220

Page 1

SAY FA 6

Ilımlılar bataklığı

Kolin’in öyküsü

Dayanışmaya...

Eğit-donat tarihi

ABD ve işbirlikçileri ‘ılımlı savaşçıları’ ‘eğitdonat’ projesini bir kez daha devreye soktu

AKP’nin çetevari sermaye gruplarından Kolin, doğayı katledenler arasında başı çekiyor

Halkevleri’nin savaş mağduru sığınmacılara yönelik dayanışma kampanyası sürüyor

ABD emperyalizminin Afganistan ve Küba’daki ‘eğit-donat’ maceralarının tarihi

SAY FA 9

SAY FA 13

SAY FA 14

6 Kasım 2014 • 1,25 TL

Y›l 9 • Say› 220

Temelinde kan ve talan kapısında isyan var

Hava ka r topluyor Sf. 3

Erdoğan, 1,37 milyar liraya yaptırdığı kaçak ‘başkanlık’ sarayını açtı. O gün yine bir işçi katliamında ayda bin liraya madene inmek zorunda kalan 18 emekçi yaşamını yitirdi

Erdoğan’ın düzeni bu. Ülkenin altını üstünü yağmala, ormanı kes, madeni peşkeş çek, işçiyi köleleştir. Zengini daha zengin etmek için emekçiyi ölüme sür. 12 yılda 14.500 işçiyi öldür

Bin odalı sarayına bakıp kibirlense de, o sarayın kapısından dışarı adım attığında Ermenek’ten Validebağ’a sömürüye, talana, katliama isyan edenlerden kaçamayacağını görüyor

Sömürge faşizminin yeni ambalajı: ‘Yeni Türkiye’

İsyanın çocukları

‘Çalışma’yan bakanlığa mühür Taşeronlaştırmaya ve güvencesizleştirmeye bağlı iş cinayetlerinin yoğun yaşandığı enerji, inşaat ve liman-tersane işkollarında çalışan DİSK üyesi işçiler 5 Kasım’da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nı mühürledi. Enerji-

Sen, Limter-İş ve Dev Yapı-İş başkanları ve üyelerinden oluşan 18 işçi, Soma’da, Torunlar’da, Ermenek’te yaşanan işçi katliamlarını hatırlatarak, çalışmayan Çalışma Bakanlığı’nı mühürledi. İş güvenliği önlemlerinin alın-

Hande Yanar / Sayfa 2 Kadın, gericilik ve laiklik

İstanbul kentinde ve Marmara’da, doğayı, ortak kamusal varlıkları, tarihsel mekanları, yaşam alanlarını, parkları ve koruları savunmak için büyük bir direniş ağı örmeye çalışan ‘Savunmalar’, yani Kuzey Ormanları Savunması ve İstanbul Kent Savunması, Haziran İsyanı’ndan doğru. Şimdi yaşamı savunuyor. SF.15

masını talep eden işçiler, eylemlerini sürdürürken bakanlık önünde barikat kuran çevik kuvvet polisi saldırıya geçti. Polis, üç sendikanın başkanının da aralarında olduğu 18 kişiyi gözaltına aldı.

Tufan Sertlek/ Sayfa 4 Soma, Ermenek, Yalvaç...

Dosya sayfamızda AKP’nin ‘yeni Türkiye’sinde, ‘Sünni-Hanefi Anadolu Kültürü’ne ve Osmanlı geçmişine dayanan geleneksel İslamcı muhafazakar ideolojinin nasıl resmi ideoloji katına yükseltildiğini ve hukuğun nasıl dinselleştirildiğini ele aldık. SF.10

Faruk Eren / Sayfa 12 Savaş muhabiri olmak

Çiğdem Çidamlı / Sayfa 15 Gezi’nin çocukları


2

KİBELE 6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Halkın Sesi

Plaza De Mayo Anneleri: “Adalet, adaletsizliğin saltanatını elinden alacak”

C

umartesi Anneleri'nin 500. buluşmasını “… sonunda adalet, adaletsizliğin saltanatını elinden alacak… Hafıza, hakikat, adalet. Önemli olan budur” diyerek selamladı Arjantin’den Plaza De Mayo Anneleri. 1976-1983 yılları arasında Arjantin’de 8 bin 960 kişinin kaybedildiği tahmin ediliyor. Bu dönemde sürdürülen kirli savaşa “faili meçhul” kaybolmalar eklenince bu sayı 30 bine yaklaşıyor. Arjantin'de 14 kadın bir perşembe öğleden sonrası tam banka memurlarının iş çıkışına rastgelen saat 15.30’da Plaza de Mayo'da (Mayıs Meydanı) toplanıp, ortadaki piramidin etrafında ikişer ikişer tur atmaya başladılar. Azucena De Vicenti diğer 13 kadına dönerek “Olmamız gereken yer burası değil. Günün birinde

Kadın, gericilik ve laiklik Kadın özgürlük hareketinin mücadele konusu olan pek çok alanda karşısına dikilen dinci gericiliğin, mücadelenin en az konuşulur kısmı olması, hareket içinde erkek egemenliğinin somutlaşmış birçok haliyle yüzleşmeyi engelliyor. Kadınların özgürleşme mücadelesini ilerletecek ideolojik tartışmalar arasında gericiliğe karşı mücadeleyi/laikliği temel gündemlerden biri yapmak ise acil bir görev olarak önümüzde duruyor. Türkiye’de Sunni İslam’a dayalı bir toplumsal dönüşüm ve devletin tüm mekanizmalarının yukardan aşağı ırkçı, dinci, milliyetçi özle kurgulanışı öteden beri dönemsel ihtiyaçlara göre sürüyordu. Neoliberal politikaların işçilerin, kadınların, direnenlerin kanı ve milyonlarca insanın değersizleştirilen emeği üzerindeki yükselişini acımasızca sırtlanan AKP ise neoliberal yıkımın ve işbirlikçi politikaların; fıtrat, kader gibi gerici söylem ve pratiklerle kabul edilebilirliğini sağlamaya çalışıyor. İktidar olanaklarını da seferber eden AKP, toplumun en küçük birimine kadar gericilikle nüfuz edip özellikle kadınları kuşatma altına aldı. Ortaöğretimde türban serbestisinin önceki dönemlerde yaşanan türban tartışmalarından daha tartışılır olması bu gerici kuşatmanın hissedilirliği ile ilgili. Türban bugüne kadar Siyasal İslam’ın yükselişine bayrak edilmiş bir simge. AKP’nin yıllarca mağduru oynamak için kullandığı bu gündem iktidarı boyunca kitlesini bir arada tutmak için ortaya sürdüğü bir propaganda malzemesi oldu. Hande Bugün kız çocuklarının devlet eliyle kapatılması gericiliğin Yanar kadın özgürlük hareketine hhande.yanar@ adeta bir savaş açtığını gösterigmail.com yor. Haziran İsyanı’nda Erdoğan’ın diline yapışan “türbanlı bacımıza saldırdılar” yalanı, bugün Validebağ’da “bunlar camiye karşılar” propagandasından bir fark içeriyor. AKP Kabataş olayıyla “kadının beyanı esastır” ilkesinin içini boşaltırken türbana karşı çıkmanın yasakçı, baskıcı bir ideolojinin sonucu olduğunu göstermeye çalışarak “inanç özgürlüğü” söylemine yaslandı. Üniversitede ve kamusal alanda türban serbestisini sağlamak için liberallerden aldığı destek, AKP’nin 9 yaşındaki kız çocuklarını kapatırken “inanç özgürlüğüne” rahatça sarılmasına neden oluyor. Türbanın ya da örtünmenin kadının özgürlüğü önünde ne derece engel oluşturduğu veya öncelikli mücadele alanı olması mı gerektiği sorularının bugün hala kafa karıştırıyor olması ilginç. Kuşkusuz saçı açık kadın, özgürleşmiş kadın değildir. Ancak erkeğin kadın üzerindeki denetiminin başta kadın bedeni üzerinde kurduğu egemenlik ilişkisi üzerinden yükseldiği düşünülürse ‘örtünmenin’ kadın özgürlük mücadelesi açısından anlamı açık. Örtünme/kapanma kadınlar üzerinde “namus”, “iffet”, “başı bağlılık”, “birisine ait”, “itaat” gibi pek çok kodu üretiyor. Kadınların hemen hepsinin kendi bedeni üzerindeki tasarrufunu muhafazakâr, dinsel gericilikten beslenen ‘yargılardan’ bağımsız, özgürce sağlayamadığı şu günlerde devlet eliyle örtünmenin/kapanmanın desteklenmesini mücadele konusu haline getirmemek mümkün değil. Ortaöğretimde türban serbestisi yani 9 yaşındaki kız çocuklarının kapatılmasının ardından karma eğitimin kaldırıldığı Esenler, 5-6 yaşındaki çocukların anaokuluna türbanla gittiği Ataşehir gibi örneklere bugün münferit diyen kimse yok. Çocukla ilgili örtünme kararının aileye ait olması ve bunun baskı, rıza veya özendirme yolundan herhangi biriyle yapılıyor olması örtünmeyle/kapanmayla hangi derecede mücadele edilmesi gerektiğini değiştirmez. Şiddeti örten, özgürleşmeyi sınırlandıran ve muhafazakârlaşmayı yaygınlaştıran ailenin, çocuklar üzerinde ne kadar belirleyici olduğu başlı başına bir tartışma. Diğer taraftan 18 yaşını doldurmuş olmak, üniversiteye gidiyor olmak seçimlerin “özgürce” yapılabildiğini göstermiyor. Dünyada pek çok baskıcı, yasakçı rejim, otorite kendi rızasını zaten üretir ve geniş bir tabana yaslanır. Kadınlar, bazen bir okulun imam hatipleştirilmesine karşı kadın olduğu için üzerlerinde baskının artacağına yönelik sezgisel bir hareketle, bazen kentsel yağma ve doğanın talanına karşı kamusal alanın dışına itileceğine dönük bir öfkeyle, bazen de kadın bilincinin çok daha belirgin olduğu Rojava’da en önde mücadele ediyor. Hak aramanın yanı sıra özgürleştirici bir deneyim olarak bu mücadelelerin içinde kadın bilincini arttıracak ve kadın özgürlük hareketini güçlendirecek ideolojik ve pratik zeminler önümüzde duruyor. Rojava’da demokratik ve laik bir devrimin yaşanıyor olmasında kadınların yer aldığı belirleyici pozisyon bugün kadın özgürlük mücadelesinin tüm bileşenlerine bir yol gösteriyor. Kadınların yeni bir laikliğin kurulmasında alacağı rol özgürlük mücadelesinin önemli bir sıçrama tahtası olacak.

sayımız kalabalıklaşınca Casa Rosada’ya, Başkan’a gidip kayıp çocuklarımızı ona sormalıyız” demişti. İlk kez 13 Nisan 1977’de çıktı anneler sokağa. Beyaz tülbentleriyle 14 kadın, baskı ile susturulmuş, boşaltılmış meydanda, ölüme karşı yaşamı simgeliyorlardı. Hükümet binasının tam karşısında, askeri darbeye, cunta yönetimine, katiller ve işkenceciler ordusuna karşı duruyorlardı. Yılsonunda kadınların sayısı 300’ü bulup etkileri artarken hükümet onları ‘las locas’ (kaçık kadınlar), ‘Perşembe Delileri’ diye adlandırıyordu. Azucena De Vicenti 10 Aralık 1977’de evinden kaçırılarak tutuklandı ve ardından kayıplar listesine eklendi. Devlet, anneleri de hedef alarak hareketi dağıtmak istiyordu. Onlar ‘Gizli acılarını ve evcil sessiz-

liklerini” toplumsal bir protestoya dönüştürürken “özveri” başta olmak üzere annelikle bağdaştırılan tüm geleneksel değerleri kendilerini savunmak için ve birer siyasal eylem aracı olarak kullandılar. “Aciz anneler” olarak çıktıkları yolda, siyasal öznelere dönüştüler. Öyle ki; baskının en çok arttığı dönemlerde sokaklara can veren eylemlere öncülük eden onlar oldu. Arjantin’de cuntanın yıkılışını onların eylemleri başlattı. Bugün Haziran İsyanı'nı, Kobane Direnişi’ni**, Cumartesi Anneleri'ni selamlarken direnişi yaşarken öğreniyor ve öğretiyorlar. *Kaynak: “Latin Amerika Diktatörlükleri ve Kadın” ** Plaza De Mayo anneleri 9 Ekim Perşembe günü gerçekleştirdikleri eylemlerini Kobanê’ye adadı.

Dayağa karşı kampanyadan kadın katliamlarına karşı direnişe

Şiddete karşı yaşam, dayanışma, isyan!

Kadınlar, kadın katliamına dönüşen erkek şiddetine, savaşa ve AKP’ye karşı biriken öfkelerini sokakta birleştirmeye hazırlanıyor. 25 Kasım’da kadınlar direnişi ve dayanışmayı yine meydanlara çıkarıyor

K

adınlar bu yıl 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nde savaşın, şiddetin, kadın katliamının iktidarına karşı, eşit ve özgür bir dünya kurmak üzere yıllar süren mücadelelerinin birikimi ve gücü ile sokağa daha örgütlü çıkacaklar. Haziran’da isyanı ve kadın militanlığını ülkenin dört bir yanına taşıyan kadınlar bu yılki 25 Kasım’da direnişi taşıyacak sokaklara. Kadınların yıllar önce Çankırı’da bir hakimin verdiği kararın ardından şiddete karşı sokağa dökülüp örgütlenmeye başlamasının üzerinden 17 yıl geçti. 17 Şubat 1987’de Hakim Mustafa Durmuş, şiddet gördüğü için boşanmak isteyen bir kadının talebini "...kadının üç çocuğu bulunması, ayrıca dördüncü çocuğuna hamile olması...kocası geçimsiz de olsa kendisiyle halen cinsel ilişkide bulunduğu..." şeklindeki bir girizgahtan sonra " ...ara sıra kavganın evliliğin tadı tuzu olduğu...Anadolu'da çok dikkatimi çeken bir söz var 'karının sırtını sopasız karnını sıpasız bırakmamak gerek derler..." sözleriyle reddetmişti. Bunun üzerine kadınlar, kadına şiddeti meşrulaştıran mahkeme kararına karşı Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası’nı örgütlemeye başlamıştı.

Kadınlar eylem ve etkinlikleriyle “Kadınlar vardır” diyerek mahkeme hükmünü geçersiz kılmış ve şiddete, tacize, tecavüze karşı uzun bir mücadeleye girişmişlerdi. 17 Mayıs 1987’de örgütlenen Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü Türkiye tarihinde sadece kadınların örgütlediği ve katıldığı ilk yürüyüş oldu. Bu eylem kadın hareketinin yıllar süren mücadelesiyle “özel olanın politik olduğunu” kabul ettirmesinde önemli bir dönüm noktası oldu. O mayıs hem kadınlar hem translar hem de Türkiye sol tarihi açısından önem taşıyordu. Sadece kadınların örgütlediği ilk eylem olması değil o günü önemli kılan, transların kürsüden seslendiği ve 80 darbesinin ardından yapılan ilk yasal eylem olması da bu günü önemli kılan nedenlerden... Kadın mücadelesi kadınların çalışmasının kocalarının iznine tabi olması, tecavüzde ceza indirimleri gibi kadın düşmanı kararları, ‘kocasıdır döver’ söyleminin devletçe savunulması yaklaşımını tarihin çöplüğüne gönderdi. Kadına yönelik şiddetin engellenmesine, kadına yönelik şiddet uygulayanların cezalandırılmasına yönelik mücadele mahkeme önlerinden evlerin içine kesintisiz sürüyor. Kadın dayanışması en son Hasret

Kara’yı öldürmeye teşebbüs eden kocanın tutuklanmasının sağlanması ile bir somut adım daha atıldı. Bu 25 Kasım’da da sokaklar; şiddete, tacize, tecavüze sessiz kalmayan, “İsyan, kadın, dayanışma” sloganını var gücüyle haykıran kadınların sesleriyle yankılanacak! AKP iktidarı kadınların yıllar süren mücadelesinin kazanımlarını yok etmeye çalışırken karşısında yine kadın direnişini buluyor. Kürtaj hakkını sokakta savunan, kadın cinayetlerini önlemek için örgütlenen, acil önlemleri bizzat hayata geçirmek için Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı binalarını işgal eden, meydanlarda buluşan kadınlar, bir yandan meydanlara çıkarken bir yandan da meclisi gerekli önlemleri almaya zorlayacak. Kadına yönelik şiddetin kadınlara yönelik bir savaşa dönüştüğü bu topraklarda erkek şiddetinin yarattığı kadın katliamlarına karşı ‘acil önlem alınsın’ diyen kadınlar bu 25 Kasım’da Meclis’te olacak. Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu’nun oluşturacağı heyet Meclis’i acil toplanmaya çağıracak, hükümetin bugüne kadarki tutumuna dair eleştirileri ve taleplerini Meclis’e götürecek. 22 KASIM’DA ANKARA’DAYIZ

Savaşa ve kadın katliamlarına karşı öfkelerini direnişe döndüren kadınlar 22 Kasım’da tüm Türkiye’den Ankara’ya gelerek seslerini birleştirecek. Ülkenin tüm meydanlarında beyaz pantolon giydiği için, güzel koktuğu için, çalışmak ya da boşanmak istediği için şiddet gören, katledilen, savaş politikaları ile köle gibi satılan, zorla evlendirilen, en yakınlarının tacizine uğrayan, tecavüz korkusu ile yaşamaya zorlanan, iktidar tarafından nasıl yaşayacakları konusunda fetva verilen kadınların sesi duyulacak. Kadına yönelik şiddete karşı, sokakta ve Meclis’te kadınlar, kadın varlığına, bedenine, yaşamına, emeğine yönelen şiddetin her biçimine, erkek egemenliğine, savaşa, gericiliğe, iş cinayetlerine karşı seslerini yükseltecek. Bu yıl, savaşa ve şiddete karşı kadın direnişini büyütmek için bir sıçrama noktasına dönüştürülecek. İNSANCA YAŞAMAK HAKKIMIZ

Savaş ise kadına yönelik şiddetin bir başka yüzünü oluşturuyor. Ortadoğu’da süren savaş politikaları ve bu politikaların bir parçası olarak en son IŞİD’in İslamcı gericiliğinde kendini gösteren kadın düşmanlığına karşı mücadele,

Gökçek’e yumurtaya 2 yıl hapis T

ayyip Erdoğan’ın kürtaj karşıtı açıklamalarını desteklemek için “Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor? Anası kendisini öldürsün” diyen Melih Gökçek’i yumurta atarak protesto eden Nebiye Merttürk ve Neslihan Uyanık’ın karar duruşması 30 Ekim’de görüldü. Melih Gökçek duruşmaya katılmazken, avukatların “Kendisi gelmiyorsa ‘kirlendi’ dediği ceketini göndersin” talebi de karşılıksız kaldı. Neslihan Uyanık, Gökçek’e yönelik protestosunu savunarak beraatini talep etti.

Uyanık, “Burada yargılanan kadınların yaşam hakkıdır, yaşam hakkımın beraatini talep ediyorum. Ceza verecekseniz erteleme istemiyorum çünkü Gökçek gibiler konuşmaya devam edecekse 5 yıl sessiz kalmamı beklemeyin kalmayacağım!” dedi. Mahkeme, kadınlara “mala zarar”dan 500’er lira, “tehdit”ten 1 yıl 8’er ay hapis cezası, “hakaret”ten de 11 ay 20’şer gün hapis cezası verilmesine hükmetti. Kadınlar, “hükmün açıklanmasının geriye bırakılması”nı kabul etmeseler de mahkeme hapis cezalarını erteleme kararı verdi.

şiddete karşı mücadelenin gericiliğe ve savaşa karşı mücadeleden ayrılamayacağını gösteriyor. DİRENİŞİN HEYECANIYLA 25 KASIM’A

Bu 25 Kasım’da kadınlar ülkede ve bölgede yükselen direnişlerin heyecanını da sokağa taşıyacak. Kobane’de kadın direnişinin örneklerini yaratan Kürt kadınlarının mücadelesi, özgürlük için sokakta el ele veren kadınların dayanışmasıyla büyüyecek. Kadınlar tüm savaş kışkırtıcılığına, şovenizme ve milliyetçiliğe karşı kardeşliğin ülkesi için savaşa karşı direnişin barikatını dayanışmayla kuracak. 25 Kasım ortaöğretimde kız çocuklarına ‘özgürlük’ adı altında dayatılan “türban”a, kadın kahkahasına karışanlara, kadınları “aile içine hapseden” kadın düşmanı zihniyete, kadın emeğinin güvencesizleştirilmesine ve erkek egemenliğini güçlendiren her türlü yasaya/kuruma/kişiye karşı bir araya gelen kadınlar AKP’nin gerici kuşatmasını kırmak için sokakları örgütleyecek. Kadınlar bu yıl kentlerin, parkların, doğanın yağma ve talanla yıkımına karşı Validebağ’dan Yırca’ya kadınların en önde olduğu direnişlerin heyecanıyla sokaklarda olacak.

Reyhan idam edildi Reyhaneh Jabbari tecavüzcüsünü öldürdüğü için İran’da idam edildi. Geriye annesine yazdığı mektubu kaldı: “…Sen bizlere okula giderken bir kavga ya da şikayet karşısında bir hanımefendi gibi olmamızı öğretmiştin… Senin deneyimlerin yanlıştı. O kaza başıma geldiğinde, öğrendiklerimin bana yardımı olmadı. Mahkemede beni soğukkanlı ve zalim bir suçlu gibi anlattılar. Hiç gözyaşı dökmedim. Hiç yalvarmadım… Ama kayıtsız olmakla suçlandım... Taammüden cinayetle suçlanıyorum… Ve içime sevgisini ektiğin bu ülke beni hiçbir zaman istemedi, beni sorgulayanların hakaretleri yüzünden ağlarken, en adi sözlerini dinlerken hiç kimse bana destek olmadı. Güzelliğimin son işareti saçlarımı kazıdığımda 11 gün hücre cezasıyla ödüllendirildim… Karakoldaki ilk günümde, yaşlı bekar bir görevli canımı yakmak için tırnaklarımı kullandığında, güzelliğin burada aranan bir şey olmadığını anlamıştım. Güzel görünmek, güzel düşünce ve dilekler, güzel el yazısı, güzel gözler ve görüş, hatta hoş bir sesin güzelliği…”


3

GÜNDEM

Halk›n Sesi

6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Devrimci Yol önderlerinden Nasuh Mitap’ı yitirdik

Temelinde kan ve talan var “Hükümet işçi sağlığı konusunda adım atmazken kendi sarayları için attığı adımları görüyoruz. Yerin binlerce metre altında bin liraya halkınız çalışırken, siz bir milyar liraya Başkanlık binası yapamazsınız”

G

erek ismi gerek mimari motifleri ile AKP ideolojisinin bir simgesi olan Ak-Saray mahkemenin durdurma kararlarına rağmen durmadı. Günde ortalama 4 işçinin öldüğü ülkemizde asgari ücrete %3 zam yapılması tartışılırken Erdoğan’ın Ak-Saray’ı ve %50 artan Cumhurbaşkanlığı bütçesi AKP rejiminin adaletsizliğini de gözler önüne serdi. Bir devlet binasından çok AKP Genel Merkezi gibi inşa edilen Ak-Saray’ın yapıldığı yer de oldukça manidar. Başkent Ankara’nın en önemli kamusal alanı olan Atatürk Orman Çiftliği’ne yapılan AkSaray ile ilgili meslek odaları proje iptali istemiyle dava açmıştı. Ancak mahkeme kararları dikkate alınmadan Tayyip Erdoğan’ın özel emriyle yapılan saray Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına yetiştirildi. Atatürk Orman Çiftliği’ne

yapılan Ak-Saray AKP’nin, Kemalistler ile tarihi hesaplaşmasının bir simgesi ve “Usta” olarak sunulan bir imajın karargâh binası. 40 bin metrekarelik alana yapılan saray için yaklaşık 10 bin ağaç kesildi. KENDİ HUKUKUNA UYMAYAN ERDOĞAN Meslek odalarının “yürütmeyi durdurma” istemiyle açtığı dava sonucunda 11. İdare Mahkemesi bölgenin SİT statüsünün değiştirilmesini iptal etmişti. Tayyip Erdoğan ise kendi hukukunu bile tanımayarak “Yaptığımız hukuksuz bir şey yok, güçleri yetiyorsa yıksınlar" demişti. Mimarlar Odası konuyla ilgili yaptığı açıklamada “Hükümet işçi sağlığı konusunda adım atmazken kendi sarayları için attığı adımları görüyoruz. Her şeyin özel seçildiğini, özel işlendiğini biliyoruz. Yerin binlerce metre altında bin liraya halkınız çalışırken, siz bir milyar liraya Başkanlık binası

yapamazsınız” demişti. İNŞAATTA BİR İŞÇİ ÖLMÜŞTÜ Erdoğan’ın sarayının temelinde işçi kanı var. AkSaray inşaatında taşeron şirkette çalışan Savaş Oğuz gerekli önlemler alınmadığı için iskeleden düşerek hayatını kaybetmişti. Oğuz’un gece vakti iskeleye çıkartıldığı öğrenilmişti. Oğuz’un ölümü günlerce kamuoyundan gizlendi. 1 MİLYAR 370 MİLYON LİRA HARCANDI TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda 2015 yılı bütçesinin geneli üzerindeki görüşmeler sırasında milletvekillerinin sorularını yanıtlayan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek Cumhurbaşkanlığı için yaptırılan Ak-Saray’ın proje bedelinin 1 milyar 370 milyon lira olduğunu açıkladı. Şimşek, Ak-Saray için Başbakanlık bütçesinden 964 milyon lira harcandığını, 2015’te ise 300 milyon lira ödenek ayrıldığını belirtti.

Ak-Saray, yaklaşık 1000 odaya, son model bir yeraltı tüneli sistemine ve anti-casusluk teknolojisine sahip; Erdoğan’ın büyüklük takıntısından ve aşağılık kompleksinden olsa gerek Beyaz Saray, Kremlin ve Buckingham Sarayı’ndan daha büyük. CUMHURBAŞKANLIĞI UÇAĞINI THK ALMIŞ Mehmet Şimşek TC-Tur isimli Cumhurbaşkanlığı için ise 185 milyon dolar harcandığını söyledi. Şimşek bu uçağın maliyetinin Cumhurbaşkanlığı bütçesinden değil Türk Hava Yolları bütçesinden alındığını da söyledi. "Uçak, Türk Hava Yolları aracılığıyla satın alınmış olması ve henüz devrinin yapılmamış olması nedeniyle şimdiye kadar bütçeden herhangi bir ödeme yapılmamıştır” diyen Şimşek uçağın toplam maliyetinin de 185 milyon dolar olduğunu belitti.

Nasuh Mitap 1960’ların sonunda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi ve kısa bir süre içerisinde DevGenç ile birlikte devrimci mücadele saflarına katıldı. Fakülte içerisinde Hüseyin Cevahir ile yakın bir ilişki kurduktan sonra, THKP/C içerisinde yer aldı ve 12 Mart askeri darbesi ile sıkıyönetim sürecinde THKP/C ile birlikte antifaşist mücadele yürüttü. 1973-1974 yıllarında gençlik hareketinin yeniden canlandığı yıllarda askeri cuntaya karşı silahlı mücadele, Çin-Sovyet kutuplaşması ve artan faşist saldırılara karşı direniş üzerinden yürütülen tartışmalarda Devrimci Gençlik’in yeniden kuruluş sürecinde bulunan Nasuh, özellikle gençliğin anti-faşist mücadele temelinde yürüttüğü örgütlenme çalışmasında etkin bir biçimde görev aldı. Nasuh’un da aralarında olduğu Devrimci Gençlik kökenli, üniversitelerde artan faşist saldırılara karşı mücadeleyi sürükleyen “cephe sempatizanı” bir grup, “eski” olarak nitelendirdikleri THKP/C kadrolarından ayrışarak Devrimci Gençlik dergisi üzerinden Devrimci Yol hareketinin tohumlarını attı. Mitap, Devrimci Yol’un bir siyasal harekete dönüşebilme ve anti-faşist mücadeleyi geniş kitlelere yayabilme süreçlerinde önemli bir yerde durdu. 12 Eylül askeri darbesi ile birlikte tutuklanan ve yoğun işkenceli sorguların ardından Devrimci Yol Ana Davası’nda idam istemiyle yargılanan Mitap, 11 yıl hapishanede kaldı. İşkencenin tahribatını uzun süre hisseden ve hastalıklarla mücadele eden Mitap, 1 Mayıs 2013’te ağır bir mide ameliyatı geçirdi ve ardından da kanser tedavisine başladı, 3 Kasım 2014 akşamı ise yaşamını yitirdi. Mitap, Devrimci Yol Ana Davası’ndaki savunmasında son olarak şu sözleri söylemişti: “Savunmalarımda suçlu değil haklı olduğumuzu, Devrimciliğimden dolayı yargılanıyor olduğumu anlattım. Evet ben Devrimciyim, halkıma ve bütün insanlara sömürüsüz, baskısız, özgürlük, bolluk ve mutluluk dolu bir gelecek sağlamak için mücadele etmeyi insanlığın ulaşabileceği en yüce ideal ve dava olarak görüyorum. Ve böyle bir davanın saflarında yer almaktan onur duyuyorum. Mahkemenizin vereceği karar ne olursa olsun esas olarak tarih önünde Devrimciliğimin gereklerini yerine getirememekten dolayı yargılanacağımı biliyorum. Ve bu yargılamada aklanmayı umut ediyor ve diliyorum, Sosyalizme, ülkemin ve halkımın özgür, bağımsız ve aydınlık geleceğine olan inancımı tekrar bildiriyorum. İnsanlığın en yüce değerleri için, bütün dünya işçilerinin ve ezilen halkların kurtuluşu için mücadele eden bütün Devrimcilere buradan selam ediyorum.”

Hava kar topluyor AKP iktidarının hangi temeller üzerine kurulduğu ve iktidarını sürdürmek için bu temelleri nasıl güçlendirdiği görmek için sadece Ermenek’in altına/arkasına bakmak yeterli. Soma katliamından (13 Mayıs tarihinde 301 işçi) sonraki ikinci büyük işçi katliamı (29 Ekim tarihinde 18 işçi) Ermenek’te yaşandı. Bu iki tarih arasında ise yani altı ayda iki Soma katliamı daha yaşandı yani bu iki tarih arasında toplamda 600’den fazla işçi, “iş kazası” adı altında katledildi. Ve bu durum ne kader ne rastlantı ne de münferit. Tamamen bilinçli, iradi ve sistematik. Neoliberal kapitalizmin esasını oluşturan “mülksüzleştirme ve işçileştirme” planının sonuçları. Zaten AKP de tam da bunları yapsın diye getirildi/geldi. Ermenek’te katledilen 18 işçi, toprağından koparılan, tarım alanları ve üretim olanakları özel politikalarla ellerinden alınan (mülksüzleştirilen) ve madenlerde/inşaatlarda çalışmaktan başka hiçbir tercih bırakılmayan (işçileştirilen) milyonlarca emekçinin sadece küçük bir kısmı.1 Tıpkı Hakkari’den, Trabzon’dan madende çalışmak için Soma’ya gelmek zorunda kalan diğerleri gibi. Tıpkı Tokat’tan, Urfa’dan gelip Torunlar İnşaat’ta çalışmak zorunda kalan diğerleri gibi. Tıpkı kendi toprağından koparılıp kilometrelerce uzaktaki bir başkasının toprağında çalışmak üzere yollara düşen ve bu yollar-

da hayatını kaybeden mevsimlik işçiler gibi.2 Tayyip Erdoğan AKP’sinin “ulusal” ve ulusaşırı sermaye sınıfı tarafından (her şeye rağmen) çok sevilmesinin nedeni bu. Sermayeye, emeğini en ucuz, en güvencesiz ve en örgütsüz şekilde sermayeye satmaktan başka hiçbir tercih şansı olmayan milyonlarca insan sunmak.3 Tayyip Erdoğan bunu yaparken kendi iktidarını da güçlendirmek için özel planlar uyguladı/uyguluyor. Başbakanlığının son iki yılında bütün maden ruhsatlarını (yenilenmesi gerekenler dahil) kendisinin iznine, imzasına bağlamıştı. Hepsinden komisyon almak bir yana, asıl neden sermaye sınıfını kendisine mecbur bırakmak, bunların içinden hangilerini palazlandıracağını özel tercihle belirlemek. Çünkü maden sektörü de tıpkı inşaat ve enerji gibi çok kısa zamanda çok kar getiren ve sermaye birikiminin çok hızla büyümesini sağlayan bir sektör. Bu tercihler sayesinde AKP iktidarı döneminde özel ilgiyle büyütülen Çalık, Kolin, Limak, Cengiz, Ağaoğlu gibiler hızla eski tekelci sermaye gruplarıyla (Sabancı, Koç, Eczacıbaşı, vb.) boy ölçüşebilir hale geldi ve AKP’yi iktidarda tutmanın en büyük dayanağı oldular.4 AKP iktidarı; mülksüzleştirme, proleterleştirme ve güvencesizleşmeyle özdeştir. AKP iktidarı; kendisine özel çıkar ağlarıyla

bağlı ayrıcalıklı sermaye gruplarıyla özdeştir. AKP iktidarı; Tayyip Erdoğan’ın hırsı ve lüksüyle özdeştir. İşte doğanın-kentin talanı, işçi kanı, yolsuzluk ve hukuk tanımazlık üzerinde yükselen Ak Saray, Tayyip Erdoğan’ın kişisel egosunun ve lüksünün göstergesi kaçak cumhurbaşkanlığı konutu, bu iktidarın simgesidir. 1 milyar 370 milyon liraya mal olan, 1000 odalı, en son teknoloji bir yeraltı tüneli sistemi ve anti-casusluk teknolojisine sahip ve imrendiği diğer ülke liderlerinin ikametgahlarından (Beyaz Saray, Kremlin ve Buckingham Sarayı’ndan) daha büyük bir saray. Sadece bununla yetinmedi Tayyip Erdoğan, kendisine 185 milyon dolarlık özel bir uçak da aldırdı. Ve cumhurbaşkanlığı bütçesini yüzde 97 oranında artırtarak 201,5 milyondan 397 milyon liraya çıkarttırdı. Tüm bunları yaparken AKP iktidarının asgari ücret için öngördüğü artış oranı ise yalnızca yüzde 3+3 oldu. AKP iktidarı bir taraftan kapitalizmin azgın sömürü mekanizmalarını yeniden düzenleyip, halkın ortak varlıklarını yağmalarken diğer taraftan bu düzenin zor aygıtlarının, manipülasyon aygıtlarının kritik öneminin de farkında ve bunu hergün yeniden geliştiriyor. Soma’dan çıkardığı ders, madenci katliamlarını engelleyecek önlemler yerine, madenci tepkisini engelleyecek önlemler almak oldu. Özel polis

ordusunu Ermenek’e yığdı, Ermenek halkını dünyadan yalıttı, biriken öfkeyi yerel patronaj ağlarıyla sadaka dağıtarak gidermeye çalıştı. Ermenek, aynı zamanda neoliberal dönemin bir başka gerçeğini de (bir kez daha) gözler önüne sermiştir. “Geleneksel savunma araçlarının aşındığı, emek-sermaye arasındaki politik güç dengelerinin gerilediği, emekçi sınıfların geçim ve yaşam araçlarının büyük bir hızla tahrip olduğu koşullar altında yaşanan, tarihin en büyük işçileşme dalgasının henüz tarihsel anlamda yeni bir devrimci eylem düzlemine sıçrayamamış olması, emperyalist tahribatın sonuçlarına kalıcılık kazandırmıştır.”5 Bu saldırganlık karşısında devrimci eylemin kendisini örgütleyeceği çizginin güncel talepleri çoktan belirginleşti bile. Yeni sınıf mücadelesi; taşeronun yasaklanması, iş güvenliği ve işçi sağlığının sağlanması6 ve elbette ki işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki tüm engellerin kaldırılması ekseninde şekillenmeye başladı. Tüm bunlarla birlikte Türkiye toplumu, AKP’nin yaşamın her alanını boğan bu baskıcı, gerici ve vahşi sömürü düzenine karşı güçlü bir öfkeyi (yeniden) biriktirmektedir. Kendine “bulduğu” her meşru gerekçede AKP’ye karşı tepkisini göstermekten çekinmiyor. Dünya Kobanê gününde ülkenin dört bir yanın-

da binlerce kişinin sokağa çıkması, Validebağ’da yine binlerce kişinin direniş korteji oluşturması bu kısa dönem içinde tarihe not düşülmesi gereken gelişmeler. Ancak bu noktada insanların AKP’ye karşı doğrudan politik eyleme geçme konusundaki “meşruluk arayışları” üzerinden atlanamayacak bir özellik olarak öne çıkmaktadır. Kobane konusundaki eylemlerin öne çıkan yönü AKP’nin Ortadoğu politikalarına karşı çıkıştan çok, katliamla karşı karşıya kalan Kobane halkına destek ve IŞİD ‘vahşiliğine’ tepki temelinde bir “meşruluk” aranmasıdır. Benzer bir biçimde Validebağ Korusu’na cami yapılmasına karşı çıkış da “meşruluğu”nu koruya sahip çıkmakta, mahkeme kararlarında ve yaşanabilir kent talebinde arayabilmektedir. AKP’nin gerici/dinci politikalarına karşı çıkış daha silik bir özelliktir. Bunlar göz ardı edilecek, küçümsenecek özellikler değil elbette. Ancak gerek kitle tepkisinin gerekse eylemlerin “gizli özne”si herkesin bildiği gibi AKP karşıtlığıdır. Devrimcilere düşen görev de kitlelerin meşruluk arayışını küçümsemek ya da buldukları meşruluk gerekçesini mutlaklaştırmak değil, “gizli özne”yi yani AKP’ye/AKP düzenine karşı olmanın doğrudan bilincini ve eylemini açığa çıkarmaktır. Tıpkı Haziran öncesi dönemdeki gibi bir “öfke birikmesi”, yapılan ve yapılacak her eylemde

biraz daha büyüyor/büyüyecek. Şimdilik daha utangaç, daha tedirgin. Ama daha deneyimli, daha örgütlenmeye hazır. Sadece biriktirmeyi ve ‘patlama anını’ beklemeyi değil, bu öfkeyi politikleşmiş bir isyana dönüştürmeyi hedefleyen devrimciler gibi… DİPNOTLAR 1) AKP döneminde uygulanan politikalar ve çıkarılan yasalarla tarımda çalışanların oranı %15’lere düşürüldü ve Dünya Bankası programına uygun olarak bu oranın daha da aşağılara çekileceği taahhüt edildi. 2) Mevsimlik tarım işçileri AKP düzenin bir başka vahşi yüzü. Mevsimlik tarım işçilerinin yüzde 80’i kadın ve bu kadınların yüzde 70’i çocuğuyla birlikte çalışmak zorunda. 3) “Yaşanmakta olan toplumsal çözülme ve sınıfsal dönüşüm sürecinin, halk sınıfları açısından temel yönü ‘proleterleşme’dir. Türkiye, tarihinin gördüğü en büyük proleterleşme sürecini yaşamaktadır.” Halkın Devrimci Yolu, Bildirge, 2007, syf.113. 4) Ermenek’teki madenin sahibinin de tıpkı Soma’dakinde olduğu gibi AKP Belediye Meclis Üyesi olması ne kadar şaşırtıcı! 5) Halkın Devrimci Yolu, Bildirge syf.46. 6) Bu noktada Türkiye işçi sınıfı mücadelesinde Enerji-Sen’in bu dönem sürdürdüğü direniş bir ilk olarak yaşanıyor. Şu an sürmekte olan Avcılar BEDAŞ direnişi, işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili gerekliliklerin yerine getirilmesi talebiyle greve giden işçilerin işten atılmasıyla başlamış ve işe iade talebi de eklenerek devam etme kararı almıştı.


4

GÜNDEM 6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Halk›n Sesi

Soma, Ermenek, Isparta ve diğerleri Daha önce çok yazıldı. AKP yoksulluğu iyi yönetiyor, kapatıyor. Bunu kısmen kamusal veya kamu dışı yardım faaliyetleriyle yapıyor kısmen dinsel ideolojik hegemonyayı kullanarak yapıyor. Ama dikiş tutmuyor bu plan. Zira kapitalizmin yoksullaştırma, mülksüzleştirme dinamiği AKP-Erdoğan korporatizmini zorluyor. Yoksulluk mevzusu, son 2 haftada meydana gelen iki büyük kazada bile yeterince kamuoyu gündemine girmedi. Oysa Ermenekli köylüler de, günde 35 TL kazanacağım diye elma toplamaya giden Ispartalı köylüler de hiç lafı dolandırmadan hep aynı şeyi söylediler: Yoksuluz, mecburuz bu koşullarda çalışmaya. Oğlu yerin altında kalan bir köylü kadın “Sırf SSK için madene girdi” diyor. Yoksullaşma/proleterleşme tablosunun bugün için reel bir anlamı yok ama bu yarın bir anlamı olmayacağı anlamına gelmiyor kuşkusuz. Kırlar çözülüyor, köylüler yoksullaşıyor ve proleterleşiyor. Hem Soma hem Ermenek’teki maden işçilerinin hemen hepsi köylülerden oluşuyor. Isparta’ya elma toplamaya giden tarım işçilerinin de hepsi köylü.

KIRSAL ÇÖZÜLME Bugün daha çok maden kazalarıyla gündemimize giren köylülerin işçileşmesi süreci sadece yerel-bölgesel madenlerde işçilik yapmaya yönelmekle sınırlı değil. Toprakta özel mülkiyetin yasal olarak kabul edildiği Tanzimat döneminden bu yana kendi içsel dinamikleriyle ilerleyen süreç 1950’li yıllarda başlayan tarımda makineleşmeyle önemli bir eşikten geçtikten sonra belki ikinci büyük kırılmayı 1980 askeri darbesiyle yürürlüğe konulan iktisadi politikaların sonuçlarıyla ve nihayet üçüncü kırılmayı DSP-MHP hükümeti döneminde yaşadı ve bu dönemde atılan adımlar AKP iktidarı tarafından daha da derinleştirilerek devam ettirildi. Tarımsal destek alımları kaldırıldı, “çiftçinin kara gün dostu” olan OFİS kapatıldı, tarıma yönelik faaliyet gösteren kamu kurumları ya tasfiye edildi ya da ticari mantıkla çalışmaya başladı. Özellikli bir ürün (fındık gibi) Tufan yetiştiren toprağınız yoksa Sertlek üretime yönelik teşvik almak yerine “doğrudan gelir Dev Sa?lık-?? desteği” ile toprağı ekmemeye Y netim Kurulu özendirildiler ve böylece toprağı değersizleştirerek sonraki yıllarda el değiştirmesi için zemin yaratıldı. Buna bağlı olarak 1998 yılında 8-9 milyon olan tarımsal istihdam günümüzde 4-5 milyona geriledi. Uluslararası sermayenin doğrudan ya da 49 yıllığına kiralamalar yoluyla yaptığı alımlar tarımdaki kapitalistleştirmeyi hızlandırdı. Tohumculuk alanında yaşanan metalaşma yine köylülüğü pazar ekonomisine bağlayan önemli bir unsur olarak işlev görüyor. SOSYALİZM MÜCADELESİ VE KIR YOKSULLARI Sosyalizm mücadelesi açısından köylülük küçük mülk sahipliğini ifade etmesi açısından hep mesafeli durulan bir konudur. Ancak yukarıda bahsettiğimiz dinamiği görmezden gelmenin de imkanı yoktur. Zira tarımsal alanda yaşanan yıkım çok açık olarak kırsal nüfusun proleterleşmesiyle sonuçlanıyor. Geçimlik alanları daralan nüfus ya çevre bölgelerdeki istihdam olanaklarını değerlendiriyor ya da büyük kentlere göç ederek yoksulluğun başka bir trajedisini yaşamaya başlıyor. Mülksüzleşen, toprağından kopan kitlelerin sanayi tarafından istihdamında ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Bu durumda esas olarak işsizlik, kırsal alanlarda kurulu madenlerde çalışma, mevsimlik işçilik veya Isparta kazasında gördüğümüz gibi günübirlik işlerle geçinmek bir süredir kırsal nüfusun esas istihdam biçimi haline gelmeye başlamış, diyebiliriz. Bir başka deyişle güvencesiz çalışmanın kırsal versiyonu… Kırsal nüfus, geleneksel değerlerle doldurulmuş ideolojik dünyası , eğitim düzeyinin geriliği, küçük mülk sahibi olmanın doğal tutuculuğu vb. nedenlerle sosyalizm mücadelesine uzak durabilir ve kuşkusuz proleterleşme süreciyle iliklerine işlemiş bu değer yargılarından büyük bir hızla kopamaz ve aksine gittiği yere götürdüğü bu değer yargılarıyla emek ortamlarını bile zehirleyebilir. Bu anlamıyla proleterleşen kırsal nüfusun anında sınıf bilinciyle hareket edeceğini beklemek durumunda olamayız. Ancak kuşkusuz esas sorun sınıf mücadelesinin yaşadığı ideolojik politik sorunlarla ilgilidir. Yakın tarihimize baktığımızda bunu açıklıkla görmemiz mümkündür. 1975-1980 arası kırlarda verilen mücadeleyle madenlerde çalışan, tıpkı Ermenekli, tıpkı Somalı köylüler gibi Aşkaleli, Suluovalı, Hekimhanlı maden işçilerinin verdiği mücadele son derece çarpıcıdır. Kaldı ki o dönemde bu madenlerde çalışan işçiler şimdiki gibi toprakla bağı bu kadar zayıflamamıştı. Buna rağmen güçlü bir sosyalist ideoloji ve mücadele pratiği bütün bölgeyi sarsacak ciddi toplumsal dalgalanmalar yaratabildi. Sonuç olarak, sosyalistler bütün imkansızlıklarına rağmen kırsal nüfusun yaşadığı değişimleri göz ardı etmemeliler ve gündelik direniş, dayanışma eylemlerinin üzerinde programatik bir bütünlüğü hedeflemeyi düşünmelidirler. Proleterleşen köylülerle birlikte yaşanacak mücadele pratikleri bize sadece sınıf mücadelesine güçlü bir damar açmayacak aynı zamanda muhafazakar-milliyetçi ideolojik kültürel dokuya hapsolmuş kitlelere nüfuz etme imkanı sunacaktır.

Hal kın Se si Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹şleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Ergenekon Mahallesi Cumhuriyet Caddesi No: 175/2 ŞİŞLİ/‹STANBUL Bas›ld›ğ› Yer ART Matbaacılık, Türker Saltabaş, İstasyon Mah. 242 Sk, No:32 Kartepe / Kocaeli (0262 373 45 03) halkinsesigazetesi@gmail.com 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.

Süreç ‘sabrın sınırı’nda Kürt hareketinin eli “süreç”te eskisine göre daha güçlü ve artık karşıda yalnızlaşan bir AKP var ALİ ERGİN DEMİRHAN

Kobanê eylemlerinin ardından AKP iktidarıyla Abdullah Öcalan arasında yürütülen görüşmelerle sağlanan geçici yumuşama, kısa sürede yerini karşılıklı restleşmelere bıraktı. Şimdi iktidar da Kürt hareketi de sabırlarının tükendiğini ve karşı tarafa mahkûm olmadıklarını söylüyor, birbirlerini siyasi denklemin dışına düşürmekle tehdit ediyor. 6-7 Ekim eylemlerinde zoru gören AKP yola gelip İmralı’nın kapısını çalmış, Öcalan’la görüşen HDP heyetinde yer alan Sırrı Süreyya Önder de bu görüşmelerde belirlenen yol haritasına göre Öcalan’ın baş müzakereci olacağını, koşullarının iyileştirileceğini, heyetin genişletilerek Öcalan’a yardımcı olacak bir sekretaryanın ve süreci izleyecek bir gözlem heyetinin oluşturulacağını söylemişti. Ne var ki iktidar, 50’ye yakın kişinin yaşamını yitirdiği 6-7 Ekim olaylarından dolayı Kürt hareketini suçlamayı sürdürdü ve mevcut koşullarda Önder’in söz ettiği adımları atmayacaklarını açıkladı. 27 Ekim’deki

Bakanlar Kurulu toplantısının ardından konuşan Bülent Arınç rest çekti: “Çözüm Süreci’ne biz mecbur ve mahkum değiliz. Çözüm Süreci başarısız olursa herkes bunun altında kalır. Adadaki şahıs da dahil siyasi uzantıları da.” Kobanê eylemlerinin durdurulması için Öcalan’a verilen sözlerin, “kamu güvenliğinin sağlanması” şartına bağlanarak, yeni bir oyalama taktiğiyle devreye sokulduğunun açığa çıkması ile gerilim yeniden tırmandı.

‘NE BLÖF NE TEHDİT’ Arınç’tan birkaç gün sonra konuşan KCK Yürütme Konseyi üyesi Sabri Ok ise sürece dair eleştirilerinin pazarlık amaçlı olmadığını vurguluyordu: “Tespitimiz, gerçekten de sürecin bittiği yönündedir. Tutumumuz da bu yönde olacaktır. Ne blöf yapıyoruz ne de tehdit ediyoruz. Bizim açımızdan çatışmasızlığı sürdürmenin anlamı kalmamıştır.” Tayyip Erdoğan ise 2 Kasım’da alışıldık çıkışlarından birini yaptı: “HDP sokağa çıkma çağrısı yapıyor. ‘Şiddet için değil’ diyorlar. O zaman niye sokağa

döküyorsun? Güvenlik güçleri, vatandaş tedirgin. Onun için sabrın sınırı var diyorum. O sınır aşılırsa, olabilecekleri aklımın ucundan bile geçirmek istemem.” Bu açık tehdidin ertesi günü Kürt hareketinin illegal, legal ve silahlı kanatlarının tamamından ayrı ayrı açıklamalar gelirken, “sabır” konusu ile ilgili mesajı KCK lideri Cemil Bayık veriyordu: “Kesinlikle bize iletilen bir Yol Haritası yoktur. Bu tamamen uluslararası güçleri ve Türkiye’deki kamuoyunu aldatmaya yönelik bir propagandadır. Böyle bir yol haritası yoktur. Bir programları yoktur. Tamamen aldatmadır. Önder Apo hala bile anlamsız hale getirilen bu süreci kurtarma yönünde çaba gösteriyor. Ama Hareketimiz, halkımız artık öfkelidir, öfke duyuyor. Artık sabrı tükenmiştir.”

DENKLEM AKP ALEYHİNE HDP heyetindeki vekiller ve PKK’nin silahlı kolu HPG’nin liderliğini yürüten Murat Karayılan da yine aynı gün yaptıkları açıklamalarda AKP’nin müzakere sürecini dondurma eğiliminde olduğunu belirterek

hükümeti adım atması için uyardı. Karayılan çatışmasızlık sürecinin bitebileceğini söyledi. Kürt hareketi bundan önceki gerilim anlarında olduğu gibi hükümetin adım atması halinde gerilimin düşebileceği sinyalini vermeyi ihmal etmiyor, ancak bu kez eleştirilerini en üst perdeden dile getiriyor. Çünkü yine iki taraf açısından da restleşmeyi gerektiren ancak bu kez Kürt hareketinin elinin daha güçlü olduğu bir dönemden geçiliyor. Mevcut denklem Kobanê’nin düşmeyeceği belli olup uluslararası dengeler AKP aleyhine Kürt hareketi lehine değiştikten sonra ve ülke yeniden seçim atmosferine girerken kuruluyor. IŞİD hedefine ulaşamayınca AKP’nin Kobane planları çöktü. PYD yönetimindeki Rojava öyle ya da böyle ayakta kalacak. Peşmergenin Kobanê’ye girişi, AKP’ye rağmen ve KDP-PYD husumeti üzerine hesap yapan AKP’nin beklentilerinin dışında bir KDP-PYD teması sağlayarak gerçekleşti. Ayrıca ABD yine AKP’ye rağmen PYD’yle ilişkiye geçti. Bu süreçte sokakta sosyalistler, parlamentoda da kısmen CHP, AKP-IŞİD planına karşı

Kürt hareketine yakın bir pozisyon içine girdi. Bu da bugüne kadar Kürt hareketine karşı ABD ve KDP’nin desteğini taşıyan, CHP’nin sosyal şovenizminden ve toplumsal muhalefetin sürece dahil olamayışından istifade eden AKP’nin elinin zayıfladığı bir tablo açığa çıkardı. Nisan ya da Haziran aylarında gerçekleşecek olan genel seçim siyasi atmosferi belirlemeye başlarken, AKP her seçim öncesinde olduğu gibi bir yandan oylarına ihtiyaç duyduğu milliyetçi seçmene yönelirken bir yandan da Kürt sorununda “sorun” yaşamamak için oyalama taktiklerini devreye sokuyor. Arınç istediği kadar “sürece mecbur değiliz” desin, içerde dışarıda yönetme kapasitesinin yetersizlikleriyle yüzleşen AKP, iktidarını korumak için çatışmasızlık sürecini korumaya mecbur. Bu filmi defalarca izleyen Kürt hareketi ise AKP’yi adım atmak için tam da şimdi zorlaması gerektiğinin farkında. Üstelik artık eli çok daha güçlü ve uluslararası, bölgesel ve ulusal düzeyde yalnız olmadığının, AKP’ye muhtaç olmadığının da farkında…

AKP-IŞİD’e karşı laik eksen çağrısı

CHP’de seçim hareketlenmesi CHP, iç eleştiriler eşliğinde seçim için start verdi. CHP’nin bu süreçte sağla flörtünü sürdürürken ulusalcı kanadı tasfiye edeceği, hükümete de Suriye politikası, işsizlik ve yolsuzluk üzerinden yükleneceği görülüyor. Öte yandan partinin halktan ve kendi tabanından kopuk tepeden inmeci siyaset tarzı, çeşitli düzeylerde eleştiri konusu olmaya devam ediyor. CHP içinde ulusalcı kanatta yargı kökenli milletvekili Emine Ülker Tarhan, 31 Ekim günü partisinden istifa ettiğini açıkladı. Cumhurbaşkanlığı’na Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesi nedeniyle Kılıçdaroğlu’yla ayrı düşen Tarhan istifa açıklamasında şunları söyledi: “Türkiye’nin iç ve dış tehditlerle karşı karşıya olduğu, iş ve

terör cinayetleri ile sarsıldığı bu çok kritik dönemde sorumsuz çağrılar, tutarsız tezkere söylemleri, belirsiz politikalar ile halkımızın duyarlılıklarından kopuk muhalefet anlayışında ısrar edeceği anlaşılan CHP yönetiminin olası vahim tercihlerini değiştiremeyeceğimi anladığımdan, iktidar umudu da hedefi de bulunmayan yanlış ve zayıf politikaların parçası olmamak için büyük umutlarla geldiğim CHP’den istifa ediyorum.” İstifa metnindeki “halktan kopuk” ifadesi ilginç bir desteğe konu oldu. Ahmet Davutoğlu, metnin altına imza atabileceğini söylerken, eleştirinin odağındaki Kılıçdaroğlu da CHP Meclis Grubu’nun 1-2 Kasım’da Belek’te düzenlediği kampta vekillere halkla buluşma çağrısı yaptı: “Sahaya

inin, işçi kahvesine gidin. Gittiğiniz yere uygun bir dil geliştirin, uygun bir kıyafetiniz olsun. Yoksa uzaydan gelmiş muamelesi görürsünüz” Kılıçdaroğlu 4 Kasım’daki grup toplantısında da Demokrat Parti’nin “Yeter söz milletindir” sloganını kullanarak seçim kampanyasını fiilen başlattı: “Sandığa gideceğiz ve bu işi bitireceğiz. Bu hükümetin artık gitmesi lazım. Yeter dememiz, 'Yeter söz milletindir' dememiz lazım.” Kılıçdaroğlu, Suriyeli sığınmacılara çalışma hakkı tanınmasına nazire yaparak büyüyen işsizlik sorununa çözüm bulma vaadini öne çıkardı. “Kürt sorununu biz çözeceğiz” diyen Kılıçdaroğlu, iktidara geldiklerinde Erdoğan’ın Kaç-Ak Sarayını ODTÜ'ye tahsis edeceklerini söyledi.

HDP Van Milletvekili Aysel Tuğluk, 29 Ekim’de T24 sitesinde yayımlanan “Kobanê'den sonra çözüm süreci ve AKP'nin tükenişi” başlıklı makalesinde Kobanê savaşındaki gelişmeler üzerinden AKP-IŞİD ilişkisine değindikten sonra İslamcı bir diktatörlük tespiti yaparak laik güçleri sorumluluk almaya çağırdı. Hükümetin demagojiye başvurarak “darbe çağrısı” benzetmesi yaptığı yazıdan satır başları: “AKP kesin bir şekilde partner olmaktan çıkmıştır. Zira, IŞİD kartı ile sürece karşı en büyük komployu kurdu. Bu açıdan süreç konusunda devletin geleceğini düşünenler ve seküler güçler hızla sorumluluk almalıdır.” “AKP’nin Türkiye’deki demokrasinin gelişimine ciddi bir engel oluşturduğu, demokrasiyi kafa saymaya ve seçim oyunlarına indirgediği göz önüne alındığında, artık ciddi olarak diktatörlükten söz etmek gerekiyor.” “AKP çizgisi Türkiye’nin bütünü için şu an yürürlükteki en büyük tehlikedir. Öyle IŞİD’in Türkiye’ye dönmesinden söz etmiyorum. Bizzat IŞİD ideolojisi ve yaşam anlayışının AKP eliyle toplumun dokularına nüfuz etmesinden söz ediyorum.” “AKP çizgisi Kobane önlerinde ideolojik rengini ve bitişini çok net sergiledi. Tezkere alayı-valasıyla ömrünü uzatma çabasındadır. İdeolojik olarak tükenmiş gerici bir çizginin uzatmaları olabilir ama bitişi kaçınılmazdır!”


5

KOBANÊ

Halkın Sesi

6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

I Ş İ D S A L D I R I L A R I N D A N A B D - A K P - K D P K U Ş AT M A S I N A KO B A N Ê

Var olma savaşında ikinci perde Savaşın ilk perdesindeki “var olma mücadelesiyle” elde edilen kazanım, savaşın ikinci perdesinde bir başka “var olma mücadelesini” doğurdu. Direnişin hizaya getirdiği öznelerin ortak “gerici” karakteri, Kobanê özelinde Rojava Devrimi’nin özgün yapısını kuşattı ÇAĞLAR ÖZBİLGİN

ABD: Kobanê’ye muhtaçlık taktiği

P

YD/YPG/YPJ önderliğindeki Kobanê Direnişi, hem IŞİD saldırılarına karşı savaş stratejileri hem de Ortadoğu denklemindeki politik stratejileriyle savaşın ilk perdesinde kazanan taraf oldu. Direniş çizgisi, ABD liderliğindeki emperyalistlerden aktif taşeron AKP'ye, Esad yönetiminden Suriye'deki gerici-cihatçı çetelere ve elbette gerici-işbirlikçi Kürt çizgisinin temsilcisi KDP'ye "Bizi hesaba katmadan kartları yeniden karamazsınız" kararlılığını kabul ettirdi. Ne var ki, Kobanê Savaşı'nın ilk perdesindeki "var olma mücadelesiyle" elde edilen politik kazanım, savaşın ikinci perdesinde bir başka "var olma mücadelesini" doğurdu. Direniş çizgisinin hizaya getirdiği öznelerin ortak "gerici" karakteri, Kobanê özelinde Rojava Devrimi'nin özgün yapısını kuşattı. Savaş artık sadece karşı cephe ile askeri düzlemde değil, aynı cephede siyasal düzlemde de yürümek zorunda. PEŞMERGE GEÇİŞİNİN ANLAMLARI Kobanê Direnişi ile birlikte bölgede yeni ilişki, ittifak ve dengelerin kurulmasının ilk somut görünümü ABD liderliğindeki koalisyonun hava saldırılarıydı. İkinci görünüm ise "Kobanê'ye peşmerge geçişi" oldu. "Kobanê'ye peşmerge geçişi", 160 kişilik bir insan topluluğunun savunma saflarına katılmasından çok, direnişçilerin ihtiyaç duyduğu ağır silahların nakli anlamına geliyordu. Kent savaşının

başladığı günlerde gündeme gelen geçiş, 20 günden fazla bir süre sonra gerçekleşti. Bu zaman dilimi, AKP'nin başarısız ve ikiyüzlü politikalarını da ortaya saçarken, Kürt ulusal birliği için de çarpıcı sonuçlar doğurdu. Özgür Gündem'de Kürt Özgürlük Hareketi'nin politik çizgisini temsil eden Hüseyin Ali mahlası, 31 Ekim tarihli yazıda, Tayyip Erdoğan'ın "Peşmergenin geçişini ilk ben önerdim" sözünü doğruladı. Yazıda AKP'nin, üzerindeki baskıyı atmak ve KDPPKK çizgilerini karşı karşıya getirmek amacıyla bu formülü ürettiği ve bunu bir HDP'li milletvekili aracılığıyla Kandil'e ilettiği aktarıldı.

Hüseyin Ali, AKP için evdeki hesabın çarşıya uymamasını ise şöyle açıkladı: "Artık ne KDP'yi ne de başka bir Kürt'ü eskisi gibi Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı kullanabilir. Kobanê Direnişi'nin Kürdistan'ın dört parçasında yarattığı etki ve ortak ruh, AKP hükümetinin bildiğinden fazladır. Kobanê Direnişi Türkiye gerçeğini tüm çıplaklığıyla açığa çıkardığı gibi, bölge dengelerini ve ilişkilerini de değiştirip netleştirmiş, Kürtler arası ilişkileri de yeni bir boyuta taşımıştır." KÜRT DÜŞMANI KOMUTAN AKP ELİYLE KOBANE’DE Peşmerge birliği, Türkiye'den 29 Ekim'de asker-polis eskortluğu

ve on binlerin karşılaması eşliğinde geçti. Geçiş sırasında verilen fotoğraf, Kürt ulusal birliği tartışmaları için dikkate değerken, savaştaki önemli bir gelişmeyi ise gölgeledi. 29 Ekim sabahı, iki yıl önce "Kürtlerin kökünü kurutacağız" diyen eski ÖSO komutanı Abdülcebbar Akidi'nin olduğu bir grup da Kobanê'ye geçti. Erdoğan'ın "ÖSO da Kobanê'ye gidecek" beyanının akabinde bu hamlesini yapan Akidi, Kobanê'deki rolünü kente girişinden iki gün sonra Daily Telegraph'a açıkladı: "Kentin yarıdan fazlası IŞİD'de. Hava saldırıları etkisiz. Durum kötü ama yine de umut var. YPG-ÖSO

işbirliği Suriye Savaşı'nda önemli bir değişikliktir." SAVAŞ DEVAM EDİYOR Bölgedeki denklemde ciddi kırılmalar yaşansa da Kobanê Savaşı tüm yoğunluğuyla devam ediyor. Belki IŞİD'in açılan her yeni cephe ile geniş alandaki, düşmanın kendisine alışmasıyla da dar alandaki gücü azaldı; ancak Musul ve Rakka'yı birer "kale" haline getirmesi ile petrol satışlarından elde edilen gelir halen IŞİD'i besliyor. Tüm bu çok boyutlu denklem ve IŞİD gerçekliği, Kobanê Savaşı'nın yeni evrelere girmekle birlikte uzun erimli bir başlık olduğunu gözler önüne seriyor.

ABD, alanda IŞİD'i durdurabilecek tek güç olarak öne çıkan PYD/PKK çizgisine kurduğu yeni ittifaklar denkleminde yer verdiğini Kobanê'ye yönelik hava operasyonlarıyla gösterdi. Bu hamleyi her biri ABD'nin inisiyatifinde yürütülen Kobanê'ye havadan silah yardımı, AKP'nin hizaya çekilerek yardım koridorunu açmak zorunda bırakılması ve peşmergenin Kobanê'ye geçişi hamleleri takip etti. ABD'nin Kobanê müdahalesi kısa vadede direnişe katkı sunsa da, uzun vadede Rojava'daki ilerici-özgün deneyimin bölgeye yönelik emperyalist politikalar içerisinde eritilmesi amacını taşıyor. Ortadoğu'nun neoliberal politikalar ekseninde yeniden sömürgeleştirilmesi temeli, ABD'nin bölgedeki yeni ilişki, ittifak ve dengelerinin belirleyici unsuru olma özelliğini koruyor. Suriye Savaşı'nda kartlar bu eksende yeniden karılıyor. Nitekim bu strateji ABD cephesinden de dillendiriliyor. ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel'in 31 Ekim'deki açıklamasında "Suriye'de farklı seçenekler üzerinde değerlendirmeler ve ayarlamalar yapıyoruz. Burada uzun vadeli bir stratejiden bahsediyoruz. Ortadoğu'da etkili bir koalisyon inşa etmeye devam ediyoruz" sözleri, bugünkü adımların birer "yatırım" niteliği taşıdığını ve bölgedeki özneler ile "muhtaçlık" ilişkisinin kurulmaya çalışıldığını gösteriyor.

AKP: Kuşatmanın yenik yüzü

KDP: Kürt birliğiyle sindirmenin aracı

AKP cenahının çelişkili Kobanê açıklamaları mizah malzemesine dönüşürken, Rojava politikasının hedefi ve stratejisi değişmiyor. Hedef; Kobanê'nin düşmesi, Rojava Devrimi'nin sönümlenmesi, PKK/PYD çizgisinin saf dışı kalması. Strateji ise Rojava'nın gerici-işbirlikçi KDP çizgisi ve cihatçı çeteler eliyle çift yönlü kıskaç altına alınması. Tayyip Erdoğan'ın 23 Ekim günü yaptığı "Kobanê'de ilk tercihimiz ÖSO, ikinci tercihimiz peşmerge" açıklaması nihai hedefi tüm çıplaklığıyla gösterdi. Her iki unsur da Kobanê Direnişi'ne katılım

Ortadoğu'daki gerici-işbirlikçi Kürt çizgisinin temsilcisi Mesut Barzani liderliğindeki KDP, Suriye Savaşı'nın ilk döneminde nüfuzu altındaki partilerin koalisyonu ENKS'yi savaşın bir alt taşeronu olarak kurgulamıştı. Barzani bu politikası doğrultusunda Rojava Devrimi'ni dahi karşısına almayı, bir dönem Rojava ile olan sınıra hendekler kazmayı, ambargo uygulamayı dahi göze almıştı. PKK/PYD öncülüğündeki ilerici-direnişçi Kürt çizgisinin Serêkaniyê ve

sağladı fakat katılımlarının YPG denetiminde ve sınırlı olması Tayyip Erdoğan'ın hayallerini suya düşürdü. Erdoğan'ın Kobanê'nin Kürt değil Arap yerleşimi olduğu iddiası ise çaresizliğinin son resmi oldu. Tayyip Erdoğan'ın son iddiasını 28 Ekim'de Al Monitor'daki yazısında ele alan gazetcei Fehim Taştekin "Direndiği için dünya Kobanê'yi konuşuyor; Arap, Kürt ya da Ermenilerden izler taşıdığı için değil" dedi. Taştekin'in işaret ettiği direniş çizgisi, AKP'yi Kobanê kuşatmasının başlıca mağlubu haline getirdi.

"Her yer Kobanê" Son yüzyıl insanlık tarihi nice katliamlar ve işgal girişimleri görmüş olmasına karşın, bu saldırılara karşı direnişlerin toplumsallaşma pratikleri sınırlı kaldı. Ortadoğu'da en güncel saldırının gerçekleştiği Kobanê'deki direniş ise toplumsallaşma adına önemli pratikler ortaya koydu. 6-7 Ekim serhıldanının ardından 1 Kasım'ı Dünya Kobanê Günü haline getiren çağrı da direnişin toplumsallaştırılması adına atılmış bir diğer önemli adım olarak yaşandı. YASAKLAR, TANKLAR SÖKMEDİ Kobanê'de kent savaşının başladığı günlerdeki eylemlere polisi, askeri, sivil faşist güçleri ve kontrgerilla aygıtlarıyla saldıran AKP, aynı gözdağını 1 Kasım eylemleri için de verdi. Ahmet Davutoğlu ve İçişleri Bakanı Efkan Alâ sokağa çağrı yapmanın yasalarda olmadığını iddia ederken, valilikler "Sokağa çıkılması durumunda tereddütsüz müdahale edileceğini"ni ilan etti. Gözdağı söylemde de kalmadı. 1 Kasım sabahı özellikle Kürt coğrafyasında sokaklar, meydanlar askerin ve polisin zırhlı araçları ve barikatları ile dolduruldu, Diyarbakır sokaklarında tanklar gezdirildi. Yine de bu tehditler sökmedi. Kürt illerinde yüzbinler sokakları, meydanları doldurdu. Kobanê sınırındaki Suruç'ta binler seslerini direniş mevzilerine ulaştırdı. Dünyanın ve Türkiye'nin dört bir yanında "Her yer Kobanê, her yer direniş" sloganları atıldı. Kürt illerinde pek çok noktada eylemler düzenlendi. Diyarbakır, Van, Mardin gibi merkezlerde büyük kitlesellikte eylemler gerçekleşirken, peşmergenin Kobanê'ye

geçerken izlediği güzergahta eylemlerin çok daha geniş katılımlı ve coşkulu olduğu görüldü. Kürt coğrafyasındaki eylemlerde PKK, PYD, YPG bayraklarının ve Abdullah Öcalan posterlerinin yanı sıra Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi bayraklarının da olduğu görüldü. Kürt coğrafyasında saldırılar da eksik olmadı. Diyarbakır'da, Mardin Nusaybin'de, Şırnak İdil'de, Hakkari Yüksekova'da ve Muş'ta genellikle miting programlarının sonlandığı ve kitlenin dağıldığı sırada polis saldırıları gerçekleşti. Halkın polis saldırılarına yanıt vermesi üzerine çatışmalar yaşandı. Saldırıların ve direnişlerin ekim ayına nazaran düşük yoğunlukta olduğu görüldü. Suruç'ta ise sınırdaki Mahser ve Dewşen köylerinde binler bir araya geldi. İki koldan başlayan yürüyüş Misanter Köyü'nde binlerce kişinin katıldığı bir mitinge dönüştü. Suruç eyleminde kadınların, eylem katılımcılarının büyük kısmını oluşturması dikkat çekti. KENT KENT KOBANÊ SLOGANLARI Kürt coğrafyasının dışındaki kentlerde ise toplumsal muhalefet bileşenlerinin çağrılarıyla kitlesel eylemlere imza atıldı. Eylemlerde Ermenek'teki işçi katliamına duyulan öfke de ön plana çıktı. İstanbul Galatasaray Meydanı'nda binlerce kişi AKP'nin IŞİD çetelerini destekleyen politikalarına bir an önce son vermesini istedi. Türkiye'nin yanı sıra Afganistan'dan Honduras'a, Avustralya'dan İspanya'ya, Çek Cumhuriyeti'nden Irak Kürdistan'ına, Rojava Afrin Kantonu'ndan Kanada'ya kadar da 5 kıtadaki 30 ülkede ve 92 kentte on binler farklı dillerde Kobanê'ye ses verdi.

Şengal'in ardından Kobanê ile birlikte aldığı inisiyatif, "Suriye Kürtleri’nin kazanımlarına karşı çıkan özne" pozisyonuna düşmek istemeyen Barzani'yi geri adım atmaya zorladı.

ABD'nin Kobanê'ye yönelik değişen politikası da Barzani'nin geri adımında asli sebeplerden biri oldu. Barzani'nin geri adımının ve Kürt uzlaşısının somutlaştığı yer ise Duhok Zirvesi'ydi. Zirveden "Rojava kantonlarının tanınması" ve "peşmerge ile silah yardımı yapılması" kararları çıktı. Kobanê'ye giden peşmerge birlikleri ise YPG denetimi altında savaşmaya ikna olmak zorunda kaldı.


6

ORTADOĞU 6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Halkın Sesi

O B A M A ’ N I N Ö N C E L İ Ğ İ I Ş İ D , TAY Y İ P ’ İ N D E R D İ E S A D

“Ilımlılar” bataklığında ayrılık dansı gâhları Nusra Cephesi tarafından ele geçirildi. Türkiye’nin sıkça dillendirdiği tampon bölge ve uçuşa yasak bölge taleplerine karşın Suriye sınırında Nusra’nın nüfuzunu artırması işleri daha karmaşık hale getiriyor. ABD ve Türkiye’nin desteklediği bu “ılımlılar” yakın zamana kadar Nusra Cephesi’yle ortak operasyonlar ve katliamlar gerçekleştirmişti. ABD öncülüğündeki koalisyonun Suriye’deki ilk hava saldırıları sırasında Nusra’nın mevzileri de vurulmuştu. Bu durum birçok cephede IŞİD ile Nusra’yı yakınlaştırırken, eğit-donat projesi sonrası yeniden Batı’ya ve Körfez’e yönelik söylemler üreten Hazm ve SDC de Nusra’nın hedefi haline geldi. Bu saldırılarla çok sayıda silah ve cephane ele geçiren Suriye El Kaidesi, bu grupların mensuplarını da “tövbe etmeleri” karşılığında kendi saflarına kattı.

VECİH CUZDAN

H

aziran 2014’teki Musul işgali sonrası ivmesi yükselen Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) ya da şimdiki adıyla İslam Devleti adlı cihatçı çete, Irak ve Suriye’de hızla artan nüfuzu sonrası emperyalistlerin ve Körfez’deki işbirlikçilerinin “baş düşmanı” haline geldi. Irak’ta yıllardır barındığı Anbar çöllerinden Erbil’e ve Bağdat’a kadar; Suriye’de doğudaki Rakka, Deyrizor ve Haseke’de önemli enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelerden ülkenin batısındaki Halep’e kadar ilerleyen IŞİD’e karşı Ağustos’tan bu yana ABD tarafından hava saldırıları düzenleniyor. Hatta ABD Başkanı Barack Obama, 11 Eylül’ün yıldönümünde “IŞİD’e karşı mücadele stratejisi”nin ABD’ye çıkaracağı yüksek maliyetin faturasını da Körfez’deki muhataplarına göndererek, “Bu canavar hepimizin eseri” diyordu. İşte bu planın ayaklarından biriydi “ılımlıların” eğitilip donatılması. Obama’nın Suriye savaşında bir kez daha devreye soktuğu “ılımlı muhalifler” planının ABD ve müttefikleri nazarında önceliği IŞİD. Ancak bir “müttefik” hariç. Obama’nın bu stratejisini göstermelik bir memnuniyetle karşılayan ancak yeterli bulmayan Erdoğan ve AKP’si, Libya’da uygun işgal modelini Suriye’ye uyarlama hevesiyle sürekli şu üç şartı dillendirdi: Uçuşa yasak bölge, tampon bölge, önceliği “Esed rejimi” olan “ılımlı muhaliflerin” eğitilip donatılması. Erdoğan ve AKP hükümeti, dillendirdiği üç şart ABD nazarında karşılık bulmayınca IŞİD’e yönelik saldırılar için kullanılmak istenen İncirlik Üssü’nü açmadı. Haliyle bu durum WashingtonAnkara ilişkilerini gerdi. CİHATÇI CENNETİ TÜRKİYE, SURİYE’Yİ CEHENNEME ÇEVİRDİ 3.5 yılı aşkın süredir devam eden vekâlet savaşında silahlı muhalif gruplara yönelik eğitdonat projeleri, emperyalistler ve aktif taşeronları tarafından Suriye’nin uzun sınırlara sahip olduğu komşularında (Türkiye911 km, Ürdün-375 km) icra edildi. Öyle ki bugün sahadaki binlerce cihatçı çetenin doğduğu yer Hatay’daki Apaydın Kampı’ydı. AKP sponsorluğundaki bu kamp, bölgeye giden muhalefet partisi vekillerinin içeriye alınmadığı, vekilleri ve yanlarında gelen gazetecileri “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) mensuplarının karşılayıp engellediği bir yerdi.

Suriye’de devam eden vekâlet savaşında emperyalistlerin ve başını Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin çektiği aktif taşeronlarının “ılımlı savaşçıları eğit-donat” projesi bir kez daha devreye sokuldu. Ancak bu proje beraberinde ihtilafları da getirdi Fehim Taştekin Radikal’de yayımlanan 13 Eylül tarihli yazısında kampa dair şunları aktarmıştı: “Vakti zamanında Apaydın’da olup bitenleri yerinde görmüş eski bir yetkilinin şu itirafını kaydetmeden geçemeyeceğim: ‘Suriyeli komutanlar telsiz ve bilgisayarlarla donatılmış masalardan Suriye’deki savaşı koordine ediyorlardı. Kurtarılmış bölgeler oluşturulduktan sonra komuta çalışmaları Suriye içine kaydırıldı. Kamptan bir gecede 150 askerin sınırı geçip savaşa katıldığını ve sonra döndüğünü bilirim.” Şimdilerde cihatçıların Suriye’de “kurtardıkları” bölgelerde -Kilis’in karşısındaki fiili MİT üssü Azez dışında- Suriye El Kaidesi Nusra, IŞİD ve cihatçı çetelerin çatı örgütü İslami Cephe (ya da artık ondan ne kaldıysa) palazlanmış durumda. Ayrıca bu çetelere dünyanın dört bir tarafından gelerek katılmak isteyen cihatçıların yegâne adresi de (Erdoğan ve Davutoğlu “Sınırınızdan cihatçılar geçiyor” diyenlere “Sınırlarımızdan yabancı savaşçıların geçişine izin vermedik” diye dursun) Türkiye oldu. “EĞİT-DONAT’IN ETKİSİ

MİNİMAL DÜZEYDE” ABD’nin önde gelen gazetelerinden New York Times’ta yayımlanan 14 Ekim tarihli analiz haberde, 2012 ve 2013 yıllarında Obama yönetiminin, Suriye’deki iç savaşa müdahil olup olmama konusundaki kararı için CIA’ya gizli rapor hazırlatması yazılmıştı. Raporda CIA’nın geçmiş yıllarda yurt dışındaki örtülü silah desteklerinin, uzun vadede çatışmalara etkisinin çok minimal düzeyde olduğu belirtiliyor. Bu durum ise Obama yönetiminin bazı etkili üyelerini, Suriye’deki silahlı grupları destekleme fikri hakkında şüpheye düşürüyor. Bugün itibariyle “ılımlı savaşçıları eğit-donat” projesi IŞİD karşıtı mücadele stratejisinin önemli bir maddesi olsa da aslında Obama yönetiminin kuşkuları da ortada. Vekâlet savaşında gelinen noktada aktif taşeronlarına nazaran projede “ipleri eline alan” ABD, Türkiye’nin “Esed düşmeli” önceliğini paylaşmadığını her fırsatta belirtiyor. Ayrıca Washington yönetiminin birçok üst düzey yetkilisi Batı’nın önde gelen gazetelerine IŞİD karşıtı koalisyondaki tutu-

mu nedeniyle Erdoğan ve AKP hükümetini köşeye sıkıştıracak açıklamalar yapıyor. 2 Ekim’de Harvard Üniversitesi Siyaset Enstitüsü John F. Kennedy Jr. Forumu’nda öğrencilere seslenen ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Türkiye, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri için “Esad’ı devirmekte o kadar kararlıydılar ki, Esad’a karşı savaşan her kim olursa, yüz milyonlarca dolar ve on binlerce ton silah yağdırdılar ve bir manada, Sünni-Şii vekâlet savaşını başlattılar” dedi ve asıl bombayı şu sözlerle patlattı: “Cumhurbaşkanı Erdoğan ki eski bir dosttur, bana dedi ki, siz haklıydınız, çok fazla insanın (Suriye’ye) geçişine izin verdik, şimdi sınırı mühürlemeye çalışıyoruz.” Bu açıklamayı WashingtonAnkara arasında müthiş bir diplomasi trafiği izlemiş, 3 gün sonra Beyaz Saray’dan “Biden özür diledi” açıklaması gelmişti. Biden 4 Kasım’da ise “Ben kendisinden asla özür dilemedim” açıklaması yaptı. Bütün bunlara karşın, Biden’ın 2 Ekim konuşması ABD’nin genelde Suriye’deki aktif taşeronlarını, özelde ise

AKP hükümetini hedef tahtasına koyduğunu açığa vuruyor. Öyle ki son olarak Türkiye’nin “Esed gitmeli” önceliğine ilişkin ABD Başkanı Barack Obama’nın IŞİD’le Küresel Mücadele Özel Temsilcisi John Allen’den ciddi açıklamalar geldi. Temaslarda bulunmak üzere Suudi Arabistan’a giden Allen “ılımlı muhaliflerin” IŞİD’e karşı mücadele edeceğini belirtmiş ve bu grupların Esad’a karşı savaşıp savaşmayacakları sorusuna “Amaç Şam’ı kurtarmak için bir kara gücü yaratmak değil” dedi. Obama’nın BM’deki Suriye çıkışını yineleyen Allen, Suriye’de siyasi çözüme ulaşmak gerektiğini belirterek, “Eğitilecek muhalifleri Suriye’de varılacak ‘siyasi bir çözümün’ parçası olarak görmeyi istiyoruz” ifadelerini kullandı. Ancak ABD ve müttefiklerinin sahadaki mevcut “ılımlıları” da Nusra Cephesi’nin son dönemdeki saldırılarıyla yok olmaya yüz tuttu. CIA’nın yürüttüğü program kapsamında eğittiği ve TOW anti tank füzeleri başta olmak üzere ağır silahlarla donattığı gruplar olan Hazm Hareketi ve Suriye Devrimciler Cephesi’nin (SDC) İdlip kırsalındaki karar-

AKP’NİN BİTMEYEN CİHATÇI SEVGİSİ Sahada eğit-donat projesine tabi tutulacak “tabela örgütleri” dahi Nusra ve IŞİD tarafından darmadağın edildi. Ancak 28 Ekim’de BBC’ye verdiği mülakatta Başbakan Davutoğlu hala dilinden düşürmediği “ılımlı ÖSO” hikâyesini “bütünlüklü stratejilerinin” bir parçası olarak açıklıyordu: “... Birincisi ılımlı Suriye güçlerine yani ÖSO’ya yardım edilmeli; donatılmalı ve eğitim desteği verilmeli. Hepimiz, ÖSO’nun El Kaide ya da IŞİD gibi bir örgüt olmadığında hemfikiriz. İkinci olarak IŞİD’in ve rejimin halka saldırdığı yerlerde güvenli bölgeler oluşturmalıyız.” ABD’nin eğit-donat projesini Eylül ayında kabul etmiş olmasına karşın Davutoğlu’nun “ÖSO desteklenmeli” söylemi tesadüfî değil. Çünkü Başbakan, Obama’nın Eylül 2014’te BM Genel Kurulu konuşmasında söylediği “Esad rejimi konusunda gerekli adımları attık ama çözüm konuşarak gelecektir” sözleri ile ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin “Esad’ı devirmek için IŞİD’i destekleyenler sebep oldu” sözlerinin ciddiyetinin gayet farkında. Suriye’deki vekâlet savaşında ABD ile Türkiye’nin daha kullanımları konusunda dahi mutabakat sağlayamadığı “ılımlı muhalifler” bölgedeki diğer cihatçı çetelere eklemlenerek iç savaş bataklığını daha da büyütme potansiyeli taşıyor. ABD ve AKP’nin ayrılık dansı da bu bataklığın ortasında sahneleniyor.

Beşar Esad’ın Halep zaferi yakın mı? Halit Atallah mahlasını kullanan Suriyeli bir gazetecinin 30 Ekim tarihinde Al Monitor sitesinde yayımlanan makalesinde, Suriye ordusunun son ilerlemelerini değerlendirilerek savaşta tayin edici önemdeki Halep’in bütünüyle Esad yönetiminin kontrolüne girmesinin yolunun açılabileceği belirtiliyor. Hazım Hareketi ve Nusra Cephesi’yle şiddetli çatışmaların ardından Suriye ordusu, 23 Ekim’de stratejik Morek kasabasını ele geçirdi. Hükümet güçlerinin Hama’nın 30 km kuzeyindeki Morek’i ele geçirmesi, Esad yönetiminin birbirini tamamlayan coğrafi bölgelerde yavaş yavaş ilerleme stratejisinin bir parçası. Bu zafer, Halep kırsalındaki kazanımlar ve Hama’nın 25 km kuzeybatısındaki Halfiye kasabasının alınmasının devamı olarak geldi. Şimdi ufukta, kuzeydeki muhalif güçlerle yeni çatışmalar görünüyor. Zira kentlerin dışındaki kırsal bölgeler, kesintisiz bir cephe hattı oluşturuyor. Çatışmalarda yer alan bir Ulusal Savunma Güçleri mensubu şunları söylüyor: “Kentin güneyinde yoğunlaşan birlikler kente doğru ilerlerken, kuzey ve batıdan da makineli tüfek ve ağır silah ateşiyle baskı artırıldı. Bunun neticesinde Morek içinde sıkışan militanların savunması çöktü. Kasabanın kuzeydoğusunda tank taburunun olduğu tepeyi 18 Ekim’de alınca kasabayı kuşatmak ve ikmal hatlarını kesmek mümkün oldu.” Kasabanın konumu muhalefet için stratejik önemdeydi. Morek, muhalefetin Hama kırsalından sahilde kontrol ettiği bölgelere kadar uzanan ikmal hatlarını birleştiren halkaydı. Askeri konularda uzman gazeteci Tahir Dayub, Morek’in alınmasını şöyle değerlendirdi: “Suriye ordusu, Morek’in kontrolünü ele geçirerek İdlip kırsalında savaşçıların etkili olduğu geniş bölgelere erişim imkânı sağladı.” Dayub, Suriye ordusunun Hama’nın batı ve kuzey kırsalındaki kazanımları ve Halep ile İdlip’i çevrelemesinin

‘Rejimin stratejisi başarılı olursa Suriye’nin merkezi bölgesi - İdlip’den başlayarak Şam, Süveyde ve sahil şeridi - rejimin kontrolünde olacak’ ardından daha da ilerleyeceğini öngörüyor: “Morek’in düşmesi, kuzeydeki ikmal hatlarının tümüyle emniyete alınması anlamına geliyor. Bu da Halep’teki birlikler için tehlikeyi azaltıyor, Halep’in hem içinde hem de kırsalındaki mücadelenin gidişatını olumlu etkiliyor.” Şam’daki bir emekli subay da, Morek’in alınmasıyla muhalif savaşçıların Hama kırsalının geri kalan bölgelerinde de olumsuz etkilendiğine dikkat çekiyor: “Morek etrafında çember daralınca Hama’nın kuzey ve batı kırsalındaki kasabalarda bulunan savaşçılar, Han Şeyhun’a doğru çekildi ve bu kasabalar da Suriye ordusu tarafından sarılmış oldu.” Ayrıca ordunun Morek ve Halfiye’yi alarak İdlip kırsalında kuşatılan Vadi El Deyf ve Hamadiye üslerine giden güzergâhı da açtığını vurguladı. Ordu, şimdi Nusra Cephesi’nin ana kalesi olan ve Morek’ten kaçan savaşçıların çekildiği Han Şeyhun’u ele geçirip İdlip kırsalına ve ordu kontrolündeki İdlip şehrine doğru ilerlemeye çalışacak. Emekli subay, değerlendirmesini şöyle sürdürdü: “Han Şeyhun, İdlip kırsalından Merat El Numan, Kafr Nebil, Sarakib ve Ariha üzerinden İdlip’e giden güzergâhın tümüyle kontrol altına alınması için önemli bir çıkış noktası. Rejimin bu stratejisi başarılı olursa Suriye’nin merkezi bölgesi - İdlip’den başlayarak Şam, Süveyde ve sahil şeridi - rejimin kontrolünde olacak. Bu, rejim güçlerinin diğer cephelerdeki mücadelesi için stratejik önemde olacak.”


7

DÜNYA 6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Halkın Sesi

Ne sivil ne askeri diktatörlük

Tunus’ta İslamcılar neden kaybetti? Tunus seçimlerinde İslamcı parti kaybetti. Eski rejimin unsurlarını içinde barındırsa da, halkın beklentilerine seslenen laik parti yüzde 38,24 ile iktidara geldi. Sosyalistlerden oluşan Halk Cephesi ise yüzde 5,52 oy oranıyla seçimde kayda değer bir başarı elde etti NOUREDDİNE BALTAYEB

K

uruluşundan iki buçuk yıl sonra, Nida Tunus (Tunus’un Sesi) Partisi en son yapılan parlamento seçimlerinde oyların çoğunluğunu alarak iktidara geldi. Tunus eski devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin Tunus’tan kaçışından beri yapılan ilk seçimde, ilk sonuçlara göre meclisteki 217 koltuktan 83’ünü kazandı. 40 küsur yıl önce kurulmuş olan ve 26 Ekim’de yapılan seçimlerde 68 koltuk kazanan Nahda Hareketi dahil diğer tüm siyasi partileri geride bıraktı. Nida Tunus Partisi’nin parlamentoda en fazla koltuk sahibi parti olarak iktidara çıkması, Tunus açısından bazı soru işaretleri yarattı. Nida Tunus’un üstünlüğü önceki rejimin düşüşünden sonra ön plana çıkan diğer siyasi partilerin çöküşü ile aynı zamana denk geldi. Son seçimlerde öne çıkan bu partilerden biri de Tunus Meclis Başkanı Mustafa Bin Cafer’in başkanlığını yaptığı Emek ve Özgürlükler Demokratik Forumu (FDTL) partisi. 2011’deki seçimlerde oy ve koltuk sırasında üçüncü gelen FDTL, bu seçimlerde sadece iki koltuk kazandı. Bir başka örnek, 2011’deki seçimlerde oy ve koltuk sırasında ikinci gelen ülkenin geçici Cumhurbaşkanı Munsif Marzuki’nin kurucusu olduğu Cumhuriyetçi Kongre Partisi (CPR) bu seçimlerde sadece dört koltuk kazanabildi.

Ahmet Necib eş-Şabi liderliğindeki Cumhuriyetçi Parti önceki seçimlerde 16 koltuk kazanmış olmasına rağmen bu seçimlerden sadece bir koltukla çıkabildi. Habib Burgiba ve Bin Ali dönemlerinden beri yıllarca Tunus’un ana muhalefetinde yer alan bir parti olmasına rağmen böyle bir sonuç aldı. 2005 Ekim ayındaki meşhur açlık grevinin arkasında da bu parti vardı ve önceki rejime muhalif olan hareketin özünü bu parti oluşturuyordu. Tüm bunlar şu soruyu beraberinde getirdi; ne oldu da Nida Tunus Partisi en çok oyu ve koltuğu kazandı? Ne önceki rejim destekçilerinin inisiyatif alıp biçim değiştirdiğini söylemek ne de Nida Tunus Partisi lideri Bacı Kaid el Sebsi’nin karizması bu zaferi tek başına açıklamaya yetiyor. Bu zaferi mümkün kılan birden çok faktör olduğu açık. Önceki seçimlerde iktidara gelen Troyka’nın (Nahda Hareketi, sol liberal Cumhuriyetçi Kongre Partisi ve sosyal demokrat eğilimli FDTL’den oluşan hükümet partileri bloku) başarısızlığı bu faktörlerden ilki. Nahda Partisi sözcüsü Ziad Laadhari yaptığı açıklamada, partisinin bir geçiş aşamasında iktidara gelmenin bedelini ödediğini ve ‘bugün olduğundan çok daha kötü sonuçlara yol açabilecek hatalar’ yaptığını itiraf etti. Troyka hükümeti döneminde ‘terörizm, kaçakçılık ve suç’ oranlarının yükselişte olduğu herkesçe biliniyordu. Tunuslular öyle

büyük bir hayal kırıklığına uğradı ki önceki rejimi arar oldu. Sebsi, bu karanlık, terörizm ve umutsuzluk ortamında, ‘umut’, ‘Tunus’u yenileme’ gibi temel, basit sloganlar kullanarak, Tunus ulusal bayrağı ve ulusal marşını siyasetine taşıyarak ve önceki rejimi deviren protestocuların taleplerini yerine getirerek yeni bir politik hareket kurabilmiş gibi görünüyor. Sonunda, Tunus’u yenileme, Nida Tunus Partisi liderlerinin de dediği gibi Pakistan’a özgü dini eğitimle ‘ülkeyi Afganlaştırma’ çabalarına ve kamuya açık bazı alanlarda yapılan cinsiyet ayrımcılığı dayatmalarına, teröristlere müsamaha gösterilmesine ve sonuncu, fakat bir o kadar da önemli olan şüpheli yollardan finanse edilen dini ve sosyal derneklere karşı çıkmak için yeni partiyi ve onun Burgiba-vari liderini destekleme ihtiyacı doğdu. Tüm bu gelişmeler, ülkede kol gezen kadrolaşma ve kamu yönetimi ve hizmetlerinin ele geçirilmesi eşliğinde devam ediyordu. Çoğu Tunuslu, yeni yöneticilerin toplum yapısını değiştirerek Tunuslulara yabancı olan aşırı tutucu Vahabi kültürünü yayarken kendisinden önceki yönetim sistemini tekrar ettiğine ikna oldu. Ülkedeki tüm bu geriye gidiş ve artan terörizm ve suikastlarla karşılaşan seçmenler, mevcut yönetimin bağımsızlık sonrası diğer hükümetlerden daha kötü olduğunun farkına vardı. Bu durum Sebsi’nin Nida

Tunus Partisi’nin yükselişi için uygun koşulları yarattı. Partinin resmi üye sayısı 110 bini aştı. Kamu görevlilerinin birçoğu için üyeliğin zorunlu olduğu Bin Ali’nin şimdi feshedilmiş olan partisi dışında hiçbir siyasi parti bu rakama yaklaşamamıştı. Troyka hükümeti iktidara geldiğinden beri (Aralık 2011- Ocak 2014) Tunusluların yaşadığı hayal kırıklığı, Nida Tunus Partisi’ni bugün siyasi güç merkezi haline getirdi. Diğer siyasi partiler neredeyse yok oldu, Nahda Hareketi ise inişe geçti. Tunusluların karşı karşıya olduğu güvenlik tehditleri ve her gün Irak ve Suriye’de ölen gençler yüzünden ılımlı ve merkez duruşlarıyla bilinen Tunuslular, içinde eski rejimin liderleri bulunsa da, onlara Tunus’u hatırlatan bir parti istiyor. Sonuçta halk, diktatörlüğe ve yolsuzluklarına rağmen, ülke bağımsızlığını kazandıktan sonra yönetime gelen hükümetlerin kazanımlarını reddetmiyor. Troyka bu diktatörlük ve yolsuzluklara son vermek yerine aynı eski yönetim mekanizmalarına yeni biçimler vermişti. Tunusluların İslamcılarla ittifak yapan troyka ve siyasi partileri cezalandırdığını söylemek abartı olmaz. Eski rejimin kalıntıları da olsa Tunuslular içinde bulundukları durumdan kendilerini kurtaracak bir can simiti arıyor.

V

iktor Orbán’ın neoliberal milliyetçi hükümeti Ekim sonunda internet kullanımına özel bir vergi getirme niyetinde olduklarını açıklamıştı. Bunu sadece mali nedenlerden dolayı yapmıyorlardı, aynı zamanda amaçları alternatif medya kanallarına erişimi daha da pahalılaştırmaktı. Bu tasarı, Orbán’ın seçildiği 2010 yılından bu yana yapılan en büyük protestoların tetikleyicisi oldu. Protestolar sayesinde Ekim sonunda, Orbán internet vergisi yasa tasarısını geri çektiğini ve bu konuyla ilgili Haziran 2015’te bir istişare toplantısı düzenleyeceğini duyurdu. Yerel ve genel seçimleri kazandıktan sonra, Fidesz hükümeti medyayı ve haberleşmeyi daha sıkı kontrol altına alma planları için gerekli şartların oluştuğunu düşünmeye başladı. Seçimler liberal sol muhalefetin zayıf ve bölünmüş olduğunu gösterdi. Hükümet o taraftan gelecek ciddi bir muhalefete ihtimal vermiyordu. Medya üzerinde daha sıkı bir kontrol kurmak için gerekli olan birkaç adımı da atmışlardı. Zaten Macaristan’da ulusal medya, hükümetin çizgisinde yayın yapmak zorunda ve birçok muhalif gazeteci işinden edildi. Özel medya ise daha çok gayrı resmi yollardan baskı görüyor. Fidesz’e yakın sermaye grupları özel medya sektöründe önemli bir rol oynuyor. Bu nedenle internet medyası muhalif seslerin duyulması açısından büyük bir öneme sahip. İnternetin alternatif medya için önemi hükümetin internet vergisi tasarısını gündeme getirmesinin asıl nedeni gibi gözüküyor. Başlangıçtaki tasarı indirilen ya da yüklenen her gigabayt için 150 forint(1.35 TL)

Macaristan: Protestolar sonucunda neoliberal milliyetçi hükümet internet vergi tasarısını geri çekiyor

Viyana Ekonomi Üniversitesi, Uluslararası Kalkınma Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Joachim Becker Macaristan’daki internet zammı protestolarını Halkın Sesi gazetesi için değerlendirdi

vergi almayı planlıyordu. Şeklen bu tasarı hali hazırda mevcut özel iletişim vergilerinin bir uzantısı olarak algılandı. Bu, doğrudan vergilerin çok düşük (gelir vergisi gibi), dolaylı vergilerin ise çok yüksek olduğu (KDV ve özel tüketici vergisi gibi) bir sisteme mükemmel uyum sağlıyor. Bu vergi sistemi vergi yükünün büyük bir kısmını nüfusun yoksul kesimlerine yüklüyor, üst orta sınıf ve orta sınıf tabakadan ise cüzi vergi alıyor. Macar bir telefon kullanıcısı hali hazırda %27 lik bir KDV (Avrupa’daki en yüksek KDV oranı), dakika ve ayrıca kısa mesaj başına 10 forint (0.090 TL), bunlara ilaveten, dolaylı olarak daha yüksek kurlarla özel telefon operatörlerine koyulan özel bir iletişim vergisi ve

son olarak da fatura ödenirken alınan bir işlem vergisi ödüyor. Macaristan’da iletişim servislerinden yararlanmak zaten oldukça pahalı. Önerilen tasarı bunu daha da pahalı bir hale getiriyor. Bunun altında yatan fikir ise alternatif medyaya erişimde finansal güçlükler yaratmak. Orbán’ın internet vergisi planları güçlü bir protesto dalgasının tetikleyicisi oldu. İnternet Vergisine Karşı Yüz Bin Kişi adlı bir Facebook sayfasının destekleyicileri bir protesto çağrısı yaptı. 130 binden fazla kullanıcı 24 saat içinde bu sayfayla bağlantı kurdu. 19 Ekim’deki ilk protestolarda 20 binden fazla protestocu Budapeşte sokakları boyunca yürüyüş yaptı. 28 Ekim’de 2 gün süren kitlesel protestolar yapıldı. Protesto

Gazze’de karavanlara iltica Gazzeliler, kendi ülkelerinde ikinci kez mülteci durumuna düştü. İsrail işgal güçlerinin saldırılarından sonra Gazze Şeridi’nde evleri zarar gören yüz binlerce Filistinli ciddi bir barınma sorunuyla karşı karşıya kaldı. Bazıları oldukça tehlikeli olan, savaşta zarar görmüş, duvarları yıkık evlerinde kalmaya devam etmek zorunda kalırken, bazılarına karavan sağlandı. İki aydan fazla süredir bu karavanlarda yaşayan Filistinliler, havaların soğuyup, yağışların başlamasından olumsuz etkilendi. Karavanlarını su basan ve ısınma sorunu da yaşayan bölge halkı ilkel yöntemlerle ısınmaya çalışıyor.

ÇEVİRİ: PELİN ZORBAY

‘Parasız internet, özgür memleket’ JOACHIM BECKER*

29 Ekim’de Burkina Faso Parlamentosunun, 1987'de darbe ile göreve gelen ve 27 yıldır yönetimde olan Başkan Blaise Compaore'ye 5 yıllık daha yetki veren kanun hükmünde bir kararname yayımlaması halkın öfkeli protestolarına neden oldu. Başkentte sokaklara dökülen protestocular parlamentoyu ateşe verdi. Günlerce süren ayaklanma yüzünden olağanüstü hal ilan edilen ülkede devlet başkanı istifa etmek zorunda kaldı. Ordu yönetime ‘geçici’ olarak el koyduğunu açıkladı. Orduyu darbe yapmakla suçlayan halkın eylemleri devam edince ordu ‘iktidarı sivillere bırakacağız’ açıklaması yapmak zorunda kaldı.

hareketi daha da güçlendi. On binlerce kişi sokağa döküldü. Protestolar sadece başkent Budapeşte’yle sınırlı kalmadı, Pécs, Györ, Szeged ve Debrecen gibi şehirlere de sıçradı. Protesto çağrıları üniversite şehirlerinde özellikle geniş yankı buldu. Protestocular ‘’Ücretsiz İnternet! Özgür Memleket!’’ ve ‘’ Yolsuzlara Vergi Vermeyeceğiz!’’ sloganları attı. Protestoları örgütleyenlerden biri olan Balász Nemes’e göre, internet bardağı taşıran son damlaydı. ‘’ Orbán hükümeti haddini aştı. Sivil halkta genel bir hoşnutsuzluk havası var.’’ Nemes ayrıca protestolara merkez sol ve sağ gruplardan da katılanların olduğunun altını çizdi. Budapeşte’deki mitingde konuşanlar, hükümeti sadece basın özgürlüğünü kısıtladığı için değil kendilerine yakın işverenlerin hızlıca zenginleşmelerine olanak veren mevcut kayırmacı iletişim ağı gibi başka nedenler için de ağır bir dille eleştirdiler. Hiç beklemediği kadar güçlü bir protesto dalgasıyla karşılaşan hükümet, başlarda işin içinden vergiyi biraz hafifleterek çıkmaya çalıştı. Vergiyi kişi başına 700 forint (6.3 TL) şirket başınaysa 500 forint (4.5 TL) ile sınırlandıracak şekilde değiştirerek yeniden sundular. Protestolar büyüdükçe Orbán sonunda vergi tasarısını geri çekti ve gelecek yıl Ocak ayında bir istişare toplantısı düzenleyeceğini duyurdu. Böylece, hükümet tasarıyı geri çekmeye zorlanmış oldu. Ancak anlaşmazlık henüz bitmiş değil. Sadece yeni bir evreye gelindi. İlk turun galibi protesto hareketi oldu. Bu Macaristan için örnek teşkil edecek bir durum. ÇEVİRİ: MELİS KABAY

Fransa Remi için sokakta Fransa’nın güneyindeki Tarn bölgesinde yapılması planlanan baraj, çevre katliamına yol açacağı söylenerek protesto edildi. 26 Ekim’de yapılan eyleme polis göz yaşartıcı bombalar ve ses bombalarıyla saldırdı. Başına ses bombası isabet ettiği iddia edilen 21 yaşındaki Remi Fraisse hayatını kaybetti. Fraisse’in katledilmesini kınamak için ülkenin birçok yerinde eylem yapan binlerce kişi yine polis saldırısıyla karşılaştı, onlarca eylemci yaralandı. Baraj projesinin ise askıya alındığı duyuruldu.

Yunanistan’da liseliler eylemde

Yunanistan, Selanik’te lise öğrencileri, eğitim reformları, okullarda öğretmen eksiği ve eğitime yapılan alt yapı harcamalarının yetersizliğine karşı 3 Kasım’da eylem yaptı. Sosyal medya üzerinden çok sayıda okulda işgal ve oturma eylemleri düzenledi. İşgaller nedeniyle bazı okullarda eğitim yapılamadı. Eylemlerde 9 lise öğrencisi gözaltına alınırken, bazı ebeveynlerin ise çocuklarına sahip olmadıkları gerekçesiyle gözaltına alındığı belirtildi. Eylemler 4 Kasım’da da devam etti.


8

EMEK 6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Halkın Sesi

Bu kan sizin elinizde OSTİM'de yine iş cinayeti Ankara İvedik Organize Sanayi Bölgesi Özpetek Sanayi Sitesi’nde, buz üretimi yapan Buzbuz isimli iş yerinde, 27 Ekim’de karbondioksit yüklü tankerden boşaltma yapıldığı sırada, gaz boşaltma hortumunun basınçtan dolayı patlaması sonucu 1 işçi hayatını kaybetti, 8 kişi de yaralandı. OSTİM’de daha önce de 3 Şubat 2011 tarihinde iki ayrı patlama yaşanmış ve 20 işçi yaşamını yitirmişti. Kamuoyunda büyük tepkilere neden olan işçi katliamı sonrası, AKP hükümeti iş cinayetini örtbas etmek için elinden geleni yaptı. Göstermelik olarak 3 kişi tutuklandı, 9 kişi hakkında ihmal davası açıldı. Aradan geçen üç senede işçi ailelerinin açtığı davada yaşananlar, 28 Ekim’de yaşanan patlamanın ve yeni iş cinayetlerinin habercisiydi. Tüm iş cinayeti davalarında olduğu gibi, OSTİM’de de gerçek sorumlular bir türlü yargılanmadı. 20 işçinin ölümünde sorumlulukları olduğu gerekçesiyle tutuklu yargılananlar ise 2 Ekim 2014 günü “makul süre” bahanesiyle tahliye edildi.

Pamuğu toplayan, rezidansları yapan, kömürü yeryüzüne çıkaran işçinin yeraltına gömüldüğü bir çalışma rejimi artık sürdürülemez. Bu kan, bu rejimi sürdüren AKP’nin ve sermayesinin elindedir ZARİFE AKBULUT

E

rmenek’te ve Isparta’da yaşanan katliamların nedenleri OSTİM’de, Soma’da ve Torunlar’da yaşananlardan farklı değil. AKP iktidarıyla yaygınlaştırılan taşeronlaşma, özelleştirme, kuralsız ve güvencesiz çalışma rejimi başta madenleri ve inşaatları olmak üzere tüm işyerlerini işçiler için kıyım kamplarına dönüştürüyor. 2014 yılının ilk on ayında 1600 işçi can verirken, AKP’li 12 yılda, en az 14 bin 455 işçi yaşamını yitirdi. Daha Soma katliamının üzerinden 5.5 ay geçmişken, Türkiye’nin en zorlu kömür havzalarından biri olan Karaman Ermenek’te, 28 Ekim’de Has Şekerler Madencilik’e ait maden ocağında yaşanan su baskını sonucu 34 maden işçisinden 18’i ocakta mahsur kaldı. İşçilerin cesetlerine henüz ulaşılmazken, AKP hükümeti ve bakanlar ölüme gönderdikleri işçiler için gizlice tabut hazırlamaya başladı. Ermenek Cumhuriyet Başsavcılığı ise 3 Kasım’da açıkladığı ön raporda, kazanın eski imalat bölgesine yıllar içerisinde birikmiş olan suların, zaman içinde basınç eşik değerini aşarak aniden su baskınına neden olmasından kaynaklı olduğu belirtti. Savcılık, şirket yetkilileri hakkında yalnızca adli kontrol kararı vermekle yetindi. KATLİAMIN KILIFI TORBA YASA Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu ve bakanların maden başında yaptıkları “Biz Soma’nın ardından her türlü yasal düzenlemeyi yaptık” açıklaması ile bahsettikleri torba yasa maden işçisinin iş güvenliğini değil, işçinin üretim süre-

sini dikkate aldı. İşçilerin iş saati, madene girişlerinden değil kazma salladıkları andan itibaren başlatıldı. Örneğin Soma’da galeriye ulaşabilmek için madenin içinde 45 dakika yürümek gerekiyor. Paydos saatleri de, madenden çıktıktan sonra başlamıyor. Böylece, yemek paydosu galeriyi terk etmeden, yerin 300-400 metre altında yapılıyor. Bu durumu, göçük altında kalan madencinin abisi ise şöyle açıklıyor: ‘‘Su baskını yemek paydosu sırasında meydana gelmiş, eğer işçiler yemeklerini yeraltında değil de dışarıda, güvenlikli bir yerde yemiş olsaydı, en azından bu 18 işçinin yaşamı kurtulabilirdi.’’ ÇIKARLARI DA KATLİAMLARI DA ORTAK Ermenek bölgesindeki 5 maden firması işçilere karşı ortak hareket ediyor. Madenci yakınları, firmayla ilgili şikâyette bulunan veya insanlık dışı çalışma koşullarına isyan ederek işten ayrılan işçilerin diğer firmalarda işe alınmayarak açlığa mahkûm edildiğini söylüyor. Bu nedenle de işçilerin bölgedeki çalışma koşullarını çoğu kez ücretlerini alamadıkları halde kabullenmek zorunda kaldıkları, işçi yakınları tarafından sıkça dillendiriliyor. Ermenek’te madendeki su baskını sonrası “ahtapot” gibi gerekli kurtarma ekipmanlarının bölgeye ulaşması neredeyse 24 saati buldu. Oysa Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu için binlerce polis ve jandarma takviyesi ise birkaç saat içinde yapıldı. Madenci yakınlarının maden bölgesine kimlik kontrolüyle alınması, AKP hükümetinin bir kez daha işçiyi değil yalnızca sermayeyi ve kendini koruduğunu ispatladı.

Üstelik hükümet yetkilileri, bakanlar işçi ölümlerinin ardından yapılacak yasal soruşturmalar yerine kan parasını teşvik ediyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, patronun kan parası vermesini: “Ailelere sahip çıkılma gayreti varsa bu iyi bir durum. Bunun olması gereken bir iş olduğu inancındayız” diyerek olumlu bir örnek olarak gösteriyor. Oysaki bakanın bu açıklaması işçi ölümlerini önleyecek yargı kararlarının oluşmasını engelleyerek, patronların iş cinayetlerini üstünü örtüyor, teşvik ediyor; işçi ölümlerinden korkmamalarını sağlıyor. İş cinayetlerinde Avrupa birincisi Türkiye, dünya birinciliğine koşarken Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik hemen her fırsatta 2012’de çıkarılan İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) Yasası ile övünmeye devam ediyor. 2012 öncesi aylık işçi ölüm sayıları 8090 arasındayken, bu sayılar 2012 sonrası 100-120’e çıktı. YAŞAMAK İÇİN KAMUSAL DENETİM 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası sosyal tarafların mutabakatını sağlamadan çıkarıldı. Yasa kamusal bir İSG alanı yaratmaktan çok uzak olduğu gibi, işverenlerin ve piyasa aktörlerinin beklentilerine uygun bir içerikte hazırlandı. Yasanın en olumsuz yanı ise işyeri hekimliği ve iş güvenliği hizmetlerinin piyasaya devredilmiş olması. Taşeronlaşma ve güvencesiz çalışma ilişkileri devlet ve sermaye ilişkisiyle temel birikim politikası olurken piyasa temelli İSG hizmet alımı yasanın temelini oluşturdu. Bu nedenle de İSG alanında verilen hizmetlerde, mümkün olduğunca işletmeye maliyet çıkarmama kaygısı öne çıkıyor. Yasanın çıktığı

2012 Haziran’ından bugüne gerek torba yasalarda ve gerekse yönetmeliklerde yapılan değişikliklerle daha da yetersiz hale getirildi. Denetimler ve yaptırımlar da caydırıcı olmaktan çok uzak. YAŞAMAK İÇİN TAŞERONA SON! DİSK, işçilerin toplu katliamlarla hayatlarını kaybetmeleriyle ilgili olarak taşeron çalışmaya ve sendikal engellere dikkat çekti. İşçi sınıfının taleplerini her fırsatta beyan eden DİSK: “İş cinayetlerinin ortamını hazırlayan taşeron sistemidir, işçilerin güvencesiz, sendikasız çalıştırılmasıdır. 2014 yılının ilk on ayında 1600’ün üzerinde işçi öldü. Bu işçilerin önemli bir bölümü taşeron işçilerdir. AKP iktidara geldiğinde taşeron işçi sayısı 387 bin iken bugün 2 milyonu aştı. Bu o kadar kuralsız bir çalıştırma biçimidir ki taşeron işçi sayısını, Türkiye’yi yönetenler bile bilmemektedir. Bu kadar kuralsızlık içerisinde iş kazaları da hızla artmaktadır.” YAŞAMAK İÇİN SENDİKAL HAKLAR! İşçinin en büyük güvencesi örgütlü olmasıdır, sendikalı olmasıdır. Daha da önemlisi sendikasını seçebilmesidir. Eğer bir işyerinde sendika yoksa eğer bir işyerindeki sendika, patron ile ortak çalışıyorsa orada iş cinayeti bitmez. 12 Eylül darbesinden AKP hükümetine miras kalan işkolu ve işyeri/işletme barajı, Bakanlıkça yetkilendirme sistemi, yetki itirazları ve uzun mahkeme süreçleriyle Türkiye’de sendikal haklar ağır bir biçimde sınırlandırmakta. Bu nedenle, işçilerin en fazla %5’i bu haklarda faydalanabilmekte ve bu durum iş cinayetlerinin önünü açmakta.

Ülker’de düzen direnişle bozuluyor 17 Aralık operasyonu kapsamında gözaltına alınmak istenen Mustafa Latif Topbaş’ın yönetim kurulu başkanı olduğu Ak Gıda’nın ve vergi rekortmeni olan Murat Ülker’in de ortağı olduğu Ülker fabrikasında 13 işçi işten çıkartıldı. İstanbul Topkapı’da bulunan fabrikada, fazla çalışma, yıllık izinlerin kullandırılmaması ve ücretlerin düşük olması gibi sorunlara sessiz kaldığı için Hak-İş’e bağlı Öz Gıdaİş’ten istifa ederek DİSK/Gıda-İş’e üye

Vanlı İŞKUR işçileri: Zafer direnenin İŞKUR tarafından deprem sonrasında işe alınan 7 bin 286 işçinin işlerine 13 Haziran’da son verildi. 400 işçi, işten çıkarılan işçilerin tamamının işe geri alınması, kalıcı bir iş ve insanca yaşanabilecek bir ücret talebiyle Van merkezdeki Feqiyê Teyran Parkı’nda 90 gün oturma eylemi yaptıktan sonra Ankara’ya yürümüş, direnişlerine burada devam etmişti. 40 gün Abdi İpekçi Parkı’nda direnişlerini sürdüren Vanlı İŞKUR işçileri, Çalışma ve Sosyal

Güvenlik Bakanlığı ile yaptıkları görüşme sonrasında kısmi bir kazanım elde etti. Bin işçinin işine geri dönmesi kabul edilirken, işçiler direnişlerine Van’da devam edeceklerini ifade etti. Vanlı işçiler, “Örgütlü bir sınıf mücadelesinin sonuç getireceğini bir kez daha ilan etmiş olduk. Şimdi sıra direnen diğer işçi arkadaşlarımızda, bizler de direnen işçi arkadaşlarımızın mücadelesinin yanındayız” diyerek direnişin öğreticiliğini ve birleştiriciliğini vurguluyor.

olan 13 işçi “amirlere itaatsizlik, iş düzenini bozma” gibi gerekçeler öne sürülerek işten çıkarıldı. Direnişe başlayan Ülker işçilerinin direnişi 28 Ekim’den beri devam ediyor. İşten atmaların yaşandığı ilk gün içerde çalışan işçiler fabrika giriş çıkışlarında sessiz kalırken, her geçen gün bu tablo değişiyor. Ülker patronu, işçilerin direnişle temasını engellemek için fabrikanın etrafındaki telleri kartonlarla kaplayarak fabrikayı hapishaneye çevirdi.

Yalvaç’ta ölümün adı ‘ucuz emek’ Isparta’nın Yalvaç İlçesi yakınlarında elma toplayan mevsimlik tarım işçilerini taşıyan midibüsün yol kenarındaki su tahliye kanalına devrilmesi sonucu 17 işçi yaşamını yitirdi, 27 işçi ise yaralandı. 31 Ekim’deki olayda sürücü dışında can verenlerin 15’i kadın işçi, birisi ise okul harçlığı için annesiyle çalışmaya giden 15 yaşındaki çocuk. 2014 yılının ilk on ayında 64’ü tarım emekçisi olmak üzere 101 kadın işçi can verdi. Tarımda toprağa can verirken emeği görünmeyen, hatta kendi canından olan tarım işçilerinin çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Kadınlar sadece iş cinayetlerinde istatistiklerde sayısal veriler olarak görünüyor. Ataerkil ve sınıfsal ilişkiler çelişkisinde tarımda kadın emeği bu sektördeki ucuz ve güvencesiz emeği oluştururken, ücretsiz aile işçisi veya mevsimlik işçi olarak çalışan kadınlar, yeniden üretim alanında bakım, beslenme vs. gibi hizmetleri de karşılarken her türlü sosyal güvenceden yoksun çalışıyor. Mevsimlik tarım işçileri, işçi sağlığı ve iş güvenliğinden yoksun çalışırken, yollarda savrularak ölen tarım işçileri, boğulma, zehirlenme, traktör altında ezilme gibi nedenlerden hayatlarını kaybediyor.

DİSK’in şartları İşçi cinayetlerinin son bulması için DİSK üç talebi dile getiriyor: Sendikalar, meslek odaları, birlikleri ve üniversiteler ile oluşturulacak özerk-demokratik bir yapı, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında yetkili kılınmalıdır. Taşeron düzenine son verilmelidir. Başta barajlar olmak üzere sendikal örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılmalıdır.

Sermayenin birliğine karşı #DirenEmek Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ile Türk-İş Türk Metal ve DİSK Birleşik Metal-İş arasında 150 bin civarında işçiyi ilgilendiren metal iş kolu 2014-2016 dönemi Grup TİS (Toplu İş Sözleşmesi) görüşmeleri 6 Kasım’da 60. gününe giriyor. Birleşik Metal-İş, Nisan ayından itibaren 41 işyerinde yaklaşık 15 bin üyesinin yüzde 15′inden fazlasının katılımıyla oluşturulan temsilci kurullarıyla bu sürece hazırlandı. Bir yanda Türkiye’nin en güçlü sermaye örgütü MESS var, bir yanda Türkiye’nin en büyük işveren yanlısı (sarı) sendikası Türk Metal. Diğer bir yanda ise sermaye sever hükümet. Türkiye metal sektöründe de gittikçe derinleşen bir sömürü var. Metal işçisinin üretimden aldığı pay Türkiye ortalamasının altında yüzde 10.2 iken, 2009-2011 yıllarında ortalamada bu paylar azalmış durumda. Kimi Avrupa ülkelerinde işçinin aldığı pay Türkiye’deki rakamı 4’e katlıyor. Elektrikli ekipman ve fabrikasyon metal üretiminde Türkiye sömürüde birinciliği kimseye bırakmıyor. Ama bu rakamlar dahi yetmiyor

metal patronlarına. Henüz ücret teklifi vermeyen MESS, kıdem ve ihbar tazminatlarında toplu sözleşmedeki hakların yasa düzeyine geriletilmesini, devamlılık primlerinin kaldırılmasını, deneme süresi adı altında güvencesiz çalışma süresinin 4 aya çıkarılmasını ve esnek çalışma düzenini teklif ederek işin rengini belli ediyor. Bu tekliflerin en tepesinde ise istirahatta geçen sürelerde ikramiye ve yakacak ödemelerinin yapılmaması yer alıyor. DİSK Birleşik Metal, işyerlerinde, fabrika önlerinde vardiya çıkışlarında da işçileri TİS görüşmeleri hakkında bilgilendiriyor. Grup toplu iş sözleşmesi süreci Birleşik Metal-İş Sendikası’nı müzakereci olduğu kadar mücadeleci olmaya da zorluyor. Anti-demokratik uygulamalarla grevlerin ertelendiği, işkolundaki işbirlikçi ve dayatmacı sendikal düzenin biçim değiştirerek devam ettiği bir süreçte, işten çıkarmalara karşı fabrikalardaki direniş kararlığı ile Birleşik Metal yeni bir mücadeleye hazırlanıyor. Metal işçileri, emekten yana olan herkesi #direnemek diyerek dayanışmaya çağırıyor.


9

SERMAYE

Halkın Sesi

6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

AKP’yle yükseldi, yağmaya doymadı kazandılar. Bunlardan en büyüğü BEDAŞ ihalesi 2013 mayıs ayında yaklaşık 2 milyar dolara alındı. Aynı ay Akdeniz elektrik işi de 550 milyon dolara alındı. Bugüne kadar enerji işinde hiçbir iş yapmayan bu "tecrübesiz" ama iştahlı üçlü, ilk iş olarak kazanılmış işçi haklarının tasfiyesine ve halka daha pahalı elektrik hizmet satımına koyuldu. Üçlünün kar hırsı, elektrik dağıtımında birçok soruna yol açtı.

MEHTAP METİNOĞLU

S

oma'nın Yırca Köyü'nde 16 Eylül'den bu yana köylülerin zeytinliklerini termik santral kurarak talan etmeye çalışan Kolin Şirketler Grubu'na karşı direniş sürüyor. Bir ayı aşkındır devam eden nöbet sırasında Kolin’e bağlı ekipler ara ara baskınlar yaparak zeytin ağaçlarını kesti, köylüleri darp etti. Yırcalı köylüler Kolin ismini belki ilk defa duydu, "mafyatik" termik santral kurma yöntemiyle ilk defa karşılaştı. Ancak bu Kolin’in ilk işi değil; Malatya'dan Gümüşhane'ye, Antalya'dan İstanbul'a kadar ülkenin neredeyse dört bir yanında baraj, HES, otoyol ve termik santral gibi onlarca proje Kolin tarafından inşa ediliyor. 3. Havalimanı ihalesini Mayıs 2013'te 22,1 milyar Euro’yla kazanan konsorsiyumda yer alan diğer isimler gibi Kolin de bu tarihten sonra daha çok bilinir oldu. Kolin Şirketler Grubu, AKP'yle birlikte büyüyen, "ilgi alanları" genişleyen, ihalelerin vazgeçilmez ismi olan ve yağma projeleriyle doğayı katleden isimler sıralamasında başı çekiyor. Tayyip Erdoğan ve iktidarının etrafında kurulan "çetevari" sermaye ilişkilerinin getirisinden bir hayli faydalanan Kolin'in, "kirli para ağının" bileşenlerinden biri olduğu 17 Aralık Operasyonu'nun ardından yayımlanan tapelerle ortaya çıkmıştı. EMPERYALİZMİN HİZMETİNDE BİR MÜTEAHHİT Şirketin temeli Naci Koloğlu tarafından 1977'de Kolin İnşaat adıyla Elazığ'da atıldı. Kolin İnşaat'ın 2000'li yıllarda yükselişe geçmesinin temelinde Afgasitan’daki işgal güçlerine büyük bir bağlılıkla hizmet etmesi yatıyor. Şirket, ABD Savunma Bakanlığı için yaptığı askeri tesislerle, özellikle de Türkiye’deki Amerikan üsleri için yaptığı işlerle o dönemde güçlü bir "referansa" sahip oldu. Afganistan’da en çok ihale alan Türkiyeli şirketler arasında yer aldı. Şirketin Afganistan'daki yol şantiyelerinde 2006 yılında Türkiye’den giden dört mühendis ve işçi öldürüldü. Afganistan'da ABD'li şirket Louis Berger'in taşeronu olarak faaliyet gösteren şirket Türkiye’deyse İncirlik ve Pirinçlik üslerinde bulunan çeşitli binaların yapımını üstlendi. Son teknolojik teçhizatla donatılmış işkence odaları bulunan ve özel bir teknikle inşa edilen MİT Diyarbakır Hizmet Binası da Kolin tarafından 2007'de yapıldı. Kasım 2007'de Kolin İnşaat’ın sahiplerinden Celal Koloğlu ve firmanın iki üst düzey yöneticisi, Çanakkale’de süren akaryakıt kaçakçılığı operasyonunda gözaltına alındı. Kolin İnşaat’ın “kardeş” şirketlerinden Limak İnşaat’ın patronu Nihat Özdemir de aynı

Tayyip Erdoğan ve iktidarının etrafında kurulan "çetevari" sermaye gruplarının başında gelen Kolin Şirketler Grubu, bir dizi kamu ihalesinden milyarlar kazanan ve yağma projeleriyle doğayı katleden isimler sıralamasında başı çekiyor dönemde Enerji Bakanlığı’ndaki yolsuzluk operasyonu kapsamında gözaltına alındı. AKP'nin sermaye grupları arasında yeniden düzenlemeye gitmesi olarak yorumlanan bu operasyonlar sonrasında Kolin, AKP'yle yakınlaşarak "tehdit" değil müttefik olduğunu gösterdi. Afganistan'ın yanı sıra Ürdün, Uganda, Libya, Sırbistan, Azerbaycan, Gürcistan gibi ülkelerde de faaliyet göstermeye başlayan Kolin'in "dışa açılımına" en büyük katkıyı Erdoğan'ın Ortadoğu hamlelerinin yaptığını dile getiren Naci Koloğlu, “Başbakan'la yükselişe geçtik. One Minute olayından sonra giremediğimiz bazı ihalelere girmeye ve almaya başladık” demişti.

turizm-hizmete, liman-tersaneden madençimentoya genişletirken 2013 yılında başka bir alanda sıçrama yaptı: Enerji. Elektrik dağıtım şirketlerinin birer birer özelleştirilmesiyle ihalelerde Kolin-Limak-Cengiz konsorsiyumu baş gösterdi. 10 milyona

ELEKTRİK FATURAMIZ KOLİN İÇİN Kolin Şirketler Grubu, "ilgi alanını" zaman içinde inşaattan

‘Bakan babam sağolsun!’

yakın tüketiciye elektrik satacak işlere girip 4 büyük bölgenin ihalesini

17 ARALIK'LA ORTAYA ÇIKAN KİRLİ PARA AĞI Bir dizi kamu ihalesinden milyarlar kazanan, elektrik dağıtım şirketlerinin en büyüklerini özelleştirmelerden alan "KolinLimak-Cengiz kardeşliğinin" AKP iktidarıyla kurduğu kirli ilişkilerin bir kısmı 17 Aralık operasyonu sonrasında ortaya çıkmıştı. Yayımlanan belgelere göre, Tayyip Erdoğan tarafından Kolin-Limak-Cengiz'in yanı sıra Mapa ve Kalyon da SabahATV’nin sahiplenilmesi ve finansmanıyla görevlendirilmişlerdi. Söz konusu metinlerde yer alan iddialara göre, Cemal ve Ömer Faruk Kalyoncu ile görüşen Tayyip Erdoğan, Sabah-ATV’nin Kalyon Grubu’na devri kararını verdi. Cengiz İnşaat, Limak İnşaat ve Kolin İnşaat, demiryolu projelerinde aldığı ihaleler ile tanınan Makyol İnşaat, IC İçtaş İnşaat ve Özaltın İnşaat gibi şirketlerden ortaya para koyması istendi. Buna ilişkin emri de Erdoğan verdi. Binali Yıldırım ise patronların ‘para koyma’ eylemini organize ederek para havuzu oluşturma işiyle görevlendirildi. Mehmet Cengiz'le Celal Koloğlu'nun ortaya çıkan tapesinde ise Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'la yapılan görüşme ve alınan sözlere atıfta bulunuluyor. Cengiz, "Bu milletin ..." derken Koloğlu "İnşallah inşallah" diyor.

Kolin Şirketler Grubu’nun 2009-2013 cirosu

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın oğlu, Kolin Şirketler Grubu arasında bulunan Sefine Denizcilik Tersanecilik AŞ'nin ortaklarından biri. Kolin'in bakanlığın açtığı ihalelerin çoğunu kazanması ise bu ortaklığın bir meyvesi. 30 Mart yerel seçimlerinde AKP İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olan Binali Yıldırım’la ilgili CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Meslis'te soru önergesi vermişti. Önergede yer alan ve bu ortaklığın boyutunu

ortaya seren sorulardan birkaçı: “Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme eski Bakanı Binali Yıldırım’ın oğlu Erkan Yıldırım’ın 30 adet geminin sahibi olduğu iddiası doğru mudur?” “Binali Yıldırım‘ın çocuklarının ayrıca Sefine Tersanesi’nin (Sefine Denizcilik Tersanecilik Turizm San. ve Tic. AŞ) sahipleri oldukları ve Kıyı Emniyet Müdürü’nün yeni yapılacak gemilerin inşa ihalelerinin ihale şartnamelerinde yaptığı

değişikliklerle Sefine Tersanesi’nde kalmasını sağladığı iddiası doğru mudur?” “Kolin İnşaat Turizm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’nin Binali Yıldırım döneminde otoyol ihalelerinin bir çoğunu aldığı ve Sabah ATV satışında oluşturulan havuza para aktaranlardan birinin Kolin İnşaat, Turizm Sanayi ve Ticaret AŞ olduğu dikkate alındığında Binali Yıldırım’ın oğlu Erkan Yıldırım’ın sahiplerinden olduğu Hollanda Bayrakları ile ticaret yapan, gemilerin otoyol

ihaleleri ve ayrıca 3. Havalimanı ihalesi karşılığında fazla gösterilen maliyetlerden oluşturulan paralarla dünya karasularında dolaştıkları iddiası doğru mudur?” “Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ihalelerinin Kolin İnşaat, Turizm Sanayi ve Ticaret AŞ’ye verilmeleri karşılığında alınan rüşvet paralarının Binali Yıldırım’ın çocuklarının gemi şirketlerinde aklandığı iddiası doğru mudur?”

IŞİD tehdidi Türkiye'yi kara listeden çıkardı 17 Aralık operasyonuyla iktidar sermaye arası kirli ilişkiler ifşa olmuşken, MİT’e ait TIR’lar aranamazken Türkiye birden FATF'ın gri listesinden çıkarıldı Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 25 Ekim'de Türkiye'nin 2007'den beri yer almakta olduğu Mali Eylem Görev Gücü'nün (FATF) gri listesinden tamamen çıkartılmasına karar verildiğini açıkladı. FATF, uluslararası finansal sistemi tehdit eden kara paranın aklanmasına ve terörün finansmanına karşı mücadeleyi hedefleyen hükümetler arası bir kuruluş. Türkiye'nin bu zamana kadar içinde yer aldığı "gri liste" ise kara para ve terör finansmanı konularında “stratejik yetersizlikler” gösteren ve uyarılara rağmen bunları gidermeyen ülkeleri kapsıyor. FATF, son üç yıldır Türkiye’ye uyarılarının tonunu kademeli olarak artırmıştı. 2013'te “üyeliği askıya alma” kartını gösterince AKP, “Terörizmin Finansmanının

Önlenmesi Hakkında Kanun”u çıkararak tehdidi savuşturmuştu. FATF, henüz ortada 17 Aralık operasyonu yokken Ekim 2013’te “Yasa çıktı ama uygulama yetersizlikleri var” diyerek Türkiye’den taahhütlerine uymasını istemişti. 17 Aralık operasyonuyla iktidar, sermaye arasındaki kirli ilişkiler ortaya dökülmüş, 17 Aralık AKP tarafından "sıfırlanmış", silah taşıdığı iddiasıyla Suriye’ye giderken durdurulan ve MİT’e ait olduğu açıklanan TIR’lar aranamamış, TIR’ları aramak isteyen yargı mensupları görevlerinden alınmışken, Türkiye birden FATF'ın gri listesinden çıkarıldı. Oysa FATF için Türkiye’yi “kara liste”ye alma koşulları fazlasıyla oluşmuştu. Türkiye'ye Ortadoğu'daki yeni çatışma düzleminde biçilen rol, Türkiye'nin gri listeden beyaz listeye terfi ettirilmesinde oldukça etkili oldu. Mehmet Şimşek'in açıklaması, tarihinin en büyük yolsuzluk batağına saplanmış bir ülkenin listeden nasıl çıkarıldığını açıklıyor. Şimşek konuşmasında FATF Başkanı'nın Türk delegasyonu ile ikili temasta bulunarak IŞİD kapsamında yapılacak çalışmalar açısından Türkiye'nin kilit bir öneme sahip olduğunu söylediğini ifade etti.

Topbaş'ın İGDAŞ yalanları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, 31 Ekim'de İGDAŞ'ı blok olarak satmayı düşündüklerini söyledi. İBB'nin internet sitesine koyulan bilgi notunda da, "Sermayesinin yüzde 94.5'lik kısmı İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne ait İstanbul Gaz Dağıtım Sanayi ve Ticaret AŞ (İGDAŞ) özelleştiriliyor" açıklaması yapıldı. Yaklaşık 2 ay önce çıkarılan torba yasayla, sık sık gündeme getirilen İGDAŞ özelleştirmesinin önündeki pürüzler giderilmişti. Elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesiyle yaşanan işten çıkarmalar, kalitenin düşmesi, sık sık yaşanan elektrik kesintilerinin İGDAŞ'ta da yaşanma olasılığının büyük olması Kadir Topbaş'ı önden açıklama yapmaya itti. TORUNLAR’IN İCRAATLARI İGDAŞ’IN GELECEĞİ Topbaş yaptığı açıklamada, "Özellik-

le şu hassasiyeti gösterdik; çalışanların özlük hakları zayi olmadan ve çalışma sürelerine halel gelmeden devamlılığı nasıl sağlayabiliriz. Bunu ihale şartnamelerine zaten koyuyoruz" dedi. İGDAŞ'tan gelecek olan parayla daha fazla metro inşaatı yapacaklarını iddia eden Topbaş, "Satıştan dolayı da tüketiciye bir yükün gelmeyeceğini özellikle ifade etmek istiyorum. 'Satılırsa, pahalı mı olacak, zam mı gelecek?' diye düşünülmesin. Asla onu düşünmüyoruz" ifadelerini kullandı. Geçen yıl Başkent Gaz, blok satış yöntemiyle tamamı 1 milyar 162 milyon dolara Torunlar’ın olmuştu. Özelleştirmeden hemen bir gün sonra 50 kişiyi işten atan Torunlar'da işten çıkarmalar devam etti. Şirket Kasım 2013’te işten attığı işçilere, ihbar tazminatı ve giyim yardımını dahi ödemedi. Elde Torunlar örneği varken Topbaş'ın açıklamaları içi boş sözlerden öteye geçmiyor.


DOSYA LAİKLİK-REJİM

10

6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Halk›n Sesi

Sömürge faşizminin yeni ambalajı ‘yeni Türkiye’

S

ömürge faşizminin artık yeni bir resmi ideolojisi var. AKP'nin, Türk milliyetçiliği ve anti-komünizmle tanımlanan eski resmi ideolojinin unsurlarını da sentezine katarak oluşturduğu bu yeni resmi ideolojinin ambalajı “Yeni Türkiye”. Erdoğan'ın “Yeni Türkiye”si, milleti ve milliyetçiliği yeniden tanımlayarak, faşizmin ideolojik temelini neoliberalizme uygun hale getiriyor. AKP “Tek bayrak, tek millet” tekerlemesinden, ulusu Türklükle tanımlayan ırkçı “millet” kavramından vazgeçmiyor. Türk milli bilincini güçlü bir tarihi ve sosyokültürel temele oturtma iddiasıyla, “Sünni-Hanefi Anadolu Kültürü”ne ve Osmanlı geçmişine dayanan geleneksel İslamcı-muhafazakar ideolojiyi resmi ideoloji katına yükseltiyor. AKP, yeni bir Türkİslam Sentezi yapıyor ve resmi ideolojinin “ulusal çıkar”, “ulusal Ferda Koç düşman” kavramlarını bu temel üzerinde ferdakoc yeniden tanımlıyor. @sendika.org AKP'nin “milli birliği”, Türk-SünniHanefi olmayanın dışlanması, hizaya getirilmesiyle sağlanıyor. Bu “toplumsal birlik” modelinde, toplumdaki tüm farklılıkların Türk kültürel kimliği içinde eritilmesini öngören eski resmi ideolojinin “eklemleyici” zorlamasının yerini, TürkSünni-Hanefi egemenliğinin “ötekilere” kabul ettirilmesi, “ötekilerin” hak öznesi olmaktan çıkarılması, zımmileştirilmesi (zımmi: Osmanlı'daki gayri müslimlerin statüsü) ve kanaatkarlığa zorlanması alıyor. Böylece Türk, Sünni-Hanefi iradesine tabii kılınan devlet, nüfusunun bir kısmına karşı açık bir savaş içinde tanımlanıyor. SÜNNİ-HANEFİ AKP SEÇMENİNE İNDİRGENEN ULUS

AKP'nin Yeni Türkiye'sinde “ulusal çıkar”, çoğunluğun iktidarını azınlığa karşı korumak olarak belirleniyor. Yurttaş olan ama ulusa dahil sayılmayan Alevilerin, Kürtlerin, yüksek öğrenimli/vasıflı işçilerin “milli iradenin egemenli-

AKP’nin “Yeni Türkiye”si, “Sünni-Hanefi Anadolu Kültürü”ne ve Osmanlı geçmişine dayanan geleneksel İslamcı-muhafazakar ideolojiyi resmi ideoloji katına yükseltiyor. Türk, Sünni-Hanefi iradesine tabii kılınan devlet, nüfusunun bir kısmına karşı açık bir savaş içinde tanımlanıyor ğine boyun eğdirilmesi” için devlet ve “toplumun” hep birlikte “bastırması” savunuluyor, kışkırtılıyor. Polis, jandarma (ve hatta belediye zabıtası) ile “azınlığa” yöneltilen resmi şiddet, “mahalle baskısı” kılığına sokulan gerici-faşist saldırganlık kışkırtılarak “karşı konulmazlaştırılmaya” çalışılıyor. AKP iktidarı “ulus”u kendisini Türk

olarak tanımlayan Sünni-Hanefi AKP seçmenine indirgerken, kendisine yönelen muhalefeti, sapkın, suçlu, yabancı olarak damgalıyor. “Dinsiz CHPAtatürk, Zerdüşt HDP, piç Ermeni, darbeci Alevi, Haşhaşi Cemaat, satılık basın, ahlaksız üniversiteli”, AKP'nin “Yeni Türkiyesi”nin “iç düşmanları” için kullandığı tanımlar.

Ulusun “doğal ve tarihsel” temellere (Sünni-Hanefi İslam ve Osmanlı geçmişi) bağlı olarak tanımlanması, uluslararası politikadaki “dost” ve “düşman” tanımlarına da damgasını vuruyor. AKP'nin uluslararası politikadaki “doğal ve “tarihsel” dostları/müttefikleri Başbakan Davutoğlu'nun deyimiyle “Osmanlı Bakiyesi”. AKP'nin, hayalini kurduğu

Hukuk dinselleşirken, söz hakkı ulemanın, karar başimamın ÖZGE OZAN

Y

argı, AKP iktidarı boyunca siyasal rejimin dönüşümünde kurucu güç olarak kullanıldı ve egemenler arası çatışmanın açık arenası haline geldi. Bu süreç içinde “hukuk”, neoliberal İslamcı bir rejimin gereklerine, dinsel gericiliği iktidarın temel kaynaklarından biri haline getiren ‘Erdoğan diktatörlüğü’nün ihtiyaçlarına göre dönüşmeye zorlanıyor. İstanbul Belediye Başkanı iken makamının yasalarla belirlenmiş yetkilerini aştığında “Ben aynı zamanda bu şehrin imamıyım. İnsanların günah işlemesine engel olmak da görevlerim arasındadır” diyen Erdoğan, bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuş, başimamlığa soyunmuş durumda. Oturduğu koltukta sadece ‘hukuk tanımazlık’ yapmıyor, dinsel referanslarla şekillenen yeni bir hukukun inşa sürecini yönetiyor.

KURAL DİNİN, SÖZ HAKKI ULEMANIN

Erdoğan, 2005 yılında AİHM’nin üniversitede türban yasağını onaylayan kararına yönelik olarak "Türban konusunda mahkemenin söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır" dediğinde ortalık ayağa kalkmıştı. Artık türban ortaokula kadar serbest. AKP iktidarında giderek bir fetva makamına dönüştürülen Diyanet İşleri’nin Başkanı bugün burjuva eşitlik ilkesinden temellenen medeni hukuku hiçe sayarak imam nikâhının resmi nikâh yerine geçmesini, AKP kadın kolları ise nikâhın camilerde kıyılmasını açıkça savunuyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşe Nur İslam ise Suriyeli kadınların ikinci üçüncü eş olarak alınmasını, yani mevcut yasalara göre cezai yaptırım gerektiren bir durumu, “misafirperverliğimize uymuyor” söylemi ile eleştirip, erkekleri sorumlu davranmaya çağırabiliyor. DİYANET FETVASINDAN CEMAAT KURALLARINA: İKİLİ HUKUK

AKP döneminde dinsel örgütlenme/cemaat ağları ile toplumsal yaşamdan gündelik pratiklere kadar burjuva hukuk ile iç içe ilerleyen bir cemaat/tarikat hukuku (ikili hukuk) sistemi olgunlaştırıldı. Öyle ki Erdoğan etrafında kurulan ve iktidarın sürekliliğini sağlamada önemli bir manivela olan çıkar

‘İslamla sekülerizm/laisizmin yan yana gelmesi mümkün değildir’ diyen Karaman rüşvet fetvası verdiği yıl Diyanet tarafından ‘Yılın Din Adamı’ seçilmiş ve ödülünü bizzat Erdoğan’ın elinden almıştı. ağları dahi bir nevi dinsel onay mekanizmasından geçirilerek işletildi. 17 Aralık yolsuzluk tapelerinde ‘AKP’nin imamı’ olarak anılan Hayrettin Karaman’ın ‘hayır için işadamlarından bağış istenebilir’ diyerek rüşvet fetvası verdiği ortaya çıktı. Yolsuzluk operasyonları sonrasında AKP İstanbul milletvekili Metin Külünk’ün sarfettiği ‘Herkesin günah işleme özgürlüğü var, ayıplar örtülmeli’ sözleri ise dinin seküler hukukun karşısına nasıl çıkarıldığı konusunda bir başka örnekti. AKP’liler dava dosyalarına Erdoğan’dan başlayarak kendi adları dizildiğinde bu dünyada yargılanıp ‘aklanmak’ yerine ‘öte dünyayı’ işaret ettiler. Erdoğan, dini referans göstererek mevcut hukuk düzeninde tanınan haklara her saldırdığında kendi deyişi ile ‘ule-

ma’dan bu çıkışı destekleyecek bir açıklama geldi. Örneğin Erdoğan’ın ‘Kürtaj bir cinayettir’ açıklamasının hemen ardından Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez devreye girmiş ve ‘hükmü’ açıklamıştı: “Kürtaj haram ve cinayettir, çocuk aldırmak cinayet hükmündedir.” YARGIDA İMAM DÖNEMİ

AKP döneminde yargıdaki kadrolaşmada din hatta cemaat/tarikat referansları belirleyici oldu. Yargıdaki gerici kadrolar kendisi de bir dönem Adalet Bakanlığı yapmış olan Mehmet Ali Şahin’in 17 Aralık operasyonlarından hemen sonra itiraf ettiği gibi Gülen Cemaati’ne bağlı bir hiyerarşi ile örgütlenmiş imam ağı ile yönetildi. AKP’nin düzen kurucu parti haline gelmesine yarayan Balyoz, Ergenekon, KCK gibi

davaları/operasyonlarını sürdüren bu ağ aynı zamanda dini referanslarla bir içtihat oluşturmaya da başladı. Zorunlu din derslerine karşı açılan davada Danıştay 8. Dairesi derste Kur'an ve Hz. Muhammed merkezli birleştirici bir yol izlendiği, hiçbir mezhep veya oluşuma atıfta bulunulmadığı gerekçesi ile başvuruyu reddetti. Yine Eski Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Turan Eser’in Diyanet bütçesinden cemevlerine kaynak aktarılmasını ve Diyanet TV yayınları ile dinsel fetva verme uygulamalarına son verilmesini talep eden başvurusu Ankara 17. İdare Mahkemesi tarafından oybirliğiyle reddedildi. Mahkeme, Diyanet’in milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek faaliyetlerini sürdürdüğünü savundu. Hukukun dinselleşmesi askeri mahkemelere de uzandı. Malatya Askeri Mahkemesi vicdani ret ilan eden Muhammet Serdar Delice’nin davasında 'İslam'da vicdani ret yoktur' diyerek Delice’ye bu hakkı tanımadı. AKP iktidarının bugüne kadar işlettiği fiili ikili hukuk düzeni ve gerici kadrolar eli ile içtihat oluşturma yönteminin bir sınırı var. Bu sınır yargıdaki gerici örgütlenme ağı iktidar içi çatışmada Erdoğan’ın aleyhine döndüğünde AKP tarafından çarpıcı biçimde görüldü. O nedenle AKP bir yandan yargıda Cemaat kadrolarını dağıtma ve kendi kadrolaşmasını yaratmak üzere hamle yaparken diğer yandan asıl olarak yaratılan fiili durumu bir başka ‘hukuk düzeni’ne dönüştürmeye yani kalıcılaştırıp/kurumsallaştırmaya çalışıyor. Diyanet’in bu yıl içinde Başbakanlığa/yürütme makamına bağlanması da bu sürecin bir parçası. Bu dönüşüm, Türkiye'nin değişik dönemlerinde değişik iç ve dış dinamiklere ve çatışmalara bağlı olarak “dünyevileştirilen” hukuksal çerçevenin dini kural ve hükümlerin referans haline getirildiği bir hukuksal çerçeve ile zorlanması anlamına geliyor. Dinin kamusal ve toplumsal ilişkilerin hukuki temelini belirleyemeyeceği kabulüne dayalı laiklik anlayışını reddeden bu adımlarla dinsel kural ve dogmalarla hukuku kuşatan AKP, neoliberal sömürge faşizmindeki iktidar sürekliliğini sağlayacak bir başka vurucu güç elde etme çabasında.

Sünni Siyasi İslam blokunun bileşenlerine hastalıklı bir bağlılığı olduğu görülüyor. Erdoğan'ın Darfur canavarı Ömer El Beşir'i himaye altına almasıyla dikkat çeken bu sadakatinin son halkası, AKP hükümetinin IŞİD'e toz kondurmayan, Türkiye'de IŞİD'ciliği (üniversitede, polis örgütünde ve siyasi İslam çevrelerinde) teşvik eden tutumu olarak karşımızda duruyor. İç politikada neoliberal toplumsal yıkımla halk muazzam bir yoksulluk-işsizlik-güvencesizlik girdabına sokulur, özelleştirilen madenlerde, kışkırtılan inşaat çılgınlığında, ırgat emeğine mahkum tarlalarda perişanlık içinde ölüme mahkum edilirken; dış politikada komşu ülkelerde kışkırtılan mezhepsel, etnik iç savaşlar Türkiye'nin sınırlarından içlerine doğru yayılmaya başlarken, AKP iktidarı, otoritesini yoksul Türk/Sünni-Hanefi yığınlardan aldığı desteği kararlılaştırarak, “mezhepçi faşizm”le sağlamaya çalışıyor. AKP'nin gözetleme, disiplin, kapatma, dışlama ve kutuplaştırma politikasıyla bütünleşen maneviyata dayalı genel ahlak ve kültürü talim-terbiyeyle yerleştirme hareketi ve kendi “alt toplumunu” yaratmak üzere geliştirdiği sermayeyi güdümleme ve yoksulluğu yönetme stratejisi neoliberal sömürge faşizminin üç temel bileşenini (faşist terör + yukarıdan aşağı muhafazakarlaştırma + neoliberal korporatizm) oluşturuyor. AKP'nin, neoliberal sömürge faşizmine kazandırdığı yeni resmi ideoloji, bütün faşizmlerin ortak özelliği olan demagojik iktidar dilinin muazzam bir örneğini ortaya çıkarıyor: Özgürleştiren itaat, halkçı polis devleti, kürtaj karşıtı/kapatmacı feminizm, cemaatçi liyakat, dışlayıcı eşitlikçilik, “doğalcı” toplum mühendisliği, “gerçek medya ve gazeteciliği” himaye eden sansür ve kıyım, halkçı rant sistemi, parti içi demokrasinin ürünü lider kültü. Orwell 2014'ün Yeni Türkiye'sini görseydi, kitabına 30 yıl öncenin tarihini attığı için hayıflanırdı. Kaynaklar: Fethi Açıkel, Muhafazakar sosyal mühendisliğin yükselişi: 'Yeni Türkiye'nin eski siyaseti', Birikim S.276 Cenk Saraçoğlu, AKP, Milliyetçilik ve Dış Politika, Alternatif Politika, C.5/1

‘Şeriat ihtiyaçsa onu da biz getireceğiz’ Validebağ Korusu'nun talanını amaçlayan kuşatma ve direniş sürecinin bir yönü de dışlanmışlara karşı uygulanan devlet terörünün muhafazakarlaştırma siyasetiyle ilişkisi. Koru'yu hızla ve bir bütün olarak talan edemeyince “halkın cami talebi” seferber ediliverdi. Üsküdar Belediyesi, çevresinde 25 cami olan Koru'nun bitişiğindeki “site sakinlerinden” bir kaçının yaptığı camii talebini anında karşıladı. Validebağ Korusu'nu savunan halk “din düşmanı” olarak yaftalanıp polisin önüne atıldı. AKP'nin bu manevrasına en tuhaf yanıt ise CHP'nin yeni transferi Bekaroğlu'ndan geldi. Bekaroğlu, Validebağ'da mahkeme ve Diyanet camiye ihtiyaç olduğunu saptarsa buraya camiyi CHP'nin yapacağını söyledi. Böylece CHP, AKP'nin “dinsel ihtiyaç varsa akan sular durur” anlayışının da bayraktarı oldu.

‘Dindar vatandaş’ sahnede Gerici-faşist gazeteler ve Aktroller hedef gösteriyor, “Dindar Vatandaş”lar vuruyor. Bir hafta içinde, faşist medyanın gösterdiği hedefler doğrultusunda 3 saldırı yaşandı. 35 Kürt yurtseverinin Hizbullahçılar, faşistler ve polis tarafından öldürüldüğü 6-7 Ekim Kobani olaylarının sorumlusu ilan edilen HDP'nin Genel Merkezine giren bir saldırgan, PM üyesi Ahmet Karataş'a saldırdı ve IŞİD yöntemiyle boğazını kesti. Gençlerbirliği oyuncusu Deniz Naki, kolundaki Dersim 62 dövmesi ve Alevi olması nedeniyle önce sosyal medyada hedef gösterildi ardından da sokak ortasında dövüldü. AKP Diyarbakır milletvekili Mehmet Hamzaoğulları, HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş'a 30 Eylül'de “uçaktaki bir yolcu tarafından 1 Kasım çağrısı nedeniyle tepki gösterildiğini, tartışmanın büyüdüğü”nü basına duyurdu. Daha sonra bu “yolcu”nun Hüda-Par'lı TV sunucusu Abdülvahap Kaplan olduğu ve sataşmanın Hizbullah taraftarlarını kışkırtmak için planlı bir ajitasyon çalışmasının parçası olduğu ortaya çıktı. AKP, çözüm sürecinin tartışıldığı bugünkü belirsizlik ortamında, devlet terörünü (“mahalle baskısı” örtüsü altında) sivil faşist saldırılarla destekleyen kontrgerilla eylemlerini yeniden devreye sokabilir.


11

HUKUK 6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Halkın Sesi

Beş soruda iç güvenlik reform paketi Özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltmek için şimdi bir neden daha var: AKP’nin ‘Özgürlüklerin Korunması ve İç Güvenlik Reform Paketi’ MEHMET ÜMİT ERDEM

A

KP’nin 6-7 Ekim Kobane eylemlerinin ardından gündeme getirdiği yeni iç güvenlik reform paketinin ayrıntılarını Başbakan Ahmet Davutoğlu açıkladı. Paket, molotof kokteylinin bir saldırı aracı olarak kabul edilmesi, yüzünü kapatarak gösteri yapanlara izin verilmeyecek olması, gösterilere silahlı katılanlara verilecek cezaların arttırılması, polise 24 saat gözaltı yetkisi verilmesi ve jandarmada atamaların ordudan alınıp İçişleri Bakanlığı'nın uhdesine bırakılması içeriği ile haberleştirildi. Oysa Davutoğlu’nun ‘Kamu güvenliği her şeyden önemli’ söylemi ile savunduğu paket; ifade, toplantı ve gösteri özgürlüğünün ve demokratik hakların kısıtlanması, baskı altına alınması anlamına geliyor. Haziran İsyanı’ndan Kobane eylemelerine kolluk güçlerinin saldırılarında silah ve gaz bombası kullanımından dolayı onlarca insan yaşamını yitirir ve ölümlere neden olan polislere cezasızlık politikası uygulanırken, bu paketle AKP, devlet şiddetini meşrulaştırmayı, yasal dayanağa ve güvenceye kavuşturmayı hedefliyor. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ile gelen tutuklamalar sonrası ve seçimler öncesi şubat ayında bir anda ‘demokrasi paketi’ ile ortaya çıkan AKP hükümeti bu paketteki uygulamaları kendi lehine kullandı. HSYK seçimlerini kazanmasının ardından ise o pakette yapılan bir takım düzenlemeleri geri alarak “Özgürlüklerin Korunması ve İç Güvenlik Reform Paketi” adıyla faşist uygulamaları daha da kurumsallaştıran, polis şiddetine meşruiyet sağlayan düzenlemelerle karşımızda. PAKETİN ÖNCEKİLERDEN FARKI NEDİR? AKP’nin daha önce hazırladığı düzenlemeler “demokrasi paketi” olarak anılırken bu seferki “reform paketi” olarak adlandırılıyor. Her sıkıştığında yeni bir paketle halkın karşısına çıkan AKP bu defa paketin adına “demokrasi” değil “iç güvenlik” ibaresini ekledi ancak yine Avrupa’yı referans gösterdi. Davutoğlu paket içeriğini açıkladığı basın toplantısında bu düzenlemeyi Avrupa demokrasisine dayandırarak getirdiklerini ilan etti. Ve Almanya’yı özel olarak işaret etti. POLİSE VERİLEN GÖZALTI YETKİSİ ÖNCEKİ DURUMDAN FARKLI MI? Şu anda polis tarafından gözaltı işlemi yapıldığında derhal Cumhuriyet Savcısı’ndan talimat almak gerekiyor. Savcı yakalama sebebini öğrendiğinde “gözaltına alın” talimatı vermezse şüpheli derhal bırakılmak zorunda. Yeni düzenlemede ise savcıya verilen yetki doğrudan polise bırakılmış durumda. Üst amirin, kaymakam veya valinin onayı ile kişiler 24 saate kadar gözaltında tutulabilecekler. Yani 1 Mayıslar’da valiliklerin yolların kapatılması, otobüslerin durdurulması gibi olağanüstü önlemler içeren kararları yanında yüzlerce binlerce kişinin gözaltına alınması kararını da görebileceğiz. 24 saatlik gözaltı sürecinde

savcıya sadece “bilgi vermek” yeterli olacak. 24 saatin sonunda savcı gözaltı kararını 48 saat uzatabilecek, savcılığa gelen şüpheli 4 güne kadar hakim karşısına çıkmadan gözaltında kalabilecek. Oysa daha önce bu süre yarısı idi. GEZİ SONRASI, EYLEMDE YÜZ KAPAMA İLE İLGİLİ YENİ DÜZENLEMELER NEDİR? Mevcut Türk Ceza Kanunu’na göre yüzü kapalı eyleme katılma durumunda eylemcilere 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası veriliyor. Ancak yüzün gazdan etkilenmemesi veya gazın etkisinden korunmak için yüzün kapatılması durumunda ceza verilmiyor. Yeni düzenlemede maskeyle yüzünü kapatarak eyleme katılmanın kapsamı genişletiliyor ve cezası 2,5 yıldan 4 yıla kadar hapis cezasına çıkartılıyor. MOLOTOF KOKTEYLİ İLE İLGİLİ YENİ DÜZENLEMENİN AMACI NEDİR? Mevcut Türk Ceza Kanunu’na göre “yakıcı ve patlayıcı madde” olarak değerlendirilen molotof kokteyli kullanımı bireysel kullanımda 8, örgütlü kullanımda 12 yıl hapis cezası ile cezalandırılıyor. Değişiklik tasarısı ile molotof kokteyli saldırı silahı olarak değerlendirilecek. Bu tanımın sonucu ise polisin molotof kokteyli kullanılan eylemlere polisin silahla müdahale etme yetkisi verilmesi. Yani bu düzenlemeden sonra polis, sokakta ateş ederek öldürdüğü biri için “Elinde molotof kokteyli vardı ya da kalabalık içerisinde molotof kokteyli kullanan kişiler vardı” şeklinde beyanda bulunduğunda ceza almayacak. Muhtemelen Uğur Kurt’u cemevi bahçesinde öldüren polis de bu maddeden yararlandırılmak istenecek.

ması, iktidara kolluk üzerindeki hegemonyasını sağlamlaştırmaya çalıştığı yolda önemli bir avataj sağlayacak. Hak ve özgürlükler bakımından darbe dönemlerini dahi aratacak bu düzenlemelerin yasalaşmasının faturasının halka kesileceği açık. Bu paket AKP faşizmine karşı mücadeleye

yeni gündemler ekliyor.

YENİ DÜZENLEMEDE JANDARMANIN DURUMU NE OLACAK? Şu anda atamaları Genelkurmay tarafından yapılan jandarma teşkilatı, yeni düzenleme ile tümüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlanmak isteniyor. Askeriyenin iç güvenlikten sorumlu birimi olan ve özellikle polisin görev yapmadığı bölgelerde görev yapan jandarmanın tamamen İçişleri Bakanlığı’na bağlanması, iç güvenlik teşkilatının tamamen hükümetin emrine verilmesi demek. Özellikle polislerin karıştığı suçları ve İzmir yolsuzluk operasyonunda olduğu gibi polisin sızdırabileceği operasyonları yürütmekte önemli işlev gören jandarmanın AKP’ye bağlan-

Polisin silah kullanma yetkisi genişliyor “Özgürlük Korunması ve İç Güvenlik Reform Paketi” adıyla anılan yeni güvenlik paketiyle polisin silah kullanma yetkisi de arttırılacak. Bu yetkinin son kez artırıldığı 2007 yılındaki değişiklikten sonra polis şiddetinde ciddi bir artış olmuştu. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın belir-

lemelerine göre o tarihten bu yana polisin silah kullanması sonucunda 175 kişi yaşamını yitirdi. Olayların ardından sorumlular hakkında açılan davaların büyük bir bölümü ise cezasızlıkla sonuçlandı.

‘Zeytinlikler talan edilemez’

1 Mayıs’ta sokağa çağırmak suç DİSK-KESK-TMMOB ve TTB yöneticileri hakkında 1 Mayıs'ta “Halkı kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşüne kışkırtma” suçlamasıyla dava açıldı. DİSK Genel Başkanı Kani Beko, KESK Genel Başkanı Lami Özgen, TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı ve TTB Merkez Konseyi Başkanı Ahmet Özdemir Aktan 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri

Kanunu’na muhalefet etmekle suçlanıyor. Genel başkanlar dışındaki tek isimse DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu. 2008 1 Mayıs’ına dair yürütülen soruşturmada ise 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nun 1 Mayıs kutlamaları için uygulanamayacağının altı çizilmiş ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına atıfta bulunularak takipsizlik kararı verilmişti.

“Zeytinlik saha” tanımını değiştirerek zeytin alanlarının enerji, maden arama ve diğer yatırımlara açılmasına izin veren yönetmeliğin yürütmesi durduruldu. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, 3 Nisan 2012 tarihinde “Zeytinciliğin Islahı, Yabanilerinin Aşılattırılmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile zeytinlik sahasını yeniden tanımlamış, bir alanın zeytinlik sahası olarak belirlenebilmesi için asgari 25 dekarlık büyüklüğe sahip olma şartı getirmişti. Böylece 25 dekarın altındaki zeytinlikler, korunan zeytinlik vasfından çıkarılarak yapılaşmaya açık hale getirildi. Zeytinliklerinin çok büyük bir bölümü 25 dekarın altında olan Türkiye’de sözkonusu yönetmelik zeytinlikleri talana açtı. Yönetmeliğin 23. maddesinde yapılan değişiklikle de zeytinlik saha tanımı içinde kalan alanlar için “yatırım” olanağı sağlanmıştı. “Alternatif alan bulunmaması ve ÇED Raporu’na uygun olması” koşuluyla, zeytinlik sahalarda, jeotermal kaynaklı teknolojik sera yatırımlarının yürütülmesi, enerji üretim tesislerinin kurulabilmesi, madencilik, petrol ve doğalgaz arama ve

işletme faaliyeti mümkün hale gelmişti. Danıştay 8. Dairesi, 24 Ekim 2013’te yürütmenin durdurulması istemiyle açılan davayı reddedince bir üst mahkemeye başvuruldu. Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu ise, oy çokluğu ile yönetmeliğin yürütmesini durdurdu. Kararda bir alanın zeytinlik saha olarak belirlenebilmesi için asgari 25 dekarlık büyüklüğe sahip olma şartının, 3573 Sayılı Zeytincilik Kanunu’nun lafzına ve ruhuna aykırı olduğuna karar verdi. Kurul, aynı yönetmeliğin 23. maddesinde yer alan alternatif alan bulunmaması ve ÇED Raporu’na uygun olması koşuluyla, zeytinlik sahalarda, jeotermal kaynaklı teknolojik sera yatırımlarının yürütülmesi, enerji üretim tesislerinin kurulabilmesi, madencilik, petrol ve doğal gaz arama ve işletme faaliyetinin mümkün hale gelmesinin de kanunun koruyucu hükümlerine aykırı olduğuna hükmetti. Kurul, kararında Zeytincilik Kanunu’na göre zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin gelişmesine mani olacak tesis yapılamayacağı hükmünün bulunduğunu belirtti.

Kamu yararı kılıfında ranta durdurma Milli parkları “kamu yararı” kılıfı altında yapılaşmaya açan yönetmelik Danıştay tarafından durduruldu. 18 Mart 2014 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Milli Parklar Yönetmeliği’nde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik, TMMOB Orman Mühendisleri Odası’nın (OMO) açtığı dava ile durduruldu. Danıştay’ın iptal ettiği ve Milli Parklar Kanunu’nun maddelerini geçersiz kılan yönetmelikle milli parklar yapılaşmaya açılacaktı. Yönetmeliğin 5. maddesine “İçme suyu temini açısından yapımı aciliyet gösteren ve

kamu yararı açısından vazgeçilmez ve kesin bir zorunluluk arz eden tesisler için uzun devreli gelişme planı şartı aranmaz. İlgili kurumların görüşleri alındıktan sonra yapılan bu tesisler uzun devreli gelişme planlarına işlenir” hükmü eklenerek milli parklarda yapılacak olan tesisler için aranan plan şartı kaldırılmıştı. Yönetmelikte belirtilen “kamu yararı açısından vazgeçilmez ve kesin bir zorunluluk arz eden” tesisler ifadesinin yürütmesinin durdurulmasına karar veren Danıştay 6. Dairesi, zorunluluk arz eden tesislerin neler olduğunun sayım yoluyla açıkça gösterilmediğini belirtti.

KISA KISA

Abdullah Cömert davası: Mahkeme Balıkesir'de, sanık Mersin'de Hatay’da polis tarafından katledilen Abdullah Cömert’in davası 4 Kasım'da Balıkesir’de başladı. İlk davaya sanık polis Ahmet Kuş katılmadı. Mahkeme Ahmet Kuş’un

ifadesinin SESBİS denilen sistem ile Mersin’den alınacağını açıkladı. Duruşmaya Cömert ailesinin yanı sıra Haziran İsyanı'nda yaşamını yitirenlerin yakınları ile milletvekilleri de katıldı. Dava 3 Şubat’a ertelendi.

Asliye Ceza Mahkemesi: Uğur Kurt ‘olası kastla’ öldürüldü Asliye Ceza Mahkemesi, 30 Ekim'de Uğur Kurt’u öldüren polis hakkındaki “taksirle adam öldürme” suçlamasını yetersiz buldu. Suçun 20 ila 25 yıl arası hapis cezası öngören “olası kast-

la adam öldürme” olduğunu belirtip dosyayı ağır ceza mahkemesine gönderdi. Berkin’in ailesinden Erdoğan’a suç duyurusu Berkin Elvan için “terör örgütünün maşası olmuş” diyen Erdoğan hakkında Elvan ailesi, 28

Ekim'de suç duyurusunda bulundu. Taksim Dayanışması davası 20 Ocak’a ertelendi Taksim Dayanışması davasının ikinci duruşması 21 Ekim'de görüldü. Dava 20 Ocak 2015 tarihine ertelendi.


12

MEDYA 6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Halkın Sesi

Türkiye'de savaş muhabirliği yapmak Gerçek manada gazetecilik bu topraklarda hep zorlu bir meslek oldu. Gazeteciliğin tarihi aynı zamanda öldürülen ve tutuklanan gazetecilerin, baskının, sansürün ve oto sansürün tarihidir aynı zamanda. Bu konuda uzun uzun yazılıp tartışılabilir ama bu kadar geri gitmeye gerek yok. Günümüzde gazeteciler bu baskıyı tüm ağırlığıyla üzerinde hissediyor. KCK ve Ergenekon operasyonlarında tutuklanan gazeteciler ya da Haziran İsyanı sırasında güvenlik güçlerinin doğrudan hedefi haline gelen gazeteciler yeterli örneklerdir sanırım. IŞİD'in Kobanê'ye saldırısıyla başlayan süreçte de gazeteciler yeniden hedef haline geldi. IŞİD Kobanê'den önce Şengal ve Mahmur'a saldırdığında, çalıştığım kanaldan (İMC) gerçekleri kamuoyuna duyurmaya çalıştık. Şengal'de sadece üç gazeteci vardı ve bu üç gazeteci ile telefon bağlantıları kurarak orada yaşananları öğrendik. Bu üç arkadaş günlerce dağa sığınan Ezidilerle birlikte açıkta yaşadılar. Onlarla birlikte aç ve susuz kaldılar. Şengal Dağı'nda bulunanların ve Ezidi göçünü yakından takip eden gazeteci arkadaşların yaşadığı travmanın büyüklüğünü daha sonra yaptığımız görüşmelerde anladık. Çoğu çocuk ve kadın birçok ölüme tanıklık etmişlerdi. Bu gazeteci arkadaşlar IŞİD terörünü Ezidi halkıyla birlikte yaşdılar. Bu süreçte en acı olayı ise IŞİD'in Mahmur Kampı’na yönelik saldırıda yaşadık. Cihatçı çeteler binlerce sivilin yaşadığı kampa saldırdığında orada olanları Deniz Fırat'tan öğrendik. Kamp boşaltılmış ve IŞİD'le yoğun çatışmalar başlamıştı. 8 Ağustos'taki 13.00 bülteninde telefonla bağlandığımız gazeteci Deniz Fırat kampta yaşananları anlatırken arkadan silah sesleri duyuyorduk. Editör arkadaşımız Deniz Fırat'ı 14.00 civarında tekrar arayarak 15.00 bültenine bağlanıp bağlanamayacağını sordu. Deniz, yoğun çatışmaların yaşandığını, telefonun zaman zaman kesildiğini anlatarak bağlantı olasılığının güç olduğunu söyledi. 15.00 bülteni için aradığımızda ulaşamadık. Yaklaşık bir saat sonra sevgili Deniz Fırat'ın ölüm haberini aldık. Gözüpek gazeteci arkadaşımız, çatışmaları görüntülerken vücuduna isabet eden şarapnel parçalarıyla yaşamını yitirmişti. İktidara göre Deniz Fırat bir gazeteci değildi. Ama onlara göre KCK, Ergenekon ya da birçok sol örgüt davasında tutukladıkları gazeteciler de gazeteci değildi. Sadece sesinden tanıdığım Deniz Fırat, kamuoyuna hakikatleri anlatmak için ölümü bile göze alabilecek gözüpeklikte gerçek bir gazeteciydi. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Yaklaşık bir ay sonra IŞİD'in hedefi bu kez Kobanê'ydi. Rojava'nın bu yalıtılmış kantonunun tek bağlantısı Suruç sınırıydı. 14 Eylül'de yoğunlaşan saldırının ardından binlerce Kobanêli Suruç sınırına yığıldı. Suruçlular da akrabalarına destek için sınırdaydı. Tabii ki güvenlik güçleri de... İnanılmaz bir görüntü vardı. Binlerce insan sınırdan içeri geçmek istiyor ancak güvenlik güçleri buna izin vermiyordu. Canlı yayındaydık. Her kanalda olduğu gibi önümüzdeki monütörlerFaruk den diğer televizyon kanallarını da izliyorduk. NTV, CNN, HaberTürk gibi Eren birçok kanal canlı yayın araçlarıyla oraDİSK Basın-İş daydı ama sınırdaki dramı canlı yayınlaGenel Başkanı makta tereddütlüydüler. Bir süre sonra IŞİD zulmünden kaçan insanların üzerine, yani sınırın öbür tarafına gaz bombaları yağdırılmaya başlandı. Bu rezalet, diğer kanallar tarafından yayımlanmadı ya da yayımlanamadı. Saatlerce çoluk çocuk yüzlerce insan gaza boğulduktan sonra bu tarafa geçişe izin verildi. İşte o an bütün kanallar canlı yayına geçti ve neredeyse aynı altyazı ile: Sınırı açtık... Her biri adeta devletin resmi kanalıydı... Binlerce insanın Suruç'a geçmesi, yaşlıları ve çocukları bırakanların tekrar dönmek istemesi ve devlet yetkililerin en hafif deyimle süreci iyi yönetememesi sürekli gerginlik yaşanmasına neden oldu. Haftalarca Suruç sınırı gaza boğuldu, plastik mermiler atıldı, zaman zaman gerçek silah sesleri de duyuldu. Tabii bu saldırılardan gazeteciler de nasibini alıyordu. Olay kısa sürede gazetecilerin direkt hedef alınmasına dönüştü. İMC ve DİHA'nın canlı yayın araçlarına bu saldırılar sırasında gaz bombası isabet etti. Etmanek Köyü’nde Kobanê ile dayanışmaya gelenlere ve gazetecilere gaz bombalı saldırı düzenlendi. Bu sırada anons çeken, BBC muhabiri Paul Adams'ın üzerine hedef gözetilerek gaz bombası atıldı. Araçta yangın çıktı. Bu anlar ünlü İngiliz kanalının haber bültenlerinde yayınlandı. Sahada çalışan gazeteciler, güvenlik güçlerinin çifte standart uyguladığının da tanığı oldu. Bazı kanal ve ajanslara daha töleranslı davranılırken, muhalif kanal ve gazetecilere ise şiddet uyguladı. Yasaklı ilan edilen veya edilmeyen bölgelere bazı kanalların kameralarının geçişine izin verilirken, birçok gazetecinin geçişine izin verilmedi. Güvenlik güçlerinin basına yönelik bir başka engellemesi ise sarı basın kartı zorunluluğu oldu. Birçok ajans, kanal ve gazetenin kurumsal kimlikleri geçerli sayılmadı. Hemen her müdahalede gazetecilere ağır küfürler edildiği de bölgede çalışan gazeteci arkadaşların anlattıkları arasında. Bu şiddet zaman zaman dayağa kadar vardı. Peşmerge geçişini görüntülemek isteyen Kürdistan TV muhabiri ve kameramanı dövüldü. Aynı olayda Suruç Belediyesi'nin basın danışmanı da tartaklandı. Bu üç gazeteci çevik kuvvet tarafından bir gece gözaltında tutuldu. Gazetecilere yönelik baskı Kobanêlileri de kapsıyordu. Sınırı geçen grup arasında yer alan 20 Kobanêli gazeteci 15 gün gözaltında tutuldu. Ancak devlet gazetecilerin gözaltında olmadığını, misafir olduklarını iddia etti. Gazeteciler ancak 15 gün sonra tutuldukları yerden bırakıldı. Kobanê'ye geçebilen gazetecilere ise dönüşte zorluklar çıkarıldı. Gazeteci Esra Çiftçi'nin Kobanê'de bir havan topu saldırısı sırasında kolu kırıldı. Çiftçi yaralı halde sınırda üç saat bekletildi. Bu yazının yazıldığı sırada Kobanê'de iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar gazeteci bulunuyor. Ancak yaygın medya onların geçtiği haberlere kapalı. Örneğin, ölüm riskiyle haber yapan bu gazeteciler kantonda hala çok sayıda sivilin yaşadığını aktarıyor, bunu görüntüleriyle de kanıtlıyor. Ancak merkez ve yandaş medya Türk yetkililerin "Kobanê'de sivil yok" açıklamalarını yayımlamayı tercih ediyor. Gazetecilere yönelik bu "rutin" baskıların dışında Kobanê direnişi Türkiye basını için başka bir anlam da taşıyor bana göre. Savaşın çıplak gözle göründüğü Suruç'ta hemen her kanalın canlı yayın aracı ve muhabiri bulunuyor. Dumanların yükseldiği, harabeye dönmüş Kobanê'yi arkalarına alan muhabirler çelik yelek ve çelik kasklarla yayın yapıyor. Aslında bir süredir Türkiye toprakları içinde savaş muhabirliği yapılıyor.

DİS K Ba sın-İş’te yeni d önem

Birleşik, güçlü, sesli

DİSK Basın-İş 69’uncu Genel Kurulu’yla, siyasi baskı ve güvencesizlik kuşatması altındaki gazetecilerin, matbaa ve yayınevi emekçileriyle ortak mücadelesini örgütlemek üzere yenilendi ÖZGE YURTTAŞ

M

edyanın iktidar kuşatması altında olduğu bu günlerde gerçekleşen mütevazı fakat iddialı bir genel kurul bu kuşatmadan kurtuluş için anlamlı bir çağrı yaptı: “Özgür basın için basın emekçilerinin örgütlü mücadelesini kuralım.” Basın yayın sektörü hem ekonomik üretim hem sosyal/ideolojik üretim açısından stratejik bir iş kolu. Geçmişte matbaa işçileri ile sınırlı olan basın iş kolu kapsamı 2013 yılında çıkan 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu Sözleşme Kanunu sonrası gazetecileri, yayın evi çalışanlarını, grafikerleri de kapsayacak biçimde genişletildi. İş kolu tanımı büyümesine rağmen basın yayın sektörü 20 işkolu arasında sendikalı işçi oranının en düşük olduğu 5’inci işkolu. Gazetecilerden matbaa işçilerine, grafikerlerden yayın evi emekçisi editörlere/çevirmenlere kadar farklı meslek gruplarından 94 bin işçinin çalıştığı bu işkolunda örgütlenme oranı yüzde 4.92 YENİ DÖNEMDE YENİ İSİM YENİ YÖNETİM DİSK’in kurucu sendikalarından Türkiye Basın Sanayii İşçileri (Basın-İş) 1-2 Kasım 2014 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirdiği genel kurulu ile Türkiye’de basın yayın çalışanlarının örgütlenmesi için önemli bir adım attı. Sendikalar yasası sonrasında tanımı değişen iş koluna uygun olarak ismini, yönetimini ve tüzüğünü değiştirdi. Sendikanın kısa adı Basın İş olmaya devam ederken açılımı Türkiye Basın Yayın ve Matbaa İşçileri Sendikası olarak değiştirildi. Tüzükte yapılan yenilikle sendikanın üç kişilik genel yönetim kurulu 7 kişiye çıkarıldı. Genel Kurul’da sendikanın örgütlenme alanları olan matbaa, gazete ve yayınevi emekçilerinden oluşan yeni bir yönetim kurulu göreve getirildi. MATBAALARDA YAN YANA GELMEK BİLE YASAK Esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaştığı neredeyse kural haline geldiği bir dönemde basın sektörü çalışanları da başta kayıtdışı çalışma, ücret düşüklüğü sorunu olmak üzere giderek ağırlaşan koşullar altında çalışıyor. Matbaa emekçileri sigorta ve

iş güvencesi olmaksızın gündelik biçimlerde, yevmiyeli bazen de götürü usulü ile çalışmaya zorlanıyor. Matbaalarda emekçiler baskı/tasarım gibi farklı bölümlerde farklı koşullarda ve statülerde çalıştırılarak ayrıştırılıyor. Çoğu matbaada baskı bölümleri ile grafik tasarım gibi yaratıcı bölümler arasında irtibatı koparmak için matbaa işçiler ile tasarım işçileri ayrı katlarda çalıştırılıyor, ayrı giriş çıkışlar kullandırılarak, ayrı saatlerde yemek ve dinlenme molalarına çıkarılıyor. Sınıfiçi parçalanma, matbaa sektöründe emekçilerin fiziken dahi yan yana gelmesi engellenerek derinleşiyor. OKUDUĞUMUZ HER KİTAPTA EMEK SÖMÜRÜSÜ VAR Öte yandan fikir işçiliğinin en incelikli ve zahmetli kısmını gerçekleştiren editörler ve yayınevi emekçileri büyük yayınevi tekelleri karşısında imzaladıkları bireysel sözleşmelerle haklarını korumaya çalışıyor, çevirdikleri, düzenledikleri her eser için baskı başına telif almaları gerekirken bir kereye mahsus telif ücretini bile zorlukla alabiliyorlar. Sigortasız ve esnek koşullarda çalışmak yayınevi emekçileri açısından adeta bir kural haline gelmiş durumda. ÖRGÜTSÜZLÜKLERİ ÜLKENİN GELECEĞİNE MAL OLAN MESLEK: GAZETECİLER Basın sektöründeki diğer tüm meslek grupları kadar örgütsüz bir başka grup ise gazeteciler. Türkiye medyası 1990’ların başında girdiği tekelleşme sürecinden büyük medya patronları ve sendikalarından istifa ettirilmiş gazetecilerle çıktı. Doğan Grubu’nda gazete binalarına getirilen noterler aracılığı ile sendika üyeliklerinden istifa ettirilen gazetecilerin durumu tüm sektörün genel manzarasını özetleyen en iyi anektod oldu. Gazeteciler sendikasızlaşma sonrası sistematik olarak hak kayıpları yaşamaya başladı. Birçok gazeteci, çalışanlara özel haklar tanıyan 212 Sayılı Basın İş Kanunu yerine 4857 Sayılı İş Kanunu kapsamında çalıştırıldı. Artık olağan hale gelen her yılsonunda gerçekleşen “tensikat”larla kıdem tazminatı başta olmak üzere birçok hak, işten atmalar ve sektör içerisinde bir yıl daha çalışacak yeni bir işyeri bulma döngüsü içinde kaybolup gitti. Gazetecilerin sendikasızlaştırılmasının bedeli yalnızca onların yaşadığı hak kayıpları olmadı. Örgütlü iradeden yok-

sun kalan gazeteciler zamanla patron baskısı ve siyasi baskı ile baş başa kaldı. Gelinen noktada AKP hükümeti basının önemli bir kesimini havuz sistemi ile yandaşlaştırırken, geri kalan medya gruplarını da kendi düzenine uymaya zorladı. Muhalif kalemler bir bir işten atıldı, tehditlerle susturuldu. Türkiye’de siyasi baskı karşısında örgütlü direnç sergileyemeyen gazeteciler sendikadan vazgeçmenin bedelini son derece ağır öderken bu faturadan özgür medyadan mahrum kalan halka da pay düşmüş oldu. UMUT HEP VAR: ÖRGÜTLÜ BASIN SESLİ MEDYA İşte böylesi bir sektör manzarasıyla karşı karşıya olan Basın-İş 69’uncu Genel Kurulu’nda örgütlü mücadeleyi sendikasızlaştırılan gazetecileri kapsayacak şekilde büyütmek üzere yeni bir mücadele planı oluşturuldu. Genel Kurul’da bir “Bilim Kurulu” kurulması karar altına alınırken son bir yıldır medya dünyasında yaşanan hak kayıpla-

rına ilişkin aylık olarak hazırlanan sektör raporu verileri aktarıldı. İşten çıkarma, sansür ve yasakçı uygulamalar karşısında işsiz kalan gazetecilerin sesini duyuracak, çalışmakta olan gazetecilerin editoryal bağımsızlığını koruyacak güç için sendikalaşma çağrısı yapıldı. GÜVENCESİZLERİN ÖRGÜTLENMESİNDE BİR İLK Basın-İş, işkolundaki güvencesizlerin örgütlenmesi konusunda önemli bir ilke imza atarak yayın evlerinde freelance (bağımsız) çalışan çevirmen ve editörleri imzaladıkları “eser” sözleşmesi ile sendika üyesi yapmayı başardı. Yani SGK kayıtları olmamasına rağmen freelance çalışanlar DİSK Basın-İş çatısı altında örgütlenebilecek ve birlikte hak alma mücadelesi yürütebilecekler. Basın-İş’in 70’inci Yönetim Kurulu basın emekçilerinin birleşik mücadelesini yaratmak, örgütlü ve bu sayede sesli bir medya ortamı oluşmasına katkı sunmak için kolları sıvadı.

Genel kuruldan notlar Basın-İş 69’uncu Genel Kurulu’nun ilk günü 1 Kasım’da, İstanbul Diş Hekimleri Odası Yılmaz Manisalı Eğitim Merkezi’nde gerçekleşti. Genel Başkan Mustafa Yamak’ın açılış konuşmasının ardından, Attila Özsever Başkanlığı’ndaki Divan’ın yönetiminde gerçekleşen Genel Kurul’da Basın-İş için bir “Bilim Kurulu” oluşturulması ve sendikanın logosunun değiştirilmesi karar altına alınırken Basın-İş çatısı altında örgütlenme çalışmaları yürüten gazeteciler, matbaa işçileri ve yayın evi emekçileri yaptıkları konuşmalarda bugüne kadarki faaliyetlerini

anlatıp bundan sonrasına dair çalışma programı önerilerini dile getirdi. DİSK Genel Merkezi’nde gerçekleşen Genel Kurul’un ikinci gününde yapılan seçimler sonucunda Basın-İş’in yeni yönetimi belirlendi. Gazeteci Faruk Eren’in Genel Başkanlığında matbaa işçileri, gazeteciler ve yayın evi emekçilerinden oluşan liste ve 70. Dönem Basın iş yönetimi şöyle oluştu: Genel Başkan-Faruk Eren, Genel SekreterÖzge Yurttaş, GYK üyeleri Mahir Çetin, Taylan Gürbüz, Tayfun Koç, Ayşe Düzkan, Murat Kaspar

AKP baskısının faturası gazeteciye AKP'nin medyaya uyguladığı siyasi baskı medya patronlarının sektöre dair yeni stratejik kararlar almasına yol açıyor. AKP'nin oluşturduğu “havuz” sistemiyle fonlanan yandaş medya dışında kalan en büyük medya grubu Doğan Holding, siyasi baskılar karşısında küçülme yoluna gidiyor. AKP'nin medya kuşatmasında ana hedeflerinden birisi olan Doğan Medya'nın boyunduruk altına alınması için ilk büyük operasyonu 2009 yılında gerçekleşen vergi denetimi ve sonrasında gruba verilen 826 Milyon TL'lik rekor ceza

olmuştu. Doğan bu ceza sonrasında gazetelerinde ve kanallarında çalışan muhalif isimleri tasfiye yoluna gitmişti. 2014 yerel seçimleri ve Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı seçilmesi sonrası artan baskı karşısında Doğan Grubu farklı yöntemler izlemeye başladı. Aydın Doğan'ın siyasi baskılara dayanamayarak Hürriyet, Kanal D, CNNTürk gibi grubun büyük markalarını satmaya hazırlandığı söylendi. Doğan Grubu'ndan gelen açıklamalar satış seçeneği yerine yayın grubunda küçülme yoluna gidildiğini gösterdi. Ekim ayı içerisinde Kanal D ile CNNTürk'ün Ankara Büroları birleştirildi. Bu birleşme sonucu aralarında Kanal D Ankara temsilcisi Erhan Karadağ'ın da bulunduğu 12 gazeteci işten çıkarıldı. Doğan Grubu'nun siyasi baskılar karşısında seçtiği küçülme tercihi birimleri kapatma veya birleştirmeyle beraber gazeteciler ve medya emekçileri için işsizlik anlamına geliyor.


13

KAMPANYA

Halk›n Sesi

6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Dayanışma insanlıktır, kardeşliktir Halkevleri Irak ve Suriye’de süregiden savaştan, IŞİD katliamlarından kaçarak ülkeye sığınan Ezidi, Türkmen ve Kürt halkları için başlattığı ‘İnsanlar yaşasın, insanlık yaşasın’ yardım kampanyası ile ülkenin dört bir yanında Ortadoğu halklarıyla dayanışmayı büyütüyor GÜNEŞ TOKSÖZ

K

ış koşullarının başlaması sığınmacıların yaşam şartlarını giderek ağırlaştırırken Halkevleri savaş mağduru Ezidi, Türkmen ve Kürt halkları ile dayanışmak için başlattığı kampanyayı sürdürüyor. Herkesi Kasım ortasına kadar devam edecek kampanyaya katılmaya, örgütlemeye çağırıyor Çanakkale’den Hopa’ya; Mersin’den İstanbul’a, Eskişehir’den Antalya’ya kadar Halkevi şubelerinin bulunduğu illerde şehir merkezlerinde, mahallelerde ve Halkevi şubelerinde yardım malzemesi ve açtığı banka hesabında nakdi yardım toplayan, etkinlikler düzenleyen Halkevciler Ortadoğu halklarıyla dayanışmayı örgütlüyor. Kampanya kapsamında etkinlikler düzenleniyor. Halkın Sesi gazetesi olarak, kampanya kapsamında Kızılay’da açılan stantta

Halkevleri Kadın Sekreteri Dilşat Aktaş’la görüştük. Çalışmalar hakkında bilgi aldık. EMPERYALİZMİN BESLEDİĞİ GERİCİLİĞE, SAVAŞA KARŞI DAYANIŞMA Aktaş, yaptığımız görüşmede kampanyanın ülke çapında pek çok ilde, mahallelerde kapı kapı dolaşılarak, toptancılara gidilerek, kent merkezleri afişlerle donatılarak, her gün sabah erken saatlerden akşam geç saatlere kadar stantlar açılarak örgütlendiğini söyledi. Aktaş ayrıca kampanyanın temel hedeflerinden birini ‘IŞİD saldırıları sonrası mezhepçiliğe ve şovenizme karşı kardeşliğin örgütlenmesi en büyük görevimizdir” diyerek açıklıyor. Mahallelerde Halkevi şubelerine gelerek yardım malzemesi bırakan onlarca insan olduğunu belirten Aktaş; “Kampanyanın yavaş

yavaş sonuna gelsek de, sanırım kurmaya çalıştığımız kardeşlik köprüsü sağlam temeller üstünde adım adım yükseliyor” diyerek kampanya ile sadece maddi yardım toplamakla kalmayıp, insanların kardeşlik duygularını yeniden canlandırdıklarını vurguladı. Dilşat Aktaş, kendisinin yardım kampanyasının Ankara ayağında görev

aldığını, Ankara’da gerek mahallelerde, gerek şehrin merkezi noktalarında, gerekse kurumsal olarak yapılan yardımların giderek arttığını; kampanyaya ilginin bir hayli yoğun olduğunu söyledi. Ankara’nın pek çok belediyesinden ve çeşitli kurumlardan topluca yardım geldiğini anlatan Aktaş ayrıca IŞİD’e karşı sesini yükselten halkların bu yardım kampanyasıyla bir kez daha yan yana geldiğini ve emperyalizmin beslediği gericiliğe karşı dayanışmayı yükselttiğini söyledi.

“BİR PAKET BEBEK MAMASI İLE CİHATÇI FAŞİZME VE GERİCİŞLİĞE KARŞI TARAF OLUYOR” Kampanyayı örgütleyen Halkevleri MYK üyelerinden Betül Öztürk ise Kızılay’da 1 ayı aşkın süredir her gün stant açtıklarını, her gün giderek artan yardımların kendilerini daha da heyecanlandırdığını söyledi. “Bir paket bebek maması alıp stantlarımıza getirenler; IŞİD’in katliamlarından kaçan halklarla birlikte cihatçı ve mezhepçi faşizme karşı taraf olmuş demektir” diyen

Öztürk, Türkiye’deki tüm halkların Ortadoğu halklarının çığlığını duyarak kampanyaya destek vermesi gerektiğini vurguladı. “KADIN PEDİNİ ALIP GEL, ORTADOĞU’DAKİ KADINLARLA DAYANIŞMAYI BÜYÜT” Yardım kampanyasının yürütücülerinden Meltem Bilici ise, Ortadoğu’da başlayan bu savaşın bir yandan mezhepçiliği körüklerken diğer yandan da kadına yönelik şiddeti, tacizi ve tecavüzü artırdığını söyledi. IŞİD saldı-

rılarından kaçan binlerce kadının tecavüze uğradığını ve öldürüldüğünü anlatan Bilici, “Bu noktada biz kadınlara düşen görev kadın katliamlarına, tacize ve tecavüze karşı dayanışmayı yükseltmek ve dayanışmayı örgütlemektir” dedi. Kampanyaya en çok desteği Ortadoğu’daki kadınlarla bağ kuran kadınların verdiğini vurgulayan Bilici diyor ki; “Tüm kadınları, katliamlara, tacize ve tecavüze karşı dayanışmayı yükseltmeye çağırıyoruz. Kadın pedini al, dayanışmaya gel.”

Kobane’yi direniş ve dayanışma özgürleştiriyor Halkevleri kampanyasında, zaman zaman milletvekilleri, aydın ve sanatçılar, çeşitli emek ve meslek örgütlerinin temsilcileri ülkenin çeşitli yerlerinde açılan yardım toplama stantlarını ziyaret ediyor. Bu ziyaretlerden birini de

“Kadınlar IŞİD’i Konuşuyor” paneli için Ankara’ya gelen Kobanê Halk Meclisi Eş Başkanı Ayşe Efendi, HDP Milletvekili Sebahat Tuncel ve panele katılan kadınlar yaptı. Kızılay’da açılan yardım toplama standına gelen Ayşe Efendi ve Sebahat Tuncel;

kampanyayı örgütleyen Halkevcilerle kucaklaştı, kampanyanın önemini vurgulayan konuşmalar yaptı. Ayşe Efendi konuşmasında, saldırılardan kaçan insanlara yardım elini uzatmak gibi bir duyarlılık gösterildiği için herkese teşekkür ettiğini söyledi.

Kobanê’nin her şeye rağmen özgürleştiğinin müjdesini verebileceğini söyleyen Efendi, bu özgürleşmenin sadece direniş sonucu olmadığı, bu tarz yardımların, dayanışmanın da Kobanê’nin özgürleşmesinde etkili olduğunu ifade etti.

‘Amacımız savaşın içinde sağlığı korumak’ Kobane IŞİD saldırılarına direnmeye devam ederken giderek kendini gösteren kış şartları savaştan kaçarak Suruç’a sığınan Kobane halkının yaşam koşullarını ağırlaştırıyor. Halkın MURAT BAY

K

obane’ye yönelik IŞİD saldırılarından kaçarak Türkiye’ye sığınan yaklaşık 50 bin Kürt’ün yaşam mücadelesi devam ediyor. Suruç’ta ve çevre ilçelerde bulunan çadır kentlerde, köylerdeki evlerde, ambarlarda, camilerde ve hatta düğün salonlarında kalan on binlerce insan bir yandan IŞİD saldırılarının ve evlerinden ayrılmanın yaralarını sarmaya çalışırken; diğer yandan da sağlık, barınma, ısınma, eğitim gibi sorunlarla boğuşuyor. Halkın Sesi gazetesi olarak Suruç’ta ve çevre ilçelerde bulunan çadır kamplarda ve toplu barınma merkezlerinde DTK Sağlık Meclisi, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçiler Sendikası ve Türk Tabipler Birliği öncülüğünde bölgeye gidip görev yapan sağlıkçılardan oluşan bir ekiple; Türkiye’de bulunan sığınmacılar hakkında konuştuk.

Halkın Sesi: Sağlık gönüllülerinin çalışması nasıl başladı? Sağlık Ekibi: Buradaki sağlık organizasyonunu DTK Sağlık Meclisi, SES ve TTB

üzerinden yürütüyoruz. Yoğun göçün olduğu ilk günden beri buradayız. İlk günlerde bir poliklinikle hizmet veriyorduk ve gönüllülerden topladığımız ilaçlarla hastalık gördüğümüz zaman tedavi etmeye çalışıyorduk ama şimdi başka bir sorun var. Bu insanlar kalıcı, bir süre daha burada kalacaklar. Bölgede, 17.000'i köylerdeki akrabalarının evlerinde, 32-33 bini şehir merkezinde, çadır kentlerde, ambarlarda, taziye evlerinde, camilerde ve hatta düğün salonlarında barınan yaklaşık 50 bin insan var. Şartları kötü. Hızlıca çadır kent yapmak ve onları daha uygun ortamlara yerleştirmek biraz sıkıntılı. Mesela ilk yapılan çadır kentlerde kanalizasyon sıkıntıları var. Amacımız ne? Amacımız bu insanları peşinen hasta kabul edip ilaç vermektense sağlıklarını koruyabilmek. Halkın Sesi: Sığınmacıların sağlıklarını korumak için nasıl bir çalışma yürütüyorsunuz? S.E: Koruyucu sağlığı önceledik. Az sayıda sağlıkçıyla bu hizmetleri vermek zor ama koordinasyonla birlikte kanalizasyon, temiz su konusunda uyarılar yapıyo-

Sesi olarak Suruç’ta sığınmacılara gönüllü sağlık hizmeti sağlayan sağlık emekçileri ile görüştük. Gönüllü sağlıkçılar koruyucu sağlık hizmeti vermeye çalıştıklarını Suruç’taki sığın-

macılar için devletin hiçbirşey yapmadığını, birinci basamak sağlık hizmetlerinden yararlanamadıklarını bunun da AKP’nin siyasi tutumundan kaynaklandığını söylüyorlar S.E: Sığınmacıların sağlığı için en başta yapılması gereken temel şey çevresel koşulların düzeltilmesi. Uygun sayıda tuvalet bulunması, uygun sayıda banyo bulunması, mutfak, çamaşırhane gibi şeylerin yapılması çok önemli. Çünkü sonrasında; çocukların burada yapılan yemekleri beğenmemesinden dolayı sağlıksız koşullarda besleyici olmayan yemek yapılması gibi sorunlar ortaya çıkabiliyor.

ruz. Sağlıkçı ekibimizin dışında bizim “Amatör Sağlık Ekibi” dediğimiz bizimle koordineli çalışan bir gönüllü grup daha var. Bunlar sağlıkçılardan oluşmuyor ama bize yardım ediyor. Mesela Rojava Çadırı’nda bir ekibimiz var. Bu ekibe temel bilgileri veriyoruz. İshal ne zaman tehlikeli olur, ateşi olan çocuklara neler yapılır gibi kısa ama hayat kurtarıcı bilgiler. Böylelikle bu insan-

ların en temel düzeyde kendi sağlıklarını koruyabilecek bir mantık geliştirmelerini hedefliyoruz. Siz göçün başından beri buradasınız. Salgın hastalık gözlemlediniz mi? S.E: Evet, mesela bit ve uyuz salgını var. Ancak kimlerde olduğundan haberimiz var ve onların takibini yapabiliyoruz. Yani polikliniğe geldikten sonra o hastayı

göremeyebiliyoruz ama şimdi hangi çadırda, nerede, nasıl kontrol edilebilir biliyoruz. Ancak burada kızamık aşısı yapılmamış çok çocuk var. Biri kızamık olursa hepsi olur. İşte “koruyucu sağlığı önceliğimize aldık” derken bundan bahsediyoruz, amacımız bunları yaşanmadan önlemek. Sığınmacıların sağlık için temel ihtiyaçları nedir?

Tıbbi personel ihtiyacı ve sağlık kurumlarını değerlendirirsek eksikler neler? S.E: Bu insanlar sığınmacı. Evet, burada uygun olmayan yaşam koşullarındalar ama hasta değiller. Biz hepsine hasta gibi davranıp onlara büyük büyük hastaneler yapmak zorunda değiliz. Sadece onların sağlıklarını korumak zorundayız. Koruyucu sağlık dediğimiz şey tam olarak bunu hedefliyor işte. Bunun dışında çadır kentlerde bulunan şeker, tansiyon hastaları için polikliniklerde tahlil yapma imkanımız yok. Bunlar ancak hastanelerde yapılıyor. Ancak buradaki insanların AFAD kayıt-

ları olmadığı için hastaneye gidemiyorlar. Buradaki en büyük problemlerden biri bu zaten; buradaki sığınmacılar birinci basamak sağlık hizmetlerinden yararlanamıyor. Bunun siyasi olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu imkan Mardin’de yaşayan sığınmacılar için varken Suruç’ta bulunanlar için yok. Devlet bu anlamda sizin bu alanınızı genişletmek adına hiçbir şey yapmıyor mu? Mesela burada yaptığınız çalışmaları desteklemiyor mu? S.E: Hayır, Suruç'ta devlet hiçbir şey yapmıyor. Biz Halk Sağlığı'nı aradığımızda bize Halimiye’deki doktorlar oraya görevlendirildi diyorlar. Ancak Halimiye buraya çok uzak, belediyesi farklı. Düzenli aşı takibi bile yok. Yani yalan söyleyip bizi geçiştirmekten başka bir şey yapmıyorlar. Hatta kanalizasyon, su gibi konularda Urfa Büyükşehir Belediyesi de görevini yapmıyor. Onu da Suruç Belediyesi'nin kısıtlı imkanlarıyla ya da Suruç Belediyesi'ne Diyarbakır Büyükşehir'den, Van Büyükşehir’den gelen desteklerle yapabiliyoruz.


14

TARİH 6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Halkın Sesi

ABD’nin ‘eğit-donat’ maceraları

Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek isterken IŞ D kriziyle karşılaşan ABD emperyalizmi, krizi fırsata çevirme derdinde. ABD ve işbirlikçileri IŞ D’e karşı “ılımlı muhalifleri” eğitip donatacak. Oysa IŞ D’in köklerine baktığımızda yine ABD’nin bir eğit-donat macerası ile karşılaşıyoruz. IŞ D’in üzerinde yükseldiği “küresel cihat ağları” Yeşil Kuşak projesinin ilk adımı olarak Afganistan’da Sovyetlere karşı mücahitlerin eğitilip donatılmasıyla açığa çıktı.

Afganistan’daki “başarı”nın aksine başarısız eğit-donat operasyonları da oldu. Küba devriminin sosyalist karakteri ortaya çıkmaya başladıktan sonra ABD karşıdevrimci Kübalıları silahlandırıp eğitmeye başladı. Ancak ABD’nin eğitip silahlandırdığı karşıdevrimciler Domuzlar Körfezi’nde denize döküldü. Bu da “Yanki emperyalizmin ilk yenilgisi” olarak kayda geçti. Bu sayıda, Afganistan ve Küba’daki eğit-donat operasyonlarını inceledik.

Emperyalizm için Cihat IŞİD’i açığa çıkaran küresel cihatçı ağının kökünü Afganistan’da Sovyet yanlısı darbenin ardından ABD parası ve silahıyla başlatılan cihatta buluyoruz

A

fganistan Demokratik Halkın Partisi (PDPA) 1978’de darbe ile iktidara geldi. Sol karakterli bu müdahale ve Sovyetlerin Afganistan üzerinden güneye, deniz kıyısına inmesi ABD ve işbirlikçisi Pakistan hükümeti tarafından korkuyla karşılandı. Çünkü Sovyet lideri Brejnev Afganistan devrimini “sosyalizmin nihai zaferinin ilk adımı” olarak görüyor ve destekliyordu. 27 Nisan 1978’de Afganistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Devrim ile beraber 600 okul açıldı, azınlıkların kendi dillerinde konuşması ve yayın çıkarması serbest bırakıldı, 20 bin gönüllü ile 925 bin Afgan vatandaşına okuma yazma öğretildi, 200 bin işçi sendika üyesi oldu, sağlık hizmeti parasız hale getirildi, ev kirası ve gıda fiyatları düşürüldü, sanatsal-kültürel hayat canlanmaya başladı. Tüm bu uygulamalar PDPA’ya oldukça taraftar kazandırdı. ABD’nin, sosyalizmin güneye yayılmasına karşı oluşturduğu ‘Yeşil Kuşak’ projesi de Afganistan devriminden sonra ortaya çıktı. Sovyetlere karşı bir Küresel Cihat Ağı’nın oluşturulması ve bunların Afganistan’da eğitilmesi özel olarak ABD insiyatifinde gelişti. 1979’da yapılması planlanan toprak reformu toprak ağaları tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Bu tepki İslamcı bir kuşak yaratmayı amaçlayan CIA tarafından desteklendi. Dünyanın dört yanından cihatçılar, CIA güdümlü Suudi istihbarat şefi Prens Turki el Faysal eliyle Afganistan’a taşındı. Pakistan gizli servisi ISI ise bunlara sınırda kamplar oluşturdu. Şimdi Türkiye için Pakistanlaşma benzetmesi yapılırken bu süreç kastediliyor. PDPA içerisinde yer alan Bayrak ve Halk hizipleri arasında politik farklılıklar nedeniyle çekişme

hakimdi. Ülkede popülerleşmeye başlayan PDPA iktidarı bu çekişmeler nedeniyle istikrarsızlaştı. Tarık Ali’nin ifadesiyle ilk devrim sırasında devrime ciddiye alınacak hiçbir katkısı bulunmayan Sovyetler Birliği PDPA istikrarsızlaşmasına müdahale etti. İlk etapta 5 bin asker yollayan Sovyetler cihatçıların saldırıları nedeniyle gittikçe asker sayısını arttırdı. Savaş sırasında Afganistan’daki Sovyet varlığı 100 bini buldu. ABD ELİYLE CİHAT Tüm bunlar olurken ABD de büyük bir operasyon başlatarak toprak reformu ve ilerici reformlara tepkili olan İslamcı kesime destek vermeye başladı. CIA ve işbirlikçileri, Afganistan karşı-devrimine arka çıkmak için çok miktarda para ve silah seferber etti. Büyük miktarda paralar Suudi Arabistan İstihbarat Şefi Prens Turki el Faysal ve Müslüman Kardeşler tarafından toplandı. Dünyanın birçok yerinden toplanan İslamcı militanların eğitilmesi için Pakistan gizli servisi ISI kamplar kurdu. Küresel cihatçılar Afganistan’da her geçen gün daha fazla etkin olmaya başladı. “Allahsız Sovyetlere” karşı cihat motivasyonu ile Afganistan kırsalında saldırılar düzenlenmeye başladı. Sadece 1980-1992 yılları arasında ABD talimatıyla Suudi İstihbarat Şefi Prens Turki el Faysal eliyle 43 İslam ülkesinden 35 binden fazla cihatçı, Afganistan’a götürüldü (Şimdi IŞİD’e dünyadan katılımlara şaşırmamak lazım CIA eliyle Küresel Cihat Ağı bu dönemde kuruldu). Daha sonra ismi ABD ve işbirlikçileri tarafından lanetlenen Usame Bin Ladin de cihatçıların arsında yer alıyordu. Ladin, CIA ve Suudi parası ile Pakistan sınırında kamplar kurdurdu ve tüneller

Sadece 1980-1992 yılları arasında ABD talimatıyla Suudi İstihbarat Şefi Prens Turki el Faysal eliyle 43 İslam ülkesinden 35 binden fazla cihatçı, Afganistan’a götürüldü kazdırdı. Ladin’in, Iraklı mühendis Muhammed Saad’a, Paktia eyaletindeki Zazai Dağlarında yaptırdığı hastane ve silah deposu işlevi gören tüneller, cihatçılara büyük lojistik destek sağladı. Ladin yıllar sonra bir röportaj sırasında Robert Fisk’e Suudilerin ABD’nin talimatıyla çok sayıda silah verdiğini anlatacaktı. Ladin, Fisk’e “Afganistan’da savaştığımız o on yıllık dönemde 10 bin Suudi savaşmak için buraya geldi. Cidde’den İslamabad’a her hafta üç

sefer yapılıyordu” dedi. Bu gelen cihatçıları kamplarda CIA ve ISI ajanlarının da olduğu eğitmenler eğitiyor ve Afganistan’ın güneydoğusundaki cephelerde Sovyet ve Afgan ordularına karşı savaştırılıyordu. ABD’nin cihatçılara gönderdiği silahlar öyle boyutlara gelmişti ki zorlu şartlarda kullanılamayan ABD silahlarını istemeyen cihatçıların kalaşnikof isteği hemen yerine getiriliyordu. 80’li yıllardaki en büyük kalaşnikof alıcısı ABD’ydi.

YENİ BİR CİHATÇI KUŞAK Gorbaçov’un iktidara gelmesi ile birlikte Sovyetlerin Afganistan politikası değişti. Afganistan Devlet Başkanı Babrak Karmal’ın yerine getirilen Muhammed Necibullah İslami kesime daha ılımlı yaklaştı. Kademeli olarak Kızıl Ordu Afganistan’dan çekildi. Kızıl Ordu’nun Afganistan’dan çekil-mesinin ardından iyice zayıflayan Necibullah yönetiminin Özbek Generali Raşid Dostum,

1992 yılının başlarında Cemiyet-i İslami Afganistan adlı gruba bağlı Ahmet Şah Mesud’la anlaşarak mücahitlerin 17 Nisan’da Kabil’i ele geçirmelerinin önünü açtı. Sonrasında ülke iç çatışmalara sürüklendi. Çatışma CIA’nın bilgisi dahilinde ISI’nın desteklediği Molla Muhammed Ömer’in çevresinde toplanan Taliban hareketinin (medrese talebelerine dayandığı için bu adı almıştı) ülkeye hakim olmasıyla sonuçlandı.

‘Yanki emperyalizminin ilk yenilgisi’

*

A

BD tarafından desteklenen diktatör Fulgencio Batista, Castro önderliğindeki Kübalı devrimciler tarafından devrildiği andan itibaren, Amerikan hükümeti Castro’ya hep şüpheyle baktı. 1959’da Castro, bağlantısızlık politikasını ilan ederek bağımsız bir politika hedefledi ve tarım reformu ile büyük plantasyonlara el koyma planını yürürlüğe koydu. Bu kamulaştırma atağı ABD’li şirketleri Küba dışına itiyordu. ABD, Castro’nun millileştirme atağına karşı şeker alımını düşürdü. Batista’nın son döneminde 1.75 milyar dolar olan Amerikan dışalımı devrimin ilk yıllarında 900 milyon dolar seviyesine geriledi. Küba’nın hemen hemen tek geçim kaynağı olan şeker üretimiydi ve Amerika bu şekerin neredeyse tamamını alıyordu. Amerika’ya bağımlı gelişen bu ekonomiye son vermek ve dış satımı çeşitlendirmek için devrimciler Sovyetler Birliğiyle şeker satımı üzerine bir anlaşma yaptı. ABD ve Küba ilişkileri git gide bozuluyordu. Sovyetler ve Varşova Paktı ülkeleriyle yakınlaşmaya giden Küba’nın şeker kamışı tarlalarına Küba’dan sürgün edilen Batista yanlıları Amerikan desteğiyle çeşitli saldırılar düzenliyordu. 1960 başlarında Küba şeker kamışı alanlarının yüzde 13’ü bombalandı. Castro bir müdahalenin geleceğini sezerek halkı silahlandırdı ve Devrimi Savunma Komiteleri adı verilen milis gücünü kurdu. 1960’ta ünlü ABD’li şirket United Fruit Company başta olmak üzere Amerikan şirketlerinin neredeyse tamamının mülkleri kamulaştırıldı. Buna karşı ABD 6 Haziran 1960’ta Küba’nın şeker kotasını tamamen kaldırdı. 3 Ocak 1961’de ABD, Küba ile ilişkilerini tamamen kesti. CIA, Castro hükümetini yıkmak ve bunu yaparken uluslararası bir krize yol açmamak istiyordu. Özellikle Başkan Yardımcısı Nixon konuyla doğrudan ilgileniyordu. Plan dahilinde bin 400 civarında Kübalı sürgün silahlandırılacak, eğitilecek ve Küba’ya gönderilerek bir ayaklanma yaratılacaktı. CIA planına o kadar

güveniyordu ki karşıdevrimciler sahile çıktığı anda Kübalıların isyan ederek Castro’yu devireceğini ve öldüreceğini düşünüyorlardı. CIA’nin Kübalıları hafife almasının dışında istila planı hiç de fena planlanmamıştı. Sürgünde bir hükümet oluşturulmuş ve bir havaalanı tahsis edilmişti. Nikaragua diktatörü Samoza ile Guatemala diktatörü Ydigoras tarafından karşıdevrimciler eğitilmiş, ABD ise bunları silahlandırmıştı. İşgal günü olarak 17 Nisan belirlense de önceki iki gün oldukça kritikti. ABD istilanın kendi eliyle

yapıldığını örtbas etmeye çalıştı. ABD’nin karşıdevrimcilere verdiği gemi ve uçakların üzerine Küba amblemleri yerleştirilerek ABD renkleri silindi. 15 Nisan günü ABD tarafından karşıdevrimcilere verilen ve Küba renkleri ile boyanan 9 uçaktan 8’i Nikaragua Puerto Cabezas havaalanından kalkarak Küba hava kuvvetlerine ait hedeflere saldırı düzenledi. 9. uçağa ise sahte kurşun delikleri açıldı ve Florida’ya indirildi. Senaryo hazırdı: Kübalı pilotlar Küba hava kuvvetlerine saldırdıktan sonra ABD’ye sığınmışlardı.

Küba Dışişleri Bakanı Raul Roa saldırılarla ilgili ABD’yi suçladı. ABD’li yetkililer ise bunu reddetti. Ancak aynı gün uçakların Miami askeri havaalanında çekilmiş fotoğrafları yayınlandı ve ABD Başkanı Kennedy diğer hava saldırılarını iptal etmek zorunda kaldı. Saldırının geldiğini istihbarat kaynaklarından öğrenen devrimciler, savunma için hazırlıklarını tamamlamış beklerken 16 Nisan gece yarısı Havana’ya yakın sahillere sahte bir saldırı düzenlendi. Dikkat dağıtmaya yönelik bu saldırının hemen ardından 17 Nisan sabahı 2506. Tugay olarak adlandırılan Kübalı karşı devrimciler, adanın güneyinde yer alan Domuzlar Körfezi kıyılarındaki Giron Plajı’na Amerikan gemileriyle çıkartılmaya başladı. Karşı devrimcilere verilen işaret, milisler tarafından görüldü ve bu sayede erkenden tedbir alındı. Larga sahiline kadar ilerleyen karşıdevrimciler burada Harp Okulu öğrencileri ve milislerin direnişiyle karşılandı. Kötü silahlanmış milislerin direnci, karşıdevrimcilerin mevzilenmesini engellemişti. 18 Nisan günü devam eden çatışmalarda Harp Okulu öğrencileri zırhlı birliklerinde yardımıyla Larga sahilini geri almayı başardı. Karşı devrimciler adanın daha batısında yer alan ve stratejik bir bölge olan Larga sahilini kaybedince doğudaki Giron sahiline doğru çekildi. 18 Nisan akşamı işgalcilere büyük bir saldırı başlatan Kübalı devrimciler 19 Nisan akşam saatlerinde işgalci gücü yenilgiye uğrattı. Bin askerin esir düştüğü saldırıda işgalciler geride yüzlerce ölü bırakmıştı. Esirler 58 milyon dolar karşılığında ABD’ye iade edildi. Bu olay sonucunda CIA başkanı istifa etmek zorunda kaldı. Fidel Castro saldırıdan sonraki 1 Mayıs 1961’de 500 bin kişiye yaptığı konuşmada Küba’nın sosyalist bir Cumhuriyet olduğunu ilan etti. Che Guevera, Kennedy’ye bir teşekkür notu gönderdi: “Domuzlar Körfezi için teşekkürler. Çıkarmadan önce devrim zayıftı, şimdi her zamankinden daha güçlü.” *Fidel Castro


15

KENT 6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Halkın Sesi

Kuzey Ormanları senin

‘Kuzey Ormanları senin kuzey ormanları savunması sensin! Elini ver, yağmayı, katliamı durduralım; hep birlikte haykıralım: Geleceğimiz için, ölüme karşı yaşamı savunmak için, bugün sokaktayız, yarın da sokakta olacağız’

R

esmi kuruluş tarihi yok: Haziran’dan hemen sonra gelen Temmuz’un 7’sinde, sokaklarda hala çatışmaların, parklarda hala kalabalık forumların olduğu günlerde, yüzlerce bisikletli, bir sabah erken Beşiktaş’tan yola çıkıp 3. Köprü temelinin yeni atıldığı Garipçe köyüne pedal çevirdiler. Bisikletçileri Sarıyer yolunda bölgenin park forumları, Koç Üniversitesi direnişçileri ve yıllardır 3. köprüye karşı mücadele veren Sarıyerliler karşıladı. Garipçe’de jandarma TOMA’larının gölgesinde yapılan eylemin ardından her hafta Beşiktaş Abbasağa Parkı’nda düzenli forumlarda toplanmaya karar verdiler. Aylarca açık havada, parklarda, yüzlerce kişinin katıldığı forumlarda eylem, etkinlik kararları alıp, Riva’da yapılan ilk kampı düzenlediler. Riva kampında, park forumlarında kendileri için seçtikleri “Kuzey Ormanları Savunması” adına uygun biçimde, sadece temeli atılan 3. Köprü’ye değil, İstanbul’un kuzeyindeki ormanlara karşı giderek büyüyen teh-

ditler bütününe karşı mücadeleyi örgütlemeyi sağlayabilecek yaygın ve etkin bir hareket ağı oluşturmaya karar verdiler. Kuruluş tarihlerine, ilk eylemin anısına, 7 Temmuz olsun dediler. Kendilerini, bir platform olarak değil, “İstanbul’un kuzeyinde yer alan son orman alanları ile birlikte su havzaları, tabiat parkları, tarım alanları, çok sayıda endemik bitki ve hayvan türlerinden oluşan farklı ekosistemlerin bir arada bulunduğu bütüncül bir ekolojik alanın varlığını sürdürebilmesini savunan, bu amaç doğrultusunda; ölçeği ve gerekçesi ne olursa olsun doğaya, akla, bilime dayanmayan her türlü kentsel-kırsal projenin durdurulması için örgütlenen, mücadele eden, özgür ve gönüllü bireylerin oluşturduğu bir harekettir” diye tanımladılar. Kuzey Ormanları Savunması, aradan geçen bir buçuk yılın neredeyse her ayını ormanda veya kentte düzenlenen yeni bir eylemle, savunma ağını yaygın-

laştırmaya yönelik etkinliklerle, bölge ziyaretleri ve kamplarla, dayanışma eylemleriyle ve 22 Aralık 2013 tarihinde düzenlenen İstanbul mitingini örgütlemekle geçirdi. Bu süreçte ilk kuşak savunmacılara yenileri eklendi; kendi medya araçlarını (kuzeyormanlari.org), görsel simgelerini ve bağımsızhiyerarşik olmayan bir çalışma kültürünün araçları olarak çalışma gruplarını üretti (Kuzey Ormanları Savunması manifestosu), yerleşik bir mekâna kavuştu. Kuzey Ormanları Savunması, “Başta doğanın savunulması olmak üzere, doğanın bir parçası olan bölge halkının insanca yaşama haklarını birlikte savunmak için, benzer amaçlar doğrultusunda düşünen, örgütlenen ve hareket eden her kişi, topluluk ve kurumla dayanışmacı ilişkiler kurar; yan yana gelerek ortak bir mücadeleyi büyütmeye

çalışır” diyor. 3. Havalimanı bölgesi köyleri, Polonezköy gibi İstanbul içi alanlardan başlayan ortak bir savunma ağı kurma çalışmalarını, Marmara bölgesinin tamamına yaymak için yeni bir adım daha atmaya hazırlanıyor. Nisan ayında ondan fazla ililçeden gelen temsilcilerle birlikte düzenlenen Marmara Bölge Forumu’nda ve 7 Temmuz’da İğneada’da termik-nükleer santrale karşı yapılan kampta alınan karar doğrultusunda, Aralık ayı sonunda “Marmara bölgesindeki köylü, kentli tüm yaşam savunucularının oluşturacağı büyük bir savunma ağı”nın yaratılacağı bir Marmara mitinginin düzenlenmesi için çalışmalar başlıyor. Çünkü “Marmara bölgesindeki tüm canlı yaşam, tarım ve kentler inşaat sermayesinin çıkarları uğruna yaygınlaştırılan büyük bir yağmayla 1970’ler sonrasındaki ikinci büyük ekolojik krize sürükleniyor. Ama Marmara’da neredeyse bütün saldırı alanlarında direniş de büyüyor. İğneada’da termik ve nükleer santrale direnenler İstanbul’da mega projelere karşı

mücadele edenlerle dayanışma bağları kuruyor; suyu kuruyan Sapanca Yalova’ya elini uzatıyor; zeytinliklerini savunmak için gece nöbeti tutanlar korusunu korumak için nöbet tutanlara dayanışma mesajı gönderiyor.” Neo-liberal sistemin kendisini yenilemek ve krizini aşmak için doğal, kırsal ve kentsel alanları metalaştırmasını ve talan etmesini engellemek kolay değil, ancak asla imkansız da değil. Yeter ki, Marmara’da yerel direnişleri örgütleyen halk, Kuzey Ormanları Savunması tarafından 3. Havalimanı temel atma töreninin yapıldığı 7 Haziran’da İstiklal Caddesi’nde düzenlenen eylemde yükseltilen çağrıya kulak versin: “Kuzey ormanları senin, kuzey ormanları savunması sensin! Elini ver, yağmayı, katliamı durduralım. Elini ver hep birlikte haykıralım: Bu halk yalana, talana, katliama teslim olmayacak. Börtü böceğimiz, hayvanlarımız, ormanlarımız, çocuklarımız ve geleceğimiz için, ölüme karşı yaşamı savunmak için, bugün sokaktayız, yarın da sokakta olacağız!”

‘Bir şehir nedir ki insanlardan başka’ “Bir Haziran ayında; Şehrin dört bir yanından gelip, Taksim Meydanı’nda ve Gezi Parkı’nda birleştik. Bu topraklar üstünde büyüyen en meşru ve haklı var olma mücadelesini yükselttik. Sonra adına yakışırcasına, mücadelemizi şehrimizin her köşesine, parklarına, yaşam alanlarına yeniden taksim etti meydan.” 22 Aralık 2013'te Kadıköy’de yapılan İstanbul Kent mitingiyle oluşum adımlarını atan İstanbul Kent Savunması, kentte yaşanan yoğun saldırılara karşı direnişleri birbirine yakınlaştırmak ve ortak bir savunma ağı içinde birleştirmek amacıyla kuruldu. Kentlere yönelik saldırılar, ortak tarihsel-kamusal alanlara, yaşam alanlarına ve kent mekanında-ölçeğinde gerçekleştirilen kamusal hizmetlere yönelik üç ana öğeye odaklanıyor; öte yandan 3. Köprü gibi mega projeler bütün bu alanlara yönelik saldırıların kaldıracı olarak kullanıyor. Kentsel alandaki bu saldırıların tamamının kadınlar, LGBTİ, engelliler gibi önemli yatay kesenleri olduğu düşünüldüğünde, bu kuruluş süreci, kaçınılmaz olarak, kent mekanında yürütülen toplumsal mücadeleleri bütünleştiren ve onlara yeni kanallar sunan bir şekilde ilerliyor. Kuruluş bildirgesinde, "Kentimize ve doğamıza yapılan bütün kıyımları ve katliamları ortak geçmişimize, bugünümüze ve geleceğimize yapılan

saldırılar olarak görüyoruz. Birimize yapılan saldırıyı, hepimize yapılmış sayıyoruz. Her birimizi ve hepimizi, her gün, her an, her sokakta, her meydanda, her parkta örgütlenip her birimizi ve hepimizi güçlendiren bir mücadeleyi büyütmek için İstanbul'u savunmaya çağırıyoruz" diyen İstanbul Kent Savunması, ortak-aktif bir savunma anlayışını geliştirmeye çalıştı. “Eşit, özgür, adil bir şehirde yaşama hakkımızı savunmak için dört bir yana umutlu

barikatlar kuruyoruz” diyerek, Ağustos ayında Galataport ÇED toplantısının engellenmesiyle giderek belirginleşen bir savunma yaklaşımını yaygınlaştırmaya; Fatih Oruçbaba Parkı’nda, Mevlanakapı’da, ortak kamusal alanlarını savunanları, yaşam alanlarını savunanlarla birleştirmeye çalıştı. Bu yaklaşımla birlikte Kadıköy’deki okullardaki İmam-Hatipleştirmeye karşı başlayan okulları savunma mücadelesi, farklı bölgelerdeki ondan fazla okul mücadelesini

birleştiren “Okuluma Dokunma Koordinasyonu”na dönüşürken, aylardır kapalı tutulan Taksim İlkyardım Hastanesi kampanyası, sağlık alanında benzer bir gelişmenin ilk adımlarını attı. Bu ortak-aktif savunma yaklaşımının son durağı ise Validebağ direnişi oldu. İstanbul'un neredeyse küçük birer kent büyüklüğündeki çeşitli ilçelerindeki mücadelelerin "Kent SavunmasıDayanışması" gibi isimlerle daha küçük ölçekli ağlar içinde birleştirilmesi; bu ağlar içindeki direnişçilerin kent hakkı ihlallerine karşı doğrudan eylem çizgisini yaygınlaştırması; aralarındaki dayanışmayı geliştirmesi daha şimdiden kent mekanı-kamusal hizmetler veya kentdoğa mücadelesi arasında yeni bağlar kurulması gibi sonuçlar yaratıyor. İstanbul Kent Savunması ise, saldırıların yarattığı doğrudan eylem, savunma, dayanışma ve direnme eğilimlerinin ortaklaşa aktığı ve akarken birleşmeye yöneldiği bir kanal oluşturmaya çalışıyor. İstanbul Kent Savunması bu gelişmeyi önümüzdeki dönemde "ulaşım, büyük şantiye alanları, iş cinayetleri, engelli hakları" gibi yeni kanallarla ve ortak bir hukuk mücadelesi havuzuyla güçlendirmeyi planlıyor. Çünkü “Şimdi, savunarak birleşme; savunarak çoğalma; savunarak yeni bir kenti ve yeni bir yaşamı yaratma zamanı.”

Gezi’nin çocukları: Savunmalar (Çocuklar sizin çocuklarınız değil / Onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları. / Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler / Ve sizinle birlikte olsalar da, sizin değiller. / Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil. / Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır. / Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil. / Çünkü ruhlar yarındadır. Halil Cibran) Anadolu ana, uzun bir gebelikten sonra, bir Haziran ayında, beklenmedik bir doğum yaptı. Gebelik uzun olmasına uzundu; hatta gereğinden de uzun. Ama doğum yine de beklenmedik ve şaşırtıcıydı. İzinsizdi; ebeveynlerden, aile büyüklerinden icazet almamıştı. Bereketliydi: Bir batında doğan birçok çocuk vardı. Ama çocukların kimisi ölü doğdu; kimisi doğum sonrası ağır travmaların basıncıyla hırpalanıp cılız kaldı. Kimileriyse sağlıklı doğdu ve yaşadı. İstanbul kentinde ve Marmara’da doğayı, ortak kamusal varlıkları, tarihsel mekanları, yaşam alanlarını, parkları ve koruları savunmak için bir yılı aşkın süredir bir gün bile boş dur(a)madan büyük bir direniş ağını örmeye çalışan “Savunmalar”, nam-ı diğer Kuzey Ormanları Savunması ve İstanbul Kent Savunması, şimdi “Gezi sonrası dinamikler” konulu tartışmaların odak noktasını oluşturuyor. Hareket alanları bazen kaçınılmaz olarak kesişiyor. Biri başta İstanbul’un kuzeyindeki ormanlar Çiğdem olmak üzere Marmara’nın doğasını Çidamlı çılgın sermaye projelerine karşı savunmaya; diğeri aynı çılgın saldırının İstanbul şehrine yönelik baskısına cigdem@sendika.org karşı direnişi örgütlemeye odaklanan ve kendilerini “Gezi’nin çocukları” olarak adlandıran Savunmaları biçimlendiren esas kavramsal çerçeve “yaşamı savunmak”. Savunmalar birer mücadele örgütü formu olarak Gezi sonrası oluşumlar. Ancak yaslandıkları direniş eğilimleri, Haziran İsyanı’nın en azından Taksim Gezi’sindeki ifadesinin yoğunlaşmış biçimleri olduğundan, bu dinamikleri “Gezi sonrası” diye adlandırmak doğru değil. İsyanın kendisi bir an değil, bir süreçse, Savunmalar da, Haziran öncesinde biriken, Haziran’da patlayan ve sonrasında devam eden yeni siyasallaşma süreçleri içinde oluşan mücadele örgütleri olarak biçimleniyor. Bu siyasallaşma süreçlerinin odağındaki siyasal mesele ise “yaşamı savunma” meselesinin ta kendisi. Bunaklık çağındaki neo-liberal kapitalizm, üzerine oturduğu büyük mülksüzleşme, güvencesizleşme dalgasıyla nasıl “yoksulluk” gibi bir siyasal sorun yarattıysa, şimdi de “canlı yaşamın sermaye tarafından mülkleştirilmeye karşı savunulması” da, neo-liberalizmin gerilettiği bütün toplum kesimleri farklı farklı biçimlerde etkileyen siyasal bir meseleye dönüşüyor. Her iki Savunma için önemli hareket noktası olan “mekan” ise, yaşamı doğrudan eylemle savunma pratiğinde mayalanan bu yeni siyasallaşma sürecinde öne çıkan öğelerden bir tanesi. Kentsel mekanın dolaysız bir meta olarak kazandığı yeni önem ve doğanın sermayeleştirilebilir bir kaynak olarak yağmaya açılması, uzun süredir tartışılan konular. Emek sürecinde canlı emeği, iş gücünü; cansız emeğe, sermayeye dönüştüren kapitalizm, artık hem tüm canlıdoğal yaşam kaynaklarını (toprağı, suyu, ormanı, kadın bedenini, emek gücünü), hem de kent mekanındaki yaşam alanlarında ifadesini bulan toplumsal yaşamı, araziye dönüştürdüğü doğal-kentsel mekanla birlikte sermayeleştiriyor. Üstelik bu saldırının AKP rejiminin sınıfsal temelinin egemen ve ezilen sınıflar içinde konsolidasyonu; mekanın dönüştürülmesine ağır bir siyasal rövanşçılık-dincileştirme basıncının eşlik etmesi; yağmanın bir “kalkınma- uygarlık” projesi olarak Ortadoğu siyasetiyle dolaysızca kaynaştırılması gibi basınçlarla yaşanması, mücadeleyi kaçınılmaz olarak ekolojik-siyasal mücadelenin dışına doğru genişletiyor. 3. Köprü’ye karşı mücadele, bizzat AKP kadroları tarafından Ortadoğu siyasetine meydan okuma olarak algılanırken; Yırca zeytinlik nöbeti Enerji Bakanı’nın “200-300 ağaç Türkiye’nin önünü kesemez” nidalarıyla karşılaşıyor; Validebağ’da 1200 metre karelik alanda süren nöbet son derece yoğunlaşmış bir siyasal saflaşmayı örnekliyor. AKP’nin kendi “tarihsel bloğunu” bir siyasal rejim olarak inşa ettiği tarihsel anda, yaşamı ve yaşam alanlarını mekanla bağlantılı doğrudan eylemle savunmayı esas alan yeni mücadele örgütleri olarak Savunmalar, mülksüzleşen, gerileyen sosyal sınıfların karşıt tarihsel bloğunun ilk kurucu taşlarından; yeni bir hayat ve uygarlık önerisinin eylem içinde mayalandığı ilk zeminlerden biri olarak biçimleniyor. Kuşkusuz bu zeminler içinde yaşanan siyasallaşma süreçlerinin açık ve net, düzen dışı biçimler kazanması eskiden olduğu gibi bugün de otomatik ve doğrusal biçimlerde gerçekleşmeyecek. Savunmaların oluşturduğu mücadele zemininin, programatik siyasal mücadelenin ve hak mücadelelerinin Haziran öncesi biçimleriyle nasıl ilişki kuracağı, yanıtını doğrudan eylemin ve kurucu siyasal inisiyatiflerin çakıştığı tarihsel anlarla verebileceğimiz ucu açık bir soru. Savunmalar, kısa ömürlerinde kent mekanını savunmanın hak mücadelelerinin daha sahici direniş ağlarının yaratılabileceği birer yatağa dönüşebileceğini; doğayı savunma faaliyetinin kırda ve kentte mülksüzleşen sınıflar arasında ortak direnme ağlarının oluşturulmasına hizmet edebileceğini gösteren örnekler yarattılar. Neo-liberal saldırı hayatın tüm düzlemlerini kaplarken, kent ve kır mekanını savunma eylemi, bu topyekun saldırıya karşı direnişi besleyen yeni ve güçlü kanallar yaratıyor.

Kaynak: KOS Medya


SOKAĞIN SESİ

16 Halk›n Sesi

6 Kasım 2014 / 19 Kasım 2014

Me şruiye t ini nöb e t çadırla rınd a ki d aya nışm ad a n a la n direniş:

‘Bir aradayız, Koru’yu savunacağız!’ ÖZEN TAÇYILDIZ

1

990’ların ortasından itibaren yapılaşmaya açılmak istenen Üsküdar’daki Validebağ Korusu, son iki haftadır İstanbul’da kent direnişinin adresi durumunda. Anadolu yakasının Karacaahmet Mezarlığı’ndan sonraki ikinci büyük yeşil alanı olan Koru’ya ilişkin “çılgın proje”leri olan Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, Koru’ya bitişik alanda cami ve sosyal tesis yapmak istiyor. Tayyip Erdoğan destekli bir “çılgın proje”nin bu memlekette ne anlama geldiğini bilen, inşaatın Koru’da yapılaşmaya gidecek yolu açacağını düşünen bölge halkının mücadelesine İstanbul’un dört bir yanından destek veriliyor. YERELDEN BÜYÜYEN MÜCADELE Koru’ya 90’ların ortasından itibaren başlayan saldırıya karşı mücadele, aslında yine bu yıllara denk düşüyor. 1995 yılından itibaren bir araya gelerek Koru için mücadele eden bölge halkı nihai olarak Validebağ Gönüllüleri adıyla, mücadelenin yereldeki öznesi. Koru’nun SİT alanı olarak ilan edilmesi dahi onların mücadelesinin sonucu. Belediye, geçtiğimiz yaz aylarında otopark gerekçesi ile Koru’nun kuzey kapısına yakın alana beton dökmek için demir filizleri döşediğinde, Koru’nun içindeki İzci Evi’nin hemen yanındaki alana beton dökmeye çalıştığında Validebağlıların çağrısı ile İstanbullular Koru’ya koştu. Forumlarda alınan kararlarla demirler kaldırıldı, beton dökme hazırlıklarını gizlemeye çalışan paravanlar yıkıldı, polisin tüm baskısına rağmen Koru’ya fidan dikildi. KİM BU ‘İSTANBULLULAR’? Peki, kim bu “İstanbullular”? Gezi’den sonra ortak alanlarımıza sahip çıktığımız ortada, bu alanlar belki hiç gitmeyeceğimiz Amasya’da, Hewsel’de, Edirne’de, Yırca’da olsa dahi. Oralardaki

Validebağ’da inşaata itirazla başlayan direniş; “Koru’daki tek bir ağaca dokunamazsınız” kararlılığına, mahkemenin yürütmeyi durdurma kararını tanımayan belediyeye “Hukuku tanı” demekten “Hukuku yazana dek mücadele edeceğiz” demeye vardı. Bir “Yeni Türkiye” olacaksa, bundan gayrı ne?

her bir ağaç için direniyoruz. Dolayısıyla Validebağ’a koşmak da Gezi’nin bir sonucu, ama tek başına bu değil; “Validebağ direnişi” dediğimiz örgütlü, birikerek gelen bir mücadelenin görünümü. Geçtiğimiz yıl yapılan İstanbul Kent Mitingi’nin öznelerinin, kentin yağmasına karşı direnişlerini birleştirdiği İstanbul Kent Savunması, direnişi tüm İstanbul çeperinde yürüten bir dayanışma ağı. Validebağ Gönüllüleri ile başlayan mücadeleye el veren İstanbul Kent Savunması, bugün direnen herkesin arkasında birleştiği mücadele örgütü. Bu örgütlülükle,

yaz aylarından itibaren örülen mücadeleyle, kepçenin alana girdiği ilk gün direniş başladı ve önce İstanbul’un ardından da Türkiye’nin gündemine oturdu. Tek başına bu da değil. İnşaata itirazla başlayan direniş; fiili olarak engel olmaya çalışmaya, “Koru’daki tek bir ağaca dokunamazsınız” kararlılığına, mahkemenin yürütmeyi durdurma kararını tanımayan belediyeye “Hukuku tanı” demekten “Hukuku yazana dek mücadele edeceğiz” demeye vardı. Çamlıca ve Ata “konakları” ahalisince lüks araçlarla Koru’ya barikat yapmaktan, baskılara,

uygulanması talebi de, direnişin sürdüğü nöbet alanı da aynı durumda kalamayacaktı. Yaratılmak istenen “mahallelidışardan” ayrımını mücadeleyle ortadan kaldıran direniş, belediyenin “Hukuki süreci bekleyeceğiz” açıklamasının yarattığı “acaba”ları da alt etti. 2 Kasım’da “Hukuk iptal, direnişe devam” sloganıyla yapılan mitingde binlerce kişi direniş alanını sloganlarıyla, alkışlarıyla, ıslıklarıyla doldurdu. Mitingin açığa çıkardığı şey, ülkeyi dönüştürecek yurttaşlık kavramının, aidiyet hissinin, bizzat onu yaratacak bireyleri de dönüştürdüğü gerçeğidir. Binlerce kişi İstanbul’un orta yerinde bir mahallede, Acıbadem’de, şantiyelerde ölen inşaat işçileriyle, maden işçileriyle bağ kurdu. Ülkeyi yöneten “beton kafalar”a, “kapkaç diktatörlüğü”ne, “Beton bir cehennemde yaşamak istemiyoruz. Her gün 15 işçinin katledildiği bir ülkede yaşamak istemiyoruz” diye seslendi, sloganlarıyla bir oldu, Koşuyolu’na aktı.

gözaltılara, zabıta ve polis şiddetine rağmen barikatların önüne dikilmeye, gençlere itidal tavsiye etmekten süreç içinde birer militan olmaya vardı. NE TALEP NE DE DİRENİŞ ALANI AYNI KALAMAZ Günlerce ortalarda görünmeyen İBB Başkanı Kadir Topbaş, inşaat için verilen yürütmeyi durdurma kararının iptal edildiğini alelacele “müjdelediğinde”, mücadeleyi sıçratacağını tahmin edemezdi muhtemelen. Artık yürütmeyi durdurma kararının

‘YENİ TÜRKİYE’ DEDİKLERİ: TÜM ÜLKEDE HUKUK İPTAL Bugün gelinen noktada, yalan-hukuksuzluk-provakasyon-şiddetle bastırılmaya çalışılan direnişte Validebağ bu bilinçle savunuluyor. Direnişçilerin her biri için Validebağ’ı savunmak Üsküdar’ı, İstanbul’u savunmak, yaşamı ve hakları da savunmak. Taksim Meydanı’nda, Galataport’ta, 3. Köprü’de, Soma’da, Yırca’da hukuku iptal eden ama şimdi “hukuk”a sarılan iktidara “Hukuk insan haklarından, işçi emeğinden üstün olabilir mi” diye soruyorlar. Hukuku da yeniden yazıyorlar: “Burada, bu nöbet alanında, meşruiyetini yağmacıların yasalarından değil, nöbet çadırlarındaki dayanışmamızdan ve direncimizden alan yeni bir hukuku, yeni bir yurttaşlık hukukunu hep birlikte yaratana kadar: Hukuk bitti, direnişe devam!” Bir “Yeni Türkiye” olacaksa, bundan gayrı ne?

Mahalleli artık birer militan

‘Barikatın önünde, dostların arasındayız’ Yaz aylarında Koru’ya saldırıyla birlikte başlayan ve bugüne dek örülerek gelen süreçte barikatın önünde ne sadece mahalleli, ne de sadece İstanbul’un dört bir yanından, “dışarıdan” gelenler var. Büyüyen dayanışmaya hem memleketin dört bir yanından hem de İspanya’dan Hollanda’dan barikatlardaki dövizlerle destek vardı.

28 Ekim’de Validebağ Korusu’nu korumak için nöbet tutan yaşam savunucularına iktidar-sermaye blokunun kolluk kuvvetleri gaz ve plastik mermiyle saldırıp nöbet tutanları alandan sürdüğünde İstanbul Kent Savunması aynı gün yayımladığı dayanışma notu ile tüm dostlara selam gönderdi: “Direnişimizin bu zorlu aşamasında yanımızda

olan tüm dostlara, direnişten direnişe nöbet selamı çakan Soma’nın Yırca köylülerine, Fransa Sivens ormanları direnişçilerine, direnişimize destek çağrısı yapan Atatürk Orman Çiftliği direnişçisi Ankara Dayanışması’na, ilk günden beri direnişçileri besleyen Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ataşehir Şubesi’ne, direniş alanında nöbet çadırı kuran

İstanbul Tabip Odası’na, direnişe sofra açan Bombalara Karşı Sofralar’a, avukatlara çağrı yapan Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi’ne, mimar ve mühendislere çağrı yapan TMMOB İstanbul İl Koordinasyonu’na, Okuluma Dokunma Koordinasyonu’na, AfyonSultan Dağı’nda direnişimiz için pankart açan dağcı dostla-

ra ve barikatın önünde İstanbul halkıyla yeniden buluşan Çamlıca Konakları sakinlerine dayanışma duygularımızla...” 2 Kasım’da yapılan mitinginde Validebağ’da birleşen İstanbullular, her alana ilişkin haklarını talep ederken “Biz bir aradayız, bir arada Koru’yu koruyacağız” sloganı en sık atılan slogan oldu.

İstanbul’un görece zengin bu semtinde, Çamlıca ve Ata “konakları” arasında yer alan alandaki bu arabalar, alana iş makinalarının girişini engellemek için. Araba sahiplerine “hatalı park etmek”ten ceza kesilip çekicilere yüklenerek götürülürken arabalardan çıkmayan insanlar içerden zafer işaretiyle alanı selamlıyordu. Kent ve doğa mücadelesinin her alanında olduğu gibi burada da direnişin önünde kadınlar var. İlk gün inşaatı engellemek istediği için yaşadığı sitenin yöneticisinin saçlarından sürükleyerek tehdit ettiği Deniz, hukuki süreci yürüten Av. Gülsüm, “Valide biziz bağ da bizim” diyen, inşaat alanına jeneratör taşıyan aracı engellemek istediklerinde polisin biber gazı ve plastik mermilerle saldırısına uğrayıp “Anneniz yaşındayım, anneleriniz şu yaptığınızı görse utanır” diyerek isyan eden teyzeler, alana yiyecek-içecek taşıyan ablalar, “Ben Gezi’ye karşıydım, ne olduğunu anlayayım diye Allah bana bu belayı verdi, tanklarıyla tüfekleriyle buraya geldiler” diyen mahalleli kadın… Koru’ya dokundurtmamak üzere direnişte, bir aradalar.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.