2012 06 29 haziran kitap eki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

38 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 638

29 Haziran 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 18 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Adaletin vuku bulması veya kötü bir rastlantı

Tanışıyor muyuz Einstein?

Gerilim ve Gizem

Bayramda çalışırız, bayramlar için

Muzaffer İzgü:

“Mizah ezilenlerin silahıdır”

Akıl var mantık var!

Yaşlı tavuk anlatıyor...



Aydınlık KİTAP

29 HAZ RAN 2012 CUMA

İÇİNDEKİLER

3

SUNU

Haftanın Portresi: Lillian Hellman

s. 4

NEMESİS: Adaletin vuku bulması veya kötü bir rastlantı

s. 4

Mücadeleci yurttaşın el kitabı

s. 5

Yetenekli cellat kara Agop

s. 6

Çağın vebasını anlamak için...

s. 7

Tanışıyor muyuz Einstein?

s. 8

Gerilim ve Gizem

s. 9

Akıl var, mantık var!

s. 10

Yurtsuz bir aşkın yurdu...

s. 11

Muzaffer İzgü: “Ezilmiş insanın tek silahı, s. 12-13

gülmecedir” Bayramda çalışırız, bayramlar için

s.14

Aynı kabileden sayılırız...

s. 15

Dine dair kimi yanılsamalar ve 2 Temmuz s. 16 Nejat Bayramoğlu’nun ardından Yeni Çıkanlar

s. 17 s. 18-19

Çocuk

s. 20

Sahaf

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca

s. 22

Unutturamayacaklar ve rahata eremeyecekler Odatv davası nedeniyle 18 aydır Silivri'de tutuklu bulunan gazeteci-yazar Soner Yalçın, 2 Temmuz Pazartesi akşamı, İstanbul-Beşiktaş'taki Mustafa Kemal Kültür Merkezi'nde, bir kez daha gazetecilik görevini yerine getirecek... Yalçın, çalışmalarına 2010'da başladığı, 14 Şubat 2010'da gözaltına alınana kadar üzerinde çalıştığı, çekimlerini ve ilk kurgusunu bitirdiği ve tutuklanmasının ardından Zeynep Altıok Akatlı, Tuğçe Tatari, Melda Okur gibi bir grup gazeteci-aydın arkadaşı tarafından tamamlanan “Menekşe'den Önce” adlı belgeselinde Sivas katliamını anlatacak, katliamı unutturmayacak. Belgesel çalışma, yaşananları, Sivas'taki olaylar sırasında yaşamını yitiren 15 yaşındaki Menekşe Kaya ile 12 yaşındaki Koray Kaya'nın ölümlerinden sonra dünyaya gelen kardeşleri Menekşe Kaya'nın gözünden anlatıyor. “Menekşe'den Önce”nin müzikleri, Fazıl Say'ın imzasını taşıyor... Proje Sorumlusu ise Halide Didem... “Tek üzüntüm, belgeselimin son halini görememek. Ama sevgili dostlarım bu bayrağı benden aldılar ve daha yükseğe çektiler; hepsine teşekkür ederim. Herkesi 2 Temmuz'da MKM'ye bekliyoruz; benim yerime de seyredin lütfen” diyen Soner Yalçın ısrarla vurguluyor: “Unutturarak rahata ermek isteyenlere bu fırsatı vermeyeceğiz.” Yobazlık, 19 yıl önce Sivas'ta Türkiye'nin beynini ve canını yakarken, bugün de değişik görünümlere bürünüyor. Habere konu olan resmi belgede şöyle deniyor: “Yapılan inceleme neticesinde müstehcen içerikli bulduğumuz bu dergilerin Elazığ İl Halk Kütüphanesi ve ilçe halk kütüphanelerimize bağış yolu ile olsa dahi göndermemenizi rica ederim.” İmza, Elazığ İlk Halk Kütüphanesi Müdürü... Müstehcen yayından kasıt: Bir tiyatro dergisi olan “Mimesis”... Müstehcen olan: Dergideki makalelerde görsel unsur olarak kullanılan, binlerce yıllık bazı tasvirler... İnsanlık beş bin yıl önce daha mı ileriydi acaba? Elbette ki hayır... Ama toplumlarını ve dünyayı geriye döndürmek isteyenlerin de beş bin yıldır var oldukları bir gerçek. Oysa dünya dönüyor! Haftaya görüşmek dileğiyle.

ÖneriYorum Memleket Hikayeleri, Ayfer Tunç, İletişim Yay.,

1) Deneme ile öykü türleri arasında kaleme alınmış bir dizi

Murat Gülsoy

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

ler, hızlı trenler, otomatik lokantalar, facebook benzeri toplumsal puanlama sistemleri...

gözlem, tespit ve hikaye. Önemli bir tanıklık. Ülkemize bakan ve gördükleriyle hesaplaşan bir edebiyatçının kaleminden... 4) 1984, George Orwell, Can Yayınları Her dönem yeniden okumak gerekli. İdeo2) Tirza, Arnon Grünberg, Alef Yayınları lojilerin insan zihnini, belleğini nasıl ele geYirmibirinci yüzyılda bir Dostoyevski karakteri. Küçirdiğini ve tarihi, bugünü, geleceği nasıl kurresel ekonomi, yeni bir öteki olarak Müslümanlar, guladığını anlatan bu roman serbest-düşübeyaz kültürlü orta sınıf Avrupalı adamın trajik çönürün el kitabı. küşü. 3) 5) Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım, Jale Rüyada Terakki, Molla Davutzade, Boğaziçi ÜniverParla, İletişim Yayınları sitesi Yayınevi Edebiyat eleştirimizde hiç incelenmemiş bir Türk ütopya edebiyatının nadir ilk örneklerinden konuyu açığa çıkaran önemli bir kitap. Türk biri. 1913'de yayınlanmış olan bu eser ilk kez günüromanının temel yazarlarını başkalaşım bağmüz Türkçesi'yle... Ondokuzuncu yüzyıldan geleceğe lamında yeniden okuyor. Zihin açıcı, iz bırabakan Osmanlı aydınının hayal ettiği İstanbul; köprükan bir düşünsel eser.

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

29 HAZ RAN 2012 CUMA

HAFTANIN PORTRES

Lillian Hellman (1905-1984) Hellman, komünizm korkusunun paranoyaya dönü tü ü, McCarthy komisyonlar n n özellikle Hollywood’da ilerici ayd n ve sanatç lar üzerinde terör estirdi i 1950’lerde dimdik ayakta kalm , bir ad m geri atmam , kendisini ve dostlar n satmam t . Bu dönemi anlatt “ arlatanlar Dönemi” adl an kitab ünlüdür

Yaşamı boyunca “haksızlığa, bencilliğe ve sömürüye” karşı çıkmasıyla tanınan ABD’li oyun yazarı-senarist Lillian Hellman, 20 Haziran 1905’te, bir Yahudi ailesinin kızı olarak Lousiana’da doğdu. Ülkemizde, Bilgesu Erenus’un “Güneyli Bayan” adıyla sahnelediği ve onurlu bir yaşama saygı duruşu niteliğindeki “Güneyli Bayanın Özel Defteri” adlı kitabıyla da tanınıp sevilen Lillian Hellman, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’de gemi azıya almış “cadı avı” yıllarında onurlu bir tavır sergilemişti. Hellman, komünizm korkusunun paranoyaya dönüştüğü, McCarthy komisyonlarının özellikle Hollywood’da ilerici aydın ve sanatçılar üzerinde terör estirdiği 1950’lerde dimdik ayakta kalmış, bir adım geri atmamış, kendisini ve dostlarını satmamıştı. Bu dönemi anlattığı “Şarlatanlar Dönemi” adlı anı kitabı ünlüdür. Polisiye romanın öncülerinden, 1930’lu yılların ABD’sinin en parlak yazarlarından biri olan Dashiel Hammett’la geçirdiği aşk ve çalkantı dolu 30 yıl ise Hellmann’ın yaşamının bir başka eksenini oluşturmuştur. Hellman-Ham-

mett ikilisi özellikle ifade özgürlüğü konusunda yoğun bir mücadele yürüttü. Oyunlarında genellikle (feminist özellikler göstermeyen) kadın karakterleri ön plana çıkarması, ahlak kavramını ve toplumdaki önyargıları sorgulamasıyla tanınan Hellman’ın yaşamından bir kesit, 1977’de yönetmenliğini Fred Zinnemann’ın yaptığı, başrollerini Jane Fonda ile Vanessa Redgrave’in paylaştığı “Julia” adlı filmle yansıtılmıştı. İnsanın içindeki kötülüğün ortaya çıkış biçimlerine özel ilgi duyan yazar, “Küçük Tilkiler” (The Little Foxes) adlı en ünlü oyununda yalnızca kendi çıkarlarını düşünen ama tüm üyeleri bencil bir aileyi anlatmıştı. Ünlü sanatçı, 2000 yılında Ahmed Levendoğlu’nun çevirip yönettiği “Lillian” adlı oyunda da Aliye Uzunatağan tarafından canlandırılmıştı. Ardında tümü sahnelenmiş sekiz oyun, iki oyun uyarlaması, hepsi çekilmiş 15 senaryo ve üç anı kitabı ve onurluörnek bir yaşam bırakan Lillian Hellman’ı ölümünün 28. yılında (30 Haziran 1984) saygıyla anıyoruz.

NEMESİS: Adaletin vuku bulması veya kötü bir rastlantı MELİS YALÇIN melisyalcin89@hotmail.com

Philip Roth

"Bir de ölümcül Nyx (Gece) Nemesis'i doğurdu, fani insana acı vermek için." Hesiodos

Nemesis, adaleti sağlamak için intikam almayı savunan merhametsiz bir tanrıçadır. Yunan mitolojisinde, aşırı gurur ve enaniyete düşenleri cezalandıran tanrıçadır. İnanışa göre Nemesis, kinci, yapılan hata veya kötülüğün karşılığını getiren, kaderin vücut bulmuş hali, merhametsiz bir tanrıçadır. Daha çok Helen düşüncesindeki denge kavramının kişileştirilmiş şeklidir. Ölçüsüz hareket yapan her kimse tanrıların öfke veya kıskançlığını üstüne çeker ve Nemesis'in gazabına uğrar. Nemesis mitolojide aşırı gurur ve bolluğun ardından büyük felaketleri getiren adaletin ve kader ritminin temsilcisidir. Philip Roth’un 1944 yazında Newark sakinlerinin, ama özellikle de çocukların hayatını cehenneme çeviren polio salgınını anlattığı romanına bu tanrıçanın ismini vermesi oldukça ilginçtir. Ancak sürpriz bir sonla biten romanın son birkaç sayfasında, bunun için ona hak vereceğinizden emin olabilirsiniz. Amerikalı ünlü yazar Philip Roth’un “Nemesis” adlı romanı Haziran 2012’de Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Çeşitli yayınevlerinde editör olarak çalışan ve kitap çevirmenliği de yapan Deniz Koç tarafından dilimize çevrilen “Nemesis”’in başkahramanı Bucky Cantor. Gözleri yeterince iyi görmediği için orduya alınmayan genç beden eğitimi öğretmeni Bucky Cantor, şehrin Yahudi mahallesindeki bir okulun bahçe sorumluluğunu yapmakta ve orada oynayan çocukları hastalıktan (poliodan) korumaya çalışmaktadır. Şehirden ve salgından uzaktaki bir yaz kampında çalışan sevgilisi Marcia onun için endişelenmektedir ve onu sürekli yanına çağırır. Görevinin başında kalmak ve sevgilisine kavuşmak arasında bocalayan Bucky,

vereceği kararla bütün hayatını değiştirecektir. Philip Roth edebiyat dünyasının en ilginç simalarından biri. Roth sıkı Yahudi gelenekleriyle büyümesine rağmen romanlarında ve diğer yazılarında cinsellikten açık yüreklilikle bahsetmekten çekinmeyen bir yazar. Playboy dergisi için yazdığı öyküler bu durum için iyi birer örnek teşkil eder. Yazar kendi sosyal yaşamı da, yarattığı karakterlerin yaşamını aratmaz. Ancak yazar yazmaya ağırlık vermek adına hayatında bir değişiklik yaptı, New York’tan ayrılıp kırsal alanda bir eve taşındı. David Remnick, New Yorker'da Roth'a yazma hallerini sormuş, Roth’un cevabı şöyle: "Yalnız yaşıyorum yani sorumlu olduğum, vakit geçireceğim kimse yok. Saatlerimin tamamen bana ait. Genelde tüm gün yazarım. Akşam devam etmek istersem salona gitmem, bir başkası bütün gün yalnız kaldı diye onunla vakit geçirmem gerekmez. Öylece oturmam ya da birilerini eğlendirmem gerekmez. Tekrar oturur ve ikiüç saat daha çalışabilirim. Gecenin ikisinde uyanırsam - bu, nadiren başıma gelir ama arada olur- ve aklıma bir şey gelirse ışığı açar ve yatak odasında yazarım. Dört bir yanda şu sarı not kâğıtlarından var. Sabaha değin okurum eğer istersem. Eğer beşte kalkarsam ve çalışmak istersem gider çalışmaya başlarım. Böyle çalışırım, nöbetçi gibi. Doktormuşum ve acildeymişim gibi. Acil olan benim." (Nemesis, Philip Roth, YKY çev: Deniz Koç, 176 s.)

KİTAPTAN Bucky yatağında uyanık halde uzanmış Fransa’da, kendisinin dışında bırakıldığı bir savaşta çarpışan Dave ve Jake’i düşünürken, yağmur kulübenin çatısını dövmeye başladı. Askere çağrılıp giden Irv Schlanger’i düşündü; şu anda yatmakta olduğu yatakta daha bir gün önce o uyumuştu. Sanki kendisi dışında herkes savaşa gitmiş gibi geliyor, bu his yakasını bırakmıyordu. Savaştan uzakta kalmak ya da kan dökmekten kurtulmak gibi başkasına lütuf gibi görünebilecek her şey, onun içinin acımasına neden oluyordu. Dedesi tarafından korkusuz bir savaşçı olmak üzere yetiştirilmişti; sonuna kadar sorumluluklarının arkasında durması, doğru olanı savunmaya zihnen ve bedenen hazır olması gerektiğini düşünmesi öğretilmişti; fakat dünyanın her yerinde iyiler ile kötüler arasında süregiden bu yüzyılın en büyük mücadelesi karşısında en küçük bir katkıda bulunmak bile elinden gelmiyordu.


Aydınlık KİTAP MEHMET EM N KUNT'TAN “AYDINLIK TÜRK YE Ç N MÜCADELE”

Mücadeleci yurttaşın el kitabı Demokrasinin ve Cumhuriyetin özüne, toplumcu, devrimci, milli ve ayd nlanmac köklerine vurgu yap yor Kunt. Yeni bir kurucu meclis öneriyor. Ço ulculu un esas al nmas n n, milletvekilli inin meslek olmaktan ç kar lmas n n, yarg ve hukuk reformu yap lmas n n, güçler ayr l n n sa lanmas n n art oldu unu belirtiyor BARIŞ DOSTER Mehmet Emin Kunt, duyarlı bir Cumhuriyetçi, mücadeleci bir yurtsever, Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (USTKB) genel sekreterliği yapmış bir aydın. Bu faal mücadele içinde hem koşturuyor, hem araştırıyor. Belli ki mücadele içinde bilendikçe üretkenliği de direnci de artıyor, pekişiyor. Bu çabalarının ürünü olan “Aydınlıktan Karanlığa Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabı 2011 yılında çıkan Kunt, bu kez de “Aydınlık Türkiye İçin Mücadele” (Pupa Yayınları) adlı çalışmasıyla ses veriyor, mücadeleye çağırıyor. Kunt, üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde nesnel bir durum tespiti yapıyor. Ülkenin fotoğrafını çekiyor. Bir uygarlık projesi olarak kurulan Cumhuriyet’in tasfiye edildiğini, sadece adının kaldığını vurguluyor. “İleri demokrasi” diye diye Cumhuriyet’in ortadan kaldırıldığını, yeni anayasa ile de resmen bölünerek tarihe karışacağını belirtiyor. Kitabın ikinci bölümünde, Cumhuriyet’i savunmak için yapılması gerekenler sıralanıyor, bir yol haritası çiziliyor. Öncelikli olarak ulusal birlik öneriliyor, partilerin ittifak yapması gündeme getiriliyor. Bir çatı dernek kurulması salık veriliyor. Bu amaçla etkinlikler, çalıştaylar, kongreler yapılabileceği vurgulanıyor. Karşıdevrimle mücadelenin değişik cepheleri sıralanırken TBMM’de muhalefete, meclis dışında ise demokratik kitle örgütlerine büyük görevler düştüğünün altı çiziliyor. Özellikle işbirlikçilerin teşhir edilmesi gerekliliği belirtiliyor. Demokrasinin ve Cumhuriyetin özüne, toplumcu, devrimci, milli ve aydınlanmacı köklerine vurgu yapıyor Kunt. Yeni bir kurucu meclis öneriyor. Kurumların görev tanımlarının, yetki ve sorumluluk alanlarının kesin ve keskin

Kunt

çizgilerle saptanmasını istiyor. Çoğulculuğun esas alınmasının, milletvekilliğinin meslek olmaktan çıkarılmasının, yargı ve hukuk reformu yapılmasının, güçler ayrılığının sağlanmasının şart olduğunu belirtiyor. Siyasi partiler ve seçim yasalarında değişiklik yapılmasını, seçim sayımı sisteminin güvenliğinin sağlanmasını öneriyor. Sosyal devletin, sendikal hak ve özgürlüklerin, basın özgürlüğü ve sorumluluğunun, üniversite özerkliğinin, örgütlenme özgürlüğünün önemine değiniyor. Cinsiyet eşitsizliğini giderici önlemlerin alınması gerektiğine işaret ediyor. Bürokraside devlet politikalarının sürekliliğine, etkin denetim mekanizmalarının önemine, yerel yönetimlerin çalışmalarının denetimine vurgu yapıyor. Kamu hizmetlerinde eşitlik, etkinlik ve yararlılık, nüfus planlaması, Türkçenin korunması, eğitim, sağlık, çevre gibi konular üzerinde duruyor. Mehmet Emin Kunt’un bu çalışması, bir anlamda Cumhuriyetçi sol bir partinin programı, öncelikli hedefler bildirgesi, seçim beyannamesi olabilecek, buna altyapı oluşturacak bir çalışma. Nitekim kitabında da “yüreği yurdu için atan, zihni bir şeyler yapma telaşıyla dolu nice yurttaşın Cumhuriyet savunusunda buluşması, etkin rol alması, çoğalması için” bu çalışmayı yaptığını söylüyor. Bir cumhuriyet yurttaşı olarak durumdan vazife çıkardığını vurguluyor. Yakınmıyor, saptama yapmakla da kalmıyor, çözüm önerilerini sıralıyor. Özetle Kunt’un bu çalışması, Cumhuriyetçilerin sanılandan daha çok, daha güçlü olduklarını göstermesi açısından önem arzederken, aynı zamanda bu büyük gücün örgütsüzlüğünü, dağınıklığını göstermesi açısından da uyarıcı işlev görüyor. (Aydınlık Türkiye İçin Mücadele, Mehmet Emin Kunt, Pupa Yay., 208 s.)


6

Aydınlık KİTAP

29 HAZ RAN 2012 CUMA

OSMANLI DÖNEM NDE ADALET DA ITAN B R LONCA VE “ EHR STAN R VAYETLER ”

Yetenekli cellat Kara Agop Kitap boyunca ba ki ileri takip ederken loncalar , sandalc lar , yeniçerileri, y k k saraylar , meyhaneleri, mahalleleriyle bir dönemin stanbul’u ve kent ya ant s gözler önüne getirebiliyorsunuz. Ba ar yla kurgulanan tüm bu mekânsal ve zamansal çerçeve kitap boyunca yükselen gerilimi ta may kolayla t r yor NİHAT İRSEN “Derler ki, ölümün bakışlarına müsadif olan ve hâlâ hayatlarını sürdürebilecek kadar talihli âdemoğulları, dünyevi olmayan o soğuk bakışların sahibi varlığın, fani ya da ruhani gözlerinde çoğu zaman merhametten iz bulunmadığına şahit olmuşlardır. Merhamet, ancak ihsan sahiplerine bahşedilmiş bir lütuftur. Bu haşiyede kendimle cebelleştiğim asıl sual şudur; her kim ki bir canı yaratıcısına döndürecek kadar gaddarlaşmıştır ve cezaya tabi olmamıştır, işte o âdemoğlunun, hayatın bir sonraki menzilinde dinmeyen bir azap ile cezalandırılacağını kim bilebilir?” Notos edebiyat dergisinin bu ayki (Haziran-Temmuz) sayısında popüler edebiyatın ne olduğu ve ne olmadığı tartışılıyor. Bu konuyla ilgili dergide yer alan en dikkat çekici yazılardan birisi de Umberto Eco’ya ait. Yılların göstergebilimcisi Eco, edebiyatın popüler örneklerinin her zaman kötü olmayacağını söylüyor. Ona göre “popüler roman diye bir şey var ve sınırları polisiyelerin ya da ikinci sınıf aşk romanlarının, plajlarda okunan, amacı yalnızca eğlendirmek olan kitapların çok ötesine geçiyor.” Tam da bu noktada edebiyat dünyasına ilk adımını “Şehristan Rivayetleri” adlı romanıyla atmış genç yazar Serhat Poyraz’dan bahsetmemiz mümkün görünüyor. En sonda söylenmesi gerekeni en başta söyleyecek olursak, “Şehristan Rivayetleri” son dönemde kitapçılarda boy gösteren en iyi popüler edebiyat örneklerinden biri. İlk sayfasından itibaren okuru ayrıksı bir atmosferin içine çeken bir dili var. Kitabın adıyla müstesna bir kentte (Kostantiniye), kaybolmuşluk hissini

daha iyi verebilmek adına özellikle belirsiz bırakılmış bir dönemde bir insanın bir diğerini öldürme hakkı ve adalet anlayışı üzerine şekillenen bir roman. Şaşaalı geçmişi, heybetli yapıları, masalsı güzelliğinin yanında gizli loncaları, düzenbazları, sokaklarda kol gezen ölümü ve zulmü barından bir diyar Şehristan. Kitabın bu havasına eski İstanbul’un mekânsal özellikleri de eşlik ediyor. Kitap boyunca başkişileri takip ederken loncaları, sandalcıları, yeniçerileri, yıkık sarayları, meyhaneleri, mahalleleriyle bir dönemin İstanbul’u ve kent yaşantısı gözler önüne getirebiliyorsunuz. Başarıyla kurgulanan tüm bu mekânsal ve zamansal çerçeve kitap boyunca yükselen gerilimi taşımayı kolaylaştırıyor. Aynı zamanda okura kimi zaman aşina gelen kimi zaman gerçekliğinden şüphe duyuran bir dünya sunuyor. Uzun bir çalışma döneminin eseri olduğu her halinden belli olan roman kendi içinde devinebileceği bir dille, dönemin atmosferine uygun bir biçimde kaleme alınmış. Çok katmanlı yapısında okurları bekleyen sayısız sürpriz, göndermeler, detaylar var. Yazgıları sürekli olarak kesişen kahramanların hikayelerinin anlatıldığı bölümlerin tamamını sarıp sarmalayan ve onlara birer rivayet havası veren belirsizlik bulutu hâkim. Bu anlatım biçimi metin içerisinde yazarın sık sık başvurduğu masalsı öğelerle pekiştiriliyor. Bu açıdan yazarın edebiyatımızda kendine has bir dili ve yeri olan İhsan Oktay Anar’ın açtığı yoldan ilerlediğini söyleyebiliriz. Meraklı okurların seveceği metinlerarası göndermeler, irili ufaklı bulmacalarla bezeli, tıpkı kullanılan dil gibi labirentvari bir kitap.

SUÇ ORTA I ÇOCUK “Şehristan Rivayetleri”, dilenciler loncasına kayıtlı bir çocuk olan Yavuz Ali’nin karşısına Kara Agop’un çıkmasıyla başlıyor. Kara Agop kendisini adalet dağıtmaya adamış profesyonel katillerden oluşan Mevt-i Esved adlı gizli bir loncanın en yetenekli cellâdıdır. Ne var ki geçmişi hakkında kimsenin en ufak bir fikir sahibi olmadığı bu adam maharetlerinin yanısıra soğukkanlılığı ve kana susamışlığı ile de ün salmıştır. Kara Agop gerçekleştireceği bir katle suç ortağı ettiği çocuğu loncasından alıp Mevt-i Esved’e getirir. Yavuz Ali’nin hayatı Bizans döneminden beri nice imparatorlar, nice padişahlar görüp geçirmiş, adaletin kılıcı olmaya ant içmiş loncaya girmesiyle değişir. Yavuz Ali’nin loncadaki ustası, bir zamanlar tüm ülkede ve Şehristan’da yapmadığı dolandırıcılık kalmamış Pencüyek olur. Eğitimini tamamlayan Yavuz Ali loncanın cellâtları arasına girer. Ancak kendi iç hiyerarşisi,

Serhat Poyraz

bir divanı, işinin ehli cellâtları, Şehristan’ın dört bir yanına dağılmış muhbirleriyle güçlü bir örgüt olan Mevt-i Esved’de değişim rüzgârları esmektedir. Bir yandan da toplumsal adaletsizliklerin, yüksek vergilerin ve yeniçerilerin keyfi talanlarının bıktırdığı ahali içerisinde, başlarını Ali Cengiz’in çektiği bir grup genç Robin Hood’luğa soyunur. Soygunlarda elde edilen geliri halka dağıtır. Dikkat çeken bu eylemleri hem Mevt-i Esved’in hem de Teşkilat-ı İstihbarat-ı Humayûn’un Ali Cengiz’in peşine düşmesine neden olur. Ancak artık loncaya neredeyse tek başına hükmeden Kara Agop’un gerekse de ustası Pencüyek’in ortadan kaybolmasından loncanın bozulan düzenini ve onun yeni piri Agop’u sorumlu tutan Yavuz Ali’nin aklında başka planlar vardır.

HAKLI GEREKÇELER Karakterler Osmanlı döneminde adalet dağıtmayı üzerine alan bir lonca örgütlenmesinden kişiler. Kendi ahlaki değerleri var. Her birinin bu profesyonel

katiller loncasına katılmasına neden olan kendilerince haklı gerekçeleri var. Loncanın tüm bu gayriinsanı işleyişini kontrol altında tutan ve “meslek etiği” olarak adlandırılabilecek iç tüzüğü her türlü çatışmanın önceden engellenmesini sağlıyor. Ancak tüm bu işleyişin, iktidarını tekelleştirmek isteyen bir cellât tarafından bozulması, tüm sistemin sorgulanmasına ve loncanın ortadan kalkmasına yol açan bir dizi olayı tetikliyor. Sırlarla bezeli ortak geçmişlerinin ışığında, birbirlerinin kaderini ellerinde tutan bir ustayla çırağın giriştiği kanlı bir mücadeleye neden oluyor. Serhat Poyraz bu ilk romanıyla insanın adalet arayışına ve onu kendi eliyle dağıtmasının sonuçlarına dair edebiyatta sıkça işlenmiş bir konuyu ele almış ve incelikle örülmüş bir dünyanın, dönemin, şehrin masalsı, sürükleyici atmosferine taşımayı başarmış. (Şehristan Rivayetleri, Serhat Poyraz, Kırmızı Kedi Yay., 180 s.)

KİTAPTAN “... Yavuz Ali gelen bir tekmeyi yumruğu ile savuşturdu, aynı anda solundan gelen Pencüyek’in hançer darbesinden de kıl payı kurtuldu, eğilip rakibine çelme taktı. Ayağa kalkmasından bir an sonra bendirin sesi dışında kulağının hemen altında ıslık sesine benzer hafif bir ses duydu. Pencüyek omzunda küçük bir acı hissetti. Yavuz Ali’nin sağ eline baktığında hançerinin yerinde olmadığını gördü. Sol eliyle sağ omzundaki çizilen yeri tuttu. Kanıyordu. Pencüyek her zamanki gülümseyen yüz ifadesini takındı, yere eğilip hançerini bir kenara bıraktı, ayaklarını altına alıp bağdaş kurdu. Şerbet, geçen kısa bir sürenin sonrasında vücudunun her yerine etki etmeye başladı ve koca adamı yere serdi. Galip gelen taraf çıraktı.”


Aydınlık KİTAP ORHAN ÖZKAYA'DAN “KÜRESELLE ME VE ULUSAL DEVLETLER”

Çağın vebasını anlamak için...

KAAN TURHAN Suriye üzerine hesaplar devam ederken Türkiye, haçlı irtica tarafından kıskaca alınmış durumda. Türkiye'yi bölge merkezli dış politikaya yönlendirebilecek mekanizmalar çoktan tasfiye edilmişken, Suriye ve İran'a karşı da güdümlenebilecek operasyonel gücüyle hazır bulunan Türkiye koşulları yaratılmıştır. Türkiye ayrıca, Rusya ve Çin'in Birleşmiş Milletler'de, Suriye'ye operasyon kararına karşı vetosuyla da bölgede yalnızlaştırılmış sadece taşeron bir güç haline sokulmuştur.

EMPERYAL ZMDEN NSAF BEKLENMEZ Amerikan işgaline yol veren AKP iktidarı, Irak'ta yaşananlara adeta göz yummuştur. Öyle ki Irak'ta, “1 milyon kayıp vermiş halkın kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış, ölüme alışmış, ölümü dahi aşmıştır. Yakınlarını, çocuklarını, bebeklerini, analarını, babalarını kaybedenler için yaşamanın, direnmek demek olduğu ortada... Gözünü kan bürümüş emperyalizmden insaf beklenemez. Bush, ölüm olmuş Ortadoğu'da dolaşıyor, milyonlarca insanın katili olmaktan utanmadan, sıkılmadan hâlâ zaferden söz edebilmekte, Amerikan kamuoyunu kandırmayı sürdürmekte. Zafer diye tepinmenin insanları öldürmeye devam etmek olduğunu anlayamayacak kadar zekâdan yoksun.” (s.11) Orhan Özkaya'nın Asya Şafak Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı “Küreselleşme ve Ulusal Devletler” günümüzü anlamak için kılavuz niteliğinde. Yoksul halklar üzerinden petrol, su, toprak ve döviz merkezli işgal politikalarını çözümlemesi açısından önemli verilerle dolu kitabında, Özkaya; çağın “vebası” olan küreselleşme olgusunun, halklarda yarattığı etkiyi şöyle açıklıyor: “...sömürülen halkların bilinç düzeylerinin, yaşamın diyalektik çelişkileri içerisinde gelişmesi ve yükselmesi en çok korkulan silâh durumuna ulaşınca, kapitalizm için, ulusların enerji kaynaklarına ve doğal zenginlikleriyle tarihlerine saldırmaktan başka bir seçenek kalmıyor. Yaşayabilmesi, sömürü düzenini sürdürebilmesi için insanlık değerlerine aykırı düşmesi-

ne aldırmadan, silâh gücünün üstünlüğünü kullanarak, saldırganlığa devam etmesi gerekiyor.” (s. 31)

DO U’NUN DURU U Öyle ki emperyalizmin küreselleşme teorisinde ortaya koyduğu sınırların kalkması meselesi, silah şirketlerinin devasa yatırımlarıyla birlikte anılıyor. Doğu halkları kendi kendini yiyen bu dev canavara karşı duruşunu ortaya koymuştur. Tarihsel süreçte ortaya çıkan devrim istenci, küreselleşmeyle birlikte daha da yoksullaşan halkların kıvılcımı niteliğindedir. “Devrimler bitmeyen toplumsal devinimler olması nedeniyle insanlığı sürekli ayakta tutmuş, üretim ilişkilerindeki geçişleri tetiklemişlerdir. İşte, bugün, dünya; kapitalist emperyalizmin pençesinden kurtulma savaşının sancılarını yaşamaktadır... Bugün Latin Amerika'dan, Afrika'ya ve Ortadoğu'ya kadar toplumlar devinim halindedir...Halk iktidarı üreten kesimi dünyanın, hiç çalışmadan emek katkısı koymadan ve tümüyle ezilen en alt toplumsal sınıfın alın terini, yaşamını, yarattığı 'artı-değeri' çalarak sermaye yapan yağmacı sınıfın sömürü olarak tanımlanan bu davranışına bir son vermiştir.”(s. 233) Ne var ki, “...Tunus, Mısır, Yemen ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki direnişlerle Libya olaylarını aynı eksende değerlendirmemek gerekir. Libya, tamamen Soros, NGO ve etnik, dinsel aşiret yapısını kullanan ABD ve Batı'nın, petrölün üzerine konmak istemesiyle, bir anlamda anti-emperyalist Kaddafi arasında yapılan bir savaş...”(s.48) diyor yazar. Orhan Özkaya'nın “Küreselleşme ve Ulusal Devletler” kitabı, emperyalistleşen kapitalizmin inceliklerini anlamak açısından önemli bir yapıt. Kuşatılan Doğu'da direnen halkların, sosyalist sistemle Amerika'ya kafa tutan anti-emperyalist İran, Çin, Rusya, Hindistan birlikteliğinin emperyalist sömürüye karşı denge politikalarını ve Latin Amerika'nın devrimci siyasetinin nasıl bir direnç göstererek, dünya halklarına örnek olduklarını, Özkaya kaleminin imbiğinden damıtarak aktarmış. (Orhan Özkaya, Küreselleşme ve Ulusal Devletler, Asya Şafak Yayınları, 240 s.)


8

Aydınlık KİTAP

29 HAZ RAN 2012 CUMA

Tanışıyor muyuz Einstein? Fikir ahane. Kuramsal fizik profesörü olan yazar Herald Fritzsch harika bir bile im yaratm . Tabii kolay i de il yapt ; hem bu dört fizikçiyi iyi tan mak hem de s k bir edebiyat kafas na sahip olmak laz m böyle bir i ç karmak için. Fizikçileri iyi tan d a ikâr. Münihteki Max Planck Fizik Enstitüsü’nde Werner Heisenberg’le beraber çal m zaten. Ayr ca, hâlen hem CERN’de hem de Max Planck Enstitüsü’nde konuk bilimadam olarak hizmet veriyormu MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com Einstein’la ilgili ne çok kitap var. Daha doğrusu adında ya da içinde Einstein geçen. Herhâlde Einstein’ın Madonna gibi popüler olmasından kaynaklanıyor bu. Rahmetlik, hayattayken de böyleymiş işler. Değeri öldükten sonra anlaşılan adamlardan değilmiş kendisi. Hatta bir gün, “Neden beni hiç kimse anlamıyor, ama herkes beni seviyor?” bile demiş. Marka olmuş işte. Anlaşılmadan konuşulmuş, güya sevilmiş. Öteden beri vardır böyle markalar. İşin garibi, bu durumun az çok farkında olmama rağmen ben de içinde Einstein adı geçen her şeye merakla bakıyorum. “Einstein tıraş köpüğüyle sabunu karıştırıyormuş.” “Einstein günde şu kadar saat uyuyormuş.” “Einstein’ın kıyafeti tek modelmiş, kendisi bu durumu, ‘benim elbise seçecek vaktim yok, bir modelden çok sayıda aldım, onları giyiyorum’ diyormuş.” vesaire vesaire... Yarın sözde büyük özde dandik basın yayın kuruluşlarından birinin internet sitesinde “Einstein’ın İç Çamaşırı Şu Renkmiş” diye bir başlık görsem, dayanamaz o “haber”i de okurum muhtemelen. Ve o haberin tıklanma sayısının astronomikliğini görünce de şaşırmam pek.

kapağı da okuyunca, tamam, dedim, alıyorum. Şöyle diyordu arka kapak: “Tüm zamanların en önemli fizikçilerinden dördü bir araya gelip kuantum fiziği hakkında konuşsaydı ortaya nasıl bir sohbet çıkardı? Hiç şüphesiz ilginç bir sohbet. Aydınlatıcı. Kışkırtıcı. Hatta eğlenceli. Alman fizikçi Harald Fritzsch'in Newton, Einstein, Heisenberg ve Feynman'ı bir araya getirdiği ‘Yanılıyorsunuz Einstein!’ bu sıfatların hepsine sahip. Adrian Haller adlı (kurmaca) bir fizik profesörünün bir tren yolculuğu sırasında uyuyakalmasıyla rüyalar âleminde buluşan bu büyük fizikçilerin sohbeti, kuantum kuramının doğuşunu, gelişimini ve bugünkü durumunu yalın ve akıcı bir dille anlatıyor. Sohbet esnasında

rine çalışan üç fizik doktoru ile MIT’de yüksek lisans yapmış bir mühendisin muhabbetleri yer alıyor. Tabii dizinin geneli geyik muhabbetinden oluşuyor olsa da, dizide yer alan fizik muhabbetleri -daha doğrusu muhabbetlerde geçen fizik kırıntıları- izleyenlerin fiziğe ve fizikçilere sempati duymasını sağlıyor. Bu sayede, geneli gençlerden oluşan izleyici kitlesi, kendilerini beyinsizleştirmeye ve ahlaksızlaştırmaya programlanmış televizyon programlarından birazcık uzak kalmış oluyor. Tabii bu dizi içinde de yoz Batı’yı bol bol görmekten kurtulamıyoruz. “The Big Bang Theory” dizisinde yer alan ukala kuramsal fizikçi karakteri Sheldon Cooper bir bölümde dizinin “Amerikan sarışını” karakteri Penny’ye şöyle di-

KL E ÇERM YOR İşte yine benzer bir kafayla başladım bir kitaba. Metis Yayınları çevirtmiş, Alman Filolojisi’ni su gibi içmiş çevirmen Ogün Duman’a. Kitabın ismi, tahmin edebileceğiniz üzere Einstein içeriyordu: “Yanılıyorsunuz Einstein!” Genelde “Einstein şöyle dedi, böyle dedi; Einstein’ın şusu şöyle, busu böyle” şeklinde kaynak gösterilen adama, yanılıyorsunuz, diyordu kitap. Bakalım bu sefer ne çıkacak, diye karıştırınca kitabı, pek hoşuma gitti içerik. İsminde Einstein ismini geçirmek haricinde pek bir Einstein klişesi de içermiyordu hani. Arka Harald Fritzsch

Albert Einstein

fizikçilerin birbirlerine takılmaları ve tatlı kaprisleri de cabası. Sözgelimi Einstein ısrarla ‘İhtiyar’ın evrenle zar atmayacağını, evrenin bir kumarhane olmadığını söyleyerek kuantum kuramına ilişkin hoşnutsuzluğunu dile getirirken, diğerleri onu kuantum kuramına kötü babalık etmekle, kuramın doğumuna katkıda bulunduktan sonra onu ortada bırakmakla suçluyor. Fizikçiler kendi aralarında konuşadursun, biz okurlar da bu sohbete kulak misafiri olarak modern fiziğin en zorlu konularını daha iyi kavrama imkânına kavuşuyoruz.”

HAR KA B LE M Fikir şahane. Kuramsal fizik profesörü olan yazar Herald Fritzsch harika bir bileşim yaratmış. Tabii kolay iş değil yaptığı; hem bu dört fizikçiyi iyi tanımak hem de sıkı bir edebiyat kafasına sahip olmak lazım böyle bir iş çıkarmak için. Fizikçileri iyi tanıdığı aşikâr. Münihteki Max Planck Fizik Enstitüsü’nde Werner Heisenberg’le beraber çalışmış zaten. Ayrıca, hâlen hem CERN’de hem de Max Planck Enstitüsü’nde konuk bilimadamı olarak hizmet veriyormuş. Fizikçileri toplayıp muhabbet ettirme fikri bana “The Big Bang Theory” adlı bir yabancı diziyi anımsattı. Orada da kuramsal fizik, deneysel fizik ve yıldız fiziği üze-

yordu: “Penny, ben bir fizikçiyim. Tüm evren ve içerdiği her şey hakkında işime yarayacak kadar bilgiliyim.” Sonra alışıldık durum komedisi efekti olan yapay kahkahalar duyuluyor, dizi geyik muhabbeti üzerinden devam ediyordu. Aslına bakarsanız, bu minik diyalogda da bir fizik kırıntısı mevcuttu: Bir fizikçinin evren ve içerdiği her şey hakkında az çok bilgili olması gerektiği. Sahiden de böyle değil midir? Sadece fizikte de değil, hayatın genelinde büyük işler yapanlar, farklı disiplinleri, farklı disiplinlerin bilgilerini zihinlerinde harmanlayan kişiler değil midir? Kitabın insanlığa hizmetinin kıymeti bu noktada artıyor. Fiziğe -kuvvetle muhtemelen rezil eğitim sisteminin etkisiyleuzakta duran herhangi bir insana dahi fizik öğretebilecek, hatta kuantum kuramı hakkında fikir edindirebilecek bir kitap “Yanılıyorsunuz Einstein!” Hem de öyle sayıya, grafiğe ve anlaşılması güç tanımlara boğmadan. Kitapta sayılar ve işlemler var elbet, fakat yazar okuyucuya korkmamasını, dilerse bu işlemleri atlayarak okumaya devam edebileceğini, bunun meseleleri anlamakta bir sorun çıkarmayacağını söylüyor önsözde. Zaten öyle anlaşılmaz bir durum olsa, başta Newton oturmazdı bu muhabbetin başına. Malumdur, Newton

1643’te doğup 1727’te ölmüş olan bir adam. O zaman kuantum nerde, fizik nerde. Daha yerçekimi meselesi yeni kavuşmuş açıklığa.

DERS G B DE L Yazarın ustalığı ve keskin zekâsı burada tekrar giriyor devreye. Bu muhabbete Newton’ı katarak hem işin mizahi yönünü güçlendiriyor hem de şimdinin fiziğine Newton gibi yaklaşık üç yüz yıl kadar geri bir kafadan bakan bir okura bile kuantumu anlatmış ve öğretmiş oluyor. Tabii bu anlatma ve öğretme süreci, bildiğimiz dersler gibi olmuyor. Bir senaryoyu andıran kitapta tartışıyor büyük fizikçiler. Einstein diğer iki fizikçinin söylediklerine karşı duruyor. Hatta daha ilk konuşmalarından birinde, “...kuantum mekaniğinin gerçek anlamda bir çözüm olmadığı görüşümde ısrar ettiğimi eklemek istiyorum.” diyor. Sonra karşı durduğu insan sayısı üçe çıkıyor, zira Newton da kuantumu kapıp, onun savunucusu oluyor. Yazar önsözünün sonunda, “Aralarındaki sohbeti aktarırken Albert Einstein’ın ‘Önemli olan her şeyi mümkün olduğunca kolay kılmalı, ama daha kolay değil’ sözünü kendime düstur edindim” diyor. Ne kadar önemli, ne kadar değerli sözler! Ve basiti zorlaştırmak, sonra zoru son ana bırakarak imkânsıza yakınsatmak âdeta ata sporu hâline gelmiş olan biz Türkler için ne kadar gerekli... Bu anlayış, bu uygulama ve bu kitaplar bize her sahada gerekli. Gittikçe daha sığ ve sığırca yaşamamızın istendiği bir zamanda böylesi kitaplar çevirecek insanın başkaldırı çarkını. “Ben işime bakarım” deyip, kendi işinden başka bir faydalı alana en ufak emeğini dökmeyen; hayata ve düzenlere dair çoğu şeyi bilmeyen, daha da tehlikelisi, bilmediğini de bilmeyen insanların başları yavaş yavaş kalkacak yukarı, çevirdikçe insanlar sayfaları, sayfalarsa çarkları. İşte o zaman, “Dünya yaşamak için tehlikeli bir yer; kötülük yapanlar yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden” diyen Einstein gerçekten tanınmış olacak ve insanlar yaşamaya değer hayatlar yaşayacak, şu sözü anarak: “Ancak başkaları için yaşanan bir hayat, yaşamaya değer bir hayattır.” (Albert Einstein) (Yanılıyorsunuz Einstein, Harald Fritzsch, Metis Yay., Çev: Ogün Duman, 224s.)


Aydınlık KİTAP

BABİL BALIĞI

29 HAZ RAN 2012 CUMA

9

Gerilim ve Gizem M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com

“Kurguyu, her sahnesini gözümün önünde canlandırmadan okuyamıyorum. Sonuç olarak da bir kitaptan çok, bir çeşit fotoğraflar serisi haline geliyor.” Alfred Hitchcock

Bu haftaki konumuz gerilim edebiyatı. Yaşadığımız yüzyılda oldukça dallanıp budaklanmış ve inanılamayacak bir genişliğe yayılmış olan türün artık belirgin sınırlarından bahsetmek pek mümkün olmasa da ortak noktalardan yola çıkarak belirli hatları çizmek mümkün. Gerilim, ana elementleri olarak şüphe, beklenti, artırılmış bir merak ve heyecanı kullanır. Temel olarak artan bir merak duygusu ile okuyucunun ruh hali ile etkileşimde bulunur ve frekansı bir azaltıp bir çoğaltarak endişe, emin olamama, merak, beklenti, heyecan hatta korku duygularını oluşturur. Kurgusu, bir ana düşmana odaklıdır. Bu bir cisim de bir kişi de olabilir ve hikaye boyunca ana kahramanın üstesinden gelmesi beklenir. Kurguda ani değişme, beklenti oluşturan objeyi saptırma, düğümler oluşturarak okuyucunun “daha sonra ne olacak?” sorusunu sormayı sağlama temel karakteristik özellikleridir. Başlıca alt türleri arasında: fidye, intikam, soygun, esaret gibi temaları işleyen Suç Gerilimi, dedektiflik, araştırma ve düğümü çözme kurgularını barındıran Gizem Gerilimi, akıl oyunlarını, obsesyon ve kişisel sendromlar gibi psikolojik etmenleri, gözetlemeyi ve karakter açılımlarını tema edinen Psikolojik Gerilimi, paranoya, yanlış suçlama ve şüphe teorilerini barındıran Paranoya Gerilimi, fantastik ve doğa üstü elementleri kullanan Doğaüstü Gerilim, erotizm ve cinsel ilişkiler üzerine yoğunlaşan Erotik Gerilim ve casusluk, komplo teorileri, ülke güvenliği, suikast gibi temaları barındıran Casus Gerilimi bulunur. Ana başlıklarının ötesinde diğer edebiyat türleriyle de iç içe geçirilerek devasa bir alana ve alt türlere ayrılır. Bu bağlamda Dan Brown’dan Robert Ludlum’a, Douglas Preston’dan Ian Fleming’e pek çok yazarın Gerilim ana başlığı altında eser verdiğini söylemek müm-

kündür. GER L M DALLANIP BUDAKLANACAK Tema ve alt türler genellikle yazarların kullandıkları ve öyküyü çekimsedikleri temalara yönelik belirlendiğinden ilerleyen yıllarda gerilim türünün daha da dallanıp budaklanacağını öngörmek, yanlış bir varsayım olmaz. Bu nedenle bir kitabı “gerilim” kurgusu içine dahil edenin yukarıda yazdığım karakteristik özellikler olduğu göz önüne alınmalıdır. Bir başka tartışma konusu, “Gizem” alt türünün “Gerilim”den bağımsız bir tür olarak incelenmesi gerektiğini savunan görüştür. Bu görüşü savunmalarındaki temel sav, görsel ve imgelem olarak “gizem” türünün insanın içine doğru daha derinlemesine yaptığı yolculuk ve kurgunun daha yavaş şekilde sürdürdüğü ilerlemedir. Bir başka deyişle, “Gizem” türünü ayrı tutmak istemelerindeki temel sebep içten içe “Gerilim” türünü -fazla macera dolu bulduklarından olsa gerek- yüzeysel bulma hatasına düşmüş olmalarıdır. Bu teze kesinlikle katılmıyorum, çünkü genel anlamda “Gizem” türünün kullandığı literal oyunların ve kurgu açılımlarının tamamı “Gerilim” türü ile birebir örtüşmektedir. Yine bir başka tartışma konusu “Gerilim” türünün başlangıcının ne zaman olduğu ve sinemanın da devreye girmesiyle 20. yy. Robert Liparulo geriliminin tamamen bağımsız “Modern Gerilim” adı altında incelenmesi gerektiğine yönelik olan tezdir. Açıkçası bu tezin daha kabul edilebilir noktaları vardır. Çünkü ilginçtir ki diğer bütün edebiyat türlerinin aksine “sinema”daki açılımı edebiyata ilham olan ve sinemayla gelişen tek edebiyat türü “Gerilim”dir. Gerilim türünün temel silahları olan, heyecan, kurguda çarpılma ve merak duygularının yansıtılabileceği en uygun mecranın sinema olduğu düşürülürse, bu sonuçta – en azından tüketim tabanlı düşünüldüğünde-

şaşılacak bir şey yoktur. Şaşılacak olan sadece uyarlama anlamında değil, kurgusal anlamda da sinemanın türe kattıklarıdır. Alfred Hitchcock ile birlikte gerilimin yeniden şekillenmediğini kim iddia edebilir? Veya bir başka örnek; günümüzde gerilim kurgularının sanki filmi çekilmesi arzulanırmış gibi, aksiyonlara ve sahnelere bölünerek kurgulandığını (en güzel örnek bkz. Dan Brown kitapları) görmememiz mümkün mü? Bu açıdan sunulan tez her ne kadar haklı görünse de yine temel kurgu elemanlarına bir göz attığımızda, “modern gerilim” tezinin sinemanın çoğu zaman sınırlandırıcı engellerinden (bkz. izleyiciyi tutma, süre gibi faktörler) kaynaklandığını görürüz. Bunu anlamak için türün başlangıcına gidip pek çok edebiyatçı tarafından “gerilim” türünün ilk öğelerini içerdiği söylenen Homer’in Odyssey’ine göz atmamız gerekir. Aynı şekilde Alexandre Dumas’nın “Monte Kristo Kontu” da “gerilim” türü için özel örnekler arasındadır. Kısaca bu tez “gerilim” türünün ana elementlerini anlamadan kısıtlamaya kalkılmasından kaynaklanmaktadır. Kısaca da olsa türün temel, ayırt edici özelliklerinin anlaşıldığını düşünüyorum. Türe yönelik özellikle tavsiye edeceğim isimler arasında, James Patterson, Daniel Silva, Thomas Harris, Stieg Larsson, John Grisham, Robert Ludlum, Richard Condon, Patricia Highsmith, Ian Fleming, Robert Bloch, Carlos Ruiz Zafon, Neal Stephenson, Dean Koontz sayılabilir. Yine özellikle henüz tercüme edilmemiş olsa da “Germ” kitabıyla Robert Liparulo da dikkat çekici bir isimdir. SADE B R D L Robert Liparulo’nun yetişkinlere yönelik yazdığı gerilim romanları henüz tercüme edilmemiş olsa da gençlere yönelik yazdığı ve daha çok Doğaüstü Gerilim alt kategorisinde incelenebilecek serisi, 6 kitaplık “Hayalevi Kralları” Martı Yayıncılık tarafından dilimize kazandırılıyor ve ilk kitabı “Karanlık Gölgeler Evi” okuyucunun beğenisine sunuldu. Kitap, seriye uzun bir başlangıç şeklinde kurgulandığından, serinin okuduğum üç kitabı üzerinden eleştirisini yapmam doğru olacaktır. Öncelikle seri, genç okuyucunun okuyabileceği, çok sade bir dil barındırıyor ve daha fazla kitleye ulaşmak açısından bu bir avantaj sayılabilir. Lakin, kitapta özellikle referanslı betimlemelerin sürekli olarak popüler kültürden alınması biraz rahatsız edici ve aynı zamanda okuyucu kitlesini küçümseyici veya yazarken tembelliğe kaçma izlenimi yaratıyor. Bu tıpkı sürekli “falanca filmi izledin mi? Hah işte, burada karakter, o filmdeki gibi korkuyor,” demek gibi. Popüler kültürü referans göstermek yanlıştır demiyorum. Fakat referans ser-

best çağrışımla gelmeli, doğrudan hedef göstererek değil. Bunun dışında seri tam bir sayfa çevirici. Özellikle genç okurun bir sonraki sayfa, bir sonraki sayfa derken bütün seriyi sıkılmadan okuyacağına neredeyse eminim. Tek sıkıntı, seriye oldukça uzun bir girişten fazlasını ifade etmeyen ilk kitabın ancak ikinci kitapla devam ettiğinde bu istenilen etkiyi yaratmaya başlaması. Bu anlamda benim tavsiyem Martı Yayınlarının ikinci kitabı da bir an evvel tercüme etmesidir. Hatta iki ve üç kitap bir arada yayına sunulmuş olsaydı genç okurun (yanlış anlaşılmasın, yazı boyunca genç okurla 12-17 yaş arasından bahsediyorum) kitabı bu tatil zamanında eğlence amaçlı keşfetmesi için daha iyi olabilir. Bu bağlamda kitabın sanki ilerde filmi çekilmek üzere kurgulandığını ve yazıldığını yazmak da yanlış olmaz. Serinin aslında bitince nasıl bir tat bıraktığını en iyi genç okurlar anlayacaktır, benim yaşım biraz geçkin olduğundan ancak yazım tekniklerini inceleyebilir ve yaratabileceği etkiler üstünde varsayımlarda bulunabilirim. BA ARILI KURGU Temel olarak seri, “gerilim” türünün ana temalarını, genç okuyuculara yönelik sunma bakımından bir başarı taşıyor. Yaratılan mekân, genç okuyucusunu da içine hapsedecek denli sürprizleri ve korkuları eksik olmayan bir şekilde başarıyla kurgulanmış. Hatta bu yaz aylarında macerayı kitaplarda arayan genç okurun böyle bir evi terk etmek için hiçbir nedeni olmadığını da söylemek mümkün. Fakat daha önce belirttiğim şeyin tekrar altını çizmemde fayda var. İlk kitap seriye bir giriş kitabı ve çok fazla olay veya heyecan oluşturmuyor. Çok fazla detaylandırılmamış ve ne yapacağı önceden az biraz belli olan karakterleri de buna tuz biber ekiyor. Fakat kitabın hitap etmeyi amaçladığı yaş grubu düşünüldüğünde bu bağışlanabilir. Karakterlerin anlatılan özellikleri de genç okuyucunun kendisiyle bağdaştırabileceği, sevilebilir verilerden oluşmaktadır. Konudan bahsedersek, özetle Los Angeles’ta yaşayan Kings ailesi küçük bir kasabaya taşınır, bir motele yerleşir ve daha sonra bir ev bulurlar. Bu evle birlikte, Kings ailesi için esrarengiz bir dünyanın kapıları da açılacaktır. Seri, bu haliyle genç okura keyifli bir yaz okuması sunuyor.


10

Aydınlık KİTAP

29 HAZ RAN 2012 CUMA

MANTIK, HEGEL'E GÖRE, HEM EN BASİT HEM DE EN ZOR BİLİMDİR

Akıl var, mantık var! Hegel’in diyalekti ini ve idealizmini anlamada anahtar önemde olan “Mant k Bilim” adl eseri, a zlara pelesenk olmu “Nicel birikimden nitel dönü üme” eklindeki dü ünceye olanak sa layan “Nitelik” ve “Nicelik” kavramlar n n ele al nd , bu kavramlar üzerine kapsaml bir biçimde dü ünmenin, emek vermenin sonucu olarak görünüyor CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com

HEGEL' ALINTILAMANIN DAYANILMAZ HAF FL ! Ne zaman birisi Doğu-Batı sentezi veya ayrılığından, çelişkilerin birarada bulunuşundan, tarihselcilikten, tarihin sonundan söz açacak olsa muhakkak Hegel'in adı geçer. Bir söz vardır: “Dante'nin İlahi Komedyası'nın önemi her geçen gün artıyor, çünkü kimse onu okumuyor”. Sanırız, “Dante'nin İlahi Komedyası”nın yerine “Hegel'in herhangi bir eseri”ni koysak bu söz daha gerçekçi olurdu. Hegel'e atfedilen doğru ve yanlış birçok düşünce var. Tez-Antitez-Sentez üçlemesinin, Nazizmin köklerinin Hegel'de olduğu sıklıkla söylenir. Bunların ayrıntısına girmeyeceğiz fakat sadece şu ünlü “Tez-antitez-sentez” üçlemesinin Hegel'de olmadığını, daha doğrusu bu adlarla herhangi bir ifadenin Hegel'e ait olmadığını belirtmekle yetinelim. Hegel'in eserlerinde yer alan “Tarihin sonu”, “mutlak bilgi” gibi kavramlar ve Devletin Tanrı'nın yer yüzündeki eli olduğuna ilişkin ifade, Hegel'in kullandığından çok başka anlamlarda kullanılmakta ve yaygınlaşmaktadır. Bunların dışında “Köleefendi diyalektiği”, “tanınma”, “başkalık / ötekilik” gibi kavramlar hep Hegel'in eserlerinde yer almakta ve günümüz aydını sıklıkla bu kavramları kullanmaktadır.

TÜRKÇE'DE HEGEL Yukarıda anılan kavramların Hegel'den doğrudan alındığını varsaysak bile bu kavramların tümü Hegel'in o ünlü eseri “Tinin Fenomenolojisi”nde ve ''Tarihte Akıl”da yer almaktadır. Bu arada bu eserlerden ilkini Aziz Yardımlı, ikincisini ise Önay Sözer

Türkçeye kazandırmıştır. Oysa Hegel'in felsefi sistemi açısından giriş niteliğinde olan bu eserini takip eden “Mantıkbilim”, “Doğa Felsefesi” ve “Tin Felsefesi”nden oluşan Ansiklopedi'ye başvurulduğu pek görülmemektedir. Kaldı ki Hegel'in eserlerinin önemli bir bölümü Türkçeye çevrilmiş değil. Sözgelimi “Doğa Felsefesi” ve “Tin Felsefesi” adlı eserleri hâlâ Türkçeye kazandırılmış değil. Hegel'in Ansiklopedisi'nin ilk bölümü olan “Mantık Bilimi” (küçük mantık) ve “Ansiklopedi”yi önceleyen ve “Büyük Mantık” diye bilenen “Mantık Bilimi” adlı eserleri Aziz Yardımlı tarafından Türkçeye kazandırılmış ve İdea Yayınevi tarafından basılmıştır. Aziz Yardımlı'nın çevirilerine ilişkin yaygın eleştirilerin doğruluğu / yanlışlığı bir yana, sonuç olarak bu eserler Türkiye'de yaygınlaşmamıştır.

MANTIK'IN ZORLU U, BAS TL Mantık, Hegel'e göre, hem en basit hem de en zor bilimdir. Basittir çünkü onu bilmek ve onunla iş görmek için insanın kendi aklının dışında bir araca gereksinimi yoktur. Zordur çünkü herhangi bir dışsal araç ya da bilgi kullanılmadan mantık üzerine düşünmek ciddi bir disiplin gerektirir. Hegel'in “Mantık Bilimi” üzerine, “Mantık Bilim” adlı eserinin ilk bölümü olan “Varlık Öğretisi”nin üç temel kavramı ve başlığı olan “Nitelik”, “Nicelik” ve “Ölçü”yü ele alan bir eser yayımlandı. Mustafa Cemal tarafından kaleme alınan “Hegel'in Kayıp Mantığı” başlıklı çalışma Belge Yayınları'nca basıldı. Mustafa Cemal, Hegel'in diyalektiğini “Varlık Öğretisi” başlıklı bölümün alt başlıkları üzerinden incelemekte ve geometri, kimya, fizik gibi dallardan yardım alarak örnekler ortaya koymaya çalışmaktadır. Hegel'in mantığa ilişkin soyutluktan kaynaklanan zorluğu aşma adına girişilen bu çabanın zorluğu aşıp aşmadığına karar vermek güç görünmektedir.

HEGEL'DE TERM NOLOJ SORUNU Mustafa Cemal, eserinde, Hegel terminolojisine ilişkin kapsamlı bir tartışma yürütmektedir. Spekülatif, diyalektiğin Türkçe karşılığı olarak önerilen Eytişim, Önay Sözer tarafından Türkçede Düşüngeme sözcüğüyle karşılanmaya çalışılan Reflexion, Aziz Yardımlı tarafından Kıpı ve çoklarınca An sözcüğüyle karşılanan Latince Moment, Hegel'in felsefesinde çok büyük bir önemi olan Türkçede anlamını pek sorgulamadan kullandığımız Değil, Türkçe ve İngilizce çevirilerde sorun yaratan Almanca Objekt ve Gegenstand sözcüklerine ilişkin yürüttüğü tartışmalar ve verdiği bilgilerle dil-

sel sorunları aşmaya yönelik önemli bir başarı elde etmektedir. Özenli bir Türkçe çevirinin ve Hegel'in metnine sadakatin bir arada yürütülmesi çok zordur. Bu zorluğa karşın Mustafa Cemal, eserinde, kendisinden sonraki araştırmacılar için önemli ipuçları sunuyor.

MET N ÇÖZÜMLEMES VE YAKIN OKUMAYLA ORTAYA ÇIKMI ESER Eser Hegel'in metnini çözümler gibi başlıyor ve yer yer metin çözümlemesinden oluşuyor. Bunun yanında, yazar, Hegel'in metninden hareketle, onu anlaşılır ve algılanabilir kılmak adına, geometriden, fizikten, kimyadan örneklerle metni açıyor. Fakat, yazar, metin çözümlemesi yaparken kendini Hegel'in biçemine kaptırıyor ve Hegel'in ağzından Hegel anlatılıyor. Bu tercih edilebilir bir yöntem olabilir ama metin çözümlemesine ve Hegel'i anlaşılır kılma çabasına pek uymuyor. Hegel'in bu metnine ilişkin belki de en çok yapılması gerekilen iş, Hegel'in biçemine kapılmadan Hegel'in diğer metinlerinden de faydalanılarak, metnin içeriğinin serimlenmesi olurdu. Bilindiği gibi, Hegel'in metinleri mantıksalın üçlü yapısından oluşur. Kabaca söylersek, Hegel'in herhangi bir kitabında öncelikle soyutluğu içerisinde belirli bir kavramla başlanır, sonrasında bunun belirlilikten yoksun olduğu gösterilip ona belirlilik kazandırılır ve son olarak da bu belirlilik aşılır. Örneğin, “Hukuk Felsefesi”, “Soyut Hak” ile, “Tinin Fenomenolojisi”nin birinci bölümü, “Duyu pekinliği (Duyusal kesinlik)” ile başlar. Her ikisinde de soyutluk, ikinci uğrakla aşılır.

AKIL HER YERDE Bu örneklerden de görülebileceği gibi, Hegel, İncil'de geçen “Taşı kaldırsan altında beni bulacaksın!” sözünü, Evrensel Akıla uyarlıyor. Mantık'ta serimlemeye çalıştığı Evrensel Aklın (Logos'un) bütün tekillerde üstü örtülü olarak yer aldığını üstüne basa basa vurguluyor. Hegel'e yönelik, çağdaşlarının en büyük eleştirisi, bireyselliği tanımamasıydı. Oysa, özellikle son yıl-

larda, Hegel'in sanıldığının aksine, tekile, somuta çok büyük bir yer verdiği ve tekilliği esas aldığı savunulur olmuştur. Terry Pinkard'dan, Robert Pippin'e kadar, dahası son yılların ünlü filozofu Zizek'i de içine alan, 20. yüzyıl filozofları Hegel'in bu yönüne sürekli olarak işaret ediyorlar. Bu konuda belki de en güncel eserler, Zizek'in “Olumsuzla Oyalanmak” ve “Gıdıklanan Özne” adlı eserleriyle, henüz Türkçeye kazandırılmayan fakat Encore Yayıncılık’ın önümüzdeki yıl içinde Türkçe basımını yapacağını duyurduğu “Less Than Nothing: Hegel and the Shadow of Dialectical Materialism” (Hiçten az: Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi) adlı eseridir. Platon'dan bu yana ideaların gerçekliğini savunan filozoflar arasında en görkemlisi olan Hegel, Kant'ın bir yorumcusu olarak ele alındığında, öznelerarası düzlemde, ideaların gerçekliğini, varlığını ve belirleyiciliğini hararetle savunan bir filozof olarak karşımıza çıkıyor. Hegel'in diyalektiğini ve idealizmini anlamada anahtar önemde olan “Mantık Bilim” adlı eserinin, ağızlara pelesenk olmuş “Nicel birikimden nitel dönüşüme” şeklindeki düşünceye olanak sağlayan “Nitelik” ve “Nicelik” kavramlarının ele alındığı eser, bu kavramlar üzerine kapsamlı bir biçimde düşünmenin, emek vermenin sonucu olarak görünüyor. Mustafa Cemal, eserinde, mantık konusundaki bir metnini ele aldığı için haklı olarak, sıklıkla Spinoza'ya, Kant'a ve Leibniz'e göndermelerde bulunuyor. Hegel'in mantığının 19. ve 20. yüzyıldaki diğer mantık örneklerinden farklılığını yeterince ortaya konmuyor. Eser, bu eksiğinin ötesinde, Hegel'in “Büyük Mantık”ında kapsamlı bir biçimde ele aldığı Matematik konularına, özellikle analiz (calculus) konusunu, göndermede bulunuyor ve bu kapsamda matematik tarihinden önemli kişilerin eserleriyle Hegel'in çözümlemeleri arasında bağlar kuruyor. Eser, bu yönüyle, yakın okumanın hakkını veriyor. (Hegel’in Kayıp Mantığı, Mustafa Cemal, Belge Yay., 363 s.)


Aydınlık KİTAP

29 HAZIRAN 2012 CUMA

11

ANDREW JOLLY'N N “SEN Ç ME GÖMDÜM”Ü VE AZINLI IN  I I KABRERO

Yurtsuz bir aşkın yurdu... Soylu Kabrero ile K z lderili e inin iki y ll k evlilikleri bize birbirleri için do ru zamanda bulu an â klar n az nl n â olduklar n dü ündürüyor. Toplumun öngörülerine z t olan ili kilerin evlilik çat s alt nda olmas n n da bir anlam ifade etmeyece i gerçe ini bize an msatmas yazar n yaz n dehas n n derinlikleriyle yüzle tiriyor bizi. Anderw Jolly, kara kapkara mizah n yazar oldu u kadar derin sorgulamalar n da yazar ... BEDRİYE KORKANKORKMAZ Sevgi, aşk, insanlık gibi kavramlar günümüze değin sorgulanagelmiştir. İnsanların yaşadıklarına yansıyan sevgiye dair düşüncelerimi sorguluyorum içimde. Sevgisiz bir insan yaşayabilir mi? Sevgisiz bir yaşam mümkünse sevgiye yüklediğimiz anlamı abartıyor muyuz? Sürdürülebilir bir yaşamda sevginin biyolojik olarak eksikliği hayati tehlike taşımıyor ama düşünsel ve ruhsal olarak yokluğunun yarattığı boşluğun birçok insanı intihara sürüklediği de bir gerçek. Aşk ve sevgi üzerine bu denli şiir roman ve öykü yazılması başka nasıl açıklanabilir… Sevgisiz yaşayan insanın hayatı ne türden bir dramsa birbirini seven iki insanın birbirini karşılıklı olarak doğru bir biçimde sevmeyişi de o türden bir dramdır. Sevgiyi ben insanın kendisini insan olarak algılaması olarak tanımlıyorum. Tüm bu haklı sorgulamalar doğal olarak doğru sevilme biçiminin doğru sevgi bilincini gerektirdiğini anımsatıyor bize. Yanlış sevgi biçiminin sevgisizliği, doğru sevilme biçiminin ise anlamlı paylaşımları beraberinde getirdiği nasıl bir gerçekse sevmeyi bilmenin başlı başına bir bilinç uyanması, bir bilinç aydınlanması olduğu da öyle bir gerçektir.

OKURUN Ç NDEK Z RVE Toplumsal sevgi/ aşk kendi içinde birçok kategoriye ayrılıyor. Bireysel aşk/sevgi ise sadece âşığın ruhuna/kalbine sığıyor. Sıra dışı evlilik ile standart evlilik arasındaki farklılık üzerinde düşünmemi kendisi gibi karakteri de sıra dışı olan Andrew Jolly' e borçluyum. Jolly'nin “Seni İçime Gömdüm” eserinin satırları arasında kayboluyorum. Yazarın zamana meydan okuyan kavramlarla kurduğu güçlü bağ yıllar sonra da okuru içten içe kuşatıyor. Okuyucu içinde güzellik uykusuna yatan sevgi, sevgisizlik, yalnızlık, duyarsızlık gibi kavramları uyandırma gücünü kendinde buluyor. Böyle böyle ruhunun aynasından kendisine söyleyemediği sözlerin güzelliği ile sevdiklerinin kendisine söylediği haksız sözlerin acımasızlığıyla yüzleşiyor. Okuyucuyu içindeki zirveye taşıyan yazar, içindeki zirveden kendi yalnızlığına, sevgisizliğine, sessizliğine ille de anlaşılmazlığına bakmasını değil; yalansız ve önyargısız kendisini sorgulamasını istiyor okuyucusundan. Yazar bunları bize bir şeyler anlatma derdiyle yapmıyor. Biz onun kendi kendine anlattıklarından kendimizi çıkarlarımıza pazarladığımız gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Bilinçaltımıza bastırdığımız duyguların karşısında oturmak, idam sehpasının önünde durmaktan farksızdır. Bu farkın hayatımızı bu denli derinden sarsması kendimize ve yaşadıklarımıza karşı riyakâr oluşumuzdan kaynaklanıyor. Nasıl ki para sevgisi ile Tanrı sevgisi birbirleriyle örtüşmüyorsa riyakârlık ile

aşk da birbirleriyle bağdaşmıyor. İnsanın yakınları tarafından anlaşılmazlığının ne yaşının ne de zamanının olmadığını daha iyi algılıyorum bu eserde.

SÖZCÜKLER N HAYAT VERD ... Yasalarla koruma altına alınan çift kişilik ilişkiler zamanla toplumsal bir tabuya dönüşüyor. Bu tabu insanın en hakiki yalnızlığının kalabalıklar içindeki yalnızlık olduğu gerçeğini görünmez kılıyor. Ne gerçeğin ne de gerçek sevginin yasalarla korunmaya ihtiyacı yoktur. Bir insanın ruhu sadece kendisine özgüdür ve insan da sadece yaşadıklarına sığıyor/ sığmıyor Kabrero gibi. O, sözcüklerin hayat verdiği yürekli bir âşıktır. Onun yürekliliği âşık oluşunda değil; aşkını sahiplenişinde. Aşkın ölü/canlı beden üzerindeki etkisinin hiç değişmeyişini bize anımsatmasında. Toplumun yaptırım güçlerini karşısına alıp tek başına kendi doğrularını yaşamasındaki yürekliliğinde. Sevmeyi bildiği kadar sevdiğini içinde çoğaltmasındaki bilgeliğinde. Her tür ilişkinin tüketim üzerine kurulduğu günümüzde Kabrero’nun Kızılderili karısıyla yaşadıkları “sevginin” canlı kanıtı olarak dikiliyor karşımıza. Sevgi ile konuşmak, sevginin sesiyle tanışmak böyle bir şey olmalı duygusuyla insanı içten içe sarsan Kabrero, beynimizdeki sevgiye dair tabuları da yerle bir ediyor. Aşkın bir insanı nasıl özgürleştirdiğini bilmek isteyenlerin onun aşka dair söylediklerini dinlemesi gerektiğine inanıyorum. Eğer hapiste değilsek özgürüzdür. Bu yaklaşım bir anlamıyla doğru ama bu doğruluk Kabero’nun ruhsal özgürlüğü karşısında pespaye bir özgürlüğe dönüşüyor. Özgürlük insanın kendisini yaşadıkları/ hissettikleriyle gerçekleştirmesidir. Bir insanın yaşarken neleri içine gömdüğünü bilmiyorum ama Kabrero’nun ölü karısını kendi elleriyle yıkayıp tabuta koyup günlerce o vahşi dağlarda karısının tabutunu sırtında kasabaya kadar taşımasının nedeninin karısının ölüsüyle de yaşadıklarını ölümsüzlüğe gömmek isteği olduğunu biliyorum. Onun iç gömüsünü benim için kıymetli yapan da sadece yaşanmışlıklara özgü olmasıdır. Yurtsuz bir aşkın yurdu insanın içidir. Tepeden tırnağa insan olan kahramanımızın aşkını bu denli gerçek yapan doğanın aşkı gibi gerçek olmasıdır. Çöl çiçeği Kabrero, bir sanatçı gibi yazdıklarından öte haklı saptamalarıyla da günümüze damgasını vuruyor.

M ZAH VE SORGULAMA Aşk hakkındaki birikimlerimizin sabun köpüğünden ibaret olduğunu okuduğumuz kitaplardan, izlediğimiz filmlerden, nitelikli insanların yaşadıklarıyla aşka kattığı farkındalıktan algılıyoruz. Soylu Kabrero ile Kızılderili eşinin iki yıllık evlilikleri bize

birbirleri için doğru zamanda buluşan âşıkların azınlığın âşığı olduklarını düşündürüyor. Toplumun öngörülerine zıt olan ilişkilerin evlilik çatısı altında olmasının da bir anlam ifade etmeyeceği gerçeğini bize anımsatması yazarın yazın dehasının derinlikleriyle yüzleştiriyor bizi. Jolly, kara kapkara mizahın yazarı olduğu kadar derin sorgulamaların da yazarıdır. O, dağda karşılaştığı öğretmeni haydutluğa terfi ettiren sistemin başarılarını semt pazarı gibi gözlerimizin önüne sermiyor gözlerimizin içine içine sokuyor adeta. On yaşındaki öğrencisine sokağın ortasında tecavüz eden jandarmayı öldürdüğü için kızın babasının “Altı üstü bir kadın o. Nasıl olsa başına gelecek bir iş” deyip öğretmeni azarlaması insana bir eğitimcinin öğrencilerinden önce sisteme vereceği ders neler olmalıdır sorusunu sorduruyor. Öğretmen de insanın onuru /namusu için yaşayacağı dersini davranışlarıyla topluma verdikten sonra dağları mesken tutuyor. Her iki bilgenin dağdaki konuşmaları bile eseri bir başyapıt yapmaya yeterdi diye düşünüyorum. Meksikalı Kabrero Yaki’li karısıyla ilk karşılaştığında onun kadınlığına değil, göğsünün altında sürekli kanayan yarasına vurulmuştu. Bu da bildik bir kadın erkek yakınlığının dışında dostluk bağını oluşturmuştu onun içinde. Hasta karısı onu içten içe kanayan duygusal yaralarıyla tanıştırmış o da yarasından aldığı güçle kendisini alışılagelmiş yaşamın kokuşmuşluğundan bir çırpıda kurtarmıştı. Kendinde var olan değerleriyle tanışması böyle olmuştu. Davranışların diliyle konuştuğu için karısına yaşarken “seni seviyorum” deme ihtiyacını hissetmemişti. Davranışların yaşamı nasıl bir yaşamdır merakını hiçbir eser bana bu kadar derinden hissettirmemişti. Varlığın içinde yoksulluğun ne olduğu kadar birlikteliklerin nasıl yoksunluğa dönüştüğünü alıntıladığım satırların çok güzel özetlediğini düşünüyorum. “ Az rastlandığı için mi vahşiydi bu aşk yoksa? Yengesinin öpüşünü, ona ve ağabeyine duyduğu acımayı anımsadı yine. Oysa ölü karısını yüklenip kasabaya gelen kendisiydi, yani aslında onların acıma duymaları gerekirdi. Ama acımamışlardı işte… Ne onlar, ne rahip, ne haydutlar, ne kimse. Acıma beklememişti ki onlardan. Gerek duymamıştı. Düşünmek bile şaşırtıyordu insanı: Vahşilik bu muydu acaba? Ölümünün uyandırdığı acının ötesine geçen her şeye sevecenlikle kucak açan bir aşk tatmak mıydı?” (s.88). “Ardından sürüklediği ceset yüzünden değildi bu korku; bu aşk, onların tümünü gereksizleştirmişti gözünde, öyle ki kendisiyle sevgilisi dışında kalan hiçbir şeyden sorumluluk duymayan birinin gururuyla, küçümser tavrıyla aralarında dolaşmıştı; bu yüzden korkmuşlardı ya.” ( s.144).

GELECE KARARTMAK Karısının ölümünün akabinde kendi içine yaptığı yolculukta içindeki hastalığın adını koymuştu kahramanımız. Bu bir insan için inanılmaz bir servetti. Ve her babayiğidim diyen böyle bir serveti onuruyla taşıma cesaretini kendinde bulamazdı. Onun ruhunu hasta eden nedenleri şöyle özetleyebilirim: Ona hem annelik hem de babalık yapan babasının yalnızlığına ortak olmadığını, yalnızlığın ona niçin iyi geldiğini, karısından önce duygularının sevgisizlikten kanadığını, insanlıkla aşkın elçileri oldukları için karısıyla kasaba ile kilisenin önyargılarına sığamayacaklarını, sevdiği tarafından sevilmeyen insanın kendisini de sevemeyeceğini, karısına hissettiği sevginin aslında kendine hissettiği sevginin toplamı olduğunu, aile mezarlığına karısını ısrarla gömmek istemesinin altında yatan asıl nedenin karısına istenmeyen bir gelin olmadığını kanıtlamak istemesi, vahşi aşkının mezarının yine vahşi doğa olacağını, toplumun yaralı insanlardan ne kadar korktuğunu, kasabanın kokuşmuş kurallarını barındıran toprağın da o kokuşmuş insanlar gibi acımasız olabileceğini, karısının yaşarken yenilmediği topluma ölürken de yenilmeyeceğini bilmeyişi ile sevdiği kadınına veda ederkenki acının bir erkeğe neler yaptırabileceğini tasavvur edemeyişiydi. Onun tüm bu tasavvur edemediklerinin toplamında biz de toprağın derinliğine gömdüklerimizin aslında bir ceset olmaktan öte korkunç mutsuzluk ile korkunç ötesi el değmemiş yalnızlık olduğunu öğreniyoruz. Evet, bizim toplum olarak hastalığımızın da “Yat sevgilim. Kıpırdama. Yat bir tanem. Seni içime gömdüm” diyerek ölü karısını yakan kahramanımız gibi azınlığı temsil eden güzel insanları dışlamanın bir toplumun geleceğini karattığını görmemek olduğunu düşünüyorum. (Seni İçime Gömdüm, Andrew Jolly. Çev. Tomris Uyar. Ayrıntı Yay., 128 s.)


12

29 HAZ RAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

MUZAFFER İZGÜ, “PADİŞAHIM ÇOK YAŞA”YI, MİZAHI VE TÜRKİYE'Yİ ANLATTI

Ezilmiş insanın tek silahı, gülmecedir “Gerçek gülmece, güldürürken dü ündüren bir gülmece olmal d r. Ben kime güldüm, neye güldüm, niçin güldüm? Bu sorular okuyucuya sordurtmayan yap t gülmece yap t de ildir. nsan g d klarsan z güler, gülme gaz s karsan z yine güler, i aretle güler, bunlar sa l kl gülmece de ildir. Gerçek gülmececi halk n sa l kl olarak güldürmelidir.” yorum, “Ayıya Bak”... Bu yapıtların hepsi geçtiğimiz sekiz dokuz yılda olanları anlatır. Bana başka yayımlanmış bir tane gülmece yapıtı gösteremezsiniz. Oysa ki bizim İnsan çocukluğunda onu en çok gülgülmecemiz çok güçlüdür. Ta Nasreddin düren “görünmez adam”la birgün röportaj Hoca'dan başlar. İncili Çavuş, Bektaşi, yapacağını öğrenirse ne hisseder? İşte ben Bekri Mustafa daha niceleri. Hatta gülmece tam da bu durumun içine düştüm ve iyi ki Anadolu'dan doğmuştur. İlk gülmece örde düştüm. nekleri Hititlerin Purilli törenlerinde göMizahın en sağlam kalemlerinden olan rülmektedir. Bağbozumu törenleri, Selyazarın “Ekmek Parası” ve “Zıkkımın çukların sürüye koç katma törenleri, Noel Kökü” adlı otobiyografik eserlerini okuBaba, Ezop, hepsi Anadolu'dan... Aslında duğumda ve bu eserlerden uyarlanan filmi biz gülmeyi seven bir ulusuz ama nedense izlediğimde günlerce evde “darı var darıııı, yöneticiler her zaman gülmeyi yasaklahamama girdi kocakarııı, saçları sarı sarımak istemişlerdir. Çünkü onlar da gülmeıı” diye bağırdığımı bilirim. Adana'da kencenin topsuz tüfeksiz bir silah olduğunu bildi ekmek parasını kazanmaya çalışan ve mımektedirler. Bir kahkaha, bir gülme, otosır satan bu küçük çocuk Muzaffer İzgü'ydü riteyi yerle bir eder. Zaten yöneticiler her ve büyük emeklerle ilerlediği yazarlıkta adızaman gülmececileri sevmemişlerdir. Ama nı edebiyat hayatına unutulmaz kalemleronları halk sever, bir Nasreddin gibi onu den biri olarak yazdırdı. bağrında yaşatır. Bir çocuk... henüz hayatın kibrini alGerçek gülmece, güldürürken dümamış bir çocuk, karşısındakine -kim olşündüren bir gülmece olmalıdır. Ben kime duğuna aldırış etmeden- “dişinde yeşillik güldüm, neye güldüm, niçin güldüm? Bu var” diyebilme özgürlüğüne ve dürüstlüğüne soruları okuyucuya sordurtmayan yapıt sahip bir çocuk... O çocuk sizi 50 yaşına da gülmece yapıtı değildir. İnsanı gıdıklarsagelse unutmuyorsa bir yazar bu hayatta hernız güler, gülme gazı sıkarsanız yine güler, kesin istediği ama ulaşamadığı şeyi yakaişaretle güler, bunlar sağlıklı gülmece delamış demektir: ölümsüzlük. Muzaffer İzgü ğildir. Gerçek gülmececi halkını sağlıklı olaböyle bir yazardır. rak güldürmelidir. Yenilmiş, ezilmiş insaBiz de Aydınlık Kitap olarak hayatımının elindeki tek silah gülmecedir. İşte buzın önemli mizah üstadı Muzaffer İzgü ile rada gülmeceye çok iş düşüyor. Elbette gerbu hafta söyleşi yapma fırsatını bulduk. çek gülmececiye halkını sarsmak, uyandırmak, onun katılmasını isteSayın Muzaffer İzgü, siyasi mimek... Yoksa günümüzde de zah edebiyatında düne oraninsanları güldürüyorlar. la bugün ne durumdayız? Tek kişilik gösteriler, bir anl klar n Kar Türkiye’nin son 10 yılına de onun Amerikanca a ç kmas için nl ayd baktığınızda ne söyleadı var. Bunu izlemek kmayacaks n. kor hiç yebilirsiniz? hayli pahalı ama ingülmececiysen e Hel Bütün içtenliğimle sanlar parayı basıp i ini, inand n bild söyleyeyim ki, bugün . ks n aca yaz gidiyor. Ben de basve sin cek leye söy siyasi gülmece yok dece me gül ek tım, ben de gittim. iner çek ak, kar Kor necek denli azalmıştır. Nelerle halkımı gülz. Gülmece en lma yap Hatta yoktur da diyebidürüyorlar, salt onu büyük halk deste idir liriz. Çizgiyi karıştırmagörmek, işitmek için... halk ndan önde a am yalım, orada az da olsa baBaktım halkım, sahnegitmelidir zen çok etkin siyasi karikadeki adam iki kolunu oytürler görmekteyim. Ama yazılı natsa kahkahayı basıyor, çıktı gülmece bitmiştir, yoktur. Şu döverdiği yüz liranın beş lirası, ayağınemi kıyasıya eleştiren benim yapıtlarımı nı şöyle kaldırsa bir kahkaha daha patlaburada sırasıyla saymak isterim. “Hamtıyor, çıktı beş lirası daha... Hepsi belden dolsun Açız” bu dönemin ilk yapıtı. Onu aşağı... Katıla katıla gülüyorlar ama dışa“Anamı da Aldım Geldim” izledi, onun arrıya çıktıklarında akılda hiçbir şey yok. Güldından geçen yıl “Padişahım Çok Yaşa”yı mece kalıcı olmalıdır. Bir Aziz Nesin, bir yazdım. Şu anda da yeni kitabımı hazırlıRıfat Ilgaz, bir Muzaffer İzgü gülmecesi ka-

DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com

Muzaffer zgü

lıcı gülmecedir. Ben onların kitaplarının kuşaklar boyu okunacağına inanıyorum.

“GENÇLERE H ÇB R EY ÖNERM YORUM” Mizahın eleştirel yönü ve siyasi iktidarların bundan hiçbir zaman pek hoşlanmadığı düşünülürse, genç yazarlara ne önerirsiniz? Ben şu anda sırtını edebiyata dayamış gülmece yazarı görmüyorum, yani gülmece öyküsü, gülmece romanı, taşlama yok. Onun için de önereceğim hiçbir şey yok. Gerek siyasetçilerin kişilikleri, gerekse Türkiye’de olup bitenler akla getirildiğinde siyasi mizah açısından “malzeme” mi azaldı, bir çeşit oto-sansür mü başladı? Bu alandaki üretimde belli bir azalma yaşandığını söyleyebilir miyiz? Hayır, siyasi malzeme azalmadı. Hem de o denli çok ki, halkından tombalak atmasını isteyen bakanlar mı yok, dumandan ağ-

layan yöneticiler mi yok, bugün söylediğini yarın “söylemedim” diyenler, memura beş kuruş zam yapıp, vergisini on kuruş artıranlar, aç olduğu halde hâlâ kendini aç bırakanlara oy verenler, öyle inanıyorum ki şu anda malzeme eskisinden daha çok. Ama dediğim gibi gülmececi yok. Ben şu dört kitapta tastamam yüz altı konuya parmak bastım, o olayın, o konunun gülmecesini halkıma sundum. Karanlıkların aydınlığa çıkması için hiç korkmayacaksın. Hele gülmececiysen bildiğini, inandığını söyleyeceksin ve yazacaksın. Korkarak, çekinerek gülmece yapılmaz. Gülmece en büyük halk desteğidir ama halkından önde gitmelidir.

GURURLANMA PAD AHIM! “Padişahım Çok Yaşa” adlı kitabınızın alt başlığı “hayaldi, gerçek oldu” şeklinde… Kimlerin hayaliydi bu ve ne zaman gerçekleşti? Buna bağlı olarak, hayal-gerçek-kabus ilişkisi hakkında neler söyleye-


KAPAK bilirsiniz? “Hayaldi Gerçek Oldu” tümcesi de orada gülmecedir. Zaten onun için yazdım. Cemaatlerin, şeriatçıların taa Cumhuriyet kurulduğundan beri düşleridir. Bir gün şeriat gelecek, padişahlık kurulacak, halifeler yerini alacak. Şimdi onlara, o kafadakilere bakarsanız, hayal gerçek oldu ama, asla... Aç tavuk meselesi. Ergenekonlar, telefon dinlemeler, tehditler, hiçbir zaman pes ettirmeyecektir laikleri, Atatürk ilkelerini ve yurdunu sevenleri. Sonuna dek onlarla yasal çerçeveler içinde savaşacaklardır.

Aydınlık KİTAP bitmiş demektir. Ben halkımın arasındayım. Onların ucuz peynirlere koştuklarını izlerim. Büyükler için yazdığım gülmece kitaplarında hep bunları yazdım, bunları konu olarak seçtim.

ÇOCUKLARI GÜLDÜRMEK...

Çocuk ve gençlik edebiyatımız konusunda da görüşlerinizi almak istiyoruz. Binlerce yüzbinlerce insan kitap okuma alışkanlığını, çocukluğunda-gençliğinde sizin yapıtlarınız sayesinde edindi. Çocuklara yönelik kitapların önemi ve özelliği nedir? Ben Bugünün Türkiyesi’ne bakÇocuk okuru olmauk çoc tığımızda, “Padişahım yan bir toplumun asla a md yap tlar Çok Yaşa” diye bağıyetişkin okuru olmaz. , e i em ra çocukla ranlar olduğunu göBunu bildiğim için im. etir ö r üretmeyi rüyoruz gerçekten de. yazdığım 151 kitaa yan den süz güç Payla may , “Mağrur Olma Pabın yarısından çoğu olmay , do ay , ülkesini çok dişahım” diyen ise çocuklara yazıltürk Ata im. etir sevmeyi ö r pek yok. Ne düşünümıştır. Benim ya as n ç km ip ilkelerine sah yorsunuz bu konupıtlarımı çocuklar mli öne en i dak isterim. Ya am da? çok severler. Çünkü . ar m a l nu u u eyin bilim old Mağrur olma paben onları güldürüan, sor u sor Dü ünen, dişahım diyen az. Gülrüm. Gülerken de ba n dik tutan çocuklar meyi seven bir halk deeğitirim. Çocuklar için n alar olm miştim. Halkım biliyor, dese de büyükler için de yazrim iste bile karşıdaki dinlemeyecek dığım kitaplarda gülmeceyi ... duracak. Ama şunu da unutaraç olarak kullanırım. İşte bumayalım ki, bu halkın yüzde 50'si oylarıyrada gülmeceyi çok iyi kullanmak gerek. la, “Gururlanma Padişahım” diyor. Ayarında kullanmışsanız çocuk yazdığınız için değil, sizin için “çok komik bir yazar” der. Ben çocuk yapıtlarımda çocuklara “ERGENEKON”UN ROMANI DA emeği, üretmeyi öğretirim. Paylaşmayı, YAZILACAK güçsüzden yana olmayı, doğayı, ülkesini çok sevmeyi öğretirim. Atatürk ilkelerine sahip Kitabınızda Ergenekon ve Balyoz gibi da- çıkmasını isterim. Yaşamdaki en önemli şevalara da değiniyorsunuz… İleride, ülke- yin bilim olduğunu aşılarım. Düşünen, mizin “kara mizah” tarihinde daha geniş soru soran, başını dik tutan çocuklar olyerler alacaklarını düşünüyor musunuz bu malarını isterim. Gençler için de yapıtlarımda da aynı ildavaların? Bir kez ben de Silivri'ye gittim, orada- keleri işlerim. ki çadırda kitaplarımı imzaladım, içeride olanların yakınlarıyla konuştum. Bir de duruşma izledim. Ama duruşmayı sonuna dek izleyemedim. Orada oynanan dram değil komediydi. İçim sıkıldı, patlayacak gibi oldum ve dışarı çıktım. Ergenekon olsun, Balyoz olsun sahneye konacaktır, kara gülmece olarak, romanı yazılacaktır, anıları kaleme alınacaktır. Ben bu davaların biteceğine hiç inanmıyorum. Bu davalar açılırken de, sürerken de bir amacı vardı, sindirmek, yıldırmak, susturmak. Daha çok dalgalar göreceğiz. Yoksa dalga geçildiğini göreceğiz mi demeliydim. Ama nereye dek!.. Halkım direnmeli, karşı gelmeli, bir arada olmalı. Günümüz Türkiyesi’nde yoksulluğun, işsizliğin, işten atılmaların vb. edebi olarak geçmişe kıyasla çok daha az ele alındığını görüyoruz. Yoksullar, adeta ortadan kayboldu! Siz ise ısrarla üzerinde duruyorsunuz bu sorunların. Neler söyleyebilirsiniz? Zengine, varlıklıya gülmece yapılmaz. Eğer onlara yapmaya kalkışırsan yaptığın dalkavukluk olur. Gülmece halkından yanadır. Kimin yani; memurun, işçinin, emeklinin, işsizin. Gülmece onların sesidir. Gerçek gülmececi bunları yansıtır. Ben pazarlara giderim, yoksul pazarlarına, akşama doğru, pazar dağılırken, alınanları görür, konuşulanları dinlerim, belediye otobüslerine, minibüslere binerim, yoksul semtleri dolaşarak, oradaki kahvelere otururum. Hangi yazar fildişi kulesine çekilmişse o yazar

29 HAZIRAN 2012 CUMA

Çocuk yazınında olsun, gençlik yazınında olsun, sırtımı edebiyata yaslarım. Anlaşılır, sade yazarım. Yazdıklarınızla gençlere, çocuklara düş kurduramıyorsanız, yazmayın. Yani buradan çalakalem yazarlara sesleniyorum, “geldik de gittik de yedik de koşturduk da”.

DEMOKRAS N N KAD FEKALE'S İzmir’i anlatır mısınız biraz da…. Muzaffer İzgü’nün İzmir’i nasıl bir yerdir, neden önemlidir? İzmir anlatılmaz, yaşanır. Ben Adana'da doğdum, büyüdüm. Diyarbakır ve Aydın'da öğretmenlik yaptım. Emekli olunca İzmir'e geldim. 1978 yılından beri İzmir'deyim. Ve İzmir'i çok seviyorum. Kızlarım, oğlum, gelinim, torunlarım da bu kentte yaşıyorlar. Önceleri Alsancak'ta yaşıyordum, eşim Günsel bundan dokuz yıl önce felç oldu. Alsancak'taki evim üçüncü kat. Bir felçli hastanın üçüncü katta yaşaması çok zor. Onun için şimdi Yeşilyurt'a geldim, orada bir giriş katında oturuyorum. 80 yaşındayım, eşim Günsel de 78 yaşında. Onunla yıllarca öğretmenlik yaptık, baskılara karşı savaştık. Ben yaşamda en çok karımı sevdim. Şimdi de onu yaşatmaya çalışıyorum... Adana'ya da selam olsun, benim o çocukluğumun Adana'sına, canım kentime. Şunu da herkes bilsin ki İzmir demokrasinin Kadifekalesi'dir... Burada her zaman halktan yana yönetimler olacaktır. (Padişahım Çok Yaşa, Muzaffer İzgü, Bilgi Yayınevi, 208 s.)

Muzaffer zgü çocuklarla birlikte...

13


14

29 HAZ RAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

FEYZİYE ÖZBERK “ORTAKÇININ OĞLU” TALİP APAYDIN’I ANLATIYOR

Bayramda çalışırız, bayramlar için Köy Enstitüleri hem üretim hem e itim yapan kurumlard r. Çiftçiler Köy Enstitüsü kendi ürettikleriyle bütün giderlerini kar lamaktad r. Çe itli Köy Enstitülerinden gelen ö renciler Bal kesir Sava tepe Köy Enstitüsünün binalar n imece ile hep beraber yaparlar başlıyor. Kış ortası, dondurucu soğuk ve tipi var. Her yer donmuş. Okulun elektriğinin “Ortakçının Oğlu Talip Apaydın” söy- üretildiği küçük santral, su donduğu için leşiyle ortaya çıkarılmış bir hayat öyküsü. elektrik üretmiyor, sular akmıyor. Okul Müdürü Rauf İnan. Öğrencileri Yayına hazırlayan Feyziye Özberk. “İz Bıokul önünde topluyor. “Bugün bayram. rakanlar” kitap dizisinin ikinci kitabı. KayÖnce bayramlaşacağız. Sonra ya içeri girip nak Yayınları'ndan çıktı. mıymıntı mıymıntı oturacağız ve üç günü Kitap, 16 yıl cephelerde savaşmış Poböyle geçireceğiz ya da kazmayı küreği alıp latlılı topraksız köylü Durmuş’un, 1926 yıyurdunu düşmandan kurtarmaya koşan lında dünyaya gelmiş oğlu Talip’in hayaasker gibi santral kanalını temizlemeye tından hareketle, Cumhuriyet tarihini sugideceğiz” diyor. nuyor bize. Atatürk’e ve Cumhuriyet DevSonra Müdür Rauf İnan kazmasını ve rimine saldırıların yoğunlaştığı ve milletiküreğini alıp kanal kazmaya gidiyor. Öğmize “yeni bir tarih”in kabul ettirilmerencilere de “Gelmek isteyenler ye çalışıldığı bugünlerde, Talip gelsin. Parolamız ‘Bayramda Apaydın’ın hayatı; 19 Mayıs çalışırız bayramlar için’ diHer 2012’de ayağa kalkarak talü titü yor.” Ens Köy rihine ve geleceğine sahip 600 öğrenci öğretteorik e itimin yan çıkan milyonların, güde eri bec menlerinin peşinden bir tik pra s ra cünü nereden aldığını , goz ran ma , coşkuyla gidiyor. Tam arc Duv . edindi da gösteriyor. e Köy vb. çi trik iki gün bütün güçleelek , irci dem riyle çalışıyorlar. gidecek ö retmen hayat n her KÖYLÜ DEVR M k erli önd lüye “Sonra merasimle köy a nd alan Cumhuriyet Devrimikime ve suyu aldık. Nazlı bir biri cek ede miz bir Köylü Devrigelin getirir gibi önünyetene e sahip bir midir. Devrimin önderi olarak den ardından yürüyeer önd Mustafa Kemal tarafınrek, türküler ve marşlar yeti tirilmektedir dan dile getirilen bu gerçesöyleyerek getirdik. Ve geç ği en derinden kavrayanlar, zaman, santral havuzuna dökdoğal olarak o Devrimin ayağa tük. Sonra bir baktık okulumuzun balkaldırdığı, uyandırdığı, kaderlerini ellerine konuna çakılı “ÇKE” (Çiftçiler Köy Ensalmalarını sağladığı yoksul köylü çocuklatitüsü) yandı. O zamanki sevincimizi nasıl rıdır. Talip Apaydın söyleşisinde, Devrimin anlatmalı… Hiç unutmam bir arkadaşımız bu cephesini Hamidiye Köyü Öğretmen kendi ellerini öpüyordu. “Aferin ulan eller” Okulunda, Çiftçiler Köy Enstitüsünde ve diyordu. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde Cumhuriyet, yoksul köy çocuğunun okuduğu 1938-1946 yıllarında yaşadıklarıyla, kendi gücünün ve neler yapabileceğinin farbugünün Türkiye’sine en önemli ders olakına varmasıdır. rak anlatıyor. MEHMET BEDRİ GÜLTEKİN

AFER N ULAN ELLER! Apaydın söyleşisine 1940 yılı Kurban Bayramında yaşadıkları bir olayı anlatarak

ELE T REN, BA I D K ve B L NÇL CUMHUR YET YURTTA I Öğrenciler sadece ders kitaplarını değil klasikler başta olmak üzere her türlü kitabı okumaya özendiriliyor. İhtiyaç: başı dik, kendine güvenen ve yüzyılların miskinliğine meydan okuyan, milleti ayağa kaldırmada öncü rolü üstlenecek kadrolar yetiştirmektir. Bunun için bütün öğrenciler gördükleri yanlışlıkları eleştirmeye teşvik edilir. Her Cumartesi değerlendirme toplantıları yapılır. Orada herkes söz alır. Okul yönetimine ve öğrencilere eleştiriler varsa açıkça söylenir. Öğretmenler büyük bir sabırla cevap verirler. Dayak yoktur. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç bir genelge gönderir ve haftada iki sefer bütün öğretmen, öğrenci ve müstahdemlerin önünde okunmasını ister: “Hiçbir öğretmen, hiçbir öğrenciye el kaldıramaz, kötü söz söyleyemez. Eğer bu dediklerimi yapan olursa öğrencinin de aynı şekilde mukabele etme hakkı vardır.” Enstitüde en kötü söz; “Utan, ar-

kadaşlarından utan”dır. Cumhuriyet, başı dik, onurlu yurttaşı böyle yetiştiriyor.

kadrolarının işbaşından uzaklaştırılmasıdır. Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, İsmail Hakkı Tonguç Köy Enstitüleri Genel Müdürlüğünden alınır. YEN NSAN, DEVR MC ÖNDER Hasan Ali Yücel, 1947 yılında kendisine Enstitüde insan emeğinin her şeyin başı ol- hakaret eden Demokrat Parti İl Başkanı duğu öğretilir. Tarihi, krallar, kumandan- Kenan Öner’i mahkemeye verir. Bütün gelar değil, emeğin sahipleri yaptı. Uygarlığın riciler Yücel’e yönelik bir saldırı kampantarihi “iş”in tarihidir. “Beyni çalışmayan elin yası yürütürler. CHP bu davada Hasan Ali Talip Apaydın, değeri yoktur. Ama eli çalışmayan insan da Yücel’i yalnız bırakır. Hasan Ali Yücel’in mahkemede “Biz köy gerçek aydın değildir.” Köy Enstitüleri hem üretim hem eği- çocuklarının asla unutamayacağı şu sözleri söylediğini” belirtiyor: “Köy tim yapan kurumlardır. Çiftçiler Enstitülerinin bütün günahını Köy Enstitüsü kendi ürettikleomuzlarıma alıyorum. Seriyle bütün giderlerini kar kinci vabı başkalarının olsun. şılamaktadır. Dünya O kurumların günahı Çeşitli Köy EnstitüSava ’ndan sonra bile bana yeter.” lerinden gelen öğrenciTürkiye ad m ad m Atlantik kap s na ba lan r. Bu ler Balıkesir Savaştepe GÖREV yönelimin kaç n lmaz sonucu Köy Enstitüsünün bii ba ndan r n n rola kad n rimi Dev BA INDA nalarını imece ile hep as d r. Hasan Ali t r lm kla uza beraber yaparlar. HaTalip Apaydın’ın haYücel Milli E itim sanoğlan Köy Enstitüyatı Cumhuriyetimik Bakanl ’ndan, smail Hak sü ve Kars Cılavuz Köy zin bugüne kadar olan eri titül Tonguç Köy Ens Enstitüsünü de. Bunlar n tarihidir. nde lü ü ür Genel Müd Talip Apaydın’ın yaşadık27 Mayıs, 12 Mart, 12 al n r ları. Aynı durum bütün Köy Eylül, 1990’lar ve bugün… Enstitülerinde yaşandı. Apaydın bütün bu dönemHer Köy Enstitülü teorik eğitimin leri devrimci bir Cumhuriyet aydını yanı sıra pratik bir beceri de edindi. Duvarcı, olarak yaşadı. marangoz, demirci, elektrikçi vb. 1999 seçimlerinde İşçi Partisi’nden Köye gidecek öğretmen hayatın her ala- Güçbirliği adayı olarak Amasya’dan milnında köylüye önderlik edecek birikime ve letvekili seçimlerine katıldı. Kendi deyişiyle yeteneğe sahip bir önder olarak yetiştiril- bir görev yaptı. mektedir. Cumhuriyetin devrimci aydını, şimdi 86 yaşında ve hâlâ görev başında. Hâlâ ülkesine ve halkına borcunu öde“SEVABI S Z N OLSUN, GÜNAHI meye çalışıyor. BANA YETER” “Ortakçının oğlu Talip Apaydın” kitaİkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye bı Türkiye’nin ihtiyacı olan bir “ders kitabı”. (Ortakçının Oğlu Talip Apaydın, adım adım Atlantik kapısına bağlanır. Bu Fevziye Özberk, Kaynak Yay., 215 s.) yönelimin kaçınılmaz sonucu Devrimin


Aydınlık KİTAP

29 HAZ RAN 2012 CUMA

15

DUT A ACINDAN DÜ EN YAPRAK VE ÖZDEM R NCE R

Aynı kabileden sayılırız… Özdemir nce iirini okurken a rt c l k olsun diye yap lm a rt c l klara de il ama okuman n do al ak içinde a rmaya her zaman haz r olmal s n z. O, “varl n anlam n arayan insan n merak n n”, “her eyi dile getiren ama sözcüklerinin birbirini sildi i bir airin hüznünün”, “dal n gövdeden koptu u yerde büyüyen anlam n”, “yaln zl k uykusunda uykusuz bekleyenin umudun” ve “dut a ac ndan dü en yapra n” da fark ndad r CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com

Özdemir nce

“Menekşenin dilinden ne zaman anlayacaksın, taşla, denizle, ateşle ne zaman konuşacaksın? Böyle soruyor kendi kozasını ören bir sesYaranın sesini ne zaman duyacaksın?”

O “ses” gerçekte sürekli olarak taşla da denizle de ateşle de konuşuyor. Çünkü içine doğduğu evrenin bütün görüntüleri, insani halleri, ilişkileri, o evrenin gizemleri, bilinmeyen koyakları onun ilgi alanının içinde bulunuyor. Ve onun ilgisi etrafını yeni yeni algılamaya başlayan bir bebeğin merakı cinsinden bir safiyet ve süreklilik arz ediyor. Seçtiği vadide, binbir çabayla açtığı yatakta hiç kesintiye uğramadan ilerleyen bu sesin bir yazıcı kimliğine bürünmüş olması onun ayırt edici niteliğidir. Bu, şu anlama geliyor: Özdemir İnce şiiri sözsel değil bütünüyle yazılı kültürün, yazılı geleneğin sesiyle seslenir size. Bizim divan şairlerimizin saz-halk şairlerine küçümseyerek baktıkları bilinen bir gerçektir. Fakat kendi şiirlerinde de sözsel bir damarın varlığı daima hissedilir. Bu gerçekliğin sınırlarını bütün şairlerimiz için genişletebiliriz, bir istisna kaydıyla: O istisna Özdemir İnce’dir. Özdemir İnce, doğa ile insan, hayat ile insan, devlet ile insan ve insanın insanla ilişkisine, insanın kendisiyle kurduğu ilşkiden doğan duygu anlarına, düşünce oluşumlarına, düş ve umut silüetlerine sabırlı bir dinginlik içinde kalemiyle dokunup dokunduğu her gerçekliği çekici bir izlek olarak şiir sanatının evrenine ustalıklı bir hünerle dahil eden kişidir. Bu manada, ustasından el almış, sazını omuzlamış köy kent, dağ bayır dolaşan ve artık şairlik hünerini sergileyen bir ozandan değil, ışıklar ve karanlıklar içinde eğildiği rahlelerde birikimini edinmiş, dağarcığını tıka basa doldurmuş bir yazıcışair kimliğinden söz etmemiz gerekir Özdemir İnce mevzu bahis olunca.

ASLINA RÜCU ETMEK En başta, anlatımının, dile yüklediği yepyeni anlamların, benzetme ve imgelerindeki farklılığın, farklılık sınırlarını aşıp bir buluş niteliğine dönüşmüş olması o her dizesinde hissedilen engin birikiminin ürünü olmalıdır. Bir örnek vermek isterim: Edebiyatımızdaki bin yıllık gül imgesi onun şiir kurgusunda nasıl bir değişime ve dönüşüme uğrayıp öyle rücû ediyor aslına: Gül resimleri, nişanlı mektuplarında, asker mektuplarında, nişanlı asker mektuplarında.

da da ilgi çekici varyantlarını görmemiz bundandır. Özdemir İnce, toplu şiirlerinin 1. cildinde “Vedalaşmadan Önce Son Menzilde” başlıklı yazısında şöyle diyor: önce güldü, sonra kül oldu; “Size içtenlikle bir şey söyleyeceğim: Şisavaşın utkusu önce gül irlerimin, kuramsal yazılarımın, denemesonra kül olacak lerimin, çevirilerimin ve gazete yazılarımın ölümümden sonra başına gelecekler hiç ilve geriye bir tek onlar kalacak: gilendirmiyor beni. Unutulurlar Nişanlı mektuplarındaki mı, unutulmazlar mı, yaşarBen gül resimleri. lar mı, yaşamazlar mı? Özdemir nce’nin Bunlar hiç ilgilendirn am topl iir be ciltlik Özdemir İnce şiirini miyor beni. Ben onsat r sat r okudum. Açt okurken şaşırtıcılık olları yazarak kendi iir yata nda bamba ka co rafyalara, iklimlere, duygu sun diye yapılmış şaşırme bir hayat kurzamanlar na, an msamalara, tıcılıklara değil ama okudum ve bu hayatta dü ünce u raklar na, dü manın doğal akışı içinde mutlu oldum. Belki t m. yap lar uluk ülkelerine yolc şaşırmaya her zaman habaşkalarını da biraz Zaman zaman onun götürdü ü, zır olmalısınız. O, “varlımutlu etmişimdir. götürmek istedi i menzillere do ru yol ald m, bazen onun ğın anlamını arayan insaOlabilir!” yaratt ça r mlarla nın merakının”, “her şeyi Böylesi bir yüce kendime do ru dile getiren ama sözcüklerigönüllülük karşısında ne edim ilerl nin birbirini sildiği bir şairin denebilir ki… Fakat ben hüznünün”, “dalın gövdeden kopşunları söylemeden edemetuğu yerde büyüyen anlamın”, “yalnızlık yeceğim: uykusunda uykusuz bekleyenin umudun” ve Ben Özdemir İnce’nin beş ciltlik şiir top“dut ağacından düşen yaprağın” da far- lamını satır satır okudum. Açtığı şiir yatakındadır. ğında bambaşka coğrafyalara, iklimlere, duygu zamanlarına, anımsamalara, düSerap, kas, lif ve bir usun sabunlaşması, şünce uğraklarına, düş ülkelerine yolcubütün bunlar bir uykunun yıldönümü olsun. luklar yaptım. Zaman zaman onun götürdüğü, götürmek istediği menzillere doğru R YATA I yol aldım, bazen onun yarattığı çağrışımlarla Öyle anlaşılıyor ki dileği tutmuştur ve ar- kendime doğru ilerledim. Gördüm ki bir şair bazen dip sulara inen, zuladığı yıldönümleri birbirine eklenmiştir. Böyle olduğu için onun şiiri sürekli bir ara- dip dalgaları arasında tükenmez bir merakla yışın, sürekli bir atılımın şiiri olmuştur. yeni keşiflerin peşinde koşan bir dalgıç kisÖzdemir İnce şiirinin üzerinde, daima ta- vesine girebilirmiş. O, bazen ise “kuyuya atzeliğin buğusunu ve yeniliğin ilginç, o oran- tığı taşın suya çarpan sesini ve yankısını bekEy güller, unutulmuş güller yağmalanmış güller adları silinmiş mezarlarda

leyen” sabrın sesi de olabilirmiş. “Başak ile Terazi”de şu dizelerle karşılaştım: Eline alıyorsun kalemi, sen daha almadan, Yeryüzünün bir yerinde bir su baskını, Bir yerinde tayfun ve bir zelzele haritada.

EBRUL ANAFOR Oysa eline aldığı kalem ile onun daima hayat içinde ve insanlığın büyük hayatını yazma gayretinde olduğunu, ortaya koyduğu eserler yeteri kadar anlatıyor. Her türden acıya, her aşka, her umuda, her tufana, her zelzeleye yetişebildiğini, “erdenliğini özenle korumak istediği beyaz kâğıda” o hallerin manzaralarını bütünüyle yansıtabildiğini tabii ki söyleyemeyiz. Fakat onun şiiri Türk şiiri içinde en kapsayıcı niteliğe sahiptir ve aktığı yatak içinde renklerin ebruli anaforunu, biçimlerin binbir gölgesini, seslerin onlarca ve binlerce tınısını değil sadece birbirine karışan yankılarını da barındırmaktadır. Bu şair tabii ki gökyüzünü örtünmek isteyecektir. Özdemir İnce’den dizelerle bitireyim: Öldüğümde üç gün gömmeyin beni* cuma, cumartesi, pazar, güneşin altında tozlansın bedenim. Toprağı serin altıma üzerime gökyüzünü örtün; sakıncası yok, aynı kabileden sayılırız.

*Vasiyettir: Yasa uygun olursa cesedim yakıla; külün bir yarısı Mersin/Narlıkuyu’da, öteki yarısı Bodrum/Gündoğan’da denize savrula. Özdemir İnce.


16

29 HAZ RAN 2012 CUMA

SEYY T NEZ R

Aydınlık KİTAP

ARAKABLO

Dine dair kimi yanılsamalar ve 2 Temmuz Dü ünebiliyor musunuz, dinsel yabanc la man n yan lsatt kitleler, laik ve Kemalist olmad klar için, seçilenlerse onlar ülkenin talan na ortak etmek üzere din kisvesiyle aldatarak büsbütün soyup so ana çevirdikleri için sol oluyor?! Tutars zl n bu kadar na pes! gılara ulaşmış bir düşünür kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Gerçekten de ülkemizde ve dünyada Marksistler, dinin günlük yaşamdaki kuşatıcı izleri konusunda kesintisiz düşünme alışkanlığı2 Temmuz 1993 gecesi Gazeteciler Cemiyeti nı postmodernizmin felsefeye ve dünyaya egeLokali’nde Veysel Öngören’in kulağını çınlamen oluşu sonrasında, Yeni Ortaçağ tasarımıtarak İran Konsolosluğu damlarına martıların nın küresel düzeyde dayatılmasıyla birlikte, şutüneyip kalkışları eşliğinde rakımızı yudumlanun şurasında çeyrek yüzyıldır edindi. Bu süreç yıp matbaa kokusu henüz üstündeki Evrensel Turan Dursun cinayetinin ardından 2 Temmuz Kültür dergisinin edebiyat sayfalarını tartışır1993’ün yaşanmasıyla ülkemizde kimi aydınlaken TV’den aldık kara haberi Tevfik Taş’la: Pir rın iç dinamik bağlamında oldukça ciddi yöSultan Abdal Kültür Etkinlikleri için Sivas’ta bunelişlerini yansıtıyorsa da, din sorununa politik lunan sanatçıları Madımak Oteli’nde kuşatan ve felsefi eleştirinin özellikle 22 Temmuz 2007 yobazlar, oteli ateşe vererek 37 canı yakmıştı. karşıdevrimiyle birlikte derinleşerek genişlediBirkaç gün önce Turan Dursun’un kitapları neği daha açık gözlenmektedir (Nitekim sol küldeniyle nicedir diş biledikleri Kaynak Yayınlatüre ait süreli yayın organlarının hemen hiçbirı’nın Cağaloğlu Vilayet Han’daki satış ve darinde 2 Temmuz’un 10. yılı dolayısıyla belirgin ğıtım merkezine Cuma namazı sonrasında kabir vurguya rastlanmamıştır). labalık gruplarla saldırarak İsmet Öğütücü’yü 2 Temmuz’un hemen sonrasında Aziz Neağır biçimde yaralayan yobaz çeteleri, şimdi de sin’le birlikte Aydınlık gazetesinin de kışkırtıcı eleştirilerden tahrik olarak Aziz Nesin’le birlikte bir işlev gördüğü savıyla kimi sol aydınlar eleşbirçok yazar ve sanatçıyı tam bir öfke ve kana tirel yaklaşımda frene basarak kavgayı sözümona susamışlıkla otele kıstırıp kuşattıktan sonra bir yanlış bir zeminden yaşamın maddi gerçekleritabur askerin önünde gaz döküp yakarak eşi ne taşıma yönelimini benimsemiştir. 28 Şubenzeri görülmedik bir katliama yol açmıştı. bat’ınsa hemen karşısında yer tutarak kendileCumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “olaylarrini darbeci konuma düşmekten korumuşlardır. dan ötürü halka bir zarar gelmemiştir” diyerek Hilav’ın adı geçen kitabındaki konuşmalar da saldırganları mazur göstermişti. 2004 yılında kaydedilmiş olup son yıllarda Birkaç gün sonra, Fethi Naci ve Selahattin önem kazanmış ve yayımlanmıştır (Nisan 2012, Hilav, son köşe yazılarında Aydınlık’tan ayrılYKY). Kitapta 2. bölüm olarak sunulan ve “Türdıklarını belirterek Türk aydını için tarihe takiye Defteri”nde yayımlanan (Nisan lihsiz bir iz bıraktılar. Üstelik bu ayrılışı 1975) ilk konuşmada dinsel teinsani kaygılar yerine sosyalizme 1950 malara nerdeyse hiç girilmezdayandırdılar. Emek ve aydınsonras nda ken, 2004’te yapılan konuşlanma saflarında, sosyalizmin emperyalizmin malar boyunca, bu kez tam dinle hiçbir meselesi olmadığı yönlendirmesiyle dinci tersine, hiçbir konu din ve ice örgütlenmelerin sins yanılgısının pekişmesinde dolayımının dışında ya atli dikk ini seli kararl yük etkili oldular, aydınlanma ve aç k da dinle bağlantısı ku zca yaln , izin eks izlem savaşında gelinen aşamada rulmaksızın ele alınmaz. öfkeli sald r lar na bakarak bir kararsızlığa yol açarak bunlar n tahrikler yüzünden ve Bu, kanımca kitabın en birçok isteksiz aydındaki kesintili biçimde ortaya ç kt klar çarpıcı yönüdür ve çelişadam sendeciliği büsbütün san s na kap lan kimi ayd nlar, kin öğeleriyle de, Hilav’ın yaygınlaştırdılar. Din tekerasl nda zihinlerindeki ters düşünsel eğrisi açısından dönü ten bir türlü leğinin kimi tarihsel anlarda siönemli yaklaşım farkları taşır. ar ad l ulam kurt nema filmlerindeki araba tekerHilav konuşmalarında dine leği misali ters dönüyor görünmekarşı aydınlanmacı ve materyalist sinin bir yanılsama olduğunu ima ettiler... bir eleştiriye girmekle birlikte, öteden Oysa özellikle 1950 sonrasında emperyalizmin beri getirdiği hayırhah tutumunu sürdürmekyönlendirmesiyle dinci örgütlenmelerin sinsice ten de geri durmaz. ve kararlı yükselişini dikkatli izlemeksizin, yalDinci ideolojiye karşı hayırhah tavır, Turan nızca açık ve öfkeli saldırılarına bakarak bunDursun ve İlhan Arsel’in ömür boyu verdikleların tahrikler yüzünden ve kesintili biçimde orri savaşıma karşın sürmektedir. Laik tutumla bu taya çıktıkları sanısına kapılan kimi aydınlar, asülkede adım atmanın olanaksızlığı düşünülmeye lında zihinlerindeki ters dönüşten bir türlü kurbaşlanmış, ABD karşıtı dinci siyasetler laikliğin tulamadılar. hoşgörüsünü hakketmektedir. Oysa Batı’da Selahattin Bağdatlı’nın yayına hazırladığı aydınlanmayı hazırlayan düşünce, pratiğini “Selahattin Hilav’la Konuşmalar” kitabında, ülköylü savaşları sürecinde ve dinle savaşım içinkemiz Marksist felsefesinin oluşumunda büyük de edinmiştir. emek ve katkısı bulunan Hilav, pek çok doğruHilav, kitabında Müslüman Doğu toplumnun yanı sıra yanlışa da ardışık biçimde yer verlarının özelliğini çok doğru belirliyor: “Doğu küldiği birçok meseleyi dinle ilişkisi bağlamında ele türü dediğiniz zaman, Doğu düşüncesi dediğialırken, 20 yıl sonra, öbür kitaplarından farklı olaniz zaman, dinsel ideoloji içinde yer alan bir dürak din konusuna epeyi kafa yormuş ve yeni var-

Selahattin Hilav

SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com

ete.com seyyitnezir@aydinlikgaz

şünce topluluğunu anlıyoruz. Bu düşüncenin tam anlamıyla rasyonel bir temeli yoktur.” (s.77) Ardından, okurunu din ve yabancılaşma konusunda Feuerbach’a gönderiyor: “Tanrı’yı yaratan insanlardır, sonra ona taparlar.” Sonra ekliyor: “İşte bu dinsel yabancılaşmadır.” (s.58) Kurtuluş teolojisinin siyasal uzantısına dikkat çekiyor: “... biri gelecek, bizi kurtaracak. Bu dinsel gelenekten gelen yapıdır.” (s. 60) Ne ki Cumhuriyet ideolojisinin sınıfsal niteliği olmadığını ve aydınlanmacı geleneği gerçekten özümseyemediğni de öne sürüyor: “Gerçek düşmanı yok aslında. Ama olabilecek olan düşman. O da nedir? Dini temeldeki halk kitlelerinin potansiyel düşmanlığı.” (s.63) Gerici ve rantiye sınıflar, dinsel yabancılaştırmayı kendi çıkarlarını gizlemek için kullandığına göre, devrimciler bu örtüyü paçavraya çevirmeyecekse ne yapacaklar? Hilav, bu soruyu boşlukta bırakan bakış açısıyla elbette İdris Küçükömer’e bitişmekte bir yanlış görmeyecektir: “... bu söylemi benimseyen, sağ bir grup ya da Kemalist solcu dediğimiz bir grup. Sağ diyorum, Marksist analizde sağdır ama onlar kendilerine göre sol.” (s. 65) Bir yandan dinsel yabancılaşmanın altını çizerken öbür yandan bu yabancılaşmanın acısını çeken insanları sola yerleştiriyor, sonra dönüp yeniden bu kitlelerin siyasal tercihlerinin kendileri için kötülük yarattığını söylüyor: “... çok parti rejimine gelindiği zaman, niçin insanlar durmadan kendilerine bir nevi kötülük eden insanları tekrar tekrar seçiyorlar.” (s. 66, 71) Düşünebiliyor musunuz, dinsel yabancılaşmanın yanılsattığı kitleler, laik ve Kemalist olmadıkları için, seçilenlerse onları ülkenin talanına ortak etmek üzere din kisvesiyle aldatarak büsbütün soyup soğana çevirdikleri için sol oluyor?! Tutarsızlığın bu kadarına pes! İşte bu kafa karışıklığı ve zihin bulanıklığıdır ki 2 Temmuz yargılamalarını sahipsiz bırakmış, her zaman olduğu gibi, araba devrildikten sonra çokimzalı baştan savma metinlerle onu yeniden yoluna koyma girişimleriyse hem kendini hem herkesi aldatma sonucu vermekten öte gidememiştir.


BİR KİTAP BİR FİLM

Aydınlık KİTAP

NORMAN MAILER’IN ROMANI, RAOUL WALSH’UN F LM : “ÇIPLAK VE ÖLÜ”

Savaş ve bağıran ölüler Mailer’ n kinci Dünya Sava s ras nda tutmu oldu u notlardan hareketle kaleme ald “Ç plak ve Ölü”, son derece gerçekçi bir dil ve büyük bir kurgu ustal yla, Pasifik Okyanusu’nda Japonlar n i gal etti i Anopopei adas na ç kartma yapan Amerikan askerlerinin gerçeklerini, korkular n , ac lar n anlat r

TUNCA ARSLAN Türkiye’de “Barbarlık Kıyısı” adlı romanıyla da tanınan ABD’li roman yazarı Norman Mailer’in 1948’de 25 yaşındayken yazdığı “Çıplak ve Ölü”, savaş edebiyatının en önemli örnekleri arasında gösterilir. Ülkemizdeki ilk basımı 1970 yılında E Yayınları’nda (ikinci basım 1978) yapılan romanı, 1985’te Can Yayınları’nın 748 sayfalık basımından okumuştum. Rasih Güran’ın tertemiz çevirisi, küçücük puntoyla yayımlanmış olsa da bu dev romanın gerçekten bir solukta okunmasını sağlıyordu. Mailer’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında tutmuş olduğu notlardan hareketle kaleme aldığı “Çıplak ve Ölü”, son derece gerçekçi bir dil ve büyük bir kurgu ustalığıyla, Pasifik Okyanusu’nda Japonların işgal ettiği Anopopei adasına çıkartma yapan Amerikan askerlerinin gerçeklerini, korkularını, acılarını anlatır. İki taraf, geniş düzlükler ve sık ormanlarla kaplı adada mutlak üstünlük sağlamak için kıyasıya bir savaşa girişirler. Oysa tümüyle boşuna bir savaştır bu, çünkü Anopopei’nin gerçekte hiçbir stratejik önemi yoktur. Mailer, belli başlı kahramanlar oluşturmadan, farklı karakterlerdeki 15 kadar Amerikan deniz piyadesinin hepsine eşit ağırlık vererek, geride bıraktıkları yaşamlarını, arkadaşlarına ve savaşa karşı bakışlarını, adaya ve Japonlara yönelik düşüncelerini, okura “bu roman hiç bitmesin” duygusu yaşatarak sunar “Çıplak ve Ölü”de. Bir anlamda Terrence Malick’in 1998 yapımı unutulmaz savaş karşıtı filmi “İnce Kırmızı Hat”ta seyirciyi soktuğu atmosferi, yıllar öncesinden oluşturmuştur. Mailer, (Tıpkı

Malick’in filmindeki gibi) bu tür bir savaşın “toplu intihar” olduğuna vurgu yapar. Amerikalı askerlerden Red, “yüzükoyun yerde yatan ve hemen hemen çırılçıplak bir ölüye” bakar. Bir Japon’un cesedidir bu. “Bağıran bir ölüydü bu. Bedeninde hiçbir yara izi yoktu; eller o her zamanki yanıtsız soruyu sanki son bir kere daha sormuşcasına toprağı tırmalamıştı” diye anlatır Norman Mailer. Red, o ölünün başından ayrılamaz bir türlü: “Ötekiler yolda metrelerce önde gidiyorlardı ama o bakmayı sürdürdü. Anlatamadığı bir duygu onu yerinden kıpırdatamıyordu. Bir zamanlar bu adamın da bir şeyler istediğini iç dünyasının çok derinlerinde düşünüyordu. Kendi ölümü ona hiçbir zaman inanılır bir şey gibi gelmemişti. Bu adamın bir çocukluğu, bir gençliği olmuştu; hayaller ve anılar yaşatmıştı. Red bir ölüye sanki ilk kez bakıyormuş gibi, bir insanın gerçekten ne kadar çabuk kırılıveren, nazik bir şey olduğunu birdenbire ve şaşkınlıkla anladı.” Mailer’ın bu enfes romanı da sinemaya aktarıldı ve sonuç ne yazık ki tam bir hayal kırıklığı oldu. Serüven, savaş ve western filmlerinin ünlü yönetmeni Raoul Walsh’ın 1958’de Aldo Ray, Cliff Robertson, Raymond Massey gibi oyuncularla çektiği film, 131 dakikalık süresine rağmen dikişleri tutmamış bir çaba olarak geçti sinema tarihine. Tüm deneyimine rağmen Walsh, kaynak romanın çok karakterli, çok katmanlı yapısını beyazperdeye aktarmaya çalışırken, romanı okumuş olanların hemen fark edecekleri bir “dağılmaya” yol açmış ve filmini “başarısız edebiyat uyarlamaları” listesine yazdırmıştı.

29 HAZ RAN 2012 CUMA

17

NEJAT BAYRAMO LU’NUN ARDINDAN

Onurlu yaşam ve “keşke”ler... Bu kadar parlak bir ayd n n geride kendi ad na bir ey b rakmam olmas , dü ündürücüdür. Nejat, yapt klar kadar eksik b rakt klar ile an lacak…. CÜNEYT AKALIN Nejat Bayramoğlu’nu yitirdik. Nejat Bayramoğlu 68 kuşağının parlak aydınlarındandı. İyi bir yazar, iyi bir çevirmendi. Dik başlıydı, gururluydu, inatçıydı. Devrimciydi. Bir gece evine giderken bir hata yaptı, hayatı değişti. Nejat’ın devrimci yaşamı 3 perdelik bir dramdır. 1. Perde Mamak’ta açıldı. Arkadaşları uzun boylu, yakışıklı, tok sesli, vurgulu konuşma tarzlı, kalın çerçeveli gözlükleriyle dönemin ünlü yazarı Arthur Miller’i andıran Nejat’ı, halk arasında “Şafak davası” olarak bilinen davada tanıdılar. Eşi Özal da oradaydı. Nejat'ın Şafak Davasının önde gelen sorumlularından olduğunu İddianame gelince öğrendik. Nejat, eşi ve birkaç arkadaşı ile birlikte baskı gurubuymuş. Mamak'taki duruşma salonunun dili olsa da anlatsa... 150’ye yakın devrimcinin Askeri Mahkemeye kök söktürdüğü davada, Nejat, gür sesi, duruşu ve kalın çerçeveli gözlükleriyle dostlarının belleğinde iz bıraktı. 74 Affı ile çıkan, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda yöneticilikten babasının işini çekip çevirmeye kadar çeşitli denemeler yapıp piyasada başarılı olamayan Nejat, kendisini İstanbul’da buldu. 2. Perdenin mekanı Cağaloğlu’dur. Takvimler 1981-82’yi gösteriyordu. 12 Eylül Sol’un üzerinden silindir gibi geçmiş, Nejat’ın kader arkadaşlarının çoğu hapse tıkılmıştı. Politik yayınlardan uzaklaşarak yeni mecralar arayan Cağaloğlu’nun yayıncıları Türkçe yayımlamaya kadar verdikleri seks dergisi “Playboy” için yönetici arıyorlardı. Nejat teklifin üzerine atladı. Neye niyet neye kısmet; Nejat’ın kaderi döndü. Nejat öyle bir işi neden kabul etti? Boşluk mu, ideolojik tutarsızlık mı? Play-

boy iddialı bir dergiydi, her sayı sözgelimi Fidel Castro’dan, ünlü bir oyuncuya kadar değişik kişilerle yapılmış ilginç röportajlara yer vererek, kendine sözde bir “muhalif kimlik” yaratıyordu. O tarz Nejat’ın hoşuna gitti. Başka çare yok, diye düşündü kanımca; kendini bir güzel kandırdı. Nejat “Playboy”a sarıldı, “Playboy” Nejat’ı saldı sarmaladı. Sanat dergisi Gergedan yine o sıralarda hayatına girdi. Bilen bilir, Cağaloğlu akşamları, renkli tartışmalara, bol içkiyle yataklık eder. O akşamlardan birinde vapurdan inerken sendeleyen Nejat’ın bacağı iskele ile gemi arasında sıkışıp kaldı. Nejat bacağını kaybetti. 3. Perde otuz yıla yakın sürdü; mekan, hastane koridorları ve bir küçük apartman dairesidir. Artık ne Playboy vardı ne de içki muhabbetleri…. Pendik’teki küçük apartman dairesinde yaşamını sürdürürken, uçmayı bıraktı, yeniden gerçeklerle başbaşa kaldı. ATABE çalışması Nejat’ı o ortamda buldu. Nejat yaşamının son yıllarını ATABE adındaki büyük çalışmanın bir emekçisi olarak geçirdi. İşlek zekasını son ana kadar devrim için çalıştırdı. Aydınlık'ı didik didik edercesine okuyor, pek çok eleştiri getiriyordu. Ancak bu eleştirilerde en ufak bir tereddüt, bir pişmanlık yoktu. Hakikatin peşindeki aydın hep daha iyisini aradı. Nejat Bayramoğlu 68 kuşağının parlak bir aydınıydı. İyi bir yazar, iyi bir çevirmendi; dik başlıydı, gururluydu. Bu kadar parlak bir aydının geride kendi adına bir şey bırakmamış olması, düşündürücüdür. Nejat, yaptıkları kadar eksik bıraktıkları ile anılacak…. Bu dünyadan bir Nejat Bayramoğlu geçti….

Titiz bir araştırmacıydı 2006 yılı baharında tanıştım Nejat Ağabey'le. Atatürk'ün Bütün Eserleri'nin 18. cildini yeni yayımlamıştık. Üç ciltlik Nutuk'un yayımına gelmişti sıra. ATABE Genel Yayın Yönetmeni Şule Perinçek'le birlikte Pendik'teki evine konuk olduk. İki eski dostun güzel sohbetine tanıklık ettiğim bu görüşmeyle kıymetli bir ağabey, bir arkadaş da kazanmış oldum. ATABE'nin redaktörlüğünü üstlenmesi teklifimizi sevinerek kabul etti o gün. Ve öldüğü güne kadar canla başla ATABE'nin tamamlanması için çalıştı. Bu süreçte Kaynak Yayınları'nın yoğun emek isteyen birçok kitabını da yayıma hazırladı. Entelektüel birikimi, kıvrak zekâsı, hepsinden önemlisi sağlam ahlakı en dikkat çeken özelliğiydi. Araştırmacıydı, titizdi. Çalışmalarda karşılaştığımız güçlükleri, çözemediğimiz, karanlıkta kalmış noktaları mutlaka çözerdi. İngilizce, Fransızca ve Osmanlıcayı iyi bilirdi. İnternete, kaynaklara hâkimdi. Kütüphanelerden, arşivlerden arayıp da bulamadığımız birçok yerli ve yabancı kaynağı internet üzerinden bulur, çevirir, gönderirdi.

Hastalığı dolayısıyla evinden çalışıyordu. Kaza sonucu kaybettiği bir ayağı protezdi. Amfizem hastası olduğu için oksijen konsantratörüne bağlı yaşamak zorundaydı. Solunum hortumunu uzatmıştı. Böylelikle küçük çalışma odasının karşısında bulunan tuvalete hortumunu çıkarmadan gidip gelebiliyordu. Çok çalışkan ve disiplinliydi. Baskıya yetiştirilmesi gereken bazı kitaplar için sağlığı elvermemesine rağmen bilgisayar başında sabahladığı çok olmuştur. Paraya pula önem vermezdi. Dik dururdu, eğilmezdi. Gururlu bir insandı. Acısını, sıkıntısını pek belli etmezdi. Eleştirirdi. Açık olarak ifade ederdi önerilerini. Ölümünden iki gün önce hastanede üç saat kadar görüştük. Kitaplardan, önümüzdeki işlerden, Türkiye'den konuştuk. TGB ve Aydınlık'ı övdü. Ancak Aydınlık kapağının çok kalabalık (“çingene bohçası gibi”) olduğunu da eleştiri olarak ekledi. Kurtuluş Güran Atatürk'ün Bütün Eserleri Redaktörü


Aydınlık KİTAP

18 29 HAZ RAN 2012 CUMA S n rlar n Ötesi

Zaman n Tan

Miguel Nicolelis, Alfa Bas m Yay., Çev: Kerem Çiftçio lu, 480 s.

Necmettin Bayraktar, Kora Yay., 150 s.

Avatar'lar bilim kurgu konusu olmaktan çıkıyor. Günümüzde artık beyin sinyallerini kullanarak bir makineyi kontrol etmek olanaklı. Duke Üniversitesi Nöromühendislik Merkezi'nin kurucusu olan Profesör Miguel Nicolelis'in araştırmaları “Nature”, “Science” ve diğer önde gelen bilimsel yayınların yanı sıra kendisini dünyanın en önemli yirmi bilim insanı arasında gösteren Scientific American’da yayınlandı. Nicolelis kitabında, temel konusu beyin makine ilişkisi olan bu araştırmalarını özetliyor. Beyin sinyalleriyle bir makineyi kontrol etmenin ilk adımı beynin nasıl çalıştığını anlamaktır. İşte Nicolelis'in de dahil olduğu nörologların en büyük başarılarından birisi, beynin çok sayıda nöronla karmaşık bir mesaj veya görevi ifa ederken, aslında bir tür senfoni icra etmekte olduğunu saptamaları.

Ölü zamanı yeniden yaşatan bir romandır “Zamanın Tanığı”. Zamanın dünü-bugünü, yarının kavramı ve yaşanmışı vardı ve var olacaktı. Zamanın dünü geçmişte kalan olaylardı. Dün büyük bir savaş yaşadık (Irakİran Savaşı). Bu savaş bir destan olarak bizi alıp götürdü. Birçok cana mal oldu. İster savaş cephelerinde, isterse savaş gölgesinde kalan şehirlerde, özellikle de Kerkük şehrinde. İşkence sehpaları kuruldu hem de zalimce. Birçok babayiğit darağacında asıldı. Ama dün bütün karanlığıyla dünde kaldı. Bugün zaman olarak dünün pençesinden kurtulur mu? Yarınımız dünden, bugünden ilham alıp yoluna devam eder mi? İşte Zamanın Tanığı bu sorulara cevap vermek iddiasındadır.

Sofist

ztanbul – Madalyonun Laneti

Platon, Say Yay nlar , çev: Furkan Akderin, 136 s. Sofist diyaloğu, Parmenides, Theaetetos ve Devlet Adamı diyaloglarıyla yakından ilişkilidir. Çoğu diyaloğun aksine bu kez Sokrates'in yerine konuşan, Elealı bir yabancıdır. Bu yabancı aracılığıyla Platon, Parmenides'in "var olmayanın düşünülemeyeceği ve söylenemeyeceği"ni dile getiren görüşünü eleştirir. Eserin temel fikri varlığın olumsuzlanmasını yokluktan ayırt etmek ve doğru ile yanlış yargı veya inancı tanımlamaktır. Sokrates'in yerini Elealı bir yabancıya bırakması, gençlik diyaloglarına özgü Sokratik çürütme yönteminin yerine yeni bir yöntem olarak toplama-bölme yönteminin ikame edilmesi üzerinden ifade edilir. Platon bu diyalogda ayrıca üç farklı insan daha doğrusu uzman tipinden birisi olarak sofisti değişik açılardan tanımlar.

Ayla Hac o ullar , Yap Kredi Yay nlar , 436 s. “İztanbul”, imparatorluklar başkenti İstanbul'un gizemli geçmişine daha yakından bakmak isteyen genç okurlara (ve elbette masallardan vazgeçemeyen her yaştan gence) dört başı mamur bir macera vaat ediyor: İstanbul'un kaderi bir madalyona, madalyonun kaderi ise üç meraklı çocuğa bağlı... Ayla Hacıoğulları, Sultan Süleyman'ın izinde, Evliyâ Çelebi'nin rehberliğinde İstanbul'a dair bir "Doğu" hikâyesi anlatıyor. Küçük kahramanları Emre, Acar ve Mine ile bir martının kanadına tutunup Ayasofya'dan Topkapı Sarayı'na, Sultanahmet'ten Adalar'a, Kapalıçarşı'dan Beyazıt'a uzanıyor; "rüya madalyonu"nun 150 yılllık macerasının peşinde sıradışı bir "İstanbul gezi rehberi" koyuyor ortaya: "Yedi gün yedi gece, İstanbul bir bilmece!"

Nisan'a Mektuplar

YENİ ÇIKANLAR

Elveda Güzelim

Raymond Chandler, Everest Yay nlar , Çev: Sinan Fi ek, 312 s.

Enver Aysever, Remzi Kitabevi, 152 s. 17 Haziran Babalar Günü'ne özel... Bir babadan yaşadıklarımıza dair sarsıcı tanıklıklar, saptamalar... Sen İstanbul kızısın. Erguvan görünümlü, Boğaz kokulu, şiirli ve sevgili! Umutsun elbet. Güzel bir cümlesin. Tutkulu bir melodi... O yapmayı çok sevdiğin kız resminin ta kendisi! Saçları mavi, upuzun elleri kalem gibi incecik, hep gülümseyen, morlara, turunculara, erguvan pembesine boyanmış o kızlar gibi... Hayat dolu...

Memleket Hikayeleri

Dev iriliğinde bir adam... Kıdemli bir gangster... Hapisten yeni çıkmış... Sevdiği kadını arıyor. Bir bataklıkta bulduğu, bir bataklıkta bırakıp hapse girdiği kadını... Hasretini uzun hapishane gecelerine katık ettiği eski sevgilisini... Öldürmek için değil hâlâ kadına âşık olduğu için... Elbette gergin, sabırsız ve öfke dolu... Hiç kuşkusuz yolu dedektifimiz Philip Marlowe'la kesişecek. Dedektifimiz önce bu işe pek sıcak bakmasa da ister istemez kendini olayların ortasında bulacak. Çünkü bu aşk hikâyesinin derinliklerinde başka entrikalar olduğunu fark edecek. Kadim entrikalar: İnsanoğlunun ahlaksızlığı, deva bulmaz bencilliği, keskin acımasızlığı... -Ahmet ÜmitEverest Yayınları Amerikan polisiyesinin klasikleşmiş isimlerinden Raymond Chandler külliyatını, Türk polisiyesinin usta ismi Ahmet Ümit editörlüğünde sunuyor.

Hap r k

Ayfer Tunç, leti im Yay nlar , 278 s. Kendi şehir arşivini açıyor Ayfer Tunç. Biraz, bu memleketin doğal ve toplumsal coğrafyasını hor kullanışımıza diz döverek... Biraz Adapazarı, biraz Karasu, biraz İstanbul... "Memleket nere" sorusunun cevabını veremeden - bütün memlekete merakî... Memleket duygusunda bir gezinti; "memleket insanıyla" yarenlik eden hikâyeler... "Çerkez gelinlerinin hürmetkârlığı, Bulgar muhacirlerin çalışkanlığı, Boşnak kızlarının güzelliği" Arnavutların inatçılığı, Lazların siniri, Abhaz erkeklerinin tembelliği, Gürcü kadınlarının huysuzluğu..." Taşra bandosu, Büyük Çarşı'daki fotoğrafçı, kadınlar hamamı, mesire yeri... Yengeler, gelinler, refakatçiler... Çitlenen ayçekirdeklerinin gürültüsüyle yazlıkçılar... "Sakarya Nehri'nin kıvrılarak genişlediği manzaraya karşı rakı...

Erdener Ild z, kinci Adam Yay nlar , 162 s. Ham bir taş olarak dünyaya gelir, ham taşımızı yontmaya başlar, kâmil insan olma yolunda çaba sarf ederiz. Kâmil insan olma yolunda Baco'un dediği gibi "okumak bir insanı doldurur, insanlarla konuşmak hazırlar, yazmak ise olgunlaştırır.'' Bu süreçte yaşananların hatırda kalacağına satırlarda kalması, tecrübelerimizi ileri kuşaklara taşımak için en iyi yoldur. Andre Gide'nin de dediği gibi "Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır''. “Hapşırık” bir öykü kitabı...


Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

Bo lukta Bir Damla

Gülgün Ayral, Çat Kitaplar , 160 s. Bu kitap, bir düşünce ürünü. Hiçbir bilimsel veriye dayanmıyor. Bırakın düşüncelerinizi alabildiğine özgürce. Kim karışabilir ki beyninize? Alıp götürsün sizi ulaşamadığınız yerlere. Zaten hayat yeterince tekdüze. Yeter ki hayalleriniz terk etmesin sizi. Zira, aynı bir dizede geçen sözler gibi, insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar. “Gönlüm dedi ki Ben sadece bir damlayım okyanusta Ben, neredeyim Okyanus nerede, diye sordu daima Böyle derken bir gün Okyanusa kavuşunca gönlüm Gördü ki, Kendinden başka bir şey yok orada.” -Mevlana-

Mucize Tatl

Aldanan Kad n

Rosalie eşini kaybetmiş, kırık bir aşktan geri kalan boşluğu resim yaparak gidermeye çalışan kızı ve lise öğrencisi oğluyla birlikte sakin bir yaşam sürmektedir. Oğluna İngilizce dersi vermek için eve gelen genç Amerikalı, onu çok etkiler. Önce kendine bile itiraf etmekten çekindiği duyguları, konuşmalarına ve hareketlerine farkına varmaksızın yansıyınca ilk tepkiyi çocuklarından alır. Ama ne pahasına olursa olsun, doğanın kendisine bahşettiğine inandığı bu aşkın peşinden gitmeye kararlıdır. “Aldanan Kadın”, yazarın ölmeden önce tamamladığı son öyküsüdür. Thomas Mann, erken dönem çalışmalarından “Venedik'te Ölüm”ün ana motiflerini, bu defa yaşlanmakta olan bir kadının duygu dünyasına yerleştiriyor. Eserlerinde yaşam ile ölümün karmaşık diyalektiğiyle hesaplaşan Mann, ölmeden önce tamamladığı bu son öyküsüyle adeta kendi yazınsal döngüsünü de tamamlıyor.

Selçuklular'dan Cumhuriyet'e Türkiye'de Mimarl k

Pierre Louys, mge Kitabevi, çev: Tahsin Yücel, 121 s. Pierre Louys (1870-1925), hem romanları, hem şiirleriyle büyük ilgi uyandırmış bir yazın adamıdır. Afrodit'le (1896) ünlü olmuş, genellikle başyapıtı olarak nitelenen “Kadın ve Kukla”yla (1898) bu ünü doruğuna çıkarmıştır. Ünlü yazar burada bir yandan İspanya'nın kendine özgü havasını yansıtırken, bir yandan da bedensel güzelliği dışında pek bir üstünlüğü bulunmayan sıradan bir kadının, bir adamı nasıl bir oyuncağa dönüştürüp aşağılayabileceğini gösterir. Buna bir de Pierre Louys'in kendine özgü anlatımı eklenince Conchita'yla Mateo'nun öyküsü bir başyapıta dönüşür.

7. His

Mehmet Öngeo lu, Bencekitap, 194 s. Aptullah Kuran, Bankas Kültür Yay nlar , 840 s. “Selçuklular'dan Cumhuriyet'e Türkiye'de Mimarlık”, Aptullah Kuran'ın 40 yılı aşan akademik yaşamının farklı zamanlarına ait ürünlerini akıcı bir bütün halinde derleyen bir çalışma. Yapıtı oluşturan 41 makale aynı zamanda, geniş bir coğrafyada bin yıllık bir süreç boyunca mimari geleneklerle pratiklerin oluşum ve dönüşümünü inceleyen bir tarihçinin seyir defteri. 1961'den 1994'e uzanan dönemde kaleme alınmış makaleler, Selçuklu Anadolusu, Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Türkiyesi'nde mimarlık akımlarını mercek altına alıyor. Mimarlık geleneklerinin farklı toplumsal-siyasal ortamlarda yeni tarzlarla yeniden biçimlenişinin öyküsünü 500'ü aşkın çizim, plan, harita ve fotoğraf eşliğinde sunuyor.

19

Hayvan Yemek

Jonathan Safran Foer, Siren Yay nlar , çev: Garo Karg c , 352 s.

Thomas Mann, Can Yay nlar , çev: Esen Tezel, 96 s.

Giuseppina Torregrossai, Do an Kitap, çev: Ezay Aky ld z, 304 s. “Mucize Tatlı”, bir ailenin kadınlarının Sicilya'nın tatları ve kokularıyla iç içe geçmiş hikayesini anlatıyor.. Agati, gözlerini kocaman kocaman açıp bakmanın faydası yok... Şunu aklına yaz: Erkekler sana dokunduğunda zevk almıyorsan kendilerini eksik hissederler, ama bir de zevk almayagör, o zaman da seni fahişe yerine koyarlar... Agata'nın ailesindeki bütün kadınların hikâyesinde arzulu bir erkek var. Ama bu hikâyelerin tartışmasız başrol oyuncusu memeler! Luisa kocasını tahrik edecek en etkili şeyin güzel göğüsleri olduğunun farkında. Cettina'ya Tanrı meme vermemiş ama cezbedici başka bir "aksesuar"la ödüllendirmiş onu.

Kad n ve Kukla

29 HAZ RAN 2012 CUMA

Ayaklarım beni, denize atlamadan önce gördüğüm, üç tarafı sarp kayalarla kaplı küçük koya kadar götürüyor... Rüzgarın uğultusunu, ağaçların fısıltısını, dalgaların sesini dinleyerek... aynı yerde, aynı düzlemde... yedi gece geçiriyorum... Işığı arıyorum... Ha buldum ha bulacağım. Yedinci gecenin şafağında, bütün benliğimle aydınlığı hissediyorum. Sükûnet, her şeye egemen. İşte, İnisiyasyon süreci başlıyor... Artık 'nirvana'ya yürüme zamanı..." Bu, paralel dünyaların karanlık dehlizlerinde ışığı arayan bir insanın öyküsü... Bir yanda iki paralel aşk kuyusu, diğer yanda, normal ve paranormal iki dünya... Aşk kuyularından birinin berrak suları, kana kana içilecek mutluluk iksiri olurken, diğer kuyuyu kapatmak zorundadır, biçare; hüznün yoğun kıvamıyla...

Neden kahvaltıda makarna yemiyoruz? Yemek yerken aldığımız kararları, neye dayanarak alıyoruz? Neden kuzu eti yiyoruz ama köpek eti yemiyoruz? Köpeklerini seven Fransızlar, bazen atlarını yer. Atlarını seven İspanyollar, bazen ineklerini yer. İneklerini seven Hintliler, bazen köpeklerini yer. “Aşırı Gürültülü” ve “İnanılmaz Yakın” ile “Her Şey Aydınlandı”nın parlak yazarı Jonathan Safran Foer, bu kez tabağımızdaki yemeklerin öyküsünü anlatıyor. Hayvan Yemek, kurgulanamayacak denli dehşetli birtakım gerçeklerin bize sofralarımız kadar yakın olduğunu gösteriyor; insanın marifetlerini, tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. “Hayvan Yemek”, bir vejetaryenlık çağrısı değil, bir uyanış çağrısı...

Mutlulu un Mimarisi

Alain de Botton, Sel Yay nc l k, çev: Banu Tellio lu Altu , 298 s.

“Mutluluğun Mimarisi”, Kuzey Avrupa mimarisinden Japon ve İslam mimarisine kadar dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkmış ve kabul görmüş mimari üslupları daha yakından tanımanızı, mimari ile felsefe, psikoloji, politika gibi alanlar arasında daha önce hiç aklınıza gelmeyen bağlantılar kurmanızı sağlayacak. Bu kitabı okuduktan sonra evinizle, sokağınızla, en önemlisi de kendinizle ilgili düşünceleriniz tamamen değişecek.


Aydınlık KİTAP

20 29 HAZ RAN 2012 CUMA GÜÇLÜLER HER ZAMAN GAL P GELMEZ

ÇOCUKLAR İÇİN

Leylek Havada

Yaşlı tavuk anlatıyor... Okumaya yeni ba layan çocuklar n z n eline ille de masal kitaplar vermek ya da okumay çoktan söken çocuklar n z n elinden resimli kitaplar almak zorunda de ilsiniz. B rak n kocaman resimleri olan kitaplar da okusun, ne tür kitaplardan ho land na özgürce karar verebilsin.

Leyla Ruhan Okyay, Gün Kitapl , (Köprü Kitaplar), s.172 Kasabadan kente, İstanbul’dan Avrupa’ya, bir çocuğun gerçekleşen düşleri! Marmara kıyısında, Silivri’de yaşayan Ayça’nın en büyük hayali turist olmaktır. Yaz mevsiminde kasabadan gelip geçen turistlere çok özenir. İstanbullu tatil arkadaşı Ege’ye duyduğu ilgi de, İngilizce tutkusunu körüklemektedir. Parasız yatılı sınavını kazanıp, İstanbul’da kız lisesine kaydolunca, önce sevinir. Ancak, düşlerinden çok farklı, zor bir yatılı yaşamının içinde bulur kendini. Neyse ki, bir gün babasından inanılmaz bir haber gelir... 2010 Memet Fuat Yayıncılık Ödülü’yle taçlanan Köprü Kitaplar 14. kitaba ulaştı! Editörlüğünü Semih Gümüş’ün üstlendiği dizinin yeni kitabını, çağdaş edebiyatımızda, toplumun farklı kesimlerinden insanları yalın bir dille ve içİREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Tatiller yapamadığımız şeyleri gerçekleştirmek için iyi bir fırsattır, ne yazık ki kitaplar için de öyle. Okuldaki derslerinden geri kalmasın, dershanenin verdiği testleri geciktirmesin diye çocuklarının eline roman vermeyen ebeveynler tatil geldiğinde çocuklarına hediye edecek kitap önerileri istiyorlar. Bu şekilde kitap okumak, alışkanlıktan ziyade yaz etkinliği haline geliyor, böyle olunca da tüm sene zaten bir şeyler okuyan çocuklar yaz tatilinde okumaya mola verme ihtiyacı hissediyorlar, dolayısıyla kitaplar yaz etkinliği bile olamıyor. Buna çözüm bulmak isteyen bazı öğretmenler öğrencilerine bir dönemde bilmem kaç kitap okutarak sınav yapıyorlar. Ama bunların tümü çocuğa görev bilinci kazandırmaktan öteye gitmiyor çünkü iş, ailede bitiyor. Kitap okumayı sevmeyen çocuk olmaz, dedemin deyişiyle “gözü göreni okur”. Sorun çocuğun zevklerine, ilgi alanlarına uygun bir şeyler bulamamaktan kaynaklanır. Oysaki artık tüm dünya edebiyatı elimizin altında. Çocuk edebiyatındaki boşluklar da seçkin yayınevleri tarafından özenle dolduruluyor. Tek yapmanız gereken çocuğunuzun nelerden hoşlandığını öğrenebilmek için kendi doğrularınızı bir kenara bırakıp, bu çeşitliliğin nimetlerini çocuklarınıza sunmak ve onları seçim yapmakta özgür bırakmak. Çocuğunuz sıkı bir kitap takipçisiyse elbette istediği kitapları almanızda fayda var, çünkü onların da yetişkinlere yönelik kitaplarda olduğu gibi kendi kişilik özelliklerine uygun farklı türlerde kitaplar seçme şansı olmalı. Özellikle Günışığı Kitaplığı ve Can Yayınları yaş gruplarına göre çeşitlilikle

birlikte bahsettiğim kişisel farklılıklar bakımından da geniş bir yelpazeye sahip. Okumaya yeni başlayan çocuklarınızın eline ille de masal kitapları vermek ya da okumayı çoktan söken çocuklarınızın elinden resimli kitapları almak zorunda değilsiniz. Bırakın kocaman resimleri olan kitapları da okusun, ne tür kitaplardan hoşlandığına özgürce karar verebilsin. Bu hafta incelediğim kitaplar içinde Can Yayınları’ndan çıkan “Telli Horozun Öyküsü”nü çok eğlenceli buldum. İlhan Yücel’in yazdığı, Reha Barış’ın Telli Horoz’un en şaşkın hallerini resimlediği bu hoş öykü, her zaman güçlülerin galip gelmeyeceğini anlatıyor. Karakanat Horoz’un serçelerden öğrendiğine göre kendisi daha civcivken, babası Karakuyruk Horoz kümeslerde terör estiren bir zorbaymış. Böyle zararsız, sevecen bir horozun böyle bir babası olacağı kimsenin aklına gelmezdi. O da merak ediyor haliyle babasının öyküsünü. Yaşlı Tavuk başlıyor anlatmaya, öğreniyoruz ki bu aslında Karakanat’ın babasının değil, ufak tefek bir kahramanın öyküsüymüş. Kümeslere korku salan, horozlara, tavuklara, hindilere gün yüzü göstermeyen Karakuyruk Horoz’a kimseler ses çıkaramazken cılız, çelimsiz, bir gözü kör, bir ayağı topal bir Telli Horoz ona meydan okumuş. Adı yanlışlıkla yuttuğu telden gelen bu horoz, Karakuyruk’un kabadayılığına son verince kümesler arasında ün salmış ve efsane oluvermiş. Efsaneler her zaman iri yarı yiğitler olmak zorunda değildir tabi. İlhan Yüce’nin kusursuz, akıcı ve sempatik bir anlatımla yazdığı bu öykü okumayı yeni söken çocukların tatilde okumalarını geliştirmeleri için faydalı olabilir. İyi okumalar diliyoruz. İlhan Yüce, Can Çocuk, 50 s.

Büyük S r

Zehra Tapun , AltÑn ocuk, 192 s.

Yetimler yurdunda öğretmenlik yapan annesiyle birlikte Nepal'in başkenti Katmandu'da yaşayan Birke’nin, çok sevdiği arkadaşı Namita'yla birlikte bu oldukça gizemli ülkede kaygısız, mutlu bir yaşamı vardı. Ta ki annesinin hayatlarını altüst edecek planını keşfedinceye kadar... Annesi kendi yaşlarında oğlu olan bir mimarla evlenerek, İstanbul’a taşınmaya karar vermişti. Acaba Birke, “büyük sırrını” bilen tek kişi olan sevgili arkadaşı Namita'dan ayrı kalmaya ve hiç bilmediği İstanbul’da yaşamaya alışabilecek miydi?

tenlikle anlattığı öyküleriyle sevilen Leyla Ruhan Okyay yazdı. Bir kıyı kasabasında büyüyüp, İstanbul’a yatılı okumaya giden bir kızın dünyayı gezip görme özlemini, onun ağzından anlatan roman, yazarın yaşamından da izler taşıyor. Çocukluktan ergenliğe geçişin duygusal karmaşasını anı tadında, sıcacık dillendiren kitap, bir dönemin gençlik hayallerinden, okul yaşamından, arkadaşlar arası diyaloglardan sahneler aktarıyor. 1960’lı yılların Türkiye’sinden bir kesit niteliği taşıyan kitap, dönemin Avrupa’sında yaşanan tarihsel olaylara da tanıklık ediyor. Dizinin editörü Semih Gümüş diyor ki: “Leyla Ruhan Okyay abartılı anlatımlara gönül indirmez. Ne anlatıyorsa, dinginlikte, içtenlikle gözümüzün önünden geçirir. Yalın bir dil içinde.”

Süper Bezli Bebek’in Maceralar

Dav Pilkey, AltÑn ocuk, ev: ?pek Demir, 128 s. Kaptan Düşükdon'un Kahramanları, George Beard Ve Harold Hutchıns'in İlk Çizgi Romanı. George Beard ve Harold Hutchins harika çocuklar. Yalnızca Kaptan Düşükdon'u yaratmakla kalmadılar, aynı zamanda tam beş kez dünyayı kurtardılar! George ve Harold şimdi de sizi, hızlı bir bebek arabasından daha hızlı, bebek bezi pişiğinden daha güçlü ve kakasını kaçırmadan uzun binaların üzerinden atlayabilen yepyeni bir süper kahramanla tanıştırıyor. Süper Bezli Bebek’le tanışın! George ve Harold’ın bu sıkı yumruklu sert ufaklığı çok komik! Çocuklar, kahkahalarla gülerken içtiğiniz gazozun burnunuzdan fışkırmamasına dikkat edin, yoksa karşınızdakinin midesi bulanabilir!


Aydınlık KİTAP

SAHAF

29 HAZ RAN 2012 CUMA

21

JOHN RUSKIN’DEN “SUSAM VE ZAMBAKLAR”

Eğitimin manası ve kadınlar üzerine… İskoçyalı bir ailenin tek çocuğu olarak 1819’da doğan John Ruskin (ö: 1900), babasının çok kültürlü ve sanat zevki gelişmiş birisi olması; annesinin de yalnızca oyuncaklarla değil, halıların desenleri, duvar kâğıtlarının renkleri, karıncalar ve kuşlarla ilgilenmesini istemesi sonucu daha küçük yaşlarında bir sanatsever haline gelmiş bir şair, eleştirmen ve deneme yazarıdır. 1988’de Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları’nın 973. kitabı olarak, Türkan Turgut’un çevirisiyle dilimize kazandırılan “Susam ve Zambaklar” ise yazarın en çok okunan, en sevilen yapıtı olarak biliniyor. Hemen belirtelim ki 1865’te yayımlanan kitabı zamanında Fransızcaya çeviren isim, Marcel Proust’muş… “Kendimize dost seçeceğiz. En iyilerini seçmek istiyoruz, ama nerede bulacağız o dostları? Kaç kişiyi tanıyoruz? Her istediğimizle tanışabilir miyiz? Talihimiz yâr olursa, uzaktan görebiliriz büyük bir şairi, sesini duyabilirsek ne devlet... Bir bakanın odasında on dakika kalmak, bir kraliçenin bakışlarını

bir saniye üzerimize çekmek, ümit edeceğimiz bahtiyarlıkların en büyüğü. Ama hep buna benzer mesut tesadüfler peşindeyizdir. Yıllarımızı, duygularımızı, kabiliyetlerimizi harcarız bu uğurda. Sayısız zilletlere katlanırız. Bize her an kollarını açan bir dostlar topluluğundan habersiz yaşarız. İçlerinde hükümdarlar da vardır, devlet adamları da. Günlerce şikâyet etmeden iltifatlarımızı beklerler. Ağız açmalarına izin vermeyiz. Filhakika seçiş hürriyetimizin hudutsuz olduğu tek dünya: kitaplar dünyası” diyen yazar, aslında eğitimden, özellikle de çocukların eğitiminden gerçek manada ne anlaşılması gerektiğinin üzerinde duruyor. Bu konuda en güçlü kaynak olarak da gelmiş geçmiş yılların büyük adamlarının ortaya koyduğu edebi eserleri gösteriyor ilk adres olarak. “Susam ve Zambaklar”, aslında iki bölümlük bir konferans metni… “Susam”da eğitim üzerinde duran Ruskin “Zambak”ta ise kadınların ne şekilde, ne amaçla ve ne kadar eğitilmesi gerektiği; toplumdaki yerlerinin

ve doğalarının nasıl olması gerektiğine ilişkin fikirlerini ileri sürüyor. Günümüzden bakıldığında tabii ki “çok yetersiz” görüşler bunlar ama yaklaşık 150 yıl önce “kadını süs eşyası gibi gören anlayıştan vazgeçilmelidir” diyen bir ses, neresinden bakılsa bugün de önemsenmeli. Ruskin’e göre aile fertlerinin mutluluğu, doğrudan kadına bağlı… Çevirmen Türkan Turgut’un giriş yazısından Ruskin’in güzel bir kızla evlendiğini ve ne yazık ki bu evliliğin devam edemediğini de öğreniyoruz. “Çünkü karısı sosyeteye dükün, gösteriş meraklısı, tabiattan uzak bir insandı. Oysa Ruskin’in aradığı başka şeylerdi” diyor Turgut. Ünlü yazar bir daha da evlenmemiş. Eğitim üzerine klasikleşmiş bir metin, kadınlar üzerine de 19. yüzyıldan kalma fikirler okumak, en önemlisi de John Ruskin’le tanışmak istiyorsanız, 24 yıllık ve kütüphaneler haricinde artık yalnızca tozlu sahaf raflarında rastlanabilen “Susam ve Zambaklar”ın peşine düşün.

ANADOLU’DAN KİTABEVİ

ÇE ME, ALAÇATI / DOST K TABEV

Ünlü yazarları ağırlayan kitabevi Sükunetini ve özgünlü ünü koruyan, ses kirlili inin olmad Alaçat ’daki tek kitabevi, Muazzez lmiye Ç , Y lmaz Özdil, U ur Dündar gibi yazarlar n imza günü yapt klar bir mekân EMEL TELCİ İzmir'in Çeşme ilçesi son yıllarda en çok rağbet gören tatil yerlerinden biri haline geldi. Özellikle Alaçatı son yıllarda popüler mekanlardan biri. Bundan çok değil, 15 yıl önce Ege'nin alışık olduğumuz denize kıyısı olmayan köylerinden biri Alaçatı. Şimdilerde ise çok farklı bir görüntü var. Köy evleri yerini pansiyonlara bırakmış, giriş katlar lüks restoranlara dönüşmüş. Sokaklar bu restoranların masa sandalyelerinden geçilmiyor. Buna karşın hâlâ belirli bir sükunet hakim. Ses kirliliği yok. Bu açıdan Alaçatı özgünlüğünü koruyor. Bodrum'a benzedi diyorlar ya, aslında pek de benzemiyor. Bodrum, Barlar Sokağı'nda bütün o hengamenin arasında bir kitabevine rastlamak mümkün mü? Alaçatı'da mümkün! Dost Kitabevi, Alaçatı'nın en eski mekanlarından. Sahibi Ömer Önal yıllardır bu işin başında. Bölge insanının kitaplara ulaşabildiği tek yer olma özelliğine sahip. Kitabevinin bir özelliği de bu güzel tatil beldesinde ünlü yazarları ağırlaması. Geçtiğimiz yıllarda Muazzez İlmiye Çığ, Yılmaz Özdil ve Uğur Dündar bunlardan bir kaçı.

Kitabevi'nin duvarları bu yazarların resimleriyle dolu. İçlerinde bir tanesi var ki, görünce gözlerimiz doldu. Aziz Nesin. Aziz Nesin, 5 Temmuz 1995 tarihinde Alaçatı Dost Kitabevi'nde düzenlenen imza gününün ardından akşam vefat etmişti. Dost Kitabevi, tatilde yanına kitap almayı unutanlar için..


22

Aydınlık KİTAP

29 HAZ RAN 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?

1

Değerli yazarımızın dediği gibi: suç da kalmaz, suçlu da. Doğrudur. Ama ceza kalır. Bazen çekilmiş, bazen çekilmemiş ceza olarak. Zamanın geride kalan hayaletidir ceza ve bir gün mutlaka tatmin edilmek ister, suçlu olması gerekmeyen herhangi biri ya da birileri tarafından. Yoksa, her gece biraz daha ağırlaşarak sonsuza kadar üstünde asılı kalır insanın, kentin, masanın, kâğıt ve kalemin, yolların, nehirlerin. Ceza, hep altında yaşadığın şey olur.

2

“Meram Bağları”nın geceleri ne güzel oluyor! Burada geceleri esen hafif bir meltem rüzgârı var ki adına (geda abad) diyorlar. Geda abad ciğerlere geniş bir nefes alma duygusu veriyor ve geda abad ruhlarda tıpkı derin bir kuyuda soğutulmuş buğulu bir limonatanın tesirlerini yapıyor. Bu gece penceremin önünde geda abadı uzun uzun ruhuma içirerek düşündüm.

3

Yetişkinlerin çocuk sevme uğraşısını hoş tutmak için sonsuza dek çocuk kalmaya mecbur bırakılan çocukları anlatmaya karar verdim. Önce başlık geldi; “Veletler”. İlk cümle gelmek bilmedi. O geldikten sonra devamı su gibi aktı. Daha doğrusu öyle sanmıştım. Meğer su iki saatte akmış! Hepi topu iki paragraf! Daha önce sayfalarca süren hikâyeleri birkaç saatte yazan bana ne olmuştu böyle? Bu hızla devam edersem hikâyeyi bitiremeyecektim.

a) Suat Derviş / Çılgın Gibi

a)Mehmed Rauf / Eylül

a) İlhan Tarus / Varolmak

b)Hamdi Koç / İyi Dilekler Ülkesi

b)Güzide Sabri / Yabangülü

b) Doğu Yücel / Varolmayanlar

c) Kovalı Süvari / Franz Kafka

c) Mahmut Yesari / Pervin Abla

c) Kemal Tahir / Yol Ayrımı

d) Clarwater Günlükleri / Al Rennie

d) Fikret Adil / İntermezzo

d) Sadri Ertem / Düşkünler

e) Elif Şafak / Şemspare

e) Selahattin Enis / Zaniyeler

e) James Hatfield / Şanslı Velet

Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(c)

BULMACA

Soldan sa a 1. Resimdeki ünlü hikayecimiz 2. Parça ya da ezme et ya da sakatata çe itli harçlar kat larak haz rlanan bir arküteri ürünü - Kalsiyum'un simgesi - Radyum'un simgesi - ki ey aras nda ya da bir ey önünde perde olan, bir engel olu turan ey için kullan l r 3. Herhangi bir sefer için merkez olarak seçilip ona göre donat lm olan yer - Üçdört ya na kadar olan di i manda - nce dantel - Tak m (k sa) 4. Yüce, yüksek, ulu - Divit, yaz hokkas - Japonya'da buda rahibesi 5. Al kanl k, al ma - Tek bir sanatç n n tek bir çalg ile verdi i konser Akümülatör (k sa) 6. Kiloamper (k sa) - Kal n kabuklu ve çekirdekli bir portakal türü nand rma, kand rma - Çal ma, meslek 7. Türk Standartlar Enstitüsü (k sa) - i e a z gibi dar delikleri t kamaya

2-(c)

3-(a)

yarayan mantar, cam, tahta veya plastikten yap lm t kaç 8. Erzurum'un bir ilçesi - Üvey olmayan - Güney Kore'nin para birimi 9. Kar ile kocadan her biri - Alamet, ni an - E , zevce 10. Bir k demetinin ayr ld basit renklerden olu mu görüntü - Yer k r , yer çatla 11. Belli bir i i ve yeri olmayan ba bo kimse, kabaday , hayta - Bir soru sözü - lave 12. Tanzanya'n n plakas - Herhangi bir toplulukta bireylerin her biri, aza - Kurçatovyum'un simgesi - Hücum 13. Kudret, iktidar - Birbirine uygun renk ve yap da olan - Rusça'da “evet” 14. sim - "... Güler" (foto rafç ) - En k sa zaman parças , lahza - Düzgün konu an 15. Resimdeki yazar' n bir eseri Yukar dan a a ya

Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…

1. Öpme, öpü , buse - htiyaca yetmeyecek kadar az - Bir tür cila 2. So urma, emme - "... King Cole" (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) H rvatistan'da bir liman kenti - Tavlada "iki" say s 3. M s r’ n plakas - Favori - Bir topluluktaki gelir düzeyi yüksek ve kendilerine özgü ya ama biçimleri olan topluluk 4. Gerçek - Romatizma a r s - Fransiyum'un simgesi - Habe soylusu 5. Durmadan, aral ks z - Boru sesi - Ekvator'un para birimi 6. "... Ayhan" ( air) - Resimdeki yazar' n bir eseri - Beyaz 7. Geceleri uçan, ön ayaklar perdeli kanat biçiminde geli mi memeli bir hayvan Satürn gezegeninin be inci uydusu 8. Bir tembih sözü - Uykusu hafif kimse 9. Rütbesiz asker - Hitit - Aya a giyilen eylerin bilekten bald ra do ru ç kan k sm 10. Eski Çin felsefesinde, evrenin birli ini sa layan düzen ilkesi - Erkek oyuncu lahi bir güç taraf ndan gönderildi ine inan lan parlakl k 11. Resimdeki yazar' n bir eseri - Türlü metallerden yap lm , kopmaya kar direnç gösteren ince uzun nesne 12. Kuruntuya dü ürme - Bir haber ajans - Bir nota - En küçük sosyolojik birim; familya 13. Sodyum'un simgesi - Bir haber ajans - Arma an kabul edenin vermek zorunda oldu u kar l k - Stronsiyum'un simgesi 14. Köpek - lgi eki - lkel bir silah - Oturma, oturu 15. Resimdeki yazar' n bir eseri - nan lan dü ünce, kanaat Bulmacan n do ru yan tlar n bize 10 gün içinde fax veya mektup yoluyla gönderen okurlar m za brahim im ek’in resimdeki kitab n arma an edece iz FAX: 0212 252 51 22

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.