ayşe Kız’ı görüp de sevdalanana kadar adı sanı olmayan bu bulut Sevdalı Bulut oluveriyor... “... Ayşe kız bir öpücük yolladı parmaklarının ucuyla buluta. Ayşe kızın

Ho geldin Ali

Kumdan Sal ncak

Flamingo Çocuk

Gelecek bütün çocuklarındır! Hoşgeldin Ali bir çöp kutusuna terk edilen çocuklardan biri. O şanslı çünkü onu çok seven bir anne ve baba buldu. Ya diğerleri? Bütün çocukların bir yuvaya ihtiyacı vardır ve buna hakkı da vardır. “Çocuklar bizim geleceğimizdir” derler; aslında onu şöyle söylemek gerekir: “Gelecek bütün çocuklarındır. Necdet Onların gelecekNeydim, lerini çalmayın!” Can Çocuk -Necdet Neydim-

Öyküleri ve romanlarıyla büyük bir okur kitlesi yakalayan Hanzade Servi, terk edilmiş bir oteli merkez aldığı “Kumdan Salıncak” adlı kitabında, önemli bir soru üzerine düşünmeye yönlendiriyor okurlarını: “Bir kitap, kaderi değiştirebilir mi?” Yazara göre, eğer kum taneciklerinin sonsuzluğa taşıdığı yalnız bir kızın hazin öyküsünü okuyan iki kardeşin kaderini değiştirmeyi başardıysa bu düşünce Hanzade mümkün olabilir. Servi, Tudem Ancak yine de buna Yay nlar , inanıp inanmamak sizin elinizde. 240 s.

Doğa öyküleri serisinin ilk kitabında, kocaman bir kuş yumurtasının peşine düşen Barkın’ın flamingo çocuk olma hikâyesi anlatılıyor. Hem Barkın’la birlikte keyifli bir macera yaşayacaksınız hem de flamingolar hakkında pek çok şey öğreneceksiniz. Bir flamingonun Mehmet F rat sırtına binip Pürselim, uçmak için Aya Kitap, daha ne bekliyorsunuz? 48 s.

Yay nlar , 56 s.

öpücüğü buluta ulaşınca, bulut şöyle bir şaşırdı. Ama sonra toparlandı, koskocaman bir gül biçimini aldı. Gökyüzü gökyüzü olalı, bu mavi atlasa böylesine güzel, böylesine iri ak bir gül açmadı. Ayşe kız bu ak gülü hayran hayran seyrederken, bulut yine kımıldadı, yayıldı, toparlandı, yürek biçimini aldı, yani bulut oldu yine.” İyi okumalar diliyoruz.

Sevdal Bulut, Nâz m Hikmet, Yap Kredi Yay nlar , 109 s.

Hera ve Herakles’in Görevleri Tanrıların Kralı Zeus’un korktuğu tek bir şey var. Bu ne çok kafalı Hydra ne de çevresine dehşet salan devlerden biri. Zeus’u korkutan, kudretli ve kıskanç kardeşi Poseidon da değil. Canavarlar, tanrılar, Titanlar bunların hiçbiri Tanrıların Kralı’nı endişelendirmiyor. Zeus’un bu dünyada korktuğu tek şey var, o da karısı Hera. Hava ve gökyüzünün tanrısı, kudretli Herakles’in George başının belası Hera... O’Connor, 1001 Acaba Hera’nın o muazÇiçek Kitaplar, zam öfkesi, kudretli eşi Çev: Meltem Zeus’u alt etmesi için yeÖzdemir, 80 s. terli olabilir mi?


BABIL BALIĞI

Aydınlık KİTAP

İnsanlığın sonuna kesilen ilk bilet M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Sahip olduğum bütün bilgi, başkaları tarafından da elde edilebilir. Fakat kalbim, yalnız benimdir.” Johann Wolfgang von Goethe Elektriğin ve manyetizmanın keşfiyle birlikte, 1771 yılında Luigi Galvani, ölü kurbağaların bacaklarına elektrik vererek kıpırdanmalara yol açan bir dizi deney gerçekleştirir. Daha sonra tıp alanında, resusitasyon uygulamalarında, günümüzde de kullanılacak yeni bir dönem başlar. Gelgelelim 19. yy. insanında elektrik ve beraberinde getirdiği yenilikler farklı şekillerde algılanmıştır. Dönemin insanlarının büyük çoğunluğunun günlük yaşantısında henüz yer bulamadığından, elektrik, yarı gizemli, canlıları öldüren, ölüleri dirilten ve gerçekliği bükebilen bir “şey” olarak algılanmıştır. 1816 yılında, bir grup ünlü düşünür ve sanatçıyla hayatının bir bölümünü beraber geçiren Mary Shelley’in Frankenstein’ı, grup kendi arasında eğlence amaçlı bir korku öyküsü yarışması düzenlemişken, işte böyle bir dönemde ve gördüğü bir kâbusun etkisiyle ortaya çıkar. İlk olarak 1818 yılında yayımlanan kitabın günümüze kadar onlarca farklı versiyonu basılmıştır (ne yazık ki ülkemizde de bazı yayıncılar, farkında olarak veya olmayarak, bu sonradan düzenlenmiş versiyonları tercüme ettiler). Henüz 19 yaşında modern bilim kurgunun ilk örneklerinden birini kaleme alan - ki elbette öykü aynı zamanda gotik edebiyatın ve romantizm döneminin izlerini de fazlasıyla taşımaktadırMary Shelley’in, kendisine dünya çapında, günümüzde de süren şöhretini sağlayan bu eserinden daha az bilinen, bir başka önemli eseri - ki kanımca, hem bilim kurgu tarihi hem de edebi açıdan daha önemlidir“Son İnsan”dır (The Last Man). 1960’larda akademik olarak yeniden gün yüzüne çıkarılıncaya kadar ne yazık ki bütün dünyada göz ardı edilmiş ve yazıldığı dönemde sertçe eleştirilmiştir. Yıllarca çevrilmemesine şaşırdığım eseri, nihayet Can Yayınları dilimize kazandırdı ve bu nedenle önlerinde şapka çıkarıyorum.

ROMANT ZM DÖNEM N N KORKULARI Mary Shelley, kısmen Sanayi Devrimi’ne, Aydınlanmanın değerlerine ve rasyonalizme tepki şeklinde ortaya çıkan romantizm döneminin içine doğmuştur. Hem yaşadığı dönem, hem bireysel ilişkileri göz önüne alındığında yazarın bu akımdan etkilenmesi kaçınılmazdı. Alman romantizminin aksine milliyetçiliği çok az barındıran ve Fransız romantizmiyle kardeşlik taşıyan İngiliz romantizminin önemli yazarları arasında John Keats, S. T. Coleridge, William Blake, William Wordsworth ve nihayetinde Mary Shelley ve eşi Percy Bysshe Shelley sayılır. Bizim edebiyatımızda ise biraz geç şekilde Tanzimat dönemiyle izleri görülmeye başlayan romantizmin, insanlığa, geleceğe ve bilime yönelik korku ve endişeleri, elbette güzellik ve estetik anlayışıyla birlikte Mary Shelley’in yazınının temelini oluşturur. Te-

matik dokunuşları Shelley’i konumlandırmada, günümüzde farklı algıların da yolunu açar. Değindiğimiz gibi modern bilim kurgunun ilk örneklerinden sayılan “Frankenstein”, aynı zamanda bilime yönelik korkuyu ve endişeyi de dile getiren bir romandır. Modern bilimkurgunun ilk örneği olup olmadığı tartışmaları süredursun, ezbere ansiklopedik bilgileri tekrarlayan pek çok eleştirmenin göremediği farklılık ise şuradadır; “Frankenstein”, “insan nedir?” sorusunu içeren ilk bilimkurgu romanıdır. Bilimkurguda yıllar sonra pek çok modern örneğin izleyeceği bir geleneğin başlangıç noktasında bulunur.

VE B R A IT Mary Shelley’in romantizmden ziyadesiyle beslenmiş gotik kaleminden çıkan bir diğer eseri “Son İnsan” da yine modern bilimkurgunun pek çok alt türünü ve geleceğini şekillendiren, öncü bir romandır. İnsanlığın sonu ve kıyamet söylencesi elbette insanlık kadar eskidir. Primitif korkulardan, ilk yazıtlara, dini söylencelere kadar devam eden bir son bulma korkusu – Mary aynı zamanda şaşırtıcı deShelley recede coşkusu– süregelmiştir. “Frankenstein”dan 10 yıl, eşi Percy Shelley’i kaybettikten ise birkaç yıl sonra kaleme aldığı “Son İnsan” romanında, yazar, insanlığın yok oluşunu ele alan, apokaliptik ilk romanı kaleme alır. Halihazırda kaybettiği insanlarla içine düştüğü yalnızlık ve soyutlanma duyguları, romantizminden kaynaklanan “sanatçının bir başına kalma duyguları” ile de bütünleşir. Şiirlerden alıntıları da sıkça kullandığı şiirsel bir anlatının içerisinde, çaresizlik, yalnızlık, bir güzelliği kaybetme duygularının karşısında, artık modern örneklerinde ye-

31 MAYIS 2013 CUMA

21

Son nsan, Mar y Shelley, Can Yay nlar , Çev: Belk s Ko rkmaz, 610 s.

rini umutsuzluğa bırakan “umut” duygusu da bulunur. Günümüzün gerek apokaliptik, gerek post-apokaliptik bilimkurgu örneklerinde, gerekse apokalipsten kısmen beslenen korku öğeleriyle de bezenen “zombi” öykülerinin barındırdığı çaresizlik ve yalnızlık kalıplarının ilk temeli, Shelley’in ilk olarak 1826 yılında yayımlanan romanıyla atılmıştır. Elbette daha sonra E. A Poe (“Eiros ve Charmion’un Konuşmaları” öyküsü, 1839) Richard Jeffries’in (“Londra’dan Sonra” romanı, 1885) ve nihayetinde Richard Matheson’a (“Ben, Efsane” romanı, 1954) gelinip türün bütün kalıpları oluşuncaya kadar, daha pek çok yazarın katkılarından bahsetmek de mümkündür. Kayıplarının kendisine hissettirdiklerini romanına yansıtan Shelley, aynı zamanda kayıplarını, romanındaki karakterler haline getirmiştir. Üç bölümden oluşan romandaki Lord Raymond karakteri, gerçekteki Lord Byron’ın hayatını neredeyse adım adım takip etmektedir. Adrian karakteri, eşi Percy Shelley’i temsil etmektedir. Aynı şekilde Perdita, Shelley’in üvey kardeşi Claire’i temsil eder ve son insan, Lionel Verney ise Shelley ile sıkı bir otobiyog-rafik ilişki içindedir. Shelley günlüğünde, Son İnsan’dan, “ikinci benliğim, yoldaşlarımın benden önce ölmesiyle sevgili bir gruptan geri kalan yadigâr,” olarak söz eder. Apokaliptik unsurlarında ise sonraki pek çok modern örnekten farklı olarak, Shelley’in apokalipsi, insan hayatının tamamen yeryüzünden silinmesinin yanında ele aldığı, aynı zamanda insanlığın geleceği ve ulaşabileceği yüksekliklerin ihtimalinin de yok olmasına dairdir. Bir bakıma, romantizme yakılan bir ağıttır ve aynı zamanda romantizmin politik duruşuyla da iç içedir. Shelley’e göre insanlar tek tip bir kalabalıktan ibaret değildir; takdire şayan insanların yanında, dikkate değmez insanlar da mevcuttur. Modern demokrasilerin çoktan aştığı, herkese eşit muamele etme ilkesinin, herkesi aynı kefeye koyma şeklinde çarpıtıldığına dair endişe ve dönemin korkularının, bunların karşısındaysa sanatın ve estetiğin çaresiz kalışına ilişkin bir karamsarlık da mevcuttur. Umut, sanatla yeşermekte, buna karşın kolektif çaba yetersizliğinin altında ezilmektedir. Haftaya görüşmek dileğiyle…


22

Aydınlık KİTAP

31 MAYIS 2013 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? “İnsan bir başka insanı ne zaman sahiden ‘öğrenebilmiş’tir ki? Belki de öğrenmenin imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman! O zaman da insanın ulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.”

a) b) c) d) e)

John Fowles - Fransız Teğmenin Kadını James Agee - Ailede Bir Ölüm Iris Murdoch - Ağ Donna Leon - İnancın Ölümü Kaja Silverman - Görünür Dünyanın Eşiği

2

“Acımak nedir bilen bir insandı; insanlara karşı değildi acıma duygusu. Büyük bir hüner değildi çünkü insanlara karşı acımalı olmak. Kitaplara acımasını biliyordu. Zayıfları ve ezilenleri bağrına basıyordu. Tanrının toprağındaki terk edilmiş, yitik, son varlıklara kapısını açıyordu.”

a) b) c) d) e)

Howard Fast - Özgürlük Yolu

3

“İnsanlar toplumsal hiyerarşide yeteneksizlikleriyle orantılı olarak yükselseler, sizi temin ederim ki dünya şimdiki gibi dönmez. Ama sorun burada değil. Bu cümlenin söylemek istediği şey, yeteneksizlerin yerinin en tepe olduğu değil, hiçbir şeyin insan gerçekliğinden daha sert ve adaletsiz olmadığıdır.”

a) b) c) d) e)

Elias Canetti - Körleşme Jean Paul Sartre - Sözcükler Maksim Gorki - Artamonov Ailesi M. Otero Silva - Ve Gözyaşlarınızı Tutun

Cuniçiro Tanizaki - Anahtar Italo Svevo - Hayat İşte Thomas Mann - Değişen Kafalar Alessandro Baricco - Emmaus Muriel Barberry - Kirpinin Zarafeti

Bu haftan n do ru yan tlar :

1-(c) 2-(b) 3-(e)

1

BULMACA ev ya am n , festivalleri ya da içki sahnelerin betimleyen yap tlara verilen ad - Rusça’da “evet” - Arapça’da “ben” 5. Direkler üzerine kurulmu zahire ambar - sviçre’de bir nehir - “Rikkat ...” (bir tezhip sanatç m z) 6. Yineleme - Sak nca, engel, uymazl k - Herhangi bir sefer için merkez olarak seçilip ona göre donat lm olan yer 7. Ayr cal k tan nm ayr tutulmu -

Lümen (k sa) - Seciye, karakter 8. Aktinyum’un simgesi Türk Standartlar Enstitüsü (k sa) - Lübnan’ n plakas 9. Anma, hat rlama Arnavutluk’un plakas Evin bir bölümü - Bir say 10. Bir cümlede bildirilen eylemin yap c s veya halin olucusu durumunda bulunan kimse veya ey - Kaleme al nan öneri, proje 11. htiyaçlar devletçe kar lanan onba ve çavu rütbesindeki

r ht mlarda halat ba lamaya yarayan, sa lam mapalara geçirilmi demir halka Paraguay çay 7. Bir cetvel türü - Bir meyve sim - C va’n n simgesi 8. Mesafe - ri saman 9. Oy - Rubidyum’un simgesi Bulut 10. Sevinçli, ne eli - “Thomas ...” (Çorak Ülke, H ristiyan Toplumu Dü üncesi, iir ve Tiyatro adl eserlerin sahibi Nobel ödüllü [1948] Amerikan as ll ngiliz air) - Laka ile cilalanm 11. Bir soru sözü - K s r, verimsiz YUKARIDAN A A IYA srail kuzusu da denilen tav an 1. Ard ç a ac n n meyvesi irili inde bir memeli hayvan Üzeri emayla kaplanm olan 12. Sahip, malik - Ak l Ak lla ilgili H rvatistan’da bir liman 2. Kemer, bele ba lanan ku ak kenti - Nihayet Kuyruk sokumu kemi i - Otlar 13. Fizik, kimya, matematik ve 3. Vilayet - El s k ma biyolojiye verilen ortak ad At n en h zl ko ma biçimi srail’in plakas - Kabaca i te 4. Astarl k bir kuma türü - Birbirini orada - Skandiyum’un simgesi tamamlayan iki tekten olu an 14. Bir tak n n as l süslemeye Fas’ta bir rmak - syankar tak lan mücevher, madalyon vb. 5. Ah ap, mermer ya da ta bölümü - Ordu (k sa) levhalar kafes biçiminde oyarak Fransiyum’un simgesi bezeme - Tellerine bir çift küçük tokmakla vurularak çal nan çalg 15. Diki te kullan lan pamuk ipli i - Resimdeki yazar n bir eseri 6. Sanca , yelkeni ya da sereni Resimdeki yazar n bir eseri a a alma - amand ralarda, asker - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - Mahalle (k sa) 12. Geri; pe - Dayan lacak ey, ilke - Lantan’ n simgesi Ba lama, mazur görme 13. Kesimevi, mezbaha - Sinema, tiyatro, konser gibi sanat dallar nda yap lan gösterilerden gösterilerin her biri Radon’un simgesi 14. Favori - Toryum’un simgesi Berkelyum’un simgesi Osmiyum’un simgesi 15. Resimdeki yazar n bir eseri

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Resimdeki yazar n bir eseri 2. Bir kumanda alt nda ayn görevi üstlenmi sava gemileri veya uçaklar - Bir nota Cinsiyet - Bir nota 3. Köpek - Yer k r , yer çatla Avuç içi - Zihince ve bedence ortaya konulan çaba 4. “... King Cole” (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) - Avrupa resim sanat nda günlük ya am ,


Aydınlık KİTAP

31 MAYIS 2013 CUMA

23

Batılı ırkçı paradigma: “Kara Güneş” “Kara Güne ”, neo-liberal sistemin Bat dünyas nda ortaya ç kard ekonomik, sosyal ve siyasal krizler içerisinde görünür olan gerici- rkç hareketlerin dü ünsel yap lar n nas l in a ettiklerine odaklan yor DR. AHMET KERİM GÜLTEKİN Şu günlerde NTV’de yayımlanan ve BBC yapımı olan “Hitler – Öldüren Karizma” isimli belgesel, Adolf Hitler’in “milyonları nasıl etkilediği ve felaketlere nasıl ikna ettiği” sorularının yanıtını, kişilik özelliklerine odaklanarak bulmaya çalışıyor. Dönemin tarihsel, siyasal ve sosyal atmosferinden ziyade, Hitler’in “karizmatik kişiliğini” yaratan kişisel özelliklerini irdeleyen belgesel, bu yönüyle ilgi topluyor. II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da ve Anglo-Sakson dünyasında dönem dönem nükseden popülerliğine benzer şekilde Hitler, Türkiye’de de ilgi odağı olabiliyor. Örneğin 2005 yılında Hitlerin Kavgam isimli meşhur kitabı, en çok satanlar listesinde, dikkat çekici biçimde, 5. sıraya kadar ulaşmayı başarmıştı. Bu durum, Almanya’da neredeyse sistematikleşen neo-Nazi cinayetlerinde yurttaşlarını kaybeden Türkiye için önemli bir çelişki gibi görünüyordu.

NAZ Z M BENZE MES YLE GELEN LG

hemen bir benzerini de geçtiğimiz yıl Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan “Nazizmin Gizli Kökenleri” isimli ünlü kitabında profesör Nicholas GoodrickClarke da Avrupa ve Kuzey Amerika toplumları için yapıyordu. Özdağ, mealen, I. Dünya Savaşı’nda emperyalist hedeflerine ulaşamayan ve savaşın bedelini ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel boyutlarda ağır şekilde ödeyen Almanya’nın savaş sonrası dünya düzeninde kendisine yeniden yer ararken, Nazizmin umutsuzluğa, karamsarlığa ve çözümsüzlüğe sürüklenen Alman halkı için ustalıkla “Ari ırkın” haricindeki tüm halkları ötekileştirerek ve yaşadıkları yıkımdan sorumlu tutarak, onları harekete geçirebilecek ideolojik bir dayanak yarattığını söylüyordu. Devamla, bu düşüncesini (2005 koşullarında) PKK’nin askeri anlamda önemli ölçülerde geriletilmesine karşın AKP hükümetlerinin uygulamaya başladığı politikalarla “meşrulaştırılmasına” karşı ortaya çıkan öfkenin (ve karşıtında, gelişen Kürt milliyetçiliğinin), benzer gerici bir harekete yönlendirilebileceği öngörüsüyle kıyaslıyordu.

İncelikli bir hükümet komplosu ve seçim aldatmacası akabinde işbaşına geçirilen AKP hükümetlerinin henüz ilk yıllarıydı. Üstelik liberallerin ve girişimci muhafazakârların “demokrasi” ve “özgürlükler” söylemleriyle sürdürdüğü yı- KEND N YEN DEN kıcı, ayrıştırıcı politikalar henüz bugün- ÜRETEN F K RLER Nazi düşüncesinin gelişiminin tarihsel, kü kadar yıpranmamıştı. Yine de yarım asır öncesinde 70 milyona yakın insanın ekonomik, toplumsal ve kültürel boyutlarını birbirinden ayırmayaşamına mal olmuş dan ve fakat daha ziyade oremperyalist saldırtaya çıkışında etkili olan ganlığın en önemli etno-kültürel ve mitik fakgerici ideoloji kaytörlerin izini süren Nicholas naklarından olan NaGoodrick-Clarke da Türkzizmin, Türkiye’de de çeye çevrilen ilk kitabında yeniden ilgi görmesi, benzer görüşler ileri sürbazı yazarlarca AKP mekteydi. Yazar bu kitaTürkiyesi’yle ilişkilenbında, I. Dünya Savaşı öndirilmiş ve birçok tarcesinde, Avusturya ve Altışmayı da beraberinde man milliyetçi hareketlegetirmişti. Fakat burinde hâkim olan dincigünler açısından bagerici düşüncelerin, yüzkıldığında kanımca yılın başlarında gelişmekaralarında en dikkat te olan emperyalist kapiçekici olanı, dönemin talizminin liberalizm, serAkşam gazetesi yazarı an Kültleri, best piyasa ekonomisi, geÜmit Özdağ’ın yaptığı Kara Güne – Ary lik Ezoterik Nazizim ve Kim niş ölçekli sanayi, yeni metbenzeştirme idi. Zira bu od as Go rick- ropoller, yeni sosyolojik tartışmanın üzerine Politikalar , Nichol di Yay nevi, olgular, sömürge uluslaodaklandığı toplumsal- Clarke, K rm z Ke s. Çev: K vanç Güney, 488 rın uyanışı gibi toplumsal siyasal tepkinin hemen

hayata giren yenilikler ve karmaşıklık karşısında tehdit altında olduklarını düşünen gelenekçi grupların hareketiyle birlikte kendisini yeniden nasıl ürettiğini açıklıyordu. II. Dünya Savaşına uzanan yolda Nazi hareketi, bu dinsel özden fazlasıyla beslenecekti. Yazar benzer tehdidin ve gerici düşüncelere meyletmenin; bir yüzyıl sonra, bu kez küresel kapitalizmin “neo-liberalizm” durağında; Batılı toplumlar için “çokkültürlülük”, “küreselleşme”, “göç”, “azınlık hakları” gibi tartışmalarla karakterize olan güncel kriz dönemlerinde ortaya çıkan kaygıyla birleşerek yeniden kendisine yaşam alanı açtığını tartışıyordu.

BATI DÜNYASINDA A IRI SA CILI IN ANAL Z Nicholas Goodrick-Clarke, geçtiğimiz haftalarda yine Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından (Kıvanç Güney’in çevirisiyle) çıkarılan “Kara Güneş – Aryan Kültleri, Ezoterik Nazizim ve Kimlik Politikaları” isimli dikkat çekici çalışmasında ise II. Dünya Savaşı sonrasında, yeni tipteki ırkçılık hareketlerinin gerek Kıta Avrupası’nda gerekse Anglo-Sakson dünyasındaki gelişimini ayrıntılı biçimde irdelerken, bu kez Aryan mitoslarının, ezoterik sembollerin ve gizemci fantezilerin nasıl işlevselleştirildiğine odaklanıyor. Yazar ayrıca, küreselleşmenin ulaştığı boyut itibariyle, Avrupalı uluslar ve özel olarak da Amerika için, ezilen dünyadan bu coğrafyalara farklı şekillerde yönelen

“göç” olgusuyla ilişkili olarak ortaya atılan “çok ırklılık” tartışmalarının da artık “dinsel” bir nitelik taşıdığını iddia ediyor. İşte bu bağlamda “Kara Güneş”, neo-liberal sistemin Batı dünyasında ortaya çıkardığı ekonomik, sosyal ve siyasal krizler içerisinde görünür olan gerici-ırkçı hareketlerin düşünsel yapılarını nasıl inşa ettiklerine odaklanıyor. Gerek aşırı sağcı siyasi hareketlerin körüklediği “yabancı düşmanlığı”nda gerekse Batılı ulusal hükümetlerin güncel “işgalci”, “sömürgeci” politikaları bağlamında, Aryan kültlerin izini büyük bir ustalıkla sürüyor. Bu dinsel düşüncelerin nasıl ve hangi koşullarda yeniden üretildiğini ve kontrol edildiğini açıklıyor. Kitapla ilgili olarak belirtilmesi gereken son derece önemli bir husus da yazarın “alan çalışmasına” dayalı olarak araştırmalarını değerlendirmiş olmasıdır. Goodrick-Clarke, konuyla ilgili hacimli bir literatürü değerlendirmenin yanı sıra üzerine çalıştığı aşırı sağcı gruplarla da görüşme yoluyla görüşlerini değerlendirmiştir. “Kara Güneş”, küreselleşmenin ulusal sınırlar arasında yeni bir boyutuyla ortaya çıkardığı sermaye ve nüfus hareketliliği sonucunda Batı dünyasında var olan aşırı sağcı hareketlerin ve yine onlarla ilişkili liberal demokrat ya da muhafazakâr hâkim sınıfların ideoloji kaynakları içerisinde yer alan dinsel-mitik düşüncelerin çarpıcı güncel bir analizi.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.