UBUNTU | BAU Psikoloji Kulübü Dergisi 4. Sayı

Page 1


Neden UBUNTU? “Günlerden bir gün Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabilenin çocuklarına bir oyun öğretir. Çocukları belli bir yerde sıraya dizip, ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülünün o meyveleri yemek olacağını söyler. Çocuklar hazır olduklarında, antropolog yarışı başlatır. O anda tüm çocuklar el ele tutuşur, koşup ağacın altına beraber varırlar ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır ve onlara neden böyle yaptıklarını sorar. Çocuklar da şu yanıtı verir: Yarışsaydık, aramızdan sadece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken birimiz o ödülü yiyebilir ki? Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yedik. Ubuntu, bizim dilimizde; ben, biz olduğumuz zaman ben’im demektir.” Klasik bir Afrika anlayışı olan UBUNTU’nun kökeni Güney Afrika’daki Bantu dilinden gelir ve kelime karşılığı “insanlık”tır. Birlikte anlamlıyız…


UBUNTU 2019 BAU Psikoloji Kulübü Dergi baupsikolojidergi@gmail.com

Kulüp Başkanı Hilal Şişman hilalsisman34@gmail.com

Editör Saliha Koç salihakoc23@gmail.com Yazar Zeynep Başaran zeyzeybasaran@gmail.com Yazar Beyza Dede beyza.dd98@hotmail.com Yazar Bircan Şahin bircann.shn@gmail.com

Yazar Özlem Karagöz

karagozzlem@gmail.com Röportaj Olivia Çanakçı oliviacanakci3@gmail.com Saliha Koç salihakoc23@gmail.com Tanıtım Köşesi Türk Psikologlar Derneği (TPD) tpdist@ttmail.com Dizgi Miray Akbaş mirayakbas@hotmail.com Tasarım Günce Uğur gunceugur@gmail.com Çizim

Zeynep Kaya zeynepkaya96.zk@gmail.com Aleyna Yılmaz aleyna.yilmaz@stu.bahcesehir.edu.tr

Yazar Selcen Bilgin selcenblgn@yandex.com Yazar Aslı Tirali aslitirali@gmail.com

Yaren İstemihan Hobi Köşesi | Kitap/Müzik/Film bahcesehirpsikolojikulubu@gmail.com


İÇERİK • Vefa | Kulüp Başkanı Yazısı • Editörden… | Editör Yazısı • Japon Çiçekleri Arasında Avokado Yiyeyim ama Köri Tadı Gelsin, Fonda Gayda Ezgileri… • Yakın İlişkiler ve Bağlanma • Yarı Zamanlı Yaşayacak Kalifiye İşçi Aranıyor • Göğü Delen Adam • Edebiyatta Anksiyete • A Cross Cultural Study on the Sense of Self in Markus and Kıtayama’s, Matsumoto’s and Kağıtçıbaşı’s Theories • Röportaj Köşesi | Dr. Öğr. Üyesi Ayşe Meltem Budak “Gelişim Psikolojisi” • Tanıtım Köşesi | Türk Psikologlar Derneği • Hobi Köşesi | Kitap/Müzik/Film


Vefa... Hilal Şişman

Önce bir tohum alırsın; onu uygun zamanda, uygun bir toprağa ekersin. Düzenli olarak suyunu ve sevgini verirsin.

Güneşten faydalanıp büyümesini sağlarsın. Filizlenir, çiçek açar ve sen de bu harika değişimi izlersin; mutlulukla…

BAU Psikoloji Kulübü’nü tohum olarak aldım, onu rahatça büyüyebileceği ve gelişebileceği bir topra-

ğa ektim; içinde sevgi, güven ve aidiyetin olduğu. Birlik olduk; emeğimiz ve sevgimizle, hayatımızdan verdik. Filizlendi, çiçek açtı şimdi ise etrafa güzelliklerini saçıyor.

Bu çatı altında geçirdiğim 4 sene; bana çok şey öğretti, çok şey kazandırdı ve çok şeyden de vazgeç-

mem gerektiğini öğretti, bizi yoran. Yeri geldi emeğimin ve çabamın yanında hayatımdan verdiğim bu kulüp, görev sürem boyunca “En İstikrarlı Kulüp”, 74 kulüp içerisinde “En İyi Üçüncü Kulüp”, bölüm kulüpleri içerisinde “En İyi Kulüp” ve 74 kulübün yaptığı yüzlerce etkinliğin içinde “III. Psikoloji Günleri: Çocuk Ruh Sağlığı” etkinliği ile “En İyi Akademik Etkinlik” ödüllerini aldı. İşte şimdi, o küçük tohumun büyüdüğünü ve etrafa güzelliklerini saçmaya başladığını görüyoruz.

En büyük “İyi ki”lerimden olan burası, hayatım boyunca da bu şekilde olmaya devam edecek. Büyük

umutlar ve heyecanla başladım. Tüm umudum ve asla bitmeyen heyecanımla sürdürdüm. Şimdi ise aynı umut ve heyecanla devir alacak olan bir sonraki arkadaşlarıma bakıyorum ve buranın çok daha parlayacağını görüyorum.

BAU Psikoloji Kulübü; benim 4 senem, ailem, evim, arkadaşlarım, dostlarım. Yolun açık olsun, çokça

sevgi, umut ve heyecanla…

“Vefa; dostluğu, sevgiyi, aşkı, muhabbeti sürdürme. Bağlı kalma.”


Editörden… Saliha Koç İki yıldır bu derginin editörlüğünü yapıyor olmanın heyecanını her seferinde bu, bana ayrılan sayfayı yazarken tekrardan hissediyorum. Dergimizin bu sayısında biraz bilimden biraz günlük yaşantımızdaki konulardan bahsedeceğiz. Değerli dergi ekibine ayırdığı vakit ve verdiği emeklerden dolayı teşekkür ediyorum. Dolu dolu geçen bir sene boyunca çeşitli alanlarda etkinlikler yaptık. Farkındalık oluşturmak için birçok sosyal sorumluluk çalışmasında yer aldık ve organize ettik. Sosyal etkinliklerle daha fazla arkadaş edinerek bilgi paylaşımında bulunduk. Dergi yayınlarımızla, bilginin kalıcılığını artırmak; akademik etkinliklerle de alan içinde daha fazla bilgi sahip olmaya çalıştık. Bunların sonucunda Bahçeşehir Üniversitesi Öğrenci Dekanlığı tarafından 74 kulüp içerisinden “En İyi Akademik Etkinlik Ödülünü” almaya hak kazandık. “III. Psikoloji Günleri: Çocuk ve Ruh Sağlığı” etkinliğimizde emeği geçen özverili çalışma arkadaşlarıma ve bu etkinlikte bizlerle birlikte olan siz katılımcılarımıza teşekkürü borç biliyoruz. Sözlerimi sonlandırırken, geçtiğimiz günlerde Yönetim Kurulundan arkadaşım Çağla Yıldız’ın beni çok etkileyen cümlesine değinmek istiyorum. “Gözlerimi kapatıp kalabalık bir aile yemeği masası hayal ettiğim zaman, psikoloji kulübünde tanıştığım insanlar bu masada oturuyorlar ve kahkahalar eşliğinde sohbet ediyorlar.” Bunun üzerine düşündüğümde üç senedir aktif çalıştığım bu kulüpte gerçekleştirdiğimiz etkinliklerde sayısız misafir ağırladığımızı fark ediyorum. Her işin ucundan tutan, harika bir işbirliği ile bu yemek masasında daima yer alan sevgili Yönetim Kurulu arkadaşlarım; Çağla Bulut, Çağla Yıldız, Deniz Kılıç, Fatmanur Aydın, Hilal Şişman, Marwa Aboukhamis, Olivia Çanakçı ve Selin Deniz’e teşekkür ediyorum. Bu kısa hikâyemde heybemde birçok bilgi ve anı ile ayrıldığım yolculuğun sonuna geldiğimi sizlerle paylaşmak isterim. Başka hikâyelerde buluşmak dileğiyle…


Japon Çiçekleri Arasında Avokado Yiyeyim ama Köri Tadı Gelsin, Fonda Gayda Ezgileri… Zeynep Başaran Bugünün afili kelimelerinden; kültür. “Ne kadar kültürlü biri!” ya da “Avrupa’nın kültür seviyesine hayranım doğrusu!” nidaları arasında dolanıyoruz şehrimizin sokaklarını, bunları kullanarak çeşitli kültürler ile bize ulaşmış espressomuzu (İtalya), çayımızı (Çin), chai tea latte (Hindistan) ve Türk kahvemizi yudumluyoruz. Benim kafamda ise her daim aynı soru oluşuyor, acaba hak ettiği saygıyı gösteriyor muyuz bu kelimeye? TDK’nın konu üzerine bilge bakışı “Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, edik” şeklinde. Kim TDK karşısında durabilir ki! Peki ya çok kültürlülük? İmrendiğimiz bir şey tabi ki, çok istiyoruz. Peki biliyor muyuz? Temelde evrenselleşme sürecince birlikte var olabilme umudunun bayrağını taşıyan bir ideoloji aslında bu yüce kelime. Küreselleşme sürecince irili ufaklı tüm kültürlerin eş zamanlı var olabilmelerini savunan bir hareket. Doğum ile birden çok kültüre sahip bir aile ortamına sahip olup bu hareketin bir parçası olunabileceği gibi tek kültürlü doğup hayatın ilerleyen kısmında kişisel bir çabayla kendini eğitmek de bir seçenek. En kaba haliyle içine doğduğun bir statüden çok içinde yaşadığın, öğrendiğin bir mantalite olabilir. Çok kültürlülük Amerika’nın temellerini oluşturan ana taşlardan birisi. Bildiğimiz gibi yerli halk ile Yeni Dünya umuduyla ile tüm dünyadan gelen göçmenlerle kurulan Amerika çok kültürlülük kapsamı içerisinde incelenmeye en uygun toplumlardan biri. Bu köken ile psikolojiye çok kültürlülük temelli bir danışma metodu geliştirmekte. Pedersen (1991), bir konuşmasında yakın gelecekte psikolojide; bu yeni, çok kültürlü yaklaşımın dışında; kullanabilecek bir duruş olmayacağını savunuyor. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre (Sodowsky, Kuo-Jackson, Richardson & Co-

rey, 1998), herhangi bir azınlık grubuna ait bireyler çok kültürlülük üzerine bilgi ve farkındalık konusunda beyaz ırktan gelen bireylere göre önemli derecede iyi bir performans sergilemişken sosyal yetersizlik ve ırk ideolojisinde daha düşük sonuçlar elde etmişlerdir. Bu sonuç temel olarak farklı kültürler ile yetişen insanların farkındalık, kontrol algısının ve genel bilginin tek kültürlülere göre daha yüksek olduğunu göstermekte. Lakin çok kültürlülük eğitimleri ve workshopları sayesinde farkındalığın ve bilginin önemli derecede arttığı gözlemlenmiştir (Sodowsky, Kuo-Jackson, Richardson & Corey, 1998).


Bu ve bunun gibi tonlarca daha çalışma ve makale var. Odak noktaları ise çeşitli; neden çok kültürlülük iyidir, avantajları ve dezavantajları, çeşitli sosyal gruplar üzerinde yapılmış uzun süreli araştırmalar ve çok daha fazlası. Bunların hepsine değinmek yerine biraz da kendi bakış açımdan ve gözlemlerimden bahsetmek istedim. Şu an erasmus denilen çılgınlığın içindeyim ve her saniyesinden keyif alıyorum. Ama bazı şeyleri fark etmeden geçemiyorum. Birçok kültürden, dünyanın her yerinden insanla tanışabiliyorsunuz ve bu bazı şeyleri görmenizi -ya da kendi doğrularınızı yaratmanızısağlıyor.

Fark ettiğim en büyük kültürel ayrıntı bu konu üzerinde seçme şansınız olup olmamasıydı. İki insanı ele alalım. Biri herhangi bir Avrupa ülkesinde, oraya ait doğmuş olsun ve kabaca tek kültür ile yetişiyor fakat okul, ilgi alanı, çevresel uyarılma ile kendisini çok daha renkli, kültürlü bir dünya kurmuş oluyor. Diğer arkadaşımız ise yine herhangi bir Avrupa ülkesinde iki farklı ülkeden gelmiş ebeveynlerin biricik çocuğu. İkinci bireyin çok kültürlülüğü reddetme gibi bir şansı olmamış hatta ona göre çok kültürlü bile değil sadece normal. Bu “elinde olmama” faktörü düşünce sisteminden tut hayat yaşayış şekline kadar uzanıyor. Kendi isteği ile çok kültürlü olmanın kişiye verdiği bir özgürlük ve daha önemlisi bir özgüven var fakat aynı durum doğuştan olanlarda hissedilmiyor. Durumu ve kültürü anlayış çok daha kapsamlı ve oturmuş durumda tabi ki onlar için. Onların gerçekliği bu; kendilerinde ve başkalarında görüp özünden anlamak onlar için çocuk oyuncağı ama sanırım biraz da olsa buna zorlanmış hissediyorlar. Ve buna içerlemiş gibiler.

Farklı bir nokta ise çok kültürlülüğün kaynakları. Neden bilmiyorum fakat insanlık olarak kültürü sadece eve yakın olan ve çok bilinen olarak iki ana kolda işliyoruz. Dışarda kalan her şey biraz daha yoruma açık, takdire değil. O yüzden hangi kültürlerle kendini donatmış olduğun da çok önemli. Bu bizim ülkemize özgü bir durum değil bence, daha çok insanın fabrika ayarlarından gelen bir arıza. Umarım en yakın zamanda uygun güncelleme gelir de çok kültürlü geleceğimizi kurtarma adına daha çok umudumuz olur.


Yakın İlişkiler ve Bağlanma Beyza Dede İnsanlar yaşarken duygularının esiri olup çektikleri acıların kölesi haline gelirler. Pes etmezler çünkü severler. “Birisini veyahut bir şeyi severken dil, din, ırk, cinsiyet gözekmetsizin her kim ve ne olursa olsun karşındakini sev!“ mottosuyla devam ettiğim yaşamımda şimdiye kadar daha iyi hissettirilene rastlamadım sanırım. “Sevmeyi ancak severek öğrenebiliriz “ diyor Alice Murdoch. Evet, hayata gözlerimizi açtığımız o ilk andan itibaren daima bir şeyler öğreniyoruz, bu döngünün içinde kaybolmamak adına da alışkanlıklarımızı devam ettiriyoruz. Bir bitkinin ya da bir gezegenin veyahut bir cansız hiç farketmez her şeyin her zaman bir anlamı olduğuna inananlardanım. Herkes, her şey birbiri için var. Ay ve güneş birbiri için var mesela. Yıldızlar ve samanyolu birbiri için var. İnsanlar ağaçlar su ve ateş toprak ve hava, sevgi, aşk, nefret, özlem, aile, arkadaşlık, her duygu her yürek hissedilmek için var. Sevgi öyle bir duygu ki, anne rahmine düştüğümüz ilk andan itibaren içimize yerleşiyor, ve hep güçlenerek varolmaya devam ediyor. İçimizde bizimle beraber büyümeye devam eden sevgi kavramı beraberinde ilişkilerimizi de ortaya çıkarıyor aslında. Günlük hayatta, ya da özel yaşantımızda daima kurduğumuz her zaman dahil olduğumuz ilişki türleri mevcuttur. Bu ilişkiler beraberinde “bağlanma” kavramını ortaya çıkarıyor. Bağlanma kavramı yaşamın erken dönemlerinde ortaya çıkan ve süreklik gösterdiği düşünülen, kişinin diğer insanlarla ilişki kurma örüntüsünü şekillendiren bir olgudur. (Kesebir, Kavzoğlu ve Üstündağ, 2011). Bowlby’nin bağlanma kuramına göre yeni doğan bebekler, yalnızca onlara bakmaya ve korumaya istekli bir yetişkinin varlığında yaşamlarını sürdürebilirler. Yani aslında bağlanma bebeklik ile başlayıp yaşam boyu bizimle varolan bir olgudur. Bağlanma sürecini dönemsel olarak incelediğimiz de; doğumdan 8-12 haftaya kadar olan bağlanma öncesi dönemde bebek annenin uyaranları ile şekillenir. Çevresindeki kişilere yönelme eğilimi gösterir ancak kişileri ayırt edebilme yetisi yoktur ya da çok kısıtlıdır. Bağlanmanın ilk işaretleri 8-12 haftadan 6 aya kadar uzanan ikinci dönemde meydana gelir. Bu dönemde bebek anneyi yabancılardan ayırt etmeye ve dikkatini daha çok anneye yönlendirmeye başlar.


Bağlanmanın tam olarak gözlendiği üçüncü dönem 6-24 ay arasındadır (Kesebir, Kavzoğlu ve Üstündağ, 2011). Bağlanma davranışı yakınlık arayışı ile kendini gösterir ve küçük çocuklarda bağlanılan kişilerden ayrılma ile net bir şekilde ortaya çıkar. Annenin yokluğunda gerginlik, huzursuzluk, varlığında ise rahatlık duygusu olur. Bowlby’e göre, dünya ile daha iyi başa çıktığı düşünülen bir kişi ile yakınlığı sürdürme bağlanmanın açıklayıcı bir özelliğidir (Kesebir, Kavzoğlu ve Üstündağ, 2011). Aslında insan bağlanmayı kolaylaştıracak şekilde programlanmış gibi dünyaya gelir. Tüm repertuar hazırdır.Yakınlığın devamlılığını sağlayabilmek için karşısındakinin de ihtiyacı olanı da karşılamış olur. Bunun sonucunda da karşısına çıkan tüm yeni ilişkiler ile bir genelleme yaparak bütünlüğü zihinsel olarak içselleştirir. Tüm bu süreç aslında bir nevi bağlanma kuramının temel ilkesini de kapsamaktadır. Çocukluk dönemindeki fiziksel ve ruhsal ihtiyitaçlarımızın nasıl karşılandığıyla ilişkili olan bağlanma stilleri temel güven ya da güvensizlik duygusu üzerine oluşturulmuştur. Bowlby’nin bu kuramında 4 önemli stil görülmektedir. Hangi bağlanma stiliyle büyütüldüğümüz, bu süreçte öğrendiklerimiz ilişkilerimizi de bu bağlanma stillerine göre yönettiğimizi açığa çıkarmaktadır. İlişkilerimizde sergilediğimiz tutumlar küçük yaşta oluşmaya başlayan bağlanma stillerimizin bir göstergesidir aslında. Shaver ve arkadaşları, bağlanma stilleri ile romantik aşkı ilişkilendirerek, kişilerin bebeklikteki bağlanma stillerinin, aşık oldukları kişilerle ilişkilerini belirlediğini savunmuşlardır (Atak ve Taştan, 2012). Bu görüşe göre, güvenli bağlananlar başkaları ile iletişime geçmekten rahatsız olmazlar ve terk edilme korkusu duymazlar. Bu tür bağlananlar, genellikle kendileri ve başkaları hakkında olumlu bir bakış açısına sahiptirler ve bir eşle duygusal bir yakınlık kurmada ve karşılıklı dayanışmada rahattırlar. Kaçınan bağlananlar, başkalarına fazla yakın olmaktan rahatsız olurlar çok fazla samimiyete ve yakınlığa izin vermezler. Başkalarına bağlanmak ve güvenmek onlar için güçtür. Kaygılı bağlananlar ise, aşık oldukları kişilerin kendilerini yeterince sevmediğini düşünürler ve eşleriyle mümkün olduğu kadar sıkı bir yakınlık kurmak isterler. Bu tür bağlananlar, sürekli olarak aşık oldukları kişiyi kaybetme korkusu yaşarlar.[9] Aşk, biliş, duygu ve davranışları içeren karmaşık ve dinamik bir sistemdir (Atak ve Taştan, 2012 ). Yakın ilişki ya da aşk, bazen kişisel bir ilişki, bazen kişisel ilişkilerin özel bir parçası bazen de bir insanın diğerine duyduğu belli bir duyguyu belirtmek için kullanılmaktadır. Bana kalırsa karanlığı andıran ufak bir parıltıyı sembolleştirmek belki de. Varlığını benimsemek içinde. Belki de güneşten varsaymak. Kişisselleştirmek. Tüm ilişkiler beraberinde bağlanmayı da getirir. İçimize yerleşen bu kavram her zaman en derinden şu an ve ilerisi için bizi ve ilişkilerimizin adımını belirleyen en güçlü olgu olarak kalacaktır. Son olarak, her ilişki içinde en çok da sevgiyi barındırır. Sevgi en çok ihtiyacımız olan şeydir. Cümlelerimi Carl Sagan‘ın şu dizeleri ile sonlandırmak istiyorum, “Bizim gibi küçük yaratıklar bu koca sonsuzluğa ancak sevgi ile dayanabilirler.” Bizi ancak sevgi kurtaracak! Sevgi ile kalın.


Yarı Zamanlı Yaşayacak Kalifiye İşçi Aranıyor Bircan Şahin Üçüncü sınıftayım ve mezuniyet yaklaştıkça ufukta beliren iş hayatı gerçeği ile yavaş yavaş yüzleşmeye çalışıyorum. Ne yazık ki çalışma hayatına dair duyduklarım pek umut verici değil. İş bul da, gerisini sonra düşünürsün diyor olabilirsiniz. Hakkınız var. Fakat bugün gündemimizde yaşamak için işe başlayan ancak kendini çalışmak için yaşıyor halde bulanların dramı var. İş deyince benim aklımda sekiz-beş ya da dokuz-altı bir çalışma rutini, birçok insanın bir arada olduğu bir ofis, bilgisayarlar, telefonlar canlanıyor. Pek çok insan için geçerli olan iş stereotipi diyebiliriz bu ortam için. Şimdi böyle bir işte çalıştığınızı hayal edelim. Sabah alarmınız çalıyor –şanslıysanız, işiniz ve eviniz birbirine yakınsa çok erken uyanmanıza gerek yok fakat uzaksalar geçmiş olsun-. Hazırlanıp, koşa koşa servise ya da toplu taşımaya yetişiyorsunuz. Dokuzda işinizin başındasınız. Öğle arasında yine koşa koşa yemeğe gidiyorsunuz. Bütün fırsatlarda bolca çay, kahve içiyor; yetişmesi gereken çok acil bir proje yoksa tuvalete bile gidebiliyorsunuz. Yani sizden konforlusu yok. Akşam olunca tutulan boynunuzu ve ağrıyan belinizi bu ışıltılı hayatın bir bedeli olarak kabulleniyor ve yine servisin yolunu tutuyorsunuz. Eve geldiniz ve hiç enerjiniz yok. Halbuki aylardır okunmayı bekleyen kitaplarınız var. Çok sevdiğiniz dizinin yeni sezonu yayınlandı. Eşinizle dostunuzla dışarı çıkmayalı uzun zaman oldu. Ama kısıtlı sürede bunların hepsini yapmanız mümkün değil. En zahmetsizlerini seçip, misal bir bölüm dizi seyredip uyuyorsunuz. Bu haftanın birinci günüydü, kalan dört gün de bunun aynısı olacak. Hafta sonları ayrı bir âlem, ona sonra geleceğiz. Tempo böyle sürüp gidiyor ve devamlı hafta sonunu beklerken bir bakıyorsunuz aylar geçmiş. Koooskoca bir sene çalışmış olmanızın karşılığında size kooooskoca bir 15 gün izin veriyorlar doya doya kullanın diye.

Elbette herkes tıpatıp bu şekilde çalışmıyor, daha iyi ya da daha kötü koşullara sahip olanlar var. Ama bu bizim eleştirimize engel teşkil etmiyor. Devam edelim. Geçtiğimiz aylarda bir yazı okudum, diyordu ki C vitamini vücudumuz için ne kadar gerekliyse, “boş zaman” da beynimiz için o kadar gereklidir (Bregman, 2017). Aynı yazıda çalışma saatlerinin azaltılması ile pek çok sorunumuzun çözüleceği yazılıyordu. Bu iddiayı destekleyen araştırmalar var. Örneğin 2017’de yayınlanan bir araştırmada uzun çalışma saatlerinin mental sağlığı kötüleştirdiği, anksiyete ve depresyon belirtileri ile uyku bozukluklarını artırdığı ortaya çıkmış (Afonso, Fonseca &Pires, 2017). Nasıl artırmasın ki? Hayat devamlı bir koşuşturma ve stres ile geçerken, durup dinlenmeye ve kendini dinlemeye vakit yokken, tüm bunlar kişide yetememe hissi uyandırırken, insanlar kendilerine dair projeyi zamanında bitirmeleri dışında neredeyse hiçbir şeyin pek de önemsenmediği ve merak edilmediği bir yerde günlerinin üçte birinden fazlasını geçiriyor.


Pakistan’da yapılan araştırmada haftada 40 saatten fazla çalışan erkek çalışanların stres seviyesinin, 40 ve 40’tan az çalışanların stres seviyesinden kayda değer bir şekilde fazla olduğu saptandı (Zadeh&Ahmad, 2008). Türkiye’de haftalık yasal çalışma saati 45 ve bu haliyle Avrupa’da birinci. Dokuz-altı rutininiz mesailer ile uzayabilir, bir de eve iş getirmek ya da hafta sonu mesaisi gibi şeyler var ki düşman başına. Yolda harcadığınız süreyi de hesaba katarsak yirmi dört saatten geriye fazla bir şey kalmıyor. Neyden fedakârlık edeceğinizi özgürce seçebilirsiniz: Uyku? Hobileriniz? Yaratıcılığınız? Sosyalleşmek? Dinlenmek? Yapabildiklerinizi yapıyor, ertelediğiniz her şeyi hafta sonu yapmak üzere biriktiriyorsunuz. Ve sonunda hafta sonları kendilerine atfedilmiş yığınla görevin altında eziliyor. Youtube’da izlediğim bir videoda kurumsal işinden istifa edip kendi işini kuran bir kadın onu bu karara götüren süreçten şöyle bahsediyordu: “Zaman konusunda obsesyona yakın bir hassasiyetim var; bu dünyadaki zamanımız kısıtlı olduğu için onu en iyi şekilde geçirmek istiyorum. Kurumsalda çalışırken kendi kontrolünüzde olan zaman dilimi akşamlar ve hafta sonu oluyor. Hafta sonlarını muhteşem geçirmem gerektiğini düşünüyordum. Hem okumam, izlemem, bir yerlere gitmem lazımdı, hem evdeki işlerimi halletmem hem de dinlenmem gerekiyordu. Hafta sonlarına çok fazla anlam yüklemeye başladım. Bu da bir iş haline gelmişti.” Tükenmişlik sendromu en çok genç yaştaki insanlar arasında görülüyor (Afonso, Fonseca &Pires, 2017). Üniversitenin büyüsü sönerken, “gerçek hayat” yükselişe geçiyor. Önce iş bulamıyorsunuz, kriterleriniz azalıyor, sonra iş memnuniyetsizliğiniz başlıyor ve hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Ve bu hayal kırıklığının sebebi sadece çalışma saatleri değil. Anlayışsız yöneticiler, tatmin etmeyen bir maaş ve uğradığınız haksızlıkların her biri bir motivasyon emici olarak görev alıyor. Mobbing ise çok daha ciddi bir sorun olarak varlığını korumaya devam ediyor. Ondandır ki insanlar kurumsal işlerinden istifa edip kendi işlerini kurmaya yöneliyorlar. Herkes daha rahat koşullarda para kazanmak ve kendine vakit ayırabilmek amacıyla hareket ediyor. Çünkü, evet, kimse hasta olduğu halde iki gün üst üste izin almaktan çekinmek istemiyor. Kimse hâlihazırdaki iş yoğunluğu yetmezmiş gibi sorumsuz ve ilgisiz iş arkadaşlarının yaptığı hatalarla vakit kaybetmek istemiyor. O yüzden Youtuber’lar, “influencer”lar artmaya, insanlar sosyal medyada çok takipçi kazanıp reklam alma peşine düşmeye başladılar. Artık yeni moda freelance çalışmak, artık yeni moda sosyal medya.


Herkesin bu şekilde çalışması, kendi işini kurması mümkün değil, en azından şimdilik. Bu nedenle sorunların çözümü iş yerlerinde olmalı. Kurumlar çalışana saygı duymak ve çalışan haklarını ihlal etmemek gibi hukuksal zorunlulukların yanında; işçilerine değer veren bir politika yürütmeye de gayret etmeli ve işe alacağı yöneticilerde bu özellikleri aramalı. Gerekirse yöneticiler bu konularda eğitilmeli ki eylemlerinin sonucunda demoralize olmuş çalışanlara sebep olmasınlar. İş ortamındaki stresi azaltmak ve bağları güçlendirmek içinse insan kaynakları departmanının çeşitli organizasyonlar düzenlemesi sağlanabilir. İşverenlerin ve hatta tüm ülkenin bilmesi gereken diğer mesele ise boş zamanın bir lüks değil gereklilik olduğu ve uzun saatler boyunca çalışmasının sanıldığı kadar faydalı olmadığı. (Bregman, 2017; Zadeh &Ahmad, 2008). Çalışma saatleri konusunda gelecekte neler değişeceğini şimdilik bilemeyiz; ancak bu konuda da yapılabilecek şeyler var. Proje sürelerinin insani şartlarda çalışarak bitirilebilecek şekilde kararlaştırılması, çalışanların emeklerinden dolayı maddi manevi takdir görmesi ile iş ortamındaki stresin minimuma indirilmesi sağlanabilir. Gizliden veya açıktan yürütülen her türlü emek sömürüsü durmalı. Belki böylece genç insanların kariyerlerinin daha ilk senelerinde umutsuzluğa kapılmalarını önleyebilir ve ilerleme kaydedebiliriz. Başka bir yazıda görüşmek dileğiyle.


Göğü Delen Adam ( Der Papalagi ) Selcen Bilgin Medeniyet içinde yaşamayan bir insanın ‘’medeniyet’’i anlattığı bir kitap. Bitince soruyorsunuz kendinize ‘’biz mi medeniyiz?’’ diye. Çoğumuz hayatımızı, çevremizdeki insanların davranış biçimini, aile ve arkadaşlık bağlarımızı, çalışma koşullarımızı, sorgulamadan, bomboş yaşayıp gidiyoruz. Hoşumuza gitmeyen biri ya da bir durumla karşılaşınca «Hangi çağda yaşıyoruz? Bu nasıl medeniyetsizliktir!» diye yakınıyoruz. Peki, övündüğümüz medeni, çağdaş ve modern sandığımız dünyamıza dışarıdan bakabilmek, başka bir bakış açısıyla bakıp, görebilmek mümkün mü? Göğü Delen Adam kitabının yazarı Erich Scheurmann’a göre bunu bizim medeni olarak bile adlandırmadığımız ve hatta sırf dış görünüşlerine bakarak çoğu zaman küçümsediğimiz, dışladığımız, ilkel olduklarını düşündüğümüz insanlar sadece yapabilir. Bize göre gayet normal, olağan gelen ayrıntılar bambaşka bir hayatı yaşayan insanların gözüne nasıl da ilginç ve tuhaf görülebilir diye araştırmış yazar ve işte bu kitapla da bizlere, bizden çok farklı bir insanın bakış açısıyla yaşadığımız modern hayatın eleştirisini sunmuş. Erich Scheurmann ve eşi, çocuklarından üçünün de doğar doğmaz ölmesi nedeniyle geçmişin üzerine bir çizgi çizip, yeni hayata başlayabilecekleri bir yere taşınmak ister. Bu kararlarından kısa bir süre sonra, uzun yıllar Pasifik Okyanusundaki Polinezya Adalarından biri olan Samoa’da yaşamış biriyle tanışırlar. Adamın anlattıklarından çok etkilenen çift Samoa’ya yerleşmeye karar verir ancak Bayan Scheurmann doktorundan, Samoa’nın tropikal ikliminin sağlığını olumsuz yönde etkileyeceğini öğrenince bu plana katılamaz. Erich Scheurmann, tek başına gittiği bu “düşler adasında” kabile reislerinden biri olan Tiavealı Tuiavii ile tanışır. Daha önce Avrupa’da bulunmuş bu kabile reisinden Avrupa hakkındaki kişisel gözlemlerinin yer aldığı notları alan Scheurmann, bu notları Samoa’dan dönüşünden 5 yıl sonra, 1920 yılında Almancaya çevirerek Papalagi adıyla yayımlar. “Papalagi’’ denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama sözcüğü sözcüğüne çevrilirse göğü delen anlamına gelir. Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip gelmişti.”


Doğal hayatı son doruğuna kadar yaşayan ve doğanın mükemmelliği, yalınlığı içinde hüküm süren, medeniyet formatı atılmamış bir toplulukla, bizim modern dediğimiz hayatın ne kadar farklı olduğuna şahit oluyoruz. Doğallığını yitirmemiş yerlilerden kabile şefi Tuivaii, halkına yazdığı mektuplarda Avrupalıların, biz beyazların; giyimine, para tutkusuna, zaman ve mekân vurgusuna, mesleklerimize, birbirimizden uzak ve soğuk tavırlarımıza, birbirimize selam verip, almaktan aciz halimize, makineleşen dünyamıza, taş binalardaki yalnızlığımıza kadar, kısacası hayatımızın her noktasına eleştiride bulunuyor. Ayrıca din ve Hristiyanlık konuları hakkında da ilginç tespitleri var. Modernleşen Avrupalıların, Hristiyanlığı bir araç ve gösteriş amaçlı olarak kullandıklarını iddia ediyor. Avrupalı misyonerler içi boşaltılmış bir dini topluma yaymaya çalışıyorlar kabile şefine göre. Tuiavii notlarında giyinme/örtünme, barınma/kentleşme, para, üretim ve tüketim, zaman, mülkiyet, makineleşme, meslek edinme, sinema-gazete, düşünme gibi on konuyu Avrupalı-Adalı karşılaştırması yaparak eleştirel bir yaklaşımla ele almıştır. “İlkellikle” mücadele edilirken insanlık için kıymetli olan değerlerin kaybedilmesi, yabancılaşma ve kimliksizleşme üzerinden insana kendi varlığını sorgulama imkânı veren kitap, sade ve akıcı anlatımıyla da bunu mümkün kılmaktadır. Tuiavii’ye göre beyaz adamın en önemli derdi vücudunu sıkıca örtmeye çalışmaktır. Başından ayak parmaklarına dek çeşitli örtü, hasır ve derilerle kaplanır. Her biri bir yük olan bu kılıf ve örtülerden yatarken bile vazgeçmez. Bu nedenle rengi hep beyaz ve soluktur. Bu sıkıca örtünme kuralı doğal olarak kadın ve erkeklerde birbirlerinin etlerini görme arzusu uyandırır. Bu gerçekleştiğinde ise arzuları çabuk söner. “Beyaz adam budala ve kördür. Gerçek mutluluğa karşı sağırdır ve bu utancını gizlemek için kat kat örtünmesi gerekir.” Ağaçtan, gökyüzünün mavisinden, temiz havadan bulutlardan yoksun kapkara kum ve dumanla kaplı yerlerde yaşayan kent insanlar; toprağı ekip biçen, hayvanları otlatan güzel ve sağlıklı insanları elleri kaba, örtüleri kirli olduğu için hor görür. Toprak insanları da kente gittiğinde tüm ihtişamdan gözleri kamaşmış bir şekilde, yaptıkları işin meyve toplamaktan daha değerli olduğunu hissettiren kent insanlarının yerinde olmak için can atar. Beyaz adamın gerçek Tanrısı paradır. Para uğruna mutluluğunu, vicdanını, onurunu, gülüşünü, sevincini, sağlığını, eşini, çocuklarını bile feda etmeye hazırdır. Onun için her türlü acımasızlığı yapar. Yalan söyler, dolandırır, soyar, insanların aklını çeler, hatta öldürür. Paraları üst üste yığıldıkça gözlerinde hırs ve zevk parıltıları oluşur. “Bu kadar çok parayı ne yapacaksın?” diye sorduğunuzda verdiği cevap sadece “Daha çok istiyorum.” olur. Paranın onu nasıl hasta ettiğini, bütün duygularını ele geçirdiğini göremez.


Papalagi, Büyük Ruh’un yaptıklarını paramparça edip ardından kendi eliyle yeniden yaratmaya çalışır. Böylece kendini Büyük Ruh’un yerine koymuş olur. Zaman Papalagi’ye hiç yetmez. Hep fazlası için yakınır ama içinde olduğu zamanı da yüreğinden gelen şeyi yapmak için kullanmaz. Hilekâr Papalagi her şeye “benim” der. Bitmeyen bir benim-senin kavgası içindedir. Herkesi “benim”i olan ve olmayan olarak ayırır. Her şeyin Büyük Ruh’a ait olduğunu unutur. Yaptığı makinelerle bir büyücü gibi mucizeler yaratan beyaz adam yere ve göğe dilediğince hâkim olur. Ancak bu soğuk, duygusuz makineler onu daha mutlu, huzurlu kılmaya yetmez. Papalagi, sürekli aynı işi yapmaya meslek sahibi olmak der. Daha çocuk denecek yaşta yapacağı mesleği seçer ve sadece onu yapar. Diğer işlerini yapmaktan acizdir. Oysa “herkes günün birinde kanosunu lagünde yüzdürmek zorunda kalabilir”. Beyazların sinema dedikleri yalancı yaşamlar mekânında seyirci, duvardaki sahte suret ve yaşamın içine taşınmaktan zevk alır. Sonunda kafası öyle bir bulanır ki kendini yoksulsa zengin, çirkinse güzel hissetmeye başlar. Hatta kendi yaşamında yapmayı düşünmediği şeyleri yapmaya yönelir. Meydana gelen her şeyden, insanların yaptıklarından, yapmadıklarından haberler veren gazeteler de Papalagi’ye nasıl düşünmesi gerektiğini söyler. Farklı düşüncelere karşı savaşarak bütün insanları tek bir düşünce altında toplar. Papalagi günün doğuşundan batışına kadar bilmek için düşünür. Düşünceleri yaptıklarından uzaktadır hep. Sürekli düşünce hali duyularının mutluluğunu engelleyerek bedenini yorgun düşürür. Bu yük onu zamanla güçten kuvvetten keser. Tuiavii notlarını halkını uyararak şöyle bitirir: Papalagi’nin kurnaz diline, göz boyamalarına yenik düşmeyelim. Kendi içimizde güçlü kalalım. Bize Tanrı’nın ışığı yeter.


Günden güne makineleşip, ruhsuzlaşan bu hayatımıza en büyük eleştiridir Göğü Delen Adam. Şimdi çoğu medeniyet, uygarlık tutkunları bu bakış açısını saçma ve hatta aptalca bile bulabilirler. Ama eminim içinde azıcık sağduyu ya da tevazu olanlar bu düşüncelere katılacaklar. Kitabı bitirdikten sonra kendilerini gözden geçirme, oturup düşünme ihtiyacı hissedecekler. Kendilerini geliştirmek isteyecek ve hatta duyarlı bir insansa en yakınındaki insanlarla bir diyalog kurma çabasına girecekler. ( Ben kitabı okuduğum 2 gün boyunca böyle hissettim çünkü ) Kitaptaki tarif edildiği şekliyle doğru hayatı yaşamak, doğru insan olarak yaşamak herhangi bir eğitime değil, doğal bir yalınlığa dayanıyor. Sade dili ve akıcı anlatımıyla bir modernizm eleştirisidir Göğü Delen Adam. Farklı bir bakış açısına açık ve kendindeki eksiklikleri olgunlukla kabul edebilecek kişiler için okunası bir kitaptır. ‘’Sevgili kardeşlerim bir zamanlar, henüz hiçbirimiz Katolikliğin parıldayan ışığıyla tanışmamıştık, karanlıkta oturup duruyorduk... Daha yüreklerimiz büyük sevgiyi tanımamıştı, kulaklarımız Tanrı’nın sesine tıkalıydı. Papalagi bize ışığı getirdi. Karanlığımızdan kurtarmak için geldi bize. Işığı getiren o olduğu için, beyaz adamın Tanrı adını verdiği Yüce Ruh’un sesi olduğu için, saygı gösterdik ona. Papalagi’yi kardeşimiz belledik, öyle gördük.’’ (Scheurmann, Gögü Delen Adam, 2017) Kitapta en çok hoşuma giden şu alıntıyla bitirmek istiyorum; ‘’Eğer insan çok fazla ‘’şey’’e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir. Çünkü bu, o insanın Büyük Ruh’un ‘’şey’’leri açısından yoksul olduğunun kanıtıdır. ‘’ (Scheurmann, Gögü Delen Adam , 2017)


Edebiyatta Anksiyete Aslı Tirali Bu makale anksiyetelerin nedenini açıklamak üzere getirilen kuramları içerir. Freud, Jung, Rogers, Horney, Adler ve Bowlby’nin yanı sıra Maslow, Fromm gibi sosyologların da incelemelerinden yararlanılarak, anksiyete üzerine geliştirilen kuramlar Türk ve Dünya edebiyatının temel eserleri üzerinden örneklendirilmiştir. Sanat insanı anlatır. 20.yy’da çıkmış olan dışavurumculuk insanın duygularının, iş çatışmalarının dışa vurulmuş halidir. İzlenimciliğin aksine, esas olan dikkatin nesneye yönlendirilmesi değil, insanın kendi içine bakmasıdır. Dışa vurulan o güne kadar baskılanan kaygı, korkudur. Sanatçı bir nevi kendisiyle yüzleşir. Bu karanlık akım, karanlık bir zamanda ortaya çıkar. Politik istikrarsızlığın ve ekonomik buhranın, insanları içine aldığı dönemde Edward Munch kendi ve döneminin otoportresi sayılabilecek “Çığlık”ı yapar. İnsanlar korku, kaygı ve sıkıntı içerisindedirler. Bu, onların genel ruh hali olmuştur sanki. Munch o günleri şöyle anlatır: “İki arkadaşımla yolda yürüyordum, güneş battı, bir melankoli dalgasına kapıldım. Birden gökyüzü kıpkızıl bir renk aldı. Durup parmaklıklara yaslandım. Alev alev gökyüzü, mavi fiyordun ve şehrin üstünde, kan ve kılıç gibi sarkıyordu. Arkadaşlarım yola devam etti; ben ise büyük bir endişeyle öylece duruyor ve doğada sonsuz bir çığlığı hissediyordum sanki.”

Edebiyat ise insanın sürekli içine yaptığı yolculuk, yansıttığı benliğidir. Dışavurumculuğun kendisi-

dir. Erich Fromm’a göre anksiyetenin kaynağı toplumsal, ekonomik ve kültüreldir. Hızla gelişen teknoloji rekabeti artırarak bireyleri yalnızlığa; ekonomik buhran, insanları geleceğe ve kendilerine karşı güvensizliğe, devamlı bir kaygı, endişe ve korku içerisinde yaşamaya iter. Kaynak dışsal, çevreseldir ama etkisi içine işler. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında Raskolnikov’un hastalığı, dönemin hastalığına işaret eder. Ekonomik buhranın çevreyi sardığı dönemde ve bölgede, Raskolnikov yalnız, güvensiz ve endişelidir. Bu durum onun zaman zaman krizlere girmesine neden olur. Dışsal etkenlerle hafif olarak başlayan anksiyete yaşanan olaylarla gitgide artar, çok yoğun bir hastalık haline gelir. Freud’un bakış açısıyla da irdelenirse, gerçeklik ve ahlaksal (moral) anksiyeteyi yaşar. Süper egonun egoya baskıladığı suçluluk duygusu, kazara öldürdüğü tefeci kadının kardeşini düşünürken açığa çıkar. Onu yataklara düşürür. Bu sırada süper egosunu şekillendiren ailesinin yanına gelmesi asla bir tesadüf değildir. Gerçeklik anksiyetesi ise dış dünyada tehlikeli bir durum algılanmasından doğan krizdir. Karakolda yakalanma korkusundan ileri gelir.


Carl Jung’un da katıldığı gibi bilinçaltında biriken ve bilince çıkmaya çalışan güçlü olumsuz yaşantı-

lar anksiyeteye neden olur. Aynı Raskolnikov’un ateşler içinde yatarken uyku ve uyanıklık arasında cinayeti, hırsızlığı anımsaması, olayları yeniden yaşaması ve sabah geceki hareketlerinden hiçbir şey hatırlamaması gibi… anımsamak istemediği anılar benliğine baskı yapar. Varoluşçu psikolojide Kierkegaard insanı yalnızca nesne ya da özne olarak görmenin yabancılaşma olduğuna ve bunun yaşayan insanı kaybetme anlamı taşıdığına değinir. Artık yaşamayan, yabancılaşan insanın yaşamda yeni bir anlam, yeni bir değer bulma konusunda umutsuzluk yaşayacağını vurgular. Romanda Raskolnikov umutsuzdur. Kiracısıyla, arkadaşlarıyla ve ailesiyle görüşmek istemez, varlıklarına katlanamaz. Jean-Paul Sartre’ın Bulantı’sında Roquentin hiçbir şeyin anlamının olmadığını, tüm değerleri, beklentileri, sahip olunanları bırakmak olduğunu, tek gerçeğin “olma” halinde bulunmaktan geçtiğini savunur. Onu bu araştırmaya iten şey yoğun kaygı bozukluğu hatta nevrozdur. Jung nevrozu bilinçlenme ve olgunlaşma açısından çok önemli bir deneyim olarak algılarken Horney, anksiyeteye karşı kendini savunma yollarında nevrotik ihtiyaçlardan yararlanıldığına değinir. Bu ihtiyaçları üçe ayırır; Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sında Raif Efendi tüm duygularını bastırır, içindeki duyguları kimse fark etmese de genel kaygı bozukluğu içindedir. Herkesle ılımlı olmaya gayret göstermesi onu itaatkar/boyun eğen kişilik olarak sınıflandırırken , patronun içindeki gerilimi sürekli çevresindekilere “patronluk” statüsünden de yararlanarak saldırgan bir tutum sergilemesi onu saldırgan kişilik sınıfına koyar. Peyami Safa’nın Bir Tereddüdün Romanı’nda Vildan, gerçek benliği ve ideal benliği arasında büyük bir çatışma yaşar. İtalya’dan gelen “modern” kadın benliği ortaya koyarak bağımsız ve mükemmeliyetçi bir kişiliğe bürünür. İnsanlardan uzaklaşır. Sürekli içinde gerilim vardır, sık sık krizler yaşar. Bu yönüyle Horney’in bağımsız ve kaygılı kişilik tipine uyar. Aynı zamanda Carl Rogers’ında üzerinde durduğu bir noktadır bu. Kişiler kendi benlikleriyle ne kadar tutarsızlarsa o kadar çok duygu ve davranışı reddederler. Tutarlı olmayan, uyumlu olmadıkları benlikleri tehdit edici olarak algılarlar. Benlikle gerçeklik arasında kopukluk olur. İdeal benlik ile gerçek benlik arasındaki kopukluk ne kadar fazla olursa kişi o kadar mutsuz ve doyumsuzdur. Kitapta Vildan’ın gerçek kimliği, gerçek ismi bir türlü bilinemez. Kendini İtalya’dan gelmiş Batılı bir kadın olarak tanıtan Vildan, aslen Suriye’den gelmiş Doğulu Anjel de olabilir. Gerçeği herkesten saklar, öyle ki sanki kendi bile artık bilemiyordur hangisi olduğunu, çatışma çok büyüktür, onu yaşamdan alıkoyar. Anksiyete krizleri yaşar. Bu durum Carl Jung’un “Persona”sını da çağrıştırır. Carl Jung’a göre Persona toplumun onayını sağlamak için insanın dış dünyaya takındığı kimliktir. Kişi personasının egemenliği altına girmişse, onunla “şişmişse” kendini yabancılaşmış ve sürekli bir gerilimin içine girmiş bulur. Sartre’ın Bulantı’sında Anny, Roquentin’i maskelerle dolu bir salonda karşılar, kendisi ise bir oyuncudur. Eskiye nazaran çok kilo almış, “şişmiştir”. Anny devamlı bir gerilim, endişe ve arayış içerisindedir. Roquentin’le uyumlu bir birlikteliği olamayışı ise kendi içerisindeki uyumsuzluktan kaynaklanır.


Nitekim Jung’a göre, benliklerin uyumu insanların huzurlu olmasını sağlar. Anksiyete bu uyumsuzluk neticesinde oluşur.

Peyami Safa’nın “Şimşek” adlı romanında Pervin benliklerinin arasında kalmış bir korkudur. Müfid

onun hassas ve geleneksel yanının yansımasıyken Sacid olmak istediği ideal benliktir. Sert, vurdumduymaz ve acımasız… Pervin ve çevresinin bakış açısıyla Müfid hassas, zayıf ve ‘kadın’ gibi iken Sacid güçlü, ‘erkek’ gibi, ‘olması gereken’ gibidir. Bu iki adamın arasında kalan Pervin aynı zamanda iki benliğinin arasında kalmış gibidir. Bir yanı dönemin erkekleşen kadınları gibi olmak isterken diğer yanı gerçek kabulün ve sevginin esas benliğinde olduğunu hisseder. Bu kopukluğun vermiş olduğu şiddetli gerilim ve kaygı şimşek ile sembolize edilir. Yaşadığı anksiyete krizlerinin birinde Macid ile Sacid’in birbirlerini öldürmeleri Pervin’in tamamen kendine ve dünyaya yabancılaşmasıyla mecazi anlamda ölmesiyle son bulur. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye adlı romanı ise esas benliğini fark eden Neriman’ın huzur bulmasıyla sona erer. Anksiyetesi ve bunalımı da kaybolur.

Bilişsel kurama göre, anksiyetenin nedeni olayın kendisi değil, olayın kişi tarafından nasıl algılandığı

ve yorumlandığıdır. Albert Camus’nün Yabancı adlı romanı “Aujourd’hui, maman est morte” diye başlar. Türkçeye annem olaran çevrilen “maman” Fransızca aslında yalnızca “anne”dir. “Bugün anne öldü.” Yalnızca bir harfin noksanlığı, Meursault’yu annesinden dolayısıyla superego’nun baskınlığından, toplumsal normlardan ve kurallardan ayırır. Çünkü, Locke’a göre dünyaya boş bir zihinle-tabula rasa geldiği öngörülen çocuğun kendinden başka gördüğü ilk kişi olan anne, çocuğun toplumla ilişkisini de belirleyecek olandır. Toplumsal normları ve kuralları öğreterek, insanlarla uyum içerisinde yaşama hazırlayacak olan odur. Böylelikle çocuğun zihinsel yapısında ilk defa superego’yu şekillendirecektir. Bununla beraber anne, id ile superego’yu dengeleyen bilişsel faaliyetin ve kişinin kendiyle ilgili düşüncelerinin, tüm ben tanımlarının da başıdır. Ancak, çocuğun içsel ihtiyaçları çocuğun gözünde toplumun ilk sözcüsü sayılabilecek olan anne de giderilemezse çocuğun benlik anlayışı zedelenir, gerçek kimliği kabul edilmemiş gibi hissettirir. Ne kendiyle ne de çevresiyle uyum içerisinde olabilir, kendine ve çevresine yabancı kalır.


Meursault, super ego ile şekillenmiş topluma yabancıdır, sanki zihninin yapısında superego eksiktir. Dolayısıyla her türlü sosyal norm, kural, kuruluş ona göre saçmadır. Şiddet ve cinsellik dürtülerini kontrol etmeye çabalamaz. İd’i baskılayan superego olmayınca bunaltıcı bir gün öldürdüğü Arap, ona suçluluk hissettirmez. Ama toplum onu suçlu addeder. Super egosu olmayan bir insanın distopyasıdır bu. Distopyadır çünkü ondan başka herkesin super egolarıyla bağlantıları yüksektir. Sanki birbirleriyle rahatça anlaşabilmeleri de bundandır. Aynı gerekçeye herkesin onay vermesiyle Meursault suçlanır ve idam edilir. Superegosu henüz oluşmamış bir çocuğa benzeyen Meursault kurban mıdır? İd’ini kontrol etme güdüsünü belki de hiç öğrenmemiş olması ve taşıyamayışı bundandır. Aynı durum onu kimilerinin gözünde kurbandan anti-kahramana taşır. Duyguları olmayan, toplumla beraber yaşayamayacak gerçek bir suçludur. Annenin ölümüyle başlayan roman Meursault’nun “annesinin ölümüne üzülmemesi” gerekçesiyle, kendi ölümüyle biter. Yani “annenin” ölümü, onu öldürür. Duygusal bir çöküş olmasa da söz konusu olan bilişsel bir yıkımdır. Öte yandan Meursault “ego”yu simgeler. Kitap “ben” diliyle salt benlik tanımlarını karşılayan düşüncelerle ilerler. Ona göre, insan motivasyonlarının kaynağını biyolojik dürtülerden alır. Onu kısıtlayacak superego’ya sahip olmadığından annesinin cenazesinde kurabiye yiyebilir. “Yedim çünkü acıkmıştım.” Anne figürünün noksanlığı sezginin, duyguların, hislerin dolayısıyla olaylara verilen anlamın da olmayışını vurgular. Aynı kitabın yapısında ve kurgusunda anneye rastlanmadığı gibi Meursault’nun karakterinde ve romanın yapısında dişil yana rastlanmaz. Söz konusu olan Jung’un tanımıyla feminen-dişil yanın eksikliğidir, bunun da nedeni bir çocuğun annesiyle olan iletişimsizliğidir. Aslında toplumun baskısı ve suçlamaları bir annenin çocuğunu yargılayışını temsil eder. Daha önce “toplum”la tanışmamış super ego bilinci oluşmamış çocuk annenin yönlendirmeleri ve kontrolcü yaklaşımları neticesinde olduğu gibi kabul edilmeyeceğine inanıp suçluluk hissinin içine girebilir. Aslında bu duyguları yaşayan annedir. Onun zihinsel ölümü, çocuğu da öldürür. Başka bir bakış açısıyla, toplumun ölümü bireyi öldürür. Toplum sahte norm, kural ve değerlerle ölmüş, bu değerlerin peşinde koşan bireyi de öldürmüştür. Franz Kafka’nın “Dönüşüm” adlı romanı “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu” tümcesiyle başlar. İlk düşüncesi işe nasıl gidebileceğini, ne yapması gerektiğini sorgulamak olan Gregor Samsa bu hareketiyle Camus’nun “Yabancı”sında işinden izin almak isteyen ve patronun memnuniyetsiz bakışları nı “Annemin ölümü benim suçum değil” diye cevaplayan Meursault’a benzer.


Gregor evden dışarı çıkamayan, bakıma muhtaç, çalışamayan dolayısıyla toplumun gözünde değersiz

birine dönüştüğünde, bir süre sonra ailesi bile çözümü kendilerini onun Gregor değil de, bir başkası olduğuna inandırmakta bulunurlar. O; abi, oğul ya da işçi Gregor Samsa olmadıktan sonra değeri yoktur. Gregor kendi olarak sevilmediğini, kabul edilmediğini duyumsar, bu onun için ölümdür.

Bu noktada toplumun isteği ve beklentisi, ekonomiyi canlı tutan bireylerdir. Bu durum Marx’ın tutu-

muyla uyuşur. İnsan işleviyle, iş görebilme becerisi ile vardır, ekonomiyi bu oluşturur. Ve insanın tam olarak kendine yabancılaşmasından önceki basamaklarda işe ve iş arkadaşlarına da yabancılaşması söz konusudur. Bu durum Durkheim’in toplum tanımıyla örtüşür. İşlevselcilere göre toplum yapısı bir vücuda benzer, sağlıklı olabilmesi için organların hem kendi başlarına işleyebilmeleri hem de birbirleriyle sürekli etkileşim halinde olmaları gerekir. Kafka’nın dönüşümünde, Gregor Samsa çalışamayan evden dışarı çıkamayan ekonomiye katkısı olmayan birey haline dönüştüğünde toplumun “böcek” olarak algıladığı birey olur. Benzer şekilde Kafka’nın davasında Josef K., kendini neden açıldığını bilmediği bir davanın içinde bulur. Dava bir türlü neticelenemez. Neden açıldığını bir türlü kestiremez. K. Kendi sesini dinlemekten ziyade davasını neticelendirecek sesi dışarıda arar. Dava-sürekli yargılanış, suçlanış hali kendi ölümüyle sonuçlanır; davayı kaybetmiştir, ne kendi olabilmiştir ne de olması beklenilen kişi. Sosyalleşmenin ilk tohumlarını annenin attığı ve çocuğun kimliğini ilk defa anne vasıtasıyla biçimlendirdiği gibi insan öz kimliğini ilk defa anne karşısında da kaybedebilir. Lacan’a göre anne çocuğunu daha önce hayal etmiştir. Ve çoğunlukla gerçekte olan çocuk hayalindeki gibi değildir. Onu ısrarla o kalıba sokmaya ça lışır. Çocuk olduğu gibi sevilmediğini kabul edilmediğini sanır. Toplum-anne onu dışlamış, böylelikle çocuk kendi diline yabancı kalmıştır. Albert Camus’nun “Yanlışlık” adlı oyununda Jan ailesiyle ilk defa tanışacaktır. Ancak ilk başta kendini tanıtmaktan çekinir. Bir başka ad takınır. Böylelikle annesi ve kardeşiyle gerçek bir iletişime girmek ister, onları gerçekten tanımak ve gerçek kimliğiyle sevildiğini duyumsamayı arzular. Ancak hiçbir şey istediği gibi gelişmez. Kim olduğu ile ilgilenilmez. Patrick Süskind’in “Koku” adlı romanında Jean-Baptiste Grenoville istenmeyen çocuk olarak dünyaya gelir, öyle ki annesi onu ölüme terk eder, hiç sevgi görmez. Kokusu olmayan ama kokulara karşı son derece duyarlı bir genç olduğunda hayali en güzel kokuyu yapmaktır. Zamanla bu arzu en güzel kokuya sahip olma arzusuna dönüşür ve “kötü” olarak doğan çocuk bu uğurda sınır tanımaz, insanların kokusunu çalmak için onları öldürür. Nihayet kokularından kendine parfüm yapıp o kokunun sahibi olduğunda her şey için çok geçtir. Koku sevgiden başka bir şey değildir. Ve kokuyu herkes koklayabilecekken o koklayamayacaktır. Sevme hissini tadamadığından ne denli sevilirse sevilsin doyuma ulaşamayacaktır.


Tüm kokuyu üzerine döker. Kokuyu alan herkes onu koklar, öper, arzular, bedenini çiğ çiğ yerler aynı Grenoville’i karşı koyulmaz kokuya sahip olmak için başkalarını çiğnediği gibi. Bahsi geçen mevzu sevilme arzusudur ancak Grenoville sevmeyi öğrenmemiştir. Bunun yanı sıra doğumunun fark edilişi annesinin ve kendi dişil yanının da ölümünü getirmiştir aynı Meursault’da olduğu gibi. Mery Shelly’nin “Frankeistain” ındadiriltilen kadavra(toplumun asla kabul edemeyeceği, insanların çirkinliğinden korktuğu bir yaratıktır) bir nevi annesi konumunda olan Frankeistain’ a yakarır; neden beni yarattın? Neden beni hiç sevmedin? Belli ki bu yüzden çirkindir. Frankeistein bir ölüyü diriltmiştir yani onu tüm çirkinliklerden, hayatı öldüren her şeyden yaratmış, ölümü canlandırmıştır. Yaratık tüm çirkinliklerin, kötülüğün simgesidir çünkü sevgiden yoksundur. Ancak bir anti-kahramandan çok kurbandır. Acımasızlığın sembolü haline gelmiş birçok anti-kahraman aslında acı çeker, öğrenmeye çalıştıkları şey sevgidir ancak sevgiyi öğrendikleri ilk kişi olan anneden ve kendi dişil yanlarından uzaktadırlar. Bu ayrılık buhran ve yoksunlukla neticelenecektir. Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”ında aynı Sait Faik Abasıyanık’ın “Lüzumsuz Adam”ındaki gibi kimsesizlik, yokluk ve yabancılık konuları irdelenir ancak “Lüzumsuz Adam” gözlemler yapıp, duygu ve düşüncelerini anlatabilirken “Beyaz Mantolu Adam” anlatıcı değildir, ne düşündüğün ve ne hissettiği bilinmez. O gözlemlenen, yalnızca sosyal çevrede tuhaf karşılanan, kendine yabancılaşandır. Anlatıcılığını üstlenemediği hikayesinde ne dili ne de iç dünyası bilinmez. Eugene İonesco’nun “Kel Şarkıcı”sında dialog bir şey ifade etmez. Aile bireyleri birbirlerinin farkında bile değillerdir. Dil, işlevini kaybeder. Anlamsız olur. Ailenin bir arada olması da anlamsızdır, gerçek bir iletişimin içinde değillerdir, her şey alışkanlığın ve tahammülün eseridir, değiştirmeyi düşünmezler. Oysa doğuştan bilinmeyen dil, aile tarafından öğretilir. Özgüvenin düşüşü ile duygular saklanılır. Dil tek başına anlam kuramamaya başlar. Eric-Emmanuel Schmitt’in “Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler” inde kadın ve erkek arasında dile gelmeyen ama asıl vurgulanmak istenen anlam, hikâyeyi kara mizaha vardırır. Kadın, toplumca değerli olarak görülen kadın imgesinin; erkek ise çizilen erkek figürünün gölgesinde kaldığından ne gerçek benliklerini tanıyabilir ne de gerçek bir diyalog yaşayabilirler. Luigi Pirandello “Size Öyle Geliyorsa Öyledir” adlı oyununda gerçekliğin ve onun getirdiği anlamın insan algısı doğrultusunda değişeceğinden bahseder. Kendi algısının oluşturduğu gerçekliği yaşayan insan, yanlış ve doğrunun toplum değerlerine göre değil, kendi algısına göre şekillendiğini fark eder. Bu tutum, bilişsel psikolojiyle benzeşir; çocuk anne ile başlattığı ilişkiyi çevresiyle kurmaya devam eder.


Yapılan benlik tanımları, inanılan düşünceler, insanlarla olan dialoğu şekillendirerek kurulan hayatı ve gerçekliği oluşturur. İçsel ihtiyacını dışarıdan doyurmaya çalışan insan gerçekten düşüşü yaşarken, iç doyuma ulaşanlar kendilerini özgür, güvende, yeterli ve başarılı hissedeceklerdir. Maslow’a göre anksiyete insanın temel, doğal kendini gerçekleştirici yapısı engellendiğinde ortaya çıkar. Gregor Samsa’da Josef K.’da toplum tarafından engellenir. Bu nedenle devamlı korku, endişe ve kızgınlık içerisindedirler. Maslow’un piramidine göre, taban yeme, barınma ve cinsellik gibi ihtiyaçlardan oluşur. Bunları tamamlayan insan bir üst basamağa geçebilir, gelişir bu şekilde devam eder. Zirvede kendini gerçekleştirme yer alır. Tabii ki piramidin yapısı gereği taban genişken git gide daralır, zirve en dar alandır. Bu nedenle tabanda, ihtiyacı yemek, barınmak olan kişiler, kendini gerçekleştirme basamağında olan kişilerden sayıca üstün olacak ve kendilerinden üst basamakta olanları anlamayacaklardır. “Toplum” olarak azınlığı ya da bireyi dışlayacaktırlar. Aynı Richard Bach’ın Martı Jonathan Livingston romanında uçabildiği kadar yükseğe uçmak isteyen Jonathan’ın yalnızca avlanmakla ilgilenen diğer martılarca anlaşılmaması ve dışlanması gibi. Her ne kadar Jonathan bunu engellenme olarak algılayıp endişeye kapılmış olmasa da aynı tutum Tolstoy’un Ivan Ilyiç’i ya da Camus’un Düşüş’ü için geçerli değildir. Ivan Ilyiç toplumun ondan beklediklerini yapmakla yetindiği, kendini gerçekleştirmeye çabalamadığı için acı çeker. Toplumda yükselmek sandığı toplumsal onayın aslında içsel düşüşü olduğunu keşfeder. Benzer bir şekilde Düşüş’te Jean-BaptisteClamence de geçmişine bakar, kendini değerlendirir. Bir monoloğu andıran roman bir iç boşalması, kendinden af dileme yöntemi, bir içe bakıştır. Zaman zaman dışarıyı suçlarken, zaman zaman kendine yüklenir. Bu yönüyle Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ına benzeyen eser insanın içinde olduğu boşluğu fark edişiyle ve bunun getirdiği yoğun suçluluk hissiyle biter. Yeterli hissetmek için kazandığı zaferler, onaylanmak için yakınlaştığı kişiler, kendini yargılamamak için yargıladığı bireyler yükselişini değil düşüşünü getirmiştir. İnsan statüsel olarak yükseldiğini zannederken içsel, psikolojik olarak düşmüştür. Sahte benliklerini gerçek sanarak, hakiki değerlerini düşürmüş, ölümünü getirmiştir. Adler’e göre, kendinden memnun olmayan birey, sürekli kendini ispat çabasındadır. Onun için güç, onaydan geçer. Kendisini kanıtlama dürtüsünün engellenmesi ise anksiyeteye sebep olur. Dolayısıyla toplumu insan yaratıcılığının ve esas kimliklerinin katili konumuna getiren nedenlerden biri budur. Ivan İlyiç ve Jean-Baptiste Clamence onay ihtiyaçlarından ötürü öz kimliklerini yok saymışlardır. Benzer şekilde, Sullivan’a göre insan onay görme ve bağımsızlık arar. Önem verilen kişilerce onaylanmayacağı, reddedileceği inancı anksiyete oluşturur. Stefan Zweig’ın Bir Kadının Hayatından 24 Saat adlı romanında, Bayan C. yıllar sonra gençliğinde kalan bir günün itirafını eder.


Yaşadığı gün çevresinin asla onaylamayacağı davranışlar içerdiğinden ve onlarca reddedileceğini düşündüğünden yıllarca kaygı içinde yaşamıştır ta ki önem verdiği birine anlatıp onaylanıncaya kadar. Bunlardan farklı olarak Bowlby, anksiyeteyi içsel güdülere bağlar. Freud’un aksine çocuğun anneye bağlılığı, anne onun ihtiyaçlarını doyuma ulaştırmadan çok önce oluşturmuştur, çocuğun birincil güdüsü bağlılıktır. Sevgi objesinden, anneden ayrılmak büyük bir endişe doğurur, anksiyete yaratır. Marcel Proust’un Bir Genç Kızın İtirafları adlı öyküsünde genç kızın en büyük korkusu annesinden ayrılmaktır. Öyle ki ondan ayrılmamak için annesiyle birlikte yaşamayı kabul eden biriyle evlenir. Yine annesini kaybetmemek için, esas kişiliğini ondan gizler. Erkeklerle ilişkilerini saklar, o halinden utanır, suçluluk duyar. Bu aynı zamanda Freud’un ahlaksal anksiyete görüşüne de uyum sağlar. Annesi, toplum- super egodur. Onaylanmayan evlilik dışı ilişkiler onda suçluluk hissini uyandıracaktır. Olay örgüsü, annesinin kızının ondan saklamak istediği kimliğini görüp ölmesiyle devam eder. Bu düpedüz bir reddediş ve hayal kırıklığıdır. Hikaye, bu ayrılığa dayanamayan karakterin derin anksiyete krizleri ve suçluluk hissinden ötürü kendini defalarca öldürme girişimleriyle sonlanır. Özetle, anksiyete bir çok eserde hikayenin başı, karakterin çözmesi gereken sorun gibidir. Karakterin onunla baş etme yetisi ve becerisi hikayesini şekillendirir. Korkuya ve kaygıya verilen her yeni yanıtta insan kendi tanımını yapabilecek fırsatı da yeniden ele geçirmiş olur. Bu nedenledir ki anksiyeteyi yalnızca korku ve şiddetli kaygı anı olarak değerlendirmek, olgunun sadece bedensel ve zihinsel belirtileriyle ilgilenmek anlamına gelecektir. Oysa anksiyete bir çok eserde temellendirildiği gibi hikayenin kopuş noktası, ölüm anıdır. Bu an, yazarın yaşadığı duyguyla örtüşür ve yapıtı bir nevi kendi tanımı, korkuya ve kaygıya verdiği yanıtıdır.


A Cross Cultural Study on the Sense of Self in Markus and Kıtayama’s, Matsumoto’s and Kağıtçıbaşı’s Theories Özlem Karagöz The concept of self has been one of the discussing topics which is associated with individuals’ behaviors in terms of their ideas and images about themselves. According to APA, this concept signifies monolith of individuals and originate in all all characteristic attributes, conscious and unconscious, intellectual and social connections. (APA, 2000). People in Western countries have been considered as “individualistic” whereas people in Non-Western countries have been evaluated as “collectivistic”. This dichotomy is also associated with the sense of self because every culture has the concept of self and the members of a culture can describe themselves depending on different features and interests. The aim of cross-cultural psychology examines meta-cultural theories of cultures and most research about the sense of self in a cross-cultural way generally mention Markus and Kitayama’s theories and its critiques by Matsumoto’s and Kağıtçıbaşı’s theories. The purpose of present study approaches to different perspectives to the sense of self in a non-dichotomic way. Markus and Kitayama’s theory have been valued as the most fruitful theory in literatures. They conducted a research in America and infer some consequences about the sense of self in Japanese and Americancultures. According to Markus and Kitayama, the reason why people define themselves differently in various cultures is directly associated with having an independent and interdependent self. The basic features of independent self are being as autonomous which means separate person from others and about being bounded and entity. It has been seen in cultures that are considered as “individualistic” in their theory. The members of these cultures have ability to validate their internal attributions (needs, abilities, motives, rights) and care about self-reliance. People generally create ingroup and outgroup in their social relationships but the line between person and his or her ingroup, also, the line between ingroup and outgroup are fluid. On the other hand, people who have interdependent self describe themselves within a group, meaningly, it is defined by social roles and relationships according to cultural norms. They can be evaluated as being unbounded, contingent and flexible. (Markus, H. R. & Kitayama, S. 1991) In addition, the sense of conformity which means fitting a group is changeable in both independent and interdependent self. The general assumption about conformity in Markus and Kitayama’s theory is that people in Western cultures show conformity to everyone. People tend to utilize self enhancement while they evaluate themselves in their daily life. but this situation is reversed in non-Western cultures. People have tendency to self effacement which means downplaying one’s virtues. Americans are indicated as an example of individualistic cultures whereas Japanese are valued as collectivistic in their theory.


Matsumoto’s theory can be considered as the most essential critique in Japanese culture. His criticism is

based on the fundamental issue that even if Markus and Kitayama did not collect data from Japan, they claimed that Japanese people are the example of interdependent self. According to Matsumoto, they have a stereotype about Japanese people in their head, so there is an extremely measurement and evaluation issue in their theory. (Matsumoto, 1999). Furthermore, Markus and Kitayama separated the world as Western and Eastern, namely, they did over generation and ignore individual differences in both within and among cultures. Matsumoto did a research in order to investigate individualistic and collectivistic rates in both Japanese and American cultures. He studied with Japanese university students and found that Japanese are individualistic with the range of 70.8%. He reviewed 18 studies and only one shows that Americans are individualistic. Therefore, the interpretation of Markus and Kitayama’s theory and the real data of Matsumoto’s theory are completely opposite. Çiğdem Kağıtçıbaşı’s s Self -Determination theory which is related to the concepts of relational self and separated self. The term of relational-self connotes individuals’ emotional and material interdependence within a family and these interdependence is called autonomos-related self. This type of self is be viewed in urban areas of collectivistic cultures. The term of separated self means cultures with independence of family. Obviously, she is against to Markus and Kitayama’s two dimensional theory of self. According to her, the concept of self is related with each individuals’ development, so the sense of self must be valued within a family and particular culture. She argued an interrelated concepts about self that is both individual and relational at the same time. According to self-determination theory, the term of individualism has not got relatedness while the situation of autonomy is not figure in collectivism, namely, the condition of being independence involves autonomy and separateness whereas interdependence involves heteronomy and relatedness. It is clear that the self determination theory of Çiğdem Kağıtçıbaşı, the concepts of independence and interdependence are not polarized. These concepts have subdimensions and individuals cannot be perused without their context. In this theory, an individual can be autonomous and related at the same time which is not possible to Markus and Kitayama’s theory.

To sum up, Markus and Kitayama’s stereotypical theories were criticized in different topics and differ-

ent ways in literatures. The critiques of this theory show that the concept of self is not limited with American cultures and books which are organized by American norms. The differentiation between independence and interdepence ignore both individual and cultural differences. Maybe, self-fulfilling prophecy occurred in Markus and Kitayama’s theory of self. They have a foresight about Japanese culture and they maybe form their theory according to their ideas. Matsumoto manifests individual differences within culture and Kağıtçıbaşı infers the power of context. Accordingly, the concept of self cannot be measured without mentioning each individual circumstance.


Röportaj Ayşe Meltem Budak/Gelişim Psikolojisi Olivia: Hocam sizi kısaca tanıyabilir miyiz? Ayşe Meltem Budak: Gelişim psikolojisine ilgi duyan birisiyim, aynı zamanda Psikoloji Danışmanlık eğitimi olan birisiyim. Eğitimde bu alana yönelmemin sebebi; merak ile yola çıkmam. İlk başta terapiye çok ilgim vardı. Psikolojik danışmanlık ile başladım sonra psikolojik danışmanlık sınırlı kaldı. Eğitimimin psikoloji ile temellendirilmesi gerektiğini hissettim sonra psikoloji üzerine doktoramı yaptım. Kendimi akademik olarak tanımladım. Aynı zamanda iki kızım var, iki kedim ve bir köpeğim var. Onlarla da bu öğretilerimi test ediyorum. Onlar sayesinde tekrar öğreniyorum. Kendi özel yaşantım ve merakımla yola çıktım. Daha çok “koruyucu ruh sağlığına merak duyan, buradaki becerileri nasıl güçlendiririz, bu becerilere nasıl uyum sağlarız”ı arayan birisiyim. Olivia: Uzun süredir bu alandasınız ve bu alana birçok şey katıyorsunuz. Gelişim psikolojisi nedir? Gelişim psikoloji alanında ilerlemeye nasıl karar verdiniz? Ayşe Meltem Budak: Gelişim psikolojisi; bir bilim alanı, psikolojinin önemli alt dallarından birisi ve yaşamı, -baştan sona kadar- doğumdan ölüme olan gelişimi anlamayı hedefliyor. Bu her yaşantı değişiminde, bireyin gelişimde bir sonraki davranışı tahmin edebilmek ve bu zorlukların önünde yaşayabilecekleri zorluklar neler kısmına odaklanmaktadır. Bireyin psikolojik, biyolojik, sosyolojik ihtiyaçlarını anlamak esas amaç. Gelişimden kastımız da bu üç örgünün içinde var oluyor. Bu konuları genellemek ve araştırmak zor. Bu alanı seçmemin nedenlerinden biri; süreçleri çok yönlü ele alabilmek, tek yönlü ele almıyorsunuz. Örneğin kültür farklılık gösteriyor, bunu çocuklar açısından ele alabilirsiniz, ebeveyn yönünden de ele alabilirsiniz. Kişi ve bireyi anlamak odaklı, bireyi baştan sona değerlendiriyor. Benim özellikle ilgilendiğim alan koruyucu ruh sağlığı ile ilgili, iyi olma halini arttırma alanında çalışıyorum. Bu alanın içinde hem değişim var hem de olduğu gibi kabul var. Benim kişiliğime, dünya bakışıma çok uyduğunu düşünüyorum. Çok entegre ve aynı zamanda iyi bir klinik psikolog olmak istiyorsanız, iyi bir gelişimci olmalısınız. İyi bir araştırmacı olmak istiyorsanız da bu geçerli. Genelde bu ders; iki yaşam perspektifini de tam olarak ele alabilelim diye ikinci sınıfta, uzun soluklu, iki dönem olarak verilen bir ders. Olivia: Klinik psikoloji alanında okuyup çocuk ve ergen üzerine uzmanlaşmak ve gelişim psikolojisi alanında uzmanlaşmak arasındaki fark nedir?


Ayşe Meltem Budak: Çocuk ve Ergen, tabii bu konularda tekrar uzmanlaşabilirsiniz veya yeni yürümeye başlamış çocuklarla çalışabilirsiniz ya da çocuklarla çalışabilirsiniz. Alan dışına çıkıp bilgileri ebeveynlere öğretebilirsiniz, erken çocuklukta uzmanlaşabilirsiniz. Fakat gelişim psikolojisi genel bakıyor. Yaşam perspektifinden bütünsel olarak bakıyor. Değişim, dönüşüm olarak bakıyor sürece. Sadece ergen çocuk dediğinizde sadece o kesite bakıyorsunuz. Gelişim psikolojisi bütün alanı değerlendiriyor. Çocuk ve Ergen’i, Gelişimin bir alt dalı gibi değerlendirebiliriz. Olivia: Alanda ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz, bunlarla nasıl baş ediyorsunuz? Ayşe Meltem Budak: En temel sorun sanıyorum ki Türkiye’de gelişim psikolojisi alanında uzmanlık verenin az olması ve daha çok klinik psikolojinin popüler olması sebebiyle biraz daha geri planda kalmış. Örneğin gelişimde doktorasını yapmış birini bulmak zor, elbette var fakat sayılı ve genelde yurt dışında eğitimlerini almış veya burada sayılı üniversitelerde öğrenim görmüş oluyorlar ve bence daha çok ihtiyacımız var çünkü multidisipliner çalışmaya çok açık bir alan, birbirlerini besliyorlar, örneğin; klinik psikoloji ile. Kısacası en temel sorunlar; multidisipliner kaynaklara ulaşmada zorluk yaşanması ve alanda uzman “lifespan” perspektife hâkim kişilerin az olması. Olivia: Bu alanda ilerlemek için çocukları sevmek yeterli değil diye bir kanı var ortada, sizce nelere sahip olmalı bu alanda ilerleyecek kişiler? Ayşe Meltem Budak: Sanıyorum bu düşünce şundan kaynaklanıyor; gelişim denince akla çocuk geliyor ve orda da bitiyor fakat “lifespan” perspektife göre başlangıç ve son var, çocuk sadece başlangıç kısmı. Bu süreç ana rahminden itibaren başlar, yaşlılığa kadar uzanır. Bu yüzden çocuk sevmek değil, yaşlılarla da çalışabilirsiniz eğer gelişim psikoloğu iseniz. Bu alan kısacası insana dairdir, sizleri de besler. Bu sebeple çocuk sevmekten ziyade insan ve insan gelişimine ilgi duymak gerekir. “İnsan neden böyle davranır?” sorusu etrafında düşünmek ve bu doğrultuda -zaten gelişim psikolojisi uygulamalıdır- bilgiyi alıp, alanda kullanmaya yöneliktir; örneğin okulda gibi. Aslında 1. Dünya Savaşı’ndan sonraki kısmına kadar gelişim psikolojisi çocuk ve ergenden ibarettir, sonra değişim başlar. “Lifespan” perspektif hâkim olur, yani aslında yaşam 18 yaşında bitmiyor. Yaşlılık ve yeni yeni çalışılmaya başlayan konular oluşur, özellikle bireylerin fiziksel yaşlılıkları ve duygusal olgunlukları, zenginleşmeleri ve iyileşmeleri… Yeni yeni konuşulan konular bunlar. Bunlara ilgi duymak, bilmek yeterli olacaktır. Olivia: Gelişim Psikolojisi yüksek lisans programları hakkında bilgi verebilir misiniz?


Ayşe Meltem Budak: Dediğim gibi çok sınırlı sayıda var. Yurtdışını öneririm özellikle İngiltere’de. Aynı zamanda gelişim psikolojisinin birçok alt dalında uzmanlaşabilirler; yeme bozukluğu, otizmli çocuklar gibi. Türkiye’de de elbette güzel programlar var örneğin ODTÜ, Özyeğin Üniversitesi gibi. Olivia: Son olarak, öğrencilere iletmek/tavsiye vermek istediğiniz herhangi bir şey var mı hocam? Ayşe Meltem Budak: Ben şuna inanıyorum motivasyon en önemli şey, motivasyon varsa her şey vardır. Örnek veriyorum şu alandan mezun olursam şu kadar kazanacağım, şöyle olacağım gibi düşünmesinler. Bir şeyi seviyorlar ve inanıyorlarsa bundan motive oluyorlarsa onu takip etsinler. Bu psikolojinin her alanı için söylenebilir; gelişim psikolojisi, klinik psikoloji vs. Kısacası sizi ne heyecanlandırıyor ve sizde ne merak uyandırıyorsa o konuyu seçip, o konuda uzmanlaşabilirsiniz. Olivia ve Saliha: Bu bilgilendirici röportaj için çok teşekkür ederiz.


Türk Psikologlar Derneği İstanbul Şubesi Türk Psikologlar Derneği İstanbul Şube Başkan Yrd. Uzm. Psk. Duygu Buğa Türk Psikologlar Derneği (TPD), psikologlar arasında birlik, beraberlik ve dayanışma sağlayarak, psikoloji biliminin ve mesleğinin ülkemizde tanıtılması, geliştirilmesi ve toplumun yararına kullanılması için çalışmalarda bulunmak amacıyla kurulmuş bir meslek örgütüdür. Mesleğin ortak etik ilkelere göre yürütülmesine, psikolojik hizmetlerden yararlanan kişilerin haklarını gözetmeye ve korumaya çalışmakta, hem psikoloji alanındaki akademisyen ve profesyonellere, hem de kamuya yararına hizmet vermektedir. Ankara’da 1976 yılında kurulan TPD’nin, Genel Merkez’e ek olarak İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya, Samsun ve Eskişehir’de şubeleri ve farklı illerde iletişim temsilcileri bulunmaktadır. Türkiye’de bilimsel ve mesleki psikolojiyi temsil eden tek profesyonel organizasyon olan TPD, Bakanlar Kurulu’nun 29/11/1994 tarih ve 94/6350 sayılı izniyle uluslararası bir dernek kimliği kazanmış, 19 Aralık 1997 tarihli kararıyla da Kamu Yararına Dernek statüsü elde etmiştir. Aynı zamanda, Avrupa Birliği’ndeki profesyonel psikologların üye olduğu derneklerin meydana getirdiği Avrupa Profesyonel Psikolog lar Dernekleri Federasyonu’nun (EFPPA) ve Psikoloji Biliminin dünya çapındaki en geniş temsilcisi olan Uluslararası Psikoloji Birliği’nin (IUPsyS) üyesidir. Psikoloji uygulamalarının ve mesleğin, ülkemizde de bu federasyonların belirlediği uluslararası standartlara uygun biçimde yürütülmesine gereken özen ve dikkat gösterilmektedir TPD bünyesinde, derneğe üye olan meslektaşların ve psikoloji bölümü öğrencilerinin aktif görev aldıkları farklı birimler bulunmaktadır. Travma, Afet ve Kriz Birimi İstanbul’da en aktif birimlerden biridir. Toplumsal krizlerde ve afetlerde psikososyal destek hizmeti sunan ve koordinasyonunu yürüten birimde ayrıca aylık olarak düzenli “Sohbet Toplantısı” ve “Okuma Toplantısı” etkinlikleri gerçekleştirilmekte, her yıl “Travma Sempozyumu” düzenlenmektedir. İstanbul temelli bir birim olan Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Birimi, toplumsal cinsiyet ve kadına yönelik şiddet kapsamında meslektaşlara ve psikoloji bölümü öğrencilerine yönelik eğitimler ve seminerler düzenlemekte, projelere katkı sunmaktadır. Özellikle 8 Mart ve 25 Kasım tarihlerinde medya ve sosyal medya kampanyaları düzenleyerek kamuoyuna yönelik bilgilendirmeler yapmaktadır.


Yakın zamanda kurulan Çocuk ve Ergen Çalışmaları Birimi, LGBTİ Çalışmaları Birimi ile Çift ve Aile Çalışmaları Birimi de çalışmalarına devam etmekte, alanda çalışan meslektaşların ve psikoloji bölümü öğrencilerinin ihtiyaçlarına göre çalışmalarını şekillendirmektedir. Şubat 2018 tarihinde TPD İstanbul Şubesi’nde, bir grup Psikoloji lisans öğrencisinin girişimiyle Öğrenci Çalışmaları Birimi de kurulmuştur. Birimin amaçlarından biri, psikoloji öğrencilerinin akademik alandaki kendilerini geliştirme taleplerini maksimum düzeyde ve olabildiğince ehil kaynaklardan karşılamaktır. Bu nedenle dernekte oldukça geniş katılımla seminerler, atölye çalışmaları düzenlenmektedir ve psikoloji öğrencileri bu etkinliklerden ücretsiz olarak yararlanmaktadır. Psikoloji bölümü öğrencileri, TPD fahri üyesi olmak şartı ile birimlerde aktif rol alabilirler. Fahri üyelik için; 2 adet vesikalık fotoğraf, öğrenci belgesi, kimlik fotokopisi ve dernekten verilen üyelik formu doldurularak TPD’ye teslim edilmelidir. Üyelik gerçekleştikten sonra öğrenciler aktif rol almak istedikleri birimi seçerek çalışmalara başlayabilirler. Birimler sayesinde psikoloji öğrencileri, usta-çırak ilişkisi bağlamında alanda çalışanların deneyimlerinden yararlanmak, dünyaya psikolog gözüyle bakmayı öğrenmek, mesleği ve meslek örgütünü yakından tanımak gibi fırsatları elde etmekte, deneyim sahibi olmaktadırlar.


Hobi Köşesi Kitap • Jane Eyre (Charlotte Bronte) • Işığın Yolu (Nilüfer Devecigil) • Oğullar ve Rencide Ruhlar (Alper Canıgüz) • Terapist Olmak Üzerine (Jeffrey A. Kottler) • “Zor Kişilikler”le Yaşamak (François Lelord, Christophe Andre) Müzik • Ooh La La (Faces) • Lovin’ You (Minnie Riperton) • Monday Morning (Henry Windon) • I Saw Her Standing There (Matt Johnson) • Wildflowers (Dolly Parton, Emmylou Harris & Linda Ronstadt) Film • Alphaville, 1965 • Midnight in Paris, 2011 • About Time, 2013 • Dangal, 2016 • Perfetti Sconosciuti, 2016


Referans

Japon Çiçekleri Arasında Avokado Yiyeyim ama Köri Tadı Gelsin, Fonda Gayda Ezgileri… Pedersen, P. B. (1991). Journal of Counseling and Development Sodowsky, G. R., Kuo-Jackson, P., Richardson, M. F., & Corey, A. T. (1998). Correlates of self-reported multicultural competencies: Counselor multicultural social desirability, race, social inadequacy, locus of control racial ideology, and multicultural training. Journal of Counseling Psychology, 45(3), 256264. http://bproxy.bahcesehir.edu.tr:2152/10.1037/0022-0167.45.3.256 TDK, Türk Dil Kurumu, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=K%C3%9CLT%C3%9CR Yakın İlişkiler ve Bağlanma Atak ve Taştan H ,(2012); Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar-Current Approaches in Psychiatry Bowlby J. (1958) , The nature of the child’s tie to his mother. Int J Psychoanal , 39:350- 373. BowlbyJ. (1969), Attachment and Loss, 1st Ed. London, Hogarth Press Bowlby J. (1979), The Making and Breaking of Affectional Bonds. London, Tavistock

Publications

Bradshow D, Shaver P, Hazan C (1988); Love as attachment: the integration of three

behavioral

sys-

tems. In Psychology of Love (Eds RJ Sternberg, ML Barnes):1-36. New Haven, Yale University Press Kesebir ,Kavzoğlu ve Üstündağ (2011 );(attachment and psychophatology ) as cited by Hamilton

CE.

Continuity and discontinuity of attachment from infancy through adolescence. Child Dev 2000; 71:690694

Yarı Zamanlı Yaşayacak Kalifiye İşçi Aranıyor Afonso, P., Fonseca, M., & Pires, J. F. (2017). Impact of working hours on sleep and mental health. Occupational Medicine, 67(5), 377–382. https://bproxy.bahcesehir.edu.tr:4596/10.1093/occmed/kqx054


Bregman, R. How working less could solve all our problems. Really. https://ideas.ted.com/how-workingless-could-solve-all-our-problems-really/ Zadeh, Z. F., & Ahmad, K. B. (2008). Number of working hours and male employees’ psychological workstress levels. Pakistan Journal of Psychological Research, 23(1–2), 29–36. Retrieved from http:// bproxy.bahcesehir.edu.tr:2062/login.aspx?direct=true&db=psyh&AN=2009-00441-004&site=ehost-live Göğü Delen Adam Scheurmann, E. (2017). Gögü Delen Adam (s. 95). içinde İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Scheurmann, E. (2017). Gögü Delen Adam (s. 46). içinde İstanbul: Ayrıntı Yayınları. A Cross Cultural Study on the Sense of Self in Markus and Kıtayama’s, Matsumoto’s and Kağıtçıbaşı’s Theories Markus, H. R. & Kitayama, S. (1991). Culture and self: Implication for cognition, emotion

and moti-

vation. Psychological Review, 98 (2), 224-253. Matsumoto, D. (1999). Culture and self: An empirical assessment of Markus and Kitayama’s

theory

of

independent and interdependent self-construals. Asian Journal od Social Psychology, 2, 289-310. Kağıtçıbaşı, Ç. (2005). Autonomy and Relatedness in Cultural Context: Implications for Self ly. Journal of Cross-Cultural Psychology, 36 (4), 403-422. Kağıtçıbaşı, Ç. (2016). Benlik, Aile ve İnsan Gelişimi. Koç University Pres

and Fami-


BİZİ SOSYAL MEDYA HESAPLARIMIZDAN TAKİP EDEBİLİRSİNİZ!

/baupsychology

/baupsychology

/baupsychology


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.