Holmes
Mahcup bir tavırla, “Ödüm kopmuştu,” dedi. “Fark etmemene şaşıyorum. O an adımı sorsan Sherlock Frank Willams falan diyebilirdim. Gerisini sen anla Holmes.” Đç geçirdim. Watson’ın bu korkaklıkları yeni bir şey değildi. Daha önce de başımıza bela olmuştu. Şimdi bize düşen, Maggie G. Slam’dan özür üzerine özür dilemek ve gerekirse -ki gerekecek gibiydi- John Frank Mitchell’ı düşürdüğümüz sağlık bakımından (ve manevi açıdan) güç durumun bedelini ödemekti. Öyle de yaptık. Burada işimiz bitmişti. Ve öfkeden kudurmaktaydık. Bilhassa ben! Paul Williams sahte bir iz üzerinde saatler harcamamıza neden olmuştu.
Bizi
yanıltmış,
bizi
kandırmıştı.
Sherlock
Holmes’a
âşık
atabileceğini düşünmüş, bu aşığı atmayı ‘denemiş’ hatta atmıştı… “Đşte bu kadarı fazla,” dedim. “Gidiyoruz Watson.” “Nereye?” “Scotland Yard’a. Sorulacak bir hesabımız var!”
***
Paul Williams başını önündeki kâğıda eğmiş, bir tüy kalemle hızlıca bir şeyler karalamaktaydı. Bizi görünce başını kaldırdı ve yüzünü devasa bir tebessüm sardı. “Oo, kimleri görüyorum? Mükemmel dedektif Sherlock Holmes görevden dönmüş. Yüzünde haşin bir ifade var. Anlaşılan katili yakalayamamış.”
50