Sıfır - Komplo

Page 1


SIFIR “Komplo” Komplo”


YAZARLAR Gökcan Şahin Ozancan Demirışık

SON OKUMA Sadık Yemni

KAPAK TASARIMI Gökcan Şahin

YAYIN TARĐHĐ Eylül 2009

Bu e-kitap Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.


ÖNSÖZ Bilinmeyen Eminim hepiniz bilinmeyene ilgi duymuşsunuzdur. Korku, merak veya hobi şeklinde olabilir ama bu satırları okuyorsanız ‘bilinmeyen’e bir ilginiz vardır. Çünkü insanlığın doğasında vardır bu. Evrende bizden başka yaşam olup olmadığını bilmeyiz ve UFO’lara ilgi duyarız, ölümden sonra olacakları bilmeyiz ve ölüme ilgi duyarız… Đnsanlık tarihi boyunca da bu böyle olagelmiştir. Bilinmeyeni açıklamaya çalışan teoriler; efsaneleri, destanları, belki de mitolojileri ortaya çıkarmıştır. Hatta din bile bizi yaratanı veya hayattaki gayemizi bilmemekten ileri gelmiş olamaz mı? Birazdan okumaya başlayacağınız bu seri, bilinmeyenden alınan ilhamla yazıldı, yazılıyor ve yazılacak. SIFIR adını verdiğimiz dizi öyküler, Ozancan’la yaptığımız sıradan MSN

konuşmaları

arasında

doğdu

diyebilirim.

SIFIR’ın

fikrini

oluşturduğumuzdan bu yana aylar geçti. Tabii o zaman fikrimize bir isim vermiş değildik, The X-Files’tan esinlenerek “Gizli Dosyalar Serisi” diyorduk. Çünkü fikrimiz konsept olarak The X-Files’a epey benziyordu. Seriyi oluşturan soru şuydu: “Olağanüstü olayları çözmeye çalışan gizli bir Türk birimi olsa ne olurdu?” Bilirsiniz çoğu fikir bir sorudan doğar. Bizim


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

sorumuz da buydu. Ve The X-Files’tan esinlenmiş olsak bile, bambaşka bir tat ve ‘özgünlük’ katarak yanıtlamak istiyorduk. Cevabı görmek için aylarca beklemek zorunda kaldık, çünkü ikimizin de tamamlanması gereken projelerimiz ve geçmekle sorumlu olduğumuz okulumuz vardı. Tabii seri için güzel bir giriş yapmak gerekliydi ve buna fırsat bulamıyorduk. Bir gün durup dururken beynimde bir ampul yandı ve salondaki sehpanın üzerindekii bir karalama defterine Komplo’nun kurgusunu yazdım. Çok kısa bir süre içinde (yarım saat veya bir saatte) neredeyse bir kısa romanlık kurguyu bitirdim ve hemen Ozancan’a gönderdim. Onun da beğenmesiyle elimizde bir başlangıç kurgusu oldu. Aylarca kurgu üzerinde oynadık ve mükemmel hale getirmeye çalıştık. Öyle olmalıydı ki, gelecek öyküler için önümüze koskoca bir kapı açmalıydı; hem okuru gelecek öyküler için meraklandırmalı hem de doyurmalıydı. Ve sonunda yarıyıl tatiliyle soluklandığımızda en iyi hale getirilmiş kurguyu aramızda paylaşarak yazmaya başladık. Birazdan okuyacağınız yüz sayfaya yakın öyküyü bir hafta gibi çok kısa bir sürede bitirdik. Bu kadar kısa sürede bitirmemiz baştan savdığımız anlamına gelmiyor, aksine yazarken dahi sürükleyici olduğuna işaret ediyor. Tabii buna siz karar vereceksiniz. Şimdi sizi, Öğretim Görevlisi Dize Demirsoy ve Komiser Murat Arıkan’la tanışmaya, ‘bilinmeyen’in manyetik kuvvet gibi çekimine dâhil olmaya, meraklanmaya, gerilmeye hatta korkmaya; sizi Birim Sıfır’ın ilk macerası Komplo’ya davet ediyorum.

Gökcan Şahin

5


BİRİNCİ KISIM

KARA BULUTLAR


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

16 Nisan 1975 – 06.45 Hatay’da Bir Sokak

Sabahın erken saatleriydi. Güneş bile daha yeni doğuyordu. Serin bahar rüzgârı, önünde hiçbir engel olmaksızın esiyor da esiyordu. Aksi gibi üşüyeceği tutmuştu Đsmail’in. Şehir halkı daha yataklarından kalkmamışken her gün bu sokaklardan geçer, işi gereği her bir karışına dek çöplerden arındırırdı. Belediyenin maaşlı bir çöpçüsüydü. Hiç durup düşünmemişti, neden daha iyi bir işim yok, neden her gün kalkıp nezih iş ortamına ayak basan insanlar gibi değilim, diye. Hayatın akışına ve kadere kendini bırakmış, yaşayıp gidiyordu. Çöpçülük utanılacak bir iş değildi ve o da utanmıyordu zaten. Okullarda öğretmenlerin sık sık tekrar ettiği gibi, bu işleri yapacak birileri de gerekirdi; kendisi de onlardan biriydi işte… Hayatını iyi kötü sürdürecek parayı bir şekilde kazanıyordu ya, ona yeterdi. O sabah bir tuhaf hissediyordu kendini. Üşümesinin yanında, süpürmekte olduğu sokak da gözüne bir farklı geliyordu. Rutin hayatında bu tarz farklılıklara alışık olmadığından huzursuzluk duymaktaydı. Çöpleri toplayıp süpürmeye yani işini yapmaya devam ederek sokağın ortasına dek yürüdü. Bir kaldırım köşesine eğilip süpürgeyi tekrar sağ eline geçirmişti ki, hafif bir uğultu kulaklarını doldurdu. Başını kaldırıp sokağın sonuna doğru baktı.

7


SIFIR: “Komplo”

Rüzgâr hızlanmıştı; uğuldayarak esiyor, havada buğulu dalgalar. Đsmail bunu huşu içinde seyretmeye devam ederken rüzgârın hızı giderek arttı ve sonunda sokaktaki tozları kaldırarak küçük bir toz fırtınası yarattı. Süpürgeyi bırakıp oraya doğru yürüdü. Attığı her adımda toz fırtınası biraz daha büyüyerek devasa bir hal aldı ve bundan da saniyeler sonra değişim geçirmeye başladı. Fırtına görünürden yavaş yavaş kaybolurken, yerini ne idüğü belirsiz, koyu bir sis alıyordu. Sis dalgalanarak ona doğru süzülürken Đsmail gözlerini kırpmadan ve önündeki manzaradan bir an olsun ayırmadan yürümeye devam etti. Nihayet sisle aynı noktaya ulaşınca, tehlikesini hiç düşünmeden kendini içine attı. Şansı olacak ki, o içine girdiği sırada sis solmaya başladı. Đsmail önünü göremeden yürüdü. Sis yok olup görüşü berrak bir hal alınca ise etrafa sudan çıkmış balık gibi şaşkın bakışlar atmaya başladı. Ama onu şaşırtacak asıl şey, sisin kaybolduğu noktadaydı. Tam o noktada, yolun ortasında bir bebek yatıyordu. Çok küçüktü; bir-iki aylıktan daha fazla değil gibi görünüyordu. Görünürde ne bir puset vardı ne de bir bebek arabası. Ve bebek çırılçıplaktı! Bu serinlikte, üzerinde hiçbir giysi olmadan taşın üzerinde yatıyor, gökyüzüne bakıyordu. Masmavi gözleri, sevimli hatlara sahip bir yüzü vardı. Ağlamıyor, inlemiyordu. Đsmail eğilip onu yerden aldı. Eldivenlerini çıkarıp çıplak elle yanağına dokundu. Ve bebek, sanki bu dokunuş her şeyi değiştirmiş gibi, ağlamaya başladı…

8


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

15 Ekim 2008– 11.35 Đstanbul Değişim Üniversitesi

Genç kadın, çoğu erkek elli kişilik bir grup tarafından büyük bir dikkatle izleniyordu. Her hareketi takip ediliyor, her sözü heyecan yaratıyordu. Üstüne üstlük bu güzel kadın bundan hiç rahatsızlık duymuyor, hatta böyle olmasını istiyordu. Çünkü Đstanbul’un yeni açılmış ama ekol olma iddiasındaki bir vakıf üniversitesinde öğretim görevlisiydi ve görevi buydu. Nitekim beline kadar inen kızıl kestane saçları, güzellik abidesi oval yüzü, manken gibi olmasa da gayet yeterli fiziği, insanın her zaman duymak isteyeceği yumuşacık ama otoriter ses tonu ve o bitmek bilmez öğretme azmiyle sınıftaki tüm öğrencilerin ilgisini üzerine toplamaktaydı. O, okulun bu en sevilen öğretmeni, fizik dalında eğitim veren Doçent Doktor Dize Demirsoy’du. ‘Dize Hoca’ öğrenciler tarafından en sevilen öğretmen olmasının yanı sıra, bu kadar genç yaşta -otuz iki yaşındaydı henüz- alanında bu kadar bilgili ve başarılı olması ile meslektaşların dahi takdirini kazanmış, oldukça deneyimli bir bilim insanıydı. O sırada verdiği ders, elektrik-elektronik mühendisliği bölümünün dersi olan yarıiletken fiziğiydi. Başka bir hoca tarafından verilse belki de kâbusa dönüşecek olan bu ders, Dize Hoca’nın heyecanlı bir hikâye gibi anlatmasıyla bir zevk haline geliyordu. O nedenle yoklama alınmamasına

9


SIFIR: “Komplo”

karşın sınıfta hemen hemen devamsızlık yapan olmazdı. O gün de elli beş kişilik sınıfın ellisi dersteydi. “Evet arkadaşlar,” dedi sınıfı süzerek. “Bir kez daha tekrar edelim. Einstein’ın görelilik ilkesi bize ne söylüyordu? Birincisi, tüm fizik yasaları tüm eylemsiz referans sistemlerinde aynıdır. Đkincisi, ışığın boşluktaki hızı, yine tüm eylemsiz referans sistemlerinde aynı değerdedir. Peki eylemsiz referans sistemi ne demekti? Durmakta olan veya sabit hızla hareket eden sistem demekti, değil mi? Saatte yüz kilometreyle giden bir treni örnek gösterebiliriz… Ama ivmeli hareket yapan sistemler eylemsiz sayılmıyordu. Đşte Einstein tüm görelilik kuramını bu iki ilkeye göre kurmuş. Sanırım anladınız.” Açık kahverengi ve irice gözlerini sınıfta gezdirdi. Herkes anlamış görünüyordu. “Şimdi tahtadakileri geçirebilirsiniz,” dedi. Tahtada o konuyla ilgili birkaç formül vardı. Öğrenciler hep beraber kalemlerine sarıldılar. Dize görmelerini engellememek için tahtanın önünden çekildi. Saatine baktı. On bir buçuğu geçmişti. Herkes yazdıktan sonra, gelecek hafta işlenecek konuyu söyleyip sınıfı dağıtacaktı. O sırada çantasından gelen telefon sesini duydu. Normalde sesini kapatırdı, çünkü ders anlatırken telefonunun çalmasından ve dikkatinin dağılmasından nefret ederdi. Bu kez dalgınlıkla unutmuş olmalıydı. Neyse ki o sırada ders anlatmıyordu. Arayanın kim olduğuna bakıp kapatmak için telefonu çantasından çıkardı. Ama ekrandaki ismi görünce açması gerektiğini anladı.

10


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Ders bitti arkadaşlar, yazdıktan sonra çıkabilirsiniz,” dedi, çantasını kapar kapmaz sınıftan çıktı ve başını hafifçe yana eğip saçlarını kaldırdıktan sonra

telefonu

kulağına

dayadı.

“Ali?

Nerelerdesin

kaç

gündür?

Laboratuardan çıkmadın mı hiç? Onca mesaj attım…” “Havaalanındayım Dize. Đsviçre’ye gidiyorum.” “Đsviçre mi?” “Evet, galiba başardım! Çok önemli bir buluş yaptım! Güvenliği için Đsviçre’de onaylatmam lazım. Yer yerinden oynayacak Dize… Gerçi beş-on yıldan önce tam olarak sonuçlanacağını sanmıyorum, ama temeli attım.” Telefonda heyecanla ve hızlı hızlı konuşan bu adam, Đzmit’teki özel bir laboratuarda araştırmalar yapan bir bilim adamı olan Ali Yıldırım’dı. Normalde gayet sakin ve soğukkanlı olan Ali’nin bu kadar heyecanlı konuşması gerçekten önemli bir buluş yaptığını gösterirdi. Dize, onun yıllardır yaptığı çalışmaları biliyordu ve istediği şeyi elde etmeden Đsviçre’ye gitmeyeceğinden emindi. “Tam olarak nasıl bir buluş yaptın?” diye sordu. Ali’nin heyecanı ona da geçmişti. Đçi içine sığmıyordu. “Bunu telefonda söylememi beklemiyorsun değil mi?” “Ama –” “Uçağım kalkmak üzere. Ama haftaya döneceğim. O zaman en iyisinden bir şampanya patlatırken sana tüm ayrıntıları anlatırım.” “Peki, sen bilirsin. Senin adına ne kadar sevindim anlatamam.” “Sadece benim adıma sevinme, herkes adına sevin. Dünya değişecek. Neyse, artık kapatmalıyım. Uçağım kalktı kalkacak. Kendine iyi

11


SIFIR: “Komplo”

bak canım. Ha unutmadan… Babama durumu açıklayamadım. Sorarsa söylersin, tamam mı?” “Merak etme. Sen de kendine iyi bak.” Telefon kapanmadan hemen önce Dize arka planda şu anonsu duydu: “217 sefer sayılı Đsviçre uçağımız kalk…” Dize

telefonunu

tekrar

çantasına

koyarken

gülümsemesini

engelleyemediğini fark etti. Umarım bütün gün böyle dolaşmam, diye düşündü ve odasına doğru yürüdü. Bir dahaki dersi saat bir buçuktaydı. On ikide yemeğe gider, yemekten sonra da sıcak bir kahveyle olayı kutlardı. Gün güzel başladı, diye düşünüyordu kapısında A-303 yazan odasına girerken…

15 Ekim 2008– 12.25 THY Đsviçre Uçağı

Türk Hava Yolları’nın 217 sefer sayılı Đsviçre uçağı Tekirdağ üzerinde uçmaktaydı. Cam kenarında oturan yolcular aşağıya baktıklarında göz alabildiğine uzanan Ayçiçeği tarlalarını görebiliyorlardı. Gerçi o sırada ayçiçekleri yerine yeşil otlardan oluşan koca bir halı vardı, ama yaza doğru her yer sarı-siyah olacak, ayçiçekleri başlarını çevirip bakmak için her sabah güneşi bekleyecekti. Pilot, uçağı kendi seyrine bırakmış, sabahtan beri ağzına takılan bir şarkıyı mırıldanıyordu. Kırk yaşına henüz girmiş, kendini gayet genç hisseden yaşam dolu bir adamdı. Yardımcı pilot lavaboya kadar gittiğinden

12


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

kabinde tek başınaydı. Pilotluğu seviyorum ya, diye düşünüyordu her yanı kaplayan yeşilliklere göz gezdirirken. Kim bu güzelliklerle her zaman iç içe yaşar ki pilotlardan başka? Kim dünyanın her yanını metrelerce hatta kilometrelerce yukarıdan, bulutların üzerinde yaşayan bir Tanrı edasıyla seyredebilir? Ağzına takılan şarkı ıslığa dönüşmüşken, yanı başına düşen gölgeyi fark etti. Đlk anda aklına yardımcısı gelse de, kabin kapısının açıldığını duymamıştı. Nasıl bu kadar sessiz gelmeyi başardığına dair bir espri yapmak için arkasına döndü. Ama gördüğü şeyle gözleri dehşetle açıldı. Bu kaygısız gözler bir anda hayatının en korku dolu anına şahit oldu. Gözbebeklerine insan şeklinde bir karaltı yansıdı. Bu karaltının baş kısmında iki kırmızı nokta belirdi. Karaltı büyüdü, yaklaştı. Pilot sol omzuna dokunan eli hissetti. Ama bu basit bir dokunuş değildi. Omzundan göğsüne doğru bir soğukluk yayıldı. Küt küt atan kalbine ulaştığında titremeye başladı. Delicesine… Sonra aniden önüne döndü, karşısındaki sadece bir pilotun anlayabileceği karmakarışık düğmelere rastgele basmaya başladı. Elleri olağanüstü bir hızla hareket ediyordu. Bilincini kaybederken koltuktan aşağıya kayıyor ve bir daha kalkamayacağını hissediyordu. Uçak alarm sesleriyle inledi. Yardımcı pilot kabine panikle daldığında gördüğü ilk şey, yere yığılmış ve gözleri boş boş bakmakta olan pilottan başkası değildi. Uçak sarsılıp burnunu yere döndürmeye başladığında yardımcı pilotun yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı artık.

13


SIFIR: “Komplo”

15 Ekim 2008– 13.10 Đstanbul Değişim Üniversitesi

Dize yemeğini yemiş, diğer öğretmen arkadaşlarıyla sohbet ederken kahvesini de içmiş, A-303 numaralı odasına dönmüştü. Odasına gelirken kantinden bir de çay almıştı. Şimdi dizüstü bilgisayarının açılmasını beklerken bir yandan da çayını yudumluyordu. Derse girmesine yirmi dakika kalmıştı, bu da e-postalarına bakmasına ve birkaç haber sitesine göz atmasına yetecek bir zamandı. O gün okula biraz geç kaldığından sabah bunlara vakti olmamıştı. Bilgisayar açıldığında kendi özel adresine de üniversite adına aldığı hesabına da yeni bir e-posta gelmediğini gördü. Zaman kaybetmeden bir haber sitesine girdi. Önceki akşam yorgun olduğu için haberleri seyredememiş, eve gider gitmez banyo yapmış, iki saat kitap okumuş ve uyumuştu. Şimdi haberlere baksa iyi olacaktı. Site açılır açılmaz, iri puntolarla kırmızı renkte yazılmış SON DAKĐKA yazısı dikkatini çekti. Fareyi üzerine getirip başlığın altındaki özeti gördüğünde şok oldu: “YILIN FACĐASI: Tekirdağ semalarında seyretmekte olan THY uçağı, ayçiçeği tarlalarına çakıldı.” Dize titreyen eliyle haberin ayrıntılarını öğrenmek için üzerine tıkladı.

14


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Bugün 12.30 sularında Tekirdağ semaları, Türkiye tarihinin en büyük

hava

facialarından

birine

şahit

oldu.

Nedeni

henüz

belirlenemeyen bir sebeple ayçiçeği tarlalarına çakılan uçağın, Türk Hava Yolları’nın 217 sefer sayılı Đsviçre-Đstanbul seferini yapmakta olan uçağı olduğu belirtildi. Mürettebatıyla birlikte 97 kişinin bulunduğu uçaktan kurtulan olup olmadığı bilinmiyor.” Haberin altında biraz daha ayrıntı vardı, ama Dize gözlerine dolan yaşların

görüşünü

bulanıklaştırması

nedeniyle

onları

okumakta

zorlanıyordu. Zar zor göz gezdirince, ek olarak fazla bir şey yazmadığını gördü. Araştırılıyor… Bilinmiyor… Đnceleniyor… Vesaire vesaire. Ali’nin öldüğüne bir türlü inanmak istemeyen Dize odasında tir tir titremekte, dirseklerini masaya, ellerini şakaklarına dayamış ağlamaktaydı. Nedenini soruyordu kendi kendine. Neden Ali? Gerçeğe bu kadar yaklaşmışken, belki de hayatını adadığı şeye ulaşmışken neden o? Yoksa birileri… Gerçeğin bilinmesini istemeyen birileri… Ama… Olabilir mi? Kim neden yapsın böyle bir şeyi? Hayır, hayır, saçmalıyorsun Dize… Bu bir komplo olamaz… Değil mi?

15 Ekim 2008 – 13.15 Yıldırım Holding Binası / Şişli-Đstanbul

Şişli’deki onlarca lacivert camlı yüksek binadan biri de Yıldırım Holding’in on beş katlı plazasıydı. On sekiz yıl önce inşa edildiğinden beri holdingin işlerine tahsis edilmiş olan Yıldırım Plaza, bir zamanlar oraların en

15


SIFIR: “Komplo”

yüksek binalarından olsa da, zamanla etrafını çeviren daha yüksek onlarca plazanın arasında kaybolup gitmişti. Yine de her işleri için ideal bir yer olduğundan patron Taylan Yıldırım’ın yeni bir binaya geçmek gibi bir hedefi yoktu. Zaten plazasının biraz alçakta olması onun Türkiye’nin en zengin yirmi iş adamından biri olmasına mani değildi. Altmış üç yaşındaki Taylan Yıldırım, ticaretten hâlâ zevk almayı başaran ve henüz emeklilik düşünmeyen bu yaşa gelmiş sayılı patronlardan olmasının yanı sıra hayatının baharındaki genç bir adam gibi maksimum doyumla yaşamayı biliyordu. Bu yüzden pek çok kıskananı vardı doğrusu. O gün yine sıradan sabah yürüyüşünü yapmış, duşunu almış, Sarıyer’deki evine cipiyle yarım saatlik mesafedeki holdingine gitmişti. Yedinci kattaki ofisine girmiş, her zamanki gibi purosunu yakıp bitirmiş, bu arada o gün yapılacak işlere bir göz gezdirmişti. Birkaç telefon konuşması, birkaç dosya kontrolü, birkaç ihale işinden sonra doktor tavsiyesiyle hafifletilen öğle yemeğini afiyetle yemiş ve tekrar ofisine geçmişti. Alman bir firmanın temsilcileriyle yapılacak sanal konferansın hazırlıklarıyla uğraşırken telefon çaldı. “Söyle Şebnem.” “Acil bir telefonunuz var efendim.” “Kimdenmiş?” “Dize Hanım’dan.” “Hımm, bağla öyleyse. Bakalım neymiş acil olan?” “Peki efendim.” Bir-iki saniye sessizlikle geçti. Ardından bir burun çekişi sesi duydu Taylan.

16


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Çok kötü bir şey oldu Taylan Bey…” Resmen ağlıyordu kız. Taylan o güne dek Dize’nin telefonda ağladığını görmüş değildi. “Ne oldu kızım? Ağlıyor musun sen?” “Çok kötü… Nasıl söyleyeceğim bilmiyorum…” “Söyle yavrum, yabancı mıyım ben? Nedir bu kadar canını sıkan?” “Ali…” “Ali mi?” “Uçak kazası… Đsviçre’ye gidecekti… Telefon etmişti… Tekirdağ’da…” “Kızım tane tane konuş, anlamıyorum. Önce bir sakin ol. Sonra yavaş yavaş anlat.” “Ali beni aradı birkaç saat önce. Önemli bir buluş yaptığını söyledi. Bu buluşun güvenliğini sağlamak için Đsviçre’ye gidiyormuş. Bilim adamlarına onaylatmak için sanırım, bilmiyorum. Sonra uçağının anonsunu duydum. 217 sefer sayılı diyordu. Öğleden sonra haberlere baktım. Tekirdağ’da düşmüş o uçak. Đsviçre uçağı… 217 sefer sayılı…” Taylan için zaman durmuş, dünya kararmış, hayat bitmişti. Dize’nin dediklerini gayet iyi anlamıştı. Ali öldü diyordu düpedüz… Oğlu, canı, her şeyi… Yıkıldı Taylan. Kalbi atıp atmamak için karar veremez oldu. Nefesi ciğerlere gidip gitmemeye tereddüt etti. Telefonun ahizesi elinden kayıp giderken Dize’nin sesini zar zor algılıyordu kulakları: “Taylan Bey, orada mısınız? Đyi misiniz?” “Buradayım,” dedi gırtlaktan çıkan yavan bir sesle. “Ama iyi değilim. Hiç değilim.”

17


SIFIR: “Komplo”

“Geliyorum, birazdan oradayım. Siz ne kadar üzgünseniz, ben de o kadar üzgünüm. Ali sizin oğlunuzsa benim de…” “Tamam Dize, bekliyorum,” dedi Taylan sözünü keserek. Telefonu daha fazla elinde tutamayacaktı. Ahizeyi dalgınca yerine koydu ve koltuğunu çevirerek arkasındaki tüm cepheyi kaplayan camdan dışarıyı seyretti. “Oğlum,” diyordu durmadan. “Canım oğlum…”

***

On beş dakika sonra Dize ile karşılıklı oturuyorlardı. Đkisi de bol bol ağlamış, gözleri fazlasıyla kızarmıştı. Dize ona sabah olanları ayrıntılı olarak anlattı ve içinde küçük de olsa bir şüphe olduğunu söyledi: “Acaba onun araştırmalarından zarar gören birilerinin işi mi?” Bu düşünce ona önce paranoyakça gelmiş, kimin hangi mantıkla bir kişi için koca uçağı düşüreceğini bilememişti. Ne kadar düşünse de, yoğun üzüntünün verdiği uyuşukluğu atlatamamış olan beyni ona bir cevap vermekten çok uzaktı. Oysa Dize bu fikrini Taylan’a söyler söylemez, yaşlı adam yerinden fırladı, “Evet, bu bir sabotaj, adım gibi eminim. Birilerinin işi bu,” diye tekrarlayıp durdu. “Ama ben Taylan Yıldırım’sam bu işi çözerim… Ali’ye suikast düzenleyen o

orospu çocuklarını da Cehennem’in dibine

gönderirim.” Dize, Taylan’dan küfür duymaya alışık değildi, ama yadırgamadı. Bir küfür edilecekse tam yeriydi.

18


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Taylan, artık gidebileceğini, kendini iyi hissettiğini söyleyince Dize holdingden ayrıldı. Ama içi içini yiyordu. Bir şeyler yapmalıydı.

15 Ekim 2008– 06.45 Polis Merkezi/Đstanbul

“Sıradan bir günde uyudum, sıra dışı bir günde uyandım. Ya da kutsal bir günde mi demeliyim? O gün her şey değişti. Tanrı benimle konuştu. Artık yaşamaması gerekenleri, ölmeyi hak eden karanlık ruhlu kâfirleri bana göstermeye başladı. Tanrı’nın buyruğuna nasıl karşı gelebilirdim? Onları nasıl sağ bırakabilirdim? Cinayet işlemem gerekiyorsa, evet işleyecektim. Ve işledim de. Elime bıçağımı aldım, gidip onlara layık oldukları şeyi sundum: Ölümü.” Sorgu odasındaydılar. Ortasında metal bir masa olan havasız, küçük odada… Cinayetleri işlediğini hiç oyalanmadan itiraf eden baş şüpheli Đlhan Orhan’ın yüzünde içten bir ifade vardı. Söylediklerine gerçekten inanıyor gibiydi. Çelimsiz, kumral bir adamdı. Konuşurken gözlerini kırpıştırıyordu. Tel çerçeveli gözlükleri hafifçe burnunun aşağılarına kaymıştı ama bunu umursamıyor, gözlüğü düzeltmek için en ufak bir harekette bulunmuyordu. Masanın etrafında volta atmakta olan Murat Arıkan buruk bir bakışla süzdü onu. Kırklı yaşlarına yaklaşmış ama yine de genç görünen iri yapılı bir polisti. Ela gözleri, oldukça esmer bir teni, kısa siyah saçları vardı. Köşeli, sert bir yüze ve her daim karşısındakini ölçüp biçen bakışlara sahipti aynı zamanda.

19


SIFIR: “Komplo”

‘Öldürmek’ten böyle soğukkanlılıkla söz edilmesi hayatında en nefret ettiği şeydi. Đnsan canını almak ve sonra bundan bahsedebilmek o kadar kolay olmamalıydı. Đnsanlar ölüm ve yaşam arasındaki çizgiyi böylesine silip atmamalıydı. Üstelik Đlhan Orhan pişman değildi. Yaptıklarını bilerek ve isteyerek yapmıştı. Đlk bakışta bunu anlamıştı Murat. Kimi katiller yaptıklarından öylesine pişman olurlardı ki, bu duygudan kurtulabilmek için kendilerini kandırmaya çalışır, bin bir yalan sıralarlardı. Bir de duygularını hiç yansıtmayan, Murat’ın bile çözemedikleri vardı aralarında. Ama Đlhan Orhan iki gruba da uymuyordu. Tereddütsüz bir yalan söylüyordu, bu yalana gerçekten inanıyordu ve pişman değildi. Eline fırsat geçse başka insanları da öldürmekten çekinmezdi. Tehlikeliydi. Fazlasıyla. Onun karşısına oturup, “Demek Tanrı seninle konuştu?” dedi. Gözlerini gözlerine dikmişti. “Ve senden üç kişiyi öldürmeni istedi.” Đlhan’ın gözlerini ilk kez öfke sardı. “Đstemedi, buyurdu. Tanrı istemez, emreder.” “Tamam. Tanrı seninle konuşup üç kişiyi öldürmeni emretti. Ve şansa bak ki bu üç kişinin ilki, seni işten kovup parasız pulsuz bırakan patronun Yiğit Kırım oldu. Đkincisi, sen evin kirasını bile ödeyemeyecek hale gelince evliliği bitirme kararı alan ve seni terk eden karın Sevilay. Üçüncü ve sonuncusu da, kirayı iki kez ödemeyince hiç acımadan seni sokakta bırakan ev sahibin Sadık Bey.” Güldü. “Buna inanmamı beklemiyorsun herhalde?”

20


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Neye

inandığın

umurumda

değil!

Ben

doğru

söylüyorum.

Yaşadıklarımı anlatıyorum. Onlar ölmeliydiler ve öldüler,” diye bağırdı Đlhan. “Bunu isteyen ben değildim. Ben buna cüret edemem. Bunu emreden Tanrı’ydı, gerçekleştirense ben oldum.” Ne sesi ne de yüzüyle kararlılığından hiçbir şey kaybetmemişti. Bu adam beni ürkütüyor, diye düşündü Murat. Evet, belki delinin tekiydi ama daha önce karşılaştığı sıradan katillerle uzaktan yakından alakası yoktu. Foyasını ortaya çıkarabilecek bulgular açıklanırken bile en ufak bir paniğe kapılmamıştı. O düşüncelere dalmış ve odayı rahatsız edici bir sessizlik kaplamışken, kapı açıldı ve polis memuru Hasan başını içeri uzatıp gelmesini işaret etti. “Burada bekle, geleceğim,” diyen Murat kalktı ve odadan çıkıp kendini Hasan’ın yanına attı. “Suçunu itiraf ediyor ama bu zırvalıklarla en fazla tımarhaneye tıkarlar. Oradan da ne yapar eder kurtulur,” diye homurdandı. “Başka bir şeyler denemeliyiz.” Durakladı, Hasan’a baktı. “Ne oldu, sorgunun orta yerinde niye çağırdın?” “Başkomiser Kadir sizi istedi komiserim. Önemli olduğunu söyledi. Sorguda olduğunuzu belirttim ama umursamadı. ‘Çıkıp gelsin, bunun yanında sorgunun önemi sıfır,’ dedi.” Murat başıyla onayladı ve Başkomiser’in odasına doğru yürümeye başladı. Meraklanmıştı. Bir cinayet sorgusunu bile önemsiz kılacak ne olabilirdi?

21


SIFIR: “Komplo”

Đçinden, ‘bunun yanında sorgunun önemi sıfır’ diye tekrarladı. Ve önemli mevzunun neyle ilgili olduğunu tam da o anda anladı. “Sıfır,” diye mırıldandı, gülümsedi.

***

Kapı hafifçe tıklatıldığı sırada Başkomiser Kadir masasındaki raporları incelemekle meşguldü. “Girin,” dedi dalgınca. Kapı aralandı, Komiser Murat Arıkan içeri girdi. Başkomiser raporları çekmecesine koyup dikkatini ona verdi. “Ben de seni bekliyordum Murat. Geç, otur.” Murat içindeki beklenmedik heyecanı yenmeye çalışarak, ‘geçip oturdu’. “Hayırdır başkomiserim?” dedi muzip bir tavırla. “Önemli bir sorgudaydım, ama meğersem bu mevzunun yanında önemi ‘sıfır’mış da haberim yokmuş.” Kadir gülümsedi. “Belki tahmin etmişsindir, eski patronunla görüşeceksin.” Arka cebinden cüzdanını, onun içinden de bir kartviziti çıkardı ve Murat’a uzattı. Murat kartviziti alıp dikkatle inceledi. Onun için tanıdık denebilecek, siyah ağırlıklı ciddi bir kartvizitti. ‘Yıldırım Holding – Taylan Yıldırım’ yazıyordu üzerinde. Başını kaldırdı. “Hemen mi?” diye sordu. Başkomiser Kadir başıyla evetledi. “Hemen.”

22


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

15 Ekim 2008 – 16.30 Đstanbul TEM Otoyolu

Dize gözyaşlarıyla

Demirsoy, silip

yüreğinde

atmaya

toplanıp

çalışıyor

ama

büyüyen

acı

başaramıyordu.

dalgalarını Yine

de

gözlerinden süzülen su damlacıklarının ve gayet boş bir yolda otomobilini rahatça, istediği hızla kullanabiliyor olmasının getirdiği geçici bir huzur da yok değildi. Olay yerine yani Tekirdağ’da uçağın düştüğü alana bizzat gitmeye karar vermişti. Neler olduğunu görmeli ve elinden gelirse bulguları bizzat incelemeliydi. Evinde kös kös oturup bekleyecek değildi. Henüz bu kararın mantığını kendi içinde sorgulamamıştı ve oraya ulaşana kadar da yapmaya niyeti yoktu. Şu anda duygularıyla hareket ediyor ve bununla gurur duyuyordu. Ne olursa olsun, uçağın düşürüldüğünden emindi. Ali’nin tam da buluşunu onaylatıp güvenceye almaya giderken bindiği uçağın düşmesi çok büyük bir rastlantıydı ve Dize böyle rastlantılara inanmazdı. Elini cebine atıp cep telefonunu çıkardı ve Taylan’ın numarasını tuşladı. Çok geçmeden adamın, “Alo,” dediğini duydu. Her şeye rağmen sesi gür ve gayet net çıkıyordu ama içinde saklı acı parçacıklarını hissetmemek mümkün değildi.

23


SIFIR: “Komplo”

Selam faslını geçen Dize, “Olay yerine gidiyorum Taylan Bey,” dedi hemen. “Bilgi toplamaya çalışacağım. Muhakkak bir şeyleri hasıraltı etmeye çalışacaklar. Buna izin verilmemeli.” “Olayı araştırması ve olay yerini incelemesi için Tekirdağ’a bir adamımı gönderdim, o da şu anda yolda olmalı. Yine de gitmek istersen sen bilirsin Dize, ama bence gerek -” “Gerek var,” diye sözünü kesti Dize. “Emin olun gerek var. Gönderdiğiniz adama güveniyor musunuz?” “Fazlasıyla.” “Öyleyse onunla birlikte çalışabiliriz.” Taylan’ın düşünceli bir şekilde içini çektiğini duydu. “Olay yerinde buluşursunuz,” dedi sonra. Dize internette o kara habere rastladığından beri ilk kez gülümsedi. “Neden olmasın?” “Đsmi Murat Arıkan. Şimdi bir polis ama eskiden uzun yıllar benimle çalıştı. Söylediğim gibi, ona kayıtsız şartsız güveniyorum. Birazdan arayıp seninle buluşacağını ona söyleyeceğim.” Kısa bir sessizlikten sonra Taylan buruk bir ses tonuyla ekledi: “Şimdi kapatıyorum, tahmin edebileceğin gibi işim başımdan aşkın.” Dize sanki hattın diğer ucundaki Taylan onu görebilecekmiş gibi, refleks olarak başını salladı ve telefonu kapatıp yan koltuğa attı. Nihayet harekete geçebilmek, içini açıklanamaz bir heyecanla doldurmuştu. Kalbi göğüs kafesinden kurtulmak istercesine çırpınıyor, bacakları titriyordu. Đşte başladık, diye düşündü.

24


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Ali’nin katillerini bulmadan ve komployu bütün ayrıntılarına dek açığa çıkarmadan bu işten vazgeçmeyecekti.

15 Ekim 2008 – 17. 20 Tekirdağ

Tekirdağ’da, 217 sefer sayılı uçağın düştüğü alanda tam bir cümbüş yaşanmaktaydı. Polis arabaları, polis memurları, ambulanslar, doktorlar, yolcuların yakınları… Ambulanslar ölüleri taşıyor, polisler enkazı inceliyordu. Gazetecilerin olay yerine gelmesi bile engellenememişti. Kameramanlar görüntü kaydı yapıyor, fotoğrafçılar ise hiç durmadan fotoğraf çekiyordu. Son dakika haber bültenleri için canlı yayın bağlantısı kuranlar bile vardı. “Sayın seyirciler, şimdi Đsviçre uçağının düştüğü olay yerindeyiz. Yüze yakın yolcunun bulunduğu uçakta sağ kurtulan olmadığı belirtiliyor. Çalışmalar sürüyor. Gelişmeleri aktarmaya devam edeceğiz.” Yolcuların yakınları ise en kötüsüydü; ağlıyor, bağırıyor, çığlık atıyor, uçağa daha fazla yaklaşmak için karşılarına çıkan herkesi hiçe sayarak ilerliyorlardı. Hiç kimsenin sağ kurtulamamış olması, her şeyi daha da içinden çıkılamaz hale getiriyordu. Uçak düştükten sonra asfalt yol boyunca sürüklenmiş ve ardında düz, siyah bir çizgi halindeki uzun bir iz bırakmıştı. Hem darbenin hem de sürüklenmenin etkisiyle gövdesi ikiye ayrılmıştı. Yaralı yoktu, istisnasız

25


SIFIR: “Komplo”

herkes ölmüştü. Ne pilot sağ kalmıştı, ne hostesler, ne de yolcular. Çıkan yangında cesetler kömürleşmiş, tanınamaz hale gelmişti. Enkaza uzaktan bakmak bile insanın midesini alt üst ediyordu. Murat, Taylan’la görüştükten hemen sonra yola çıkmış ve birkaç dakika önce olay yerine ulaşmıştı. Bulguların gerçekçi şekilde rapor edilip edilmediğini dikkatle denetliyordu. Hiçbir kanıt yok edilmemeli, elde edilen hiçbir bilgi yok sayılmamalıydı. Bu işin Ali ve Taylan için ne kadar önemli olduğunu biliyor, ona göre davranıyordu. Üstelik sadece onlar için önemli olması değildi Murat’ın bu işe dört elle sarılmasını sağlayan… Taylan komplo olasılığından bahsetmişti ve bu ihtimal Murat’ı heyecanlandırıyordu. Uzun bir aradan sonra çözmek için elinden geleni ardına koymayacağı ‘büyük’ bir iş çıkmış olabilirdi. Denetlemelere devam etmek için metrelerce ilerideki enkaza doğru yürümeye başladı. Cesetleri taşıyan doktorları kontrol edecek, hiçbir cesedin ortadan kaybolmadığından, hepsinin eksiksiz olarak ambulanslara taşındığından emin olacaktı. Birkaç adım atmıştı ki, bir el omzuna dokundu. Bu ani dokunuşun etkisiyle hızla döndü ve omzuna dokunan eli kavrayıp bükmeye yeltendi. Son anda o elin sahibinin bir kadın olduğunu fark edip durmasa, gerçekten bükecekti de. Elini geri çekti, “Dize Demirsoy olmalısınız,” dedi. “Kusura bakmayın, her an tetikte olmam gerekiyor.” Dudakları alaylı bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Ama siz de böyle arkadan yaklaşmaktansa önce seslenmekle daha iyi edersiniz, yanılıyor muyum?”

26


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Siz de gözünüzü arkanızdan ayırmamakla daha iyi edersiniz, ne de olsa bu işte her an her şey olabilir. Yanılıyor muyum?” diye cevap verdi Dize, yüzünde Murat’ın alaycı gülümsemesinin kusursuz bir kopyasıyla. Murat elini uzattı. “Ben Murat Arıkan.” Dize de uzanıp Murat’ın elini hafifçe sıktı. “Ben de bildiğiniz gibi Dize Demirsoy’um. Taylan Bey geleceğimi bildirmiş olmalı.” Murat başıyla onayladı. “Enkazı incelemeye gidiyordum,” dedi, “isterseniz beraber devam edelim.” Oraya doğru yürümeye başladılar ve Murat konuşmaya devam etti: “Taylan Bey sizden bahsetti ama bu işle ne gibi bir ilginiz olduğunuzu söylemeye fırsat bulamadı. Sadece bir yakını olduğunuzu ve işinizi iyi yapacağınızdan emin olmamı söyledi. Ama bu kadarla sınırlı olduğunu zannetmiyorum.” Dize içini çekti. “Şimdi de bunu anlatacak zaman yok, çünkü klişe bir şekilde belirtmem gerekirse; bu uzun bir hikâye. Belki daha sonra. Şunu bilseniz yeterli Murat Bey: Bu işin içindeki bityeniğini ortaya çıkarmak benim için her şeyden önemli, ve canımı dişime takıp bunu başarmaya çalışacağım.” Gergin bir sessizlik oldu. “Her neyse, isterseniz işimize dönelim. Bir şeyler bulabildiniz mi?” “Henüz enkazı incelemedim. Ama bildiğim bir şey var: Ali Yıldırım’ın cesedini teşhis etmemizin imkânı yok çünkü çıkan yangının etkisiyle uçaktaki tüm cesetler tanınamaz hale gelmiş.” Dize yutkundu. Ali’nin uçak düştüğü sırada neler hissettiğini hayal etmeye çalıştı, ama böyle bir dehşeti tasavvur edebilmesi olanaksızdı. Çıkan yangında ölmüş olması ihtimali ise en korkuncuydu.

27


SIFIR: “Komplo”

Enkaza ulaştıklarında, orada beklemekte olan üniformalı polisler Dize ve Murat’ı durdurmaya çalıştılar ama Murat hızlı bir hareketle kimliğini gösterdi ve aynı polisler hızla geri çekildiler. Uçağın iki parçaya ayrılan gövdesi birbirine oldukça yakın duruyordu. Neyse ki düz bir pozisyonda sayılırlardı, yani içlerine girilebiliyordu. Murat, Dize’ye belli belirsiz bir şüpheyle baktı. “Gelecek misin?” Dize uçaktaki cesetlerinin yarısının hâlâ içeride olduğunu biliyordu. Kömürleşmiş,

tanınamaz

hale

gelmiş

cesetler…

Onları

görmeye,

yanlarından geçmeye, hatta gerekirse dokunmaya hazır mıydı? Bunu yapabilir miydi? Peki bu işi Murat’a bırakıp kenara çekilebilir miydi? “Hayır,” dedi. “Yani, evet. Geliyorum.” Önce gövdenin bir yarısını, sonra diğer yarısını inceleyeceklerdi. Oraya buraya savrulmuş metal levhalar arasında yürüyerek gövdenin soldaki parçasına girdiler ve cesetler arasında ‘gezinmeye’ başladılar. Đçeriye ölüm kokusu sinmişti ama cesetleri görmek, belki de kendini en kötü etkiye hazırlamış olduğu için Dize’ye beklediği kadar korkunç gelmedi. Ama yeterince mide bulandırıcıydı; bugün yemek yiyebileceğini hiç zannetmiyordu. Orada kayda değer hiçbir şey bulamadılar. Murat cesetlerle burun buruna gelmek pahasına koltukların altlarını ve bagaj gözlerini bile inceledi ama ellerine geçen koca bir ‘sıfır’dı.

28


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Sağdaki parçada ise Dize’yi iyi mi kötü mü karar veremediği bir sürpriz bekliyordu. Murat’ın birbiri üzerine yığılmış kırık dökük metal levhaların altından çıkardığı siyah çantayı gördüğü anda gözleri büyüdü. “Bu Ali’nin çantası,” dedi. “Hiç yanından ayırmazdı.” Murat’ın çantayı açmaya çalışıp başaramadığını görünce ekledi: “Aynı zamanda şifreli.” Gidip çantayı onun elinden aldı. “Ve ben şifreyi biliyorum.” Şifreyi çabucak girdi ve çantanın kilidi bir ‘tık’ sesiyle açıldı. Dize heyecanla içine baktı. Ama çanta boştu. “Boş çantayla gezmek gibi bir huyu olduğunu sanmıyorum,” dedi Murat düşünceli bir tavırla. Dize’nin

yüzü

bembeyaz

kesilmişti.

“CD’ler,

evraklar,

deney

sonuçları. Her türlü bilgi çalınmış. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Tam da düşündüğüm gibi bu olayın ardında bir komplo -hem de büyük, çok büyük bir komplo- yatıyor.” Murat’ın yüzüne baktı. “Ve biz bunu çözmek zorundayız.”

15 Ekim 2008 – 18.30 Tekirdağ’da Bir Kafe

Çantayı

bulmaları

hiçbir

şeyi

değiştirmemişti,

çünkü

Dize

boşaltılmadan evvel içinde neler olduğunu bilse bile, bunu kanıtlaması mümkün değildi. Yani boş bir çanta delil olarak hiçbir anlam ifade etmiyordu.

29


SIFIR: “Komplo”

Đstanbul’a dönmeden önce, rahatça oturup konuşabilmek için bir kafeye girdiler. Üç ayrı köşesi olan sevimli bir mekândı: Bir köşede kırmızı, puf koltuklar, bir köşede yuvarlak siyah masaların etrafındaki ikişer sandalye,

diğer

köşede

ise

daha

fazla

kişi

geldiğinde

rahatlıkla

oturabilmeleri için beş-altı kişilik, gri renkli dikdörtgen masalar… Đkinci köşeyi yani yuvarlak masaları seçtiler ve oraya doğru yürüyüp onlardan birine oturdular. Garson gelip bir arzuları olup olmadığını sorduğunda, Murat kallavi bir Türk kahvesi, Dize ise demli bir fincan çay istedi. Garson uzaklaştığında, “Artık şu uzun hikâyeyi dinleyebileceğimi umuyorum,” dedi. “Olay yerini de inceledik, yani bugünkü işimiz bitti. Yeterince zamanımız var.” Ellerini sabit tutmuyor, sürekli hareket ettiriyordu; ya birbirine sürtüyor, ya parmaklarını kıtlatıyor, ya da ritim tutar gibi parmak boğumlarını masaya hafifçe vuruyordu. Bir tür alışkanlık olmalıydı. Buna

aldırmayan

Dize

konuşmaya

başladı:

“Bildiğiniz

gibi

insanlarımız…” Murat birden elini kaldırıp, “Artık şu sizli bizli konuşmaları bırakalım. Kendimi resmi bir toplantıda gibi hissediyorum,” dedi. “Alışık değilim.” Dize gülümsedi. “Hay hay…” Ve konuşmasına, biraz önce yarım kalan cümlesine baştan başlayarak girişti: “Bildiğin gibi insanlarımız yalnızca

gördüklerine,

duyduklarına

ve

diğer

duyu

organlarıyla

algılayabildiklerine inanma eğilimi içindeler. Bu eğilimin altında ne yattığı asla tam olarak kanıtlanamadı ve kanıtlanamayacak da. Ama ben asıl nedenin ‘korku’ olduğunu düşünüyorum. Evrende onlar için tehlike teşkil

30


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

edebilecek varlıklar olduğuna inanmaları her şeyi değiştirecek ve böyle tehlikeli bir değişimi kabul etmeye yanaşmıyorlar.” “Bunun için onları suçlayabilir misin?” “Tabii ki suçlayamam. Haklılar da. Kendi hayallerini aşan gerçekler olduğuna inanmak istemiyorlar. Belki de her şey hayal gücü olgusunda saklı.” Murat nihayet ellerini sabitlemişti. “Bu konuda sana katılmıyorum,” dedi kesin bir tavırla. “Ne konuda?” “Her şeyin hayal gücü olgusunda saklı olduğu konusunda. Buna inanmıyorum. Üstelik sana bir kanıt da gösterebilirim.” Dize gülümsedi. “Neymiş bu kanıt? Dinliyorum.” “Gökhan Kartal’ı tanır mısın?” “Şu ünlü korku yazarı değil mi? Kitapları çok satanlar listesinin tepesinden

inmiyor

hani…

Tabii

başka

bir

Gökhan

Kartal

varsa

bilemeyeceğim.” “Aynı kişiden bahsediyoruz.” O sırada garson elinde bir tepsiyle yanlarına geldi. Tepsideki birer fincan çay ve kahveyi ve de son olarak bir bardak suyu bıraktıktan sonra başını içten bir gülümsemeyle sallayarak oradan uzaklaştı. Murat elini cebine attı, bir paket sigara ve bir de çakmak çıkardı; paketten bir sigara alıp çakmakla yaktı, ağzına götürdü. Sonra yeni aklına gelmiş gibi paketi Dize’ye uzattı. “Kullanıyorsan buyur, tepe tepe kullan.” “Hayatımda kullanacağım son şey sigaradır,” dedi Dize. “Bir maddenin bağımlısı olmak kadar küçük düşürücü pek az şey var.”

31


SIFIR: “Komplo”

Murat güldü. Dize şaşkın bir bakış attı. “Neden güldün?” “Eğer sigara tiryakisiysen böyle şeylere kafa yormak yerine bir sigara yakmayı tercih edersin de ondan.” Dize, ‘bu konuyu sonra konuşacağız’ minvalinde bir bakış attıktan sonra, çayından bir yudum aldı. “Konumuza dönelim,” dedi. “Gökhan Kartal’dan söz ediyordun.” “Evet, Gökhan Kartal. Yıllar önce, daha on beş-on altı yaşlarındayken söz konusu yazarımızın bir paneline katılmıştım. O sıralar hayaletlerle ilgili bir kitap yazmıştı. Đsmi de ‘Ölümün Gölgesi’ydi sanırım, ama yanlış hatırlıyor da olabilirim. Her neyse… Kitap epey popülerdi ve panelde hakkında epey soru soruldu. Bunların arasında tamı tamına hatırladığım bir tanesi var ki, o da kanıtımızı oluşturan fikirler zincirinin başlangıcı.” Gözlerini boşluğa dikti. Geçmişe dönmüştü sanki; bakışları odaksızdı, buğuluydu. “Kilolu, sarışın bir çocuk kalkıp kitap hakkında övgü dizdikten sonra, sorusunu sordu: ‘Hayaletlere inanır mısınız Gökhan Bey?’” Murat bir an duraklayıp gülümsedi. “Yazarımız bu soruya ne cevap verdi sence?” Dize ‘bilmem’ dercesine omuz silkti. “Ya inandığını söylemiştir ya da gizemli bir cevap vererek geçiştirmiştir, bilemiyorum.” “Hayır,” dedi Murat. “Đkisi de olmadı. Gökhan Kartal güldü. Neredeyse kahkaha atacaktı ama kendini son anda dizginledi ve çocuğun sorusunu cevapladı: ‘Hayalet diye bir şey yoktur. Đnsanlar öldükten sonra hiçbir formda dünyaya dönemezler. Hayaletler hakkında bir kitap yazmış olmam, onlara inandığım anlamına gelmiyor.’ Ve bunu söyledikten sonra,

32


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

hayaletlerin yanı sıra diğer hiçbir doğaüstü varlığa da inanmadığını ısrarla belirten uzun bir konuşma yaptı. Ona göre ne vampir vardı, ne kurt adam, ne cadılar, ne hayaletler, ne de diğer fantastik varlıklar. Dinleyicilerine de aksini düşünmemelerini tembihledi. ‘Benim kitaplarımı okuyor olabilirsiniz ve iyi de ediyorsunuz, ama konu hayat olduğunda gerçeklerden başka rehber kabul etmeyin,’ dedi.” Murat’ın yüzü artık ciddi bir ifadeye bürünmüştü. Sigarasını ağzına götürdü, ağzına dolan dumanı havaya saldı ve gözlerini Dize’nin gözlerine dikti: “Emin ol, Gökhan Kartal çok başarılı bir yazardı. Hatta şimdi bile öyle. Kitaplarından hayal gücü fışkırıyor. Đnsanların aklından bile geçirmeyeceği olağanüstü olguları kitaplarında mükemmel bir ustalıkla anlatıyor. Edebiyat dünyasında saygın bir yere sahip; pek çok ödül de aldı. Ama panelde verdiği cevapta da son derece samimiydi. Yazdıklarının hiçbirine inanmıyor. Öyleyse, insanların yalnızca hayal güçlerini aştığı için doğaüstü varlıklara ve gerçekliklere inanmadıklarını nasıl söyleyebiliriz? Ve sana şunu söyleyeyim, ben de gözümle görmediklerime inanmam.” Al işte, diye düşündü Dize, bu işte birlikte çalışacağım polis de doğaüstü varlıklara inanmıyor. Tahmin etmeliydim. Aslında bu konuda konuşmayacaktı

ama

dayanamayıp,

“Gözlerine

nasıl

bu

kadar

güvenebiliyorsun?” diye sordu. “O gözler sana aslında olmayan şeyleri de gösteremezler mi? Seni yanıltıp tehlikeye hatta ölüme sürükleyemezler mi?” “Bugüne

dek,

söylediklerinin

hiçbiri

gerçekleşmedi.”

gülümsedi. “Ve bence bu yeterli bir güvence, ne dersin?”

33

Murat


SIFIR: “Komplo”

“Ya gerçekleşirse?” Murat’tan bir cevap gelmeyince devam etti: “Duyu organlarının bu kadar güvenilir olduğuna inanmak çağımız insanının en büyük hatası. Ancak dinî konularda gözleriyle göremediklerinin gerçek olabileceğini kabul ediyorlar. Aslında teoride hiçbir farklılık yok ama kimse bunun farkında değil.” Uzun bir sessizlik oldu ve bu sessizliği çay-kahvelerini bitirmek için kullandılar. Murat kahvesinden son yudumunu alıp fincanı masaya koydu ve sigarasını söndürüp kül tablasına bıraktı. “Her şeye tamam da,” dedi, “tüm bunların Ali Yıldırım’la ilgisi ne?” Dize derin bir nefes alıp verdikten sonra anlatmaya koyuldu: “Ali’nin deneyleri, evrende başka bir titreşim düzeyinde bulunan maddeler olup olmadığıyla ilgiliydi. Ali’ye göre aynı anda aynı yerde, farklı titreşim düzeylerinde farklı maddeler bulunabilirdi. Bilinen maddeler dışında, henüz keşfedilmemiş yeni bir boyuttan da söz edebilirdik.” “Titreşim düzeyi mi? Hani şu birimi Hertz olan mı?” Dize bu alaya pek aldırmamış görünüyordu. “Hayır tabii ki. Daha iyi anlayasın diye öyle izah etmeye çalışıyorum. Bak şimdi, evrendeki tüm maddeler atomlardan oluşuyor, değil mi? Ve onlara eşlik eden dalgalardan. Hani bir foton hem parçacık hem de dalgadan oluşuyor ya, aslında tüm maddeler öyle. Atomlardaki elektronlara bile bir dalga eşlik ediyor. Neyse fiziğe girersek bir daha çıkamayız. Şunu söylemeye çalışıyorum: Ya evrende bizim ölçü aletlerimizin ölçemediği, şu anki teknolojimizle algılayamadığımız ‘şeyler’ de varsa. Dalga veya madde olabilir. Ya da bir tür enerji. Henüz karanlık enerjiyi bile çözememişken,

34


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

başka tür enerjilerin olmadığını nereden bilebiliriz. Tüm maddeler bir şekilde titreşiyor değil mi? Ya henüz keşfedemediğimiz bu maddeler de farklı bir titreşim düzeyindeyseler? Örneğin parapsikologlar şöyle düşünür: Aslında düşünceler de bir tür maddedir ama bizim dünyamızın titreşim düzeyinde değildir. Ve beynimiz bir şekilde düşünce denilen şeyi çevirip elektriksel sinyaller haline getirebilir. Ya da bunun gibi bir şey…” Murat’ın yüzünde neye yoracağını bilemediği bir ifade vardı. “Eğer bu kanıtlanırsa hayaletlerden cinlere, parapsikolojik fenomenlerden uzaylılara kadar şimdiye dek açıklanamamış pek çok şeye çözüm bulunabilecek,” diye açıkladı Dize. “Aslında Ali o boyutun varlığından emindi, ama asıl sorun boyutlar arasındaki madde ve enerji transferiyle ilgiliydi. Đşte Ali’nin son buluşunun tam da bu konuyla ilgili olabileceğini düşünüyorum.” “Yani boyutlar arası geçişin keşfedilmesini istemeyenler Ali’yi yok edip deney verilerini ele geçirdiler?” Dize başıyla onayladı. “Aynen öyle.”

Ertesi Gün: 16 Ekim 2008 – 09.25 Beşiktaş-Đstanbul

Dize evindeydi; mutfakta oturmuş kahvaltı yapıyordu. Önceki gün, tam da tahmin ettiği gibi, boğazından tek bir lokma geçmemişti. Şimdi de yiyesi yoktu ama açlıktan bitkin düşmemek için bir şeyler atıştırması gerekiyordu. Sabah erkenden kalkmış, birkaç saat televizyon başında

35


SIFIR: “Komplo”

oturmuştu. Ekrana bakıyordu ama aklı başka bir yerdeydi, gözleri hiçbir şey görmüyordu. Aklına her daim Ali geliyordu; onun ölümü, yüreğinde yeri doldurulamayacak koca bir boşluk yaratmıştı. Zamanında onu âşık olmasıyla ilgili değildi bu, veya şimdi bile ona olan yoğun sevgisini muhafaza etmiş olmasıyla da ilgili değildi… Her ne olursa olsun; ister sevgili, ister sıkı bir dost, Ali Yıldırım onun için bambaşka bir insandı, özeldi. Zihninde bir kara bulut gibi dikilen bu düşüncelerden sıyrılmasını sağlayan, çalmakta olan cep telefonu oldu. Hemen açtı, kulağına götürdü ve, “Efendim?” dedi. “Benim Dize, Murat. Numaranı Taylan Bey’den aldım.” Dize hemen doğruldu. “Ne oldu Murat? Bir şey mi var?” “Olay yerindeyim. Gelişmeleri haber vereceğim ama hiçbirinin hoşuna gideceğini sanmıyorum. Durum kötü görünüyor.” Dize zaten gelişmelerin başka türlü olacağını hiç düşünmemişti. “Dinliyorum,” diye mırıldandı. “Taylan Bey sayesinde çalışmalar hızlandı. Uçaktaki herkesin kimliği tespit edildi, ayrıca hem CVR’yi hem FDR’yi yani iki tür kara kutuyu da açtırdık.” “Cesetler tanınmaz haldeydi, kendimiz bile gördük. Kimlikleri nasıl tespit edilebildi?” “Hem cesetlerin fiziksel özelliklerinden yararlanıldı, hem de uçağa binerken onları gören tanıklarla konuşuldu; çok yönlü bir tarama yapıldı anlayacağın. Kötü haber: Yolcu listesinde Ali’nin adı yoktu.” “Cesetler arasında?”

36


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum ama kimliği tespit edilen cesetler arasında da Ali yok. Tanıklar da uçağa bindiğini görmemiş.” “Peki uçak neden düşmüş?” “Anlaşılan pilot ağır bir kalp krizi geçirmiş ve paniğe kapılıp göstergelerle oynamış, ayarları bozmuş. Bilgisayarların kısa devre yapması engellenememiş ve uçak düşüşe geçmiş. Gidip kendim de inceledim Dize. Aksini gösteren hiçbir şeye rastlamadım.” Dize gözlerini yumdu. “Anlaşılan durum düşündüğümüzden bile büyük. Bu işin ardındaki kişiler işlerini şansa bırakmıyorlar. Peki şimdi ne olacak?” “Artık araştırmaların bir önemi kalmadı çünkü Ali’nin uçağa binmediğine kesin gözle bakılıyor.” “Peki ya çanta?” “Çantanın Ali’ye ait olduğuna dair bir delil bulunamadı. Taylan Bey elinden geleni yaptı ama onun tüm baskısına rağmen -olayda Ali’yle ilgili en ufak bir iz olmadığı için- bir soruşturma başlatılmadı.” Murat’ın sesi umutsuz görünüyordu. “Tam bir çıkmazdayız Dize.” Dize ayaklanıp duvara doğru yürüdü ve sol elini yumruk yapıp öfkeyle duvara geçirdi. Bunun ona kazandırdığı sadece kızaran bir el ve yoğun bir acı dalgası olsa da, Dize aldırmadı. “Daha önce de söyledim: Hiçbir şey göründüğü gibi değil!” diye gürledi. “Her şey bundan ibaret değil! Bana inanıyorsun değil mi?” “Đnanıyorum.” Murat’ın sesinde tereddüt yoktu.

37


SIFIR: “Komplo”

Dize nefes nefese kalmıştı. “Öyleyse bu işin peşini bırakmayacağız,” dedi. “Geri çekilmeyeceğiz. Olduğumuz yerde bekleyip her şeyin hasıraltı edilmesine seyirci kalmayacağız. Gerçekler açığa çıkacak!”

38


İKİNCİ KISIM

GEÇMİŞİN GÖLGELERİ


SIFIR: “Komplo”

16 Ekim 2008 – 11. 15 Đstanbul Değişim Üniversitesi

Dize Hoca’nın o günkü dersi öğrencilerin beklediği gibi geçmedi. Her dersine hevesle giren, öğrencilerin aklını başından alıp yeni bilgiler ekledikten sonra yerine koyan Dize Hoca’ları yoktu karşılarında. Sinirli, aklı başka yerlerde, bazen derste olduğunu bile zor hatırlayan biri vardı sanki. Öyle ki hiç olmayan bir şey olmuş, birkaç genç dersin sonunu beklemeden sınıftan çıkmışlardı. Dize onlara kızamazdı, çünkü ne halde olduğunu çok iyi biliyordu. Sonunda sınıftaki gürültü epey artınca Dize bir açıklama yapmak zorunda kaldı. “Arkadaşlar,” dedi elindeki tahta kaleminin kapağını kapatarak. “Biliyorum sıkıldınız… Mazeret uydurmayı seven biri değilimdir ama dün kendi adıma çok kötü bir şey yaşadım ve bugün bir türlü kendimi derse veremedim. Çok iyi bir arkadaşımı kaybettim arkadaşlar.” Dize bunu söyler söylemez sınıfta bir uğultu oluştu. “Başınız sağ olsun hocam,” sesleri birbirine karıştı. “Sağ olun. Bugün okula gelmemeyi de düşündüm, ama biliyorsunuz ilk vizeye çok az kaldı ve konuları yetiştirmem gerekiyor. Bugün size pek eğlenceli bir ders sunamıyorum ama…” Gençler durumu anlamış, öğretmenleriyle empati kurmuşlardı ve normalden bile sessiz olup dersi mümkün olduğunca anlamaya gayret

40


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

etmeye başladılar. Dize ders boyunca, hepsinin gözlerinde kendisine karşı pek hoşuna gitmeyen bir acıma gördü. Aslında durumu açıklama niyetinde değildi, ama iş çığırından çıkmak üzere olduğundan bunu yapmak zorunda kalmıştı. Yarım saat kadar dersi bu şekilde anlattıktan sonra gözü kapıya kaydı. Kirişe yaslanmış, kollarını bağdaş yapmış bir adam dikkatle onu izliyordu. “Arkadaşlar,

bugün

dersin

tekrarını

yapamayacağım,

kusura

bakmayın. Biraz erken de olsa dersi bitirmem gerekiyor,” dedi. Öğrenciler anlayışla mırıldandılar ve defter kalemlerini çantalarına atmaya başladılar. Dize dosya ve kâğıtlarını çantasına koyup kapı kirişinde bekleyen adamın yanına gitti. “Murat? Ne işin var burada? Bir gelişme falan mı var?” “Ben bu kadar dikkatle dinlenen bir hoca daha görmedim, nasıl bu kadar sessiz tutmayı başarıyorsun sınıfı Allah aşkına?” dedi Murat. “Hipnotize falan mı ediyorsun?” Dize önceki günden beri ilk kez gülümsedi. “Gel, odamda rahat rahat konuşalım.”

***

Birazdan A-303 numaralı odadaydılar. Karşılıklı iki sandalyede oturmuş konuşuyorlardı. Odaya girdiklerinde Dize masasının üzerindeki dağınık dergi ve dosyaları fark edip utanmış, hemen toplamaya çalışmıştı. Bu hareket

41


SIFIR: “Komplo”

Murat’ın hoşuna gitmiyor değildi. Belki de Dize, Murat’ın kendisini dağınık biri olarak tanımasını istemiyordu. Ona oturması için bir sandalye gösterdiğinde ancak silkindi Murat. Neler düşündüğüne şaştı. “Bir şeyi merak ediyorum,” diyordu şimdi. “Ali’nin kaybolmasıyla neden bu kadar ilgileniyorsun? Sanki hayatının amacı buymuş gibi davranıyorsun. Oysa işi bize bırakabilir, dersini anlatmaya devam edebilirsin. Tamam, Ali’yi yakından tanıyorsun belli ki. Belki de en iyi arkadaşındır, bilmiyorum. Ama yine de…” Dize önüne gelen saçları arkaya itti, şakaklarını ovaladı ve çekici sesiyle konuşmaya başladı. “Ali çok önemli bir işle uğraşıyordu Murat. Senin anlayabileceğini sanmıyorum.” “Biliyorum, farklı titreşim düzeyi, farklı boyutlar falan.” “Sadece onunla açıklanacak bir şey değil. Ali gerçeği arıyordu. Kendi hayatındaki gerçeği. Ve bu kadar yaklaşmışken onu engellediler.” “Anlamıyorum.” “Tamam, hepsini anlatacağım. Ama birer çay alalım istersen.” Murat itiraz etmedi. Dize telefonla büyük bardakta birer çay istedi. Çaylar gelir gelmez anlatmaya başladı. “Sen Ali’yi Taylan’ın öz oğlu sanıyorsun değil mi?” “Öyle değil mi?” “…”

42


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

16 Nisan 1975 – 09.00 Hatay’da Bir Polis Karakolu

Đsmail evdeki en temiz elbisesini giymiş, bebeği de temiz bir gömleğine sıkı sıkı sarmış ve ömründe ilk kez karakola gelmişti. O rutin ve temiz hayatında bir kez bile yolu düşmemişti polise. Şimdi ise çok tuhaf bir durum vardı ortada. Temizlediği bir sokağın ortasında beliriveren ufacık bir bebeği teslim edecekti. Aslında bebeği eve götürdüğünde karısı çok şefkat göstermiş, kendi bebeği gibi sevmişti. Ama onların da iki yaşında bir kız çocukları vardı ve ona bile yetişemiyorlardı. Allah’ın bir lütfü olarak düşünseler dahi, bu yeni çocuğa bakamayacaklarını biliyorlardı. Tek yapabilecekleri polise teslim etmekti. Onlar bir şekilde ya ailesine ulaşır (tabii bir ailesi varsa), ya da çocuk esirgeme kurumuna verirlerdi. Đsmail

içi

acıyarak

götürdü

onu

karakola.

Kapıdaki

polise

Başkomiser’le konuşmak istediğini söyledi. “Hayrola?” diyen memura çocuğu göstererek, “Sokakta buldum zavallıyı,” dedi. Memur sevimli çocuğa şöyle bir bakıp onları Başkomiser’in yanına götürdü. Đsmail, Başkomiser lafını duyunca hep bir korku hissederdi. Her daim bağırıp çağıran, etrafa emirler veren öfkeli bir adam tipi oluşurdu zihninde. Ama şimdi karşısındaki masada rahat rahat oturan adam hiç de öyle bir izlenim bırakmıyordu. Ortası dökülmüş, geri kalanı aklaşmış saçları,

43


SIFIR: “Komplo”

bembeyaz kabarık bıyıkları, iri gözlüğüyle gayet sevimli bir adama benziyordu. Konuşması da çok babacandı. “Buyurun,” dedi nazikçe masanın önündeki koltuklardan birini göstererek. Đsmail tedirgince oturdu gösterilen yere. “Sen çıkabilirsin oğlum,” emrini alan polis de hemen denileni yaptı, kapıyı arkasından kapatarak çıktı. Đsmail heyecanla durumu anlatmaya girişti. Ama kendisini deli sanmasın diye sis olayını ve bebeğin birdenbire belirişini söylemedi. Sadece çöpleri süpürürken onu sokakta bulduğunu anlattı. Başkomiser sıcak bir tavırla bebeği aldı ve sevmeye başladı. “Anlıyorum Đsmail Bey,” dedi. “Bugünlerde nedense kimse bebeğine sahip çıkmıyor. Daha geçen hafta bir bebek geldi; cami avlusuna bırakmışlar. Nasıl bu kadar vicdansız olabiliyorlar anlamıyorum.” Đsmail başıyla evetledikten sonra koltuğunda biraz eğilip sordu: “Şimdi ne olacak komiserim?” “Çocuklar bir form verecek, ifadeni alacaklar. Sonra bebeği mecburen çocuk esirgeme kurumuna vereceğiz.”

***

Đsmail yıllarca o günü unutarak yaşamını sürdürdü. Gerçi ilk günlerde karısı olayı tüm mahalleye yayıp başını epey ağrıttı ama sonraki yıl kimse konuşmaz oldu. Bebek Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilmiş, büyük ihtimalle iyi bir aile tarafından evlatlık alınmıştı. O kadar tatlı bir

44


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

bebeğin, ailelerin ilk tercihi olacağına adı gibi emindi Đsmail. Ama yıllar sonra o günü bir kez daha hatırlamak zorunda kalacaktı.

23 Kasım 1999 – 14.20 Hatay’da Bir Ev

Đsmail belediyeden emekli olmuştu ama aldığı para kendilerine ve üniversitede okuyan kızlarına yetmediği için kapıcılık yapmaya başlamıştı. Apartmanın önündeki bahçeye dökülen sararmış yaprakları temizlerken, iki gencin bahçe kapısından girdiğini gördü. Biri çok güzel bir genç kız, diğeri zekâsı gözlerinden okunan kıvırcık saçlı bir delikanlıydı. Kiralık ev falan mı arıyorlar acaba, diye düşündü Đsmail. Sonra elindeki küreği bırakıp yanlarına gitti. “Đyi günler amca, biz Đsmail Zorseven’i arıyorduk. Bu apartmanda oturuyormuş.” “Beni mi arıyorsunuz, hayırdır?” Kız ve delikanlı birbirlerine baktılar. “Sizinle bir şey konuşmamız gerekiyor,” dedi kız. Çok şirin bir ses tonu vardı. Kendi kızınınki gibi… “Hayırdır inşallah? Buyurun içeri geçin. Bizim hanım size bir çay yapsın. Rahat rahat konuşalım. Adınız neydi çocuklar?” “Dize.” “Benim de Ali.”

45


SIFIR: “Komplo”

***

Apartmanın giriş katındaki ufak daireye girdiler. Đsmail, beklenmedik misafirlerine oturacakları odayı gösterirken hanımına çay koymasını söyledi. Sonra bir bacağını altına alarak gıcırdayan kanepeye oturdu. “Şirin bir eviniz varmış,” dedi Dize etrafına bakarak. Açık mavi badanalı, çeşit çeşit resimler asılmış, küçük ama temiz ve düzenli bir evdi. Soba kurulmuş, ama hava sıcak olduğundan o gün yakılmamıştı. “Yaşayıp gidiyoruz işte kızım. Benim de senin yaşlarında bir kızım var. Herhalde biraz daha büyüktür. Mastır yapıyor şimdi Ankara’da. Onu hatırlattın bana. Yazdan beri görmüyorum, burnumda tütüyor valla.” “Đnşallah kavuşursunuz amcacım.” Başörtülü yaşlıca bir kadın elinde metal tepsiyle geldi ve hepsine çaylarını verip mutfağına geri döndü. Misafirlerinin içten, “Ellerine sağlık,” dileklerine, “Afiyet olsun,” cevabını vermemezlik de etmedi. Ali, Dize’ye artık konuya girmesini ister gibi bir bakış attı. Kendisi insanlarla kolay iletişim kurabilen biri olmadığı için Đsmail’le konuşmak Dize’ye düşmüştü. “Amcacım, biz size bir şey soracaktık.” “Hayırdır?” “Yirmi dört sene önce sizin sokakta bir bebek bulduğunuzu duyduk. Terk edilmiş, daha bir yaşını doldurmamış bir bebek. Mavi gözlü, kıvırcık saçlı…”

46


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Đsmail o günü hemen hatırlasa da, bir anda bu konuyu açan iki gencin karşısında şaşkınlığa düştü. Bir süre diyecek bir şey bulamadı. “Evet, bulmuştum,” dedi sonunda. “Ama hemen karakola götürdüm.” “Doğrudur. Gerçi biz o bebekle ilgili bir şeyler öğrenmek istiyoruz. Yani ne biliyorsanız… Üzerinde bir not var mıydı? Ne giydirilmişti? Neyin içindeydi? Tam olarak nerede buldunuz? Bunun gibi şeyler.” “Çocuklar, artık yaşlı bir adamım, çok bir şey hatırlamıyorum. Neden soruyorsunuz ki?” “O benim,” dedi Ali aniden. Đsmail anlamamış gibi bakınca tekrarlama gereği duydu: “O bulduğunuz çocuk benim.”

***

Đsmail birden duygusallaşmış, gözlerinden yaşlar boşanmıştı. Demek sokakta o tuhaf fırtınanın ve sisin içinde beliren mucize çocuk buydu. Onu eline aldığı günü hatırladı. Küçücük sevimli bir şeydi. Şimdiyse kocaman bir adam olmuştu. “Aslında şimdiye kadar kimseye anlatmadım,” dedi gözlerini silerken. “Beni deli sanırlardı çünkü. Hep içimde kalmıştı, hep merak etmiştim. Hep birileriyle paylaşmak istemiştim. Kim derdi ki bu anlatacağın kişi ta kendisi olacak diye.” Gençler, Đsmail’in bu gizemli laflarından bir şeyler kapmaya çalışıyorlardı, ama anladıkları tek şey adamın hâlâ durumun şaşkınlığından kurtulamadığıydı. “Neydi ki bu anlatamadığınız?” dedi Dize.

47


SIFIR: “Komplo”

“Ali’yi bulduğum gün…” diye başladı uzun süreceği belli olan konuşmasına. Onlara zihninde yıllardır tekrar tekrar yaşadığı ve bir anını bile unutmadığı o deneyimini tüm ayrıntılarıyla anlattı. Sabahın köründe ıssız bir sokakta oluşan tuhaf fırtınanın sonunda bir anda yolun ortasında beliren bir çocuk… Hayatının gizemiydi bu ve birine anlatmakla sanki hayatının amacına ulaşmış kadar rahatladı. Ama şimdi karşısında şaşırmış ve afallamış iki insan vardı. Hayatlarını bu gizemi çözmeye adayacak iki genç insan…

16 Ekim 2008 – 12.00 Đstanbul Değişim Üniversitesi

“Vay be, tam on sene önce. Yani yirmili yaşlarında falandın herhalde,” dedi Murat, sanki olaydan çok tarih ilgisini çekmiş gibi. Aslında Dize’nin yaşını öğrenmek için bundan iyi fırsat bulamazdı. “Evet, yirmi iki yaşındaydım. Üniversitede öğretim üyeliğine başlamıştım o sene.” Durakladı. “Ne diyordum? Ali’yle gidip Đsmail amcadan bunları öğrendikten sonra, bu tuhaf durumu anlamaya çalıştık. Hatta Ali’nin hayattaki tek amacı oldu bu. Zaten evlatlık olduğunu öğrenince şok olmuş, gerçekte kimin oğlu olduğunu öğrenmek için elinden ne geliyorsa yapmıştı. Ben de o sıralar Ali’den hoşlandığım için onun yaptıklarını sorgulamıyordum. Şöyle söyleyeyim: Ali, Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan gerçek ailesini bir türlü öğrenemeyince, bir gece hırsız gibi pencereden girip dosyaları araştırdı. O gün ben de aşağıda etrafı kolaçan

48


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

ediyordum. Hatay’da bir polis karakolundan getirildiğini orada öğrendi. Đki gün sonra Hatay yolundaydık. Sonra uzun bir araştırmayla Đsmail’i bulduk. Gerisini biliyorsun.” “Anladım,” dedi Murat. “Ali’den hoşlandığın için bu kadar ilgileniyorsun.” “Yanlış anlamışsın Murat, o eskidendi. 99’da platonik bir aşk sanıyordum. 2000’de çıkmaya başladık. 2004’te sözlendik. 2005’te nişanlanmak üzereyken ayrıldık. O zamandan beri de iki arkadaştan öte değildik.” “Tamam canım, evli de olabilirdiniz, bir şey demiyorum.” “Şimdi neden ayrıldığımızı da merak etmişsindir. Söyleyeyim. Ali, babasının ona özel bir laboratuar yaptırmasıyla oradan çıkmaz oldu. Benimle telefonla konuşmaya bile zaman bulamıyordu. Kendi de biliyordu bunu, ama çalışma dürtüsü aşktan çok daha önce geliyordu onun için. O yüzden ilişkiyi bitirme kararı aldık.” “Ve

şimdi

eski

sözlünün

bir

komploya

kurban

gittiğini

düşünüyorsun. Peki bunu kim niye yapmış olabilir ki?” Bunu Dize’ye sormaktan ziyade kendi kendine söylüyordu. Dize bezgin bir şekilde nefes verdi. “Benim de öğrenmek istediğim bu…”

16 Ekim 2008 – 15.00 Yıldırım Holding Binası/Şişli-Đstanbul

Dize

Demirsoy

ve Murat

Arıkan,

Yıldırım

Holding’in

geniş

koridorlarında gergin adımlarla yürümekteydiler. Telaşlı holding çalışanları

49


SIFIR: “Komplo”

etraflarında dört dönüyordu; ellerinde dosyalar, onlara bir bakış bile atmadan geçip gidiyorlardı. “Anlaşılan işler yoğun,” diye mırıldandı Murat. Dize onu duymadı bile. Dalgındı, etrafındaki hiçbir şeye dikkat etmiyordu. Kadının bu dalgınlıktan Taylan Bey’le görüşürken kurtulacağını bilen Murat, cümleyi tekrar etme gereği duymadı. Dize’nin hassas psikolojik durumunu anlayabiliyor ve buna saygı duyuyordu. Hiç de sıradan olmayan bir nedenden dolayı çok yakın birini kaybetmenin ne kadar zor olduğunu biliyordu. Yedinci kata çıkıp Taylan Bey’in odasına yollandılar, kapıyı tıklatıp, “Girin,” cevabını alınca içeri geçtiler. Geniş bir çalışma odasıydı. Dosya dolapları bir duvarı baştanbaşa kaplamıştı, LCD ekran bir televizyon bir diğer duvarı süslüyordu, onun dışında ise koyu ahşaptan bir çalışma masası ve onu çevreleyen iki tane sandalye vardı. Taylan masasında oturmuş onları bekliyordu. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle, “Oturun çocuklar,” dedi ve koltuğunda doğruldu. Murat ve Dize oturduktan sonra Taylan içini çekti, bir an gözleri uzaklara daldı. Buruk gülümseme yüzüne geri dönmüştü, ama bunun gerçek bir gülümseme olmadığı son derece açıktı; gergin ortamı yumuşatmak için tebessüm etmek istiyordu ama o kadar üzgün ve bitkindi ki bunu hakkıyla yapamıyordu. Sonra kendini toparlayıp onlara döndü. “Dün tanışmış olmalısınız, o yüzden o faslı geçiyorum.”

50


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Dize ile Murat bakıştılar. Evet, dün birlikte çalışmış ve epey de konuşmuşlardı ama birbirilerini tanımaya fırsat bulamamışlardı. Dize yalnızca Ali’yle ilişkisini anlatırken biraz kendinden söz etmişti, ayrıca Murat onun öğretmen olduğundan ve çalıştığı üniversiteden haberdardı. Ama o, Murat hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Bakışlarından durumu anlayan Taylan Bey, boğazını temizledikten sonra anlatmaya girişti: “Komplo olasılığı, olay yerindekiler da dâhil tüm delil ve bulguların yok edilmeye çalışılacağını gösteriyordu. Ayrıca yaşananların iç yüzü de tespit edilmeli, kısacası gerçekler açığa çıkarılmalıydı. Tek başımıza halledebileceğimiz bir iş değildi bu; birinden yardım almalıydık ve Murat da bunun için biçilmiş kaftandı. Parçadan bütüne gitmek konusundaki zekâsı, çalışkanlığı ve hırsıyla bana yıllar önce kendini kanıtlamıştı. Ayrıca belki de güvenebileceğim yegâne kişiydi. Komiser mevkisindeki bir polis olmasının yanı sıra, amiri yani Başkomiser Kadir de beni tanıdığı için onu çağırmama itiraz etmeyecekti.” Murat tüm bunları ifadesiz bir yüzle dinliyordu. Taylan ona kısa bir bakış attıktan sonra tekrar Dize’ye döndü ve devam etti: “Murat özel harekâtta da çalışmış bir profesyoneldir ama en önemlisi, 1990’da kurulan gizli bir birimde yer almış olması. Birim Sıfır adlı bu oluşum kaldırılınca da polislik görevine devam etti. Gizemli -hatta doğaüstü- olaylar üzerine deneyim ve birikimiyle sana çok yardımcı olacağına inanıyorum.” Dize, Murat’a hayretle baktı; adamın yüzüne samimi bir gülümseme yerleşmişti. Dize daha bir gün önce onun kendi anlattıklarına inanıp inanmadığından emin değildi, üstelik gözüyle görmediklerine inanmadığını

51


SIFIR: “Komplo”

belirtmişti, ama şimdi onun olağanüstü olayları çözmek amacıyla kurulan bir birimde yer aldığını öğreniyordu. Dize’nin hayretinin sebebini anlayan Murat, “Gizemli olaylarla karşılaşmak,” diye açıklamaya başladı, “bütün uç olasılıklara kayıtsız şartsız inanmanı sağlamaz. Olağanüstü bir şey duyduğunda hâlâ bir an durup düşünürsün; şüphelenir, kuşkulanırsın. Bir kanıt görmek istersin. Yani dün söylediklerimde

samimiydim.

Gözümle

görmediklerime

inanmamaya

meyilliyim.” “Artık bana kendinden bahsetmenin zamanı gelmedi mi, ne dersin? Etrafta yeterince gizem var, senin geçmişinin gizemine de ihtiyacımız yok.” “Kendimden bahsetmekten hoşlanmam,” diye mırıldandı Murat. “Ayrıca Taylan Bey’in anlattıkları dışında söylenmesi gereken pek bir şey yok.” Dize ısrarlıydı. “Madem beraber çalışıyoruz, birbirimizi tanımalıyız.” Murat, Taylan’a baktı. Adam, ‘Dize haklı,’ dercesine salladı başını. Murat içini çekti. “Öyle olsun bakalım.” Ve anlatmaya başladı: “1974’de, karlı bir Şubat gecesi doğmuşum. O zamanlar polis olan babam, şu ironiye bak ki, oğlu hayata gözlerini açarken tehlikeli bir görevde hayata gözlerini yummaktan kıl payı kurtulmuş. “Sıradan

sayılabilecek

bir

okul

dönemi

geçirdim.

Ama

hiç

çalışmamama rağmen, derslere yatkınlığım sayesinde sınavlardan iyi notlar alıyor ve öğrenciler arasında sivriliyordum. Fakat on dört yaşında babam Birim Sıfır’da çalışmaya başladı ve ben de olağanüstü şeylere giderek daha fazla

tanık

olmaya

başladım.

Bunları

rahatlıkla

kavrayabiliyor,

yorumlayabiliyordum. Babama bu konularda sık sık soru sordum ama o

52


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

cevap bile vermedi. Đleride benim kendisi gibi tehlike içinde bir yaşam sürmemi istemiyordu çünkü. Ama hevesim babamın isteksizliğiyle iyice kamçılandı; polis olmak için elimden geleni yaptım ve liseden sonra yüksek öğrenim için polis okuluna girmeye hak kazandım. Yirmi iki yaşında polisliğe adım attım ve yirmi yedi yaşıma dek yani beş sene boyunca Birim Sıfır’a katılmak için çaba gösterdim. Sonunda bunu başardım da. Artık babam önünde engel değildi çünkü Birim Sıfır’dan ayrıldıktan birkaç ay sonra ölmüştü.” Dize yutkundu, “Başın sağ olsun,” diye mırıldandı. Murat hiçbir tepki vermeden anlatmaya devam etti: “Taylan Bey de benim yoğun başarma azmimi fark etmişti ve üstelik Volkan Arıkan’ın oğlu olduğum için birime almakta hiçbir sakınca görmemişti. Birim Sıfır kapanana yani 2000 yılına kadar orada görev aldım ve zaman zaman yalnız, zaman zaman da ortaklarımla beraber birçok olayı çözdüm. Birim Sıfır kapanınca ise Taylan Bey’in dediği gibi polisliğe döndüm. O günden bugüne dek olağanüstü hiçbir olayla ilgilenmedim, karşılaşsam bile görmezden gelmeyi tercih ettim.” Derin bir nefes aldı. “Bu kadarı senin için yeterli mi Dize?” Dize başını salladı. “Teşekkürler.” Kısa bir sessizlik oldu. Dize bu kez Taylan’a baktı. “Neden Birim ‘Sıfır?’ Bu ismin özel bir anlamı var mı?” “Đsim üzerinde çok düşünmüştük,” dedi Taylan. Bu kez içtenlikle gülümsüyordu, görünüşe göre aklına eski güzel anıları gelmişti. “Şöyle söyleyeyim: Sıfır çoğunlukla görmezden gelinen bir rakamdır; hesaba katılmaz, yok sayılır. Bir şeyleri sayarken sıfırdan değil ‘bir’den başlarsın.

53


SIFIR: “Komplo”

Arkalarında usul usul bekleyen sıfır ise umursanmaz ve görülse bile görmezden gelinir. Aynı bunun gibi bizim sıfırımız da yok sayılan hakikatleri kapsıyor. Hayaletler, cinler, uzaylılar hatta kurt adamlar ve vampirler… Görünmezlik, telepati, telekinezi… Aklına gelen veya gelmeyen her şey.” Dize düşüncelere daldı. Evet, Ali’nin deneylerinden haberdardı ve de onun savunduğu şeylere inanıyordu ama tüm bunları bir anda duymak sarsıcıydı. “Peki siz Birim Sıfır üzerinde nasıl bir nüfuza sahipsiniz?” diye sordu Taylan’a. Đhtiyar delikanlıdan kesin ve net bir cevap geldi: “Kurucularındanım.” Durakladı. “Aslında şu anda Birim Sıfır’la ilgili uzun uzadıya konuşmak niyetinde değilim. Nihayetinde yıllarca önce kapatılmış, yok olup gitmiş bir oluşum. Ama gözlerindeki merakı görüyorum. Senin için bir iki cümleyle özetleyebilirim.” Dize memnun olacağını belirten bir jestle karşılık verdi. “Birim doksan senesinde kuruldu. Gelecekteki önemi o zamanlardan bilinen bor minerallerinin tuhaf kayboluşunu araştırmak için kurulan basit bir birimdi başta. Maden mühendisleri bor rezervlerinin tuhaf bir şekilde yıldan yıla azaldığını fark etmişlerdi. Sanki birileri madenlerden gizlice bor aşırıyordu. Bunun dış ülkeler tarafından yapıldığı düşünüldü önce. Madenlere nöbetçiler konuldu. Bazı rezervler askeri güvenlik altına alındı, ama bordaki azalma devam etti. 1990’da 1988’e göre yüzde beşlik bir düşüş olduğu belirlendi. Ki bu aslında epey büyük bir miktar. Özellikle

54


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

dünya üzerindeki borların yarısından fazlasının bizim ülkemizde olduğunu düşünürsek. “Bu tuhaf kayboluşun sırrını çözmek için Milli Đstihbarat Teşkilatı bir birim oluşturmaya karar verdi. Ama kendi elemanları bu birim için yeterli değildi. Üstelik maddi sıkıntı içinde olduklarından fon ayıramama sorunları vardı. Burada devreye ben girdim. MĐT’ten bir dostum bir mangal partisinde bu çok gizli konuyu bana açtı. Olanlar beni de meraklandırmıştı, üstelik bu tür gizemleri çözmeye çok meraklı bir insandım. Daha kırk dört yaşındaydım o zamanlar ve elimde yaşıma göre epey para vardı. Bu parayı yatırmak için bundan daha iyi bir iş bulamazdım. “Hem milletime faydalı olacak, hem çok sevdiğim bir işle ilgilenecek, hem de anlaşma gereği bu işi çözer ve kayıp boru bulursam yüzde iki işletme payına sahip olacaktım. Sonuçta çok yakın olduğum iki ortağımla beraber Birim Sıfır’ı oluşturduk. Bor minerallerini inceleyebilmek için bir laboratuar kurdurduk, işinde çok iyi elemanlar bulduk ve çalışmaya başladık. “Maalesef ne kadar uğraşırsak uğraşalım bir sonuca varamadık. Ama bu birim bir işe daha yaradı. Bor ile ilgili olmasa da çeşitli olağanüstü olaylar

hakkında

araştırmalar

yapmaya

başladık.

Parapsikolojik

fenomenlerden tut da UFO söylentilerine kadar… Çoğunu çözememiş olsak da açığa çıkardığımız pek çok şey de oldu. Ama devlet ve MĐT bu başarılarla ilgilenmiyor, sadece bor işine bakıyordu. Yıllarca bir sonuca varamayınca da desteklerini yavaş yavaş çektiler. Bazı tuhaf olaylarda elemanlarımızı kaybetmemiz ve şimdi anlatmanın gereksiz olduğu iç

55


SIFIR: “Komplo”

yozlaşmalar da yıkılışı hızlandırdı. Sonuçta 2000 yılının başında birimi kapattık.” Dize bu şaşırtıcı açıklamayı tüm dikkatiyle dinledi. Neredeyse babası olacak adamın bunları yaptığını yeni öğrenmek ve böyle bir birimin bir zamanlar var olduğunu düşünmek onu gerçek dünyadan koparmıştı. Bir rüyada olduğu hissine kapılmadan edemiyordu. “Ali? O da mı Birim Sıfır’da çalışıyordu?” dedi. Hiç düşünmeden sormuştu bunu. Bir anda ağzından çıkıvermişti. “Yo, hayır. Birim Sıfır’ı biliyordu, hatta bazı olaylarda fikir olarak destek vermişliği de vardı ama asla birime aktif katkıda bulunmadı. O bilimle uğraşıyordu, gizemli olayların bilimsel kökenini arıyordu. Biz ise bu olayları yüzeysel olarak ele alıyor, derinlemesine incelemiyorduk. Örneğin telekinezi yeteneği olan bir adamın neden telekinetik olduğuyla değil, o özelliğini nasıl kullandığıyla ilgileniyorduk. Mesela o özelliğiyle suç işleyip işlemediğini öğrenmeye çalışıyorduk. Veya nedeni anlaşılamamış bir suçta onun parmağı olup olmadığını.” “Anlıyorum,” dedi Dize. “Her neyse, Birim Sıfır’ı konuşmaktan daha önemli işlerimiz var şu anda. Ali’nin akıbeti hakkında hâlâ elimizde bir ipucu yok,” dedi Taylan. Sanki bir ipucu üretmelerini bekliyormuş gibi gözü bir Dize’ye bir Murat’a kayıyordu. Dize bu beklentisini yanıtsız bırakmadı: “Ali uçağa binmeden önce onunla telefonda konuşmuştum. Neden telefon kayıtlarına bakmıyoruz?” Taylan işaret parmağını uzatıp sallayarak fikri onayladığını belirtti.

56


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Daha kolayı var,” dedi Murat altta kalmak istemiyormuş gibi. “Uçak biletini soruşturmak.”

16 Ekim 2008 – 16.30 Atatürk Havalimanı/Đstanbul

“Daha kaç kez söylemem gerekiyor beyefendi? Ali Yıldırım isimli biri firmamızdan 15 Ekim 11.45 Đsviçre uçuşu için bilet almadı. Bu da demek oluyor ki, 217 sefer sayılı uçağa binmedi. Eğer binmiş olsa emin olun kayıtlarda görürdüm. O yüzden daha fazla ısrar etmezseniz çok mutlu olacağım.” Ali’nin bindiğini varsaydıkları 217 sefer sayılı Đsviçre uçağının biletlerini satan firmanın Atatürk havalimanındaki ofisindeydiler. Tel çerçeveli gümüş renkte bir gözlük takan Tuncay adlı sıska görevli dikdörtgen şeklindeki cam masanın ardındaki uzun deri koltukta oturuyor, Murat ise hemen önünde ayakta dikiliyordu. Tuncay kayıtları kontrol etmiş ve Ali’nin firmalarından ne dün ne de daha önce herhangi bir gün uçak bileti almadığı sonucuna varmıştı. Ama Murat için bu yeterli değildi. Mevzunun ne kadar önemli olduğunu tekrar tekrar hatırlatarak Tuncay’ı bir kez daha o kayıtlara bakmaya ikna etmeye çalışmıştı. Bunda başarılı olmuştu olmasına, ama varılan sonuçta bir değişiklik yoktu. Öfkeyle iç çekti ve dişlerini sıkarak konuştu: “Ali Yıldırım’ın o uçağa bindiğine dair elimizde kesin kanıtlar var.” Bu bir blöftü ama Tuncay’ın

57


SIFIR: “Komplo”

haberi yoktu, öyleyse sorun da yoktu. “O yüzden eğer bir şeyler gizliyorsanız bundan hemen vazgeçmenizi tavsiye ederim. Bileti olmadan o uçağa binemeyeceğine göre kayıtlarınız fena halde yanılıyor. Polisten bilgi saklamak büyük bir suçtur; bu sinsi oyunun bedelini ödeyen siz olmayın.” Mümkün olduğunca ikna edici bir tavırla konuşmuştu ama Tuncay’ın yüz ifadesinde en ufak bir değişiklik olmadı. Kendinden emin bir tavırla, “Kimseden bir şey sakladığım yok. Hele polisi asla yanıltmam, emin olun,” dedi adam. “Beni yeterince meşgul ettiniz, artık ofisimi terk eder misiniz?” Murat delici bir bakış attı. “Hiç sanmıyorum. Eğer terk etmezsem ne yapmayı düşünüyorsunuz?” Tuncay gülümsedi ve Murat’ın sorusunu, “Güvenliği çağırmayı düşünüyorum,” diye yanıtladı. “Polis olmanız onları durdurmayacak. Yaka paça dışarı atılacaksınız. O yüzden lütfen bu işi uzatmayalım. Siz gelip benden kayıtları kontrol etmemi rica ettiniz, ben de bunu yaptım ve ne gördüysem onu söyledim. En ufak bir ilgimin olmadığı bir konuyla ilgili bana iftira atıyorsunuz. Üstelik işiniz bittiği halde ofisimde durmaya ve tehditler savurmaya devam ediyorsunuz. Haksız olan sizsiniz ve bunun farkındasınız.” Murat ayağa kalktı. “Öyle olsun bakalım.” Ve kapıya doğru birkaç adım attı. Son anda elini beline atıp silahını çekti ve masaya koşup Tuncay’ı koltuğundan kaldırarak duvara yapıştırdı. Adamın alnına dayadığı silahın emniyetini açtı. Bir elini de bağırmaması için ağzına bastırmıştı. “Daha önce pek çok kişiyi öldürdüm; bunlar arasına seni de eklemekten çekinmem,” diye fısıldadı. “En ufak bir tereddüdüm olmaz.

58


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Tetiği çekerim. Klik sesini bile duyamadan eşek cennetini boylarsın. O yüzden artık yalanları bir kenara bırakalım. Eğri oturup doğru konuşalım. Ne dersin?” Tuncay’ın alnından terler boşanıyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Zorlukla nefes alıyor, aynı zamanda epilepsi nöbeti geçirir gibi titriyordu. Biraz önceki kendinden emin adamın yerini, korkudan dizlerinin bağı çözülmek üzere olan ürkek biri almıştı. “Şimdi elimi ağzından yavaşça çekeceğim. Ve konuşacaksın. Ama dudaklarını yalnızca gerçekleri seslendirmek için aralayacaksın, yoksa bu ettiğin son söz olur. Tamam mı? Anladın mı?” Tuncay başını zorlukla sallayabildi. Murat sözünü tutarak elini onun ağzından çekti. Adam önce derin bir nefes aldı, sonra, “Bakın… Bakın…” diye kesik kesik konuştu. “Size şerefim namusum üzerine yemin ederim ki, tamamen doğru söylüyorum. Bizim kayıtlarımıza göre Ali Yıldırım o uçak için bilet almamış. Đsterseniz buyurun kendiniz bakın. Her neden bahsediyorsanız benim o konuyla ilgim yok. Hiçbir şey bilmiyorum. Bırakın beni. Bırakın…” Murat silahın emniyetini kapadı ve adamın gözlerinin içine baktı. Daha önce pek çok yalancı görmüştü ve artık Tuncay’ın onlardan biri olmadığından emindi. O gözlerde doğruyu söyleyerek umutsuzca kurtulmayı bekleyen çaresiz bir adamın sessiz korkuları okunuyordu. Ama doğruları duymak bu kez Murat’ın hiç hoşuna gitmemişti. Havalimanından çıkıp otomobiline yöneldiği sırada, keşke Tuncay bir yalancı olsaydı, diye düşünüyordu. O zaman her şey çok daha kolay olurdu.

59


SIFIR: “Komplo”

16 Ekim 2009 – 17.30 Yıldırım Holding Binası/Şişli-Đstanbul

Yıldırım Holding’in yedinci katında, Taylan’ın odasına yoğun bir gerginlik hâkimdi. Murat odanın içinde volta atıyor, Taylan masasında oturmuş, not kâğıtlarına anlamsız şeyler çiziktiriyordu. Đkisi de Dize’yi bekliyordu: Murat’ın soruşturmasından bir sonuç çıkmadığına göre, tek umut Dize’nin telefon kayıtlarına ulaşmasıydı. Eğer o başarılı olursa, elde edilen

kaydı

laboratuarda

incelettirip

gerçeğin

açığa

çıkmasını

sağlayabilirlerdi. Murat cama yürüdü ve bacaklarını nihayet sabitleyip dışarıyı seyretmeye koyuldu. Tam o anda odanın kapısı savrularak açıldı ve Dize hışımla içeri daldı. Murat dönüp ona baktı. Taylan da koltuğunu biraz geri itmiş ve kâğıt kalemi elinden atıp ayağa dikilmişti. “Ne oldu kızım? Bir şey bulabildin mi?” “Hiçbir şey,” dedi Dize ağlamaklı bir sesle. Alnına attığı eli titriyordu. Murat yumruğunu Taylan’ın masasına indirdi. “Sakin ol,” dedi Taylan, ama kendisi de pek sakin sayılmazdı. “Rıza sana yardımcı olmadı mı?” diye sordu Dize’ye. Rıza Kara, telefon şirketinde üst düzey bir pozisyonda görev yapan eski bir dostuydu. Dize sandalyelerden birine yığılır gibi çöktükten sonra Taylan’ın sorusunu yanıtladı: “Oldu ama onun yardımı da bir işe yaramadı. Dün

60


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

yaptığım tüm görüşmelerin kaydını buldular ve dinlettiler ama Ali’yle olanı sanki sırra kadem basmış. Kelimesi kelimesine tekrarlayabileceğim telefon görüşmesi sanki hiç yapılmamış!” Murat’a baktı. “Dur tahmin edeyim, senin elinde de koca bir sıfır var.” Murat

kısaca

açıkladı:

“Firmanın

müdürüyle

görüştüm,

onu

konuşturmak için her şeyi yaptım. Ama Ali’nin ne 217 sefer sayılı olana ne de başka herhangi bir uçağa bilet aldığı konusunda ısrarcı. Ve ben doğru söylediğini düşünüyorum. Bu komployu her kim kurduysa, bir firma müdürünü ayartmaktan çok daha fazlasını yapıyor: Bütün izleri hiç var olmamışçasına silip süpürüyor.” Dize de Taylan da bir şey söylemeye gerek görmediler ve ortamı saran gerginliğe birkaç dakikalığına yoğun bir sessizlik de eklendi. Ta ki Dize’nin cep telefonu çalana kadar… Telefonu kol çantasından çıkaran Dize, “Gizli numara,” diye bildirdi odadakilere. Nedensiz bir heyecan benliğini işgal etmekteydi. “Alo,” dedi aramayı kabul etmek için. Hattın diğer ucundaki adam kısık sesle konuştu: “Dize, benim.” Ve Dize kalbinin duracağını sandı, ama durmadı. Nefesinin kesildiğini hissetti ama az sonra yeniden nefes almaya başladı. Dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti ama birkaç saniyenin ardından ayaklarını mermer zemine sağlamca basıyordu. Artık başka her şey önemini yitirmişti. Tek gerçek, arayanın Ali Yıldırım olmasıydı… “Ali,” dedi telefonu hoparlöre alarak. “Neredesin?”

61


SIFIR: “Komplo”

Ali gayet sakin bir tavırla yanıtladı: “Ankara’dayım, deneyimle ilgili teknik sebeplerden dolayı TÜBĐTAK’a geldim. Đki gündür bununla uğraşıyordum, kusura bakma haber veremedim. Babam da buraya gelmediğimi bilmiyor olabilir, arayıp söyle istersen.” Dize, Ali’den her türlü şeyi duymayı beklemişti, ama bunu değil. “Ne saçmalıyorsun sen?” diye gürledi ani bir öfkeyle. “Bana Đsviçre’ye gittiğini söylemedin mi?” “Ne Đsviçre’si?” “Okuldayken beni aradın ve uçağa binmek üzere olduğunu söyledin. Tüm dünyaya etki edecek önemli bir buluş yapmıştın ve onu onaylatmak için Đsviçre’ye gidecektin. Sonra da anonsun yapıldı ve uçağa bindin zaten. Şimdi Ankara diyorsun. Đyi misin sen Ali?” Ali’nin sesi bu kez oldukça içten bir endişeyle kaplıydı. “Asıl sen iyi misin Dizecim? Đki gündür Ankara’dayım. Önemli bir buluş yaptığım falan da yok. Seni aramadım da. Nereden çıkarıyorsun Allah aşkına?” Dize başka hiçbir şey söylemeden telefonu kapattı ve yere fırlattı. Kırılan telefonun parçaları dört bir yana savrulurken genç kadın sandalyeye bir kez daha çöktü ve omuzları sarsıla sarsıla, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Taylan ve Murat ise olayların giderek anlamsız bir hal aldığının farkındalığı içerisinde birbirilerine karanlık bakışlar fırlatmaktaydılar.

***

62


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Holdingin ön kapısı açıldı ve Dize ile Murat hızlı adımlarla sokağın karşısına doğru yürüdüler. Dize’nin

gözlerinden

hâlâ

yaşlar

süzülüyordu.

Kendini

durduramıyordu. Đki gündür yaşadıklarının ağırlığı bir anda üzerine çökmüştü

sanki.

Ali’nin

öldüğünü

düşündüğünde

bile

bu

kadar

sarsılmamış, bu kadar gözyaşı dökmemişti. “Ali beni dün gerçekten aradı. Bundan eminim, yanılmam olanaksız! Ben hayal görmedim, yalan da söylemiyorum,” diye bağırdı. “Sana inanıyorum. Đnanıyoruz,” dedi Murat. “Kendini daha fazla hırpalama. Sadece sabret. Her şeyin bir zamanı var.” Dize hiçbir şey söylemeden başını Murat’ın omuzlarına gömdü ve ona sarılarak yeniden ağlamaya başladı. Murat içini çekip öylece bekledi ve Dize gözyaşlarını silerek hafif mahcup bir tavırla geri çekildiğinde, “Gel,” dedi ona. “Seni evine bırakayım.” Çiseleyen yağmur altında, beraberce Murat’ın arabasına yürüdüler.

18 Ekim 2008 – 16.15 Ankara’da Bir Otoyol

Şoför koltuğundaki, kıvırcık saçları fena halde dağılmış adam, dalgın hatta boş gözlerle yeşil ışığın yanmasını bekliyordu. O kadar hareketsizdi ki dışarıdan görenler kalp krizi geçirip direksiyon başında öldüğünü sanabilirlerdi. Arkasından gelen korna seslerini duyunca zamanın geldiğini anladı. Bir yarış oyunundaki gibi aniden fırladı yola. Gaz pedalına

63


SIFIR: “Komplo”

basabildiği kadar bastı. Yüzündeki mimiklerde en ufak bir değişiklik olmaksızın hız ibresini zorluyordu. Çiseleyen yağmur, yolları daha koyu ve kasvetli bir griye boyamış, daha bir çekicilik kazandırmıştı. Ne yapacağını bilmeyen depresif bir insan havası yoktu onda; tam tersi gayet iyi biliyordu. Ona dikte edilmiş, en ufak ayrıntısına kadar beynine sokulmuştu. Yapmaktan başka çaresi yoktu: Tıpkı bir meleğin Tanrı’nın emirlerini yerine getirmekten başka çaresi olmadığı gibi. Ankara’nın bu geniş yolunda, sol tarafındaki sapan şeklinde lambalar tüm hızıyla akıp giderken adam direksiyonu aniden sağa kırdı. Bu müthiş hızla taklalar atarak sürüklenmesi kaçınılmazdı, nitekim öyle oldu. Bir düzine takladan sonra bir hurdadan farksız olan araba o sol taraftaki lambalardan birine çarparak sabit kalabildi. Her şey kusursuz olmuştu.

64


ÜÇÜNCÜ KISIM

YÜKSELİŞ


SIFIR: “Komplo”

18 Ekim 2008 – 18.30 Bilinmeyen Bir Yer

Bulundukları yer karanlık ve sessiz olabilirdi, boğuk ve dar olabilirdi, havasız ve sıcak olabilirdi; ama bugün içerideki herkes coşkuluydu, mutluydu, muzafferdi. En zor işlerden biri başarılmış, en büyük engellerden biri sorunsuzca kaldırılmıştı. Yükseliş başlamıştı ve artık kimse tarafından durdurulamayacaktı. Kızıl bir ışıkla aydınlanan kızıl tonlarında bir odaydı. Bir köşede küçük bir şömine vardı ama yakılmamıştı, çünkü etraf yeterince sıcaktı; daha fazlasına ihtiyaç yoktu, hatta daha fazlası ‘dayanılmaz’ olurdu. Kızılsiyah tonlarının hâkim olduğu duvardan duvara bir halı da vardı ve çevrelediği

duvarın

rengi

de

aynı

tonların

kombinasyonundan

oluşmaktaydı. Bu kızıl aşkının kaynağını bilemezlerdi, çünkü nerede olduklarından dahi bihaberlerdi. Bugün burada buluşmaları buyrulmuştu ve kayıtsız şartsız itaat ederek soluğu burada almışlardı. Buyruğun sahibi ise henüz teşrif etmemişti. Ya da teşrif etmediğini ‘zannediyorlardı’. “Sence gelmiş midir?” diye sordu biri. “Burada mıdır?” “Olabilir,” dercesine omuz silkti başka biri. “Belki de gelmiştir ama kendini bize göstermemeyi tercih ediyordur. Belli mi olur?”

66


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Tüm bu diken üstünde konuşmaların arasında gür bir kahkaha patladı ve bu kahkahanın sahibi ayağa dikilip, “Başka hiçbir şeyin önemi yok,” diye gürledi. “Önlenilemez olan başladı. Đlk başarımızı elde ettik. Öyle kuru kuru bir başarı da değil. Eksiksiz gediksiz, tam bir zafer! Yani tek bir gerçek var: Muhafızlar yeniden yükselecek!” Bu sözlerin de etkisiyle, başlayan yükselişin huzuru herkesi pençesine aldı ve ortamdaki gerginlik iğneyle patlatılan bir balon gibi sönüverdi.

18 Ekim 2008 – 18.50 Dize’nin Evi

“Kendine gel Dize, kontrolünü kaybediyorsun,” diyordu genç kadın kendi kendine. Az önce apartmandan içeri girerken yöneticiyle karşılaşmış, daha önce yapmadığı bir şey yapmış ve evlerinden çok müzik sesi geldiğini söylemişti. Aslında bu her zaman doğruydu ama Dize pek umursamıyor, “gençtir, dinleyecek elbet,” gibi bir düşünceyle durumu anlayışla karşılıyordu. Ama iki gündür siniri tepesindeydi ve en ufak şeylere dahi tahammülü yoktu. Yönetici (elli yaşlarında bir kadındı) Dize’nin bu şikâyetine sert tepki göstermiş, “Şimdiye kadar gelmiyordu da, şimdi mi geliyor müzik sesi?” demişti. Bu tartışmanın sonu saç saça baş başa kavgaya kadar gidecekti az kalsın; ama Dize birden kendini çok bezgin hissetmiş, çıkıp eve gelmişti. Şimdi kapıyı kapatıp arkasına yaslanmıştı; yine gözyaşı dökmemek için kendini zor tutuyordu.

67


SIFIR: “Komplo”

“Kendine gel,” diyordu tekrar tekrar. O gün okulda da birkaç kez söylemişti bunu kendisine. Dersleri eskisi kadar iyi anlatamadığı gibi bazı öğrencileri azarlamaya başladığını fark etmişti. O hiç haz etmediği hocalara benzemeye mi başlıyordu? Bilmiyordu, hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Ali’nin önce ortadan kayboluşu, sonra aniden ortaya çıkıvermesi ve Dize’yi yalancı durumuna düşürmesi hayatını alt üst etmişti. Yarın gidip okuldan bir hafta izin alacağım, yoksa durum daha da kötü olacak, biraz kafamı dinlemem lazım, diye düşündü sırtını kapıdan ayırıp kabanını çıkarırken. Sonra rahatlamak için evin havasını derin derin içine çekti. Ufak bir evi vardı Dize’nin. Đki oda bir salondu ve odaları büyük sayılmazdı. Tek başına oturduğu için fazla bile geliyordu aslında. Daha Değişim Üniversitesi’ne geçmeden kiralamıştı bu evi. Beşiktaş’ta olduğu için kirası epey pahalıydı ama yoldan kazandırıyordu. Şimdilik ev sahibi olacak parası yoktu, ama birkaç yıldır biriktirmeye başlamıştı. Yıllarca biriktirmesi gerekse de bir evi olacaktı. Banyoya

geçip

aynaya

baktı.

Yüzünün

çökük

görünüp

görünmediğine baktı. Her zamanki gibi geldi ona. Đki günlük üzüntü henüz bedenine

yansımamıştı.

Sadece

yüz

hatları

gerilmişti

ve

hiç

gülümsemeyecekmiş gibi bir ifade vardı dudaklarında. Kendini daha iyi hissetmek için kısa bir duş aldı ve oturma odası olarak kullandığı salona geçti. Đkiz kardeşi Mısra’nın geçen sene hediye ettiği LCD televizyonu açtı. Kardeşini özlediğini fark etti o anda. Aslında henüz bir hafta önce

68


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

görüşmüşlerdi ama sesini duymak iyi gelecekti. Koşup çantasından telefonunu aldı ve kardeşini aradı. Çapa’da doktordu Mısra, mesaisi bitmiş olmalıydı o saate kadar. Evet, bitmişti. Mısra mutlulukla açtı telefonu. Dize konuşma sırasında gayet sakindi. Durumu belli ettirmemeyi başarmış ve telefonu biraz daha rahatlamış olarak kapatmıştı. Televizyonun karşısına geçti, haberleri açtı. Aklı pek orada olmasa da her akşam olduğu gibi izliyordu bülteni. Derken bir kaza haberi aniden dikkatini çekti. “Sevgili seyirciler, bu akşam aşırı hız ve kaygan yola bir kurban daha verdik. Ünlü işadamı Taylan Yıldırım’ın oğlu Ali Yıldırım bugün on altı sularında hayatını kaybetti. Ankara’da yağmur nedeniyle kayganlaşmış yolda aşırı hız yaparken direksiyon hâkimiyetini kaybeden Ali Yıldırım taklalar atan otomobilden maalesef sağ kurtulamadı. Hurdaya dönen otomobilin metrelerce sürüklendiği ve bir aydınlatma direğine çarparak durabildiği belirtildi.” Kaza yerinden görüntüler gösteriliyordu o sırada. Araba gerçekten de hurdaya dönmüştü. Şekli biçimsiz bir kutuya benziyordu. Bazı meraklılar elleri bellerinde çalışmaları izliyorlardı. Metal kesici bir aletle pencere kısmı çıkarıldı ve mozaiklenmiş ceset bir sedyeye konularak götürüldü. Haber, “Taylan Yıldırım, oğlunun ölümüyle ilgili henüz bir açıklama yapmadı,” denilerek bitirildi. Dize’nin verdiği tek tepki donup kalmak oldu.

***

69


SIFIR: “Komplo”

“Murat?” dedi Dize telefona. Öyle bir ses tonuyla söylemişti ki bu tek sözcüğü, Murat her şeyi anlayıverdi. “Biliyorum Dize, kazadan haberim var.” “Ama nasıl olur bu?” “Dize sakin ol, tamam. Durum iyice karıştı biliyorum.” Dize derin bir nefes aldı. Elinden gelse o küt küt atan kalbini durdurmak isterdi. “Đşin içyüzü nedir Murat?” “Kazayı duyar duymaz Taylan Bey’in özel uçağıyla Ankara’ya gittik. Bir saatten beri Ankara’dayız. Taylan Bey’in özel isteğiyle biz gidene kadar olay yerindeki hiçbir şeye dokunulmadı. Her şeyi bizzat kontrol ettik.” “Ama televizyondaki çekim?” “Onlar yarım saat önce çekildi. Đnan biz o ana kadar tüm incelemeleri yapmıştık. Bulduklarımız seni pek tatmin etmeyecek ama Ali’nin kazası tamamen sıradan gibi görünüyor. Boş yolda aşırı hız yapmış ve kayganlığın da etkisiyle yoldan çıkmış. Fren tutmaması gibi bir sabotaj söz konusu değil. Ne onu sıkıştıran bir araba varmış, ne de başına silah dayayıp hızlı sürmesini emreden biri. Kanında zerre kadar alkol, uyuşturucu veya dikkat dağıtacak herhangi bir etken bulunamadı. Vücudunda kazada oluşanların dışında tek bir darp izi yok. Henüz tam bir otopsi yapılmadı ama muhtemelen hiçbir şey bulunamayacak. Kısaca Dizecim, bu kazada bir komplo söz konusu değil gibi görünüyor.” “Anlıyorum,” dedi Dize. Aslında hiçbir şey anlamıyordu. Ali asla aşırı hız yapacak biri değildi. Neden bu kadar acelesi olsundu ki? Hem uçak

70


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

kazası konusu da açıklığa kavuşmamıştı. Allah kahretsin, hiçbir şey anlamıyordu. Bu düşündüklerini söyleyecekti, ama tek kelime edecek halinin olmadığını fark etti. Ali bu kez gerçekten ölmüştü. Teşekkür edip telefonu kapattı ve kendini koltuğa atıp hüngür hüngür ağladı. Şu son birkaç günde bir yıllık gözyaşı tüketmişti.

18 Ekim 2008 – 20.00 Ankara’da Müstakil Bir Ev

Ankara’da güneş çoktan batmış, bulutlar hafif hafif sonbahar yağmurlarını dökerken, kimsenin bilmediği bir yerde basından gizli bir toplantı yapılmaktaydı. Üst düzey güvenlik önlemlerine sahip, şehir dışında müstakil bir evdi burası. Etrafı yüzer metre uzaklığa kadar çıplak araziydi. Ondan sonra sık ormanlar başlıyordu. Evin sağ tarafında bir helikopter pisti, sol tarafında iki güvenlik görevlisinin nöbet tuttuğu kule şeklinde yüksek bir yapı vardı. Olağanüstü durumlarda karargâh olarak kullanmak için ideal bir mekândı. Taylan Yıldırım’ın Ankara’daki iki ikametgâhından biri olan bu mekân özel işler dışında pek kullanılmaz, ama 365 gün 24 saat korunurdu. O sırada yapılan gizli toplantı için Taylan tarafından çağırılan kişiler, araçlarını park etmiş, eve girmiş, çalışma odasında büyük bir masanın etrafında toplanmışlardı.

71


SIFIR: “Komplo”

Masanın başköşesinde Taylan oturuyordu. Depresif bir hali vardı ve Dize’nin aksine görünüş olarak da çökmüş gibiydi. Gözlerinin altındaki morluklar pek uyuyamadığını ortaya koyuyordu. Masada bulunanlar MĐT’ten üst düzey bir görevli, JĐTEM’den önemli bir kişi, polis teşkilatının köşe taşlarından bir isim, Birim Sıfır’ın eski sekreterlerinden birisi ve iki devlet üniversitesinden iki profesördü. Konu tahmin edileceği üzere önemli araştırmalar yapan Ali Yıldırım’ın önce kayboluşu ardından trafik kazasında ölümü, Dize’nin ve kendisinin öne sürdüğü teoriler ve bu durumun açığa kavuşturulması durumuydu. Taylan tüm bu yaşananları bir bir anlatmıştı ve hepsinin kendisini dikkatle dinlediğini görmüştü. “Ne yapalım, Birim Sıfır’ı tekrar mı kuralım?” dedi MĐT görevlisi. Aslında ciddi değildi, sadece Taylan’ın neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Size çok uzak bir fikir olarak gelecek ama, evet aynen öyle. Birim Sıfır’ı tekrar aktif hale getirelim ve bu işi çözmeye çalışalım.” “Komik olmayın Taylan Bey. Birim Sıfır’ın ne şartlarda tasfiye edildiğini çok iyi biliyorsunuz.” “Biliyorum, ama şartlar o zamanki gibi değil. Tüm altyapımız sağlam. Biraz toparlandık mı rahatlıkla bu işi yürütürüz.” Profesörlerden biri araya girdi: “Diyelim ki kurmaya karar verdik, gerekli finansmanı nasıl sağlayacağız? Diğer iki ortağınız da artık olmadığına göre.” Taylan bir iki saniye düşündü. “Tüm finansmanı ben sağlayacağım. Gerekirse holdingi satarım, ama buna gerek kalmayacağını sanıyorum.

72


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Laboratuarlar hâlâ kullanılabilir. Diğer ihtiyaçları da tamamen üzerime alıyorum. Devletin veya herhangi başka birinin kasasından tek kuruş çıkmayacak.” MĐT elemanı tekrar söz aldı: “Peki güvenilir ajanları tekrar nereden bulacağız? Eski ajanların çoğu artık yaşlandılar ve bu işe pek hevesli olmayacaklardır. Yeni nesle de açıkçası güvenemiyorum. Tek bir çürük yumurta tüm Birim Sıfır tarihini açığa vurabilir. Ki bu çok çok tehlikeli bir durum. Ergenekon gibi bir oluşum yerine konulabiliriz. Devlet üzerine gizli planlar

yaptığımız

söylenir.

Çıkacak

haberleri

gözümde

çok

iyi

canlandırabiliyorum.” “Beyefendi çok haklı,” dedi JĐTEM elemanı. “Zaten Ergenekon yüzünden herkes diken üstünde. Bunu da hemen ona bağlarlar. Güvenilir eleman yetiştirmek için aylar hatta yıllar geçmesi gerekir. Bu iş zor Taylan Bey.” Taylan şimdilik konuşmuyor, sadece dinliyordu. Eski Birim Sıfır sekreteri elindeki kalemi çevirerek söz aldı. “Biliyorsunuz, Birim Sıfır’da yirmiden fazla ajan, on veya on beş bilim adamı, üç metafizikçi çalışırdı. Şimdi aynı kadroyu kurabilecek miyiz?” Taylan boğazını temizledi: “Aynı kadroyu kurmaktan söz etmiyorum. Eskisi kadar büyük bir oluşum olmasından da bahsetmiyorum. Ajan olarak içinizi rahat tutun. Đki ajan olacak ve ikisi de kendimden daha çok güvendiğim insanlar. Bilim adamlarını da tekrar toplamak zor olmaz. Hatta şimdilik toplamak yerine bulguları onlara götürüp durumu öyle çözmek niyetindeyim. Yani iki ajan üzerine kurulu, bilimsel verileri de belli bir yerden değil serbest olarak çözümleyeceğimiz farklı bir oluşum. Daha

73


SIFIR: “Komplo”

sonra işler yolunda giderse eski sisteme dönebiliriz. Şimdi… Sizden tek istediğim Birim Sıfır’ın eski istihbarat alt yapısını yeniden kurmanız. Yani her türlü olağanüstü durumdan haberdar edilmek ve polisin yerine bizim müdahale etmemizi sağlamanız. Bugünlerde olabilecek her türlü olağandışı olay Ali’yle ilgili olabilir. Ya da Ali’yi yok ettiğini düşündüğüm şeylerle…” Taylan hepsinin gözlerinin içine baktı. Genel olarak kabul edilmişti. Şimdi sıra ayrıntıları belirlemekteydi.

18 Ekim 2008 – 21.05 Đstanbul-Đzmit Yolu (E5)

Yine direksiyon başındaydı ve yine komploya dair bir şeyler bulabilmek

amacıyla

uzun

bir

yolu

aşmaktaydı

Dize

Demirsoy.

Vazgeçmemişti. Ali’nin ölümü ve Murat’ın sabotaj olmadığına dair verdiği güvence bile durduramamıştı onu. Kararlılığı kendini bile şaşırtıyordu; şimdiye kadar geri çekilip işleri kendi seyrine bırakacağını zannederdi. Ama belli ki, gerektiğinde böyle tehlikeli konularda bile fazlasıyla dirayetli olabiliyordu. Dize bu karanlık ve çaresiz yolculukta kendini de tanıdığını dehşetle fark

etti.

Farkına

vardığı

bu

gerçekleri

hazmetmeye

çabalarken,

telefonunun çaldığını duydu. Sanki Tekirdağ yolculuğunda olanlar tekrarlanıyordu. Ama bu kez konuştuğu Taylan Yıldırım değil Murat Arıkan’dı.

74


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Telefonu kulağına götürüp, “Efendim Murat?” dedi sakin olduğunu umduğu bir sesle. Ama öyle şeyler yaşamıştı ki sakinlik ondan çok uzaktı. Huzur denen harikulade hissi elde edebilmesi anlaşılan uzun, çok uzun bir zaman alacaktı. “Nasılsın Dize?” diye sordu Murat. Sesinde Dize’ye dair duyduğu endişelerin izleri vardı. “Đyiyim, teşekkürler.” Sen nasılsın diye de soracaktı ama pek nezaket havasında değildi, bu yüzden zahmet etmedi. “Yolda mısın?” “Nereden anladın?” Cevap kısa ve belirgindi: “Kulaklarım keskindir.” Dize iç çekti. “Senden kaçamayacağım anlaşılan. Evet, yoldayım. Đzmit’e gidiyorum.” “Đzmit’te nereye?” “Ali’nin laboratuarına.” Bu kez iç çeken Murat oldu. “Dize, ben de en az senin kadar kararlıyım ve bu işin peşini bırakmaya niyetim yok ama böyle başına buyruk davranırsan işimiz var. En azından bana haber verebilirdin.” “Kusura bakma, düşünemedim.” Düpedüz yalandı bu. Düşünmüştü, ama haber vermemeyi tercih etmişti. “Tamam, sorun değil. Ama ben de oraya geliyorum. Đtiraz etmeye kalkma.” Dize’nin, “Murat,” diye başlamasına fırsat kalmadan telefonun kapandığını belirten ‘bip’ sesi duyuldu.

75


SIFIR: “Komplo”

Dize durumu kabullendi ve telefonu cebine atıp, direksiyon sallamaya devam etti. Keşke bunun yerine Murat’la beraber gitseydim, diye düşündü. O zaman kendimle baş başa kalmak zorunda olmazdım. Ama artık çok geçti. Olan olmuştu. Önünde, hastalıklı düşüncelerle boğuşacağı uzun dakikalar vardı.

18 Ekim 2008 – 22.15 Newton Laboratuarı / Đzmit

Ali’nin sıklıkla deneylerini uyguladığı laboratuar, adını ünlü fizikçi Isaac Newton’dan almıştı. Dize daha önceleri pek çok kez buraya gelmişti ama hiçbirinde bu seferki gibi heyecanlı değildi. Son umutları burada bir şeyler bulabilmekti. Umutlarını tüketmeye yetecek sürüsüyle olay yaşamıştı ama meret halen yüreğinde varlığını sürdürüyordu işte… Dış kapıya vardığında, bekçi kulübesinin içinde yaşlıca bir adamı seçti gözleri. Kısık bakan siyah gözleri vardı adamın; kısa kesilmiş kır saçlı, biraz eski püskü ama yine de temiz giyimliydi. Ve Dize onu tanıyordu. Necdet Rüstem, uzun yıllardır Newton Laboratuarı’nın bekçisiydi. Şimdi de kulübeden çıkmış, elinde fener ona yaklaşıyordu. “Đyisiniz inşallah?” dedi adama. Necdet’in sesi kısık ve fazlasıyla hırıltılıydı. “Đdare ediyoruz hanfendi, sizi sormalı?”

76


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Dize adamın ileri derecede alerjik bronşiti olduğunu biliyordu, sesindeki hırıltının nedeni de buydu; o yüzden yadırgamadı. “Đyi olmamı sağlayacak şeyler yaşadığım söylenemez ama öyle olmak için elinden geleni yapıyorum Necdet Efendi,” diye mırıldandı ve Necdet ona soran gözlerle bakınca ekledi: “Đçeriye biraz göz atacağım. Murat isimli bir polis gelirse içeri alın. Kendisi dostumdur, buraya da benim iznimle girecek.” Necdet başıyla onayladıktan sonra kadına eliyle içeri geçmesini işaret etti ve hemen ardından kulübesine döndü. Dize ise hızlı adımlarla bahçeye girip yine aynı hızla laboratuarın girişine yöneldi. Pek de gösterişli bir bina olduğu söylenemezdi aslında. Ali laboratuarın görünüşünden ziyade niteliğine önem vermiş ve gösterişe kaçmamayı tercih etmişti. Beyaz boyalı, düz mimarili bir yapıydı. Yüksek güvenlik önlemleri de yoktu çünkü deney için potansiyel bir tehlike görülmemişti ve zaten sınırlı olan kaynaklar güvenlik için harcanmamıştı. Dize ona bizzat Ali’nin vermiş olduğu manyetik bantlı giriş kartı sayesinde sorunsuzca

rahatlıkla

laboratuara

geçebilecek,

adım

deneyin

atabilecek,

durumunu

tüm

kapılardan

dilediğince

kontrol

edebilecekti. Hatta Ali’nin tuttuğu deney günlüklerine ulaşma ihtimali vardı. Belki de düğüm tam da bu gece bir çözüme kavuşacak ve huzura giden merdivenin ilk basamakları böylece aşılacaktı… O bunları düşünedursun, giriş kapısına varmıştı bile. Çantasını açtığı gibi giriş kartını çıkardı ve okuyucuya tuttu. Şimdi kızıl bir ışık manyetik bandın üzerinden geçecek ve bir ‘bip’ sesiyle beraber kapının kilidi açılacaktı.

77


SIFIR: “Komplo”

Ama bunların hiçbiri olmadı. Sessizlik gecenin göbeğinde hüküm sürmeye devam etti. Dize bir kez daha denedi ama bu yalnızca aynı sahneyi tekrar yaşamasını sağlayabildi. Manyetik giriş kartı işe yaramıyordu. Hızlı ve öfkeli solumalarla bekçinin yanına yürüdü. Eliyle çıkmasını işaret etti. Necdet Efendi feneri eline aldı ve karanlık gecenin ayazına yeniden sokulup Dize’nin yanına vardı. “Hayırdır hanfendi?” “Đçeri giremiyorum,” diye kısaca açıkladı Dize. “Kartım çalışmıyor.” Bekçi ‘bilemem’ dercesine silkti omzunu. “Bilirsiniz ben sadece kapıyı kollarım, bu işleri bilmem; ilgilenmem de.” Bir anda gözleri uzakta daldı. “Ama geçen hafta laboratuar dışından takım elbiseli birkaç adam bir limuzinle geldiler. Ellerinde izin belgesi de vardı. Onlar bir şey yapmış olabilir, bilemem.” Dize, Necdet’e hafif bir kuşkuyla baktı. “Yani bu adamlar manyetik sistemi yenilemiş veya değiştirmiş olabilirler diyorsun, öyle mi?” Derin bir nefes aldı. “Öyleyse yapacak bir şey yok.” Murat çoktan yolu yarılamış olmalıydı. Artık ona geri dönmesini söyleyemezdi. En iyisi onu beklemekti; belki beraberce bir şeyler yapabilir, içeri girmenin bir yolunu bulabilirlerdi. Necdet Efendi’yi tanıyor olabilirdi ama tek başına onu içeri girmeye ikna edebileceğini zannetmiyordu. Ama Murat gibi tuttuğunu koparan bir polisin varlığı işleri değiştirip durumu yoluna koyabilirdi. Đkinci derin nefesini çekti içine ve bahçeye dönüp taş duvara yaslanarak Murat’ı beklemeye koyuldu.

78


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

18 Ekim 2008 – 23.00 Newton Laboratuarı / Đzmit

Dize giriş kartını manyetik okuyucudan son kez geçirdi ama ellerine geçen yine koca bir sıfırdı. “Görüyor musunuz?” dedi. “Olmuyor işte, bu kadar basit. Bir daha denememe gerek yok. Hiçbir şey değişmeyecek.” Bekçi birkaç adım gerilerinde bekliyordu, Murat ise Dize’nin hemen sağındaydı; manyetik okuyucuyu kuşkuyla süzmekteydi. “Kim niye sizin laboratuara girmenizi engellesin ki?” diye sordu Necdet Efendi içten bir tavırla. Murat ve Dize birbirilerine karanlık ve manidar bakışlar fırlattılar. Kimin önlediğini bilemeseler de, komplocuların yine iş başında olduğu aşikârdı. Bu durum artık sıkıcı olmaya başlamıştı. Ne zaman bir şeyler elde etmeye yaklaşsalar önleri kesiliyordu. Bu kasvetli gidişatı önlemeyi de bir türlü başaramıyorlardı. “Necdet Efendi,” dedi Murat bekçiye yönelerek. “Girmemize izin versen? Bak uzun yoldan geldik. Eli boş dönmeyelim.” Bu sırada Dize bir kenara çekilip cep telefonunu çıkarmış, bir numarayı tuşlamıştı. Bekçi, Murat’ın ricası üzerine başını iki yana salladı. “Komiserim, yetkim olsa niye izin vermeyeyim? Ama bana da kesin emir var, giriş kartı olmayanları veya çalışmayanları içeri sokamam. Anlayın beni. Bu krizde işimi kaybetmek istemem.”

79


SIFIR: “Komplo”

“Đşini falan kaybetmeyeceksin. Sana karşı zor kullandığımı, beni içeri sokmak zorunda kaldığını söylersin.” Necdet Efendi cevap vermedi. Bunun anlamı açıktı. Murat öfkeyle içini çekti. “Ya gerçekten zor kullanırsam?” Ve adamı yakasından tuttuğu gibi duvara yapıştırdı. Yumruğunu sıkıp yüzüne yaklaştırdı. “Silahına mı güveniyorsun komiser?” diye hırladı bekçi. Murat gülümsedi. “Elimde silah görebiliyor musun Necdet Efendi? Hayır, silahıma değil rozetime ve yumruklarıma güveniyorum.” Sıktığı yumruğunu gözüyle işaret etti. “Özellikle de buna.” O sırada Dize elinde cep telefonuyla yanlarına geldi. “Murat, kes şunu,” dedi ve bunun üzerine Murat kısa bir tereddüdün ardından adamı bıraktı. “Taylan Bey’i aradım,” diye devam etti Dize. “Bu laboratuar onun sermayesi ve izniyle inşa edilip kuruldu, yani onun sayılır.” Telefonu Necdet’e uzattı. “Taylan Bey telefonda. Buyurun, bir konuşun.” Her şey bir anda değişti. Bekçi kendisine uzatılan telefonu aldı ve yere fırlatarak parçalara ayrılmasına neden oldu. Murat ve Dize hayretle bakışırlarken, belinden çıkardığı uzun, kıvrık bir hançeri yüzünün yakınlarında gezdirerek, “Đşleri gereğinden fazla kurcaladınız,” dedi. Artık sesinde hırıltıdan eser yoktu, bakışları da kendi halinde bir bekçiden çok psikopat bir katilin bakışlarını andırıyordu. “Bundan çok daha önce gitmeniz gerekiyordu, ama inatçı çıktınız.” Bıçağa bir parmağını sürttü, bu hafif sürtünüşle bile yaralanan parmaktan kan damlaları süzülmeye başladı. “Artık başka şansınız kalmadı. Şimdi defolun gidin. Bu işi daha fazla

80


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

uzatmayın. Yoksa çok daha kötü şeyler olacak. Bu ‘şey’lere maruz kalmak istemezsiniz.” Murat’ın eli silahındaydı, Dize de ona sokulmuş hatta elini hafifçe kavramıştı. Ve saniyeler içinde, her şey ikinci kez değişti. Yoktan var olmuş gibi görünen karanlık siluetler etraflarını sardı. Yüzlerinin ve vücutlarının hafifçe bulanık hatta gölgeli görünmesinin sebebinin yalnızca gecenin karanlığı olduğunu zannetmiyordu Dize. Bu işin ardında çok daha fantastik gerçeklerin yer aldığından neredeyse emindi, ama şu anda buna kafa yoracak durumda değildi. Murat silahını kaldırdı ve, “Geri çekilin!” diye haykırarak Dize’nin önüne geçti. Ama bu haykırış tam tersi etki yaptı. Siluetler oldukları yerde durmaktan vazgeçerek yavaş adımlarla onlara doğru yaklaşmaya başladılar. Murat tehditler sıralamaya devam etti, hatta onlara doğru onlarca mermi sıktı ama bunlar hiçbir işe yaramadı; siluetler yaklaşmayı sürdürdüler. Onları durdurmanın hiçbir ‘normal’ yolu yok gibi görünüyordu. Dize ve Murat’ın kaçmaktan başka çareleri kalmamıştı. Bahçeye doğru temkinli adımlarla gerilemeye başladılar. Durdurulmayı bekliyorlardı ama siluetler oraya yönelmelerini istiyormuş gibi bahçe tarafını boş bırakmışlardı. Bekçi de bıçağını sallayarak öylece bekliyordu. Dize ve Murat adımlarını biraz daha hızlandırdılar ve nihayet laboratuarın ana girişinden oldukça uzaklaşmayı başardılar. Görünüşe göre artık tehlikede değillerdi; siluetlerin ve bekçinin durup durup bir anda saldıracağını zannetmiyorlardı.

81


SIFIR: “Komplo”

Devasa bir patlamanın ortalığı birbirine katacağını ise ‘hiç’ zannetmiyorlardı. Müthiş bir gümbürtü her yanı sardı, laboratuarda taş üstünde taş kalmadı. O güzelim bina saniyeler içinde harabeye döndü. Murat ve Dize metrelerce sürüklendiler. Neyse ki patlamadan evvel binadan uzaklaşmayı başarmışlardı ve önemli yaralar almadan kurtulabileceklerdi. Ama ilginç olan, ne bekçiden ne de adamlarından en ufak bir çığlığın veya yardım çağrısının gelmesiydi. Dize sürüklenmenin etkisiyle çoktan bayılmıştı. Yerde öylece yatıyordu. Murat ise kafasını taşa çarpmıştı, kaşı yarılmıştı; o da kendinden geçmek üzereydi. Son gördüğü, binanın etrafında ölü ya da diri kimsenin olmadığıydı. Ne bekçiden ne de siluetlerden en ufak bir iz yoktu. Sanki buhar olup uçmuşlardı. Ve Murat’ın gözleri usulca kapandı.

19 Ekim 2008 – 10.00 Yıldırım Holding Binası / Şişli-Đstanbul

Dize önceki akşam bileği burkulduğu için sendeleyerek yürüyordu. Tabii bundan şikâyet etmiyor, bu kadarla kurtulduğu için şükrediyordu. Gece hiç uyuyamamış, yatağında dönüp durmuştu. Hayatının en büyük şokunu atlatmaya çalışan beyni ona uyku lüksü tanımamıştı. Sabah gözlerinin şiş olduğunu görünce normalden biraz daha yoğun bir makyaj yapıp kapatmaya çalışmış, buna uygun olarak da şık bir

82


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

kırmızı elbise giymişti. Şimdi Büyük puntolarla YILDIRIM HOLDĐNG yazılı döner kapının önündeydi. Kapıdan girdi, onu tanıyan güvenlik görevlisine selam

verip

asansöre

yürüdü.

Geç

kaldığını

düşünüyordu,

ama

sendeleyişini açığa vurmamak için yavaş yürüyordu. Murat çoktan gelmiş olmalıydı. Taylan sabah 9’da acil olarak çağırdığına göre kesin önemli bir durum vardı. Yedinci kata çıktı, Taylan Bey’in sekreterine selam verdi. Sekreter, Taylan’ın onu beklediğini söyleyip içeri girmesine izin verince; kahverengi, şık ve büyük kapıyı çalarak içeri girdi. Tahmini tutmamıştı, Murat henüz ortalıkta görünmüyordu. Taylan koltuğunu ters çevirmiş, arka duvarı kaplayan pencereden dışarıyı seyrediyor ve purosundan dumanlar üflüyordu. Dize’nin geldiğini görünce döndü. Oturmasını belirten bir el hareketi yaptı. Dize elbisesinin eteğini düzeltip otururken kapı çalındı. Murat içeri girdi. Dize’nin karşısındaki koltuğa oturdu. Taylan purosunu söndürüp onları şöyle bir süzdü: “Hoş geldiniz çocuklar. Dün yaşadıklarınız şimdi açıklayacağım kararı vermemin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Öncelikle ikinize de geçmiş olsun. Çok kötü günler geçiriyorsunuz ve gerçekten iyi dayanıyorsunuz. Đşte bu da sizi seçmemin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Yanılmadığıma emindim ve yanılmamışım.” Murat da Dize de dinliyor ama pek bir şey anlamıyorlardı. Taylan ne kararı vermişti ve onlarla ilgisi neydi? Neyde yanılmamıştı? Ama Taylan’ın her zamanki konuşma tarzıydı bu. Önce gizemli cümleler, sonra her şeyi açıklayan o önemli konu… Az kalmıştı, öğreneceklerdi.

83


SIFIR: “Komplo”

“Ha, unutmadan şunu söyleyeyim,” diye devam etti. “Dünkü patlamayla ilgili bir endişeniz olmasın. Basına yansımadı ve yansımayacak. Sizinle ilgili hiçbir şey olmayacak. Yalnız kötü haber de şu ki, patlamayla ilgili hiçbir ipucu bulunamadı yine. Polislerin en ayrıntılı incelemeleri yapmalarını sağladım, ama sonuç yok. Şaşırmadım doğrusu. Şimdiye kadar işleri bu kadar planlı ve hiç iz bırakmadan yapmayı başaranlar bunun da altından kalkardı. Sizin bahsettiğiniz o siluetlerle ilgili de herhangi bir iz bulunamadı. Bekçinin ve sizin dışınızda kimsenin ayak izi yok. Tabii ki bunlar size inanmadığım anlamına gelmiyor. Size kendimden bile çok güveniyorum, emin olun. Dize, senin dediğin telefon konuşmasının da yapıldığına adım gibi eminim. Hele şu son olaydan sonra adımın Taylan olduğundan bile daha çok eminim.” Koltuğunda yaslandı. Đşte o gizemli cümlelerin cevabı geliyor, diye düşündü Murat. Taylan onu doğrularcasına konuşmasına devam etti. “Birim Sıfır’ı tekrar kuruyorum çocuklar. Eskisi kadar büyük bir oluşum olmayacak, ama en az eskisi kadar güvenilir olacak. Çünkü kabul ederseniz Birim Sıfır mensupları sizler olacaksınız.” Dize gözlerini iri iri açıp Taylan’a baktı. Ne düşüneceğini, ne tepki vereceğini bilmiyordu. Murat’a baktığında şaşkınlıktan çok huzur dolu bir gülümseme gördü yüzünde. Demek o bunu bekliyor, bunu istiyordu. “Biliyorsunuz, benim için isteğiniz emirdir,” dedi Murat. Taylan ondan bu cevabı bekliyor olmalıydı. Ufak bir gülümsemeyle karşıladı ve Dize’ye döndü.

84


Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Pek fazla düşünmeden, “Ali için, ülkem için ve kendim için kabul ediyorum,” dedi Dize. Aslında Birim Sıfır’ın adını duyduğundan beri içten içe öyle bir oluşumun içinde olmayı ne kadar istediğini hissediyordu ve bu fırsatı reddedemezdi. “Artık resmen Birim Sıfır elemanısınız. Hayırlı olsun,” dedi Taylan ayağa kalkarak. Đkisinin de elini sıktı. “Daha sonra ayrıntıları konuşmak için sizi tekrar çağıracağım. Unutmayın, gerçekler ufkun ötesinde ve sizin ufkun ötesini görmenizi bekliyorum.” Odanın başköşesindeki Atatürk tablosuna baktı. Şimdi hepsinin aklından ulu önderin aynı sözü geçiyordu. “Bir yolcunun yolda yürüyebilmesi için ufku görmesi yeterli değildir, ufkun ötesini de görmesi gerekir.”

SON Mayıs 2009 / Đstanbul

85


ÖNOKUMA: SIFIR: “OYUN BİTTİ” Ozancan Demirışık


BİRİNCİ KISIM CANAVAR 26 Kasım 2008 – 08.30 Işık Huzurevi – Đstanbul/Emirgan

Beton yeşile tercih edilmiş olabilirdi, bir başka yeşil olan ‘para’ için tüm güzellikler sökülüp atılmış olabilirdi, pak sokaklar pasaklanmış olabilirdi, güzelim müstakil evlerin yerini çarpık çurpuk apartmanlar almış olabilirdi, ama Đstanbul’da tüm bu güzelliğin ve temizliğin, en önemlisi de saygınlığın korunduğu semtler hâlâ vardı. Ve Emirgan bunlardan biriydi. Sadece sık rastlanan korular değildi buradaki yeşilliğin tamamı. Sokakta yürürken bile her an bir ağaçla karşılaşabilirdiniz. Asfaltta yürürken sol yanınızda ferah bir çimenlik alan görebilirdiniz. Ve yolunuz her daim sahile düşerdi. Tüm dertlerinizi, sıkıntılarınızı unutur ve bir yanınızda engin mavi deniz dalgalanıp dururken yürümeye başlardınız. Her adım yeni bir umut olurdu sizin için. Yeni bir fırsat. Yeni bir mutluluk. Kimse bilmese de, güzelliğin başarabildiği çok şey vardır… Işık Huzurevi, Emirgan’ın geniş, ferah bir sokağındaydı. Kurulalı çok olmamıştı ama, sağlam işletmesinin ve uygun fiyatlarının yanı sıra, yaşlılara


iyi bakım ve iyi muamele yapıldığı kulaktan kulağa yayılınca bir hayli popüler hale gelmişti. Pek çok yaşlı insan hayatının kalan yıllarını burada sürdürüyor ve genelde memnun ölüyordu – bir ölü ne kadar memnun olabilirse o kadar memnun… Tahir Yıldız bu huzurevindeki odasında, ‘huzurlu’ bir şekilde uyuyordu. Ya da huzurunu çoktan kaybetmişti de o farkında değildi ve uykunun sahte huzurunda kendini avutuyordu. Fark edemediği ve asla edemeyeceği şeyler alttan alta gerçekleşmekteydi. Altmış dokuz yaşındaydı. Kısacık kesilmiş bembeyaz saçları, deniz mavisi gözlerini iyice belirgin hale getiriyordu. Takma dişleri bembeyazdı; en ufak bir yapaylık hissi vermiyorlardı. Oval, çıkık kemikli bir yüz yapısına sahipti. Pek iştahlı biri değildi, dolayısıyla oldukça zayıftı. Akrep ve yelkovan ilerleyişini sürdürüp de saat sekiz buçuğa geldiğinde adam aniden gözlerini açtı. Bir şeyler gördü, bir şeyler hissetti ama hemen sonra hepsini unuttu. Gözlerini kırpıştırdı, yatakta doğruldu. Derin bir nefes aldı. Gerindi. Gözlerini pencereye dikti. Cam tül perdeyle kapalıydı ama dışarısı görülebiliyordu. Güzel bir manzara vardı: Bir köşede deniz, bir köşede ağaçlar, diğer bir köşede siyah asfalttan yol, onun hemen yanında da birbiri ardına düzgünce sıralanmış otomobiller… Tahir banyoya gidip yüzüne soğuk su çarptı. Yatağına karmaşık hisler içinde döndü. Uzanma pozisyonuna geçmedi; yatağın kenarına oturup bacaklarını yere uzattı ve elleriyle başını ovalamaya başladı. Tam o sırada odanın kapısı yavaşça aralandı. Bir baş içeri uzandı. “Uyandınız mı Tahir Bey?”


Tahir döndü ve baktı. Orta yaşlı bir kadındı gelen: Güler yüzlü, balıketli ve kır saçlı, cana yakın görünümlü bir kadın. Tahir kendini gülümseyecek havada hissetmese de hafifçe tebessüm etti ve, “Evet,” dedi. “Günaydın.” Kapı iyice aralandı. Kadın içeri girdi ve elindeki kahvaltı tepsisini yatağa bıraktı. Gülümseyerek baktı Tahir’e. “Bugün yine erkencisiniz.” Yüzündeki gülümseme daha da büyüdü. “Yumurtayı istediğiniz gibi tavada yaptım, iyice pişirdim. Taze sıkılmış portakal suyu da var. Zeytininiz, peyniriniz, kaşarınız, domatesiniz… Hepsi burada.” Tahir başını salladı. “Teşekkürler.” Kadın gülümsedi. “Rica ederim Tahir Bey. Afiyet olsun.” Ve tam odadan çıkacakken, dönüp ekledi: “Ben mutfak alışverişine gidiyorum. Bir ihtiyacınız olursa ancak bir saat kadar sonra ilgilenebileceğim. Haber vereyim dedim.” Tahir başıyla onayladı ve kadın odadan çıktıktan sonra gözlerini tepsiye dikti. Gerçekten eksiksiz, diye düşündü. Đşte şimdi gülümseyecek havaya girmişti. Hafifçe mırıldandı: “Aç ayı oynamaz. Başlamadan önce karnımızı iyice bir doyuralım öyleyse.” Soğuk metalden bıçağı sıkıca kavradı, yumurtasından ve ekmekten birkaç lokmanın ardından portakal suyundan büyükçe bir yudum aldı. Sonra sıra diğer kahvaltılıklara geldi. On beş dakika kadar sonra açlığını gidermiş, tepsiyi (cebine attığı bıçağı saymazsak) bir kenara bırakmış, ayağa dikilmişti. Yavaş ve sakin adımlarla odadan çıktı, koridora girdi. Ortalıkta kimse yoktu. Huzurevi sakinleri uyandıysa bile çoğu odasından çıkmamıştı. Bir kısmı kahvaltısını


yapıyor, bir kısmı da öylece odasında oturuyor olmalıydı ve elbette bir diğer kısım da hâlâ uykunun derin ve sarmalayıcı kollarının arasındaydı… Her şey bal kaymak, diye düşünen Tahir, rastgele bir oda seçip içeri yavaş adımlarla girdi ve gözleriyle odayı taradı. Yaşlıca bir kadın muhtemelen kendisinden de yaşlıydı- yatağında sırtüstü uyumaktaydı. Saçları kırlaşmamıştı, belki de boyuyordu onları; ama fazlasıyla yaşlı olduğu da belliydi. Yüzü kırış kırıştı. Arada sırada anlaşılmaz sözcükler mırıldanıyordu ama buna rağmen uykusu derindi. Tahir daha önce pek çok kişiyi uyurken görmüştü ve hangisinin hafif uykuda, hangisinin derin uykuda ve hangisinin kan uykusunda olduğunu tek bir bakışta anlardı. Bu kadının durumu ikinci seçeneğe bir örnekti. Yaklaştı. Kadını hafifçe dürttü. Bir tepki gelmeyince daha sertçe dürttü ve yaşlı kadın gözlerini aralayıp baktı. Hafifçe doğruldu. Esnedi. Sonra gözlerini Tahir’in gözlerine dikti. “Hayırdır Tahir, ne oldu sabah sabah? Ne güzel de uyuyordum.” Sinirli değildi ama her sözünde hafif bir sitem bulunan yaşlılardandı anlaşılan. “Adınız nedir?” diye sordu Tahir yüzünde soğuk bir gülümsemeyle. Kadın, yoğun hayretini açığa vuran bir ses tonuyla, soruya soruyla cevap verdi: “Adım mı? Dalga mı geçiyorsun Tahir?” “Dalga

geçmiyorum

hanımefendi.

Sadece

adınızı

öğrenmek

istiyorum.” Kadın bu kez şaşkın değil endişeliydi. Huzurevinde bulunmaları ve karşısındakinin yetmişine merdiven dayamış yaşlı bir adam olması, aklına ‘alzheimer’ ihtimalini veya bir başka hastalığı getirmiş olmalıydı.


“Şükran,” dedi kısık sesle. “Pekâlâ Şükran Hanım,” diyen Tahir, yüzündeki soğuk tebessümü muhafaza ederek elini cebine attı ve kahvaltı bıçağını çıkardı. Başparmağını keskin kısma hafifçe sürterek konuşmaya devam eti: “Şimdi sizinle bir oyun oynayacağız.” Şükran Hanım bir şey söylemedi, ama saçma seyrini sürdüren olaylara bir anlam verme çabasının izleri, yüzünden rahatlıkla okunuyordu. “Oyun oynamayı isteyeceğinizi varsayıyorum. Ama gayet nazik bir adam olduğumdan yine de soracağım.” Gülümseme Tahir’in yüzünü terk etti ama dehşet verici soğukluk hâlâ oradaydı. Kadını korkutan da bu oldu. “Oynayacaksınız değil mi?” “O-oynayacağım,” diye cevap verdi Şükran Hanım. Gülümseme geri döndü. “Tam da tahmin ettiğim gibi.” Şükran Hanım’ın korku dolu bir beklenti taşıyan gergin halini büyük bir hazla izleyen Tahir, bıçağı sol eline geçirdi. Sonra sağ elini müthiş bir hızla ileri uzatarak kadının gırtlağını kavradı ve sertçe sıkmaya başladı. “Oyunumuzda iki seçenek var,” diyordu bir yandan. “Size bir soru soracağım ve sorunun içerdiği iki seçenekten birini tercih edeceksiniz. Oyunu ona göre devam ettireceğiz.” Şükran Hanım boğuk hırıltılar çıkarıyordu. Yüzü mosmor olmuştu. Boğazındaki sert baskı, nefessizlik ve de dehşetin birleşimi bu yaşlı kadını perişan etmişti. “Đşte o hayati soru,” diye devam etti Tahir. “Ya gözlerinize veda edecek ama yaşamaya devam edeceksiniz, ya da yaşamınıza veda edecek ve sağlam gözlerle ölüp gideceksiniz. Ne dersiniz? Hangisini seçeceksiniz?”


Uzun bir sessizlik oldu. Yüzünün morluğu iyice artan, gözleri kanlanan, epilepsi nöbeti geçirir gibi titreyen kadın kollarını deli gibi sallıyor, çırpınıyordu. Tahir kavrayışını gevşetti ve hemen sonra elini tamamen geri çekti. Bıçağı yukarı kaldırıp sordu: “Evet, cevabınız?” Kadın cevap vermeden önce derin derin nefes aldı. Kendine gelmeye çalışıyordu ama bunun mümkün olmayacağının da farkındaydı. Konuşabilecek kadar toparlandığında, gözlerinden süzülen birkaç damla yaşın eşliğinde, “Gözlerime dokunma,” diye fısıldadı. Tahir güldü ve, “Karar verildi,” dedi yarışma sonucunu bildirir gibi. “Öyleyse Şükran Hanım, oyun sizin için bitti!” Bir panter gibi ileri atıldı. Sağ eline geçirdiği bıçağı Şükran Hanım’ın kalbine sapladı ve bir elini de sessiz durması için ağzına bastırdı. Ve yüzünde o buz gibi gülümsemeyle, bıçağı bütün gücüyle ittirip çevirerek kadının kalbini ve çevresinde bulunan her organını paramparça etti. Şükran Hanım değil ses çıkarmak, ağzını bile açamadan öldü. Ama Tahir Yıldız’ın durmaya niyeti yoktu. Bıçağı rastgele saplamaya, eline bulaşan kana aldırmadan cesedi kahvaltı bıçağıyla kesip biçmeye devam ediyordu. Odadan çıkarken yüzü gözü kan içindeydi. Ama temizlenmeye niyeti yoktu çünkü bunu yapsa bile çok geçmeden her tarafı yeniden kana bulanacaktı. “Đlk etap bitti,” diye mırıldanıyordu kapıyı ardından kapatırken. “Şimdi sıra ikincisinde! Oyun devam ediyor. Hazırsanız başlayalım!”


09.40

Huzurevi bakıcısı Derya Derin mutfak alışverişinden huzurlu döndü. Markette bugünün halk günü olması sayesinde ucuz bir alışveriş yapmıştı. Üstelik kış mevsimine göre hava fazlasıyla sıcaktı. Ortalık sessiz sakindi. Güzel bir gün olacağa benziyordu. Đçi huzurla doluydu, keyfini hiçbir şeyin bozmayacağından emindi. Ama

gözden

kaçırdığı

bir

şey

vardı:

Hiçbir

şeyden

emin

olunamayacağı gerçeğiydi bu. Berbat bir gün tek bir haberle veya tek bir olayla muhteşem bir güne dönüşebilirdi. Tam tersi için de geçerliydi bu. Muhteşem bir gün, kolayca berbat bir gün haline gelebilirdi… Bunu anlamasını sağlayan, odalardan birine girmesi ve orada soyadı gibi derin bir dehşetle karşılaşması oldu. Avazı çıktığı kadar attığı çığlığı, tüm huzurevinde hatta tüm sokakta yankılandı. O gün tanık olduklarından sonra Derya Derin asla eskisi gibi olamadı. Bir hafta sonra dehşet dolu kâbuslardan kurtulmuştu ama huzurevinde gördüklerinin -hepsi de tanıdığı insanların kanlar içindeki paramparça cesetlerinin ve kan dondurucu bir biçimde kör edilen diğerlerinin- anısı ve izleri aklından hiçbir zaman silinmedi.

28 Kasım 2008 Tarihli Bir Gazete Haberi

27 Kasım 2008 tarihinde, Đstanbul-Emirgan’daki Işık Huzurevi’nde tüyler ürpertici bir katliam yaşandı. Huzurevi sakinlerinden biri olan T.Y.


(69), bakıcı D.D.’nin (48) kendisine getirdiği kahvaltı tepsisindeki bıçağı kullanarak, huzurevinde kalan diğer on iki kişiden on tanesini öldürdü, ikisinin ise canlı canlı gözlerini çıkardı. Hapishaneye götürülürken halkın büyük nefretini üzerine çeken T.Y., linç edilmekten zorlukla kurtarıldı ve gerektiği gibi Bakırköy cezaevinin bir hücresine kapatıldı. Polisler T.Y.’nin hiçbir şey hatırlamadığını, aklında kalan son şeyin 26 Kasım gecesi yatağa girişi olduğunu ısrarla tekrar ettiğini ve akli dengesinin yerinde olup olmadığının araştırılacağını belirttiler.

Tamamı BUZUL DÜNYA’da! www.buzuldunya.com


YAZARLAR Gökcan Şahin

3 Eylül 1988’de Sivas’ta doğdu. Đlköğrenim ve liseyi

Đstanbul’da tamamladı. 2006 yılından beri Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği'ne devam ediyor. Her ne kadar ömrü boyunca sayısal bölümlerde öğrenim görse de edebiyat, tarih, felsefe gibi sözel alanlara da ilgi duydu. Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa zamanda elliden fazla öykü yazdı. Öyküleri ve yazıları Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü'nün internet sitesinde, Xasiork Dergi’de ve Gölge e-dergi'de yayınlandı. Henüz bir roman bitirememiş olsa da en yakın zamanda yazıp yayınevlerinin kapısını çalmayı düşünüyor. Şu sıralar Ozancan Demirışık’la birlikte yedi bölümden oluşan ve iki ayda bir Buzul Dünya adlı sanal yayınevi üzerinden yayınlanan SIFIR serisini yazıyor.

Ozancan Demirışık 12 Mart 1993 tarihinde doğdu ve kendini bildi bileli yazıyor. Đnternet üzerinde üç ayda bir yayınlanan

Xasiork Dergi’nin

ve kulüp bünyesinde yayınlanan

e-kitapların

editörlüğünü üstlendi. Önceleri ‘Genç Haberler’ internet sitesi ile ‘Beyaz Kapı’ adlı ederginin de editörüydü. Karalama adlı öykü dergisinde ‘Seyirci’, Yüxexes Karakalem dergisinin ikinci sayısında ‘Kuşatma’ isimli öyküleri yayınlandı. Ejderhayurdu.com 1. Fantastik Hikâye Yarışması’nda birincilik ödülü aldı ve Xasiork 2006 Roman Yarışması’nda jüri özel teşvik ödülüne layık görüldü. Şu sıralar roman çalışmalarının yanı sıra, SIFIR dizisinin yazarlığını Gökcan Şahin'le beraber üstleniyor. Geleceğe dair planlarının vazgeçilmez adımı “yazmak, yazmak ve yazmak”tır.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.