2012 06 01 haziran kitap eki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

41 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 489

1 Haziran 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 14

Son Deha

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

10:30

Pigme

Madde ve Mana

Orhan Karaveli:

“Yazarken arkeolog gibi çalışmalı”

Günlük Yaşamdan Sanat

Mavi Gezegenin İlk İnsanları



Aydınlık KİTAP

1 HAZ RAN 2012 CUMA

İÇİNDEKİLER

3

SUNU

Haftanın Portresi: Ahmet Arif (1927-1991)

s. 4

Aptallaştırılmaya karşı Adorno

s. 5

Chuck Palahniuk ve “Pigme”

s. 6

“Siz kimsiniz?” diye Nazım’a sormuşlardı 49 y l önce, 3 Haziran 1963'te gözlerini vatan ndan uzakta kapayan Naz m Hikmet, bugün ya asayd çok büyük olas l kla ba bakan n “Yahu siz kimsiniz?” sorusuyla kar la an insanlar m zdan, ayd nlar m zdan biri olacakt ... O gazetecilerden, o tiyatroculardan, o heykelt ra lardan, o ayd nlardan, “Anan da al git” denilen çiftçilerden biriydi çünkü Naz m da... “Ayd nl kç lar” adl iirinde “ u... u da... urdaki de / urdaki i çilerin hepsi / unlar n yar s / u ate çinin kendi, k z , kar s / u imendiferci / u vatman / u patronu selamlayan ustaba de il, ötekisi / u bol paçalar dalgal iki gemicinin ikisi / u i neden parmaklar yla diki diken kad nlar / u da lardan da lara güne i kovalayan köylü rgat...” dedi i insanlardan biriydi Naz m Hikmet... O zaman da yan tlam t kim oldu unu, kimlerden oldu unu; “Onlar n, bunlar n, unlar n hepsi...” demi ti... Bu say m zda Naz m Hikmet'i tan m , “Tan d m Naz m Hikmet” adl bir de kitap yazm duayen gazeteci-yazarlar m zdan Orhan Karaveli'yi konuk ettik kapak sayfalar m za. Karaveli'den hem o günleri, hem bugünleri dinledik, tarihi, tarihimizi bilmenin neden çok önemli oldu una dair söylediklerine mikrofon uzatt k. Y llard r bir kar nca çal kanl ve titizli iyle çal p birbirinden ilginç çal malar ortaya koyan Orhan Karaveli'den, özellikle genç yazarlar n, ara t rmac lar n ve genç okurlar n çok ey ö renece ini umuyoruz. Sürekli yazarlar m zdan Cafer Y ld r m' n geçen say m zda çizdi i Necip Faz l K sakürek portresi en çok ilgi gören yaz lar m zdan biri oldu. Y ld r m, Necip Faz l hakk nd yazmay bu say da da sürdürüyor ve Naz m Hikmet ile K sakürek aras nda çok ilginç bir kar la t rma yap yor: “Zaman n her ikisi için verdi i hüküm ortadad r. Necip Faz l’ n y ld z yükselen slami dalgayla birlikte parlam t r ve Türkiye s n rlar içindedir. Naz m Hikmet ise sosyalist dalgan n en dibe vurdu u bir dönemde de yükseli ini sürdürmü tür ve iiri bütün dünya dillerindedir.” Bir ba ka yazar m z Seyyit Nezir de 27 May s’ n Naz m’ n iirindeki ayak seslerine kulak veriyor. Naz m Hikmet'in tüm ihti am yla, tüm gücüyle ya ad bir ülkede, Naz m' n sesinin etkili oldu u bir dünyada, “ayaklar n ba olmas ” da hiçbir zaman sürpriz say lmamal d r. Orhan Karaveli'nin de vurgulad gibi, Türkiye ilginç bir ülkedir gerçekten de... Haftaya bulu mak üzere, iyi okumalar, bol kitaplar diliyoruz.

Umberto Eco’dan gül s. 7

tadında denemeler

Materyalizmin manası, mananın maddesi s. 8 Çizgilere ne oldu ?

s. 9

Ona artık mistik şair diyorlarmış...

s. 10

Turunç kokulu anılar...

s. 11

KAPAK / Araştırmacı yazar Orhan Karaveli: s. 12-13-14

Türkiye ilginç bir ülkedir

Seyyit Nezir: Nâzım’ın şiiri ve 27 Mayıs

s. 15

“10:30”da Türkiye panoraması

s. 16

Deprem her şeyi sarsar!

s. 17

Yeni Çıkanlar

s. 18-19

Çocuk

s. 20

Sahaf / Anadolu’dan kitabevi

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca

s. 22

ÖneriYorum

Müjdat Gezen . KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ

Okuduğum son beş kitabı önermek istiyorum: Uzaklar, Can Dündar 1) Eski bir kitabı olmasına rağmen yeni elime geçti, okumaya değer. Gerçek Orada bir Yerde, Ferdi 2) Merter Ferdi arkadaşımdır, kitabını bana göndermiş. Emeğine sağlık. Kader, Özgürlük ve Ruh, Osho

3)

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Bu serinin kitaplarını takip ediyorum. Herkese tavsiye ederim. Rehberin Gazi Mus4) tafaFikrimizin Kemal, Erol Mütercimler Atatürk'ün İstanbul'daki Çalış5) maları, Sadi Borak “1881” isimli bir oyunun hazırlığı içerisindeyim. Bu çalışma boyunca Atatürk'le ilgili 10000 kitap okudum. En son bu iki kitabı okudum.

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

1 HAZ RAN 2012 CUMA

HAFTANIN PORTRES

Ahmed Arif (1927-1991)

K K TAPLA TAL P APAYDIN: “AKAN SULARA KAR I” VE “ORTAKÇININ O LU”

Karanlık yolların apaydınlık yolcusu MERİÇ TUNABOYLU

1968'de yayımlanan, içinde 19 şiir bulunan “Hasretinden Prangalar Eskittim” büyük yankı yarattı, 12 yılda 18 baskı yaptı Cemal Süreya onun şiirini uzun bir ağıta benzetmiş, “Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen birinin şiiri” olarak nitelemiş ve şöyle devam etmişti: “Doğu Anadolu insanına doğru yayıyor. Sonra bütün Anadolu insanına doğru yayıyor onu. Pir Sultan Abdal’a, Urfalı Nazif’e, Köroğlu’na, Bedreddin’e götürüyor. Büyük bir sevgiyle bir umuda çağırıyor Anadolu insanını; gözlerinden öperek, çıldırasıya severek...” “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı tek kitabıyla şiir tarihimizde derin bir iz bırakan Ahmed Arif, 21 Nisan 1927'de Diyarbakır'da doğdu. Ortaöğrenimini aynı kentte tamamladıktan sonra AÜ-DTCF Felsefe Bölümü'ne girdi. 1950'den sonra politik görüşleri nedeniyle sık sık tutuklandığı için öğrenimini yarıda bıraktı. Ankara gazetelerinde düzeltmenlik, teknik sekreterlik yaptı. 1968'de yayımlanan, içinde 19 şiir bulunan “Hasretinden Prangalar Eskittim” büyük yankı yarattı, 12 yılda 18 baskı yaptı. Orhan Veli ve Garip akımının

etkin olduğu bir dönemde yayımlanan kitap, Nazım Hikmet çizgisindeki tavrıyla dikkat çekti. Nazım'dan aldığı şiirselliği Anadolu duyarlılığı ve özlemiyle genişleten Ahmed Arif şiiri, çoğunlukla türkülere dayalı görünse de halk kaynaklarının olanaklarını, türkülerin ötesinde aradı. Günümüz şiirini de büyük ölçüde etkileyen Ahmed Arif, şiirde ritme büyük önem verdi, sese değil söze dayanan bu ritmik yapıyı, lirizmle buluşturdu. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçramayla genç şairlere örnek oldu. 2 Haziran 1991'de Ankara’da yaşama veda eden büyük şair Ahmed Arif'i saygıyla anıyoruz. Gör, nasıl yeniden yaratılırım Namuslu, genç ellerinle. Kızlarım Oğullarım var gelecekte Herbiri vazgeçilmez cihan parçası. Kaç bin yıllık hasretimin koncası Gözlerinden Gözlerinden öperim Bir umudum sende Anlıyor musun? (“Anadoluyum”dan...)

Toplumcu gerçekçi edebiyatımızın tanınmış ve çalışkan isimlerinden Talip Apaydın, geçtiğimiz günlerde peş peşe çıkan iki kitapla bir kez daha okurların gündeminde... Öğretmen Dünyası Yayınları, Çifteler Köy Enstitüsü'nün ardından Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü ve Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü'nde öğrenim gören 1926 doğumlu Apaydın'ın “Akan Sulara Karşı / Öğretmenlik Anıları” adlı çalışmasını yıllar sonra ikinci baskı olarak sundu. Kitabın ilk basımı da 1985 Nisan ayında gene Öğretmen Dünyası Yayınları'nca gerçekleştirilmişti. “Akan Sulara Karşı”, duru, öğretici, içten, pırıl pırıl bir kitap. “Biz Atatürk ilkeleri doğrultusunda yetiştirilen bir öğretmen kuşağıyız. Yoksul halk kesiminden geldik ve laik eğitimden geçirildik. Eğitimin yaygınlaştırılmasını, tüm halkımızın çağdaş bir eğitimden geçirilmesini amaç edindik. Yüzlerce yıldır teokratik ve buyurgan, baskıcı devlet düzeninin kasten ihmal ettiği, savsakladığı Türk halkının eğitim hakkına bir an önce kavuşturulması gerektiğini savunduk” diyen Apaydın, anlaşılır bir dil ve tok sözlülüğüyle ilk görev yeri Kars-Cılavuz'dan (1947) başlayarak, çağdaş ve idealist bir öğretmen olmanın ne anlama geldiğini, insanımızı, öğrencilerini, başından geçen ve tanık olduğu ilginç olayları anlatıyor kitapta. Öğrencilerine daha yararlı olmak için kafa yoran genç öğretmen Talip Apaydın'ın kendisini yetersiz hissettiği bazı konular için danıştığı yaşlıca bir öğretmenin, hiç oralı olmayarak, “Verirsin zayıfı, çalışır öğrenirler” demesi ya da apar topar askere alınması gibi olaylar yılların içinden süzülüp geliyor bugünlere... Kendi kuşağı ve Köy Enstitülü yazarlar içinde simgeleşmiş bir isim olan Apaydın'ın 1946-1980 arasındaki

kimi zaman coşkulu, kimi zaman da zorluk ve çileyle dolu yaşamı, “Bu kadar da olmaz!” dedirten yaşanmışlıklar, bitmesi istenmeyen bir roman tadıyla derlenmiş “Akan Sulara Karşı”da. Feyziye Özberk'in Kaynak Yayınları'ndan çıkan “Ortakçının Oğlu / Talip Apaydın” adlı inceleme-araştırma boyutu da taşıyan nehirsöyleşisi de Apaydın karşısında bir kez daha şapka çıkartmamıza, önünde saygıyla eğilmemize neden olan bir çalışma. Muzaffer İlhan Erdost'un “Karanlık yolların aydınlık yolcusuna, apaydınlığa bin selam” dediği önsözüyle açtığı kitapta Adnan Binyazar da şöyle anlatıyor Talip Apaydın'ı: “Apaydın, o gün, benim için yalnızca bir öğretmen değildi, birkaç gün önce içercesine okuduğum Sarı Traktör'ün yüreği halkı için çarpan gerçekçi yazarıydı. Öyle ki coşkum, kalp atışlarımın önünde seğirtiyordu. Onun ağzından çıkan her sözcükte imge ormanlarında dolaşıyor gibi oluyordum.” Özberk, çocukluğu ve Köy Enstitüsü yılları; öğretmenliği, öğretmen örgütlenmesi için çabaları; romanları, sanat, politika ve eğitime ilişkin düşünceleri doğrultusunda sorular yöneltmiş Apaydın'a ve geniş, samimi, doyurucu yanıtlar almış. Fotoğraflarla da desteklenen kitapta Talip Apaydın ve eserleri için söylenenlerden alıntılar ile eserlerinin ve aldığı ödüllerin bir dökümü de yer alıyor. Sonsözü Apaydın'a bırakalım: “Şimdi mesleğimin sonunda şöyle bir düşünüyorum, aslında hepimiz biraz suçluyuz.'Herkes evinin önünü süpürürse sokaklar temiz olur' sözü yanlış. Yetmiyor bu. Ben süpürdüm kanısındayım ama ne oldu? Sokaklarımız hiç de temiz değil. 'Beyin oğlu bey, çobanın oğlu çoban' oluyor gene. Bu zinciri kırabilen çok az. Bugün artık parası olan okuyabiliyor. Okuyanlar da üretici değil tüketici insan oluyor.”


Aydınlık KİTAP “SON DEHA: THEODOR W. ADORNO”

Aptallaştırılmaya karşı... “Bu kitab n amac , Adorno'nun metinlerini konu turmak ve onlar sonsuza uzay p giden ikincil kaynaklar y n n n ard ndan özgün halleriyle öne ç karmakt r” diyen Clausen, “Adorno'nun deha biyografilerine yönelik sert ele tirisini dikkate almadan, vicdanen rahat bir ekilde, onun ya am n n ve yap tlar n n tarihini yazmak pek kolay de il” diye eklemeyi de ihmal etmiyor REHA GÖNENÇ Frankfurt Okulu ya da Eleştirel Kuram denilince akla ilk gelen isimlerden biri olan Theodor W. Adorno (1903-1969), 20. yüzyılın gördüğü büyük barbarlık üzerine, “Auschwicz'den sonra şiir yazılamaz!” demesiyle olduğu kadar, “Yanlış bir hayat doğru yaşanamaz!” önermesiyle de çağımız düşüncesini etkilemiş, ciddi sarsıntılar meydana getirmiş bir düşünür. Nazilerin propaganda yöntemlerini inceledikten sonra, modern kapitalizmin kültür algısını “kültür endüstrisi” kavramıyla açıklayan, kültürün bir endüstri haline gelmesini, giderek “sanat eseri” adı altında salt kâr amacıyla pazarlanan ürünlere dönüştüğünü belirten Adorno, “Hayatımızın öznesi olma hakkımız elimizden alınıyor” sonucuna varmıştır büyük bir karamsarlık içinde. Karamsardır, çünkü bunun sonucunda faşizmin ortaya çıktığını-çıkacağını çok iyi bilmektedir. Ona göre kültür endüstrisi bireyleri olabildiğince pasifize ediyor, birbirinin aynı olan süreçlerin nesnesi haline dönüştürüyor, bilinçlerini kontrol edebiliyor. Gramsci'nin “hegemonya”yla açıkladığı, Althusser'in “ideolojik aygıt” olarak tanımladığı süreç Adorno'da “standartize etmek” olarak buluyor karşılığını. Düşünüre göre bu süreç ortaya net ve keskin bir tahakküm biçiminde çıkmak zorunda değil; daha çok bireylerin kontrolünün elinden alınması ve içselleştirilmesiyle, daha da açık söylersek aptallaştırılmasıyla varılıyor sonuca. Bu sürecin hali hazırdaki en büyük aygıtı ise hiç kuşku yok ki medya... Biraz basitleştirmek pahasına günümüz Türkiye'sine dair şöylesi bir örnek vermek mümkün... 12 Eylül sonrasında hakim medyanın kitleler üzerindeki aptallaştırıcı etkisini, bu konudaki ısrarlı çabaları düşünün... Yaklaşık 30 yıl boyunca üzerimize boca edilen “kültür endüstrisi” ürünlerini, saçma sapan köşe yazarlarını, Türkiye gerçeklerinden kopuşu, akla zarar ücretlerle gazeteciliğin gündelik yaşamdan uzaklaştırılışını ve plazalara hapsedili-

şini, tüm o televizyon programlarını, yarışmaları vb. aklınıza getirin... Ve bunun sonucunda AKP'nin ortaya çıkarılışını, iktidar kılınışını ve şimdi “yeni-yandaş” bir medyanın yaratıldığını anımsayın. Tıpkı kapitalizm gibi, kendi mezarını kazan “klasik medya”nın yakınmaya hakkı var mı sizce... Adorno'nun son öğrencilerinden biri olan Detlev Claussen, “Son Deha”da düşünürün mektup, aforizma, eleştiri gibi, ana metinlerinin dışında kalan çalışmalarından hareketle bir saygı duruşunda bulunuyor. “Bu kitabın amacı, Adorno'nun metinlerini konuşturmak ve onları sonsuza uzayıp giden ikincil kaynaklar yığınının ardından özgün halleriyle öne çıkarmaktır” diyen Claussen, “Adorno'nun deha biyografilerine yönelik sert eleştirisini dikkate almadan, vicdanen rahat bir şekilde, onun yaşamının ve yapıtlarının tarihini yazmak pek kolay değil” diye eklemeyi de ihmal etmiyor. Çocukluğundan başlayarak (“Büyük bir çocukluğa sahip olmak, güçsüzlerin gücüdür”) müzik çalışmaları, felsefe ve sosyoloji alanlarında ortaya attığı düşünceler ve sorgulamalar, kitlelerin “kendilerine dayatılan kültürleri benimsemeleri” üzerine yazdıkları, Adorno'nun bir Neo-Marksist olarak 20. yüzyılda bıraktığı ve halen net biçimde görülebilen izleri sergiliyor okura. “Müzik Adorno'nun gözünde toplumsal fizyonominin tercih ettiği bir alan haline gelir. Adorno'nun müzik kuramında sanatı bir din gibi görenleri rahatsız eden, müziğin bilgi özelliği vurgulanır. Eleştirel müzik kuramı Aydınlanma'nın başlattığı din eleştirisini laikleşmiş bir çağda devam ettirir. Adorno değişmiş toplumsal koşullarda eski bir din eleştiricisinin, genç Marks'ın kaldığı yerden devam eder: Halk, halkın afyonudur” diyen Detlev Clausen, hocasının “umutsuzluk ve karamsarlık üzerinden umut etmek” tavrını çoğaltıyor aynı zamanda da. (Son Deha, Dedlev Claussen, YKY, Çev: Dilman Muradoğlu, 470 s.)


6

Aydınlık KİTAP

1 HAZ RAN 2012 CUMA

CHUCK PALAHN UK VE B R KARGA A OPERASYONU: “P GME”

İki farklı sisteme otopsi 13 ya nda “devlet” kavram n n otoriter oldu u ve Amerika'ya kar büyük dü manl olan bir ülkeden geldi i (Çin ve Kuzey Kore gibi ülkeler tahmin edilebilir) anla lan “eleman 67” denilen ajan n, ülkesinin “Karga a Operasyonu” olarak adland r lan plan uygulamak üzere gönderildi i Amerika'da, gözlemlerini devletine mektuplarla sunmas “Pigme” kitab n do uruyor DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com Yer: İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi Davacı: Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu “Ölüm Pornosu adlı kitabın çevirmeni Funda Uncu ile Ayrıntı Yayınları Genel Müdürü Hasan Basri Çıplak'ın, 'müstehcen yayınların yayımlanmasına aracılık etme' suçlamasıyla yargılanmalarına devam edildi.” 08.05.2012- rotahaber Çevirmene ve yayınevi sahibine 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası isteniyor. Chuck Palahniuk'un “ahlaksız” bir adam olduğu devletimizin “ahlak bekçisi kurumu”nca saptandı. Bazı kurumlarımızın ahlaksızlığını saptama görevi kimin peki? Bilginin önüne set çekilemeyeceği bir çağda yaşarken böyle girişler yapmak zorunda kalmak hem acı hem de komik elbet. Böyle bir yasakla karşı karşıya kalan Ayrıntı Yayınları'nın, her şeye rağmen, Chuck Palahniuk gibi çağımıza damga vurmakta olan bir yazarı Türkiye'deki okurlara sunma cesaretini takdir edilesi buluyorum. Yazarın Amerika'da 2009'da yayımlanan kitabı “Pigme” geçen hafta Ayrıntı Yayınları tarafından okuyucuya sunuldu. Aynı yayınevi yazarın daha önce on kitabını daha bizlere sunmuştu.

OKUR MERAKI D R TUTULUYOR Yazarın büyük çıkış yaptığı ve filme çekilmesiyle de büyük bir kitleye adını duyurduğu kitabı “Dövüş Kulübü” nün de temelini oluşturan “Kargaşa Projesi”, “Pigme”nin temelini de oluşturan kavram olarak karşımıza çıkıyor. Yazarın isyan ve kaos dalgası, doğal olarak da anarşizm ruhu bu kurguda da bizi kuşatıyor. Kitaplarındaki konuları çarpıcı bilgiler eşliğinde bize sunarak, sarsılmalar yaratma tarzını bu kitapta da diğerlerine oranla daha sığ olmakla birlikte yansıtmış yazar. Kitap kendi içinde düzenli bir akışı sergiliyor bu düzeni sağlayan tekrarlı temalar yazar tarafından “koro” olarak adlandırılmakta. Bu “periyodik tablo”da, yazarın çeşitli liderlerden, generallerden ve filozoflardan yaptığı alıntılar çarpıcılık oluştururken okurun merakını perçinleyerek periyoda girmesini sağlıyor. Kitap bir “mektup roman”. 13 yaşında “devlet” kavramının otoriter olduğu ve Amerika'ya karşı büyük düşmanlığı olan bir ülkeden geldiği (Çin ve Kuzey Kore gibi ülkeler tahmin edilebilir) anlaşılan “eleman 67” denilen ajanın, ülkesinin

“Kargaşa Operasyonu” olarak adlandırılan planı uygulamak üzere gönderildiği Amerika'da, gözlemlerini devletine mektuplarla sunması “Pigme” kitabını doğuruyor. Ülkelerinde Amerika'ya karşı dört yaşından beri ciddi nefret tohumlarıyla eğitilen bir grup ajan, öğrenci değişim programıyla Amerikalı ailelerin yanına yerleşirler. Kitaptaki anlatıcı kısa boyu nedeniyle Amerikalılar tarafından “pigme” adıyla anılacaktır artık. Pigme yıllarca “pek saygın büyük mareşal”larından dinlediği iğrenç Amerikan yaşamını her yönüyle keşfetmeye başlıyor. Eğitim sistemlerini, dini algılarını, cinsellik olgularını birinci elden gözlemliyor ve herbirini devlet hizmeti kapsamında yazıyor. Büyük kargaşaya giden yolun tuğlaları yavaş yavaş örülüyor bu bir grup ajan tarafından. “Resmi kayıtlara geçsin: Amerika'da kış ayları boyunca gençler zorunlu eğitime tabi tutuluyor; Amerikan gençleri alışveriş merkezlerindeki bu eğitime katılmak zorunda” (sayfa 19). Daha ilk sayfalarda yazarın karakterinin ağzından yaptırdığı büyük eleştiriler bizi çarpıyor. Pigme'nin eğitim üzerine ilk gözlemi, okulları birer alışveriş merkezi olarak tanımlaması. Bütün dünyaya örnek olarak sunulan “melek kapitalizmin” sistemini büyük bir ironiyle eleştiriyor.

BAZEN H TLER, BAZEN CHE Adolf Hitler'den “Bireysel mutluluk çağı artık geçmişte kaldı” alıntısı yapan karakter Amerikan bireyciliğine ciddi eleştiriler savuruyor. Yazar karakterinin geldiği ülkeyi söylemeyerek, bazen Hitler'den bazen de Che'den alıntılar yaparak okuyucuyu karakterin nasıl bir ideolojik yapısı olduğu konusunda meraka itiyor. İlginç dövüş teknikleri ve öldürme yöntemleri üzerine bilgiler veriyor anlatım içersinde. Tıpkı “Ölüm Pornosu”nda cinsel objeler ve porno sektörü üzerine verdiği bilgiler ya da “Tekinsiz” de karakterlerinin yaşamları üzerinden verdiği çarpıcı bilgiler gibi. “Pigme”de göze çarpan bir şey de tanrıgünah-ölüm üçleminde yazarın ortaya koyduğu anlam: “Her eleman bugünün birinde kendi yok oluşunu hak etmelidir.” Tanrı öldürür. Masum insanı ve masum olmayan insanı. Masum insanın ölüm yükünü Tanrının omuzlarına bırakmamak için bu yükü hafifletecek kötülükler yapın. Yapın ki, Tanrının sizi öldürmek için bir nedeni olsun.

S STEME SEMBOL K B R TEKME Kitapta olanlar hakkında çok da fazla konuşarak merakı kaçırmamak niyetindeyim. Her bölümün sorgulatıcı özelliği ve sisteme indirdiği tokatlar Chuck Palahniuk okuyucuları için zaten alışılagelmiş olsa da “Pigme”de de hoşumuza gidiyor elbet. Kitabın başından beri sonunda çok

büyük bir olay olacakmış bilgisini vererek okuyucuyu bu olayla buluşturduğu an, yani “Kargaşa Operasyonu” sisteme karşı savrulan büyük bir sembolik tekmedir. Yazar verdiği bir ropörtajda Pigme karakterinin çıkış noktasını “Neşeli ve karşılaştığınızda güçlük çekmeden açıklayamayacağınız bir karakter oluşturma fikri hoşuma gitti” şeklinde açıklıyor. Kitabı oluşturmasına esin kaynağı olan yaşamındaki olaysa oldukça ilginç: “Dövüş Kulübü filmi yayınlanmaya başladığında, tam zamanlı yazabilmek için işimi bıraktım. Beni yataktan erken kaldıracak bir şeye ihtiyacım vardı. Ve gönüllü olarak evsizlere 'çorba yapmaya' başladım. Kimse kim olduğumu ve niye orada olduğumu bilmiyordu. İnsanlar benle ilgili hikaye üretmeye başladılar. Kimilerine göre tescilli bir seks suçlusuydum, hapisten yeni çıkmıştım ve kamu hizmetiyle cezalandırılmıştım. Kimilerine göre ise bir katildim… bir kundakçı. Bütün bu dehşetengiz düşünceler bana yöneltilmişti çünkü kimse bu adamın neden her sabah 5'te gelip ekmek kızarttığını bilmiyordu. Onların hikayesi gerçekten daha iyiydi. Öylece devam ettim.”

B HABER NSANLAR... Yazarın büyük ironi ve eleştirel örgüsüyle sunulması ve Amerikan tarzı yaşama karşı karakter nedeniyle oluşturulan tepki kitabın politizasyonunu oldukça öne çıkarıyor. Yazar söyleşisinde bu durumu şöyle açıklıyor: “Bana göre bu, politik bir kitaptan ziyade bir olgunluk romanı. Halkının en iyi halk olduğunu düşündüğün o 10-11 yaşlarını hatırlar mısın? O yaşlarda onlar her şeyi bilirdi ve onların dediği doğruydu. Ve sen büyüdün; bu berbat döneme ulaştığında onların birden şeytan, zorba ve hiçbir şey bilmeyen alıklar olduğunu gördün. Pigme'yi konuk eden aile, Amerika'yı her şeyin mükemmel olduğu bir yer olarak tanıtır, oysa Pigme Amerika'yı bir zorba ve şeytansı bir aptal olarak görecek şekilde eğitilmiştir. Sonuçta her iki aşamanın ötesinde ailenin mükemmel olmadığını ama seni sevdiğini ve sana en iyisini vermeye çalıştığını kabullenirsin. Pigme, bu insanları sevgi dolu ama çoğu şeyden 'bihaber insanlar' olarak tanımladı.” Yazarın dönemimizin en dikkat çekici isimlerinden olması ve ileriye yönelik büyük iz bırakacak eserlerine tanıklık etmek sevindirici. “Pigme” diğer kitaplara göre daha az beğeni kazansa da, günümüzde “çok iyi” diye piyasaya pompalanan pek çok kitaptan birkaç gömlek daha üstün olduğu kesin. Bütün bu bilgiler ışığında sürükleyici, çarpıcı ve düşündürücü bir kitap olarak “Pigme”, Chuck Palahniuk severlere hayırlı uğurlu olsun. Kitabın arka kapak tanı-

tımını, kitabı çok iyi yansıttığı gerekçesiyle aynen koyuyorum (bir kitabın okunurluğunu artırması açısından arka kapak tanıtımlarının iyi yapılması gerektiğini vurgulayarak ve bu konuda Ayrıntı Yayınları'nı kutlayarak) (Pigme, Chuck Palahniuk, Ayrıntı Yay., çev: Gökçe Çiçek Çetin, 255 s.)

ARKA KAPAK Eleman ben, ajan 67 numaranın XXX anlatısı burada, bu kitapta başlıyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin XXX kentine XXX ülkesinden gelen namı diğer Pigme'nin. Burada, geniş soluklu inek baba, tavuk anne, kedi kız kardeş ve domuz köpek erkek kardeşle birlikte yaşayacağım. Tabii kısa bir süre. Kargaşa Operasyonu'yla emperyalist düzenin ve bu düzenin sahipleri, en çok nefret edilen Amerikalıların canına okuyana kadar. Dönek Yahudi, kokuşmuş dahi, atom bombasının babası Robert Oppenheimer'ın dediği üzere, "Ölüm gibi, dünyaların yıkıcısı olacağım ben". Tüm kitaplarında, vahşi kapitalist sistemin ve bu sistemin parçası tüketim toplumunun ona damgasını vuran klişeleriyle birlikte en iyi eleştiren yazarlardan biri olan Chuck Palahniuk, Pigme'de iki farklı sistemin, liberal kapitalizmin ve otoriter devletçiliğin adeta otopsisini yapıyor. Bunu yaparken de yine iğrenç, edepsiz, pervasız bir dil kullanmaktan, tüm putları teker teker kırmaktan, yüz kızartmaktan ve karın ağrıtmaktan çekinmiyor. Ancak bu defa, zekâ dozu çok yüksek hikâyesine mizahı da bolca katmış, hatta aranırsa içinde aşk bile var. Pigme'yi okurken her zamanki gibi anarşist ruhunuz harekete geçecek. Ancak bu defa bolca eğleneceksiniz de. İçinizden kapitalizme, faşizme bir uçan tekme atmak geçecek, Pigme'nin her fırsatta yaptığı ya da yapmayı hayal ettiği gibi. Kısacası, her şey var bu kitapta, aşk, cinayet, kahkaha, ayaklanma, devrim ve ihanet...


Aydınlık KİTAP

Umberto Eco’dan gülün tadında denemeler MELİS YALÇIN melisyalcin89@hotmail.com Malum, Umberto Eco romancılığıyla ön plandadır, belki de en bilinen romanı da “Gülün Adı”dır. Görünüşte bir cinayet romanı olan “Gülün Adı”, aslında tarikatlar arası çıkar savaşlarından ve kilisenin bilimi nasıl hapsettiğinden bahseder. Özünde Ortaçağ tarihinin romanlaştırılmış halidir. Öte yandan gülmek ve korku arasındaki bağlantıyı en iyi anlatan kitaptır “Gülün Adı”; "Gülmek korkuyu yok eder. Korku yoksa tanrı da yoktur. İnsanlar gülmeyi öğrenir, tanrıdan korkmazlarsa onlara hükmedemez, düzeni sağlayamazsın." Umberto Eco’nun sadece romancı tarafını değil, tarihçi ve filozof yönlerini de görürüz bu kitapla. Aynı zamanda bir Ortaçağ uzmanı, göstergebilimci ve estetikçidir de Umberto Eco; çağımızın yaşayan en önemli düşünürlerinden biridir. “Dedalus” takma adıyla bilinen ünlü yazar, 5 Ocak 1932’de İtalya’nın küçük kasabası Alessandria’da dünyaya geldi. Muhasebeci olan babası Giulio savaşa çağrılınca, annesi Giovanna ile Piedmontese dağlarının eteğinde küçük bir kasabaya yerleştiler. Savaş sırasında yaşadıklarıyla düşünsel hayatı şekillenen Eco, faşistlerle partizanların mücadelesini dikkatle izledi. Yaşadığı bu süreç sonraları yazarın otobiyografi tadında yazacağı, ikinci romanı "Foucault Sarkacı”nın altyapısını oluşturacaktı. Hukukçu olmasını isteyen babasına karşılık Eco, hukuk eğitimini yarıda bırakarak, kendi ilgi alanını seçti ve Torino Üniversitesi'nde Ortaçağ Felsefesi ve Edebiyatı eğitimi aldı. 1954'te eski filozoflardan olan din düşünürü Thomas Aquinas ve onun Ortaçağ’da oluşturduğu ekolün estetik anlayışı üzerine yazdığı bitirme teziyle felsefe doktorasını tamamlayan yazar, kendisinin düşünsel yorumlarından ve estetik ifade tarzından çok etkilenen, üniversite hocası Luigi Pareyson'un "Estetica for Lettere Italiane" eserinin eleştirisini yazdı. 50'li yılların başlarında, entelektüel bir Katolik militan olan Eco, doktorasından sonraki yıllarda dini inanç sistemini sorguladı ve dinin varlığını inkâr ederek Roma Katolik Kilisesinden ayrılmaya karar verdi. 1986 yılında “Gülün Adı”nı sunan Can Yayınları, Mayıs 2012’de Umberto Eco’nun, Kemal Atakay tarafından dilimize çevrilen “Günlük Yaşamdan Sanata” adlı kitabını yayımladı. Ülkemizde “Foucault Sarkacı” ve “Önceki Günün Adası” gibi romanlarıyla da tanınan yazarın, deneme tarzında yazdığı eserlerin ülkemizde basılmasını ve geniş kitleler tarafından okunmasını önemli görüyorum. Çünkü Umberto Eco, iyi bir yazar olmasının yanı sıra Antik Yunan’dan bilişim çağına derin birikimiyle göz kamaştıran bir deha ve hepimizin ondan alabileceği bir şeyler vardır elbet.

Umberto Eco “Günlük Yaşamdan Sanata” adlı kitabındaki ilk denemesinde çağımızda tipik bir yeni Ortaçağ durumunun yaşandığını ortaya koymaktadır. “Kentin varoşlarındaki müstakil evinde oturan dik, kısa saçlı şirket çalışanı Eski Romalıların mirasçısı kimliğinde, ancak çocuğu örülü saçlarıyla Meksika pançosu giyiyor, Asya kökenli sitarı çalıyor, Budist metinleri ya da Leninist elkitapları okuyor ve çoğunlukla (tıpkı Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminde olduğu gibi) Hesse’yi, yıldız falını, simyayı, Mao düşüncesini, marihuanayı ve şehir gerillası tekniklerini birbiriyle bağdaştırabiliyor. Bu konuda bir fikir edinmek için Jerry Rubin’in Do it’ini okumak ya da iki yıl önce New York’ta Marx, Küba ekonomisi ve astroloji üzerine kurslar düzenleyen ‘Alternate University’nin programlarını düşünmek yeterli olacaktır. Öte yandan, Romalı geleneğin temsilcisi olarak tanımladığımız kişi de, canı sıkıldığında, eş değiştirme oyununa katılarak püriten aile modelini temelinden sarsıyor.” (sf. 20) Postmodernizmi "bir adamın karşısındaki kadını deliler gibi sevmesine rağmen bu cümle Barbara Cartland romanlarında binlerce defa tekrarlandığı ve muhatabı da bunu bildiği için ona 'seni deliler gibi seviyorum' diyememesi" şeklinde açıklayan yazarın romanları (“Gülün Adı” ve “Foucault Sarkacı”) önemli çevreler tarafından postmodern roman sayılır. Umberto Eco, postmodernizm hakkında yazdığını söylediği “Gülün Adı” adlı romanının büyük çoğunluğunda kendini postmodern bir yazar olarak niteler. “Öyle bir izlenim edindim ki bu terim, kullananların hoşuna giden bir şeye uygulanmaktadır” der. (Umberto Eco, Günlük Yaşamdan Sanata, Can Yayınları, Çev. Kemal Atakay, 256 s.)


8

1 HAZ RAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Materyalizmin manası ve mananın maddesi

“Madde ve Mana” ortaya att sorular, eski sorular ele al yla ve farkl ba lamlarda ortaya ç km ürünleri materyalizm-idealizm kar tl nda ba ar yla konu land rmas yla materyalist felsefeye katk da bulunan bir eser CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com

2011 yılının Mart ayında Metis Yayınları Saffet Murat Tura'nın ''Madde ve Mana / Rasyonalitenin kökeni'' başlıklı çalışmasını yayımladı. Aynı zamanda psikiyatri uzmanı da olan Tura, yıllardır felsefeyi ele alan çalışmalar yapmaktadır. Söz konusu çalışmalarda psikoterapi ve psikiyatri alanlarındaki uzmanlığından edindiği bilgileri felsefenin birçok temel sorununa yaklaşımında açığa çıkmaktadır. Bu yazıya konu olan eserinde de uzmanlığının felsefeye katkısı sıkça gözlenmektedir. ''Madde ve Mana'' ortaya attığı sorular, eski soruları ele alışıyla ve farklı bağlamlarda ortaya çıkmış ürünleri materyalizm-idealizm karşıtlığında başarıyla konuşlandırmasıyla materyalist felsefeye katkıda bulunan bir eser.

Metafizik aran yor Geçen haftaki yazımızda Cem Kızılçeç tarafından çevrilen Wang Nanshi'nin ''Marksist Pratik Materyalizmi'' adlı eserini tanıtmış ve yazıya 'Metafizik' Marksizm başlığını atmıştık. Saffet Murat Tura'nın eseri de temel olarak bilimselliği savunan, materyalist bir dünya görüşü için gerekli olan bir metafizik arayışı olarak kavranabilir. Eserin temel tezi, doğa ile doğaüstü ayrımını göz önünde tutarak ''çağımızın metafizik ufkunun diyalektik materyalizm'' olduğudur. Yürütülen beden-zihin, ruhmadde, özne-nesne, idealizmmateryalizm çatışmaları ekseninde materyalizme uygun bir metafizik arayışı eserin tamamına yayılıyor. İnsanın ve toplumun neliği, içini doldurduğumuz, dönüştürdüğümüz dünyanın tözselliği ve insanın dünyayla ilişkisinin sonucu oluşan bilginin karakteri mercek altına alınıyor. Beden-zihin ikiliği denince akla gelen Descartes'ın ''düşünüyorum öyleyse varım'' şeklindeki akıl yürütmesi masaya yatırılıyor. Beden-zihin ikiliğinin ikinci terimi olan zihnin esas kabul edilmesi biçimdeki yanılsamaya (Kartezyen yanılsama) odaklanan Tura, sorunu dil ve felsefe temelinde ele alıyor, yanılsamanın ötesine uzanıyor. Bu yanılsamanın aşılması için özne-nesne ikilisinden öncelikle özneye odaklanmakta. Bu girişim haklılığını daha en baştan gösteriyor. Çünkü Kartezyen özne bir an-

lamda nesnelliğe kapı aralayan bir özne olduğundan, nesne özne üzerinden tanımlanmıştır. O halde yanılsamanın kökleri ''özne''nin konumlanışında yatmalıdır. Bilimle çelişmeyen dahası bilime zemin oluşturan bir metafizik arayışı eserde farklı biçimlerde beliriyor. Bilimin felsefeye gereksinimi çerçevesinde ve doğanın bilimin nesnesi olmasından ötürü ortaya çıkan ilk beliriş, metafiziğin doğanın ele alınmasındaki gerekliliğidir. Bu kapsamda bilimin doğayla ilgisi, sonlu-sınırlı sayıda deneyimden türetilecek ve tüm olası deneyimleri kapsama iddiasında olan bilimsel önermelerin savunulması açılarından bu metafizik kendisini bilim cephesine dayatmaktadır. Bu dayatma eserde ''felsefenin vazgeçilemezliği'' biçiminde anılmış ve daha başlangıç bölümünde felsefenin gerekliliği ortaya konmuştur. ''Felsefenin vazgeçilemezliği''nden söz açmışken klasik felsefeye karşı konumlanan Wittgenstein'a ilişkin saptamalar yapmadan olmazdı. Tura, eserinde daha çok Tractatus dönemindeki Wittgenstein'ı ele almakta ve eleştirmektedir. Tura'nın değerlendirmeleri bir yana, dil felsefesinden Descartes gibi klasik felsefenin tartışmalarına dek farklı terminolojiler benimseyen farklı dönemlerin birarada ve bir bütünlük içinde ele alınması oldukça zor bir iş. Anlam (mana) sorununa odaklanan böylesi bir tartışmada, metafiziğin gerekliliğinin savunulduğu böyle bir eserde ''metafizik''in sıkı karşıtı olan Wittgenstein'ı sadece adı anılan bir bölümde değil, eserin tümüne yayılan bir biçimde ele alması kaçınılmazdı

ve Tura bunu en iyi bir biçimde başarmaktadır.

''Mana'' ne cinstendir? Soru hem dilbilgisel olarak hem de felsefi olarak sorunludur. Ancak eserin amacını da düşündüğümüzde mananın dayanağını ve özelliğini sormanın ironik bir yolu olduğundan bu soruyu seçtik. Tura, eserinde ''mana''nın maddi bir özellik olduğunu belirtmekte ve ''mana''nın kökenine ilişkin evrimsel ve diyalektik açıklamalara girişmektedir. Elbette, bu açıklamalar, bir süreç olarak ''mana''nın ortaya çıkışı bütünsel bir süreç olduğundan süreci ayırt etmeye yarayan ''metafizik'' yaklaşım olan Diyalektik Materyalizmin kavramsal çerçevesi içinde yapılmaktadır.

Anlam, olay, edim, davran Kartezyen ikiciliğinin çürütülmesine dönersek Tura'nın özenle vurguladığı ''düşünme''nin bir edim olmadığı fakat bir olay olduğu iddiasına yer verebiliriz. Bu iddianın sonuçlarından bir tanesi de öznesiz bir süreç olarak toplumsal ilişkilerin, insanın özelliklerinin ve bütün bu ilişkilerin, özelliklerin oluşum sürecinin kavranmasına kapı aralanmasıdır. Wittgenstein bütün davranışları, dahası düşünceleri dilsel zemine indirgemişti. Buna uygun olarak anlamın belirdiği bütün bir öznelerararası alanda Saffet Murat Tura, ''anlam teknolojileri'' başlığı altında düşüncenin anlamının izini sürüyor. Davranışın nasıl bir anlam içerdiği, dilsel olaylarla ilişkisi açısından ele alınıp psikiyatrinin alanına geçiş hazırlanmış oluyor. Yazının başında psikiyatrinin

Tura'nın uzmanlık alanı olduğunu belirtmiştik. Bir okuyucu olarak eserde karşılaştığımız en özgün başlık altıncı bölüme adını veren ''psikiyatri felsefesi''dir. Diyalektik materyalizme karşı ruh sorunları ve zihinsel olaylar öteden beri bir argüman konusu olmuşken bu türden olayların bilimsel yaklaşımına ilişkin bir felsefi-kavramsal bölümün ayrılması zincirin halkalarından en zayıf olanının bir onarımı adeta. Başlangıç bölümünden son bölümüne kadar serimlediği kavramsal araçlarla Tura, eserin sonuna sakladığı ''Büyük Yanılsama'' başlığı altında Kartezyen yanılsamayı yeniden ele alıyor. Bu kez içeriği bir bütün olarak gelişmiş bir halde okuyucu Kartezyen ikiciliğinin ardında yatan yanılsamayla yüzleşiyor. Fenomenolojik tartışmaları yüzeysel ve ciddiyetsiz bir biçimde bu yazı içerisine sıkıştırmamak için bu yüzleşmenin betimlemesine girişmiyor, meraklısının kitabı okuyarak bu yüzleşmenin tarafı olmasını diliyoruz.

Üçüncü k? Madde-bilinç ikiciliğinde birinin diğerine indirgenmesi dışında, ikisinin birlikte tek bir zeminden çıktığı düşünülürse benimsenebilecek üçüncü şıkkın imkansızlığı gösterilmeden materyalizmidealizm savaşının bir zafere kavuşmayacağı açıktır. İndirgenme sorunu ve indirgenecek tözselliğin ne olduğu bu savaşın taraflarınca çözülmeyi beklemektedir. Saffet Murat Tura'nın eseri bu çözüm için önemli bir adım olarak kendisini gösteriyor. Geçen hafta tanıtımını yaptığımız Marksist Pratik Mater-

yalizm adlı eserde ortaya atılan pratik-teorik felsefe karşıtlığıyla Tura'nın eserindeki argüman ve tezleri birlikte düşündüğümüzde bunların bütünselliğe kavuşturulmasının çok çetrefil bir iş olduğu hemen görülüyor. Bu bakımdan materyalizmin farklı boyutlarını, karşıtının iddialarına yanıt veren tartışmacı bir anlatımla ortaya konmasının sürdürülmesi ucu açık bir süreçtir. Yazar psikiyatrist olunca okuyucunun yanıtını bekleyeceği görüngülerin çeşitliliği eserden beklentileri arttırmaktadır. Örneğin bu satırların yazarı, eserde psikosomatik hastalıkları Saffet Murat Tura'nın nasıl ele aldığını okuyabilme umudunu kitabın sonlarına kadar sürdürmüştür. Psikosomatik hastalıklar, bilindiği gibi, bir ruhsal durumun sonucu olarak beliren fonksiyon bozukluklarıdır. Bu bozuklukların materyalist bir bakış açısıyla yorumlanması insanın maddiliği tartışmasına dayanak oluşturabilecektir. Dolayısıyla materyalist ontolojiyi hakkıyla ele almanın zorluğu da görülmektedir. Dilsel yapıların, bilimsel önermelerin, ilişkilerin, kuramların, kurguların, duygulanımların, nesnelerin ontolojik statüsü eserin ortaya koyduğu zeminde yeniden ve yeniden tartışılmalıdır. Bu anlamda eser okuyucuya ve kamuoyuna eski sorunları yeni bir bağlamda yeniden ele alma görevini yüklemektedir.

Do u tan Dü ünceler Eser her ne kadar Descartes'ın kartezyen yanılgısına kapsamlı yanıtlar ve çözümler önerse de ''doğuştan düşünceler'' düşüncesine karşı açık ve seçik bir argüman koymamaktadır. Doğuştan düşünceleri anarken özellikle de Chomsky'nin evrensel dilbilgisi ve yaratıcı dilbilgisi kavramlarını düşündüğümüzde ''doğuştan düşünceler''in, ''a priori kategorilerin'' kapsamlı bir eleştirisi ve materyalist bir çözümlemesi hala eksiktir. Bunun tamamlaması yolunda adımlar atan bu eserin merakla okunup uzun tartışmalara zemin hazırlayacağı açıktır. (Madde ve Mana, Saffet Murat Tura, Metis Yay., 392 s.)


BABİL BALIĞI

Aydınlık KİTAP

1 HAZ RAN 2012 CUMA

9

Çizgilere ne oldu? M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com

“Kelimeler ve resimler, yin ve yang’dir. Evlendiklerinde, her iki ebeveynden de daha ilgi çekici çocukları olur.” – Dr. Seuss Çocuklukları veya gençlikleri 70’lere, 80’lere veya 90’ların başlarına denk gelen okuyucular bu ülkede çizgi roman kültürünün bir zamanlar ne anlama geldiğini hatırlayacaktır. Teksas, Tom Miks, Red Kit, Asteriks, Tom Braks, Superman, Spiderman, Batman, Zagor, Mandrake, Atlantis, Tex, Mister No., Tenten, Conan, Kızıl Maske, Dylan Dog ve daha niceleri… Her hafta ailenin büyüğü tarafından alınıp eve getirilmesi dört gözle beklenir, okumak için sıraya girilir, büyük abiden saklanır, ciltler özel sandıklarda biriktirilirdi. Hemen her dergi, satışlarını artırmak için yanında çizgi roman hediye ederdi. Hatta gazeteler de uzunca süre çizgi romanları ek olarak sunmuştu. İtalyan çizgi romanlarının, yaratıldığı ülkede dahi film uyarlaması yok iken, Yeşilçam, çizgi romanların ardı ardına uyarlamalarını çekerdi. Yerli mizah dergileri inanılamayacak rakamlarda satış yakalamıştı. Bahsedeceğim şey, neden eskiden bu kadar rağbet görüp şimdi görmediği üzerine sosyolojik bir açılım yapma veya yayınlanma, satın alınma trafiğinin neden bu kadar sekteye uğradığı üzerine veryansın etmek değildir. Çünkü kişisel görüşüm bu alanda okuyucu odaklı bir sorunun olmadığıdır. Bahsedilen yılları atlatmış olan pek çok insan kemik ve temelden potansiyel birer çizgi roman okuyucusudur. Yabancı dili iyi derecede olanlar halen ya birkaç satış noktası üzerinden yurt dışındaki çizgi romanları satın alarak ya da internetten korsan kopyaları indirerek takip etmeye devam etmektedirler. Bahsedeceğim şey temelde her iki sorunun da cevabıdır. Çizgi roman üretiminde, tercümesinde ve yayıncılığında çağın gerisinde kalmışlık! Öncelikle yurt dışından tercüme edilen eserlere değinelim. Bahsi geçen Zagor, Teksas vb. çizgi roman-

lar, yayınlandığı ve tercüme edildiği dönemler itibarı ile çizgi roman türünün çağdaş örnekleri kabul edilebilirdi. Ancak tıpkı yıllar sonra “En Kahraman Rıdvan”ı okuduğumda hissettiğim gibi, artık eski büyüsünü kaybetmiş, tekrar satış ve okuma açısından nostalji değeri dışında bir çekiciliği kalmamış haldedir. Nedeni ise basittir. Çünkü bir sanat akımı olarak çizgi roman, zaman içerisinde gerek teknik gerek anlatım bakımından hızla evrime uğramış ve tür için çok daha iyi örneklerle karşımıza çıkmıştır. Ulaşılabilecek en iyi çizgi romanlar arasında iken Zagor’u okumak başkadır, “Preacher”, “Asterios Polyp”, “Daytripper”, “Squee”, “Johnny The Homicidal Maniac”, “Sandman”, “Blankets”, “Elmer”, “Fate Of The Artist” ve sabaha kadar sayabileceğim tonla çizgi romanın çağında Zagor’u okumak başkadır.

YAYINEVLER NE GÖREV Elbette nostalji değeri ve/veya klasik değer ihtiva eden çizgi romanların yeni kuşaklarla tanışması için yayınlanmasına ihtiyaç vardır fakat yeni çizgi romanların, formların ve akımların yayıncılığından kaçınılması komik bir durumdur. Bu durum, sürekli Rus edebiyatı klasiklerini yayınlayıp, modern dünya edebiyatından hiçbir örneği yayınlamamaya benzer. Özetle yayınevlerinin artık satmayan tür olarak gördükleri çizgi romanlar için aynayı kendilerine çevirmelerinde, güncel çizgi romanlar hakkında bilgi sahibi yayın kurulları oluşturmalarında ve okuyucunun eğilimlerini varsayımlara değil analizlere dayandırmalarında fayda olduğunu düşünüyorum. Yayınevlerinin de haklı olduğu noktalar arasında, özellikle Vertigo, Slave Labor, Top Shelf gibi büyük çizgi roman yayıncılarının istediği büyük telif rakamları ve çizgi romanların ortaya çıkardığı matbaa masrafları vardır. Üstüne bir de yayıncılığını takip etmede yıllardır süregelen gecikme, okuyucu potansiyelini kaybetme, okuyucuların çoktan kendilerinden ümidi kesip internetten korsan kopya indirme gibi alışkanlıklar edindikleri gerçeklerini de eklersek, bu alana çekinerek yaklaşmaları kaçınılmaz olacaktır. Enseyi tamamen karartmaya gerek yok elbette. Son dönemlerde –nihayet- yayın evlerimiz hâlâ yeterli seviyede olmamakla beraber çizgi romanlara biraz daha fazla yer vermeye gayret etmektedirler. Modern zamanların güzel örneklerinden, “Sandman,” (Arka Bahçe Yayıncılık) “Uçma Sanatı” (Versus Kitap’a teşekkürler), “Blacksad” (Yapı Kredi yayınları), Enki Bilal’in çizgi romanlarını ve “Yürüyen Ölüler”i büyük bir övgüyü hak ederek dilimize kazandıran Marmara Çizgi, “Watchmen”, “V For Vendetta” ve “1602” ile Gerekli Şeyler, Graphics Illustrated’dan “H.P. Lovecraft,” “O.Henry,” “E.A.Poe,” ve “Jack London”ın tercümelerini (serinin devam edebilmesi için yeterli satış

rakamlarına ulaşmayı bekliyorlar) yayınlayan April Yayıncılık ve klasiklerin mangalarının yanı sıra Ayizade ile çıkış yapan NTV yayınlarının bu hareketliliği yine de umut vericidir (lütfen neden Hellboy, Spiderman, X-Men vb.den bahsetmediği mi sormayınız, özetle süper kahraman çizgi romanlarından artık sıkıldım ve çoğunlukla tercih etmiyorum, “Dünyanın Süper Kahramanlara İhtiyacı Yok” başlıklı yazımı bekleyiniz).

YERL Ç ZERLER N SIKINTISI Yerli çizgi romanlara gelirsek durumun ekonomik anlamda olmasa da (bkz. Mizah dergisi adedi, toplama ciltlerdeki ciddi satış rakamları vs.) üretim anlamında daha kötü olduğunu görürüz. Yerli çizerlerin kendilerini açma sıkıntısı içerisinde olduklarını düşünüyorum. Ülkemizdeki çizgi roman çizerleri için en büyük açmazın, haftalık mizah dergilerine sıkışmış olmaları olduğunu düşünüyorum. Kurgularıyla dünyanın her yanına açılabilecek, kaliteli işler ortaya koymak istiyorlarsa – dost acı söyler- ilk yapmaları gereken şey, karikatür dergilerinden kopmaları olacaktır (-ki mevzu edilen karikatür, sanat dalı olan karikatür değil bir takım resimli esprilerdir). İkinci nokta, nedenini anlamadığım şekilde gelenekselleşen, neredeyse her Türk çizerinin kendi senaryosunu kendisi yazması saplantısıdır. Dünyada her ikisini bir arada başarıyla sürdüren isimler mevcut olsa da kabul edilmelidir ki çizmek ve yazmak farklı iki eylemdir ve ayrı uzmanlıklar gerektirir. Bu nedenle de çizgi roman olarak değerlendirebileceğimiz seriler ne yazık ki kısır kurguların içerisinde, aynı şeyi döne döne (-ki genellikle kendi hayatlarını) işlemekten başka bir şey ortaya koyamamaktadır. Çizerlerin ayrıca Beyoğlu ve üniversite kantini saplantısından da bir an evvel uzaklaşması gerekir, diyeceğim ama birbirlerinin sırtını sıvazlamaktan alternatif kurgulara yönelmeye fazla vakit bulamamalarından ve her eleştiriyi kişisel saldırı sanmalarından ötürü demiyorum. İşte bu yüzden de Galip Tekin’in çizerliği değil elbette ama kurguculuğu (özellikle de kurgularında yüzeysel kalan farklı olma çabası ve okuyucu sanki konuyu anlayamıyormuş gibi her metnine açıklama ek-

leme alışkanlığı nedeniyle) rahatlıkla tartışma konusu olabilecekken ve artık sadece Türk çizgi romanında bir “klasik” kapsamında değerlendirilmesi gerekirken, günümüzün mevcut diğer örneklerleri ile karşılaştırıldığında hâlâ en üst seviye çizgi romancı olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde, Bülent Arabacıoğlu’nun En Kahraman Rıdvan’ı gibi kült bir karakteri yaratmaya da (Kötü Kedi Şerafettin vb. sayılı karakteri hariç tutarsak) çok fazla yaklaşılamadığı gözden kaçmıyor. İşin acı tarafı ise, günümüzün çizerlerinin “çizgi” bakımından dünyadaki pek çok örneğinden daha iyi olduğudur. Özetle, Türk çizgi romanının önündeki en büyük engel, çizer değil yazar sıkıntısıdır. Bu haftaki yazı da daha önce yer ayıramadığım çizgi romanlar için bir giriş yazısı niteliğinde oldu. Gerek yerli gerek tercüme çizgi romanların şu andaki yayın sıklıkları biraz sorunlu olduğundan, türün sıcaklığını bu köşede korumakta ne kadar başarılı olabileceğimi bilmiyorum. Bu nedenle, zaman zaman tercüme edilmemiş yabancı önemli çizgi romanları da tanıtıp tanıtmayacağıma sizlerin karar vermesini istiyorum. Lütfen fikirlerinizi e-posta yoluyla iletiniz. Favori çizgi romanım Craig Thompson’ın “Blankets”ından şu satırlarla vedalaşalım; “Boş bir zemin üzerinde iz bırakmak ne kadar tatmin edici; Hareketlerimin haritasını çıkarmak – ne kadar geçici olursa olsun.”


10

1 HAZ RAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP NEC P FAZIL VE “KULUN KÖLES N N KULU” OLMAK

Ona artık mistik şair diyorlarmış... ktidar n ve belediyelerim imkânlar yla bilbordlarda ne kadar reklam yap l rsa yap ls n, ad na ne bahaneyle sempozyumlar, paneller, konferanslar düzenlenirse düzenlensin Necip Faz l’ Nâz m Hikmet’in e de eri haline getirme iste i de ham bir hayal olarak kalacakt r CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com

Liberal ve sol liberal aydınların Nâzım Hikmet’ten söz ettiklerinde Necip Fazıl’ın adını da anmaları artık kanıksadığımız bir tutum haline geldi. Söz konusu aydınlar özellikle “Kaldırımlar” şiirine vurgu yaparak Necip Fazıl’ın da büyük bir şair olduğunu söylemeden edemiyorlar. Oysa Necip Fazıl “Kaldırımlar” döneminin unutulmasını istemiş, birçok röportajında “Kaldırımlar şairi” olarak anılmak yerine “Çile şairi” olarak anılmak istendiğini belirtmiştir. Necip Fazıl’ın, sonunda muradına erdiğini söyleyebiliriz. Okur kitlesi onu “Çile şairi” olarak benimsemiştir. “Üstat” unvanını da ona bu kitle vermiştir. Bu haliyle o İslami kavram ve değerlerin sınırları içinde bir şairdir. İslamcı bir şair kimliğiyle şiirinin, bütün İslami duyarlıklara karşılık düştüğünü aklı başında hiç kimse söyleyemez. İslamın Sünni yorum alanındadır ve Alevilerle Şiilerin hissiyat dünyasının dışındadır. Demek oluyor ki kapsayıcı bir İslamcı şair de değildir ve zaten ulusal değildir. Nâzım Hikmet ise ulusal değerler üzerinden evrensel kültürün bir parçası haline gelmiştir. Zamanın her ikisi için verdiği hüküm ortadadır. Necip Fazıl’ın yıldızı yükselen İslami dalgayla birlikte parlamıştır ve Türkiye sınırları içindedir. Nazım Hikmet ise sosyalist dalganın en dibe vurduğu bir dönemde de yükselişini sürdürmüştür ve şiiri bütün dünya dillerindedir. Özdemir İnce’nin yerinde ifadesiyle, “Dilde devrim sayesinde Cumhuriyet, ilk evrensel büyük şairini, Nâzım Hikmet’i yaratmıştır.” (2 Mayıs “Aydınlık”).

TAR KAT EYH N N YOLU Necip Fazıl, Cumhuriyet’le gelen bütün yeniliklerin olduğu gibi Dil Devrimi'nin de yeminli bir düşmanı olmuştur. “O ki olmanın ne demek olduğunu anlamaya başlayacağı 1934’ten sonra başına bir daha şapka geçirmeyecek, şapkaya içi necaset dolu bir lenger gözüyle bakacaktır” (Bâbıali). Kendisi hakkındaki ifadesi böyledir. Cumhuriyet yönetiminin 1924’te Avrupa’ya öğrenim görmesi için gönderdiği İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencisinin 1934’te geldiği yer burasıdır. “Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür! Sana çöl gibi gelen, O, göl diyorsa göldür!” Aklın, fikrin hiçbir öneminin kalmadığı, dinsel itaatin her şey kılındığı bir zihniyetin sahibi ve kendi deyişiyle telkincisidir o. Telkinleriyle şekillen-

Necip Faz l K sakürek

dirmek istediği insanın ruh modeli de kendisidir: “Düşünün, ben ne büyük rütbeye tutkuluyum! Çünkü O’nun kulunun kölesinin kuluyum!” Cumhuriyet, tekke, dergâh, tarikat ve zaviyeleri kapatmıştır, kuldan yurttaş yaratmaya çalışmaktadır. Atatürk yeni bir toplumsal düzen kurmak için didinmekte, toplumsal yaşamı dogma ve hurafelerden arındırmak için etrafındaki herkesi seferber etmektedir. “En gerçek yol gösterici bilimdir!” sözü şiar edinilmiştir. İşte böylesi devrim günlerinde Necip Fazıl, büyük buhranının devasını ve kurtarıcı ışığını Eyüp’teki Efendi Hazretleri’nin dergâhında bulmuştur. Onun mekânı artık tarikattır, yolu Efendi Hazretleri diye hitap ettiği ve andığı tarikat şeyhinin yoludur. 1943’te çıkarmaya başladığı “Büyük Doğu” dergisiyle Cumhuriyet karşıtları cephesinde yerini almış, inanç ve maneviyat adına her fırsatta akla, bilime, maddeye, teknolojiye, bilim ve teknolojinin merkezi Batı’ya, Batı’dan alınan her yeniliğe kindar bir gayretle saldırmaktan geri durmamıştır. Dokuz yıl kaldığı Ankara döneminde ilk Büyük Millet Meclisi olan şakkâri taş binanın önünden geçerken bakın neler düşünmektedir: “Bu gidişle güneş de her akşam

ufukta çaldığı renk ve ışık senfonisini Ankara’ya çok görmeye başlayacak ve batmasıyla zift renkli gecenin çökmesi bir olacak galiba…” (Bâbıâli)

RUHUN SINIRLANMASI Çünkü ona göre Ankara, Amerikalı bir sinema kumpanyasının bir günde kurabileceği “ben de yapabilirim” iddiasının özeti olan bir plandan öteye geçememiş bir şehirdir. Aynı zamanda Ankara, bu kez yönetim anlamında, hâlâ içten bir oluş devrine ulaşabilmiş değildir. “Eğer madde yontucusu sadece ruh ise bu gidişle de böyle bir kıvama ermesi kabil olmayacaktır.” Denmektedir ki Ankara en alt düzeyde Amerikan mimarisinin taklididir ve ruhu ise zaten yoktur. Devrimin başkentine böyle bakıyor... Ankara’nın bütün bir ülkeyi değiştirip dönüştüren, Anadolu’nun makus talihini yenmeye çabalayan ruhunu görmüyor, görmek istemiyor. Ayrıca o, ruh sözcüğünü sadece Allah’la bağlantılı olarak kullanıyor, inanma duygusuyla sınırlıyor. İnanmayanlara neler yapacağını Arif Dino ile yaptığı bir sohbet vasıtasıyla öğreniyoruz: “-Allah’a inanmayanlara ben ne yapardım, bilir misin, kudretim olsaydı? -Ne yapardın? -Her şehrin kenarında büyük birer

tımarhane yaptırır ve hepsini birden oraya tıktırırdım. -Ya vicdan hürriyeti? -Vicdanın yaratıcısından kendisine zıt vicdan hürriyeti istemek delilik değil de nedir?” Necip Fazıl’ın, adıyla anılmak istediği “Çile” şiirinde de bu düşüncesinin pekişmiş olduğunu görüyoruz: “Uyku katillerin bile çeşmesi; Yorgan, Allahsıza sığınak. Teselli pınarı, sabır memesi; Size şerbet, bana kum dolu çanak.” Bizim tasavvufçularımız, tekke şairlerimiz içinde bulundukları Orta Çağ’ın o katı şartlarında, taassup karanlığı içindeki dünyada bile insana böylesine tepeden ve düşmanca yaklaşmadılar. Onlar “Yaradan’dan dolayı yaratılanı sev” felsefesine içtenlikle bağlıydılar ve daima bu felsefeyi yücelttiler. İnsanları Allah’ı olanlar ve Allahsızlar diye ikiye ayıran, Tanrı inancı olmayanları peşinen kötülükle eş tutan bir şairin evrensel alanda kabul görmesi tabii ki mümkün değildir. İktidarın ve belediyelerim imkânlarıyla bilbordlarda ne kadar reklam yapılırsa yapılsın, adına ne bahaneyle sempozyumlar, paneller, konferanslar düzenlenirse düzenlensin Necip Fazıl’ı Nâzım Hikmet’in eşdeğeri haline getirme isteği de ham bir hayal olarak kalacaktır.

GÜNÜMÜZE KALAN K N Barış, özgürlük, yoksulluk, eşitsizlik gibi insanlık meseleleriyle ilgilenmemiş, aklın ve bilimin karşısına dikilmiş, kendine bir dinin bir mezhebinin, o mezhebin de bir tarikatının yorumunu rehber edinmiş bir şairin büyük şairler listesine dâhil olamadığını dünya edebiyat tarihi olduğu kadar bizim edebiyat tarihimiz de göstermektedir. Mesele Necip Fazıl’la sınırlı olsa onu edindiği şairlik mevkiinde zamanın kuyumcu terazilerinden daha hassas mesafelerine bırakabiliriz kuşkusuz. Ne var ki siyasal konjöktür onu ülkemizin toplumsal gündemine taşımış durumdadır. Cumhuriyet iktidarını ele geçirmiş olanlar dev ekranlarda onun ağzından Türk gençliğine öğütler veriyor artık. “Kalbinizin, kininizin ardında olun!” diyorlar. Necip Fazıl’ın kininin neye ve kimlere karşı olduğunu biliyoruz. Öyleyse onun ağzından gençlere öğütlenen ve peşlerinde olmaları istenen kinin de neye ve kimlere karşı olduğu belli değil midir? Laik ve özgür yaşam tarzının, bilimin aydınlığında, bireyin özgür düşüncesiyle beslenen bir toplumsal yaşamın hedef hahtasına konduğu aşikâr değil midir?


Aydınlık KİTAP A R YUNUS YA AR VE ANI K TABI “FOTO RAF ARALI I”

Turunç kokulu anılar... Yunus Ya ar’ n kendi gerçekli i çerçevesinde yak n dönemin k sa Türkiye tarihi de yans yor ELVAN BEŞİKÇİOĞLU Antalyalı şair Yunus Yaşar’ın “Fotoğraf Aralığından / Anılar Galerisi” adlı kitabı, toplam 24 bölümden oluşuyor. Yaşar her bölümde yakından tanıdığı, tanıştığı, mektuplaştığı, çoğu çeşitli sanat etkinliklerine, söyleşilere, panellere katılmak için Antalya’ya gelen sanat insanlarıyla ilgili anılarını, değerlendirmelerini ve kendisinde bıraktıkları izleri aktarıyor okura. Hemen belirtmek gerekir ki “Fotoğraf Aralığı”, günce özellikleri ile öykü tadını buluşturan bir çalışma. Ancak kapağındaki “anı-roman” nitelemesi bizce pek yerine oturmuyor. Yazar, bir fotoğraf albümünü çevirircesine (not: kitapta herhangi bir fotoğraf yer almıyor), kendi yaşamından, çocukluğundan yola çıkarak, “En son anılar unutulur” diyen Selim İleri’yi doğrularcasına geniş, renkli, derinlikli bir anılar galerisinde geziniyor gerçekten de. Yalnızca kişisel notlar yok elbette sayfalarda… Yunus Yaşar’ın kendi gerçekliği çerçevesinde yakın dönemin kısa Türkiye tarihi de yansıyor. Bu bölümlerde özellikle siyasal-sendikal mücadeleyle ve 12 Eylül’le ilgili ilginç notlar düşülmüş.

KIRLANGIÇ KATARI… 1990’lı yıllarda Antalya merkezli olarak yayımlanan şiir dergisi Kırkmerdiven’le ilgili uğraşları ya da Antalyalı sanatçıların oluşturduğu Ansan gibi örgütlenmeler çerçevesinde Hasan Hüseyin Korkmazgil’den Mehmet Kemal’e, Erdal Öz’den Kerim Korcan’a, Ahmed Arif’ten Lale Belkıs’a, Metin Altıok’tan Erhan Bener’e, Fikret Otyam’dan 2000 yılında Selanik’te düzenlenen Dünya Şairler Kurultayı izlenimlerine kadar, geniş bir yelpazede sıcak, samimi duygu ve düşünceler aktarıyor Yunus Yaşar…

“Bu bir fotoğraf albümü değil; sanki tepesi atmış bir bulutun, şehvet vakti sular tortop üşürken, yüreğe dökülen yangın lekesi… Bu bir fotoğraf albümü değil; sanki doludizgin bir yaşamın yelesinde, uçmaya hazır kırlangıç katarı…” diyen yazar, Akdeniz esintili, turunç ve portakal kokulu, alçakgönüllülüğün damga vurduğu bir buket anı yolluyor okurlarına. Bir ikisi dışında hemen hepsi artık aramızda olmayan isimlere ilişkin söylenenler, o kişiliği bir kez daha okurların gönlünde yüceltecek nitelikte. Öte yandan da Kerim Korcan’ın imza günü davetiyle gittiği Antalya’da neden çok sinirlenip kafasını masaya vurduğu; Erdal Öz’ün, Can Yayınları’nın neden şiir kitabı yayımlamadığı ve şiir kitaplarının neden az sattığı üzerine açıklamaları ya da Attila İlhan’ın Yunus Yaşar’ın şiirleri üzerine değerlendirmesi de edebiyat tarihimize geçecek nitelikte. Her fotoğrafın, “buğusu üzerinde bir somunsa” olması gibi, Yunus Yaşar’ın anıları da Akdeniz esintisi, turunç kokusu getiriyor Antalya’dan… (Fotoğraf Aralığından, Yunus Yaşar, Gelişim Sanat Yay., 147 s.)


12

1 HAZ RAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

YAKIN TAR H M ZE L K N PORTRE VE B YOGRAF ÇALI MALARIYLA TANINAN ARA TIRMACI YAZAR ORHAN KARAVEL :

“Türkiye ilginç bir ülkedir!” 1959 senesinde Amerika'da Adnan Menderes'le özel bir uçakla bir hafta boyunca seyahat ettim ve bire bir konu tum onunla. Bir keresinde genç bir gazeteci olarak ona unu söyleme f rsat m oldu: “Beyefendi, siz çok tehlikeli bir yolda ilerliyorsunuz. Bunun sonunda çok kötü eyler olacak ve en çok siz st rap çekeceksiniz”. Bunun tan klar da vard r PINAR AKKOÇ Orhan Karaveli 1930, Ankara doğumlu. Galatasaray Lisesi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Londra Politeknik Okulu'nda öğrenim gördü. Yeni İstanbul, Milliyet, Vatan ve Cumhuriyet gazetelerinde yazdı. 50 yıllık gazetecilik geçmişi var. 1999 yılında "Bir Ankara Ailesinin Öyküsü" isimli otobiyografik çalışması yayımlanıyor. Daha sonra sırasıyla "Görgü Tanığı", "Tanıdığım Nazım Hikmet", "Sakallı Celal", "Yeniden Ziya Gökalp", "Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği" ve "Berlin'in Yalnız Kadınları" isimli biyografi – araştırma türünde kitaplar peş peşe geliyor. Her biri anlattıkları dönem ya da kişilerden yola çıkarak bir toplumsal analiz aslında. Bu kitaplarda bir yandan anılar aktarılırken diğer yandan sosyolojik veriler iletiliyor okuyucuya. Tek tek kişilerin hayatları, içinde yaşanmış dönemi yakından görmemizi sağlıyor. Olaylara içerden bakma fırsatı doğuyor. Büyüteçle bakmak gibi... Karaveli'nin "Tanıdığım Nazım Hikmet" kitabı birkaç hafta önce 8. baskıyı yaptı. Nazım Hikmet'in 49. ölüm yıldönümü yaklaşırken hakkında yazılmış kitaplara olan ilginin sürmesi Orhan Karaveli'yi çok mutlu etmiş. Tabii bizleri de. Bu güzel haberi aldıktan sonra daha bir şevkle başlıyoruz sohbetimize... Sayın Karaveli, yakın tarihimizin önemli, ilginç kişilikleri üzerine çok sayıda biyografik kitabınız var. Yaşanmışlıkları aktarmanın önemi nerede yatıyor? Toplumsal açıdan yakın tarihi iyi bilmenin gerekliliği nedir size göre? Tarihlerini bilmeyen uluslar gelecekten fazla bir şey bekleyemezler. Tarihi bilmek, insanın kendi ülkesinin, hatta kendi ailesinin tarihini bilmesi çok önemlidir. Biz bu konuda ne yazık ki fazla özen göstermemiş, fazla çalışmamış bir ulusun çocuklarıyız. Kayıtlarımız yok... Osmanlı'da, hatta Cumhuriyet tarihinde de insanlar ailelerine, nerede doğduklarına, nasıl büyüdüklerine dair ciddi araştırmalarda bulunmamışlar. Hatta çoğu “kendilerini” bile tanımıyorlar. Birisine sorduğunuzda, “Babam Ahmet Bey, dedem Mehmet Bey...”den ötesini tanımıyor. Bu durumla çok karşılaşıyorum. Oysa insanların kendilerini, ailelerini, ülkelerini tanımaları, tarihi bilmeleri gerekir. Örneğin benim 1999'da hazırladığım “Bir Ankara Ailesinin Öyküsü” kitabı Karaveli ailesinin kendi öyküsüdür. Biz öyle ünlü, askeri, siyasi ya da ekonomik alanda çok büyük işler yapmış bir aile değiliz. Sıradan bir Anadolu ailesi, bir Ankara ailesi söz konusu olan; ayrıca üne gerek de yoktur. Her ailenin içerisinde, geçmişinde bir takım ilginç insanlar vardır. Bu insanları ele aldığınızda bir süreci ve bir tarihsel dönemi ele almış olursunuz.

Orhan Karaveli: Naz m Hikmet’le arkada l m 1960’ta Moskova’da ba lad

Siz nasıl başladınız tarihe ilgi duymaya ve yazmaya? Ben bu işe kendi ailemden başlamak istedim, çünkü en iyi bildiğim kendi ailemdi. Gazeteciliğe 20 yaşında “Yeni İstanbul” gazetesinde başladığımda, henüz hukuk fakültesine yeni başlamış ama gazeteciliğe merakı olan birisiydim. O zaman fark ettim ki Türkiye'de tarihimizle ilgili hemen hemen hiçbir şey bilinmiyor. Ama bendeki bu gazetecilik merakı küçük yaşlardan itibaren vardı. Dedeme, babama geçmişe dair sorular sorar, bir yere not ederdim. Bunlar benim için zaman içinde çok kıymetli malzemelere dönüştü ve ortaya bir Ankara ailesinin öyküsü çıktı. Bunun ardından enteresan şeyler de yaşandı. Pek çok kişi, Anadolu'nun muhtelif yerlerinde bana müracaat ederek kendi aile tarihlerini yazmak istediler, ben de onlara cesaret verdim. Bu kitabım çıktığında ilk baskısı ilk gün bitti. Demek ki böyle kitaplara gereksinim vardı. Buradan hareketle ikinci kitabım “Görgü Tanığı”nı yazdım. Bakın, gazetenin ömrü kelebekler gibi bir gün-

dür, ama kitap öyle değil. Kitaplar elden ele aktarılabilen, oradan sahaflara geçen, oradan da büyük kütüphanelere geçebilen yaratımlardır. İşte bu yüzden de bir ülkenin tarihi kitaplardadır. Devletin yazdığı resmi tarihin gerçekliği tartışılabilir ama bu tür yaşamdan çıkan kitaplar gerçek tarihin öğeleridir. Benim babam şurada savaşa girmiş, şurada ölmüş dediğiniz zaman o savaş hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz, hem de birinci elden. Ben görgü tanıklıklarımla bir çok gazetecilik anılarımı yazdım. Daha sonra oradaki bazı konular benim yeni kitaplar yazmama da yol açtı. Örneğin Nazım Hikmet'le 1960 yılında Moskova'da başlayan arkadaşlığımdan o kitapta kısaca bahsettim ama daha sonra “Tanıdığım Nazım Hikmet” isimli kitabımla bu dostluğu ayrıntılarıyla anlattım. O geziyi ve orada yaşadıklarımı daha ayrıntılı bir şekilde ortaya çıkarma fırsatı buldum. “Tanıdığım Nazım Hikmet” isimli kitabım Doğan Kitap'ta üç hafta önce sekizinci baskısını yaptı. Bu durumdan da memnun oldum. Demek ki bunlar bir

yerde yaşıyor. Biyografi türünde kitapların genelde bir şahsı ele alıp onu tanıttığı sanılır. Evet, tanıtıyorsunuz doğru, ama o şahısla beraber birçok şeyi de anlatıyorsunuz. Onun yakınlarını anlatıyorsunuz. Onun çevresini, davranışlarını anlatıyorsunuz. Türkiye'de o şahsın yaşadığı devri anlatıyorsunuz. Bizim ülkemizde buna şiddetle ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Benim kitaplarımdan edindiğim bilgiler beni zaman zaman çok heyecanlandırıyor.

“PARADAN ÇOK DAHA ÖNEML EYLER KAZANDIM” Sizin ailenizin nasıl bir öyküsü ve özelliği var bu açıdan? “Bir Ankara Ailesinin Öyküsü”ne dönersek, ben orada seymenleri anlattım, seymenler bir Oğuz geleneğidir. İslamiyet öncesinden gelen, Orta Anadolu'da yaşamış bir gelenek ve tesadüf, benim dedem de bunların başı, yani seymenbaşı olmuş. Çok enteresan bir örgüt bu. Bu örgütte memuriyet gibi bir şey yok, bu örgütte küçük hesap


KAPAK yok. Oraya katılmak adeta bir onur vesilesi sayılıyor. Bu kitap çıktıktan sonra ben bazı üniversite hocalarından, “Biz seymenliğin böyle olduğunu bilmezdik” gibi mektuplar aldım. Şimdi biyografi yazmanın bir özelliği de şu; kitaplarınız “longseller” oluyor, yani uzun süre satılıyor, gündemde kalıyor. Tabii ilk çıktığında daha hızlı bir satış oluyor ama bu kitaplar her daim satılıyor. Bunlar kaynak kitaplardır, her zaman kullanılabilir. Kitaplarınızın satışı da gayet iyi bildiğimiz kadarıyla... Kitaplardan ne kadar para kazandığımı soranlar oluyor. Kitap yazıp büyük paralar kazanmak istisnai bir olay. Ama yazar, okuyucunun aklına ve gönlüne hitap eden bir şeyler verebiliyorsa, paradan çok daha önemli şeyler kazanır. Ben kazandım... Ben dost kazandım belirli bir yaştan sonra. Hatırımı soran, ihtiyacımı soran, oğlum, torunum yaşlarında dostlar kazandım. Görgü tanıklığı tarih biliminin bir unsurudur. Temel kaynak kabul edilir. Fakat bu kaynaklara ulaşmak kolay olmasa gerek. Sakallı Celal ya da Tevfik Fikret hakkındaki çalışmalarınıza baktığımızda bu kişiler hakkında pek bilinmeyen ilginç noktalara rastlıyoruz. Bu kitaplar aynı zamanda bir araştırmacılık örneği. Nasıl bir süreç izliyor bu kitapların oluşumu? Benim bir kitabı yazmam dört beş ayı buluyor. Daktiloyla yazıyorum, düzeltmelerini kendim yapıyorum ama araştırma süreci bir yılı aşıyor. “Sakallı Celal”de daha da uzun sürdü bu. Bu kitabın oluşum sürecinden bahsedeyim. Sakallı Celal'le 1948 yılında bir kere konuşma fırsatım oldu. Ondan önce görürdüm sık sık ama tanışmazdık. 1940 1950'li yıllarda dağınık saçı ve sakalıyla, yırtık elbiseleriyle İstiklal Caddesi'nde herkes tanırdı onu. Fransızca gazeteler alıp İstiklal'de okuyarak yürürdü önünü görmeden. Herkes onun geldiğini anlar yol verirdi. Çok ilginç bir insandı. İstanbul'un simge isimlerindendi. Herkesin tanıdığı bir insandı ve beni de çok etkilerdi. Ve bir gün onun Galatasaray Lisesi mezunu olduğunu öğrendim. Galatasaray'ın Pilav Günü'nde gördüm onu. Lisenin mezunları orada bir araya gelirlerdi. Sakallı Celal de katılırdı. Ama o kadar şık insanların arasına bütün rahatlığıyla gelirdi. Buna karşın herkes Celal'e saygı gösterirdi. Pilav günleri çelenk yaptırılır ve Taksim Meydanı'na bırakılırdı. O kalabalığın en önünde Sakallı Celal olurdu. Ben de hep merak ederdim kim bu adam diye. Yıllar geçti, 1992'de ne yazacağımı düşünürken aklıma Sakallı Celal geldi. Çok heyecanlandım. Sakallı Celal'i tanıyan arkadaşlarıma haber verdim, fikirlerini ve bilgilerini almaya çalıştım. İlk olarak İlhan Selçuk'u aradım. “Çok iyi düşünmüşsün” dedi. “Peki ne biliyorsun hakkında” dedim. “Sakallı Celal 'Türkiye Doğuya giden bir gemidir. Geminin içinde aydınlar Batıya koştukça batılılaştıklarını sanırlar' demiş”, dedi. Bakın, neredeyse bugünün tarifi. İlhan'a bunun dışında bildiklerini sordum. Celal'in “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” sözünü hatırlattı bana. Bu sözlerin dışında bir tek bildiğimiz Galatasaray Lisesi'nde okumuş olduğu. Başka hiçbir şey bilinmiyor. Hatta kitap çıktıktan sonra, “Biz onun Nasrettin Hoca gibi efsane olduğunu sanıyorduk” diye mesajlar aldım. Peki nasıl ulaştık koca bir kitabı oluşturacak kadar bilgiye? Tabii ki yoğun bir araş-

Aydınlık KİTAP

tırmayla. Tıpkı bir arkeolog gibi çalışDemek ki ülkedeki sorunların demoktım. Araştırmaya başlayınca karşıma rasiden uzaklaşmadan çözülebileceği çok ilginç şeyler çıktı. Yeğenlerini bulalgısı varmış. Evet, 27 Mayıs oldu. Ama dum, üniversitede hocalarmış. 27 Mayıs'ı diğerlerinden ayrı Babasını buldum. Abdülhatutmak gerekir. 27 Mayıs mit'in Bahriye Nazırı'ydı. bir yandan Türkiye'ye Annesi çok ilginç bir çok önemli yenilikler Kitaplardan ne kadındı. Abdülhagetirmiştir. İki meckadar para kazand mit'in davetlerine p lisli parlemento düKita or. oluy r anla sor m başı açık giden bir zeni getirmiştir. ankaz alar par ük büy p yaz kadındı. Sakallı CeÜniversitelerde bir a Am . olay bir nai istis mak lal'in yayınlanmış takım hareketler yazar, okuyucunun akl na ve hiç fotoğrafı yoktu. yapılmıştır. 212 sagönlüne hitap eden bir eyler Araştırmalar sonuyılı Basın Kanunu verebiliyorsa, paradan çok cunda Galatasaray getirilmiştir ve gaLisesi'nden 100'den daha önemli eyler kazan r. zetecinin önemi yefazla fotoğrafı çıktı. Ben kazand m... Ben dost rini bulmuştur. 1962 Önemli olan bunları kazand m belirli bir Anayasası gibi gerçekaraştırıp gün yüzüne çıten güzel bir anayasa yaya tan sonra karmaktı. Neler neler öğpılmıştır. Tabii sonra 27 rendik sonra hakkında... Mayıs'ı yapanlar aralarında anÇapkınlıklarına kadar ortaya çıktı. Salaşmazlığa düşmüşlerdir. Ben birey olabahattin Ali ile mektuplaştığı ortaya rak, demokrasinin bütün eksiklerine ve çıktı. Bugün “Sakallı Celal'i sizin sayenoksanlarına rağmen dünyanın en iyi nizde tanıdık” diyen insanlar var. rejimi olduğuna inanıyorum ve TürkiBenim için bundan daha büyük ödül ye'nin bugün yaşadıklarını da demokraolamaz. Bu kitapla beraber ben Sakallı siyle çözmesi gerektiğini düşünüyorum. Celal'i tanıtmış oldum, Sakallı Celal de Gerçekten Türkiye'de yeni bir askeri beni. hareket olmasını istemiyorum. Tabii ordunun da böyle bir şey yapacak hali 27 MAYIS'IN FARKI kaldı mı kalmadı mı ayrı bir konu. Kitaplarınızın kaynak niteliğinde Darbe olmasın, ama demokrasi adı aloluşundan bahsettik. Bu sayede dönem tında faşizm uygulayan zihniyet de oldönem güncellik kazanan eserleriniz masın. Bunu ancak halk önleyebilir. var. Bugün Türkiye'de yaşananlar, siPeki halk bunu önleyebilecek bir düyasi ortam, gazetecilik mesleğinin gelzeyde mi şu anda... Bence ne yazık ki diği nokta özellikle “Görgü Tanığı” değil. Bu halkın iyi yetişmemesi için, bu adlı kitabınızı akla getiriyor. Bugün halkın aydınlanmayı ve uygarlığı algılaaçısından nasıl bir anlamı var bu kimaması için, bundan yararlanmaması tapta anlattıklarınızın? için 1940'lardan beri elden gelen her şey yapılmıştır. Mustafa Kemal’in Ben 27 Mayıs dönemini yaşayan ve 1926'larda başlattığı Köy Enstitüleri yakından bilen bir insanım. 27 Mayıs projesi ne yazık ki ortadan kaldırılmışöncesi “Vatan” gazetesi köşe yazarıytır. Halkevleri kapatılmıştır. Halkocakdım. Tabii ülkede gerginlik vardı. Ama ları kapatılmıştır. Maarif klasiklerinin bir sabah Alparslan Türkeş'in sesiyle basımına son verilmiştir. Yani 1923uyanıp Türkiye'de askeri bir döneme geçilebileceğini düşünemedik. 27 Mayıs 1938 yılları arasında yapılan devrimler belki biraz da İkinci Dünya Savaşı yüöncesi bir gün gazetede arkadaşlarla zünden devam ettirilememiş ve ülkeyi “ne olacak bu memleketin hali” diye 1950 yılında yeniden Cumhuriyete konuştuklarımızı hatırlıyorum. Neden böyle bir askeri darbe ihtimali aklımıza inanmayanlar, Cumhuriyete, Cumhuriyetin ilkeleri doğrultusunda hizmet etgelmedi diye düşünüyorum şimdi.

1 HAZ RAN 2012 CUMA

13

meyi içlerine sindirimeyenler yönetmeye başlamıştır. Demokrat Parti iktidarını kastediyorum. Adnan Menderes'i Aydın Belediye Başkanlığı zamanında görüp de “bu çocuk mebus olsun” diyen Mustafa Kemal değil miydi... Celal Bayar, Atatürk'ün son başbakanı değil miydi... Çok üzülüyorum... Cumhuriyet Halk Partisi'nde yetişen ve Atatürk'ün açtığı yoldan yürüyen ve bunun nimetlerinden de yararlananlar, Atatürk'e ve Türkiye Cumhuriyeti'ne ihanet etmişlerdir. 1950-1960 sürecinde yaşananları çok iyi biliyorum. Adnan Menderes demokratik bir sistemin ona sağladığı olanaklarla iktidara gelmiş ve o sistemin bir parçası olan iktidardan gitme yolunu da kendi elleriyle kapatmaya çalışmıştır. Ben bunu gözlerimle gördüm. 1959 senesinde Amerika'da Adnan Menderes'le özel bir uçakla bir hafta boyunca seyahat ettim ve bire bir konuştum onunla. Bir keresinde genç bir gazeteci olarak ona şunu söyleme fırsatım oldu: “Beyefendi, siz çok tehlikeli bir yolda ilerliyorsunuz. Bunun sonunda çok kötü şeyler olacak ve en çok siz ıstırap çekeceksiniz”. Bunun tanıkları da vardır. Haldun Simavi vardı orada. Benimle birlikte Anadolu Ajansı muhabiri Faruk Fenik ve Basın Yayın Genel Müdürü Aytemur Kılıç da oradaydı. Bu dediklerimi duydular. Menderes bana çok kızdı. “Sen memleketi tanımıyorsun” dedi. “Ben çişini tutamayan İsmet Paşa'ya bu memleketi bırakamam” dedi. Bu çok ayıp bir şeydi. Adnan Menderes, gelip de gitmemek rüyaları kuruyordu. 27 Mayıs'ı esas yaratan bu olaydır. Benim yaptığım Adnan Menderes'e “Kral çıplak!” demekten ibaretti. Menderes çok kızdı bana ama daha sonra gelip yanağımı okşadı. “Yemek nasıl, güzel mi?” diye sordu. Birisinin ona gidip yanlış yapıyorsunuz demesi onu etkilemişti ve benimle yola devam etmek istedi. Bu olaydan sonra bana danışmanlık teklif etti. Bugünkü aklım olsa kabul ederdim ama o zaman etmedim. Menderes'le çalışmam, benim Atatürkçü düşüncelerimden,


14

1 HAZ RAN 2012 CUMA

Atatürk ilke ve devrimlerinden kopmamı gerektirmez ki. Zaten o zamanlar bugün yaşadığımız yalakalıklar falan yoktu. Evet, basın üzerinde bir takım baskılar vardı. “Vatan” gazetesinde bunları yaşadık. İmtiyaz sahibimiz, genel yayın yönetmenimiz ve yazı işleri müdürümüz hapisteydi. Bunları da yaşadık. Fakat şunu söylemek istiyorum. Bugünün siyasetçileri Menderes'le yan yana afişler tasarlamasınlar. Menderes onlardan çok farklı bir insandı. Onlardan çok daha kaliteli bir insandı. Ama Menderes'ten alınacak dersler var. Türkiye ilginç bir ülkedir. Atatürk ilke ve devrimlerinden kopma çizgisinde önceden neler olabileceğini kestiremezdi.

Aydınlık KİTAP

KAPAK

Orhan Karaveli, P nar Akkoç’un sorular n yan tlarken

“ LHAN SELÇUK'UN K TABINI YAZIYORUM” 27 Mayıs'tan bahsettik. İlhan Selçuk bu dönemi izleyen aydınlarımızdan. İlhan Selçuk'la ilgili yeni bir çalışmanız var sanırım... 1925 doğumlu, 1950'de hukuk fakültesi mezunu, kısa bir süre avukatlık yapıp daha sonra da Babıali'de... Turhan Selçuk'la beraber “Dolmuş”, “Kırkbirbuçuk” gibi mizah gazetelerinde yazmış. Bir süre devam ettikten sonra bunlar kapandı. Kısa bir matbaacılık macerası var. 1962'de ve 1963'te “Vatan” gazetesinde günlük yazmaya başlamış ve Nadir Nadi'nin dikkatini çekip “Cumhuriyet”e davet edilmiş. Ve neredeyse 50 yıl boyunca “Cumhuriyet”te yazmıştır. İlhan Selçuk'un ilginç bir tarafı vardır, aidiyeti sevmez. Yani bir tarafa bağlı olmayı sevmez. Soruyorlar “İlhan Selçuk neden Hacı Bektaş’a gömüldü? Yoksa Alevi mi?” Hayır, Alevi değildi İlhan Selçuk. Hacı Bektaş Veli'ye fikirleri dolayısıyla, düşünceleri dolayısıyla kendisini yakın hissetmiş ve ağabeyi Turhan Selçuk'la beraber üçer ay arayla Hacı Bektaş Veli'ye gömülmüştür. Ama bir gerçek var, İlhan Selçuk Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk'ü benimseyen ve kendi Marksist düşünceleriyle bunları bağdaştıran büyük bir Türk düşünce insanıydı. Bir sabır insanıydı, bir beyefendilik anıtıydı. Eğer Nadir Nadi’den sonra “Cumhuriyet” gazetesinde İlhan Selçuk gibi birisi olmasaydı, bugün bir “Cumhuriyet” gazetesi olmazdı, ki “Cumhuriyet” gazetesi, adı Mustafa Kemal tarafından konulmuş, hatta Cumhuriyetle yaşıt, Cumhuriyetin bir kalesidir, bir kurumudur. Bugün hâlâ varsa İlhan Selçuk’un ve onun liderliğine inanmış çevresindeki seçkin aydınların ona olan bağlılıklarına borçluyuz. Ben şimdi İlhan Selçuk'u yazıyo-

rum. Ama ben “insan” İlhan Selçuk'u yazıyorum. Çocukluğundan itibaren ele alıyorum. Annesini, babasını, kardeşlerini yazıyorum. Kitabın ismini de ilk kez Aydınlık okurlarıyla paylaşmış olalım; “Atatürk’ün Aslan Oğlu İlhan Selçuk”. Biraz da gazetecilik mesleğinden bahsedelim. Bugün mesleği nasıl görüyorsunuz? Çalışma tarzı çok değişti, araçlar değişti, gelişti. Gerçek anlamda “gazetecilik” ne kadar icra ediliyor bugün? 60 yılını doldurmuş, çok küçük yaşlarda dergilerde yazıları, karikatürleri çıkmış biriyim. Gazeteciliğe gönül vermiş bir insanım. Önemli gazeteleri yurtdışında temsil ettim. Çeşitli gazetelerde yazılar yazdım. Yaşadığımız zor koşullardan dolayı, hiçbir zaman gazeteciliğe ara vermesem de ikinci plana aldığım dönemlerim oldu. Ama hiç bir zaman gazetecilikten kopmadım. Bugünün gazeteciliğine gelince, çok ciddi tereddütler içindeyim. Elbette gazetecilikte makineler değişti, matbaalar büyüdü. Bastıkları kâğıt daha iyi, sayfalar çoğaldı. Ama acaba gazetecilik nereye gitti? Ben bu konuda ciddi şüpheler taşıyorum. Çünkü bir gazetenin, gazetecilik kavramının ileriye gitmesi için gazeteciliğin özgürce yapılan bir iş olması lazım. Elbette gazetelerin yazıişleri vardır, genel yayın yönetmenleri vardır. Bu çizgiler çizilirken gazeteciliğin özgürlüğüne ve özerkliğine dokunulmaması gerekir. Benim yaşam sürecimde gazetecilik gerçekten çok büyük aşamalardan geçti. Şu anda benim gözümde olumsuzluklar daha ön

plana çıkmış durumda. Her şeyden önce gazetecilik Türkiye'de ve dünyada, gazetecilerin yaptığı bir meslekken, gazetecilikle hiç ilgisi olmayan insanların yaptığı bir meslek haline geldi. Tabii istisnalar da var. “Aydınlık”ı sayabiliriz, “Sözcü”yü sayabiliriz, “Cumhuriyet”i sayabiliriz. “Cumhuriyet”in ve “Aydınlık”ın sahibi okurlarıdır. Ama diğer gazeteler işin ticaretini yapmaktalar. Diğer gazetelerin sahipleri diğer mesleklere de kaymış durumda. Düşünün, bir gazete sahibi hem gazete çıkartıp hem de hükümetle yakın ilişkilerde bulunması gereken başka bir mesleği icra ediyor. Böyle olunca elbette o hükümetin etkisinden kurtulamaz. Demokraside iyi bir noktaya gelememiş, basın özgürlüğünde sırası yerlerde olan bir ülkede eğer bazı insanlar ticaret ve sanayi hayatına girip bir yandan da gazete çıkarıyorlarsa o ülkede basın özgürlüğünden bahsedilemez. Ben eğer bugün yirmi yaşında olsaydım gazeteci olmayı düşünmezdim. Çünkü gazete patronu bir gün karar veriyor, giriş noktasına haber veriyor, bunlar artık benim mensubum değil diyor ve onlar binaya alınmıyorlar. Birçok insan gazetelerde stajyer adı altında hiç parasız çalıştırılıyor. Bugün varlar yarın yoklar. Patronun keyfine bağlıdır bugün basın, ne yazık ki. Yukardan gelen emirlerle hareket ediliyorsa siz buna gazetecilik diyebilir misiniz?

“GÖREV, NSANI AYAKTA TUTAR” Gazetecilik ve yazarlık ilişkisi konusunda neler söyleyebilirsiniz? Gazetecilik gibi kitap yazmak da çok

Nazım Hikmet’in mezarı neden Türkiye'ye getirilmiyor? “Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni” diyor, bu kadar insani bir isteği nasıl duymazlar. Nazım bize o zaman hep yanlış anlatıldı. Ben Vatan gazetesi yazarıydım ama Nazım gibi gerçek bir vatanseveri yeterince bilmiyordum. Bize onu hep komünist, vatan haini Nâzım Hikmet olarak tanıttılar. 1960 yılında Moskova'da tanışma fırsatı buldum. Giderken aklımda Nazım'a dair sorular vardı. İtiraf edeyim, “acaba nasıl biri” diye çok düşündüm. Moskova'da 15 gün geçirdik. Ben Nâzım'da büyük şair olmasının yanında, müt-

hiş bir insan gördüm. Her insanın saygı duyacağı, pırıl pırıl bir insandı. Nazım'ın vasiyetidir. Memleketinden uzakta gömülmek istemez. Türkiye Nâzım'ı bu kadar çok severken nasıl mezarı burada olmaz? Onun vasiyetine bizzat tanık olmuş, kendi ağzından “buralarda ölmek istemiyorum” dediğini duymuş biri olarak mezarının ülkesine getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Nâzım Hikmet'in ölüm yıl dönümlerinde ve doğum yıl dönümlerinde Türk halkı çiçekleriyle, çelenkleriyle onu mezarı başında anabilmelidir.

Naz m ve Orhan Karaveli

ciddi bir iştir. Hatta aralarında ciddiyet kıyaslaması yapmak pek doğru değildir. Her meslekte ciddiyet esastır. Eğer yolları süpürüyorsanız yolları iyi süpürmeniz gerekir. Ben gazeteciliği iyi şekilde yapmaya çalıştım. Bizim zamanımızda hiç bir zaman para ön unsur olmadı, az oldu, çok oldu, hiç maaş alamadık falan, ama gazetecilik heyacanı içimden hiç eksik olmadı. Sonra kitap yazmaya başladım. Kitap yazmak bir hobi değildir. Kitap yazan insan, yazdığı kitapta kullandığı her sözcüğün bir gün hesabını verebileceğini düşünmelidir. Bu hesap kendi vicdanında olur insanın. O kitabı yazanlar ölür ama kitaplar kalır. Kitaptan kaçış yoktur, kitabı yazan dünyadan kaçarsa çocuklarını bulurlar, torunlarını bulurlar, “bak senin deden bunu yazmış” derler. Ben bunun bilinciyle hareket ettim ve bunun gereğini yapmaya çalışıyorum. Gerçekten bir arkeolog gibi çalışıyorum ve bunu bütün kitap yazanlara tavsiye ediyorum. Derinine varmaya çalışsınlar. Her sözcüğün her harfin hakkını vermeye çalışsınlar. Ben öyle yapıyorum demiyorum, öyle yapmaya çalışıyorum. Ben şimdi İlhan Selçuk’u yazıyorum. Binlerce basılacak bu, dile kolay. Binlerce yere giriyorsunuz. Birkaç tanesi yanar, çöpe gider ama binlercesi kalır. Elden ele bir yerlerde onlar vardır. Dolayısıyla bu bilinçle hareket ediyorum. Sabah kalkıp belirli bir saate kadar çalışıp sonra biraz dinlenip tekrar çalışıyorum. Bu çalışma esnasında fazla gazete de okuyamıyorum. Hatta fazla kitap da okuyamıyorum. Çünkü yazarken başka kitaplar okursam başkalarının üslubundan etkilenirim diye korkuyorum. Benim kendi üslubum olmalı. Benim üslubum çok iyidir anlamında söylemiyorum bunu. Benim üslubum neyse o. Ama siz fazla okursanız sizin üslubunuza istemeden tesir eder diye düşünüyorum ve bunu çok ciddiye alıyorum. Ciddiye alınmadan yazılan bir kitap hatta bir satır yazı onu yazan insanı devamlı olarak ipotek altında tutabilir. O iştir, o işi kâh severek yaparsınız kâh sevmeyerek yaparsınız. Kâh para kazanmak için yaparsınız. Bazen görev diye yaparsınız. İşte o bilinç, görev bilinci, misyon sahibi olma duygusu çok önemli. İşte İlhan Selçuk da bir misyon adamıdır. Aynı Mustafa Kemal gibi, aynı Tevfik Fikret gibi. Aynı Doğu Perinçek gibi, oğlu gibi. O misyon duygusu olmadan yaşayamazlar. Onları ayakta tutan bir misyonları olmasıdır. Ben de kendi kendime kitap yazmayı bir misyon olarak aldım.


Aydınlık KİTAP

SEYY T NEZ R

1 HAZ RAN 2012 CUMA

15

Nâzım’ın şiirinde 27 Mayıs Devrimi’nin ayak sesleri Ba bakan, 27 May s’ n y ldönümünde yurtseverleri bugün “27 May s özlemi ve hasreti içinde olmak”la suçlay nca, bu hasretin kayna ndaki közleri, tam da ölüm y ldönümünde Nâz m’ n iirinde göstermek gere i do du. Kötü bir ey de yapmad hani! E e in akl na karpuz kabu unu dü ürmek, iktidarlar n halka kar yapt klar en hay rl i tir her zaman...

68 Kuşağı devrimcilerinin ilk gençlik yıllarında en çok etkilendikleri şiirlerin başında Nâzım Hikmet’in “Şehitler” şiiri ile “Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü” ve “Hürriyet Kavgası” şiiri gelirdi. 27 Mayıs Devrimi’nin dalgaları dinmek bilmeksizin kurumları ve bireyleri sandal misali salladıkça, yanaşacak güvenli bir iskele bulma ihtiyacı da büsbütün pekişiyordu. Anayasa, kalkınma, emek, toprak reformu, tarih, gelecek, sanat, sosyalizm üstüne acemilik ve coşku dolu tartışmalar ortasında Nâzım Hikmet, ufku bütün enginliğiyle gören, cehalet ve korkuya karşı ümit burnuyla kapalı, geride halka doğru genişleyerek açılan, haritada göründüğünden çok daha girintili çıkıntılı, işlek bir koy olarak bizi büyülüyor, herkes onun yarattığı büyük dilin içinde kendi sözcükleriyle yer alıyordu. Nâzım’ın 1953’te ABD emperyalizmini açıkça hedef alan “23 Sentlik Askere Dair” şiiriyle başlattığı toplumsal eleştiri ve yergi, 1955’te, “Gerileyen Türkiye Yahut Adnan Menderes’e Öğütler” şiiriyle doğrudan DP’ye yönelir. Nâzım’a bu ikinci şiiri yazdıran olay; New York Times’ta yer alan bir başyazıda (29.12.1954), Adnan Menderes’in pek çok gazeteciyle birlikte, ABD ve demokrasi yandaşı olduğundan hiç kimsenin kuşku duymadığı Hüseyin Cahit Yalçın’ı da hapse attırmasıdır. Yazıda şöyle cümleler de yer almıştır: “Basın hürriyetini yok ediyor... Basında kendisini tenkit edenleri hapse atıyor... Siyasi muhalefeti eziyor... Menderes işçilere grev hakkını tanıyacağını vaat etmişti... Halbuki en kısa grevler için işçileri takip ediyor...” (Nâzım Hikmet, Tüm Eserleri 7, “Eserlerine Girmeyen Şiirleri”, haz.: Asım Bezirci, Cem Y., 1979) Nâzım, gazetedeki yazının meramını şiirde şöyle belirtir: “A be Adnan Menderes, böyle bir dal kesilmez, / Böyle şaşkınlıkların sonu da iyi gelmez... / Şu muhalefetle de alıp veremediğin ne? / Niye öyle hışımla yürüyorsun üstüne? / Kore’ye asker gönderdin de ‘Hayır’ mı dedi? / ‘Kan aktı hesabı sorulmalıdır!’ mı dedi? / Orduyu emrimize verdin, ses çıkardı mı? / ‘Olmaz olsun!’ mu dedi Amerikan yardımı? / Feryat mı etti ‘İstiklâl elden gitti!’ diye? / Zavallı, sımsıkı sarılmış demokrasiye: / ‘Başvekil merasimsiz karşılanmalı!’ diyor, / Bir de bazen coşarak ‘Hayat pahalı!’ diyor. / Bu aksoylu muhalefeti ezilir görmek / Türk’ün Batılı dostlarını pek üzüyor pek. / Şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes, / Bindiğin dalı kesiyorsun Adnan Menderes.” Şiir bu minval üzere güncel siyasal eleştirisini sürdürür. Bu arada, gazetedeki yazının son cümlesini anımsamak yerindedir: “Bu durum, Türkiye’nin Batı’daki dostlarını kederlendirmektedir.” Şair, DP’nin gerçek yüzü aydınların ve halkın gözünde ortaya çıkmaya başlayınca, 1959’da, “Bu Vatana Nasıl Kıydılar”, “Kore’de Ölen Bir Yedek Subayımızın Menderes’e Söyledikleri”, “Gazete Fotoğrafları Üstüne” şiirlerinde (Son Şiirleri, Adam Y., 1987) gitgide sertleşen siyasal yergi söylemi, “Şehitler” şiirinde lirik ve tarih yüklü bir çağrıya yükselir: zete.com Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, seyyitnezir@aydinlikga mezardan çıkmanın vaktidir! Nâzım, adlarını andığımız şiirlerinde, 28 Nisan olaylarını hazırlayan gelişmeleri adım adım sergilemiştir. Olaylar üzerine mayıs 1960’ta

yazdığı “Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü” şiirinde, devrime giden süreç, tepe noktasında anlatılır. 27 Mayıs, her anlamda gayrimeşru konuma gerilemiş bir iktidarı alaşağı etme hareketi olarak, kitlelerin kurtuluş özlemiyle buluşan, dahası getirdiği toplumsal hukuk ve haklarla, siyasal atılımlarla gerçek bir devrimdir. 1961’de, Kurucu Meclis’in hazırladığı Anayasa, yeryüzünün en ileri anayasalarından biri olarak halkoyuyla yürürlüğe girer. Ne ki Anayasa’nın yürürlüğe girmesiyle uygulanma süreci farklı şeylerdir; uygulanması ve toplumsal gerçekliğe dönüşmesi için, başta gençlik olmak üzere, toplumun tüm ileri güçlerinin, 1960’lar boyunca sürecek kıyasıya bir demokratik savaşıma girmesi gerekmektedir. Nâzım, “Hürriyet Kavgası” şiiriyle bu süreci haber verir, dahası hazırlar (1962). O günlerde, halkı küçümseyen kimi aydın ve sanatçıların içine kapanık masa başı çalışmalarını, kuramsal ve sanatsal yaratıcılıktaki kitleden kopuk girişimlerini, “Aradıkların” şiirinde iğneler: “aradıkların odanda değil dışarıdadır / kamyonlar taşıyor aradıklarını /.../ aradıkların Devrim Alanı’nda kırmızı tuğla yapıdadır / aradıkların sokaklardakilerdedir / aradıkların sende” (1962). Görüldüğü gibi şair, yaşamın bireysel imbikten süzülüşünü vurgulamayı da ihmal etmez. Onun şiirdeki bu devrimci tutumunu, sanatta toplumsal alışkanlık ve geleneği önde tutan Ahmet Hamdi Tanpınar yıllar önce şöyle açıklayacaktır: “Garip değil midir, bütün iddialarında son derece sosyal olan Nâzım, sanatta çok fertçi olmak isteyen herhangi bir başka şiirin yanında bu yüzden daha fertçi kalır. ... Ben daima Nâzım’a hayran oldum.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 536, MEB Y., 1968) Küllenmiş olan bu tartışmayı, o yıllarda Kemal Sülker, Tanpınar’ın görüşünün “kolayca paylaşılacak bir değerlendirme” olmadığını belirterek geçiştirse de (Nâzım Hikmet’in Polemikleri, s. 97, Ant Y., 1968), devrimci tema ve içerikle bireysellik arasındaki diyalektik ilişki ve örtüşmeyi bugün yeniden ele almak daha yakıcı bir sorun. Nâzım, ölümünden bir yıl kadar önce, peş peşe yazdığı “Vatan Haini”, “Açlık Ordusu Yürüyor”, “Türkiye İşçi Sınıfına Selam” şiirleriyle, toplumsal yergi ve lirizm örtüşmesinin yanı sıra, bireysellik ve toplumsallık arasındaki çelişkin ama yaratıcı bütünselliğin de en başarılı örneklerini verdi: “vatan, mızraklı ilmühalse, vatan polis copuysa, / ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan / vatan Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, / vatan kurtulmamaksa kokmuş karanlığınızdan, / ben vatan hainiyim. / Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: / Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” Başbakan, 27 Mayıs’ın yıldönümünde yurtseverleri bugün “27 Mayıs özlemi ve hasreti içinde olmak”la suçlayınca, bu hasretin kaynağındaki közleri, tam da ölüm yıldönümünde Nâzım’ın şiirinde göstermek gereği doğdu. Kötü bir şey de yapmadı hani! Eşeğin aklına karpuz kabuğunu düşürmek, iktidarların halka karşı yaptıkları en hayırlı iştir her zaman...

Beyaz t Meydan ’ndaki Ölü Bir ölü yatıyor on dokuz yaşında bir delikanlı gündüzleri güneşte geceleri yıldızların altında İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda. Bir ölü yatıyor ders kitabı bir elinde bir elinde başlamadan biten rüyası bin dokuz yüz altmış yılı Nisan’ında İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda. Bir ölü yatıyor vurdular kurşun yarası kızıl karanfil gibi açmış alnında İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda. Bir ölü yatacak toprağa şıp şıp damlayacak kanı silahlı milletim hürriyet türküleriyle gelip zaptedene kadar büyük meydanı.

Hürriyet Kavgas Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler, dalga dalga aydınlık oldular, yürüdüler karanlığın üstüne. Meydanları zaptettiler yine Beyazıt’ta şehit düşen silkinip kalktı kabrinden, ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını yıktı Şahmeran’ın mağarasını. Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar. Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır. Safları sıklaştırın çocuklar, bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.


16

1 HAZ RAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

ARA KABLO

Bir intihar sald r s , rastlant lar ve Taksim’de 16 ki i

“10:30”da Türkiye panoraması SEZA ÖZDEMİR İki yıl önce İstanbullular, bir pazar gününe bir intihar saldırısıyla uyandı. Taksim Meydanı’nda saat 10.30 civarında bir canlı bomba, 32 kişinin yaralanmasına neden olmuştu. İşte o patlama bir kitaba konu oldu. Pupa Yayınları’ndan çıkan “10:30” adlı kitabın yazarın Hasan Cüneyt Bozkurt, Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülü ile adım attığı edebiyat dünyasında ilk kitabını okurlarla buluşturdu. Yayıncısı “roman” demeyi seçse de, “10:30” aslında iç içe geçmiş kurgusuyla bir öykü kitabının bütünlüğüne sahip. Bozkurt da, genç bir öykü yazarı aslında. Bugüne kadar (15 yıldır yazıyormuş) hep öykü yazmış. Farklı metin türlerini kullandığı kitapta da göreceksiniz ki, diğer anlatım biçimlerine de o kadar uzak değil. 16 karakter üzerinden Türkiye’nin geçmişine, bugününe, acılarına, özlemlerine, hayal ve beklentilerine uzandığı kitabında şiire, mektuba ve hatta haber metnine kadar pek çok anlatım biçimini kurgu içine yedirmiş. Hatta sinemaya özgü görsel anlatım dili, senaryoya elverişli bir portreler bütünü çıkarıyor karşınıza. Bozkurt, Türkiye’nin bugünkü insan manzaralarından bir demet sunduğu kitabın kurgusunu da bu olay üzerine temellendirmiş. Genç yazar, Aydınlık Kitap’la söyleşisine “Terör, insan ayrımı yapmıyor” diyerek başladı. Gerisini kendisinden dinleyelim. Türkiye’den insan portrelerini bir meydanda buluşturdunuz. Neden Taksim’deki o patlamayı seçtiniz? Her karakter, aslında memleketimden insan manzaraları gibi bir konuma denk geliyor. Hepsinin Türkiye’nin sosyolojik bir parçası olduğunu düşündüm. Dolayısıyla tek bir kurgunun içinde toplamak istedim. Bomba olayı, intihar eylemcisinin yaptığı eylem; hepsini biraraya getirmemde aracı oldu. Terör de, sonuçta bu ülkenin ciddi bir sorunu, ciddi bir gerçeği. Çizdiğim karakterlerden de bağımsız bir konu değil. Yani hepsini içine alabilecek bir özelliğe sahip. Kurgu anlamında da başka bir şey var. Bütün hikayeler 10:30’da başlıyor ve 10:30’da bitiyor. Hepsinin öyküsünün 10:30’da buluşmasının nedeni ne? Neden bir terör olayı? O, hepsini buluşturan bir rastlantı aslında. Birbirinden habersiz, aynı sorun etrafında buluşmuş 16 kişi. Birbirine eklemlenen bir buluşma bu. Terör, insan ayrımı yapmıyor. Hepsi bu terör olayıyla doğrudan bağlantılı değil ama o öykülerde anlatılan toplumsal olayların bir parçası da terör. Özellikle vurgulamak gibi bir amacım yoktu ama bu da, bu ülkenin sorunlarından biri. Genç yazar ve yönetmenler, güncel sorunlara daha çok eğiliyor son zamanlarda. Sizin için belirleyici bir şey miydi güncel bir sorunu işlemek? Genel bir şey söyleyemem ama ben dert ettiğim şeyi yazıyorum. İlla ki toplumsal olaylara parmak basayım diye yazmıyorum, eğer o sorun gerçekten benim sorunumsa, hayal ettiğim karakterin gerçekten sorunuysa onun hikayesinin içine sızıyor. Kendime dert

ettiğim şeyi yazıyorum, işin açıkçası bu. ken kullanıyorum. Böyle olunca da mutlaka içerisinde Peki ileride senaryo yazmayı da ister toplumsal sorunları da barındırıyor. misiniz? Çünkü toplumdan bağımsız çalışamıyoÖnceden bilebileceğim bir iş değil. ruz, yaşamıyoruz da. Bir konu olur, “Bu sinema dıKitabın arka kapağında şında başka bir biçimde an“yaşanmış olaylardan latılamaz” dersiniz ve onu kurgulanmıştır” deniHer karakter, öyle anlatırsınız. Ben yor. Kendi yaşantınızasl nda memlekebir içeriğin her türde dan yaşanmışlıklar timden insan manzaraanlatılabileceğine mı bunlar? lar gibi bir konuma denk inanmıyorum. Her geliyor. Hepsinin TürkiYazdığınız bir şey kendine en ye’nin sosyolojik bir parças şeye hayatınızdan uygun dille anlatıloldu unu dü ündüm. Dolay mutlaka bir şeyler malı. O yüzden s yla tek bir kurgunun içinde sızıyor, bundan kabazen mektup, toplamak istedim. Bomba çınamazsınız. Ama bazen tutanak, olay , intihar eylemcisinin bir cinayeti anlatmak bazen günlük ya da yapt eylem; hepsini biiçin illa ki katil olmak şiir olur en uygun anraraya getirmemde gerekmiyor. Yüzde 90’ı latım. arac oldu benim hayatımdan değil Peki okurlardan nasıl ama acısını hissettiğim intepki alıyorsunuz? sanlar. Sanki ben yaşamışım Genelde roman kitabının hızlı gibi, acısını hissettiğim insanların öyve heyecanlı, aksiyon dolu olması bekküleri bunlar. leniyor. Bir insanın bir kitabı eline alıp, sonra satın alıp okuması zaman gerekS NEMA EDEB YATA tiren bir şey. Artık insanlar, o zamanı ÇOK EY KAZANDIRIYOR “iyi” değerlendirmek istiyor. Vurucu, Kitabın dikkat çeken yanlarından heyecanlı, etkileyici öyküler arıyorlar. biri de, görsel anlatımı. Sinemaya çok “10:30”u okuyanlar arasından kimileri elverişli. Sinemayla özel olarak ilgilesadece işlediğim olaylar zincirine bakıniyor musunuz, yoksa yazım sürecinde yor. Kimileri de o olay zinciri içinde, geliştirdiğiniz bir özellik mi? derinde olana bakıyor. Kitapla ilgili doğru bir tespit. Bana “TERL K SATAR G B gelince sinemayla ilgilenmemek mümkün değil. Kült filmler var. Bunlar herK TAP SATILIYOR” kesi etkileyen filmler. Sinemanın “10:30”, ilk kitabınız. Ama önceden görselliğinin edebiyata çok şey kazande öyküler yazıyordunuz. Bugün genç dırdığını düşünüyorum. Aslında sinema yazarların en büyük sorunlarından edebiyattan çok beslenmiştir, gelişmişbiri, bir dergi ya da benzer bir kanal tir. Ama bazı boyutlarıyla edebiyatı üzerinden okurla haşır neşir olamaaşmış durumda. Edebiyatla işbirliği ha- ması. Sizde nasıl oldu bu süreç? linde çok daha güzel noktalara gelebilir Doğru ama bende biraz daha farklı diye düşünüyorum. Kitabı okuyanlar oldu. 15 yıldır yazıyorum. Çekirge Yazı daha çok senaryoya yakın buluyorlar bu Atölyesi diye bir topluluğumuz vardı. O yüzden. Ben ikisini de kendi bakış toplulukla birlikte internet dergiciliği açımdan yakın bulduğum için ikisini de yaptık. Öykülerim orada yayımlandı. birarada yürütmeyi doğru buluyorum. Yayım süreci de çok çetrefilli geçti. YaBu yüzden sinema tekniklerini yazar-

Hasan Cüneyt Bozkurt, Ayd nl k Kitap’tan Seza Özdemir’le...

yıncılar biliyorsunuz temelde tüccar. Yani bir kitabın çok satıp satmayacağına göre karar veriyor. Bugün artık terlik satar gibi kitap satılıyor. Güzel afiş, güzel tanıtım, güzel reklam, kitabın satılması için yeterli bir özellik haline geldi. Peki dergiler sizin gibi genç yazarlar için aynı işlevini sürdürebiliyor mu? Dergicilik, genç yazarların okurla buluşması sürecinde çok önemli. Bir dosyanın kitap olarak basılabilmesi için epey bir denemeden geçmiş olması lazım. Yazdım oldu denecek bir şey değil. Ama her şey gibi edebiyat dergileri de mevcut düzenden bağımsız değil. Dergilere öykü, şiir ya da denemelerinizi gönderebilirsiniz. Kabul görürse yayınlanabilir. Bu anlamda internet dergiciliği de artık yeni bir alan açıyor genç yazarlara. Ama esas olanı yönlendiren yine tüketici. Çünkü “edebiyat tüketicisi” gibi bir şey var artık. Bu işlerle uğraşan kişiler, aynı zamanda yazan çizen kişiler oldu. Sadece okuyan bir kitle yok mu yani? Sadece okuyan okur da, popüler okur. Çok da büyük sözler söylemek istemiyorum ama gördüğüm bu. (10:30, Hasan Cüneyt Bozkurt, Pupa Yay., 120 s.)


Aydınlık KİTAP RE AT NUR GÜNTEK N VE ATIF YILMAZ'DAN “DE RMEN”

Deprem her şeyi sarsar! ener en ve Serap Aksoy'un unutulmaz oyunculuklar n n yan s ra ba ar l rejisi ve çevre düzenlemesiyle de dikkat çeken, çok geni bir yard mc oyuncu kadrosu bulunan “De irmen”, sa lam bir metne dayanman n sinemac lara ne büyük olanaklar sa lad n n en somut örneklerinden biridir TUNCA ARSLAN Reşat Nuri Güntekin'in 1944'te yazdığı ve Sabahattin Ali'nin aynı adlı öyküsüyle karıştırılmaması gereken “Değirmen” romanı, 1914'te küçük bir Anadolu kasabası olan Sarıpınar'da geçen, eğlenceli tarafından okkalı bir devlet-bürokrasi eleştirisidir. Roman, meşhur oturak alemlerinin vazgeçilmez ismi Bulgar kızı Nadya'nın, kasabada küçük çaplı bir sorun haline gelmiş olmasının anlatımıyla başlar. Özellikle kadınlar şikayetçidir genç kızdan. Kaymakam Halil Hilmi Bey, Nadya’yı kasabadan uzaklaştırmak, sürgüne göndermek ister. Fakat kaymakam ilk kez katıldığı bir bağ evi eğlencesinde Nadya’yı görünce, olaylar farklı bir seyir izler. Üstelik Nadya bir de oynamaya başlayınca eğlencenin düzenlendiği ev sarsılmaya başlar, konuklar deprem oluyor zannederek kaçışır. Kargaşada merdivenlerden yuvarlanan kaymakam, yaralar içinde gözünü açtığında ne olup bittiğini anlamakta güçlük çeker. Bu arada küçük kasabada deprem olduğu ve her şeyin yıkıntıya dönüştüğü kısa sürede tüm Osmanlı İmparatorluğu'na yayılır. İstanbul basını da olayı abarttıkça abartmaktadır. Kısa sürede Sarıpınar'a yardım yağmaya başlar. Osmanlı'yı savaşa sokmak isteyen devletler bile bu olayı farklı açılardan yorumlarlar. Kitabı özetleyen bir alıntı: “Belediyede bir komisyonun muhtaçlara para dağıtmakta olduğu duyulunca bir akındır başladı. Bunların bir çoğu Türkçeyi dahi bilmedikleri için yardımın hangi cins muhtaçları olduğunu arayıp soran pek azdı. Bir parça aklı erenler ise, 'Bizden âlâ muhtaç mı olur? Hangi babayiğit zelzele bizim hanümanlar kadar hanüman yıktı?' diyorlardı. Meselenin asıl baş döndürücü tarafı hangi cins muhtaçlara yardım edileceğini belediyedeki komisyonun da pek iyi kestirememesi idi. Zelzeleden üç saat evvel ölen kasabın anasına, kangrenden ölen Kosovalı ihtiyarlara pekâla cenaze parası verilmişti. Zelzelede korkudan çocuk düşürdüğünü iddia ederek on iki mecidiye tedavi parası alan bir kadının da korkudan değil Nevrekoplu bir ebenin kibrit başları ile yyaptığı bir ilaçtan çocuk düşürdüğünü bilmeyen yoktu.” Güntekin'in eseri 1967'de Turgut Özakman'ın iki perdelik güldürüsüyle sahneye aktarılmış, devlet-

birey ilişkisi, basının yozlaşmışlığı, aydınların yapmacık davranışları, bürokratların çıkarcılığı gibi vurgularıyla, Ankara Sanat Tiyatrosu'nun sahnelediği “Sarıpınar 1914” Türk tiyatro tarihine geçmiştir. Atıf Yılmaz'ın sinema uyarlaması içinse, 1986'ya kadar beklemek gerekmiştir. Barış Pirhasan'ın senaryosundan hareket eden Yılmaz, Güntekin'in romanı ve Özakman'ın oyunundan çok başarılı bir bileşim yaratarak, sinema tarihimizin kıymeti bilinmeyen başyapıtlarından birine imza atmıştır. Şener Şen ve Serap Aksoy'un unutulmaz oyunculuklarının yanı sıra başarılı rejisi ve çevre düzenlemesiyle de dikkat çeken, çok geniş bir yardımcı oyuncu kadrosu bulunan “Değirmen”, sağlam bir metne dayanmanın sinemacılara ne büyük olanaklar sağladığının en somut örneklerinden biridir. Filmin Uşak'ın Kula ilçesinde çekilmiş olduğunu da not düşelim.


Aydınlık KİTAP

18 1 HAZ RAN 2012 CUMA Tavan Arasındaki Buda

Derrida'nın Marx Hayaletleri

Julie Otsuka, Domingo Yay nevi, Çev. Duygu Ak n, 168 s.

Zhang Yibing, Kalkedon Yay nc l k, Çev. Aylin Muhaddiso lu, 320 s.

Japonya'dan San Francisco'ya giden gemiye bindiler hep birlikte, ellerinde kocalarının birbirinden yakışıklı fotoğraflarıyla. Gelindi onlar; yabancı topraklarda, dükkan, bağ bahçe sahibi kocalarıyla kuracakları refah yaşamının hayaline kapıldılar çünkü onlara bunun sözü verilmişti. Müstakbel kocalarının onlara yalan söylediğini, evlerinin hanımı olmayacaklarını öğrendiler; çok ama çok çalıştılar, tarlalarda iki büklüm mahsül topladılar, beyaz tenli uzun boylu kadınların yerlerini sildiler, çamaşırlarını yıkadılar, yemeklerini yaptılar, erkeklerine hizmet ettiler. Çocuk doğurdular; bir, iki, beş, on. O çocuklar büyüyüp de kimliklerini reddettiğinde üzülmemeye çalıştılar. Yeni topraklar sonunda memleketleri oldu. Ve savaş gelip çattı bir gün, yeni memleketlerinde "düşman" oldular.

Baudrillard'ın Üretimin Aynası, Marx'ın, burjuva ekonomi-politiğini aşamadığını, aksine onun sadece aynadaki yansımasını -bir başka biçimini- ortaya koyduğunu iddia eder. Baudrillard'a göre Marksizm'in hatası, sermayeyi, ihtiyaçları, değeri ve emeği yüceltmesidir. Böylece Baudrillard Marksist tarihsel materyalizmi ayakta tutan başlıca ilkelere -maddi üretim teorisine ve tarihsel fenomenolojinin mantığına- doğrudan ve tam bir vuruş yapmaktadır. Baudrillard, sadece görünüşte radikal olan bu devrimci imgelerin ardında "üretkenlik romantizmi" denilen vahşi bir ejderhanın gizli olduğunu kanıtlamaya girişir; bu ejderha bizzat Marx tarafından bilinçsiz bir biçimde serbest bırakılmıştır.

F*ck America

Baskerville'lerin Köpeği

Edgar Hilsenrath, Yap Kredi Yay nlar , çev. Feza i man, 220 s. Hilsenrath'ın otobiyografik unsurlar taşıyan bu romanı kendi kendisine, insani değerlere alabildiğine yabancılaşmış, maddiyatçı Amerikan toplumunun keskin bir hicvi aynı zamanda. Nathan Bronsky [...] tehlikede oldukları için büyük özgürlük ülkesi Amerika'nın kapısını çalan yüz binleri hatırladı, Amerika onları istememişti. O zamanlar. [...] Başkonsolosa "F*ck America" dedi. Çok yüksek sesle söylemişti. II. Dünya Savaşı sonrası, iş işten geçtikten sonra Avrupalı mültecilere kapılarını açan Amerika Birleşik Devletleri. Bu mültecilerin arasında bir yandan hayat mücadelesi verirken bir yandan da göçmen kahvelerinde sabahlayarak ilk romanını yazan Jakob Bronsky de var. Bronsky, geçici işlerde çalışıyor, Amerikan Rüyası'nın acımasızca dışladığı, hayatlarını kâbusa döndürdüğü insanların arasında yaşıyor: Fahişeler, zenciler, ayyaşlar, sokak insanları...

Arthur Conan Doyle, Can Yay nlar , çev. Can Ömer Kalayc , 208 s. "Çorak manzara, yalnızlık duygusu ve görevin gizemiyle aciliyeti, hepsi kalbimi titretiyordu." Sherlock Holmes'un sağ kolu Dr. Watson, Baskerville Malikânesi'nin gizemini çözmek için gittiği bataklık arazide, duygularını böyle dile getiriyordu. Bugüne kadar yazılmış en büyük suç romanlarından biri olan “Baskerville'lerin Köpeği”, yine Dr. Watson'un ağzından Sherlock Holmes'a yeni bir tanım kazandırdı: Dr. Watson ünlü dedektifi, suç mahallini incelerken kullandığı yöntem ve araştırma tekniklerine bakarak, "kokusunu aldığı şeyi buluncaya kadar yılmadan koşup duran, iyi eğitimli, safkan bir av köpeği"ne benzetti. Conan Doyle, “Baskerville'lerin Köpeği”nde akılla doğaüstü gücün, bilimsel gerçekle batılın, iyilikle kötülüğün zorlu bir savaşta karşı karşıya gelişini dile getirir.

YENİ ÇIKANLAR

Karanlık Gölgeler Evi

Aşk Cumhuriyeti

Robert Liparulo, Mart Kitabevi, çev. Taner Tanr över, 296 s.

Türk Popüler Müzi inde Kültürel Mahrem, Martin Stokes, Koç Üniversitesi Yay nlar , çev. Hira Do rul, 294 s.

Küçük bir kasabaya taşınan King ailesi, onları bekleyen tehlikelerden tamamen habersizdir. Uzun zaman önce terk edilmiş bir eve yerleşmeleri, ailenin meraklı oğlu Xander ile kardeşi David'i harekete geçirir. Bu gizemli mekânı keşfe çıkan iki kardeş, yanyana kapıların dizili olduğu gizli bir hole ulaştıklarında kendilerini tahmin etmedikleri bir maceranın içinde bulurlar. Kapıların ardındaki her oda, onları evden uzaklaştırarak bambaşka zamanlara götürmektedir. Fakat aynı şey, o dünyalara ait olanlar için de geçerlidir; bu kapılar sayesinde onlar da eve girebilmektedir. Gizemli ve bilinmeyen diyarlardan gelen bir saldırganın, Xander ile David'in annesini kaçırmasıyla ortalık iyice karışır.

Balkanlar, Ortadoğu ve özellikle Türkiye'deki popüler müzik ve kültür üzerine çalışmalarıyla tanınan Martin Stokes, son kitabı Aşk Cumhuriyeti'nde Zeki Müren, Orhan Gencebay, Sezen Aksu ve popüler müzik üzerinden Türkiye'nin 1950'lerden itibaren geçirdiği dönüşümü mercek altına alıyor. Bunu yaparken de kültür bilimlerinde görece yeni bir bakış açısını yansıtan, duygusallık ve kişiselliğin nasıl toplumsallaştırıldığına, iktidar ilişkileri ağına nasıl sokulduğuna odaklanan "kültürel mahrem" perspektifini temel alıyor. Türkiye'nin yakın tarihinde artık birer ikona dönüşmüş bu üç sanatçının müziklerinin Türkiye'de "aşk" kavramının gelişimine katkılarını inceliyor.

Dönüş Yolu

Raya’nın İtirafı

Erich Maria Remarque, Everest Yay nlar , çev. Burhan Arpad, 296 s.

Stella M. Trevez, Remzi Kitabevi, 271 s.

Savaşın dehşetini, beraberinde getirdiği yıkımı, insanoğlunu birbirine nasıl yabancılaştırdığını birinci ağızdan, çarpıcı bir şekilde dile getiren Remarque, savaşla ilgili bildiğimizi sandığımız gerçekleri sorgulamamızı sağlarken, edebiyatın ne kadar güçlü ve ölümsüz bir kaynak olabileceğini de bir kez daha kanıtlar. “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”un devamı niteliğinde olan “Dönüş Yolu”, I. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle evlerine dönen bir grup askerin topluma uyum sağlamakta yaşadıkları zorlukları anlatıyor. Başta aileleri olmak üzere tüm toplumdan kopmuş, ıssızlaşmış askerler gündelik hayatın akışına kapılmakta, askerdeki hiyerarşik ve sosyal düzenin artık geçerli olmadığını idrak etmekte güçlük çekmektedirler.

Uzun ve stresli bir gecenin sonunda, Deborah nihayet rahatlamıştı. O otele gitmemesini söyleyen iç sesi belki de hayatında ilk kez onu yanıltmıştı. Henüz farkında olmasa da, gerçek sandığı gibi değildi. Bütün gece otelde onu izleyen bir çift göz, pusuda bekleyen felaketin ta kendisiydi! Eşi, kızları ve torunuyla sakin ve huzurlu bir yaşam süren Deborah'ın peşindeki bu kişi kimdi ve amacı neydi? O geceden sonra onu nasıl bir gelecek bekliyordu? Bu romanında gizem dolu bir ilişkiler ağını sürükleyici dille kaleme alan Stella M. Trevez, kitap boyunca şaşırtmaya devam ediyor ve okuru, düğümleri kendisiyle birlikte çözmeye çağırıyor.


YENİ ÇIKANLAR

Kan Kırmızı

Ezgi Aksoy, Destek Yay nlar , 368 s. “Kan Kırmızı”, Ezgi Aksoy'un 20082010 yılları arasında yeni Harman Dergisinde yayınlanan Latin Amerika altkültürüyle ilgili araştırmalarından oluşan edebi bir araştırma kitabı. "Amerika, esrarengiz bir kıta. Keşfinden beri açıklığa kavuşamamış pek çok kadim sırrı var. Batı'nın asil uygarlığı, savaşlar, yağmalar, yangınlar, salgınlar atlattıktan sonra, bir karanlık çağdan çıkıp Rönesans'a girmek üzere iken keşfetti Amerika kıtasını. Yorgun düşmüş ve kendini tüketmekte olan geçkin bir delikanlıydı. Ancak gelinini bulmuş ve yeniden yaşama sevinciyle dolmuştu. Çok uzun yıllardan sonra ilk defa bu kadar güzelini görüyordu delikanlı ve ilk önce altına ve gümüşe, engin petrol yataklarına saldırdı. İlk heves dalgası yıkıcı olmuştu! Deyim yerindeyse, Amerika'nın kızlığı, Kolomb'dan sonra gelen yağmacılar tarafından bozulmuştu...”

Kurmaca Kişiler Kenti

Aydınlık KİTAP

Karnaval ve Yamyam

Jean Baudrillard, Bo aziçi Üniversitesi Yay nevi, Çev. O uz Adan r, 64 s. "... hiçlikle birlikte yaşamayı öğrenmek gerekmektedir... Sahip olduğu insanı her şeye karşı duyarsız kılma gücü sayesinde nihilist olan bir şey varsa o da sistemdir. Baudrillard'ın deyimiyle sistem ‘hakikaten inkârcıdır’, çünkü kendisi hiçliğin, her türlü illüzyonun inkâr edilmiş biçimidir. Meydan okuyan, dünyanın bir illüzyona benzediğini iddia edip, bir şeyler olması gerekirken neden hiçbir şey olmadığını soran ve 'hiç bitip tükenmeyecek bir anlam görünümüne sahip hiçliğin peşini bırakmayan' radikal düşünceden başka geriye bir şey kalmamıştır. Bu bir karşı metafizik düşünce değil, tamamıyla metafizik düşünce karşıtı olarak nitelendirilebilecek bir düşüncedir." -François L'Yvonnet-

Kur'an'ın Kökeni

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim

Özdemir'in, içinde dolaşırken nerdeyse bütün roman kahramanlarıyla özgürce bağlantılar kurduğu kurmaca kent, gerçekler üzerine temellenmiş düşlemsel bir kent. Ölümün, kapısından içeri girmediği bir kent. Gelecek zamanın olmadığı, geçmiş zamanın, şimdiki zaman içinde yaşandığı bir kent... Okur, Kurmaca Kişiler Kenti'nin sokaklarında dolaşırken her adımda unutamayacağı heyecanlı anlar yaşayacaktır. Anlatı dünyasından gelip kentte yerleşmiş nice kişilerle yüz yüze gelecektir. Bir şatonun önünden geçerken Don Kişot ya da Hamlet'le karşılaşacak, biraz yürüyünce karşısına Emma Bovary, Anna Karenina, Kaptan Ahab, Aslan Asker Şvayk çıkacaktır. Bir köşede oturmuş sohbet edenlerin yanına gidecek olsa orada Kuyucaklı Yusuf'u, Zebercet'i, Raskolnikov'u, İnce Memed'i, Mümtaz'ı, Selim Işık'ı, Will Loman'ı bulacaktır.

1999 Turan Dursun İnceleme ve Araştırma Ödülü'nü Muazzez İlmiye Çığ'la paylaşan Arif Tekin bu eseriyle yeni bir pencere açıyor. İnsanla birlikte varolan din olgusunu, en başından başlayarak değerlendiremezsek; dinin bugün vardığı noktayı kavrayamayız. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere doğru yürüyen evrimsel düşünce doğası gereği birbirinden beslenerek yürümüş, şekilenmiş ve sonrasına doğru evrimine devam etmiştir, edecektir de. Yaşamda hiçbir şeyin durağan olmayışına dinler de dahildir. Arif Tekin, yüz elliye yakın dini kaynakçadan yararlanarak "Kur'an'ın Kökeni"ni araştırırken, bulduğu gerçekleri insanlara, insanlığın geleceğine aktarırken, bilim adamı sorumluluğuyla hareket ederek belgeleri konuşturmuştur. Önemli olan doğruya varmaktır. Arif Tekin, Kur'an'ın Kökeni ile dine, dinlere dogmalarla değil, nesnellik bakıyor ve okurlarını aydınlatıyor.

19

Şeytan İncili

Patrick Graham, Pegasus Yay nlar , çev. Hakan Tansel, 528 s. Joanne Greenberg, Metis Yay nlar , çev. Nesrin Kasap, 288 s. İlk kez yayınlandığı 1989'dan günümüze birkaç kuşağın ilgiyle okuduğu “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim” on altıncı basıma ulaştı. İçine doğduğu dünyanın kurumlarıyla bağdaşmayı öğrenemeyen, iletişimsizliğin karanlığında yaşayan on altı yaşındaki bir genç kızın öyküsü... “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, deliliği, resmi tanımıyla akıl hastalığını anlatıyor: Deborah kimlik kavramını yitirip içine kapanmış, zengin düşlemi ve mizah duygusuyla yarattığı kendi düşsel dünyasına sığınmıştır. İki dünyanın çatışmaya başlaması, Deborah'ın akıl hastanesine "düşme"sine neden olur. Böylece hastaneleri, doktorları vb. kurumlarıyla toplumun "kurtarma operasyonu" başlayacaktır.

Mezarlarınıza Tüküreceğim

Arif Tekin, Berfin Yay nlar , 314 s. Emin Özdemir, Bilgi Yay nevi, 280 s.

1 HAZ RAN 2012 CUMA

Boris Vian, thaki Yay nlar , Çev. Bal Onaran, 127 s. Bu roman ilk kez 1946'da Vernon Sulivan takma adıyla yazıldı. Ve 1949'da "ahlaki değerlere hakaret" ettiği gerekçeksiyle yasaklandı. Nedeni, erotizmin "aşırı" gerçekçi bir biçimde betimlenmesiydi. 1940'lı yılların başında Amerika'da yaşanan ırkçılık, şiddet ve hoşgörüsüzlükle dalgasını geçen Mezarlarınıza Tüküreceğim, döneminin ve 20. yüzyılın en ünlü ve çarpıcı romanlarından biridir. Boris Vian, pek çok yazardan beklenen "duyuları ateşleyici" bir üsluba sahip değildir. Vian'ın üslubu, romanlarında alçak sesle duyulabilen bir müziğin içinde gizlidir. Mezarlarınıza Tüküreceğim, bu müziğin seslendirildiği bir kara roman pastişidir...

İsa’nın şeytanın oğlu olduğunu iddia eden bir İncil bulan Rahibe Yseult şeytana tapanların işaretlerini taşıyan ve kurbanlarını çarmıha geren zalim bir keşişin bu kara metni ele geçirmesini önlemek için kendini elyazmasıyla birlikte diri diri duvarların arasına gömer. FBI çalışanı Marie Parks geçirdiği bir kaza sonrasında olağanüstü yeteneklere sahip olmuştur ve uzmanlık alanı seri katilleri yakalamaktır. Doğaüstü yetenekleri sayesinde ormanın içindeki yanmış bir kilisenin harabeleri arasında dört gizemli kadının cesetlerini bulur. Cesetler çarmıha gerilmiş ve işkence görmüştür. Katilse yine aynı keşiştir... Vatikanın görevlendirdiği şeytan çıkarıcılardan biri olan Peder Carzo şeytanın Papayı çoktan ele geçirdiğinin ve kısa zaman sonra insanlık için her şeyin sona ereceğinin farkındadır.

Görünmez Dünya

William Gibson, Artemis Yay nlar , çev. Mert Sü lün, 408 s. Hollis Henry, Node dergisinde çalışan bir araştırmacı gazeteci. Aslında Node dergisi henüz yok. Olsun. Hollis buna alışkın. Gerçi var olmayan bir dergide çalıştığını düşünecek olsa, bunun ne kadar tuhaf ve hatta ürkütücü olduğunu fark ederdi, ama neyse ki, düşünecek zamanı yok. Tito, yirmili yaşlarının başında. Ailesi Kübalı. Rusçayı akıcı şekilde konuşuyor. Manhattan'da, terk edilmiş bir apartmanda yaşıyor ve bilgi transferleri dahil bazı ince işler yapıyor. Milgrim, anksiyete ilaçları bağımlısı, kafası dumanlı bir keş. Gizemli adam Brown, haplarını vermeyi bıraksa yirmi dört saat bile hayatta kalamayacağına inanıyor. Brown'un ne haltlar karıştırdığını ise bilmiyor. Milgrim'in akıcı Rusçası ve şifreli mesajları çözme becerisi onu Brown için vazgeçilmez kılıyor.


Aydınlık KİTAP

20 1 HAZ RAN 2012 CUMA

Mavi Gezegenin ilk insanları

ÇOCUKLAR İÇİN

Leylek Havada

Ya mur ve Damla ad nda iki k z çocu u olan bir baba, yaz tatilinde can s k lan k zlar n e lendirmek için çok eski zamanlar gösterebilen bir bilgisayar program haz rl yor İREM HALIÇ Bilgin Adalı çocuklarınızı milyonlarca yıl öncesine, Afrika’nın derinliklerine, ilk insanların mağaralarına, Anadolu’nun en eski medeniyetlerine götürmek istiyor. Böylece onlara, atalarımızın vahşi doğadaki yaşam mücadelesini gösterecek ve paylaşmayı anlatacak. Bu eğlenceli yolculuk için biletiniz: “Mavi Gezegenin İlk İnsanları” Yağmur ve Damla adında iki kız çocuğu olan bir baba, yaz tatilinde canı sıkılan kızlarını eğlendirmek için çok eski zamanları gösterebilen bir bilgisayar programı hazırlıyor. Haberleşme uyduları aracılığıyla uzaydaki gökcisimlerine çarparak bir noktadan başlayıp sonsuza kadar uzayan sesleri ve görüntüleri yakalayan bu program, gitmek istediğiniz tarih ve yer bilgilerini girdiğinizde, tüm görüntüleri film gibi izlemenizi sağlıyor. Bunu duyan kızlar hemen nerelere gideceklerini planlamaya başlıyorlar.

“ NSANSI”LAR ARASINDA Babaları ilk olarak tarihi, iki buçuk milyon yıl öncesine Afrika’daki Turkana Gölü çevresine ayarlıyor ve kameraları kocaman bir gölü aşarak, ormanın derinliklerindeki timsahların, hipopotamların, şempanzelerin, antilop kovalayan aslanların üzerinde dolaşıyor. Çocuklar insan eli değmemiş vahşi ormanları, tertemiz suları görünce manzaraya hayran kalıyorlar. Derken maymuna çok benzeyen insanları görüyorlar. Kitaplarda “hominoid” denen bu canlılardan yazar “insansı” diye bahsediyor. Bu canlıların davranışları karşısında şaşırıp kalan kızları için detaylı bir araştırma yapan baba, maymunla insan arasındaki farkı anlatmak için işaret diliyle konuşmayı öğrenen Koko isimli goril ve dört kelime telaffuz edebilen Viki isimli şempanze gibi güzel örnekler buluyor. Ama bu hayvanların insanlar gibi “Neden” sorusuna cevap veremediklerini ve paylaşma, işbölümü gibi kavramları bilmediklerini anlatıyor. Tabi ki kızların aklına papağanlar ya da bebekler ile ilgili onlarca daha soru geliyor. Çocuklarının paylaşma konusunu daha iyi anlamalarını isteyen baba, sonraki yolculuklarını Antalya – Beldibi’ne ayarlıyor ve Toros Dağları’nın yamaçlarına gidiyorlar. Önce mağara duvarına dağkeçisi resmi çizen bir adam görüyorlar. Bu adam sonra aslan saldırısına uğrayan küçük bir çocuğu kurtarmak için elindeki odun parçasını aslana saplıyor, böylelikle mızrağı nasıl keşfettiklerine de tanık oluyor bizim çocuklar. Ama fark ediyorlar ki bu devirdeki insanlar Afrika’da gördükleri “insansı”lardan farklı olarak buldukları yiyecekleri torbalarla onları bekleyenlere götürüyorlar ve paylaştırıyorlar. Kızlar buradan, erkeklerin ava gitmesi, kadınların çocuklarını beslemesi gibi bir işbölümü olduğunu da anlamış oluyorlar. Oysaki insansılarda bu bilinç henüz

oluşmamış, buldukları yiyeceği oracıkta yerlermiş ve sorumluluk paylaşımı da yokmuş.

D YARBAKIR-ÇAYÖNÜ’NDE Baba ve iki kızının eski çağlardaki maceraları Cilalı Taş Devri’nin yaşandığı Diyarbakır Çayönü’yle devam ediyor. Burda gördükleri tarlalardan yerleşik hayata geçildiğini anlıyorlar. Kerpiç evlerden oluşan köylerde henüz kilden çanak çömlek yapılmamış ama bakır işlemeyi denemeye başlamışlar. Sonra Bakır Çağı’nı incelemek için yedi bin yıl öncesinin Karaman – Canhasan’ına gidiyorlar. Burda kameralarını evlerin içinde gezindirerek halıları, duvarları inceliyorlar. Evin önünde oynayan çocukların oyununu dikkatle inceleyince baba çok şaşırıyor, çünkü kendi küçüklüğünde oynadığı “kule devirmece” oyununun aynısı. Sonunda ormanın kıyısında maden işliğini buluyorlar ve bakır işleyen usta ve çıraklarını izliyorlar. Gözlemleri Burdur Hacılar Köyü’ne yapılan saldırıyla son buluyor. Bu saldırının nedenlerini baba kızlarına anlayacakları dilde anlatmaya çalışıyor. Neyseki köyün etrafı surlarla çevrili de pek zarar görmüyorlar. Babanın hazırladığı bu ilginç program çalışmayı bırakınca maceraları da sona eriyor ama bu Yağmur ve Damla’nın hevesini kırmıyor. Kilden heykeller yapmayı öğreniyorlar ve akıllarına takılan her şeyi ansiklopedilerden araştırmaya devam ediyorlar. Mustafa Delioğlu’nun eğlenceli çizimleriyle, Bilgin Adalı’nın kusursuz anlatımıyla belgesel tadındaki bu kitap çocuklarınıza, tarihin karanlık dönemlerine eğlenceli bir yolculuk yapıp, atalarımızın neye benzediklerini, nasıl yaşadıklarını öğrenme fırsatı sunuyor.

Leylek Havada, Yazan: Leyla Ruhan Okyay, Gün Kitapl , s. 172 Marmara kıyısında, Silivri’de yaşayan Ayça’nın en büyük hayali turist olmaktır. Yaz mevsiminde kasabadan gelip geçen turistlere çok özenir. İstanbullu tatil arkadaşı Ege’ye duyduğu ilgi de, İngilizce tutkusunu körüklemektedir. Parasız yatılı sınavını kazanıp, İstanbul’da kız lisesine kaydolunca, önce sevinir. Ancak, düşlerinden çok farklı, zor bir yatılı yaşamının içinde bulur kendini. Neyse ki, bir gün babasından inanılmaz bir haber gelir... 2010 Memet Fuat Yayıncılık Ödülü’yle taçlanan “Köprü Kitaplar” 14. kitaba ulaştı! Editörlüğünü Semih Gümüş’ün üstlendiği dizinin yeni kitabını, çağdaş edebiyatımızda, toplumun farklı kesimlerinden insanları yalın bir dille ve içtenlikle anlattığı öyküleriyle sevilen Leyla Ruhan

Okyay yazdı. Bir kıyı kasabasında büyüyüp, İstanbul’a yatılı okumaya giden bir kızın dünyayı gezip görme özlemini, onun ağzından anlatan roman, yazarın yaşamından da izler taşıyor. Çocukluktan ergenliğe geçişin duygusal karmaşasını anı tadında, sıcacık dillendiren kitap, bir dönemin gençlik hayallerinden, okul yaşamından, arkadaşlar arası diyaloglardan sahneler aktarıyor. 1960’lı yılların Türkiye’sinden bir kesit niteliği taşıyan kitap, dönemin Avrupa’sında yaşanan tarihsel olaylara da tanıklık ediyor. Dizinin editörü Semih Gümüş diyor ki: “Leyla Ruhan Okyay abartılı anlatımlara gönül indirmez. Ne anlatıyorsa, dinginlikte, içtenlikle gözümüzün önünden geçirir. Yalın bir dil içinde.”

Mars Gezegenine Nasıl Gidemedim

(Mavi Gezegenin İlk İnsanları, Yazan: Bilgin Adalı, Resimleyen: Mustafa Delioğlu, Yapı Kredi Yayınları, s.106)

Mars Gezegenine Nas l Gidemedim, Yazan: Melek Güngör, Alt n Kitaplar / Alt n Çocuk Kitaplar Dizisi, s. 88 Günlerce davul çalıp mahalleliyi çıldırtan, Mars’a önce kedileri, sonra kargaları, onları yakalayamayınca da sizi göndermeye kalkışan bir ağabeye sahip olmak eğlenceli olur muydu acaba? Küçük kardeş başına gelenlere rağmen yine de hâlinden memnun. Çünkü serüven seven ağabeyiyle çok eğleniyor. Bu bazen arkadaşlarla birlikte bir toplu gülme krizi geçirirken gerçekleşiyor, bazen de annelerinin emanet ettiği bebek kız kardeşlerine

bakarken yaşadıkları düş kırıklığında. Ayrıca küçük kardeşin ağabeyden kalır yanı da yok hani! Öyle olmasaydı ona koskoca bir paragrafı beş yüz kere yazma cezası verilir miydi? Okuyacağınız öykülerde, yaratıcılıkta ve yaramazlıkta birbirinden hiç de geri kalmayan bir ağabey ile kardeşin serüvenleri anlatılıyor. Bu serüvenlerin benzerlerini belki de birçoğumuz yaşadık, yaşamaktayız veya yaşayacağız...


Aydınlık KİTAP

SAHAF

1 HAZ RAN 2012 CUMA

21

NECM ONUR'UN RÖPORTAJLARI: “MEZARLARINDA YA AYANLAR”

Röportajda sınırın ötesi “Milliyet'te ne zaman takibi güç, meşakkatli bir iş çıksa karşımızdaki ilk gönüllü Necmi Onur'dur. Hele olay Güneydoğu illerimizde geçiyorsa, artık aklımıza Necmi Onur'dan başkası gelmez. Necmi Onur, pek az muhabire nasip olacak şekilde dağlara tırmanmış, mağaralara girmiş, karlar buzlar arasında kalmış, afyon kaçakçıları arasına sokulmuş, kapalı hudutları aşmış, türlü kılıklara girmiş, çeşitli maceralara atılmıştır” demiş Abdi İpekçi, Necmi Onur'un 1963'te yayımlanan “Mezarlarında Yaşayanlar” adlı röportajlar kitabına yazdığı önsözde... Toplam 173 sayfalık küçük boy bir kitap “Mezarlarında Yaşayanlar”. Önsözle birlikte 19 bölümden oluşuyor. Onur ilk bölümde “Mustafa Kemal dün 30 yaşında idi” diye başlıyor ve “İndiler. Çığ gibi indiler Cağaloğlu yokuşundan. Ayaklarının altındaki vatan toprağı, gümbür gümbür ediyordu. Gözlerinde parıltı vardı. Aydınlık vardı. Hançerelerinde Atatürk'ün sesi çıkıyordu. Vurmadılar. Kırmadılar. Saldırmadılar. Vakur bir eda içinde ve insanın gözünü yaşartan bir heybetle yürü-

düler” diyerek, üniversiteli gençlerin 26 Mart 1963'te İstanbul'da gerçekleştirdikleri yürüyüş ve mitingi anlatıyor. Sonrasında, Çanakkale Abidesi'nin bitirilmesi için gerekli olan 900 bin lirayla ilgili bir yazı: “Barlarda, kulüplerde, sazlarda ve sinemalarda eğlenenler, ne olur dokuz gece eğlenmeyiniz!” Ve ardından Doğu ve Güneydoğu'daki afyon kaçakçılığıyla ilgili hayli uzun ve nefis bir izlenim-röportaj: “-Zilfo dedim, niçin kaçakçılık yapıyorsun? Kendine başka geçim yolu bulsana! Tarla ek, ürün al. Namuslu yaşa... -Şoförü dikkatle dinledi. Sonra upuzun kirpiklerini kırpıştırarak bana baktı. 'Çünine' dedi, 'Şolemin çünine... -Şoför tercüme etti: İşim yok, ne yapayım?” Başbakan İnönü'nün Ankara Palas salonunda ilk kez tertiplenen “içkisiz kokteyl”inin konuklarıyla tek tek ilgilenmesine dair tanıklıklar ve İnönü'nün işçilerle sohbete girişip “Hürriyet nizamına siz sahip çıkacaksınız” demesi; Gebze-Darıca'da

ANADOLU’DAN KİTAPEVİ

S la Kültür Merkezi / Ayd n

“Kitap kokusu bir başka...” UĞUR KAYA 2001 yılından bu yana Aydın merkezde, biri gençlik caddesinde öğrencilerin yoğun olduğu bir bölgede, diğeri de Adnan Menderes Bulvarı’nda iki şubesiyle hem bir sahaf olarak hem de son çıkan güncel kitapları bulabileceğiniz şirin bir kitabevi. Son çıkan kitaplar dışında diğer birçok eseri ikinci el olarak bulabilir, degiştirebilirsiniz. Sıla Kitabevi yayıncılık alanına da adım atmış. İlk kitaplarının basımını yakın zamanda yapan Sıla Kitabevi, Christopher Marlowe’nin “Dr. Faustus” isimli tiyatro eserini edebiyat dünyamıza kazandırmış. Sıla’da her yaştan okuyucuyu görmek mümkün. Anaokulundan yüksek öğretime kadar her yaştan okuyucu Sıla Kitabevinin raflarının tozunu yutuyor. Okuma oranının her geçen gün düştüğü bir ortamda Sıla Kitabevi kitap üyeliği ve degiş tokuşlarla insanlara kitap sevgisini aşılamaya devam ediyor. Kitabevi çalışanları, yaprak test, YGS-LYS kitapları, KPSS kitapları satarak ayakta kalabildiklerini söylüyorlar. Kitap kokusunun bir başka olduğunu, kitabevlerinin, hele de sahafların kültürlerin harman yeri olduğunu belirtiyor kitabevinin sahibi Kazım Abi. Ayrıca öğretmenlerin öğrencileri kitaba alıştırmak için onları çevrede bulunan kitabevlerine götürmelerinin, onların o kokuyu solumalarının başka bir güzellik olacağını düşünüyor.

girdiği evde bir kadın ile sekiz on yaşlarındaki çocuğunu rehin alan “gangster” Necdet Elmas ile karşısındaki albayın pazarlığı; Balıkesir'in Manyas ilçesine bağlı 300 haneli Kocagöl köyüne, 285 yıl önce Rusya'daki “sakal yasağı”ndan kaçmak için göç eden Kazakların torunlarından 800 tanesinin bu kez de “evlenebilmek” için Rusya'ya geri dönmek istemeleri; yalnızca insanla-

rın değil, “ateşin bile donduğu” soğuk 24 Ocak 1963 gecesinde donmak üzere olan lokomotifleri kurtarmak için didinen insanların gerçeği, Necmi Onur'un işlek, kıpır kıpır anlatımıyla, 50 yıl öncesinden bugüne yaşanmışlıklarını koruyorlar. “Molla Berzani'nin Dağlarında 6 Gün” başlıklı bölüm ise gazetecilerimizin o günlerde de “sınır ötesi” röportajlara çıktıklarını gösteren hayli ilginç bir dizi içeriyor. Necmi Onur şöyle bağlamış sözlerini: “Sadece petrol konusundan bakılsa bile, Irak'ın kuzeyindeki olaylar büyük önem taşımaktadır. 'Nehirler arasındaki toprak'lar üzerinde ve 'Molla Berzani'nin dağları'nda her bakımdan dünya insanlarını ilgilendiren olaylar ceryan etmekte ve bu olaylar gün geçtikçe gelişmektedir. Demek istediğim şu: Berzani hareketi eğer 'Kürt Milli Kurtuluş Ordusu' gibi bir de 'İktisadi Kurtuluş Ordusu' doğyrursa, o zaman çok ihtimaller üzerinde kafa yormak gerekecektir. Tetkikler ve 6 gün süren Irak kuzeyindeki misafirliğim sırasında gördüklerim beni bu neticeye ulaştırdı.”


22

Aydınlık KİTAP

1 HAZ RAN 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?

1

Matematik, Tengo’ya etkili bir kaçış yolu açmıştı. Formüller dünyasına kaçarak, gerçekliğin boğucu kafesinden kurtulmayı başarıyordu. Kafasındaki düğmeyi çevirdiğinde hiç sıkıntı çekmeden diğer dünyasına geçebildiği gerçeğini çok küçükken fark etmişti. O güvenli bölgeyi araştırarak dolaşmaya devam ettiği sürece tamamen özgür kalıyordu.

2

Sacide, sabık Evkaf ketebesinden, fakir düşmüş Agah Efendi’nin kızı idi. On yedi yaşına kadar Karagümrük’te basık tavanlı, karanlık bir evde küçük kardeşlerine dadılık etmekle, tahta ovup çamaşır yıkamakla ömrü geçti. Belki fıkaralık, belki görenek, her ne ise Agah Efendi’nin bir sürü köhme itikatları vardı. Kızı bir yere yollamazdı. Ve Sacide’nin biricik emeli, bir “dansing” görmek arzusu, içinde gömülü kaldı.

3

Uzun uzun geçmişten anlattı, galiba yitirdiği bir şeyi, belki de Daisy’yi sevme uğruna harcadığı bir yanını kurtarmaya savaşıyordu. O zamandan beri hayatı düzensiz, öyle karman çormandı ama belirli bir başlangıç noktasına dönebilse, oradan kalkarak her şeyi yavaş yavaş yeniden yaşayabilse, yitirdiği şeyin ne olduğunu kavrayabilecekti.

a) Hermann Hesse / Boncuk Oyunu

a) Halide Edip / Yolpalas Cinayeti

a) Tennessee Williams / Arzu Tramvayı

b) Oriana Fallaci / Bir İnsan

b) Murathan Mungan / Son İstanbul

b) Scott Fitzgerald / Muhteşem Gatsby

c) Stefano E. D’Anna / Tanrılar Okulu

c) Hıfzı Topuz / Meyyale

c) Truman Capote / Tiffany’de Kahvaltı

d) Edgar Hilsenrath / F*ck America

d) İnci Aral / Yeşil

d) Ernest Hemingway / Güneş de Doğar

e) Haruki Murakami / 1Q84

e) Kemalettin Tuğcu / Üvey Baba

e) Gustave Flaubert / Madam Bovary

Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(c)

2-(a)

BULMACA SOLDAN SAĞA

1. Resimdeki yazar - Stanislaw Lem'in bir eseri 2. Lityum'un simgesi - Geri; pe - yile tirme, düzeltme - Helyum'un simgesi 3. Eyere al t r lmam binek hayvan - "... Güler" (foto rafç ) - Çok s k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü 4. A aç, ta , metal, vb. yontmaya yarayan, bir ucu keskin çelik araç- Molibden'in simgesi - Cinsiyet 5. Bir nota - Bir cetvel türü - Püskürük esasl cam Kobalt' n simgesi 6. lgi eki - Huzur, erinç - Rütbesiz asker - Kötülük 7. Mübala a yaparak övme - Dilenci 8. Esnas nda - deal, mefkure

3-(b)

9. Makine Kimya Endüstrisi (k sa) - Bir nota - Yeni, taze - "Tok" kar t 10. Türkü, ark - Yersiz veya beceriksizce söz veya davran , gaf - Ata 11. Ölüm veya bir felaketten do an ac , matem Müslümanlar' n Ramazan ay nda vermeleri gereken belli miktardaki sadaka - Arapça'da "ben" 12. Uzak - Bir haber ajans - Berilyum'un simgesi Bilgin 13. Bir ilimiz - Sanca , yelkeni ya da sereni a a alma 14. Kaba baston - Radyum'un simgesi - Fas'ta bir rmak - Çok güzel, nefis 15. " ... Ke fi " (Resimdeki yazar n bir eseri) Kay nbirader

Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Deniz ve güne ten yararlanmak için düzenlenmi olan kumsal - " ... Defter" (Resimdeki yazar n bir eseri) -Gezegenimizin uydusu 2. Ailesinin geçimini sa layan - Öde me - Kripton'un simgesi - H rvatistan'da bir liman kenti 3. "... Gündüz Kutbay" (ney üstad ) - Akci er - Yanda olan, yana dü en 4. Le - Tabaklanm ceylan derisi - Antla ma 5. Çar larda ayn tür i i yapan esnaf n bulundu u bölüm - Yunan mitolojisinde "a k tanr s " - Bal yapan böcek 6. Bir çalg türü - " ... Gecesi " (Resimdeki yazar n bir eseri) - Alev, yalaz 7. E ek sesi - Yer k r , yer çatla 8. Genellikle uluslararas karayolu ta mac l nda kullan lan büyük kamyon - Platin'in simgesi Ö ütücü di 9. Yeniçeri kay t kütü ü - Terbiyum'un simgesi - Tel, sicim veya iplikten kafes eklinde yap lm örgü 10. Lübnan' n plakas - ABD'de bir eyalet - Satürn gezegeninin be inci uydusu 11. Gümü 'ün simgesi - Azotlu besinlerin vücutta yanmas yla olu an azotlu madde - "... Ayhan" ( air) Evcil bir geyik türü 12. Öbür dünya - Bo aya gelmemi 1-2 ya nda di i s r - Göz 13. Birbirinin ayn olan, birbirini tamamlayan iki eyden her biri - Kad nlar n omuzlar n örtmek için kulland klar geni atk - Kötü bir etkiyi veya sonucu ba ka bir etki ile yok etme, kar lama, yerine koyma 14. "Fena de il" anlam nda bir söz - "... Ayhan" ( air) Kiloamper (k sa) - Nikel'in simgesi - Geni lik 15. Resimdeki yazar' n bir eseri

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.