UBUNTU | BAU Psikoloji Kulübü Dergisi 3. Sayı

Page 1


Neden UBUNTU? “Günlerden bir gün Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabilenin çocuklarına bir oyun öğretir. Çocukları belli bir yerde sıraya dizip, ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülünün o meyveleri yemek olacağını söyler. Çocuklar hazır olduklarında, antropolog yarışı başlatır. O anda tüm çocuklar el ele tutuşur, koşup ağacın altına beraber varırlar ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır ve onlara neden böyle yaptıklarını sorar. Çocuklar da şu yanıtı verir: Yarışsaydık, aramızdan sadece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken birimiz o ödülü yiyebilir ki? Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yedik. Ubuntu, bizim dilimizde; ben, biz olduğumuz zaman ben’im demektir.” Klasik bir Afrika anlayışı olan UBUNTU’nun kökeni Güney Afrika’daki Bantu dilinden gelir ve kelime karşılığı “insanlık”tır. Birlikte anlamlıyız…


UBUNTU 2019 BAU Psikoloji Kulübü Dergi baupsikolojidergi@gmail.com Kulüp Başkanı Hilal Şişman hilalsisman34@gmail.com Editör Saliha Koç salihakoc23@gmail.com Yazar Zeynep Başaran zeyzeybasaran@gmail.com Yazar Bircan Şahin bircann.shn@gmail.com Yazar Olivia Çanakçı oliviacanakci3@gmail.com Yazar Fatma Yaren İstemihan Yaşayan Kütüphane Yazarı Marwa Aboukhamis marwa.aboukhamis@stu.bahcesehir.edu.tr

Röportaj Yazarları Beyza Dede beyza.dd98@hotmail.com Miray Akbaş mirayakbas@hotmail.com Saliha Koç salihakoc23@gmail.com Tanıtım Köşesi BAU Psikoloji Bölümü Beyin ve Biliş Araştırmaları Laboratuvarı baubrainlab@gmail.com Dizgi Miray Akbaş mirayakbas@hotmail.com Hilal Şişman hilalsisman34@gmail.com Tasarım Günce Uğur gunceugur@gmail.com Çizim Ayşe Zeynep Kaya zeynepkaya96.zk@gmail.com Aleyna Yılmaz aleyna.yilmaz@stu.bahcesehir.edu.tr Lukas Şarklı lukasdikransarkli@gmail.com Hobi Köşesi | Kitap/Müzik/Film bahcesehirpsikolojikulubu@gmail.com


İÇERİK • Hep | Kulüp Başkanı Yazısı • Biz | Editör Yazısı • Küçük Şeytanlar – Bahsedilmeyen Fobiler • Yerdeniz’i Okumak • Boğazın Göbeğinden Pırlantanın Kalbine | Erasmus • Sineklerin Tanrısı • Yaşayan Kütüphane | Bipolar Birey • Röportaj Köşesi | Klinik Psk. Dr. Oya Mortan Sevi “Klinik Psikoloji” • Tanıtım Köşesi | BAU Psikoloji Bölümü Beyin ve Biliş Araştırmaları Laboratuvarı • Hobi Köşesi | Kitap/Müzik/Film


Hep… Hilal Şişman BAU Psikoloji Kulübü… Okuyanlara 3 kelimeden oluşan bir topluluk; benim için ise büyüdüğüm yer, koca bir tecrübe, üniversite hayatım, evim, ailem… Üniversite tercih dönemlerinde üniversiteleri araştırmak için gezerken kendimi Bahçeşehir Üniversitesi’nde buldum. Neler yapmak istediğimi anlatırken bana büyük bir motivasyon olan BAU Psikoloji bölümü hocalarımızdan Prof. Dr. Metehan Irak’ın “bizim senin gibi öğrencilere ihtiyacımız var” sözüyle belki de şimdi buradayım ve siz bu yazıyı okuyorsunuz. Güzel işler, güzel ekip ve ekip ruhu ile çıkar. Kendimize, psikoloji öğrencilerine ve psikolojiye ilgi duyan herkese bir şeyler katabilmek için yorulmak bilmeyen, enerjisi ve motivasyonu daima yüksek olan ve birbirlerine gerçekten bağlı olan o şahane ekip. Çağla B., Saliha, Deniz, Marwa, Çağla Y., Selin ve Nur; iyi ki. Geçtiğimiz sene güzel bir ekiple çıkarmaya başladığımız dergimiz bu sene güz döneminde 3. sayısı ile ilk kez basılı olarak çıkacak. BAU Psikoloji Kulübü olarak gün geçtikçe büyüyor ve gelişiyoruz. Dergi ekibi olmak üzere bu zamana kadar bu ekipte emeği geçen herkese; üniversitede akademisyen olmanın yanında ders dışında bize çok şey öğreten Arzu Aydınlı Karakulak’a; bizim iyi işler çıkarmamız için uğraşıp yanımızda olan kulüp danışmanımız Hale Ögel Balaban’a ve bölüm başkanımız Bahar Tanyaş’a teşekkür ediyorum. Birlikte çok daha iyi yerlere gelebilmek, getirebilmek için…


Biz Saliha Koç BAU Psikoloji Kulübü olarak merhaba diyoruz! Yeni bir dönem ve ekip arkadaşlarımızla çıktığımız bu yol boyunca “ben, biz olduğumuz zaman ben’im” diyerek yola çıktığımız bu serüvende sizlere bu dergiyi sunmaktan büyük heyecan duyarız. Okumaktan keyif alacağınız Güz dönemi 3. sayımız ile sizlerleyiz! Bu serüvende bizi derin bir yolculuğa çıkaracak kitap analizleri ile Bircan ve Yaren’in yazıları eşlik edecek. Sonrasında Zeynep ile birlikte fobilerimiz üstüne konuşacağız. Erasmusta olan arkadaşımız Olivia ile psikoloji öğrencisi olarak erasmustaki yaşadığı deneyimleri ile yeni bir pencere açacak bizlere. Röportaj köşemizde ise Beyza ve Miray eşliğinde “Klinik Psikoloji“ alanı üzerine sevgili hocamız Uzman Klinik Psikolog Dr. Oya Mortan Sevi ile gerçekleştirdiğimiz röportajımız bize bu alanla ilgili yol gösterecek. Bu sene önceki sayılarımızdan farklı olarak “Yaşayan Kütüphane” köşesi ile Marwa eşliğinde Bipolar Yaşam Derneği Başkanı Özlem Sarı ile farkındalık oluşturacak bir röportaj gerçekleştirdik. Psikoloji bölümüne dair siz sevgili okurlarımızı her zaman bilgilendirmeyi amaç edindiğimiz bu yolculukta, okulumuzda yer alan Beyin ve Biliş Araştırmaları Laboratuvarında neler yapıldığına dair detayları da bu sayıda yer verdik. Bu yolculukta çizimleri ile dergimizin sayfalarına renk katan arkadaşlarımız Zeynep, Aleyna, Yaren ve Lukas’a; senelerdir tasarımlarıyla bizimle birlikte olan Günce’ye; okulumuzun bölüm başkanı Bahar Tanyaş’a, daima bizim yanımızda olup desteğini hiçbir zaman esirgemeyen kulüp danışman hocamız Hale Ögel Balaban’a ve bizi birbirimize daha çok bağlayıp motivasyonumuzun ve enerjimizin daima yüksek olmasını sağlayan biricik arkadaşım ve kulüp başkanımız Hilal’e teşekkürü borç biliriz. Bir sonraki sayıda görüşmek dileğiyle!


Küçük Şeytanlar - Bahsedilmeyen Fobiler Zeynep Başaran Günlük hayatımızı çekilmez hale getiren birçok şey vardır; trafik -özellikle yağmurlu bir günde otobüsü kullanma zorunluluğuna düşmüş bir İstanbullu iseniz-, kötü haberler, tartışmalar, haber bültenleri ve ne yazık ki daha niceleri. Hayatın bu zorlayıcı temalarının arasına çoğu zaman katılmayan, genellikle “Birini Tanıma, konuşma başlatan ilk yirmi soru” başlığı altında daha çok kendini gösteren bir olgu daha var ki bu da fobiler. Bunlar “Hobilerin neler?” sorusundan sonraya sıkışmış, yeterince üzerine düşülmeyen fakat hayat kalitesi üzerinde ciddi problemler yaratan, tabiri caizse, küçük şeytanlardandır ve bu yazı da pek bahsedilmeyen fobiler üzerine ufak bir tanıtım niteliğinde olacaktır. Fobi, tanımı gereği, korkudan gelir. Antik Yunancada korku kelime anlamı olarak ikiye ayrılmıştır; “deos” yani olması gereken ve “phobos” patolojik olan. Phobos, kaçma teması barındıran, irrasyonel ve yoğun korku tipi olarak tanımlanmış ve yüzleşmenin yeterli olmayacağı, hayat kalitesini fazlaca etkilediği ve kontrol edilmez olduğu sebeplerince uzman yardımı gerektiren bir problem olarak görülür. Fobiler, temel olarak Hastalıkların ve İlgili Sağlık Sorunlarının Uluslararası İstatistiksel Sınıflaması-10 (ICD 10) tarafından üçe ayrılmıştır; agorafobi, sosyal fobi ve özgül fobiler(belirli bir nesne veya duruma karşı geliştirilen fobi) (Tozun & Babaoğlu, 2016). Dokuz aylık bir bebeğin, farelerle başlayan lakin ilerleyen zamanlarda bütün beyaz ve tüylü canlılara genişleyen bir korkuya koşullandığı Little Albert deneyinin bize gösterdiği gibi fobilerin öğrenme yoluyla oluştuğu görüşü hakimdir. Şimdi ise daha nadir duyulan fobilerden bahsedeceğim eğlenceli kısımdayız. İlk olarak ilk elden savaştığım fakat çok nadiren benimle aynı korkuyu paylaşan birisiyle karşılaştığım bir fobiden bahsetmek istiyorum. Fakat rivayet odur ki David Beckham da benimle aynı fobiyi paylaşmakta.


Ornitofobi: Bu fobi etraftaki kuş varlığından tedirgin ve rahatsız olmak anlamına gelir. Aynı ortamda olmak, yemek yemek veya yakın mesafede durmak büyük sıkıntı yaratabilir. Herhangi bir görüntüsü insanı çok gerebildiği gibi sosyal hayatı kısıtlayan bir fobidir. Daha çok kanatlı hayvanların tümü için geçerli bir korkudur. Fakat kuş korkusuna bir alt başlık olarak alektrofobi, tavuk korkusudur. Bu korku daha eski bir travmaya veya açık camdan giren bir kuşu görmeye dayanıyor olabilir. Agirofobi: Adından kesinlikle anlaşılmayacağı üzere agirofobi karşıdan karşıya geçme fobisidir. Araba fobisi ile benzer özellikler taşısa da özellikle karşı tarafa geçmeden kaçınma, geçilme durumunda şiddetli titreme ve baş dönmesi belirtilerini gösterir. Travma kaynaklı olabileceği gibi daha yaygın olarak caddelerde aşırı korumacı ve tedirgin davranan aileler tarafından edindirildiğine inanılır ve daha çokça çocuklarda görülen bir fobidir. Yetişkinlerde sıkça görülmediği gibi çevremizde hafif etkilerini sıkça gözlemleyebiliriz. Helyofobi: Bu güneşten, güneş ışığından veya zaman zaman genel ışıklardan rahatsız olunan fobidir. Gündüz dışarı çıkmak istememe, çıkıldığında kalın giyinip, her yüzeyi örtme şeklinde tedbirler alınan bir durumdur ve ben tam bir güneşçil (heliophilous) olduğumdan bana hep çok ilginç gelmiştir. Temel sebebi genellikle sağlık endişesidir. Cilt kanseri korkusu veya görüntü takıntısı olan insanlarda görülebilir. Jinefobi: En temel haliyle kadın korkusudur. Sıklıkla erkeklerde görülür; erkekliğinin ya da maskülen kişiliğinin bir kadın tarafından aşağılanacağı, elinden alınacağı korkusu temel düşüncedir. Kadın düşüncesi bile tedirgin edicidir. Ne yazık ki sıkça rastlanılan kadın nefreti, jinefobi ile karıştırılan bir kavram olsa da aynı değildir fakat kadın nefreti de erkek nefreti de bu korku temeliyle oluşabilir. Katoptrfobi: Ayna korkusu olarak geçiyor olsa da temelde nesneden değil yansımadan korkulur, yani yansıma korkusu olarak bahsetmek daha doğru olabilir. Kişinin fotoğraf çektirmekten kaçınması, kendi yansımasından tedirgin olması veya hiç bakmaması temel göstergeleridir ve ne yazık ki altında yatan sebep çoğunlukla görüntü takıntısıdır. Sadece kişi yansımaları değil; yazılar ve nesnelerin yansıması da hoşa gitmeyebilir, korkulabilir. Bu genellikle doğaüstü durum temelli bir korkunun göstergesidir (APA, 1997). Nomofobi: Çağımız hastalıklarından biri olarak anılan ve yeni yeni gelişmekte olan diğer bir korku ise nomofobi yani mobil telefon yoksunluğu korkusudur. Tablet, bilgisayar vb. teknolojik aletlerden uzak durulması halinde geliştirilen endişe ve huzursuzluk hali olup artan teknoloji kullanımı ile sıkça karşılaşılan bir durum halini almıştır (Erdem, Türen & Kalkın, 2016).


Basit bir nesnenin, durumun, kişinin veya olgunun bir insanda oluşturabileceği etkinin büyüklüğünün en büyük kanıtlarından biridir bence fobiler. “Kocaman adam iğneden mi korkuyor!” demek bazen çok kolay olsa da onun savaşı ve insana yaşattığı kısıtlamalar bence toplum tarafından göz arda ediliyor. Korkularımızla bile yargılandığımız bir düzende onlarla barışmak, üzerine gitmek çok olası hissettirmediği için çoğumuz utanç gibi saklamaktan, günü kurtarmaktan yana. Böyle bir yazıyı özellikle başkaları hakkında öğrendiğimiz yeni şeylerin -ne kadar uçarı dahi olsa- hayatlarında çok büyük etkileri olabilecek şeyler olduğunu unutmamak aynı zamanda bazı gözlenen davranışların bunlar ve benzerleri gibi küçük şeytanlar yüzünden gerçekleşiyor olabileceklerinin farkındalığını arttırmak adına sizlerle paylaşmak istedim. Sizim pek bahsedilmeyen küçük şeytanınız ne?


Yerdeniz’i Okumak Bircan Şahin Bilimkurgu ve fantastik türünün en büyük yazarlarından biri olan ve 22 Ocak 2018’de aramızdan ayrılan Ursula K. Le Guin ardında onlarca muhteşem eser bıraktı. Üçleme olarak bilinen ama son hali ile altı kitaptan oluşan Yerdeniz Serisi de yazarın en bilinen eserlerinden. Serinin ilk kitabı olan Yerdeniz Büyücüsü’nü bu yaz çok severek okuyup bitirdiğimde, henüz böyle bir yazıya vesile olacağını bilmiyordum. Ancak ne zaman ki kitap hakkında yazılan yorumları okumaya başladım, aslında okuduklarımın psikolojik arka planlara dayandığını, henüz öğrenmemiş olduğum birçok bilginin bu kitaplara ilham olduğunu fark ettim. Böylece serinin iki devam kitabını daha aldım: Atuan Mezarları ve En Uzak Sahil. Bu yazıda, özellikle serinin ilk kitabından yola çıkarak, kitaplara örülmüş psikolojik bağlantıları açıklamaya çalışacağım. Yerdeniz, bir adalar diyarı; özenle kurulmuş, ince ince işlenmiş bambaşka bir dünya. Büyücüleriyle, ejderhalarıyla, efsaneleriyle, ıssız adalarıyla, denizleriyle meşhur bir yer burası. Kahramanımız ise Ged; çobanlıktan başbüyücülüğe uzanan bir yolculuğu var. Biz de o yol boyunca eşlik ediyoruz Ged’e, öyle ki, o teknesiyle yol alırken biz de durakladığı her yere Yerdeniz haritasından bakıyor, evden ne kadar uzak olduğumuzu, daha nereleri gezeceğimizi hesaplıyoruz. Ged büyücülük gücünü fark ettikten sonra Ogion adında bir büyücü onu öğrencisi yapıyor. Ancak pek az konuşan, “dinlemek için önce susmak gerektiğini” söyleyen Ogion ile birlikte geçirdiği zaman, Ged’in içindeki öğrenme arzusunu tatmin edemiyor. Böylece Ged, bütün büyücülük sanatlarını öğrenmek için Yerdeniz’in en korunaklı yeri olan Roke adasına, büyücülük okuluna gidiyor.


Bizi asıl ilgilendiren kısım bu noktadan sonra başlıyor. Ged çok çabuk kavrayan, başarılı ve hırslı bir öğrenci oluyor. Kendisine bir kişi dışında kimseyi rakip görmüyor ancak o rakibi yenme isteği, Ged’in başına büyük dertler açıyor. Yaptığı tehlikeli bir büyü nedeniyle karanlık bir gücün serbest kalmasına sebep oluyor; ismini, ne olduğunu bilmedikleri, sonradan Gölge olarak adlandırdıkları, kötücül bir güç. Tanıdık geliyor mu? Carl Jung’u ve onun gölge arketipini hatırlatıyor bu bize. Gölge arketipi, bastırılmış, toplum tarafından onaylanmayacak isteklerimizi temsil ediyor. Persona, yani sosyal hayatımızdaki kimliğimiz, ilişkilerimizi yürütmemizi kolaylaştırıyor ve günlük hayatımızı idare etmemizi sağlıyorken; Gölge, sakladığımız, kimsenin bilmesini istemediğimiz hatta kimi zaman bizim dahi kabul etmediğimiz tarafımızı oluşturuyor. Hikâyeye geri dönecek olursak, Ged kontrol edemediği bu varlıktan ve bu varlığın onu ele geçirip, benliğini kötülüğe adamasından korkuyor. Gölge ile aralarında bir kaçma – kovalamaca başlıyor. Ancak Ged farkında ki Gölge hiçbir zaman Ged’i kaybetmiyor, onun her an çok yakınında. Ondan kaçmanın faydasız olduğunu fark eden kahramanımız, Gölge’sinin peşine düşüyor, ona kendi adıyla, “Ged” ile sesleniyor ve sonunda Gölge’siyle bir oluyor. Tüm bunlar ne demek? Jung’un teorisine bakalım. Diyor ki, görmezden gelinen ve kabul edilmeyen Gölge, gittikçe güçlenir ve tehditkâr bir hale gelir. Gölge’mizi kabul etmek, aslında, diğer yarımızı kabul etmek demektir; insan ancak böyle “tüm” olmuş olur (Ümit, 2005). Bu aslında birey olma süreci (individuation) için de gerekli bir durumdur. Tam olmak, kendimizi kabullenmek olgunlaşmanın bir parçasıdır; Ged’in deneyimlediği budur. Kendimizin kötü yanlarını reddedersek hem eksik kalmış oluruz hem de bu kötü özellikleri başka bir insana “yansıtabiliriz.” Ged de yansıtma mekanizmasını rakibine karşı kullanmıştı ve kibir, aşırı gurur gibi duygularını tamamen ona yüklemişti (Ünsal, 2015). Rakibinde gördüğü bu duygular aslında kendi içinde bulunan duygulardı. Ne zaman ki Ged, Gölge’yi ortaya çıkardı ve onun tam anlamıyla kendisi olduğunu gördü; artık Gölge’sinden korkmasına gerek kalmadı.


Yerdeniz Büyücüsü bize Ged’in büyümesini anlatırken, ikinci kitap olan Atuan Mezarları’nda bir kadının büyümesine ve özgürleşmesine şahit oluruz. Kahramanımız Tenar, çocuk yaşta ailesinden alınır ve baş rahibe olarak “İsimsizler”e feda edilir; artık adı Tenar değil, İsimsizler tarafından yutulduğunu ifade eden Arha’dır. Arha, Atuan’da bir nevi izole bir yaşam sürer, başka hiçbir yere gitmez, her yıl tekrarlanan belli başlı ritüeller dışında bir şey yaşamaz, Atuan’ın mezarlarında ve labirentlerinde dolaşmak onun tek özgür olabildiği aktivitedir. Atuan İsimsizler adı verilen güçlere hizmet edilen bir yerdir, matriarkal bir toplumdur; onlar için erkekler yalnızca Atuan’ın mezarlarına girip hazine arayan “hırsız”lardır, kötü ve tehlikeli varlıklardır. Tenar’ın bu tekdüze ve dış dünyadan uzak hayatı, Ged’in gelişiyle değişir. Tenar kendini tanımaya başlar. Ged ve Tenar, Anima ve Animus arketipleri göz önüne alınarak düşünülebileceği gibi yalnızca bu ikilinin diyaloglarını okumak bile insanın ufkunu açmaya ve edebi haz almasına yeterlidir. Özgürlük, kendini keşfetme, toplumun kadın üzerinde kurduğu kısıtlamalar, kadın-erkek ilişkisi ve daha birçok temaya bu kitapta rastlamak mümkündür.

Atuan Mezarları’ndaki bu temaları psikolojik açıdan detaylandırmayı her ne kadar çok istesem de bu kitap hakkında konuşmak farklı bir yazının konusu olmayı daha çok hak ediyor. Yine de hem Yerdeniz Büyücüsü’nü, hem Atuan Mezarları’nı, hatta bu yazıda bahsetmemiş olsam da En Uzak Sahil’i ortak bir noktada buluşturan bir şey varsa o, Le Guin’in Jung’un teorisinden esinlenişi ve böylece edebiyat ile psikoloji arasında mükemmel bir köprü kurmasıdır. Bu ilişki öyle bir ilişkidir ki, kitapları anlamak için teorileri bilmenize gerek yoktur ancak bildiğiniz zaman ve olayları çözümlemeye giriştiğinizde kitabı okurken aldığınız kadar keyif alırsınız. Kendimizi anlama yolunda da bir adım atmış olmamızı sağlar okuduklarımız. Hem Ged’in hem de


Tenar’ın başından geçenler; onların büyüme, olgunlaşma, özgürleşme serüvenleri kendi hayatımızı düşünmemizi sağlar. “Ya benim Gölge’m?” diye sorarız belki kendimize; kişiliğimizi iyi ve kötü yanlarıyla kabullenmeyi, böylece Gölge’mizin hakimiyeti altına girmeden onunla birlikte yaşamayı öğreniriz. Tamamlanmış olma yolunda bir adım atmış oluruz. Ya da Tenar’ın hikayesini hatırlarız; bir kadın olarak hayatın daha ilk zamanlardan başlayarak üzerimizde kurduğu baskı ve kısıtlamalarla nasıl mücadele edebileceğimizi ve elbette özgürlüğün bedelini öğreniriz. Büyümek denen yolda yürürken korkmanın normal olduğunu, kendini tanımanın engebeli ve meşakkatli bir süreç olduğunu anlarız. Belki de en önemlisi, yalnız olmadığımızı hissederiz. Yerdeniz serisini okuduysanız eğer ona bir de bu gözle bakmanızı, okumadıysanız hiç beklemeden bu dünyaya girmenizi sağlamayı amaçladım bu yazımda. Her kitapta kendisine biraz daha hayran bırakan Ursula Le Guin’i saygıyla anıyor ve Yerdeniz’i sevgiyle selamlıyorum. Başka bir yazıda görüşmek üzere!


Boğazın Göbeğinden Pırlantanın Kalbine Olivia Çanakçı “Değişmeyen tek şey değişimdir” demiş Descartes. Yani değişim kaçınılmaz, özellikle gençlik yıllarının vazgeçilmezi. Kimi zaman hayat değişimden ibaret, kimi zaman amacımız değişim, bazen ise değişim bizim için birer araç oluverir. Kafamda bu düşüncelerle birlikte başladım Erasmus öyküme, bu sefer değişim benim için hem amaç hem araç hem de yeni hayatımın bir parçası olacaktı. Küçük bir çılgınlık yapıp Boğaz kentinden kendimi Pırlantalar şehrinde buldum: Antwerpen veya Anvers. Bir Psikoloji öğrencisi olarak elbette korkularım ve endişelerim vardı, özellikle okulum uzayıp uzamayacağı konusunda ama her şeye rağmen heyecanım ağır basıyordu ve içimde bunların üstesinden gelebileceğime inanıyordum ve şu an yaklaşık üç ayı devirdim yani Erasmus dönemimin yarısını bitirmiş bulunmaktayım, bu yazıyı ise İstanbul’dan değil Belçika, Antwerp’ten yazıyorum. Şu an Thomas More Üniversitesi’nde psikoloji okuyorum. Türkiye’de ise Bahçeşehir Üniversitesi’ndeyim. Daha önümde üç ayım daha bulunmakta ancak ben kısaca sizlere kendi deneyimlerimi ve bilgilerimi aktarmak istiyorum. Öncelikle biraz Belçika’dan ve Antwerp’ten bahsetmek istiyorum. Belçika üç bölümden oluşan bir ülke: Fransız, Flemenk ve küçük bir bölümü ise Alman. Benim kaldığım şehir Antwerp, Flemenk bölgesinde yer alıyor. “Pırlantalar Şehri” olarak biliniyor çünkü kuyumculuk çok yaygın ve eskiden beri yaygınlaşmış bir meslek, ayrıca merkezde bir sürü özellikle pırlanta üzerine yoğunlaşmış kuyumcu bulabilirsiniz. Toplu taşıma veya özel araç pek yaygın değil daha çok bisiklet kullanılıyor. Aslında bu şehrin en güzel yanlarından birisi de 7’den 70’e herkesin İngilizce bilmesi, çok kolay bir şekilde yabancı bir öğrenci olarak iletişim kurabiliyorsunuz. Belçika aynı zamanda bira, waffle ve patatesleri ile de popüler bir ülkedir. Belçika’da ikinci en fazla bulunan azınlıklar da Türkler; anlayacağınız gibi Türk nüfusu da bayağı bir yoğun, zaten her şehirde birden fazla Türk mahallesi bulmak mümkün bu da aslında kendimi burada yabancı hissettirmedi, özlemini çektiğim şeyleri özellikle yemek konusunda bulabildim diyebilirim.


Bunun dışında Belçika’da psikoloji eğitim sisteminden biraz bahsetmek istiyorum. Burada genel psikoloji veya uygulamalı psikoloji olarak seçiminizi yapabiliyorsunuz. Benim şu an alanında bulunduğum ise uygulamalı psikoloji ve bence çok daha pratiğe dayalı fakat akademik açıdan da geri planda. Eğitim sistemleri Flemenkçe veya Fransızca ki bu bence yabancı bir öğrenci için bir dezavantaj sayılabilir çünkü Flemenkçe veya Fransızca öğrenmek zorunda kalmak kısıtlayıcı bir etken; fakat değişim öğrencilerine veya yüksek lisans için İngilizce dersler açıyorlar. Bana özellikle değişik gelen uygulamalardan bir tanesi uygulamalı psikoloji öğrencilerinin birinci sınıftan itibaren okul aracılığı ile bir hastane veya bir klinikte gerçek hastalar ile görüşmeler yapabilme ve testleri uygulayabilmeyi öğrenmeleri olmuştu. Bunun gerçekten pratik ve deneyimleme açısından çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Bir diğer uygulama ise “gözlemevi”; gözlem yapabilmek onlar için çok önemli, bu yüzden genelde üniversitelerde gözlem odası bulunmaktadır. Bu odanın özelliği ise; gizli bir ayna ile odanın arkasından gözlem yapılacak kişileri izleyebiliyorsunuz ve bundan gözlem yapılan kişilerin haberi olmadığı için doğal tepkileri görebiliyorsunuz. Bu uygulama özellikle çocuk davranışlarını gözlemlemek için kullanılıyor. Bir de Ulusal Psikoloji Haftası var ve bu haftada Kemmel diye bir yerde birçok atölyeye ve konferansa katılabiliyorsunuz. Benim katıldıklarım MBTI, Appreciative Inquiry, multikültürel alanlarda problem çözebilme ve Role-playing. Bunun yanında ırkçılık ile ilgili bir konferansa daha katıldım. Erasmus boyunca aynı zamanda birçok farklı içerikte derslere katıldım: Adli psikoloji, pozitif psikoloji, spor psikolojisi, psikofarmakoloji, Avrupa’da psikoloji, psikoloji ve teknoloji, endüstriyel psikoloji ve okul ve aile içi psikolojik tedbir yöntemleri. Sanırım en merak edilen sorulardan bir tanesi de bu derslerin hepsini saydırıp saydıramadığım veya okulumun uzayıp uzamayacağı. Bu sizin okulunuza ve gittiğiniz okula da bağlı ama şu an için ben 6 tanesini saydırabildim ve dönemim uzamıyor. Ayrıca yüksek lisans iki sene sürüyor ve bazı üniversitelerde (ULB, UCL ve University of Antwerpen) İngilizce eğitim bulunmaktadır. Çalışma alanlarına gelecek olursak, öncelikle “Psikolog” unvanı korunuyor ve bunun için her sene devlete vergi bazında belirli bir miktarda para ödüyorsunuz ve profesyonelleşme alanlarınız için ayrı eğitimlere gidebiliyorsunuz. Örneğin Klinik Çocuk Psikoloğu gibi bir unvana sahip oluyorsunuz. Burada Psikologların çalışma alanları psikiyatri hastaneleri, hastaneler, klinikler, çocuk rehberlik merkezleri, anaokulları, okullar, şirketler. Flemenk bölümündeki en iyi psikiyatri hastanelerinden bir tanesi Duffel’de bulunuyor. Bu hastane tamamen bir şehri kaplıyor ve hastaların kendilerini hastanede gibi hissetmemeleri için hastane mimarisine de sahip değil, ufak bir kasaba gibi düşünebilirsiniz. Aynı zamanda çoğu hasta yatılı değil, başka şehre geçebiliyorlar ve bu da hastaların iyileşme sürecinde otonomi kazanmaları için yapılan bir uygulama. Bunun yanında sadece belirli zamanlarda gelip giden hastalar da mevcut.


Gent’te bulunan Museum de Guislain‘den bahsetmemek olmaz, burası bir psikiyatri hastanesi ama aynı

zamanda müze. Özellikle orta çağ etkisi ve psikiyatrinin nasıl geliştiğini görmek istiyorsanız psikoloji ve psikiyatri tarihini burada baştan aşağı görebilirsiniz. Erasmus öyküme dönecek olursak, biraz da yaşayabileceğiniz ve benim yaşadığım zorluklardan bahsetmek istiyorum. Öncelikle, tabii ki sorumluluklarınız artıyor. Ev temizliği, çamaşır yıkama, her gün ne yemek yapmalıyım düşüncesi gibi sorumluluklar; ama aynı zamanda yakanızı bırakmayan makaleler, ödevler ve tabii ki yeni bir yere alışmaya çalışmak, çok farklı bir kültürle karşılaşmak ve bazen kültür şoku yaşamak... Bunlar bence tatlı yorgunluklar ve zorluklar diyebilirim çünkü insan bir şeyi severek yapıyorsa zorluklar birer araç olmaya başlıyor. Bir diğer ilginç bir konu ise “stereotype” yani ön yargılar. Burada özellikle Türkiye hakkında olan ön yargıları öğrenebilme zamanım da oldu. Hatta bu bir dersimizin konusuydu ve herkes başka ülkelerin hakkında bildiği ön yargıları yazdı, ortaya çıkan bence çok enteresandı. Şunu anladım ki; sevgili kebabımızı iyi tanıtmışız! Bunun dışında öğrendiğim kanılardan bir tanesi de Türklerin dışarıdan agresif veya çok mutlu gözüktüğü. Bu sanırım dilimizin agresifliğinden kaynaklı olarak yanlış yorumlanıyor, çünkü Avrupa kültürleri daha sözel ve mesafeli bir iletişimi tercih ederken Türk kültürü ise daha hareketli bir iletişimi tercih ediyor. Örneğin daha yüksek sesle konuşmak, konuşurken mimik ve jestleri çok fazla kullanmak gibi. Erasmus gerçekten kendinizi geliştirebileceğiniz, başka bakış açılarına daha farklı bakmayı öğrenebileceğiniz bir olanak. Özellikle geleceğin psikologları olarak farklı bakış açılarına, hoşgörüye ve deneyime çok ihtiyacımız var. Farklı olmak, fark yaratmak güzeldir. Cesaret en güzel deneyim. Van Gogh’un dediği gibi: Hiçbir şey yapmaya cesaretimiz olmasaydı, hayat nasıl olurdu? Kendi hikayelerinizi yazmanız dileğiyle…


Sineklerin Tanrısı Kitap Analizi Fatma Yaren İstemihan Sineklerin Tanrısı romanıyla ünlenen İngiliz edebiyatı yazarı William Golding, 1911 senesinde doğmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda deniz subayı olarak görev alan Golding, öncesinde Oxford Üniversitesi’nde lisans eğitimini aldığı öğretmenlik görevine 1945 yılında geri dönmüştür. 1954 yılında ilk romanı Sineklerin Tanrısı ile edebiyat dünyasına adımını atmıştır. Subay olduğu sıralarda savaşın acı, kanlı ve vahşet dolu yüzüyle tanışan Golding’in Sineklerin Tanrısı romanı iç karartıcı ve karamsar bulunduğundan dolayı basımında bazı zorluklar yaşamıştır. Kitap basıldığı sene beklenen ilgiyi göremese de 1960 yılından itibaren Bestseller listelerine girmiş ve Amerika Birleşik Devletleri’nde okutulması zorunlu olan kitaplar arasında yer almıştır. Hikayemiz, savaş sırasında 6-12 yaş arası çocukları taşıyan bir uçağın Pasifik’te bir adaya düşmesiyle başlar. Pilot ve diğer görevlilerin hayatını kaybettiği kazadan sonra adada yaşam mücadelesi veren çocukların maceralı, merak uyandıran ve heyecanlı serüveni romanı sürükleyici kılar. Dili oldukça akıcı olan kitapta Golding, çocukların başlarında otorite olmaksızın ne gibi davranışlar sergilediklerini, insanın doğasında neyin var olduğunu ve kurtulma ve hayatta kalma dürtüsünü çok iyi bir şekilde okuyuculara yansıtmıştır. Kitapta dört ana karakter vardır. Ralph, 12 yaşında sarışın ve dikkat çekici bir çocuktur. Babası Deniz Kuvvetlerinde Binbaşı görevindedir. İçinde babasının onu bu adadan kurtaracağına dair yoğun bir umut beslemektedir. Zeki bir karakter değildir ancak güzelliğinden dolayı çevresindeki çocukların onu lider gibi görmemesi işten değildir. Ada da umudun sembolüdür. Domuzcuk, gerçek ismini kitapta hiç öğrenemediğimiz diğer bir karakterdir. Bu takma adı ona Ralph vermiştir. Domuzcuk, aklın ve mantığın sembolüdür. Daha fakir bir aileden gelir, gözlüklü ve şişman bir çocuktur. Zeki ve gerçekçidir. Jack, kilise korosunun başıdır, kızıl saçlı cılız bir çocuktur. Ralph’e benzer şekilde Jack’te liderlik özelliklerine sahiptir. Ancak Jack Ralph’ten farklı olarak içinde sonrasında bastıramayacağı öfke, zorbalık, saldırganlık, kan dökme ve kötülük yapma isteği gibi dürtülere sahiptir. Ada da kötülüğün sembolüdür. Diğer karakterimiz olan Simon, sessiz ve akıllı bir çocuktur. Bir hastalığından dolayı adada bazen halüsinasyonlar görür. Bilgeliğin ve saf iyiliğin sembolüdür. Bize hümanist yaklaşımı hatırlatır.


Ralph ve Domuzcuk adaya düştüklerinde karşılaşan ilk ikilidir. Başlarda iki iyi arkadaş olurlar. Beraber buldukları deniz kabuğuna üflediklerinde çıkan ses sayesinde adadaki diğer çocuklara ulaşırlar. Ralph ve Domuzcuğun bulmuş olduğu deniz kabuğu, demokrasinin bir sembolü olarak toplantılarda eline alan kişiye söz hakkı verir. Ralph oy birliğiyle şef seçilir, buna itiraz eden tek kişi Jack olur. Jack ve Ralph bazı benzerlikleri dolayısıyla yakınlaşmaya başlarlar ve Jack bir süreliğine bu durumu kabullenir. Jack ile yakınlaşmaya başlayan Ralph, Domuzcuktan uzaklaşır ve tıpkı Jack’in Domuzcuğu ezdiği, aşağıladığı ve kötü davrandığı gibi Ralph’te Domuzcuğa kötü davranır. İlk zamanlar, kurtulma umuduyla gemi geçerse dumanı görüp adaya yaklaşsın diye ateş yakmaya karar verirler. Ancak yanan ateşin harını engelleyemeyip adanın bir kısmının yanmasına ve bir arkadaşlarının ölümüne sebep olurlar. Bundan çok etkilenen çocuklar geceleri kabuslar görür. Bu durumun negatifliğinden yararlanmak isteyen Jack, çocukların beslenmesi için adada av teklifinde bulunur. Takım arkadaşlarıyla beraber ava çıkmaya başlarlar. İlk denemesinde içindeki öldürme isteğine rağmen tereddüt eden Jack bize Freud’un hayatta kalmak için saldırganlığın kökeni olan ölüm dürtüsü teorisini hatırlatır. Saldırgan ve öldürme isteğiyle yanıp tutuşan Jack, ilk domuzunu mızrakladığı zaman, adadaki ateşin tamamen söndüğü ve adanın yanından bir geminin geçip gittiği zamana denk gelir. Aydınlık karanlığa tutsak olmuştur. Sonraları adada bir canavarın var olduğu söylentisi döner. Çocuklar korkmaya başlarlar hatta Ralph bile. Halbuki adadaki dağa bir paraşütçü ölü olarak düşmüştür ve onun paraşütü rüzgarla yükselip söner. Bu sıralarda bu durumdan yararlanmak isteyen Jack, Ralph ile tartışır. Onu cesaretsizlikle suçlar ve kendi liderliğinde adadaki diğer çocuklarla beraber Kaya Kale denilen yerde yerleşim kurar. Ralph’in yanında sadece Domuzcuk ve Simon kalmıştır. Ralph Domuzcuğa ne kadar haksızlık ettiğini anlamaya başlar. Birlikte hareket ederek hayatta kalmaya çalışırlar. Bu sırada Jack ve takım arkadaşları adadaki canavardan kendilerini korumak için ona kurban adamaya karar verirler ve her avladıkları domuzun başını mızrağa geçirip ormana koyarlar. Bir gün Simon adada gezintiye çıkarken mızrağın üstünde domuzun başını görür, domuzun başında sinekler vardır, hatta sinekler hayvanın kafasını o kadar kaplamıştır ki, kafatası görünmez. Sineklerin Tanrısı’nın bu kafatası olduğunu Simon’un halüsinasyonuyla anlarız. Golding, canavardan korunmak için çocukların aldıkları önleme Sineklerin Tanrısı ismini vermiştir. Asıl canavar çocukların içindedir ve bu yok edilemez, Simon bunun farkındadır. “Belki… Bir canavar vardır… Belki o sadece biziz.” Simon halüsinasyon görerek domuz kafasının yani sineklerin tanrısının konuştuğuna şahit olur. Bu gece Jack ve arkadaşlarının çok eğleneceklerini ve bu eğlenceyi bozarsa Jack ve arkadaşlarının onu ortadan kaldıracakları konusunda tehdit eder. Simon bütün bu olanlardan sonra cesatret gösterip dağa tırmanarak canavar dedikleri şeyin aslında bir insan olduğuna şahit olur. Adada ki herkesi uyarmak için aşağı iner, tam o sırada çok şiddetli bir yağmur bastırır. Jack ve takım arkadaşları bir şenlik planlarlar ve dans etmeye başlarlar. Dansta kendilerini kaybeden çocuklar bir ayindeymiş gibi hareket ederler. Bir yandan fırtınanın bastırması ve çocukların domuzları nasıl avladıklarını hatırlamasıyla, kana susamış hale dönerler.


Simon olanları anlatmak ama cıyla halkanın içine girer ve korkudan deliye dönen çocuklar Simon’u canavar zannederek mızraklarıyla, elleriyle ve ağızlarıyla Simon’u paramparça ederler. Çocuklar Simon’u öldürdüklerini çok sonra dalgalar Simon’un bedenini alıp götürdüğünde anlayacaklardır. Simon’un ölümü romandaki en trajik olaydır belki de. Devam eden zamanda çocuklar yaşadıkları bu olayı örtüp bastırmaya çalışırlar, aralarında bu konuyu hiç konuşmazlar. Adada ki iyiliğin ve saflığın sembolü yok olmuştur. Domuzcuğunda Jack’in takım arkadaşlarından Roger tarafından öldürülmesi bardağı taşıran son damla olur. Jack ve arkadaşları için öldürmek çocuk oyuncağıdır artık. Sıra Ralph’e gelir. Ralph adada saklanmak için yer arar. Çaresizce kaçar, kaçar, kaçar… Jack ve arkadaşları Ralph’i bulamayınca tüm adayı ateşe verirler. Yükselen dumanı fark eden bir askeri gemi adaya çıkarak Ralph’i ölümden, çocukları da esaretten kurtarır. William Golding, en masum diyebileceğimiz çocukların bile medeniyetten uzak doğada, nasıl ilkel vahşilere döndüğünü anlatan ve adeta bir psikologmuşçasına olayları içimize işleyen, karakterleri içselleştirmemize yardımcı, alanında bir ilki gerçekleştirerek bizlere harika bir roman sunmuştur. Golding savaş zamanlarında görmüş olduğu kan, vahşet, öfke gibi duyguları romanına yansıtmıştır diyebiliriz. Bu durumu yansıtırken, romanında çocukları kullanması bize “Kötülük doğuştan mı gelir yoksa sonradan kazanılmış bir şey midir?” sorusunu hatırlatır. Kan dökme, saldırganlık, ölüm dürtüsü saf iyiliği ve mantığı yok edebilir mi? Kötülük her halükârda umudu yıkabilir mi? Aydınlık her zaman karanlığa yenik mi düşer? Siz sadece sayfaları çevirin ve gerisini Golding’e bırakın…


Yaşayan Kütüphane Özlem Sarı / Bipolar Yaşam Derneği Başkanı Marwa: Psikolojik rahatsızlık denildiğinde akla ilk gelen rahatsızlıklardan biri bipolar kelimesi, hepimiz akademik açıklamasına ve ne olduğuna dair çeşitli fikir sahibiyiz. Ama bunu bir de bipolar bir birey olarak sizden dinlemek istiyoruz. Sizce bipolar rahatsızlık nedir? Özlem Sarı: Bipolar Bozukluk, iki uçlu yaşanan duygu durum bozukluğudur. Bu hastalığın bir ucu mani diğer ucu depresyondur. Genellikle 15-35 yaş arasında başlar, kadın ve erkeklerde aynı oranda görülür. Kronik bir hastalıktır. Tedavisinde atak dönemi ilaçları ve ataklar dışında koruyucu ilaçlar kullanılır. İlaç tedavisi çok önemlidir. Yanı sıra psikoterapinin de tedaviye olumlu etkileri vardır. Ülkemizde yaklaşık iki milyon kişi bipolar bozuklukla yaşamını sürdürmektedir. Marwa: Bipolar rahatsızlığa sahip olduğunuzu ilk nasıl ve ne zaman farkettiniz? İlk fark ettiğinizde çevrenizden gizlediniz mi?

Özlem Sarı: On beş yaşındaydım, lise 1. sınıfın yaz tatilinde depresyon ile başladı. Ailemin bilinçli davranması sebebi ile vakit kaybetmeden bir psikiyatriste gittik. Otuz sene öncesinde bu hastalık çok daha az biliniyordu tabii. Birkaç doktor sonucunda o yıllarda adı manik depresif olan teşhisim konuldu. Bipolar bozukluğun teşhisinin konulması zaman alabilir. Benim teşhisimin konulması da 1-2 ay sürmüştü. Çocuk denilecek bir yaşta psikiyatrik bir hastalığın tanısı almak elbette çok kolay değil. Fakat ben ilk günlerden itibaren hastalığımı gizlemedim. Gizlenmesi gereken bir durum olmadığını ve bir hastalık olduğunu düşünüyordum. Aradan geçen otuz iki yıl boyunca hiçbir ortamda ve durumda hastalığımı saklamadım. Bence kişinin kendisinin kabulü ile beraber gizleme ihtiyacı ortadan kalkıyor. Bunda aile ve çevre desteği de çok önemli elbette.


Marwa: Çocuklarda bipolar nasıl anlaşılabilir? Özlem Sarı: Çocukların problemlerini ifade etmedeki güçlük ve rahatsızlığın, diğer psikiyatrik hastalıkların belirtilerini taklit etmesi, çocuk ve ergenlerde tanı koymayı zorlaştırmaktadır. Çocukluk çağındaki Bipolar Bozukluk vakalarındaki belirtiler: • Artmış enerji • Basınçlı konuşma • Odaklanamama • Fikir uyuşması • Uyku ihtiyacının azalması • Büyüklük sanrıları • Cinselliğe aşırı artmış ilgi ve artmış aktivite Marwa: Bipolar bireyler ne gibi zorluklarla karşılaşabiliyor? Özlem Sarı: Bipolar Bozukluğu olan bireyler, yeterli ve düzenli ruh sağlığı hizmeti alamama, eğitim hayatlarının sekteye uğraması, işsizlik, psikoterapi hizmetlerinin sosyal güvence kapsamında yok denecek kadar az olması, özel sağlık sigortaları tarafından karşılanmaması, toplumsal damgalanma ve medyanın zaman zaman hastalık hakkında etik kurallara uygun olmayan yayınlar yapması gibi zorluklarla karşılaşabiliyorlar. Marwa: Bu süreçte hayatınızdaki insanlardan hangi durumlarda nasıl bir destek bekliyorsunuz? Özlem Sarı: Bu soruya kendi hayatım değil de genel olarak Bipolar Bozukluğu olan kişiler nasıl destek bekler diye cevaplamak istiyorum. Çünkü ben zaten hayatım boyunca bana destek olan bir aileye sahip oldum. Bipolar Bozukluğu olan bireylerin en önemli ihtiyacı öncelikle anlaşılma ve koşulsuz sevgidir. Bu hastalık kendi doğası gereği oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Kişinin ailesi ve çevresinden sevgi, anlayış ve hoşgörü görmesi çok önemlidir. Bunun için de hasta yakınlarının hastalık hakkında yeterli bilgiye sahip olması ve doktorlarının tavsiyelerine uymaları çok önemlidir. Özellikle eşlerin hastalık teşhisi konulmuş eşlerine çok sabırlı olmaları, yapıcı ve destekleyici konuşmaları, koşulsuz sevgilerini göstermeleri hasta ve tedavinin başarısı açısından çok değerlidir.


Marwa: Öfke kontrolü nasıl sağlanır? Ne gibi etmenler ve davranışlar öfke patlamalarını dengeye sokabilir ya da biraz da olsa hafifletebilir? Özlem Sarı: Öfke mani dönemlerinde görülür. Şiddetli mani atağı esnasında hastanın öfke kontrolünde bulunması beklenemez. Bu durumlarda hasta yakınlarının sakin ve sabırlı olması, atak esnasında hasta ile zıtlaşmadan yine anlayışla davranmaları gerekir. Bu gibi şiddetli mani atağına bağlı öfke nöbetlerinde zaman kaybetmeden hastanın doktoru ile temasa geçilmelidir. Marwa: Yaşanan ataklar ilaç kullanımı olmadan engellenebilir mi? Özlem Sarı: Bipolar Bozukluğun mani ve depresyon ataklarında farklı ilaçlar kullanılır. Depresyon dönemlerinde hasta; isteksiz, mutsuz, içine kapanık ve hayattan zevk almaz bir durumdadır. Mani dönemlerinde bunun tam tersidir. Çok konuşma, aşırı hareketler, aşırı para harcama, öfke, az uyuma, cinsel istekte artış gibi. Ataklar ilaçlar ile engellenebilir ya da şiddetleri azaltılabilir. Bipolar Bozukluk, kimyasal kökenli psikiyatrik bir hastalıktır ve ilaç kullanımı son derece önemli ve gereklidir. Ataklar geçtiğinde bu sefer koruyucu ilaçlar kullanılır. Düzenli ilaç kullanımı ve doktor takibi ile bu hastalığı kontrol altına alabilmek mümkündür. Marwa: Bipolar rahatsızlık bağımlılıkları tetikler mi? Özlem Sarı: Alkol ve madde bağımlılığı bipolar bozukluk belirtilerinin ortaya çıkmasına, bipolar bozukluk da alkol ve madde bağımlılığına neden olabilmektedir. Dolayısı ile aralarında iki uçlu bir etkileşim vardır. Eğer bir hastada her ikisi birden varsa bunların tedavisi birlikte yapılmalıdır. Marwa: Halk arasında bipolar rahatsızlık hakkında doğru bilinen yanlışlar nedir? Özlem Sarı: Bipolar Bozukluk kişinin hayal gücünün ürünüdür. B.B hastaları evlenemez ya da çocuk sahibi olamaz. B.B. tedavi edilemez. B.B hastaları çalışamaz. B.B. kişiler her zaman dengesizdir gibi yanlış inanışlarla karşılaşabiliyoruz. Marwa: Bipolar Yaşam Derneği hakkında bize bilgi verebilir misiniz? Derneğin temel amacı nedir, neler yapıyorsunuz? Özlem Sarı: 2007 yılında kurulan derneğimiz Bipolar Bozukluk tanısı alan hasta, hasta yakını ve uzmanları bir araya getiriyor. Öncelikli işlevimiz hastalık hakkında toplumu bilgilendirmek ve hastaları doğru yönlendirerek sağlık kuruluşları ve hastalar arasında köprü olmaktır. Toplumsal farkındalığı arttırarak ön yargıların ve damgalamanın önüne geçmeyi hedefliyoruz. Bu amaçla çeşitli etkinlik ve toplantılar düzenlemekteyiz. Derneğimize bipolaryasam.org sayfamızdan ulaşabilirsiniz.


Röportaj Oya Mortan Sevi / Klinik Psikoloji Beyza: Hocam kısaca sizi tanıyabilir miyiz? Oya Mortan Sevi: İzmirliyim, 27 yaşıma kadar da hep İzmir’deydim, sonrasında İstanbul’a geldim. Eğitim hayatımın büyük bir kısmı Ege Üniversitesi’nde geçti. Ege’de psikoloji okudum, yüksek lisans ve doktoramı da orada Klinik Psikoloji alanında yaptım. Bu sırada çok farklı yaklaşımları inceleme ve nasıl ilerleyeceğime karar verme şansım oldu. Lisans eğitimim sırasında, başta her öğrenci gibi dinamik yönelime ilgi duyuyordum aslında; fakat Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) ile tanışınca bana bu yaklaşımın daha uygun olduğuna karar verdim ve bu alanda okumaya, eğitimler almaya başladım. Yüksek lisansta da doktorada da bizim eğitimimiz BDT ağırlıklıdır. Ancak bunun yanı sıra hocalarımızın ilgi ve yönelimi doğrultusunda Psikodinamik Terapiler ve “Transaksiyonel Analiz” gibi farklı yaklaşımları tanıma şansımız da olur. Ben de bir yandan bu farklı yaklaşımları merak ederek araştırmaya, kendimi geliştirmeye çabalamaya devam ettim. Lisanstan mezun olup yüksek lisansa başlama sürecimde aynı zamanda Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde çalışmaya başlamıştım. Psikolog koltuğuna ısınmaya çalışırken Psikodrama ile tanıştım. Sonunda hem kendi terapi sürecimi tamamladığım hem de grup psikoterapisti ve psikodramatist unvanını kazandığım bu 8 yıllık yolculuk bana varoluşçu yaklaşımlarla çalışma konusunda bir deneyim kazandırdı. Bu arada Manisa Ruh Sağlığı’nda çalışırken gördüm ki ne yazık ki psikoz hastalarıyla ilgili çok fazla bir şey yapılmıyor. Bunun üzerine ben de bu konuya eğilip araştırmaya başladım. Hem yüksek lisans hem doktora tezim kapsamında şizofreni ve psikotik bozukluklarda bilişsel davranışçı terapinin etkinliğini incelediğim çalışmalar yaptım. Türkiye’de bu alandaki yayınlar psikoeğitim veya ilaca uyum, destekleyici terapiler ağırlıklıydı. Tez danışmanım ile birlikte yurt dışındaki bilişsel davranışçı terapi ile yapılan yayınları takip edip toparladığımız bir terapi el kitabı oluşturduk. Sonrasında İstanbul’a geldim. 4 yıl kadar İstanbul’da Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nde çalıştım ve orada özellikle bağımlılık ile çalışma konusunda bir deneyim kazandım. Ben orada çalıştığım süre içinde Bahçeşehir Üniversitesi’yle bir işbirliği içindeydik, lisans ve yüksek lisans öğrencilerinin hastane stajlarının koordinatörlüğünü yürütüyordum. Doktoramı tamamladıktan sonra Bahçeşehir Üniversitesi’nde yarı zamanlı ders ve süpervizyon vermeye başladım. Bu yıl itibari ile de akademik kadroda tam zamanlı olarak çalışmaya başladım. Beyza: Klinik psikolog olduğunuzu ve uzun süredir alanda olduğunuzu biliyoruz. Klinik psikoloji nedir? Siz klinik psikolog olmaya nasıl karar verdiniz?


Oya Mortan Sevi: Yüksek lisans mülakatı gibi oldu biraz. Bu soru size de sorulabilir ileride. Ben de bu soruyu kendime çok sordum tabii ki. Aslında bakarsanız lisansa girerken de birçok öğrenci klinik psikoloji isteğiyle giriyor. Çok klişe olacak belki ama benim için de böyleydi. Yetiştiğiniz çevre, büyüdüğünüz aile, çevreden gelen mesajlar, hepsi belirliyor aslında nasıl bir yetişkin hayatı yaşayacağınızı. Benimki de böyle bir şey. Hem kendimi tanımak hem de diğer iç dünyaları anlamak için klinik psikolojiye ilgi duyuyordum. Okudukça, farklı yerlerde staj ve gözlem yaptıkça-ki karar vermek için özel eğitim merkezlerinde, anaokullarında, danışmanlık merkezlerinde, hastanelerde staj yaptım- kendime en yakın bulduğum alan, kendimi içinde en çok hayal edebildiğim resim buydu ve yapabileceğim şeylerle ilgili içimde hep bir heves vardı. Lisans zamanımda klinik psikoloji alanından tez yapma fırsatım oldu, klinik hocalarımızla birlikte otizmin farklı boyutlarını inceleyen bir değerlendirme aracının standardizasyon çalışmasında yer aldım. İlk yayın ve uluslararası kongre deneyimim böyle oldu. Bu çalışma esnasında akademik araştırma yapmaktan çok keyif aldım ve kendime, “bu ikisini birlikte yapmalıyım yani hem alanda olmalıyım hem de akademik çalışmaları sürdürmeliyim” dedim ve bir şekilde bu sonrasını şekillendirdi. Bence, klinik psikoloji insanın düşünsel, duygusal, davranışsal ve bedensel olarak yaşadığı sorunları değerlendirmemizi ve daha iyi anlamamızı sağlayan bir alandır. Kişiye ve/veya çevresine zorluk yaratan düşünce, duygu, davranış ve tutumları ölçmemize, gözlemlememize ve kişi istiyorsa değiştirme sürecinde ona rehberlik edebilmemize imkan tanır. Dolayısıyla hem ölçme ve değerlendirmeyi hem de tedavi sürecini kapsar. Yani çok geniş bir alandır. Aynı zamanda terapist kimliğiyle çalışırken kendi iç dünyamızı iyi tanıyor olmayı gerektiren bir alan.


Miray: Klinik psikologların insanlarla ilgilenirken aynı zamanda kendi iç dünyasını tanıyabilmesi çok önemli bir nokta. Oya Mortan Sevi: Başkalarıyla çalışabilmen için önce kendi güçlü ve güçsüz yönlerini iyi bilebilmen gerekir. Dolayısıyla klinik psikolog ve psikoterapist olabilmek için bir terapi sürecinden geçmek gerekir. Bunu yapabildiğinde başkalarıyla çalışman da daha kolay olur. Çünkü çalışırken danışanın hayatından bir şey senin kendi hayatın ile ilgili bir tetiklenmeye sebep olabilir. Senin için seni zorlayan kısımları ve sınırlarını iyi bilmezsen karşındaki kişiye yardımcı olman zorlaşabilir aynı zamanda zarar da verebilirsin. Saliha: Alanda ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz? Bunlarla nasıl baş ediyorsunuz? Oya Mortan Sevi: Özellikle akademik çalışma yapmaya çalışıyorsanız ya da düzenin dışında bir şey yapmaya çalışıyorsanız çeşitli engellerle karşılaşacaksınız demektir, buna hazırlıklı olmak gerekiyor. Ben kendi çalıştığım yerlerde ya da dışarıdan bir araştırmacı olarak gittiğim hastanelerde hep engellerle karşılaştım. Destekleyenler de oldu, fakat önüme engel çıkartan da çok oldu. Örnek vermek gerekirse stabilize ilaç tedavisi devam eden hastayı EKT’ye alan ya da hızlıca taburcu eden doktorlar oldu. Ayrıca yüksek lisans, doktora yapmak devlette çalışırken çok zordu. Örneğin Manisa’dayken yıllık izinlerimi kullanıp döner sermayemden eksilterek gittim hep okula, hep bir sorun çıkar korkusuyla. Bununla nasıl baş ettiniz derseniz en büyük cevap “motivasyon” olur. Eğer kafanda hedefler varsa ve ne yapmak istediğini biliyorsan ve yaptığın şeyin bir şekilde işe yarayacağına inanıyorsan o engellere rağmen yola devam ediyorsun. Mesela bana şu soru ile gelenler oldu, “ne yapacaksın şizofreni hastasıyla çalışıp, aileleri ile çalış bari, hem onlarla çalıştığında bir cevap alabilecek misin ki boşver.” Eğer dokunuşunuzun bir fark yaratacağına inanıyorsanız o zaman yola devam etmek gerekiyor, çünkü zaten bunu söyleyenler, o vazgeçenler. Bu yüzden hiçbir şey yapılmıyor bu hastalarla ya da hep aynı konular üzerine çalışıyoruz. “Zaten değişmez” bakış açısı bu yüzden yerleşiyor belki, zorluklarla karşılaşınca insanlar geri çekiliyor. Oysa birşeyleri değiştirmek için bence mücadele etmek gerek. Beyza: Hocam, o yüzden bana çok kıymetli bir meslek olarak geliyor psikolog olmak. İnsanı tanımak için önce kendimizi tanımak gerekiyor, neticede biz de bir insanız. Kendini iyi tanımayan, merhamet göstermeyen birisi bir başkasına sağlıklı bir şekilde nasıl yaklaşabilir ki?


Oya Mortan Sevi: Bu söylediğin şey, çok önemli bence çünkü o karşılaştığın zorluklar sırasında sen kendini yargılarsan, eleştirirsen, sen kendini kabul etmezsen ya da bu sürecin zor olacağını ama dayanacağını kendine söylemezsen baş etmek zor. Dolayısıyla kendine kabul gösteren merhametli bir yaklaşım sergilemek çok önemli. Diğer insanlara da empati ve kabul ile yaklaşmak önemli. Oysa biz toplum olarak etiketlemeye eğilimliyiz. Hem kendimizi, hem başkalarını… Klinik psikoloji için de sadece tanıya ve belirtiye odaklanmak işimizi zorlaştırıyor. Tanılar ve belirtiler değerlendirme ve tedavi için gerekli ama hangi tanı konmuş olursa olsun her şeyden önce karşımızdaki kişinin bir insan olduğunu ve yardımcı olunabilirse kendini gerçekleştirme potansiyelinin de var olduğunu; sadece doğru şartların sağlanıp ona yol gösterilmesi gerektiğini savunuyorum. Bir yandan da tabii ki düşüncelerimizin, duygularımızın, davranışlarımızın ve bedenimizin bir bütün olduğunu ve bunların ilişkisinin fark edilmesinin çok faydalı olduğunu kendi mesleki uygulamalarımda yaşayarak görüyorum. Klinik psikolog koltuğunda otururken taşınması gereken birtakım özellikler var. Örnek verecek olursak empatik, esnek, yargılamadan ve eleştirmeden kabul eden, destekleyici ve işbirlikçi, grup çalışmalarına yatkın gibi. Bir de tabii kişinin kendi sınırlarını ve mesleki sınırlarını çok iyi bilmesi gerekiyor. Saliha: Psikoloji denildiğinde aklımıza hep klinik psikoloji geliyor ve psikolojiyi klinik psikolojiden ibaret sanıyoruz. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Oya Mortan Sevi: Psikoloji çok geniş bir alan. Bizim öğrencilerimiz belki popüler olduğu için klinik psikolojiye ilgi duyuyorlar ancak belki de diğer alanlar yeterince bilinmiyor. Oysa psikolojinin pek çok alt alanı var ve hatta psikolojide multidisipliner çalışmak da mümkün. Mesela sinir bilime ilgi duyuyor olabilirsiniz, bu alanda yüksek lisans yapıyor olabilirsiniz ancak klinik alana merakınız da varsa belki bu iki yönelimi birleştiren ve yeniliklere ışık tutan bir tez hazırlamak mümkün olabilir. Farklı alanları gözlemleme imkânınız olursa -farklı çalışmalar içinde yer alma, farklı hocalarla konuşma gibi- aslında bu alanın disiplinler arası çalışmaya ne kadar uygun bir alan olduğunu görebilirsiniz. Miray: Klinik psikoloji alanında lisans programından mezun olduktan sonra öğrencilerin izlemesi gereken adımlar ve bu meslekte dikkat edilmesi gereken etik değerler nelerdir? Oya Mortan Sevi: Bu adımlar mutlak doğrular değil elbette, herkesin yolu farklı olabilir. Benim kendime neyi rehber edindiğimi söyleyecek olursam; bir kere mezun olduktan sonra değil bence öğrencilik yıllarında daha bununla ilgili bir şeyler yapmaya başlamak gerekiyor. Örneğin ben daha çok 4.sınıflara ders verdiğim için mezuniyet yaklaştıkça onlarda bir panik oluştuğunu görüyorum. Hani ALES’e gireceğim, şu hastaneye başvuracağım gibi. Ama buraya gelene kadar da bununla ilgili adımlar atıp kendinize yol çizmeniz önem taşıyor. Ben ne yaptım derseniz; ikinci sınıftan itibaren her sene kendime gözlem yapabileceğim bir ya da birden fazla merkez


araştırdım. Örneğin ilk yıl rehberlik ve özel eğitim merkezlerinde bulundum. Gerçekten yapabilir miyim, bana uygun mu? Sonraki yıllar anaokulu, danışmanlık merkezleri, hastaneler... İlgileniyorsanız insan kaynakları da eklenebilir bu listeye örneğin. Endüstri alanında da psikolog ya da klinik psikolog olarak çalışmak mümkün. Ben gerçekten ne ile çalışmak istiyorum? Bunu teoride, kitaplarda bulmanız çok mümkün değil. Gerçekten gidip alanda kendinizi tartmanız, kendi sınırlarınıza bakmanız gerekiyor. Tabii ki bir yer bunu belirleyemez ama en azından birkaç yerde gözlem yapmak biraz anlamanıza imkan tanır. Ben kendime dedim ki ben hastanelerde çalışmak istiyorum, psikoterapist olmak istiyorum. Akademik çalışmalar yapan, eğitim ve süpervizyon veren bir klinik psikolog olmak istiyorum. Hayatımın geri kalanında klinik alan ile ilgili bir şeyler yapmak istiyorum. Lisansta bizim zorunlu stajımız vardı ama biz bunun dışında da kendimize imkân yaratıyorduk. Klinik alanda çalışabileceğime karar verdim ama dediğim gibi mezun olacağım sene karar vermedim buna. Benim için aslında en öğreticisi, mezun olduktan sonraki ilk yıl yüksek lisansa girememem oldu. Bunu da vurgulamak isterim, lütfen vazgeçmeyin. Kendime Hacettepe ve Ege Üniversitesi Klinik Psikoloji diye sınır koymuştum. Hacettepe 4 kişi alıyordu, Ege de 7 kişi alıyordu ve Ege Üniversitesi uzun zamandır da yüksek lisans açmıyordu dolayısıyla ciddi bir birikim olmuştu. Tabii ki çok daha deneyimli insanlar vardı ve ilk yıl onlar alındı. O yıl İzmir Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi’ne gittim, “ben burada çalışmak istiyorum, para almak istemiyorum sadece öğrenmek istiyorum” dedim. Orada çok deneyimli iki klinik psikolog çalışıyordu, bana kattıklarının hala çok farkında olduğum insanlardır. O bir yıl boyunca, ben oranın çalışanı gibi gidip geldim. Orada edindiğim deneyim inanın dört yılda edindiğime değerdi. Bu arada eğitimler de alıyordum. Sonraki yıl zaten yüksek lisansa girdim. Dolayısıyla size önerim lütfen son yıla bırakmadan kendinize fırsat yaratın bunların hiçbiri benim önüme çıkmadı. Hepsi insanların kapısına belki tekrar tekrar giderek, isteğimi belli ederek, sabrımı ve motivasyonumu göstererek oldu. Haklısınız sayı olarak çok fazla kişi var ama yine de kendi farkınızı yaratmak için sabrınızı, azminizi ve motivasyonunuzu göstermeniz gerekiyor. Etik değerlere gelecek olursak öncelikle insan birey olarak kendi sınırlarını iyi bilmeli; neyin kendi çalışabileceği alan olduğunu, neyin olmadığını iyi ayırt edebilmeli. Aldığı eğitimler ve deneyimi doğrultusunda danışan kabul etmeli yani her konuyla çalışamayız. İlaç tedavisine yönlendirilmesi gereken psikiyatrik durumları, psikiyatrik ve nörolojik konsültasyon gereken durumları bilmeli. Alanda şu kadar yıllık deneyimim var demek ben artık her şeyle çalışabilirim demek olmuyor. Dolayısıyla eğitimini ve süpervizyonunu aldığınız, kendinizi daha yetkin hissettiğiniz alanlar ve konular vardır. Birbirimize yönlendirmek zayıflık, güçsüzlük değildir. Terapi odasında danışanın gizliliğine, sınırlarına saygı duymak, aynı zamanda bu odanın da bir sınırının olduğunu danışana ifade etmek ve bu sınırları uygulamak gerekiyor. Bir klinik görüşmenin sohbetten farkının ne olduğunu çok iyi bilmek gerekiyor. Ne yazık ki alanda klinik görüşme yaptığını sanan ama sadece tavsiye veren çok meslektaşım var.


Klinik görüşmenin içeriğinin, karşısındakine öğüt vermek olmadığını, onun hayatını belirlemek olmadığını, sadece bizim onun yoluna ışık tutan, arkasındaki bir destek olan ve zorlandığı noktalarda önüne seçenekler açan bir dış güç olduğumuzu ve bunun işbirliği içeren bir süreç olduğunu bilerek ilerlemek gerektiğini unutmamamız gerekiyor. Benim aklıma gelenler bunlar, daha da çok vardır eminim. Miray: Okulumuzdaki Klinik Psikoloji yüksek lisans programı hakkında bilgi verebilir misiniz? Oya Mortan Sevi: İlk yıl klinik görüşme, değerlendirme, istatistik gibi derslerin yanı sıra bilişsel davranışçı terapi ve dinamik dersleri aldığınız, ikinci döneminde hangi yaklaşımla devam etmek istediğinize karar verdiğiniz bir program. İkinci yıl hangi terapi yöntemiyle ilerlemeye karar verdiyseniz ona göre süpervizyon alıyor ve danışan takip ediyorsunuz, ayrıca tezinizi hazırlıyorsunuz. Programa ortalama 25 öğrenci kabul ediyoruz. Bahçeşehir Üniversitesi’nin farkı, biz klinik psikolog unvanıyla mezun ediyoruz. Ayrıca Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji Bölümü Türk Psikologlar Derneği tarafından akredite olmuş sayılı üniversite ve bölümden bir tanesi. Ayrıca, bence buradaki güzel taraf ilk dönem iki ekolü birden alıp hangisiyle ilerlemek istediğinizin kararını vermeniz. Danışan takip ediyor olmak, süpervizyon alıyor olmak, hastaneyle anlaşmanın olması, hastanede staj yapıyor olmak programımızın güçlü yönleri. Tezinizde farklı alanlarda uzmanlığı olan hocalarla da çalışma imkânınız var. Çok az bölümün böyle artıları var. Miray: Psikoloji bölümünün dününü ve bugününü düşündüğümüzde ne gibi gelişmeler oldu? Oya Mortan Sevi: Klinik psikoloji alanında olumlu bir gelişme olarak kabul edilir mi bilmiyorum ama baktığımda benim mezun olduğum zamanlarda çok az bölüm vardı ve klinik psikoloji yüksek lisansı daha çok devlet üniversitelerinde vardı. Şimdi özel üniversitelerin artmasıyla çok fazla yüksek lisansın açıldığını görüyoruz. Bu çok da iyi olarak kabul ettiğimiz bir şey değil tabii ki. İçeriğinin ve kalitesinin nasıl olduğunu öğrencilerin ayrıştırması zor oluyor. Akredite olması, içeriği, size nasıl bir unvan kazandıracağı, kaç öğrenci alınacağı gibi bir takım değişkenlere dikkat etmek gerekiyor. Çünkü ticari şekilde çok fazla öğrenci mezun edildiğini görüyoruz. Yine benim fikrimce, ders veren hocaların psikiyatrist değil de, psikoloji hocası olması önem taşıyor. Onun dışında, çok fazla klinik psikolog mezunumuz oldu. Onların iş bulmasıyla ilgili çok olumlu şartlar yok elimizde. Bilişsel davranışçı alanında 3. Dalga terapiler dediğimiz terapilerin ortaya çıkması gibi gelişmeler oldu. Yine DSM-V’in yayınlanmasıyla birlikte psikolojik rahatsızlıklar artık süreklilik varsayımıyla değerlendirilmeye başlamıştır. Bunun bize en büyük katkısı eşik altı psikiyatrik belirtilerin klinik olmayan örneklemde de görülebileceğini kabul etmektir. Bu görüşün henüz yaygınlaşmamakla birlikte psikiyatrik rahatsızlıklara yönelik etiketlemeyi azaltabileceği düşünülebilir.


Psikoloji Bölümü Beyin ve Biliş Araştırmaları Laboratuvarı Hakkında Beyin ve Biliş Araştırmaları Laboratuvarı 2010 yılının Temmuz ayında açılmıştır. Laboratuvarda insan bilişsel süreçlerinin (dikkat, bellek, yönetici işlevler ve üst-biliş gibi) nöropsikolojik ve nörobiyolojik temellerini deneysel yöntemlerle incelemeye yönelik araştırmalar yürütülmektedir. Davranışsal alanın dışında, nörobiyolojik görüntüleme araştırmaları için laboratuvar bünyesinde 64 kanallı dijital EEG/EP sistemi, kayıt ve analizler için STIM2, Scientific Grade Stimulus Generation ve Curry6 Multi Modal Neuro-Imaging yazılımları bulunmaktadır. Laboratuvarın amacı ve işleyişi, Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji Bölümü lisans ve Klinik Psikoloji ve Bilişsel Nöropsikoloji yüksek lisans öğrencilerinin eğitim süreçlerine doğrudan katkı sunmak üzerine oluşturulmuştur. EEG Deneylerinin Yürütülme Aşamaları Laboratuvarda yürütülen ve/veya yürütülmesi amaçlanan araştırmaların belli basamakları bulunmaktadır. Bunlar şu şekilde özetlenebilir: • Öncelikle projelerde yer alan öğrenciler ve araştırmacılar ile hazırlık toplantısı • Çalışmanın kapsamı ve büyüklüğüne göre çalışma takvimi çıkarılır ve görev dağılımı • Araştırmanın hedef kitlesi için duyuruların yayınlanması • İlgili bilimsel literatürün gözden geçirilmesi (çalışma boyunca) • Deney platformunun dizaynı (yazılım ve fiziksel ortam) • Ölçeklerin hazırlanması (Eğer standardize ölçek kullanılacaksa) • Ölçek sunum eğitimlerinin tamamlanması • Deneysel platformun dizaynı • Verinin toplanması (EEG ve/veya davranışsal) • Verinin analiz şablonlarının hazırlanması • Analiz verisinin işlenmesi • Deneysel veri ve ölçek verilerinin birleştirilmesi


• Veri grafiklerinin oluşturulması • Sonuçların değerlendirilmesi • Sonuçların yayına hazırlanması • İlgili kongre ve toplantılar için abstract gönderimi • Ulusal ve uluslararası ortamlarda çalışmanın sunulması Projeler Güncel Yürütülen Projeler 1- Olaysal bellekteki kodlama farklılıkları ve bilme hissi performansı arasındaki ilişkilerin olay ilişkili beyin potansiyelleri yoluyla incelenmesi.

Amaç: Önerilen projenin iki temel amacı bulunmaktadır. Birinci amaç OB’de başarılı ve başarısız

hatırlamanın kodlama/öğrenme ile ilişkisini, ikinci amaç ise bilme hissi (feeling of knowing; BH) kararlarının kodlama ve hatırlama süreçleriyle ilişkisini beyin görüntüleme yöntemleriyle incelemektir. 2- Behavioral and neuropsychological examination of metacognitive processes in OCD patients with checking behavior. Collaboration with Marmara University, School of Medicine Amaç: Yürütülen proje ile Marmara Üniversitesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı iş birliği ile obsesif kompülsif bozukluk tanısı almış hastalar hem davranışsal hem de nörofizyolojik olarak değerlendirilecektir. 3- Bilme hissi paradigmasının davranışsal ve nörofizyolojik tutarlılığının modellenmesi

Amaç: Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji ve Bilgisayar Mühendisliği bölümlerinin iş birliği ile yürütülen

çalışmada, mühendislik fakültesi öğretim üyeleri Doç. Dr. Mehmet Alper Tunga ve Yrd. Doç. Dr. Tevfik Aytekin iş birliği ile olaysal bellek koşulu altında ölçülmüş üst bilişsel bilme hissine ait nörofizyolojik verilerin tutarlılığının test edilmesi amaçlanmaktadır. 5- Deney yönergesinin olaysal bellek ve bilme hissi arasındaki ilişkiye etkisi

Amaç: Katılımcıların olaysal bellek ile ilgili görevlerde verdikleri cevapların ve bu cevaplara yönelik

bilme hissi değerlendirmelerinin tutarlılığının incelenmesi sürecinde, deney yönergelerinin olası etkisinin ortaya çıkarılması amaçlanmaktadır.


6- Is feeling of knowing (FOK) a state or a trait? : A mood induction study

Amaç: Üst belleğin duygu duruma bağlı olarak değişip değişmediğini ya da ne tür değişimler gös-

terdiğini ölçerek, genel kanının aksine üst belleğin kişilik gibi statik bir fenomen olmadığı varsayımının test edilmesi amaçlanmaktadır. Tamamlanan Projeler 1-Üst-bilişin nörobiyolojik temelleri: İzleme ve kontrol süreçlerinin zamansal önceliğinin olay-ilişkili beyin potansiyelleri yoluyla incelenmesi, dikkat ve algısal süreçlerle ilişkisi (Tübitak, 112K072)

Amaç: Önerilen projenin iki temel amacı vardır. Yapılmış çalışmanın ilk amacı üst-biliş türlerinden

bilme hissi kararı sırasında izleme ve denetleme süreçleri arasında zamansal bir öncelik olup olmadığının olay-ilişkili potansiyeller (OİP) (event related potentials: ERP) yoluyla incelenmesidir. Bilme hissi kararlarının kullanılan bellek görevinden etkilendiği bilinmektedir (Irak, 2005, 2009). Bu nedenle, çalışmada bilme hissi anlamsal ve olaysal bellek görevleri kullanılarak ayrı ayrı ölçülmüştür. Çalışmanın ikinci amacı üst-bilişin dikkat ve algısal süreçlerle ilişkisini yine OİP’ler yoluyla incelemek olmuştur. 2- Yetişkin Bağlanmasının Nörobiyolojik Temelleri ve Bilişsel Yanlılıklarla İlişkisi

Amaç: Projenin amaçları, farklı bağlanma düzeylerinin beynin hangi yapılarıyla ilişkili olduğunu or-

taya koymak, farklı bilişsel görevler altında elde edilecek olay-ilişkili potansiyellerin (OİP) bağlanma düzeylerine göre nasıl farklılaştığını incelemek ve bilişsel ve nörobiyolojik yanıtların fizyolojik tepkilerle (deri iletkenliği yanıtları) ilişkilerini test etmek olmuştur. 3- Şiddet İçerikli Video Oyunlarına Bağımlılığın Bilişsel Süreçler ve Olay-İlişkili Beyin Potansiyelleri Üzerindeki Etkisi

Amaç: Tamamlanan projenin ana amacı, şiddet içerikli oyun bağımlılığının (ŞİOB) olay-ilişkili beyin

potansiyelleri (OİP) yoluyla nörobiyolojik temellerini ve ŞİOB ile bilişsel süreçler arasındaki ilişkileri incelemek olmuştur. 4- Olaysal bellekteki kodlama farklılıkları ve bilme hissi performansı arasındaki ilişkilerin olay ilişkili beyin potansiyelleri yoluyla incelenmesi


Amaç: Yürütülmüş çalışmada birinci amaç olaysal bellekte (episodic memory; OB) başarılı ve başa-

rısız hatırlamanın kodlama/öğrenme ile ilişkisini, ikinci amaç ise bilme hissi (feeling of knowing; BH) kararlarının kodlama ve hatırlama süreçleriyle ilişkisini beyin görüntüleme yöntemleriyle incelenmesi yönünde olmuştur. Öngörülmüş amaçlar ilgili literatürde ilk kez incelenmiş olması nedeniyle, projenin iki özgün değerini öne çıkarmaktadır.


Hobi Köşesi Kitap • Sana Gül Bahçesi Vadetmedim (Joanne Greenberg) • Nietzsche Ağladağında (Irvin D. Yalom) • Veronika Ölmek İstiyor (Paulo Coelho) • Mülksüzler (Ursula K. Le Guin) • Körlük (Jose Saramago) Müzik • Who Knows Where The Time Goes? (Fairport Convention) • Kato Sto Passalimani (Ioanna Georgakopoulou) • Our House (Crosby, Stills, Nash & Young) • Keyfine Bak (Semiramis Pekkan) • Fado Bounce (Lars-Luis Linek) • Riptide (Vance Joy) Film • Patch Adams, 1998 • Girl Interrupted, 1999 • Mr. Nobody, 2009 • Black Swan, 2010 • Hector and the Search for Happiness, 2014


Çizim Köşesi Lukas Şarklı


Referans Küçük Şeytanlar – Bahsedilmeyen Fobiler American Psychiatric Association. (1994). Diagnostic and statistical manual of mental

disorders (4th Ed.).

Washington, DC: Author. Erdem, H., Türen, U., & Kalkın, G. (2017). Mobil Telefon Yoksunluğu Korkusu (Nomofobi) Yayılımı: Türkiye’den Üniversite Öğrencileri ve Kamu Çalışanları

Örneklemi, Bilişim

Teknolojileri Dergisi, 10(1).

Tozun, M. & Babaoğlu, A. B. (2016). Fobiler ve sağlıklı yaşam davranışları: Bir halk

sağlığı bakışı, Fam

Pract Palliant Care, 1(1), 24-26. Yerdeniz’i Okumak Le Guin, U. K. (2018). Atuan Mezarları, Metis Yayınları, İstanbul. Le Guin, U. K. (2018). Yerdeniz Büyücüsü, Metis Yayınları, İstanbul. Ümit, S. (2005). An Archetypal Study Of Ursula K. Le Guin’s Earthsea Trilogy And Reflections In Language Teaching Through Task-Based Learning. (Yüksek lisans tezi). Dokuz Eylül Üniversitesi İngiliz Dili Eğitimi Anabilim Dalı, İzmir. Ünsal, Z. (2015). The Search For Identıty And Indıvıduatıon Process: The Female Hero’s Quest In Ursula K. Le Guin’s The Tombs Of Atuan And Tehanu. (Master’s thesis). Hacettepe University Graduate School of Social Sciences Department of American Culture and Literature, Ankara. Sineklerin Tanrısı Golding, W. (2016). Sineklerin Tanrısı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.


BİZİ SOSYAL MEDYA HESAPLARIMIZDAN TAKİP EDEBİLİRSİNİZ! /baupsychology

/baupsychology

/baupsychology


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.