+
+
+
Derya Önder
+
Akasya Telaşı Digraf Yayıncılık
1973 doğumlu. 1989-1994 yılları arasında YTU Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nde öğrencilik yaptı. Şiirleri ve yazıları milliyet sanat dergisi, ütopiya, kül, düşlük, la poéte travaille, öteki-siz, rüzgâr, üç nokta, sınırda, yaratım gibi dergilerde yayımlandı. öteki-siz şiir “derdi” ve öteki-siz yayınevi'nin kurucularından birisi. İlk şiir kitabı Ceza Defteri (2002) öteki-siz yayınevi'nden çıktı. İstanbul'da yaşıyor
Şiir-antoloji
Akasya Telaşı
Derya Önder
Genel Yayın Yönetmeni
Metin Cengiz
Dizi Editörü
Yavuz Özdem
Redaktör:
Şenol Topcu
copyright
Digraf Yayıncılık
ISBN Kapak Tasarım 1. Basım Baskı-Cilt
978-975-9056Savaş Çekiç Nisan 2008 Kenan Ofset Tel: 0212-613 3120 İSTANBUL
Digraf irtibat
(0505) 412 83 01 (0537) 251 29 31
Adres
Samandıra Cad. Harmanlı Sokak, Özlem Ses Sitesi B Blok No:1 Yakacık, Kartal, İstanbul Şiirden Digraf’ın bir yayın markasıdır.
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
Derya Önder
Akasya Telaşı
+
+
+
+
+
+
+
+
İçindekiler saint antuan 09 ekim çocuklarına 16 ağıt 18 fotoğraf 20 yoksayım 22 harflerin kuyusu 27 nefti 28 savurkapı 30 düşümdü gece 32 büyük günaydın 36 güneyas 41 olmayan 42 otuz yaş için 45 lirika 46 yolculuk 48 bahçenin kalbi 50 nisâ 52 kıymık 53 doğuya bakar çünkü üzgün kadınlar 54 masal 56 rivayet 58 17:22 59 alaturka 60 yabanotu 64 kalbim yağmurdan yana 66 balkondaki güvercin 70 tatavla 71 eleni karaindrou için 72 tek seferlik ölüm müziği: kandans Akasya telaşı 74
+
+
+
+
+
+
+
+
“hiçbir söz konuşulmadı bu yaz. hiçbir isim söylenmedi." Ingeborg Bachmann
+
+
+
+
+
saint antuan I. saint antuan'da yorgun bir günahkârdım geceden kalmıştı uyuyan gözlerim bedenimde diri dokunuşların isa kadar ben de gerilmiştim gözlerinin çarmıhına kilise kadınlarına bakıyordum avuç dolusu günahları yeni yetme pişmanlıklarıyla kucak kucağa oturuyorlardı ahşap sıralarda
sözcükler seçiliyordu itiraflar için 'devrik cümleler' diyordu rahip 'yorar hayatlarınızı vazgeçin gizli öznelerden dua edin kardeşlerim kadınlarım siz de sorulmuş soruları sormayın artık bir cevap gibi yaşayın hayatınızı’
9
+
10
+
+
+
+
+
+
+
II. rahibin yüzünde tanrının gölgesi herkesin ağzında aynı dua bir mesih bekleniyordu sanki cehenneme dönen hayatlar için bense yeni bir günah tasarlıyordum şeytan gezdiriyordum dudaklarımda
ne bağışlatılacak günahlar ne yılgın pişmanlıklar hiçbiri için değildi gidişim şarap, ayin ve dua sarhoşluğu 'tanrım şükürler olsun bugün de verdiğin şaraba ve ağırladığın için bizi evinde’
12
11
+
+
+
+
+
+
+
genç ve uysaldı rahip sesinde kilisenin kokusu vardı bir cennet umarken eğik başlar bir kadını düşlüyordu belki ya da geçemediği sokakları
ben seni saint antuan'da unutmaya gitmiştim unuttum ve karıştım kalabalığa bir akşam daha koşuyordu geceye birbirine dolaşıyordu ayaklarım kollarımı açıp bir sözcük gibi dikilmek istiyordum şiirin tarlasına
14
13
+
+
+
+
+
+
+
+
III
ekim çocuklarına
çoktan kaybedilmiş bir savaştı aşk sen girdin şimdi aşkla arama mecusilerin yaktığı ateşlerden girdiğim gibi çıktım direndim hata payı olmayan aşklara hadi beni bir yangına dönüştür nasılsa kutsallığı yitmiş bir mabed bu beden nasılsa bu aşkta yanmayacak kadar semenderim ben
közlerin üzerinden geçiyor kaza yapan kamyonlar düşlerin üzerinden geceler, çıplak bekleyişler yüzünün yabanlığına benziyor ağaç diplerindeki eğreltiotları gittikçe uzaklaştırdığın kendine belki de hiçbir yerde sayılacak yaşından geçiyorsun şimdi orda mısın, herkesin bir buluta saklandığı göklerde söylenmiş sözler, vazgeçilmiş sorulardan sonra hesabı ödenmeyecek günlerimizi çalıyorlar senin beslediğin ateşleri ve benim bekleyişlerimi
16
15
+
+
+
+
+
+
+
+
+
ağıt kış gelecek, biliyoruz bunu parmaklarımı kesen ayaz, dudaklarımın yaralı susuşu ve uçuklayan kalbim her kavgadan sonra habercisi bunun... belki de bu, o yaşın senin hükümler giyeceğin tüm davalardan
sen gittin tuhaf bir rüzgâr sıvazladı sırtımı ben kürek seslerinde kaldım toprağın şıkırtısında bol ağaçlı bol yaşlı o ormanda bir ağaç bir ağaca fısıldadı: “hoş geldi” bir ağaç yürüdü gövdene sarılıp sarılıp gölgesine susacağımız başkası olmadı
ikinci kış, ikinci terleyişi soylu bir kısrağın kırgın mısın hâlâ kuşlara yalnız gittikleri için ve geceye, açık bıraktığı için üstünü dünmüş çatlayışı bir rahmin
ama a çaldılar uzağımızı da
sen belki de öfkenin yaşındasın o 'hayırsız çocuk' olmanın
bir akşamüstü getirdiler muştunu (reva mı)
sana kalsın “iki şehrin hikâyesi” ve yarım şişe konyak annem susmaya çağırıyor beni
o tuhaf rüzgârla gelen ne varsa incitiyor sesimizi (bu da mı reva) oysa onyedi nisan akşamında bir adam bütün sökükleri dikmişti temizlemişti yaban otlarını o akşam ay da vardı
18
17
+
+
+
+
+
+
+
+
fotoğraf ta ki bülbülüm gülüne yol veren ta ki göğsümün ucunda bir sızı içimden insan geçti içimden nisan geçti
ispinoz beslerdi babam ahşap kafesinde yalnızlığın içinde beslerdi gidebilme isteğini
ve ey ki sarılıp sarmalanmış her yara akmaya meyilli, bulaşmaya yaranı nereye yaranı nereye diyemeden senden önce yürüyen suyun yarım
bilmezdi annem saçlarımı örerken elleri yoksa bile sabah akşam sabah akşam neden ispinoz beslerdi babam daha iyi diyorum bu onun seyyad olmasından
ben yarım zaman yarım ay yarım
kim bilir, çerçevesi olmasa söküp atacaktı belki de sokağa bakan camları kaçabilme korkusundan
20
19
+
+
+
+
+
+
+
+
yoksayım anladım bir gün ne ispinozdu ne yalnızlığı ahşabın düşüp kırılan kalbiydi babamın şıp şıp üstümüze damlayan
döne döne ilerleyen gecenin ucundayız sayıklamalarımızdan oluşan köprünün kıyısında nasıl anlatılır top tüfek olmadan alınan yara nasıl söylenir bir çiçeği solduran derinsizlik yaşam bir top ibrişim yumağı renk renk yaşam ebemkuşağının altında üzgün gelincikler bir erkeğin bir kadını susarak sevmesindeki sır bir kadının dillenmemiş aşkında çözülen sihir yağmurları topluyorum, yağmurlarını kentlerin yığılmış güneşlerini topluyorum mavilerin, ellerimiz bir deri bir kemik sızısı taşınır hangi yaşa gitsen eksik sevmelerin sor bana, diyebilirsem söylerim kaç yıldız bir gecede yuvarlanır karanlıktan aydınlığa
atıyorum bak havaya kimin önüne düşerse kafası kopmuş ispinoz odur yaşamda kazanan sazlığını özleyen ney gibi özlemek bilmez insan tut hadi tuuut
22
21
+
+
+
+
+
+
+
ağzımız köpükler içinde, ağzımızda çiğnenip tükürülmüş aşk çiğnenip tükürülmüş merhabalar, günaydınlar, ne haberler böyle olmaz biliyorum, ilerlenmez böyle geri aramızda ipince ipler gerili, ipince gözyaşı gölleri nasıl dile gelir git denilen sevgililer, varılmamış baharlar sen ben olsak iyi o kadar kalabalık ki acının seyircisi çıplak ayakla geçmek gibi çakıltaşlı bahçeyi kana kana batırmak topluiğnelerini diğerine sonra geçip seyretmek bu eşsiz yenilgiyi
döne döne ilerliyoruz, içindeyiz gecenin o yüzden aynı yerdeyiz, apsis sıfır, ordinat sıfır yok gerilmiş kanadım, alınmamış öcüm sana son kez sormakta beis yok biliyorum beis'i yoktur bazı kadınların kederleri de olmaz kabuksuz kaldıysalar ağrı yok içimde, gözlerim kuru, dolanıp durmasa bir de keder yöremde…yok benden iyisi…
24
23
+
+
+
+
+
+
+
+
ağzımız köpükler içinde, bu neyin köpüğü bu hangi mevsime ait gece, sen kimin senisin güle oynaya düşmek var hayata, aşka, acıya güle oynaya ağlamak ölenin ardından dedim ya düşse düş yalansa yalan söylenmemiş düşleri nasıl yok ederse söylenmiş yalan o kadarız… o kadar durgun, alınmış… susuz o kadar
+
şimdi dinlenmeliyiz gölgesinde büyüttüğümüz ağaçların tam da bugün söz etmeliyiz ikimizden, artık sen nasıl istersen öyle geçen eylüllerden ekimlerden çocuklar da ölür çocukluklar da aç da bak dünyanın arka penceresinden umuttan yapılma şu çayır çimen şu karanfil, şu gül, şu sen söyle döne döne devrilen karanlığın üstüne düşen şu hayat mı çıkaracak bizi sokağa gülüyorum.
26
25
+
+
+
+
+
+
+
+
harflerin kuyusu
nefti
sen yağmuru ne zannederdin kim bilir ki sıcak akardı teninden sarısı yitmiş güz akşamları taşkın bir nehirdin de ben mi bakmadım o pencerelerden belki de incinirdi gözlerin karşılaştıkça dünyayla bir tarafı yırtık ceketler gibi ya da yıpranmış kol ağızları
az geldim azdan geldim dibinin kıyısına bu pas tutmuş yazma akşamlarında artık sen yok çıkarıp koyuyorum seni dolaba
sen aşkı ne zannederdin kim bilir boğulurken bir çocuk su kuyusunda
gümüş iyi geliyor nedense bir geminin hiç uğramadığı bu limanda iyiyim aslında zamanın salıncağında bir sana bir yarına
genzinde harflerin hırıltısı
bak artık iklimlerden söz eder gibi söz ediyoruz aşktan ve ayrılıktan
28
27
+
+
+
+
+
+
+
+
savurkapı kim bilir hatırlar belki kıyısına yanaşan sandalı bir adam uzun bir yolun nasıl geçildiğini
burası taşkent. çıbanları insan boyu yolları bir avuç koysam cebime götürsem biraz istanbul'a burdan insan burdan toprak burdan hava
soğutmak ateşi küle su vermek gülün yerine beslemek yani amaçsız bir sarmaşık gibi hayata dolanan yalnızlığı
denize benzeyen ovalarında koşsam abbaralarından geçsem usul
az geldim azdan geldim dibinin kıyısına durmaya
ben öyle deniz görmedimdi öyle sancı anadan kıza erimeyen kar yol bekleyen kıyım kırma bir acı
30
29
+
+
+
+
+
+
+
+
düşümdü gece bir kadın bir avuç şeker serpti üzerime koşup rüyama geldi aynı gece geride kaldı bildiğim dünya
biz üç kardeştik camlar kırılmadan önce avlusunda ağaç olmayan evlerde büyümüştük uğursuz bir kıştı. belki aralık zemheri derdi, olaydı annem
anladım 10400 fitte sıcaklık eksi 58 derece
görmemiştik daha önce evlere giren bir yağmur kızıl bir aşk. kızıl akşam. büyüyorduk usul usul
aşk da böyle dedi mor mihail aşkı biz toprağa gömeriz boy atsın diye
taşkın bir kederdi oysa yalandan dua ve gece
bir dağ cevap verdi içimde: öteki sustu.
32
31
+
+
+
+
+
+
+
bir şey var, tutunup bırakmayan hem benim hem değilim ben öyle ki güz deli gibi çarpıyor akşamlarıma
gırtlağında iki ölü bir yaralı. bitti, diyordu küçüğü buz tutmuş göl kıyısında yırtık ev fotoğrafları öyle hatırlıyorum beynimi zorladıkça
biraz daha düşünsem diyebilirim kardeştik. düşümdü gece sonra ayrıldık şehirden
biz hiç tanışmadık belki de savaşa da gitmedik bilmedik nasıl akar, nasıl donar sıcak kan birdenbire bir sus gibi ellerimiz ağzımızda
o adres de yitip gitti o sel de
susmadık da
34
33
+
+
+
+
+
+
+
+
+
büyük günaydın ne zaman devrilse bir ağaç zaman kırmızıya çalsa
günaydın turgut günlerden hafta ortası ve mevsim kış ardılı yoldayız, ilerliyoruz sıcacık bir ömürde, iki kişiyiz herkesin unuttuğu sokaklardan geçiyoruz kuşları selamlayarak balkonlar dışarı sarkmış ve kadınlar geceyi silkeliyor camlardan
biz üç kardeştik. öyleydi. yırtıldı karbon kağıdı var mıydı çağrılacak bir adımız, bir rengimiz bir şey işte. ne bileyim uyandır beni ey hayat. içimde bir kuyu bul çünkü üç kardeştik biz. öyle hatırlıyorum
günaydın turgut, 'hasan'a da günaydın günlerin yaban bir geçişi var ömürden koşuyoruz yorulmak için yokuş yukarı ve bırakmak için kendimizi hayattan aşağıya
36
35
+
+
+
+
+
+
+
cemal'in sabah kahvaltılarından geliyoruz istanbul boğazımızda bir lokma yakup'a gitmiyoruz kaç yazdır kaç yazdır yemiyoruz elmayı kabuğuyla rakı kokuyoruz baştan ayağa baştan ayağa şiiri kuşanıyoruz her gece her sabahtan daha aydınlık geçen bu sabah için bu güneş için içimize doğurduğun yaşattığın aşk için aşk'tan öte günaydın turgut, dikkat et kendine
'her pazartesi' o 'büyük saat' çaldığında yeniden başlıyoruz aksak bir makama minibüsler tıklım tıklım halk otobüsleri ağır kokuyor metroda sevgili arıyoruz bütün bir şehir bütün bir şehir korkuyoruz depremin gölgesinden yine de akşamları ekmek götürüyoruz evlerimize
38
37
+
+
+
+
+
+
+
+
gökyüzü üstümüze düşüyor her durakta her binen yolcuyu sen sanıyoruz son durağa gelince anlıyoruz sen bu otobüse hiç binmedin aslında sen durakların yolcusuydun çünkü başlamamış aşkların ki paslı bir çivi gibi batıyor kanatıyor benliğimizi hatırlattıkların
+
ve 'dünyanın en güzel arabistanı'na gidiyoruz seni bulmak için ve 'dünyanın en güzel çölü' oluyoruz unutuldukça birisine saati sormanın Yalnızlıkla ne ilgisi olduğunu düşünüyoruz neden bazı adreslerden mektupların hep geri döndüğünü uykusuz kaldıkça anlıyoruz: düşler ırmakları aklın ekinlerinin düşler dökülen yaprakları kalbin, biten aşklar gibi tütünler hâlâ ıslak ve hâlâ şehirler kaldırılıyor dağlara ve o büyük günaydın: 'hep bekleyenlerin günaydını'yla esirgenmiş bütün zamanlar içilmemiş bütün içkiler kadar günaydın gidişinin on altısında turgut uyar'a...
40
39
+
+
+
+
+
+
+
+
güneyas
olmayan
yaz bu.
ve ölüler gülümsüyorlar yeryüzüne bakıp şenleniyor toprak bir salyangoz, kabuğunda ağırlıyor beni
hüznün gizemli bahçesi. oysa sen, senin sesin, gözlerin kabına sığmayan sular gibi.
ah diriler!.. ve çoktan yitirilmiş bellekleri onların Bir heves uğruna yıkıp geçiyorlar bahçeyi yüzüme bakacak yüzleri olsa ya ağaçların bana da yer açılsa toprağın karnında
biliyorum dinecek susuzluğu çiçeklerin. kendi gölgesinde yok olacak erinç. varlık içinde varlık yokluk içinde aynası kırılacak yazların.
ah ölüler!.. tenimden koparılmış taze et yığınları yoruldum uzanmaktan ırmak boylarına ve kaybetmekten girdiğim savaşları sağaltsın şimdi ruhumu anılar çığlığıma tutunsun kendisini yok eden
biliyorum. uzun sürer dokunulmuş yerlerin sızısı. bir sabah uyanırız. bir şair ölür. cenazesine gideriz. dünya döner. döndükçe dünya bir şair daha ölür. şairi yaşayan ölü şiirler de buluruz istersek. bahçeye çıkarız. onlarca, yüzlerce. otururuz susarak. sen oluruz bir gün. bir gün ben ölürüz.
42
41
+
+
+
+
+
+
+
+
ah ölüler!.. sizin için dinliyorum callas'ı ve aralıyorum gövdemi gelişiniz için toprağın çocuklarını selamlıyorum yazının küçük harflerini ölüyor iç bahçemiz ve ne lütuf ölmesi de ilk yazın
duymadığım seslerine açıyorum kulaklarımı müziğin görmediğim renklerine yeryüzünün gözlerimi dilimde yırtılmış gecelerin akıp giden sözleri aklım on dokuzundan beri düşmanı kalbimin rahmim öldürülmüş çocuklar mezarlığı
ah uyuyabilsem bir yaprağın ayasında değmeden yüzüme dirilerin gürültüsü yaşasam içinizde ey sevgililerim ey sakat çocuklarım her biri başka aşktan baştan başa küflüyüm, baştan başa yalan
ah ölüler!.. mırıldanışı gibi hastalıklı dudakların ıslak ve yapışkan dokunuşlarla sarılıyorlar birbirlerine tıkanmış damarlarıyla güz sancılarını bekliyor ölü şehir doğurmak için kendinden ölümü... saatler geçiyor, dakikalar... tersine akan bir ırmağın sürükleyişi gibi yaban otlarını ah aldanış!.. taşı taşa çarpan şiddeti suların ve savurgan aşk dağıtıyor her seferinde yüreğin kalelerini bozguna uğruyor benliğin kararları uğruna vazgeçilmiş nedenler kalıyor geriye ve ölüler gülümsüyorlar yeryüzüne bakıp dilleniyor toprak
44
43
+
+
+
+
+
+
+
+
otuz yaş için
lirika
baharı müjdeliyor çocukların kuşdili intizarla eğiliyor yaprak yüklü dallar
yabandır bir olur bir daha olmasa
bir tek güneş kalıyor eskimiş kadifeleri okşayan sıyrılıyor geceden gökyüzünün örtüsü
ıslak çimenlerin üstünde bir kadın eyler gönlünü tıngır mıngır
somon rengi bir gülle çiçekleniyor bardak yatağın telaşı ilk sonsuza kapatmış gözlerini zaman
işte düşüm! ağrıyan yerlerimden kalan kalbini söküp atmışlarla, kalbi sökülmüşlerin bitmeyen kavgasında susan bir masa kıyısında aşk. orda.
kadınlar bahçeye çıkıyorlar yarı uykulu çıplak bileklerinde sedef gürültüsü bileziklerin uğurluyorlar gideni ev yalnızlığıyla yalınayak izleri ters dönmüş sıkıntının
sen sarı sabır ikircikli bakış olmamışı olduracaktı ikimizin sıcağı
otuz yaş birden çoğalıyor tekrarın üzüntüsü
kimse günahını sevmiyor ben akşama en uzun yoldan gitmeyi severdim eskiden. kimsenin solmadığı odalarda büyütürdüm ellerimi. yağmur bizim komşumuzdu. senden benden onlardan. çoğalan
46
45
+
+
+
+
+
+
+
+
yolculuk hayata bakardı bizim evimiz ne zaman bir tabut geçse önümüzden bütün gece kara rüya, omuz ağrısı bahçede muhakkak bir çiçek ölüsü
yokkuşağıyız dünyanın asılıyoruz hayata yumuşak yerlerinden boyuna sevişmeler, enine ayrılıklar aranan'larıyız modern masalların: çamur prenses, parmak aşık, çizmeli şair ve sihirli kavalıyla zamanın upuzun bir î gibi inceltilmiş o şiir dudak büküyor hayata koynuna alıyor küs oluşları
sanki yürürken bir şeyi düşürmüşüz hissiyle ....
durma, kirini sil öğleden sonraların akşam üstlerini çağır gelsinler nasılsa gideceğiz sıradan akşamlara yine yorgun düşecek bekleyecek geceler hepimiz bir hayatın katili, bir sevişme artığı yok o pullu kuşların ıslığı aklımızda gideceğiz yokuşun sürdüğü şehirlere dua ülkelerinden, tepelerden geçerek varacağız intiharın billur nehirlerine herkese bir mağara, herkese bir aynı ân o aşktan maverada
48
47
+
+
+
+
+
+
+
+
bahçenin kalbi yokistan: başkenti düşülkelerinin uzak mı, yok mu, ülke mi gerçekten büyüsü mü yoksa dokunur gibi sana dokunmanın zamana ve sonsuz bir ân gibi başlamanın hayata
ne zaman dönüp gelsem bir yalnızlıktan sözcükler var görüyorum beni bekleyen kadınlar suç işlerler yaşadıkça oturur konuşurlar bilirler birlikte susmayı ağlamayı mesela ölenin ardından bildikleri gibi bir aşkın bittiğini anlarlar görmeden duymadan bile
vazgeçtim, gidelim iki kişilik yer bul son kuş kanatlarında
işte burdayım dün yanı başımda yarın çok uzak yürüye yürüye geçtiğim yollar yaşasın diye dua edilen çiçek benimle yine işte susuyorum konuşmalar çağında şu saat susturuyorum dilimi
50
49
+
+
+
+
+
+
+
+
nisâ gelecekmişsin, severmişsin şiirde olur bunlar yalan söyler iki kelimeyi ayıran boşluk
martılar düşse denize düşer kıvrak bir rüzgâr savurur her şeyi belki de unutmaktan yapılır aşk unuta unuta derinleşir çizgiler
bahçemi bahçene yaslayan yıkık duvar bahçemi bahçene çağıran rüzgârla birlikte gitmiş dün gece
işte yazgının kesik elleri kanlı parmaklarıyla dokunuyor zamana
kökünden sökülen bir çiçek gibi yeri boş yeri sancı
ah nisâ! nereye döner insan yalnız kalınca sen aynanın kırılan parçası olduğun yeri gösteriyor hayat başımı döndürüyor bensiz dönen dünya uç veriyor sessizlik yağması bu anıların! yerle bir şimdi kalbim iki nisan arasında
52
51
+
+
+
+
+
+
+
kıymık
doğuya bakar çünkü üzgün kadınlar
varlığın varlığı acıttığı zamanlar vardır bir lâle nedense kış ortasında gelmek ister hayata
çöldeyim gölgesinde kendimin hafızamda bir gazel isli ve kırık matemimde dolunayın gözyaşı
taşın taşa çarpa çarpa yaşlandığı sular bir kökün bir kökü ittiği topraklar vardır ellerin unutmaya başlayınca anlarsın bir aşk da boyanır kana
kavrulmuş acılar ve eski yağmurlardan sonra acısını nakşeden şairin dizelerinden çekip çıkardım hayallerimi ardımda medeniyetin oyunları göçebe çadırları ve kervanların izlerine sürdüm yüzümü
benim de unutmayı öğrettiğim çiçekler vardır oysa limon ağacı, çürük sardunya, ölecek bir kaktüs varlığın varlığa varlığını hatırlattığı zamanlarda bir kıymık daha batar kalbin karasına
çöldeyim kaç bin yıllık tarihin sahrasında lekeler topluyorum kumların arasından bitimsiz bir uzaklık sarıyor zihnimi içimin gediklerinde can çekişiyor düşürülmüş aşklar ot bitmeyen yüreğimde hatıra bozkırlar kıraç şehirlerin kalabalıkları gürültüsüz yürüyorum uyandırmamak için sevdiğim şehirleri
şimdi bilenler söylesin irinden başka ne döker bir yara
54
53
+
+
+
+
+
+
+
+
+
masal kara gecelerinde hiç görmediğim çölü özledim söktüm çadırlarını içimden geç vakit… git! izler benim bulutsu gölgem nereye çöreklense acı nerde olsa alır yanık kokusunu bilir içinde çöl biten yürekleri
bir vardım bir yok kalbinden kan damlayan her şeye hayrandım yaşamak demekti bu aştım uzaklığını dağların "bin beyaz turna" koydum resmin adını dökük bir ev, yıkık bir masa
çöldeyim gölgesinde kendimin hafızamda bir gazel isli ve kırık matemimde dolunayın gözyaşı
yüklendikçe yüklendim alnımın damarlarına
doğuya bakar çünkü üzgün kadınlar
56
55
+
+
+
+
+
+
+
+
rivayet bir de baktım tellal olmuş sevgilim dünyaya şarkı söylüyor ben uyurken
avcılar sokağıyla daha iyi avcılar sokağı birbirine bakar kardeştir herkes orda başlar orda bitmeyen her şey
uyudum uyandım açtım yüreğimi sahraya
bir adam bir kadını tanır nerede görse
ben söyledim o yazdı o yazdı ben okudum
bir adam bir kadına yaprak düşer gibi
kırıldım ya sırçaymışım…
bir adam bir kadında engellerin olmadığı yer bir adam bir kadından usulca geçer sadece bir adam ve bir kadın karşılaşmamış komşuları gibi göğdelenlerin içinden geçerler de uğramazlar birbirlerine bir adam ve bir kadın ayak izlerinden kalan geriye
58
57
+
+
+
+
+
+
+
+
17:22
alaturka
beklerim çalsın akşamın zilleri, açılsın semaya kalbim pür telaş koşayım odadan odaya, ne gam!
uzaklara sürdüğümüz atların ardından göçebeler de çadırlarını toplayıp gittiler
aklımın çarşısında incik boncuk, göz sürmesi, maskara varsın ben kadın oldum diye sevinsin dünya
yeni bir mevsimin eşiğindeyiz şimdi dokunamadan geçip giden kış gölgesini kuytusunda saklayan ben
boynumda mercandan kolye, alnımda el yazısı bir adamın şurdan alıp şuraya koysam kendimi, kime ne!
içimizden yeni bir iç çıkarmanın yaralı bir kuşa yuva olmanın sevincindeyiz
ben bilirim ne zaman çalıp kaçar çocuklar zillerimi ne zaman avluya bakan bir pencere olur yüzüm bir yalan nasıl sırıtır dişlerin arasından dokununca büyütecek el kimdedir, nicedir…
60
59
+
+
+
+
+
+
+
uzaklara sürdüğümüz atların ardından iplik olup dizilen gözyaşlarımız kurudu
içimizde gri, köhne bir ev çatısından akıp duruyor olmayan gece
sabah yola düşecek kadar aşığız uzaklara karanlıktan korkmadan ve seğirterek gözlerimizi yeni olmayandan bir yeni âşık olmayandan bir aşk ister gibi
“ah sevgilim” diyor, içimde bir sıkıntı var bu gece sanki toprağın nemi bulaşacak tenime sanki ıhlamur içsem yumuşayacak içim ellerim yeniden bilecek dokunmayı yeniden bileceğiz ölümden dönülüp gelinen hayat nerededir kuşkunun çiçekleri nasıl açar kim sular onları yediveren olsun diye
istedik doğunun getirdiği ne varsa istedik gelmeyecek olanları da
62
61
+
+
+
+
+
+
+
+
+
yabanotu pınar'a 'boş ev'in anısına,
“ah sevgilim” diyor dilimde tırpanlanmış sözcükler var sen varsın, bir yoksun, varsın belki hangi yaşın telaşında hep uzakta açan çiçekler
bugün tabelasını kaldırdım boş ev'in
sonra şarkılar var, dinlesem kan oturacak gözlerime
kim bilebilirdi oysa bizden iyi sessizliği
biliyorum yaban bizim çocuğumuzdur biz yıkılmış köprüsüyüz uzaklararasının
“gitmek kolay değil' yazan tabelasını boş ev'in bugün kaldırdım iz bırakmayan gidiş olmazdı çünkü benim büyüyor sandığım yabanotuymuş meğer yine de kesmedim suyunu varsın kan gövdeyi götürürken ve hep dikenler içinde sevişirken biz yabanotu büyüsün evimizde söz'ü düşer nasılsa bilgeliğin
64
63
+
+
+
+
+
+
+
+
kalbim yağmurdan yana anne hüznümü de sen mi doğurdun
tabelasını diyorum kaldırdım “gitmek kolay değil” yazan evin sen sırtında kocaman bir hayatla çıkarken kapıdan yine de sızamadı içeri yokluk
I. gece bitti yorgun düştü kollarına günün sabah üstümde çivit mavi gök aynada kaldı yüzüm üzgünüm
kalbimin çukurunda diyorum ters dönmüş diyorum bir kaplumbağa gibisin
aynı yerden kanatıyor kaç keredir aynı bıçak aynı yerde bastırıyor aynı apansız yağmur kalbim taş baskı bir kitap... kalbim taş!.. kalbim baskı!.. kalbim!.. yana yağmurdan...
dokunamam
66
65
+
+
+
+
+
+
+
oysa daha dün, uzun yaz akşamlarından söz ediyorduk kiren toplamaya giden kadınlardan, ıslak ot kokusundaki tazelikten ve bir yaranın nasıl yayıldığından... oysa henüz gitmemiştik sarımadam çaybahçesi'ne oysa bitti gece geri döndü söz yıkıldı içimin kondu'ları 'her on yılda bir' mi diyordu lady lazarus çekip çıkarmalı acıyı içinden söker gibi topraktan bir ağacı
gece bitti şiirin dışında kaldı hayat nasıl da yineliyor her şey kendini öğrendik: yalancıdır aynalar çoğaltırlar yalnızlığı acı kir tutmaz bunu da öğrendik gördük ayağı kesik adamın damarlarını
68
67
+
+
+
+
+
+
+
+
+
II.
balkondaki güvercin
gece bitti üşüdü cam... öldü kuş... kanadında kaldı hayatın buğusu soruyorum kendime: sabır benim neremde neremde herkesin üzdüğü çocuk kalbim kış uykusunda bir düş kalbim kış... kalbim düş... kalbim... ömrümün yarası...
denizler burda, deniz gemileri gemi kaptanları, çocuklar deli gibi rüzgar yiyip rüzgar içen açbabalar
gece bitti...
anlaşılır kılmak için zamanı saatimi asıyorum çamaşır iplerine hep gidişin damlıyor yollara yıkanınca çeken bir şey değil bu ya da çözülürken dolaşan örgü yumağı
içinden geçen her rüzgâra yüz süren bir tül sessizliği gibi kalacak bu aşk
bir ayağı yerde, yarılıp düşsek içine bir ayağı yolda, ama yol hazır değil
gece bitti...
balkonu balkon güvercini güvercin yapan rüyada boşalan fren ve çarptığım ağaç ne kadar uzak ona, bana, buraya biz beklemeyi seçtik insan güvercinlerinin çığlığını yeraltı balkonlarında ama bir ses kırıntısı korkutup kaçırdı güvercini de balkonu da!
70
69
+
+
+
+
+
+
+
+
tatavla
eleni karaindrou için tek seferlik ölüm müziği: kandans
kül de yanınca ne kalacak geriye harf harf eskitilmiş ömürler mi kaçıp saklandığımız o ev mi bakıp da gülecek halimize
ağır ağır sürüklenen zaman yol alıyor parmak ucunda hırpalanmış gecenin üzerinden geçiyor ayaklar artık genç değil yalnızlık, biliniyor yeri değişmeyen her şey delili bunun
yokuşlarında çemberlerin sürüldüğü o yer gümüş palyaçolar mı saklayacak parklarında evli kederli ve taşkın gülüşleriyle rum kadınlar mı anlatacak türkçe acılarımızı aheste sinerken yangının kokusu tatavla'ya
oysa öğrendim yangın çıkarmayı biliyorum: ne zaman kanın artığıdır kızıl ne zaman bordoya dönüşür cesaretsiz kırmızı renksiz bir yaprak olabilir mi düşürdüğüm işte başlıyor kandans: -bu dansı bana lütfeder misiniz? (yoksa vaz mı geçmeliyim gökcismi olmaktan)
sonumuz olacaktı geceye taşan nehir isli bir gökyüzü taşıyacaktım sana, dumanlı bir seviş hiç öpmemiş gibi öpecektim, bir daha yanar gibi acıyan yerlerinden başlayacaktım ağlamaya
tavandan sarkan ağlarıyla gurur duyuyor örümcekler
akarca yokuşu'nda salyalı bir köpek havai fişeklerine bakıp gülümseyecek ense kökünden ısıracaktı hayatı hiçbir şeyin olmasam kuruyup kalacaktım lacivert balkonlarda ilmeği kaçırılmış bir aşkın ikindi yorgunluğu çöküyor günbatımının hiç gelmediği bu eve zamana tutunarak ilerliyor akşamlar mühürlüyor tenimi gidişlerin zenginliği kül de yanınca ne kalacak geriye
72
71
+
+
+
+
+
+
+
+
akasya telaşı kandans başladı: söküğünü dikemeyen terzi provada sabırsız bir müşteri aynı zamanda geleceği biçiyor hazır kalıplarla -kim teyellemiş sizi bana hep kanatan iğne olmuş acı
yaz gelecek sonsuz gürültüsü dinecek kalplerin acımasız bir kışın ardından gülümseyecek sokağa çıkan çocuk biz, daha çok diyorduk avluyu dolaşan güneşin eve girmesine henüz geç değil, kalbi üstünde taş kalmamış kadınlar için
kandans başlayınca ne'yi yazacağını bilmiyor tarih
ama şimdi üzgün ağaçlarının altında toprağa değerken ayaklarım biliyorum, zaman keser incelmiş yerlerinden bir aşkı ve tepinmek dünyanın üzerinde mızıkçı çocuklar gibi, nafile
74
73
+
+
+
+
+
+
+
o yüzden anlıyorum cama düşen akasyanın telaşını burkmuyor içimi artık yıkık duvar, savruk nehir
+
biraz da huysuz bir toprakta büyüdüm diye ishak paşa sarayı'na karşı ağladım diye annem üşüyen yerlerimi buza bağladı diye
kalmanın da gitmeye eş olduğunu bilenler için sarıdan çoktan geçmiş evlerin uykusuz sabahları için artık hatırlanmaktan yorulmuş anıların cânı için kâr etmez sabır, efsunsuz aşk, Armağan edilen baykuşun hakkı için
bekliyorum burada her şeyin her şeye karşılık geldiği yerde dilimde tüyden hafif sözcüklerle. gelsin gelsin ve dökecekse döksün âh'ını üstüme diye
bozduğum yeminlerin tümünden çektiğim ellerimi şimdi bir kez daha uzağa sürebilmek için topluyorum senin denizlerine döktüğüm ağlarımı
gelsin başka türlüsü yok bekliyorum telaşlı bir akasyanın gölgesinde.
75
+
76
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
76
+