XOXO The Mag/September 2015

Page 1

055 FASHIONMUSICARTDESIGN

EYLÜL 2015 ÜCRETSİZDİR

BURCU ESMERSOY

EMİR URAS EDWARD NORTON EACH XOTHER ETIENNE DE SWARDT RÓISÍN MURPHY WAVEFORMS INSIDE SALTWATER/TUZLU SUYUN İÇİNDE
















cover guest burcu esmersoy photographer koray birand

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Yayınlar Direktörü Serap Gecü Editörler Seza Bali, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Evrim Kaya, Aslin Kumdagezer, Lara Lakay, Utku Palamutçu, Gökhan Polat İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen Katkıda Bulunanlar Esra Acar, Evrim Altuğ, Fırat Arapoğlu, Mahizer Aytaş, Alp Bassa, Sena Başöz, Merve Yeşilada Çağlar, Mustafa Kayhan Ergün, Özge Ersoy, Danil Golovkin, Gülşah Güray, Nevşin Mengü, Alina Negoita, Hande Oynar, Alican Öyke, Yasemin Özcan, Nando Salvà, Phillip Suddick, Yasemin Şener, Müge Turan, Ali Tünay, Bahar Türkay, Ceren Yalçınkaya, Dilek Yaman, Merve Yeşilçimen Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.


ROUGE PUR COUTURE BIRAKIN RUJUNUZ SİZİ GİYDİRSİN


CONTENTS

COVER

INTERVIEW

92... Burcu Esmersoy

24... Emir Uras Kendi Bakışının Mimarı röportaj bahar türkay

34... Edward Norton İddiasız Ama Cüretkar

ART & DESIGN

röportaj nando salvà

30... Julia Stoschek

38... Cemre Narin & Tangör Tan

Yeni Nesil Koleksiyoner röportaj hande oynar

46... Ruud van Empel

FASHION

Mutfağın Sınırları Dışında moderasyon esra acar

Gerçeğe Müdahale

42... EachxOther

50... Svetlana Kapanina

röportaj seza bali

Tencere Kapak İlişkisi

Upside Down

68... Mischer’Traxler

röportaj utku palamutçu

röportaj utku palamutçu

“Bir”den Fazlası...

112... Waveforms

54... Alex Thomson

röportaj bahar türkay

photographer alina negoita

Kazanmanın Hazzı

styling deniz irem çek

röportaj yasemin şener

174... Fast Talk with Liza Owen

58... Etienne de Swardt

photographer phillip suddick

röportaj ayşecan ipek

137... Inside Saltwater/ Tuzlu Suyun İçinde

MUSIC

styling hannah eichler röportaj ceren yalçınkaya

72... Róisín Murphy Tuhaf Bir Albüm Daha

Bir Tebessümün Ucunda

62... Jan Plamper Duyguların Tarihi röportaj ali tünay

röportaj alican öyke

84... Bonnie Tu

90... In Hoodies

Dağ Tepe Gezen, Gezdiren Yönetici

Aklı Güzellikle Dolu röportaj gülşah güray

röportaj nevşin mengü

86... Emmanuel Carrère Ve Nihayet, Yönetmen röportaj müge turan

MORE 126... Some Women of Ballet hazırlayan merve yeşilçimen

168... The Imperfectionist realization ayşecan ipek photographer erman iştahlı



Mai-Thu Perret, Leviathan II, 2013, canvas, leather, metal loops, wood, coconut fiber, cord, 60 x 240 x 50 cm

)

ADETTENDİR, BOL GÖNDERMELİ BİR ALINTIYLA EYLÜL’E SELAM DURAYIM. HERMAN MELVILLE, MOBY DICK’TE ŞÖYLE BUYURUR; “CEHALET KORKUNUN ANASIDIR.” 6 EYLÜL’DE KEMER GOLF & COUNTRY CLUB’A BEKLERİZ, XOXO FESTIVAL’E.

OLGA ŞERBETCİOĞLU


SONSUZA DEK GEZGİN



SONSUZA DEK GEZGİN


SONSUZA DEK GEZGİN


Nişantaşı İstinye Park Hermes.com


INTERVIEW/IWC ICONS Bu bir ilandır.

EMİR URAS

Kendi Bakışının Mimarı Mimarlık etkileyici bir meslek. Ancak, tek başına bu, mimarın kendini etkileyici yapmaya yetmez. Onun etkileyici olmasının yolu; yıllar geçtikçe, deneyimler ve hayata atılan imzalar arttıkça, sakinleşmekten ve bir anlamda naifleşmekten geçiyor. Kişi naifleştikçe ortaya koyduğu işler daha da parlıyor sanki. IWC Icons’ın bu ayki konuğu Emir Uras tam da böyle bir isim. Kendisi geceden gündüze geçmişken, projeleri dünyadan uzaya kadar uzanacak gibi görünüyor. Ne de olsa en beğendiği projesini henüz tasarlamadı…

Emir Uras, IWC Portugieser Automatic takıyor.

röportaj bahar türkay fotoğraflar gökhan polat


Zaman size özgürlüğü mü çağrıştırıyor, sınırları mı? Ben zamanı ölçüm aracı olarak kullandığımız bir kavram gibi görüyorum; geriye yansıtınca geçmiş, ileriye yansıtınca gelecek diyoruz. Ölçmek için de saatlerimiz, takvimlerimiz var. Muhtemelen gerçek olan şey, bir tek anın varlığı, geçmişte, gelecekte o an içinde ileriye ve geriye dönük projeksiyonlar, ilüzyonlar, hayali düşünceler.

derken, işler gelişti. Los Angeles’taki ofisim evimizin garajıydı ve Türkiye’ye gelirken kapıyı kilitleyip çıkmıştım. Sonra bir süre ikisi arasında gidip geldik. Türkiye’nin önemli adımlar atıp geliştiği senelerdi, çok keyifli işler yaptık ve değerli insanlarla çalışma fırsatlarımız oldu. Sanırım bu yüzden o güne geri dönsem farklı bir karar vermezdim, Londra’yı da, Los Angeles’ı da, İstanbul’u da çok dolu dolu yaşama imkanım oldu.

Saat kaçı gösterdiğinde siz sizsiniz? Eskiden gece insanıydım, şimdi gündüz. Erken kalkıp acele etmeden, işten önce birkaç saat sabahların keyfini çıkartmaya bayılıyorum. Günüme yoga ve arkasından hiçbir zaman vazgeçmediğim saunadan sonra başlıyorum. İşimin çoğunu, günümün planını o birkaç saat içinde yapıyorum. Bu yüzden hiçbir zaman ajanda kullanamadım. Ne zaman aldımsa, bir iki satır yazıp kenara attım.

İstanbul’daki kent yaşantısını nasıl buluyorsunuz? İçinden çıkılmaz bir hal mi alıyor, yoksa size her geçen gün yeni keşifler mi sunuyor? Dünyadaki bütün mega şehirler büyük bir değişim içinde. Muhafazakar Londra’da bile 250 tane 70 katlı bina inşaatı devam ediyor. Global bir Dubaileşme söz konusu. İstanbul kendi kendini organize eden, yenileyebilen, birçok başka şehrin gelişmesine örnek olmuş çok eski bir şehir. Belli bir tempoda gelişirken güzel dinamik ve yaratıcı. İz bırakmayan dev projelerle nereye gider hiç bilemiyorum ama nüfus arttıkça ve ulaşım zorlaştıkça mahalleleşme tekrardan önem kazanacak diye düşünüyorum. Her ne kadar değişim sağlıklı bir şey olsa da, hızlı değişimin geri dönülmez pişmanlıkları olabiliyor. İstanbul yine de beni besleyen bir şehir, beslenebildiğim sürece de her şeyimle buradayım.

Mimarlık etkileyici bir meslek mi sizce? Evet, tabii ki öyle, ama birilerini etkilemek için yapılmayıp daha derin ve sağlam temellere dayalı olduğu zaman daha etkileyici olabiliyor. Etki tehlikeli bir kelime, yanlış kullanıldığı zaman hedefini şaşırabiliyor. Bu yüzden, ben her zaman konuya daha bilinçli yaklaşma taraftarıyım. Üniversitedeyken bir hocam “Biz binaları şekillendiriyoruz, onlar da bizi.” derdi. Mimarlık, bina tasarımının üstüne eklenen şiirsel bir araç, etkisi de bilinçaltında sülalelerce devam edebiliyor. Meslek hayatım boyunca mimarlık tarihçisi Nicholas Pevsner’in lafı hiç aklımdan çıkmadı. “Bir bisiklet barakası binadır, Lincoln Katedrali mimarlıktır.”

Bu yıl gerçekleşen 2015 Milano Expo’da yer alan Türkiye Pavyonu’nu tasarladınız. Pavyonun hikayesi neydi? Ortaya nasıl bir deneyim çıktı ? 2015 Türkiye Pavyonu’nun tasarımı için dDF’in kurucu ortaklarından dostum Arhan Kayar’ın beni arayıp “12 günümüz var, bir şeyler çıkartabilir miyiz?” demesi üzerine berabarce çalışmaya başladık. İptal edilmiş bir katılımın yeni bir lokasyon ile tekrar gündeme gelmesi üzerine, Ekonomi Bakanlığı, bazı şirketlerle görüşmeye başlamıştı. İhaleyi bizim projemizle dDF kazandı ve çok sıkışık bir program ve zor şartlarla projeyi ne yapıp edip yetiştirdik. Türkiye 4. büyük pavyonla en son katılan ülkeydi. Yemek ve sürdürülebilirlik temalı hızlı ve pratik bir proje ürettik. Bizim orijinal projemizin üstüne Bakanlık kendi olmazsa olmazlarını ekledi. Türkiye gibi zengin, renkli ve karışık bir ülkeyi temsil eden bir tasarım yapmak gerçekten çok zordu. Sonuç, istediğimizden daha eklektik çıksa da, pavyon beğenilerek dolaşılıyor diye duyuyorum.

Son yıllarda ivme kazanan sosyal tasarım projeleriyle birlikte mimarlık, alışık olduğumuzdan farklı bir perspektifte çözüm önerileri geliştiriyor ve daha kolektif çalışma süreçleri sunuyor. Diğer taraftan yaratıcı birey olarak mimarın varlığı ve duruşu halen bir hayli keskin. Yaratım/üretim sürecinde ikili olarak çalıştığınızda durum nasıl? Evet, mimarlık da birçok meslek gibi kılıf değiştirmekte. Belli tarzların, izm’lerin arasındaki sınırların kalktığı ve her şeyin eşdeğer biçimde geçerli olduğu bir çağdan geçiyoruz. Çok güzel işler de çıkıyor, daha niteliksiz olanlar da. Yaratım, üretimle el ele gidiyor, üretim olanakları ne kadar gelişmiş ise yaratıcılık adına o kadar yeni kapı açılıyor, yeni atılımlar yapılabiliyor. Ya da tam tersi de mümkün; kısıtlamalardan da yaratıcılık doğabiliyor. Sonuçta, mimarlık bir takım işi ve bizim ofis modelimiz de işbirlikleri üzerine kurulu.

Türkiye dışında mimarlık yapmak istediğiniz bir yer var mı? Mimarlığın lokasyondan daha çok bakış inşa etmek ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Ben de bakışımın, bilincimin mimarıyım. O bakış her zaman her yerde kullanılabiliyor. Hayal edebilenler iyi mimarlar oluyorlar. Yine de tarih yükü daha hafif ülkelerde mimarlık yapmak daha keyifli. California’da okudum, yaşadım ve ister istemez oradaki mimariden etkilendim. Tekrar oralarda, çölde veya uzayda bir şeyler yapmak isterdim.

Portfolyonuzda konut ve yaşam alanları var. Başka birisi için bir yaşam alanı tasarlamak ve hayata geçirmek zor değil mi? Evlerini tasarladığınız kişilerle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Evet, ev tasarlamak çok zor bir iş, kendi evlerimi yaparken bile zorlanıyorum. Bir süre ara vermiştim, daha az ev yapıyordum, şimdi tekrardan ev işlerim yoğunlaştı. İlk önce müşteriyi çok iyi dinlemeye çalışıyorum, onların hayat tarzlarını anlayıp, bunlara katkıda bulunacak yaklaşımlar geliştiriyoruz. Her zaman sanatsal bir bakış muhafaza edip, projeye, heykel yaparmış gibi yaklaşıyoruz. Bizim bakışımızdan çok uzak olan müşteri zaten bize gelmiyor, sonrasında çoğunlukla ilişkimize arkadaş olarak devam ediyoruz ve hatta misafir olarak evlerinin keyfini çıkartıyoruz. Ofiste ütopik, sürekli üstünde çalıştığımız bir ev çalışmamız var, ‘Whatamai?’ (Ben Neyim?) diye bir isim taktık, “Bugünün evi, bugünün insanına nasıl cevap vermeli?” sorusunu irdeleyen bir çalışma. Yakında bir yatırımcıyla bu projeyi gerçekleştirmeyi planlıyoruz.

Şahsen en beğendiğiniz projeniz hangisi? Daha yapmadım ki… Yine de en beğendiğim projelerim en naif olanlar. Mimarlığınızı besleyen sanatçı bir yönünüz de var. Çizimlerinize mimari projelerinizde yer verebiliyorsunuz. Bunun mesleğinize nasıl bir katkısı var? Hepsi beslenme amaçlı. İnsan beslenmeden ürettiği zaman tükenebiliyor. Ben hiçbir zaman kendimi katı çerçeveleri olan bir mimar olarak göremedim, çok farklı yönleri olan bir mimar olduğumu gördüm, hissettim ve yaşadım. İyi veya kötü; o şekilde de ifade etmeye, katkıda bulunmaya çalıştım. Yaptığım sanatsal çalışmalar belli bir varoluş hissinin yansımaları ve araştırmaları. Çizimlerimle projelerim arasındaki mesafeyi kapamak üzerine çalışıyorum. Daha kalpten, bütünsel bir mimari ifade üzerine araştırmalar yapıyorum.

Eğitiminizi İngiltere ve ABD’de tamamladıktan ve Los Angeles’ta stüdyo açtıktan sonra, İstanbul’a döndünüz. Dönme kararınızı verirken motivasyonunuz neydi? O güne geri dönseniz farklı bir karar verir miydiniz? 1998’de bir aylık askerlik yapmak için Türkiye’ye geldim, geliş o geliş. Askerlikten sonra birkaç küçük iş aldım, bir ofis tuttum, 27


Peki tam tersi söz konusu olsa… Bir sanatçı, mimarlık mesleğinin uygulama alanına girse… Bu duruma nasıl yaklaşırsınız? Bunun iyi örneklerini görmedim ama görmeyi çok isterim. Genelde işbirlikleri güzel sonuç veriyor. Sanat, mimarlık ve bilim tekrar birleştiği zaman, ortaya çok daha nitelikli binalar çıkabilir diye düşünüyorum. Mısır’daki piramitlerin mimarı Imhotep hem hekim, hem simyacı hem de mimarmış. Leonardo da Vinci de başka bir örnek. Daha güncel olarak Jonty Hurwitz, nanoteknoloji ile bir tek mikroskop altında görüntelenebilen küçük heykeller yapıyor. Onları yapabilmek için kendi uzmanlık alanlarında en iyi olan geniş bir takım ile çalışıyor. Sizin de kullandığınızı tahmin ettiğim 3 boyutlu yazıcıların, işleyen bir organ basmaktan çalışan bir silah üretmeye kadar giden, hayli geniş bir uygulama alanı var ve müthiş bir hızla gelişiyor. Bu biraz korkutucu… Sizce bizi neler bekliyor? Kendi mesleğim dahil, hiçbir konu üzerinde otorite değilim. Hayatın akışını bazen keyifle, bazen şaşkınlıkla seyredip, bir ucundan tutmaya çalışıyorum. 3 boyutlu yazıcıların getirdiği yeniliklerle herhalde yavaş yavaş, yapay zekaya teslim oluyoruz diye düşünüyorum. Biri yapay öbürü gerçek diye de görmemek lazım tabii. Bir tane zeka var, veya evrensel bilinç, sistem, adına ne derseniz deyin... İlim ve sanat herhalde birbirinden ayrılmaması gereken iki daldı ve bu ayırımla birlikte, her şeye doğru ve yanlışlarla açıklama getiren din ortaya çıktı. Din dünyada popülarite kaybettikçe tekrar sanat ve ilimin birleşmesine tanıklık edeceğiz diye düşünüyorum. Moda ve tasarımın çeşitli alanlarında gün geçtikçe geçmişten daha fazla ilham alınıyor. Pek çok yerde retro eğilimlerle karşılaşıyoruz. Diğer taraftan teknolojik gelişmeler sınır tanımıyor. Bu noktada, yakın geleceğe ait eğilimler konusunda bir tahminde bulunmanızı istesek… Evrime baktığımızda her şey bir genleşiyor bir daralıyor. Mimarlık, tasarım ve moda da öyle. Geçtiğimiz on sene içinde tasarım ve moda birbirinden çok beslendi. Retro eğilimler de modernizmin sertliğine tepki ihtiyaçlarıydı ama tepkiler çok kalıcı olamıyor. Dondurulmuş

fikirler, üzerlerine küçük farklılıklar eklenerek raflardan çıkartılıp tekrar sunuluyor. Buna yaratıcılık diyoruz. Hakiki yeniliğin kabulu gittikçe zorlaşıyor. Çoğulluktan sonra saflık ve bütünsellik hatta tamamlayıcılık ihtiyacı bile doğabiliyor. Ne okursunuz? Her şeyi. Eskiden kitaplara çok meraklıydım, bu sayede, kapsamlı bir kütüphanemiz oluştu. Evimizde farklı odalarda farklı konular ile ilgili kütüphanelerimiz var. Bugünlerde okumaktan çok karıştırmayı seviyorum. Çok yavaş, sindirerek ve birkaç kitabı aynı anda okumayı severim. En son Jeff Foster’ın Merkezsiz Hayat kitabını okudum. Robert Bly’ın Iron John kitabı da başucumda duruyor, başlamayı planlıyorum. Eşiniz için çıkardığınız, 500 adet çiçek deseninden oluşan Zeyneb için 500 Çiçek kitabına gelelim… Eşiniz kitabı ilk gördüğünde nasıl bir tepki verdi? Zeyneb’in çalışmalardan haberi vardı tabii ancak kendine adanarak projelendirilmesine inanamadı, çok duygulandı. “Ben dünyanın en şanslı kadınıyım.” dedi; zaman içerisinde de çok keyif aldığını ve sükse yaptığını defalarca belirtti. Kitabın zevkli tasarımı da Ulaş Eryavuz ve Zeynep Yener sayesinde gerçekleşti. Romantik biri misiniz, gerçekçi mi? Romantik gerçekçi diyebiliriz, herhalde. Her ne kadar gerçekçilik tam nedir anlayamasam da tek bir gerçek olduğunu düşünmüyorum. Kullandığınız saate, zamanı göstermesi dışında bir anlam yüklüyor musunuz? Daha fazla anlam yüklediğim zamanlar oldu. Londra’da öğrenciyken teknolojiyi ve gelişimi yansıttığı için antika saatler satan bir dükkandan 1969 yapımı bir saat almıştım. NASA çalışanları için tasarlanmış, hatta Neil Armstrong da ilk ay yolculuğunda koluna onu takmış. Hikayeleri olan özel şeylerden her zaman hoşlandım. IWC kullanmak size ne hissettiriyor? Zarafet ve sağlamlığın ender birlikteliğini.

XOXO The Mag


THE LEGEND AMONG ICONS.

IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Next Level Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 I Bodrum: Greenwich, Palmarina Tel: (252) 385 3621 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111 I Muğla: Quadran, D-Hotel Maris, Marmaris Tel: (252) 436 9191

IWC.COM




INTERVIEW/ART

JULIA STOSCHEK

Yeni Nesil Koleksiyoner Julia Stoschek, bir sanat medyumu olarak videonun kendi jenerasyonunu yansıttığını düşünüyor. Sanat dünyasındaki en genç koleksiyonerlerden biri ama 2007’de Düsseldorf’ta eski bir yatak fabrikasında açtığı Julia Stoschek Koleksiyonu ile 1960’lardan bugüne uzanan zaman diliminden topladığı etkileyici yeni medya işlerini farklı sergiler sayesinde izleyiciyle buluşturmayı başarıyor. Bu yıl Düsseldorf’a yolunuz düşerse, Trisha Donnelly ve Cyprien Gaillard’ın, Stoschek Koleksiyonu’ndaki işlerinden oluşan kişisel sergilerini kaçırmayın. röportaj hande oynar fotoğraf şirin şimşek

XOXO The Mag


Elizabeth Price, WE KNOW, 2014, installation view, Düsseldorf

Genç sanatçı keşfetmek gibi bir derdiniz var mı? Bu çok geniş bir soru. Sanatçı keşfetmeyi severim ama yaşları o kadar da önemli değil.

birçok sanatçıyla konuşuyorum, stüdyolarını ziyaret ediyorum, sergilerini geziyorum ve küratörlerle tanışıyorum. Benim ilgilendiğim eserler 1960’lardan günümüze kadar gelen dönemde üretilenler... Videodan bahsediyorsak, tarihi eserler koleksiyonda işleri bulunan birçok genç sanatçının da ilham kaynağı pozisyonunda. 1960’lardan beri örnek sayılabilecek başyapıtları, bir sanatçının istikrarlı bir şekilde ürettiği tüm eserlerini toplamaya gayret ediyorum.

Sanatçı olmayı tercih eder miydiniz? Hayır, koleksiyoner olmaktan çok memnunum. Sanattan başka bir şeyin koleksiyonunu yapıyor musunuz? Hayır. Küçük bir kızken farklı şeyler biriktirirdim ama sanat koleksiyoneri olma yoluna girdiğimde, bu erken teşebbüslerimle kıyaslayamayacağım ilham anları yaşadım. 2002’de Harald Falckenberg’in Hamburg’daki büyüleyici koleksiyonunu gördüm ve bu tecrübe, kendi koleksiyonuma başlamam için en önemli tetikleyicilerden biri oldu.

Neden özellikle medya sanatı üzerine odaklanmayı tercih ettiniz? Ergenliğimde birçok önemli olay videoya kaydedildi ve ben videonun benim jenerasyonumun ortamı olduğuna inanıyorum. Zaman temelli sanata olan tutkumun ana nedenlerinden biri de, belli bir derinlik ve sinestezik bir boyut içeriyor olması. Tüm duyuları harekete geçiriyor. Bu ortamda bulunabilen farklı sanatsal ifadeleri seviyorum ve sergilerde onlara yer vermeye çalışıyorum. Mesela, şu anda Düsseldorf ’ta sergilediğimiz Trisha Donnelly’nin işlerindeki gibi.

Peki bu bahsettiğiniz koleksiyonda sizi en çok etkileyen neydi? Etkilemek hafif kalır, orada gördüklerim tam anlamıyla hayatımı değiştirdi. Sanat hakkında konuşma şekli ve hevesi, daha önce olabileceğini hiç aklıma getirmediğim heyecan verici bir ihtimali, benim de bir koleksiyon oluşturabileceğimi bana gösterdi ve yolumu açtı.

Koleksiyona baktığımızda tüm koleksiyona verebileceğimiz bir başlık veya odaklanılmış belli konular görebiliyor muyuz? Tüm koleksiyonu kapsayan bir başlıktan bahsetmek mümkün değil. Programımız sürekli gelişiyor. Yılda bir sergiyle başladık, koleksiyonun farklı özelliklerini algılamak için büyük karma sergiler yaptık. Son iki yıldır ise Düsseldorf ’ta bir veya iki sanatçıya odaklanan iki sergi yapıyoruz. Daha büyük karma sergileri ise, daha büyük bir izleyici kitlesine ulaşabilmek için, Almanya’da veya başka ülkelerdeki farklı kurumlarda

Kısa bir zaman içinde çağdaş yeni medya sanatçılarının oldukça fazla işini topladınız. Bir işi alırken ilk kriteriniz nedir? Genel olarak böyle bir kriterim yok, ama koleksiyonu oluştururken bazı anahtar noktalar var. Bazen bir işe aşık olabilirim ama bu sadece bir anda olacak bir şey değil. Genel bir bakış açım var; 33


Cyprien Gaillard, Cities of Gold and Mirrors, 2009, 16-mm film, 8:52 Min., Farbe/color, Ton/sound, Courtesy of the artist and Sprueth Magers Berlin/ London

gerçekleştiriyoruz. Koleksiyonların çoğu depolarda tozlanıyor. Düsseldorf ’ta kurduğunuz vakıfta böyle zengin bir koleksiyonun yaşıyor olması etkileyici. Koleksiyonunuzu paylaşmaya nasıl karar verdiniz? Zaman temelli işler ve çok kanallı yerleştirmeler almaya başladığımda, işleri görünür kılmak ve hayata katmak için alana ihtiyacım olduğunu erkenden fark etmiştim. Araştırmaya başladım ve eski bir fabrika buldum. Binanın renovasyonu sürerken koleksiyonu halka açmaya karar verdim. Düsseldorf, geleneğinde sanat olan harika bir şehir. Koleksiyonunuz için danıştığınız, fikrine güvendiğiniz birileri var mı? Kendi ekibimdeki sanat tarihçileriyle çalışıyorum. Sergi programını, halka açık etkinlikleri ve uluslararası kurumlarla işbirliklerini onlarla birlikte geliştiriyorum.

kurumları da saymak gerekir. Ben nerede olursa olsun video izleyebildiğim için şükrediyorum, özellikle de uygun bir yerleştirme yapılmışsa. Eğer önünüzde hiçbir engel olmasaydı, hangi sanat eserine sahip olmak isterdiniz? Hala Doug Aitkens’ın ‘Play Dead; Real Time’ işini almanın hayalini kuruyorum. Bu iş, kalbimi kaptırdığım ve zaman temelli sanata olan tutkumu ateşleyen büyük ölçekli video yerleştirmelerden biri. Ancak, ne yazık ki, artık alınması mümkün değil. Çiçeği burnunda koleksiyonerlere ne tavsiye edersiniz? Daha çok okumalarını mı, yoksa daha çok görmelerini mi? Gözleri eğitmek, geliştirmek ve içgüdüleri dinlemek. Sanatın hangi türüne karşı derin bir heyecan duyduğunu keşfetmek için duygulara güvenmek de oldukça önemli. İstanbul Bienali’ni görmeyi düşünüyor musunuz? Galiba, sonunda bu yıl...

Video, sergilenmesi zorlu işlerin başını çekiyor. Genellikle işin üretiminde devreye giren yaratıcılık, iş sergilenmeye gelince sekteye uğruyor. Sizin video izlemek için tercih ettiğiniz bir yer var mı? Tabii ki kendi mekanım. Ama Londra’daki Serpentine Gallery, New York’taki MoMA veya Karlsruhe’de ZKM gibi parlak

İçinizde bir sinefil olduğunu tahmin ediyorum. Favori yönetmenleriniz kimler? Tabii ki filmlere bayılırım. En çok da klasikleri severim; Michelangelo Antonioni, Fellini filmleri gibi. Ama Werner Herzog ve Harmony Korine’inkiler de favorilerim arasında.

XOXO The Mag


Jaeger-leCoultre Boutique Abdi İpekçi Cd. Altın Sk. 4/A Nişantaşı, İstanbul +90 212 232 3017

Duomètre Unique Travel Time Watch Dr. Craig Venter, Decoder of Human DNA

Open a whole new world


INTERVIEW/CINEMA

EDWARD NORTON

İddiasız Ama Cüretkar Edward Norton, bundan 20 yıl önce, Primal Fear’da, beyazperdedeki ilk rolüyle Oscar adaylığı aldıktan sonra sinema dünyasında büyük bir etki bıraktı ve akabinde American History X ve Fight Club’daki unutulmaz oyunculuğuyla, kendi çağdaşlarına kıyasla ABD’nin en iyi oyuncuları arasında girdi. Yönetmen koltuğuna oturduğu ve farklı yorumlar aldığı filmlerinden sonra Wes Anderson’ın Moonrise Kingdom ve The Grand Budapest Hotel filmleri onu eski günlerine taşırken, Iñárritu’nun Birdman’i Norton’ı spot ışıklarının altına yeniden yerleştirdi. Ve son olarak, Locarno Film Festivali’nde Onur Ödülü’ne layık görülmesiyle birlikte bize de, yakaladığımız ilk fırsatta aklımızdakileri ona sormak düştü. röportaj nando salvà fotoğraf vera anderson/wireimage/getty images

XOXO The Mag


Birdman: Or (The Unexpected Virtue of Ignorance), 2014

gururunuzu daha çok okşadı? İkisi çok başka şeyler. Oscar’a aday gösterilmem, filmin benim için ifade ettiklerinden dolayı beni mutlu etti, zira Oscar’ları o kadar da ciddiye aldığım söylenemez. Zaten nasıl alayım ki? Gala törenine bir iki kere katılmak bile onlara karşı hissettiğim duyguları kaybetmeme sebep oldu. Eğer denk gelir de oraya ailenizle ya da arkadaşlarınızla giderseniz ve biraz da sarhoş olursanız, orada olup bitene gülmeye başlayabilirsiniz. Tabii bir süre sonra bu durum çok utanç verici bir hal alıyor. Bence en iyisi Oscar Töreni’nin oyuncuları aptal gibi gösterdiğinin farkına varmak ve töreni sonsuza kadar iptal etmek.

Onur Ödülü almış olmak sizin için ne ifade ediyor? Bu ödülü yeteneğinizin ispatı olarak mı görüyorsunuz yoksa daha şüpheci bir yaklaşımınız mı var? Bunu bir iltifat olarak görüyorum, ama ödül almak, yaptığım bir iş karşısında etkilenen başka bir sanatçının yazdığı, gururumu okşayan bir mektuptan ya da karşıma çıkan genç bir insanın işlerimden ne kadar etkilendiğini söylemesinden daha değerli değil. Tabii buradan ödülleri küçümseyen bir insan olduğum anlaşılmasın. Ben güvensizliklerle dolu biriyim ve bir ödüle aday olarak gösterilmek bu hissiyatı ortadan kaldıramıyor, sadece onlarla yaşamayı daha kolay kılıyor, hele ki bu ödül ya da adaylık Locarno gibi bir festivalle birlikte geliyorsa... Ne olursa olsun, bir aktörün kendine güven duymaması iyi bir şeydir. “Bu filmde harika bir iş çıkardım!” diye düşünmeye başladığı an, bu adam sadece şımartılmış olmakla kalmaz, aynı zamanda tam anlamıyla bir canavara dönüşür.

Yani Hollywood’un aptallarla dolu olmadığını mı söylüyorsunuz? Hollywood’a dair kalıplaşmış çok fazla fikir var ve genelde insanlar bunun sapkınlık ve ciddiyetsizlikten ibaret olduğunu düşünüyorlar. Ama her şeyden önce buranın film sektörüne bağlılık duyan ve işini en iyi şekilde yapmaya çalışan insanlarla dolu bir yer olduğunu düşünmek gerek. Tabii, öyle ya da böyle, deneme çekimlerine jakuzi isteyen ve ormandan toplanmış taze meyveler talep eden ahmaklara da denk geldiğimiz oluyor.

Peki Locarno’yu bu kadar özel kılan şey ne? Cannes gibi büyük ve kar amacı güden festivaller yerine Locarno ve benzerlerini tercih ederim. Cannes’da, hem ticari hem politik, çok fazla git gel yaşanıyor ve günün sonunda kendini metalaştırılmış hissediyorsun, çünkü herkesin konuştuğu tek şey hangi filmin satılıp hangisinin satılmadığı oluyor. Ben daha naif, belirli bir topluluk yaratmayı hedefleyen ve insanların izleme fırsatı bulamayacağı filmleri gösterime sokan festivallerden yanayım. Kulağa biraz aptalca geldiğini biliyorum ama bu tip bir festivale gidip önce Tibet’ten, sonra da Sri Lanka’dan bir filmi izlemek bence harika bir his. Locarno’nun özel olmasının sebebi tam da bu. Ha bir de üstüne neden benim gibi kişileri onurlandırma ihtiyacı hissediyorlar, hiç bilmiyorum.

Neyse, konuyu değiştirelim. Aktörlerin kendi egolarıyla, diğer insanlarınkine kıyasla, daha güçlü bir bağ kurabildiğini ileri sürmek doğru olur mu? Muhtemelen. Bir insanın aktör olmak istemesindeki ilk sebeplerin başında insanlar tarafından tanınmak ve takdir edilmek olduğunu söylesem yanlış olmaz. Henüz ilgi görmenin cazibesine karşı bağışıklık geliştirmiş bir oyuncu ile tanışmadım. Zira, son zamanlarda hayranlık duyduğum bütün oyuncular, tanınırlığı ve getirdiklerini, bir şekilde, özgünlük ve insan ilişkilerine çeviren insanlar. Ki bu insanlar beklenenden çok daha olağanüstü şeyler başararak, sadece birer oyuncu olmadıklarını kanıtlıyorlar. Ben de günün birinde böyle bir insan olmayı hedefliyorum.

Bu durumda Locarno’da aldığınız bu ödül mü yoksa geçtiğimiz sene Birdman’deki oyunculuğunuzla gelen Oscar adaylığı mı 37


Birdman: Or (The Unexpected Virtue of Ignorance), 2014

Son dönemlerde daha küçük ve bağımsız işlere odaklanmanızın sebebi bu mu? Bir aktörün en büyük hayal kırıklığı, izleyicideki otonomi eksikliğidir. Bir müzisyen, bir ressam ya da bir yazar kendisini özgürce, herhangi birisine ihtiyaç duymadan ifade edebilir. Çünkü yaptıkları iş üzerinde kendi hakimiyetleri vardır. Ama bir aktör işini, deyim yerindeyse, başka insanların avcuna bırakıverir ve bu durum psikolojik olarak hiç hoş değil. Ben de, hazır kendimde bu kontrol gücünü görmeye başlamışken, olabildiğince kendi kaderimi belirlemek istiyorum. Beni gerçekten etkileyen bir proje karşıma çıkmadıkça, bahsettiğiniz bu küçük işlere odaklanmaya devam etmeyi planlıyorum. Bu, izleyici ile aramdaki bağı kaybetmek anlamına gelse de benim pek umurumda değil. Zira kanıtlamam gereken hiçbir şey yok. İnsanların benden bıkmalarındansa beni özlemelerini tercih ederim. Sanırım bu söyledikleriniz, toplumda çizdiğiniz imaja karşı neden bu kadar korumacı olduğunuzu da bir nevi açıklıyor. Bence olabildiğince az tanınan birisi olmak, daha iyi bir hayat sürmek için ideal. Yakın zaman önce, oldukça popüler ve toplum tarafından sürekli rahatsız edilen yakın bir arkadaşımı ziyaret ediyordum. Bence yaşadıkları tolere edilebilecek şeyler değil ve ben işin ucunda kaç para olursa olsun böyle bir şeye kalkışmazdım. İnsanlar tarafından bu kadar sömürülmek, bir aktör olarak güvenilir bir imaj çizmenizi gittikçe zorlaştırıyor. Bir şampuan reklamında oynadıktan sonra, insanların, işkence görmüş bir polisi canlandırdığınızda size inanmasını nasıl beklersiniz? Mesela Daniel Day-Lewis’i düşünün; kendisi bir dahi olmaktan da öte Shaolin rahibi gibi birisi. Harika bir performans sergilemek için bir anda karşımıza çıkıyor ve aynı hızla ortadan kaybolmayı biliyor. Ben de bunu yapabiliyor olmayı isterdim. Eğer şansınız olsaydı, şu an yaptığınız gibi röportajlar vermeyi bırakır mıydınız? Evet, bırakırdım. Çünkü röportaj verip kendimi, oynadığım karakterleri ve filmleri anlattığım zaman seyircinin filmi izledikten sonra analiz yapmasına ve kendilerine özgü sonuçlar çıkarmasına engel oluyorum. Tabii bir de beni oldukça rahatsız eden kişisel sorular var. Kişisel deneyimlerimin insanların günlük ihtiyaçlarını karşılayacak bir

tüketim aracı olmasını sevmiyorum. Bir grup yabancının benim özel hayatıma dair bilgi sahibi olmasına ne gerek var ki? İnsanların sizi tutkulu ve hatta göz korkutan birisi olarak görmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Aslında hiç sinirli bir insan değilim. Bu durumu kardeşlerim hem çok etkileyici hem de komik buluyorlar çünkü aslında oldukça zararsızım, hatta soytarı gibiyim. Oynadığınız pek çok karakter arasında bağlantı kurmak mümkün, sanki kariyerinize dair attığınız adımlar aynı hikayenin birer parçasıymış gibi. Bunun farkındasınız, öyle değil mi? Bugüne kadar yaklaşık 35 tane film yaptım ve bu karakterlerin arasında benim farkına varamadığım bağlar olabilir. Yıllar önce, oynadığım filmlerin retrospektiflerinin yayınlandığı Şangay Film Festivali’ne katıldım. Günler boyunca sadece ismimi okuyabildiğim ve gerisini anlayamadığım posterleri gördüm ve çevirmenime bu cümlelerin ne anlama geldiğini sordum. Posterlerde “Jenerasyonumuzun gençleri arasındaki ortak ruh arayışı” yazıyordu ve bundan çok etkilenmiştim, öyle ki katılmamak elde değildi. Bence, yer aldığım filmler arasından en önemli olanlar olarak sıyrılanlar, benim jenerasyonumun duygusal ruh halinden ve bugünün dünyasında bizim yaşımızda olmanın ne demek olduğundan bahseden filmler. Ailenizden hiç kimse oyunculuk yapmamış ve Yale’de Tarih Bölümü’nü bitirdiğinizden hareketle, oyunculuk sizin için ilk seçenek değilmiş. Tiyatro ve sinemayla ilk nasıl tanıştınız? Aslında çok küçük yaşta tanıştım. Daha çocukken ailem beni tiyatrolara götürürdü ve sürekli birlikte film izlerdik. 9-10 yaşlarındayken, annemin bana zorla Woody Allen filmleri izlettiğini ve sonrasında Annie Hall’un neden kült ve vizyondaki diğer filmlerden çok farklı olduğunu anlattığını hatırlıyorum. Aynı şekilde babam da beni her Pazar günü, The Great Escape, The Magnificent Seven ve benzeri aksiyon filmlerini izlemek için sinemaya götürürdü. Filmlerin her türlüsünü her zaman delicesine sevdim.

XOXO The Mag



DIALOGUE/FOOD

CEMRE NARİN&TANGÖR TAN

Mutfağın Sınırları Dışında

Biri dünyayı dolaşıyor, diğeri Anadolu’nun altını üstüne getiriyor. Yemek dünyasında mutfakta saatlerce çalışan klişeleşmiş insan imgelerinin yerine onlar kendilerine yeni alanlar açarken, Türkiye yemeğine de farklı yönlerden diyalog ve sentez getiriyorlar. Cemre Narin’i ve Tangör Tan’ı okudukça yemeğin önümüze koyulan tabak olmaktan öte bir muameleye değer olduğunu göreceksiniz. röportaj esra acar fotoğraflar gökhan polat

XOXO The Mag


malların peşindeyiz sanırım. CN: Açıkçası, yerel ürünün değerini her geçen gün biraz daha keşfeder oldum. Biz yerli malı haftasıyla büyüdük ama ilkokuldan sonra yirmili yaşlarımın ortalarına kadar Türkiye’de yaşamadığım için bu algıdan biraz koptum. İnsan neyden uzaksa onu arıyor, ABD’deyken arkadaşlarımdan baklava getirmelerini isterdim, buraya dönünce oralardan akçaağaç şurubu ister oldum. Bana göre, hem lezzeti hem de bahsettiğim algıyı düşününce zaten doğru olanı yerel ürünlerin peşinden gitmek. Eskiden misafir için gidip şarküteriden, çok da harika olmayan, ithal peynirler alırken şimdi en sevdiğim yerli peynirlerin peşinde koşuyorum.

Sizler birçok insanın hayal ettiği şeyleri meslek haline getirmiş insanlarsınız. Yiyecek ve içecek sektöründe çalışanlar artık daha geniş şekilde düşünüp kendilerine farklı alanlar yaratabiliyorlar. Okullar aşçı yetiştiriyor ama insanlar bu bilgi dağarcığını çok farklı kanallara da aktarabiliyorlar. Bu işte olmanın sadece mutfakta üretim yapmak demek olmadığını kendi adınıza nasıl keşfettiniz? Cemre Narin: Bazen planladığımız yerde değil, hayatın bizi yönlendirdiği yerde buluruz ya kendimizi, benim için de bu böyle oldu. Georgetown Üniversitesi’nde İşletme okudum, ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde Klinik Psikoloji yüksek lisansı yaptım. İki alanda da çalıştım. Ama hayatımdaki gelişmeler beni çok zevk aldığım bu işe yöneltti. Ortağımla açtığımız klinik merkezinde çalışırken, ara ara dergilere yazılar yazıyordum, yemek sayfaları da hazırlıyordum. Daha sonra Vogue’da yazmaya başladım. Şu anda Vogue Türkiye ve Condé Nast Traveller Türkiye dergilerinin yemek editörlüğünü yapıyorum. Tangör Tan: Ben Ziraat Mühendisliği eğitimi aldım, sonradan gastronomi okudum. Lisans eğitiminden sonra aşçılık yaptım. Defne Koryürek ve Şemsa Denizsel ile çalıştıktan sonra yola Mehmet Gürs’ün mutfağında devam ettim. İtalya’daki University of Gastronomic Science’dan tam burs alınca da gastronomi eğitimi almaya Pollenzo’ya gittim. Döndüğümde aşçı olarak mutfakta olmamaya karar vermiştim. Aşçılığın zaman mefhumu başka; fiziki olarak da sosyolojik olarak da zorlu bir süreç. Meraklı bir insansan mutfaktaki çalışma şartları aslında kendini geliştirmek için çok uygun değil. Bir de bu arada antropoloji doktorasına başladım, aynı zamanda Kantin’de ekmek yapıyordum. O sıralarda Mehmet Gürs kafasında oluşturduğu bir fikri, yani şu an yaptığım işi bana anlattı. Böylece, Türkiye’yi gezip ürünü direkt üreticiden, çiftçiden bulma işine atılmış oldum. İstanbul Yiyecek ve İçecek Grubu adına ve özellikle de Mikla restoran için direkt çiftçiden ve üreticiden tedarik edebileceğim ürünlerin araştırmasını yapıyorum. Ürün yöresel mi değil mi, nerede nasıl yetiştiriliyor diye sorarak başlayıp, yetiştirme bölgesine, ziraai, çevresel ve sosyo-kültürel özelliklerine bakıyorum. Ürünü üreten aile kimdir, nereden geliyor, o ürünü neden ve nasıl yetiştiriyor gibi soruları cevaplamaya çalışıyorum.

Yemek sektörüne uzun dönemde nasıl bir katkıda bulunmayı düşünüyorsun? İşi sadece keyfini sürerek mi devam ettireceksin, yoksa uzmanı olduğun dallarla arasında bir etkileşim kurmak istiyor musun? CN: Aslında psikolojiyle sürekli birleştiriyorum. Şu ara nörogastronomi üzerine bir kitap okuyorum. Yazılarımı yazarken de mutlaka işin içine bir sosyal konu sokuyorum, elimde değil. Bütün bunlar tabii ki çok keyifli ama benim kendime göre bir misyonumun olması şart. Annem çok idealist bir insandır, ondan geçen bir alışkanlık bu galiba, yaptığım şey her ne olursa olsun, öyle sadece keyif için yapamıyorum. Türk Mutfağı’nın yurtdışında tanıtımına katkılarda bulunmak, her yazımda ilham vermek, fikir vermek, insanları yemek yapmaya, yediklerini tanımaya, yemekle, malzemeyle, yemek kültürüyle ilgili düşünmeye itmek gibi pek çok isteğimi sıralayabilirim. Konu uzmanlık alanlarına gelmişken, Tangör sen dünyada bir restoran için çalışan tek antropologsun. Peki bunu neden bir restoran ile sınırlıyorsun? Sektöre katkın daha kapsayıcı olamaz mı? TT: Mikla için yaptığım araştırmalar şirket içinde kalacak araştırmalar değil. Şimdilerde bunların çerçevesi hazırlanıyor, bir süre sonra online olarak paylaşacağız. Zaten bizde ‘yaptıklarımız bize kalsın’ anlayışı yok. Onun dışında benden istendiği zaman üniversitelerin gastronomi bölümlerine gidip konuşmalar yapıyorum. Ders vermemi istedikleri zamanlar da oluyor. O kadar gezip gördükten sonra, her şeyi kendine saklamanın bir mantığı yok. Sektördeki gelişim de paylaşımla oluyor. Ben de işe ilk başladığımda Nilhan Aras’ı arayıp kimlere gitmem gerektiğini ona sormuştum ve o da bana hemen doğru adresleri göstermişti. Ben de kendimi onun yeni nesil versiyonu gibi görüyorum, benden sonra gelenleri doğru yerlere yönlendirmeye çalışıyorum. Etik olan da bu.

Ön araştırmayı nasıl yapıyorsun? Altı seneden sonra eminim bir düzenin vardır ama başlarda nasıldı? TT: Gideceğim yer hakkında araştırma yapıyorum, orada da genelde sıkı bir literatür çalışması oluyor tabii. O kırsalın tarihini, coğrafyasını, kültürel özelliklerini inceliyorum. Buradan tarım ve ziraatine geçiyorum, iklim nasıl, toprak nasıl, insan nasıl? Sonra da gitmeden önce birkaç isim bulmaya çalışıyorum. Bazen de malzemeden yola çıkıyorum; mesela enginarı araştırırken önce tarihine bakıyorum sonra nerelerde çıkıyor onu öğrenip, çiftçiye gidiyorum. İlk iki sene biraz zorluk çektik ama çapı, bildiğim yerden genişlettim ve işe memleketim olan Nazilli’den başladım.

‘Adil’ yemek sizce nedir? TT: Çiftçinin ürettiğinin maddi ve manevi olarak hakkını vermek ve onu doğru şekilde kullanabilmek... Yemek yaparken doğru teknik önemli ama israf etmemek de gerekiyor. CN: Aklıma ilk gelen şey sürdürülebilirlik. Adil yemek, yediğim şeyi, yetiştirildiği yere kadar takip edebilmek demek. Nereden geldiği, orada nasıl yetiştirildiği, kimlerin hangi şartlarda yetiştirdiği… Geçmişini bilmediğim yemekler istediği kadar lezzetli olsunlar, bana adil gelmiyor.

Belli bir sistematiğin var mı? TT: Sistematiğim sistematiksizlikten kaynaklanıyor. İlk iki sene çok ciddi programlar yapıyorduk ama kırsalın böyle bir yaşayışı yok, zaman kavramı başka, hayatla ilgili endişeleri farklı... Saat 9’da buluşacakken ‘Sen şimdi git, yarın gel.’ diyebiliyorlar. Genelde Mart’ta yola çıkıp Ekim sonu gibi geri dönüyorum. Bu sekiz ayı dörde bölüyorum; ilk iki ayı iade-i ziyaret oluyor. Buradaki muhabbette çiftçi toprağı ekmiş mi, su var mı, yağış durumu nasıl, sekiz ay sonra hasat ne ölçüde bizi tatmin eder, bunları anlamaya çalışıyorum. Mesela bu sezon çok fazla yağmur yağdı, yaz çok geç geldi, ürünlerdeki lezzet yoğunlaşamadı. Neyse, dört ay dolaştıktan sonra, son iki ayda ise eski ve yeni üreticiyi ziyaretle hasadı kontrol ediyorum. Zaman geçtikçe gözlemleyerek hem ürünün kalitesiyle hem de fiyatıyla ilgili öngörülerde de bulunabiliyorsun.

Şehirli bir insan olarak iyi malzemeye nasıl ulaşıyorsun? CN: Yerel pazarlarımız var ama çoğu zaman ürünün gerçekliğinden şüphe duyuyorum. Ürünü anlamanın en iyi yolu da mevsimselliği iyi bilmek bence. Zira iyi malzeme bulmak sanıldığından çok daha zor. Son zamanlarda açılan ya da adını duyuran organik ürün satan dükkanlardan kuru gıdaları bulabiliyorum. Bir de seyahat ederken güzel ürün peşinde oluyorum. Mesela Marmaris’e gittiğimde bir bal üreticisi ile tanıştım, artık sadece ondan alışveriş yapıyorum. Üreticiyle tanışınca, ürettiği yeri görünce güven duygusu oluşuyor. İstanbul’da da en çok cumartesileri kurulan organik pazara güveniyorum.

Sahi Cemre, sen de Anadolu’yu geziyor musun? Yerel ürünün değerini ne zamanlar, nasıl keşfettin? Aslında kitabında da ürünü ön plana çıkarıyorsun. Artık iyi parmesan yerine iyi yerli

Yola çıkış noktan olan iyi ürüne, internetten de ulaşabiliyor musun peki? CN: En iyi malzeme onu üretende, onun için olabildiğince üreticiye 41


ulaşmaya çalışıyorum. Bir de malzemeyi alırken ellemek, koklamak, tadına bakmak işin en keyifli kısımlarından biri. Evladiyelik tohum çiftçiler arasında hala yaygın mı? TT: Aslında yaygın ama son çıkan tohum yasalarıyla alım-satım yapamıyorsun, takas yapabiliyorsun. Elinde bulundurduğun atalık tohumu da sertifikasyona sokmaya çalışıyorlar. İyi ki sivil tohum örgütleri var ve tohum üzerine çok sıkı çalışmalar yapıyorlar. Neredeyse her yerde tohum takas şenlikleri yapılıyor, çiftçi de köylü de bilinçlenmeye başlıyor. Yurtdışında çiftçi-köylü arasındaki örgütlenme bize kıyasla çok daha güçlü. Yüzyıllar öncesinden gelen örgütlenme kültürleri var, bizdeki gibi genç bir oluşum değil. Günümüzde vizyon sahibi olan çiftçiler genelde 68 kuşağından ve bu insanların çoğu meslekleri ellerinden alınan ve 1990’lardan itibaren kendi köyüne dönüp toprakla ilgilenmeye başlayan ve çiftçileşen toprak insanları. Bulundukları bölgenin insanlarını örgütleyip tohumu koruma, çoğaltma fikri bu insanların kafasından çıkıyor. Aslında böyle işler için liderlerin olması gerekiyor. Yerel tohum sence neden önemli peki? Kültürün korunmasıyla yerel tohumun korunması arasındaki bağı nasıl görüyorsun? CN: Bizi yaşadığımız toprağa bağlayan şey aslında ürünün kendisi ve onun alıştığımız lezzeti. O değişince plastik bir bağlantı oluyor, gerçekliğini kaybediyor. Çocukken yediğimiz şeyleri bizim çocuklarımız yiyemeyince tabii ki o kültürden haberdar olmayacaklar. Aslında dünyadaki zenginlik de farklılıklarından geliyor, hepimiz aynı tohumdan üretilen domatesi yersek zenginlikten söz edemeyiz. ‘Dünyanın En İyi 50 Restoranı’nın jürisindesin; hatta Türkiye, Yunanistan ve Balkanlar bölgesinin başındasın. O tarafta nasıl bir yoğunluk var? CN: Jüride Türkiye, Yunanistan ve Balkanlar bölgesinden toplam 36 kişi var. Aslında tüm dünyada, yaklaşık 1000 kişilik bir jüri söz konusu. Herkes belirli bölgelere atanmış durumda, ben de bu bölgeden sorumlu kişi olarak benim dışımdaki o 35 kişiyi seçmekle yükümlüyüm. Jüri üyelerinin her birinin yedi tane oy verme hakkı var, bu oylarının en az üçünün kendi bölgesi dışında olması gerekiyor. Buradaki oy verme süreci de belli kriterlere dayanmıyor. Türkiye’de yemek dünyası hep bir arayış içinde sanki, eskiden

menülerde hep yabancı mutfakların etkisi vardı, şimdi her menüde humus arar olduk. Sektör kendini bulmaya çalışıyor diyebilir miyiz? CN: Daha zaman var ama bence köklere dönme çabası doğru yolda olduğumuzun sinyallerini veriyor. Son beş senede bile çok iyi gelişmeler kaydedildi. Ama burada önemli olan trend ya da moda peşinde olmamak. Gerçekten inandıklarımızı, samimiyetle yapmamız gerek. Bir de birliktelik çok önemli, sektörden insanlar olarak birbirimize destek olmalıyız, ki çoğunlukla eksiğimiz bu noktada ortaya çıkıyor. Yiyecek sektöründe aslında aşçılıktan çok farklı alanlar da var. Yemek yazarlığı, fotoğrafçılığı gibi... Bu çeşitlilik sizce Türkiye’de ne durumda? TT: Yeme-içme işlerinin Türkiye’de sektörleşmesi daha çok yeni. Son yıllarda basın-yayın faaliyetleri arttı, sosyal medya oluştu. Köşe yazarları, blog yazarları, dergi yazarları, yemek fotoğrafçıları ortaya çıktı. Farklı disiplinlerden insanlar gastronomide bir araya gelip, işi farklı yönlerden ele almaya başladılar. Ama derinleşme için vakit var, 30-40 yıldan bahsediyorum. İnsanlar işe tek bir yerden bakıp sadece şef olmak istiyorlar. Halbuki farklı katmanları bir araya getirip müzikle de, sanatla da ilgilenmek gerekiyor. Cemre, Gelinaz’da Mikla’nın elçisiydin; nasıl bir deneyimdi? CN: Müthişti! Yaratıcılığın, fikir alışverişinin had safhada olduğu bir olaydı. Fulvio Pierangelini ve Mikla ekibiyle İstanbul’u dolaşmak, hele Mikla gibi bir lokantanın mutfağında olmak... Seneye Gelinaz İstanbul’a geliyor, yine sıradışı bir organizasyon olacağına şüphe yok. Sence bizde MAD olur mu? CN: Seninle en son MAD’de beraberdik ve biliyorsun MAD’den etkilenmemek imkansız. Herkese tüm konuşmaları izlemelerini tavsiye ederim. Ama programa her sene katılmış biri olarak burada bir MAD olur mu sorusuna cevabım ne yazık ki olumsuz. Ülkenin gerçekleri farklı, doğal olarak seyirci de farklı. Burada, buranın gerçekleriyle yine çok etkileyici, yine çok heyecanlı ama başka, farklı bir şey yapabiliriz. Bugünlerde Türk Mutfağı Derneği’nin daha önce de düzenlediği Yemeğini Keşfet’in ikincisi üzerinde çalışıyoruz. Harika bir programı, müthiş konuşmacıları ve çok etkileyici bir teması var. Ekim ayında gerçekleşecek. Kesinlikle kaçırılmaması gerekiyor.

XOXO The Mag


DRAW ME A WATCH.

Pilot’s Watch Double Chronograph Edition “Le Petit Prince”. Ref. IW3718: Over 70 years ago, when Antoine de Saint-Exupéry published his tale of the little prince, no one could have predicted its resounding global success. At about the same time, IWC’s first Special Pilot’s Watch was launched and immediately became a classic as well. Today, the history of both book and watch

12 o’clock are just t wo examples that testif y to the ongoing inspiration behind the development of this classic wristwatch. The little prince requested a drawing of a sheep: if he had asked for a watch, it would probably I WC . E N G I N E E R E D FO R M E N . have looked like this.

come together in the Pilot’s Watch Double Chronograph Edition “Le Petit Prince”. And just as Saint-Exupéry’s little

Limited edition of 1000 watches, Mechanical chronograph movement, automatic winding, 44-hour power reserve when fully wound, Date and jumping star display, Split-seconds hand for intermediate timing, small hacking seconds, Sapphire glass, convex, antireflective coating on both sides, Glass secured against displacement by drop in air pressure, Water-resistant 6 bar, Diameter 44 mm, Stainless steel

p r i n c e i s c o n s t a n t l y r e d i s c ove r e d, g e n e r a t i o n s of engineers and designers have developed a never-ending series of sophisticated features for these hand- finished masterpieces. The split-seconds hand for intermediate timing or the midnight blue dial with its triangular index at

IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Next Level Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 I Bodrum: Greenwich, Palmarina Tel: (252) 385 3621 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111 I Muğla: Quadran, D-Hotel Maris, Marmaris Tel: (252) 436 9191

IWC.COM


INTERVIEW/FASHION

EACH X OTHER

Tencere Kapak İlişkisi

Ilan Delouis ve Jenny Mannerheim, yüksek ihtimalle tesadüf diye bir şeyin var olduğuna inanıyorlar. Zira moda dünyasının altın kuralı doğru yerde doğru zamanda olmak iken, ikili spontane bir şekilde gelişen tanışma hikayelerini, oyunun kurallarına göre yeniden yorumluyor ve ortaya Each x Other çıkıyor. Couture defilelerinde elbise giyen erkekleri ve takım elbiseleri hakkını vererek taşıyan kadınları bir kenara bırakırsak, birazdan okuyacaklarınız, ortak bir gardırobun mümkün olduğunun altını çiziyor ve telefonun diğer ucundaki Jenny buna cesaret etmenin verdiği haklı özgüveni eklemekten çekinmiyor. röportaj utku palamutçu fotoğraf florian saez

XOXO The Mag


Each x Other, Pre-Fall 2015

yansıması mı? Kesinlikle öyle. Oldukça eklektik insanlar olduğumuzu düşünüyoruz, ki bence bu durum yaşadığımız toplumun bize dayattığı bir şey. Yaptığımız işleri yaşam tarzımıza göre belirliyoruz. Ve tabii eğitimini aldığı alanla ilgili iş yapmayanların sayısı her geçen gün artıyor ve insanlar sadece tek bir alanla uğraşmıyorlar. Keza bu durum bizim yaptığımız iş için de geçerli, biz sadece sınırlarımızı zorlamayı seviyoruz. Sıradan bir modaevi olmak yerine kolektif bir oluşum gibi çalışıyoruz. Bu da aslında sadece bizim değil, öyle ya da böyle bir şekilde yolu Each x Other’la kesişen herkesin kişiliğinin bir yansıması.

Jenny, en son hangi kitabı okudun? Şu aralar astroloji ve işletme yönetimi üzerine iki farklı kitap okuyorum. Malum, kendimi her geçen gün biraz daha geliştirmem gerekiyor. Bir de son zamanlarda ilginç bir şekilde astrolojiye merak sardım. İyi bir girişimcinin yıldızlarla arasını iyi tutması gibi bir şey benimki. Mart 2013 sayımızda Robert Montgomery ile yaptığımız röportajda ona, insanların herhangi bir şey okumaya yeltenmediği bir çağda şiir yazmanın ne kadar mantıklı olduğunu sormuştuk. Buradan hareketle, moda dünyasının sürekli değiştiği bir çağda, şiir yazan bir sanatçıdan ilham alıp bir modaevi kurmanın ne kadar mantıklı olduğunu sorarak devam edelim. Ortağım Ilan ile tanıştığımda Robert Montgomery’nin bir sergisindeydik. Ben sanat yönetmenliği yaptığım dönemde Robert ile tanışmıştım ama Ilan’la bir araya gelmemiz ve Robert’tan ilham almamız spontane bir şekilde gelişti. Bir sanatçının yaşam tarzını yansıtmak asıl istediğimiz şeydi ve bunun mümkün olabilmesi için aileden birisi haline gelebilecek bir sanatçıya ihtiyacımız vardı. Bu yüzden, harekete geçtiğimiz günden beri Robert bizimle birlikte ve artık ekibin bir parçası, hatta belki de en önemli parçalarından biri. Bir kere her şeyden önce bir sanatçının bakış açısına sahip ve biz tasarımlarımızı, sanat eserinin yerleşeceği bir kanvas gibi görüyoruz. Tam da burada Robert devreye giriyor ve iki dünya arasındaki bağı kuruyor.

Markanın çıkış noktası olan “Safe and warm here, in the fire of each other” dizesinden alıntı yapacak olursak; daha sade ve sıradan giyinmek gerçekten daha güvenli ve çekici mi? Şiiri ve onun bizim için önemini bilen pek çok insan olmasına rağmen ilk kez bu soruyla karşılaşıyorum. Yaratmaya çalıştığımız look, son dönemin agresif duruşunun aksine olabildiğince arkadaş canlısı. Hatta öyle ki, casual kelimesini cümle içerisinde en doğru kullanan markalardan birisi olduğumuzu düşünüyoruz. Tabii ki bunun altında da sade ve basic parçaların zamansız oluşu yatıyor. İnsanların akşam arkadaşlarıyla çıkarken şık görünmek için ekstra para harcaması ve couture bir parça alması yerine, günlük kıyafetlerini geceye uyarlaması her zaman için, bizce, daha çekici. Androjenlik bu hikayenin neresinde yatıyor ve bunu bu kadar heyecanlı kılan şey ne? Kadın ve erkeğin ortaklaşa kullanabileceği bir gardırop fikri bizi inanılmaz heyecanlandırıyor. Kadınların maskülen bir havaya bürünmesi her zaman çekici olmuştur, tabii bahsettiğim maskülenlik sadece blazer ceketler ve bol kesim pantolonlarla

Aslına bakıldığında Each x Other sadece bu iki dünyanın değil, pek çok şeyin bir araya gelmesiyle oluşan bir marka gibi. Birey olarak siz de böyle insanlar mısınız? Ya da başka türlü soracak olursam; bu durum kişiliğinizin bir 45


Each x Other, Pre-Fall 2015

olmuyor. Kalıplar, formlar ve kumaşlar da bu noktada işe dahil oluyor. Erkekler için de aynı şey geçerli... Alışılmışın dışında kumaşlar, dar kesim parçalar, erkeğin içindeki özgüveni daha farklı bir şekilde dışa vuruyor. Cinsiyet üzerine kurulu bir gardırop hem erkeğin hem de kadının nasıl giyinmesi gerektiğine dair normlar üretmekten başka bir şey değil. Belki de bu yüzden insanlar androjenliği bu kadar heyecanlı buluyorlar ve onların bu arzusu doğal olarak bizi harekete geçiriyor. Kadınlar mı yoksa erkekler mi sizi daha çok tercih ediyorlar? Each x Other kurulduğundan beri kadınların ilgisi çok daha yoğun. Kadınlar için yılda dört koleksiyon hazırlıyoruz ve son defilemiz de kadın koleksiyonundan oluşuyordu. Ama erkekler için de daha yoğun çalışmaya başladık. Paris Fashion Week’te erkek koleksiyonumuzdan oluşan bir sunum hazırladık, Ocak ayında yeni erkek koleksiyonunun defilesini izliyor olacaksınız. Hazır, moda dünyasında erkek koleksiyonları bu kadar revaçtayken ve erkekler modaya her gün biraz daha fazla entegre oluyorken, bu fırsatı değerlendirmek istiyoruz. Moda yazarı Tim Blanks defilenizi izledikten sonra, androjenliği bu kadar ön plana çıkarmanın Each x Other için doğru bir reklam kampanyası olmayabileceğini söylemiş. Ama günün sonunda sizi popüler yapan en önemli etkenlerden biri de bu. Size bir cevap hakkı vermek istiyoruz. Tim’in bu yorumunu style.com’da da okumuş ve ona o zaman da hak vermiştim. Sanıyorum, bunu söylerken düşündüğü şey, insanların genelde yeni olan her şeye karşı kuşkulu bir şekilde yaklaşmaları. Defilede yapmak istediğimiz şey, iki zıt kutbu aynı potada eritmekti. Tasarımlarımız olabildiğince sakindi ama aynı anda izleyicilerin kulağına çalınan şiirler bir nevi uyarı biçimindeydi. Hiçbir şeyi yargılamadan, tüketim, ilişkiler ve insanlarla ilgili yeni olan her şeye karşı bir uyarı niteliğindeydi. Androjenlik de bunlardan birisi, hepsi bu. Diğer markalar sadece şaşaa ve vücudu iyi gösteren elbiseler için çabalarken, birilerinin farklı bir açıdan bakması gerekiyor diye düşünüyoruz. Sırtınızı sanata dayasanız da, aslında yeni koleksiyonda es geçilemeyecek bir moda algısı da var. Pre-Fall 2016 koleksiyonunun 70’leri çağrıştıran renkleri ve kalıpları nasıl bir süreç sonucunda ortaya çıktı? Son zamanlarda insanların sürekli olarak sokakta oluşu ve sokak stili temel ilham kaynağımız oldu. Vintage, 70’lerin sıradışı ruhu ve

bunun modernize edilmiş hali istediğimiz şeydi. Ama tasarımlarımızı neredeyse tamamlanmamış bir şekilde bırakıp, sanatçıların dokunuşunu eklemek fikrinden bu sefer de vazgeçmedik. Markanın kimliğini sağlam bir temele oturtmak için sık sık sanatçı işbirliklerine yer verirken moda algısından uzaklaşabileceğinizden korkmuyor musunuz? Hayır. Çünkü her seferinde farklı sanatçılarla ve onların ilgi alanlarıyla beslenmeye çalışıyoruz. Bu da bizim her seferinde farklı bir koleksiyon çıkartmamızı sağlıyor. Trendlere körü körüne bağlı kalmadığımız için günün birinde moda dünyasına uzaktan bakıyormuş gibi hissetmeyeceğiz, aksine temellerini sağlam attığımız bu kolektif dünyada merkeze biraz daha yaklaşmış olacağız. Açtığınız mağazaları atölye olarak nitelendiriyorsunuz, üstüne üstlük alışveriş yapmaya gelen insanların size ilham kaynağı olmalarını bekliyorsunuz. Mağazalarımız sadece alışveriş yapılabilecek bir yer olmakla kalmıyor, onları adeta kolektif alanlara çeviriyoruz ve bu yüzden atölye olarak nitelendiriyoruz. Yaptığımız etkinliklerle ve satışla birlikte verdiğimiz mesajın doğru bir şekilde iletildiğini görüyoruz ve bizi tercih eden kitleyi mağazada gördüğümüzde onları incelemeye bayılıyoruz. Hepsi Each x Other’ın tasarımlarına kendi yorumlarını katıyor ve bu sürecin tamamı ilham verici. Benzer bir etkinliği 2013 yılında İstanbul’da da yaptınız. Devamı gelecek mi? V2K Designers’da ilk etkinliğimizi yaptıktan sonra Robert ile birkaç projede daha yer aldık. İstanbul‘74’te ve Ankara’da etkinliklerimiz oldu ve devamının geleceğine inanıyorum. İstanbul’da hem yakın arkadaşlarımız var, hem çok güzel deriler üretiyorsunuz, hem de sanat dolu bir şehirde yaşıyorsunuz. Son zamanlarda hangi tasarımcıları beğeniyorsunuz? Jacquemus, Vetements gibi isimleri çok beğeniyoruz. Paris’in yeniden modanın merkezi olma yolunda ivme kazanması umut verici. Peki kimi baştan aşağı Each x Other’dan parçalar giyerken görmek isterdiniz? FKA Twigs birkaç gün önce blogunda bizim tasarımlarımızı giydiği bir fotoğraf paylaştı ve bu durum çok hoşumuza gitti. Sanırım hala bunun etkisindeyiz ve daha çok fotoğraf görmek istiyoruz.

XOXO The Mag



INTERVIEW/PHOTOGRAPHY

RUUD VAN EMPEL

Gerçeğe Müdahale

Nedense birçok fotoğrafçı artık karşısında yer alan sahneyi belgelemekle tatmin olmuyor. Amaç, olmayanı yaratmak. Klasik fotoğrafçılıktan uzaklaşanlardan Ruud van Empel, var olmayan tropik ormanların içinde, oraya ait olmayan karakterleri ve onların bizi delip geçen bakışlarıyla baş başa bırakıyor. Bu bakışlardaki emniyetsizlik şundan kaynaklanıyor; bu insanlar hiçbir zaman var olmadılar. Ve bunlar onların gözleri bile değil. röportaj seza bali fotoğraf jacquie maria wessels


Dawn #4, 2008, Cibachrome, 59,5x84 cm, Courtesy Flatland Gallery, Amsterdam, Copyright Ruud van Empel

World #19, 2006, Cibachrome, 60x84 cm, Courtesy Flatland Gallery, Amsterdam, Copyright Ruud van Empel

Güzel nedir? Ah, bunu tasvir etmek çok zor. Ama şunu biliyorum ki, dünyada insanlar tarafından yaratılan her şey güzel değil.

ediyor. Arka fon için doğadan manzaralar çekiyorum; ağaçlar, yapraklar çiçekler gibi... Bütün bu fotoğraflar bir veri tabanında birikiyor ve ben bir eseri oluşturmaya hazır olduğumda bu veri tabanından malzemelerimi toplamaya başlıyorum. Bir montajı baştan sona bitirmek iki haftamı da alabiliyor, üç ayımı da...

Her şey nasıl başladı? İlk başta kolajla uğraşıyordum, çalışmalarımda geleneksel yöntemleri uyguluyordum, yani makas ve yapıştırıcı kullanıyordum. Ama zamanla kolaj yapmak için istediğim fotoğrafları dergilerde bulamamaya başladım ve ilk o zaman elime bir fotoğraf makinesi aldım.

O zaman transformasyon kavramının işlerinizde büyük bir rolü olmalı. Kesinlikle. Bu şekilde, istediğim fotoğrafı bire bir yaratabiliyorum. Ağaçları inceltip kalınlaştırabiliyorum, yeni insanlar yaratıyorum.

Tamamen fotoğrafa yönelmenizin sebebi nedir? Resim ve çizimde beni rahatsız eden şey, kısa bir süre içinde herkes tarafından tanınan bir stil oluşturuyor olman. Oysa ki ben buna ihtiyaç duymuyordum. Fotoğrafı sevmemin sebebi de tam anlamıyla bu; bir stili yok, nötr kalabiliyor.

Fotoğraflarınızın oldukça ciddi bir prodüksiyon süreci var. Yüzlerce fotoğraf çekip sonunda bir tane görsel oluşturuyorsunuz. Hiç, serbestçe çekim yapmayı özlediğiniz oluyor mu? Hayır. Yaptığım şeyi seviyorum. Süreç oldukça zor ve çoğu zaman da bir şeyler ters gidiyor ama bir fotoğraf istediğim şekle geldiğinde kendimi gerçekten çok iyi hissediyorum.

Evet fotoğraf temelinde nötr bir sanat dalı olarak ele alınabilir, ama herkes belli bir yerden sonra kendi stilini oluşturuyor. Sonuçta sizin de tanınan bir stiliniz var. Doğru, ama fotoğrafta oluşturulan stil resim ve çizime göre daha kavramsal oluyor.

Peki neden çocuklar? Çünkü onlar nötr objeler. Daha tam büyümemiş, karakterleri tam yerine oturmamış insanlar. Çocuklar birbirlerinin aynısıdır, ya da aynı şey hakkındadırlar. Bu aynılık sayesinde de ben onları birer sembol gibi kullanabiliyorum, masumiyeti temsil etmeleri gibi mesela. Sadece çocukları kullanmıyorum tabii ki, yetişkinler de fotoğraflarımın konusu oluyorlar. Ama çocukların fotoğraflarımda yarattığı şöyle bir etki var; eğer bir fotoğrafta bir çocuk varsa otomatik olarak onun temsil ettiği sembolik anlamları bulmaya çalışıyorsun. Oysa ki bir yetişkin olsa, o fotoğrafın içinde çok daha farklı şeyler ararsın. O kişinin karakteri nedir, ne iş yapıyordur gibi sorular sorarsın. Böyle bir durum çocuklarda olmadığı için, onları model olarak kullanarak farklı konuları ele alabiliyorum.

Bir fotoğrafı oluşturma sürecinizden bahsetsek? Stüdyomda farklı modelleri aynı poz ve ışık altında çekiyorum, daha sonra vintage dükkanlardan satın aldığım kıyafetleri de aynı koşullarda çekiyorum. Bütün çekimler bittikten sonra da kıyafetlerle insanları birleştirip kendi insanlarımı yaratıyorum, tabii bunu foto-realist bir görünümde tutmaya çalışıyorum. Yani bir nevi hala kolaj yapıyorsunuz... Evet, ama dijital ortamda. Burada da kesip yapıştırma işlemi devam 49


Sophisticated #1, 2011, Archival pigment print, 150x105 cm, Courtesy Flatland Gallery, Amsterdam, Copyright Ruud van Empel

Souvenir #1, 2008, 59,5x84 cm, Courtesy Flatland Gallery, Amsterdam, Copyright Ruud van Empel

Çocuk olmanın masumiyetini araştırıyorsunuz ama işlerinizdeki çocukların sanki karanlık bir tarafları da var. Bu tezattan bahseder misiniz? Hepimizin karanlık bir tarafı var. Benim de anlatmaya çalıştığım, dünyada güzel gözüken her şeyin çok tehlikeli de olabileceği. Doğayı ele alın, cennet gibi gözüküyor ama orası aslında bir vahşi orman. Orada 7/24 bir mücadele var, hiçbir şey gözüktüğü gibi değil, huzur bir anda bir şiddet patlaması ile bozulabilir. Yaşadığımız gezegen aslında en tehlikeli yer... Bakışlardan bahsetmezsek olmaz. İnanılmaz güçlü bakışları var. Süjelerinizin izleyici ile nasıl bir ilişki kurmasını bekliyorsunuz? İnsanların o fotoğrafla nasıl bir ilişki kuracağını ben kontrol edemem, ön göremem de, zaten sanat bu şekilde yürümez. Ben kafamda kurduğum hikayeleri yaratıyorum, ama izleyicinin ne düşünüp hissedeceği ona kalmış, onları etkilemek biraz zor. Bazen duyduğum yorumlara çok şaşırıyorum, fotoğraflarda benim hiç yaratırken düşünmediğim şeyler bulabiliyorlar, bu da çok heyecan verici. Sanatın insanların fantezilerini tetiklemesi güzel bir şey. “Gerçeği daha iyi bir şekilde baştan yaratmak istiyorum.” diyorsunuz. Gerçek neden sizi tatmin etmiyor? Montaj yapmaya başlamadan önceki işlerim kurgulanmış fotoğraflardı, seti ve ışıkları kurup fotoğrafı çekerdim. Ama sonuç beni tam olarak mutlu etmiyordu, gerçekten yaratmak istediğim kareye ulaşmak için de sınırsız bir bütçeye ihtiyacım vardı. Bilgisayarı keşfedince her şey bir anda değişti, çünkü artık her detayı ayrı ayrı fotoğraflayabiliyorum, istediğim boyutlarda bir araya getirebiliyorum. Bu teknik ile benim için mükemmel olan fotoğrafı yaratabiliyorum. Kendimi belgesel fotoğraf tarzı ile ifade etmekte zorlanıyorum, fantezilerimi gerçekleştirmek için gerçeğe müdahale etmek istiyorum. İşleriniz Hollanda’da uzun süre anlaşılmamış. Neden?

Hollanda çok ufak bir ülke, ve dolayısıyla çok ufak bir sanat çevresine sahip. Çok büyük bir bütçeye de sahip olmadıkları için, sanat ve fotoğraftaki bütün gelişmeleri gösterecek sınırsız imkanları yok. Bu yüzden insanlar daha tutucu. Yeni olan her şeyden uzak durup, yerine oturmuş fotoğraf tarihine odaklanmayı tercih ediyorlar. Bu şekilde de hata yapmayı engellemiş oluyorlar, bu onlar için daha güvenli bir çalışma şekli oluyor. Stilinizin resimsel bir kalitesi var; alan derinliği düz, ışık sürreel. Etkilendiğiniz ressamlar olmalı, mutlaka. Kesinlikle. Hieronymus Bosch, Caspar David Friedrich, Otto Dix, Edvard Munch, James Ensor, Balthus, Charley Toorop, Lucian Freud, Kerry James Marshall ve John Currin. Etkilendiğim fotoğrafçılar ise August Sander, Mike Disfarmer, Diane Arbus, Claude Cahun ve Cindy Sherman. Modelleriniz, cenneti andıran, capcanlı, yemyeşil ormanların içindeler. Siz cennete inanıyor musunuz? Hayır, inanmıyorum. Ben dindar değilim, ve amacım da cenneti yaratmak değil. Ben doğayı çok güzel bir yer olarak görüyorum, ve bu güzelliğe bir hayranlık duyuyorum. Fotoğraflarımdaki mekan eğer cennet gibi algılanıyorsa, bu, benim bu güzelliği yorumlama şeklimdir. “Güzellik uzun süre sanatta bir tabu olmuştur.” diyorsunuz. Sizce neden bir sanat eserinin ciddi bir kavramsal çerçevesi de olmak zorunda? Bir eserin güzelliği yeterli olamaz mı? En başarılı sanat eserleri kavramsal çerçevenin ve de güzelliğin mükemmel dengeyi yakaladıkları eserlerdir. Ama buna ulaşmak çok zor, çünkü çok iyi fikirler kendilerini güzel görsellerde ifade edemeyebiliyor. Bu yüzden de kavramsal sanatın çoğu çirkin ve sıkıcı. Bence her sanat eserinin çok da kavramsal olması gerekmiyor, görsel olarak kuvvetli olması daha önemli çünkü o şekilde izleyiciyle bir iletişim kurmak zorunda. Ama tabii ki de arkasında iyi bir fikir olması ve sanatçının bunu iyi ifade edebilmesi gerekiyor.

XOXO The Mag



INTERVIEW/SPORTS

SVETLANA KAPANINA

Upside Down

Birkaç ay önce Facebook’ta gezinirken Svetlana Kapanina’nın kokpit kayıtlarına rastlamış, sonra YouTube’da kaybolup, videodan videoya geçip, bahsi geçen sporcunun tam olarak ne işle uğraştığını anlamlandırmak için küçük bir araştırma bile yapmış olabilirsiniz. Sochi Olimpiyatları’nda yaptığı gösterinin kayıtlarını kendi kanalına yükledikten sonra, Svetlana Kapanina, bazı insanların ilgi alanı dışında kalan akrobatik pilotluğu hayatımıza sokuverdi. Kendisi 47 yaşında, ve yüzyılın pilotu olarak anılmanın haklı gururunu yaşıyor. Üstelik, yaptığı işe karşı heyecan duyan insanları teşvik etmek için elinden geleni ardına koymuyor. Birazdan okuyacağınız yoğun programın arasında, Moskova’da bir havalimanında, pervaneli uçağını XOXO için hareket ettirmeye ve ufak bir gösteri yapmaya hiç üşenmiyor. Son fotoğrafa dikkatli bakarsanız, size el sallıyor. röportaj utku palamutçu fotoğraflar danil golovkin

XOXO The Mag


Svetlana, bu aralar nasıl hissediyorsun? Oldukça iyiyim, her şey çok güzel gidiyor. Bu aralar kendime ve çocuklarıma zaman ayırmaya çalışıyorum ve onların büyüdüğüne tanıklık etmek bana inanılmaz keyif veriyor. Tabii bir yandan da antrenmanlara devam ediyorum, ki uçakların ve hava şartlarının elverişliliğine göre programım sürekli değişiklik gösterdiği için arada denge tutturmak bazen tahmin ettiğimden daha zor oluyor.

değerlerin kaybolmaması için uğraşıyorum diyebilirim. Federasyonun sana verdiği bir diğer ödül de Sabiha Gökçen Madalyası. Jüri bana bu madalyayı verdiğinde art arda beş defa hava sporlarında altın madalya kazanan tek kadın pilottum, o yüzden bu madalyanın değeri benim için çok büyük. Sabiha Gökçen hem ilham aldığım bir kadın pilot olduğu için, hem de tam yerinde ve tam zamanında verilen bir ödül olduğu için, bu madalya her zaman benim için özel olacak. Bunun dışında, pek çok pilottan ilham alıyorum, kendimi işinin en iyisi olan insanlarla sınırlamıyorum. Genç yetenekler de bazen beni hayrete düşürüyorlar ve onların yaptıkları hareketleri günlerce kafamda tekrar tekrar oynatıyorum.

Sochi Olimpiyatları’nda yaptığın show sırasında kaydettiğin görüntüler YouTube’da binlerce insan tarafından izlendi. Her uçuşta kendini kaydediyor musun? Açıkçası, bunca yıldır bu işin içinde olmama rağmen, en son yüklediğimiz video ilginç bir şekilde büyük ilgi topladı. Buna sebep olan şey, sanırım insanların daha farklı spor alanlarıyla haşır neşir olmaya başlaması. Kokpitte her zaman kendimi kaydetme fırsatı bulamıyorum çünkü bir yandan kamera kayıtlarıyla bir yandan da uçuşla ilgilenmek dikkatimi dağıtabiliyor. Video kayıtlarını oluşturmak için profesyonel görüntü yönetmenlerinden yardım alıyoruz, ekipmanı uçağa yerleştirmelerini ve en doğru açıyı yakalamalarını rica ediyoruz. Ama fırsat buldukça bunu yapmak istiyorum çünkü insanlar, uçağın havada attığı taklalar kadar içeride olan bitenden de epey etkileniyorlar.

Sana “Russian Valkyrie” diyen insanların haklı olduğu bir nokta var mı? Kendini Valkyrie kadar güçlü hissediyor musun? Sanırım bana “Siberian Angel” diyen insanların tarafındayım. Hem sadece Rusya ile sınırlı kalmıyorum, hem de Valkyrie kadar sert bir mizaç takınmıyorum. SSCB’nin yıkılmak üzere olduğu bir dönemde, kadınlar erkeklere kıyasla ikinci planda kalıyordu. Böyle bir ortamda bir kadın olarak, pilot olmaya nasıl karar verdin? Ailemdeki askeri genlerin ve Sibirya yaşantısının insana kattığı sertliğin etkisi çok büyük oldu ve onlardan kaçamadım. Aslında pilot olmak kafamda yoktu. Okula, paraşütle atlama derslerine katılmak için başvurmuştum. Pilot olmak isteyenlerin eksikliğini hissetmiş olacaklar ki, başvurumu kabul eden öğretim üyesi, pilotluğun daha ilgi çekici olduğunu ve günün birinde pilot olursam paraşütle atlamanın çok daha kolay olacağını söyledi. Kısacası çocuk kandırır gibi beni kandırdı. Pilot olmayı kafama koyduktan hemen sonra ailemle konuştum ve ailemin içerisindeki demokratik yapı sağ olsun, herkesin desteğini arkama alarak okula yazıldım.

Bu arada, bugüne kadar toplamda kaç madalya kazandın? O kadar fazla ki, hepsini aklımda tutmak giderek zorlaşıyor ama toplamda 12 altın, 67 gümüş ve 22 bronz madalya kazandım. Dünya Hava Sporları Federasyonu, malum, bu madalyaları da göz önünde bulundurarak, seni “Yüzyılın Pilotu” olarak lanse etti. Bu sıfatın omuzlarına yüklediği sorumluluk bir kenara, her yeni performansta kendini biraz daha geliştirmen gerektiğine inanıyor musun? Federasyonun açıklamasını ilk duyduğumda gerçekten ne yapacağımı bilemedim. Edindiğim onca deneyimden sonra, bir kadın olarak, ne yalan söyleyeyim, kendimle gurur duydum. Çok zor şartlar altında çalıştıktan sonra dünyaca ünlü bir pilot olabilmek en büyük hayallerimden biriydi. İşini gerçekten seven her insanın işinin ehli olmak için dişini tırnağına takarak çalıştığını düşünürsek, federasyonun omuzlarıma yüklediği yük beni yıldırmıyor, ama daha fazlası için kamçılamıyor da. Statükocu bir insan olarak günlük rutinime devam ediyorum ve beni ben yapan

Peki akrobatik pilotluk nereden çıktı? Sonuçta okulu bitirdiğinde sivil pilot da olabilirdin. Açık ve net bir şekilde sivil pilotluğun çok sıkıcı olduğunu söyleyebilirim. Kokpitte saatlerce oturup birtakım tuşlara basmak ve seksi bir ses tonuyla anons yapmak hiç bana göre değildi. Ben de hemen akrobatik pilotluğa kaydım ve küçükken aldığım jimnastik derslerinin hakkını verdim. 53


Gerçek bir uçağa binip ilk defa havalandığın zaman neler hissetmiştin? Ah! Asla unutamayacağım bir deneyimdi. Yanımda ileride eğitmenliğimi yapacak olan Leonid Solodnikov vardı. İnanılmaz gergindim ve sanki bildiğim her şeyi bir anda unutmuştum, o an paraşütümü açıp, uçaktan atlayıp ağlayarak evime gidebilirdim. Tabii her şey havalanana kadardı. Sonrası malum, her uçuşta hissetmeye doyamadığım hafifleme hissi. İkinci Dünya Savaşı sırasında pek çok kadın, pilot olmak istemiş, hatta öyle ki Women Airforce Service Pilots gibi kurumlar ortaya çıkmış. Geçmişe kıyasla, bugün pilot olmak isteyen kadınların sayısı arttı mı yoksa azaldı mı? Bugün pek çok kadın, özellikle Rusya’da, pilot olmak için can atıyor. SSCB yıkıldıktan sonra kadına ve erkeğe ayrı ayrı kodlanmış statüler de yıkıldı ve kadınların ilgisini çeken alanların sayısı giderek arttı. Tabii işin kötü tarafı, eğitim sisteminin de değişmiş olması. Paralı eğitime geçildikten sonra deyim yerindeyse kıt kaynaklar yüzünden yeteneği körelen pek çok insan ortaya çıktı ve her ne kadar pilot olmak isteyen insanlar olsa da, uçuş okulları çok yüksek meblağlar talep ediyor. Bu duruma itiraz eden birisi olarak, orduya katılan insanlara ücretsiz eğitimler veriyorsun. Bu eğitimler hala devam ediyor mu? Evet, fırsat buldukça ordudaki askerlere eğitim veriyorum ve danışmanlık yapıyorum. Eğitim sektörü üzerine bahsettiğimiz onca şeyden sonra, her türlü fırsatı bu alanda eğitim almak isteyen insanların lehine çevirmek için elimden geleni yapıyorum. Bu arada Sochi’yi bir kenara bırakırsak, 2011’de Rusya Milli Takımı’nda sadece iki kadın pilot vardı ve bunlardan birisi sendin. Devlet insanları teşvik etmek ve onların ihtiyaçlarını karşılamak için harekete geçti mi? Ne yazık ki hayır. Ve üzülerek söylemem gerekir ki durum daha da vahim bir hal alıyor. Devletin yararına ve ismine yaraşır bir hal alabilecekken, sporun, işçi ve işveren arasındaki gibi dişli bir ilişkiye doğru evrilmesi üzücü bir durum. Ama umudumuzu kaybetmiyoruz. Akrobatik pilotluk aslında oldukça tehlikeli bir spor. Herkes gibi sen de, kaza yapmaktan korkuyorsundur. Havacılıkta kaza diye bir şey yok, yapacağınız en küçük bir hata bile felaketle sonuçlanabilir. Ama günün sonunda attığınız her adım kendi

içerisinde ufak da olsa risk taşıyor. Basit bir mantık yürütecek olursam, evde beklenmeyen bir kaza geçirerek ölmektense 360 derece takla atarken ve gökyüzüne doğru uçarken ölmeyi tercih ederim. Bir de her pilotun baş belası olan vestibüler sistem var. Bu sistem tam olarak nasıl işliyor ve sen yaptığın bu büyük hareketlere rağmen bilincini nasıl açık tutuyorsun? Uçuş okullarında vestibüler sistem için başlı başına dersler var. Denge duyusunu güçlü tutmak ve yüksek basınçtan dolayı vücudun motor koordinasyonunu kaybetmemek için çok iyi bir eğitimden geçmek gerekiyor. Tabii her ne kadar eğitim alınsa da, iş vücudun dayanıklılığında bitiyor. Benim konumumda, vestibüler sistem, iyi bir uçuş için neredeyse en önemli şey. Dengesizlik ve baş dönmesi bilinç kaybına kadar gidebiliyor. Bu konuda çok şanslıyım çünkü henüz eğitim almaya yeni başladığım zamanlarda girdiğim testlerde vestibüler sistemimin çok güçlü olduğu sonucuna varılmıştı. Svetlana, kaç yaşındasın? 47. Peki günün birinde aktif sporu bırakıp sadece eğitmenliğe geçmeyi düşünüyor musun? Kesinlikle! Annelik içgüdülerimden midir yoksa yaşlandığımdan mı bilmem ama son zamanlarda bunun üzerine daha çok düşünmeye başladım. Menajerim, ekibim ve ben bir araya gelip bir eğitim merkezi açmak istiyoruz. Herhangi bir kurum ya da kuruluşa bağlı bir merkezin boyunduruğu altına girip öğretmemi istedikleri şeyi öğretmektense kendi alanımı yaratıp, burada genç nesle akrobatik pilotluğa dair bildiğim her şeyi aktarmak istiyorum. Günün birinde bu hayalimin gerçekleşeceğini umuyorum. Çocukların da senin gibi uçmaya meraklılar mı? Kızım neredeyse benden daha çok meraklı. Her gün yeni bir fikirle karşıma çıkıyor ve günün birinde uçmak için can atıyor. Oğlum ise yakın zaman önce 4.000 metreden paraşütle atlayış yapana kadar pek meraklı değildi. Fakat şu sıralar sadece bundan bahsediyor. Boş zamanlarında neler yapıyorsun? Sadece aileme vakit ayırıyorum ve onlara ayak uyduruyorum. Günlük koşuşturmalarım arasında onlarla vakit geçirmeyi çok özlediğim için ilk bulduğum fırsatta hepsini yanımda görmek istiyorum.

XOXO The Mag


Istanbul


INTERVIEW/SPORTS

ALEX THOMSON

Kazanmanın Hazzı

Lars von Trier’in Breaking the Waves filmindeki metaforların aksine, dünyaca ünlü İngiliz yelken yarışçısı Alex Thomson’ın fırtınalı okyanuslarda dev dalgaları aşmaktaki tek motivasyonu yarışı bitirmek, hatta birincilikle bitirmek. Thomson, 20 yıldır, açık denizlerdeki her türlü tehlike ile inişli çıkışlı bir ilişki yürütüyor, ve çok yakında yeni Hugo Boss Imoca 60 ile uluslararası yelkenli yarışı Vendée Globe’da yarışacak. röportaj yasemin şener fotoğraf hugo boss’un izniyle

XOXO The Mag


Bu durumda bir ton tehlike atlatıyorsunuz. Uluslararası bir offshore yarışçısı olarak, rüzgar ve dalgalar benim hem en iyi arkadaşlarım, hem de en büyük düşmanlarım diyebilirim. Şu anda hazırlandığım Vendée Globe, dört yılda bir yapılan, tek başına ve yardımsız mücadele etmeniz gereken uluslararası bir yelkenli yarışı. Güney Okyanusu’nun ortasında dalgalı denizlerde ya da bir fırtınanın ortasında tek başımayken, inanılmaz zorluklarla ve son derece tehlikeli durumlarla karşılaşabiliyorum. Diğer sporların aksine, böyle bir durumda yanlış bir hareket yaptığımda ölebileceğimi biliyorum. Bu nedenle, bundan daha büyük bir risk ve daha gerçek bir tehlike düşünemiyorum.

Ne tür tatillerden hoşlanırsınız? Tatilde denizde olmayı seviyor musunuz? En sevdiğim tatil, Karayipler’de bir katamaranda karım, çocuklarım, dört yaşındaki Oscar ve bir yaşındaki Georgia ile deniz yolculuğu yapmak. Suda olmayı ve zamanımı ailemle geçirmeyi seviyorum. Denizde olmanın en iyi tarafı ne? Denizde, her şeyden uzakta olmayı seviyorum. Kendimi evimde gibi hissediyorum. Özellikle de o anda yarıştaki herkesten daha iyi performans sergiliyorsam, benim için yelkenlerdeki rüzgarla gitmekten daha heyecan verici hiçbir şey yok.

Bir süre sonra bu duruma karşı bağışıklık gösteriyorsunuzdur. Evet, kesinlikle. Uluslararası bir yarışta, üç aylık sürenin büyük bölümünde denizdeyim ve bu nedenle aklınıza gelebilecek tüm doğa şartları ve hava koşullarıyla karşılaşıyorum. Yakıcı sıcaklıkta güneş ışığından 18 metreye kadar uzanan dalgalara, fırtınalara ve buzdağlarına kadar...

Peki su üstünde geçen bir günün en iyi anı hangisi? Tabii ki ben elimden gelen en iyi performansı gösterirken, rakiplerimi yakalarken veya en öndeki kişiyi geçerken yaşadığım heyecanlı dakikalar. O halde, kazanmak tek motivasyonunuz mu yoksa yarış boyunca kazandığınız farklı şeyler de oluyor mu? Benim için yarışırken tek tatmin, iyi bir performans göstermek, rakiplerimi yakalamak ya da önümdeki kişiyi geçmektir. Sadece yapabileceğimin en iyisini yapmakla ilgileniyorum ve elbette ideal bir dünyada bu kazanmak anlamına geliyor. Ancak, benim en çok tekrar ettiğim söz, eski arkadaşım ve mentorüm Robin Knox-Johnston’ın söylediği sözdür: “Yarışı birincilikle bitirmek için, öncelikle yarışı bitirmen gerekir.” Vendée Globe’a başlayan yelkenlilerin %50’si bitişe kadar gelemez, bu nedenle kazanmak için bitiş çizgisini geçtiğinizden emin olmalısınız.

Zihinsel ve fiziksel olarak, böyle bir mücadeleye nasıl hazırlıyorsunuz? Vendée Globe fiziksel olarak son derece zorlayıcı bir yarış; ancak yarışın açık ara en zor yanı zihinsel kısmı. Yarış boyunca çok az uykuyla, üç dört saatte bir 20-30 dakika fırsattan istifade ederek uyuyarak veya bazen günlerce uyumadan hayatta kalmam gerekiyor. Uykusuzluk ve yalnızlık, özellikle de gecenin ortasında, kelimenin tam anlamıyla karadan ve herkesten binlerce mil uzaktayken, beni gerçekten olumsuz etkiliyor. Bu nedenle, yarıştan önceki ayları hem zihnimi hem de bedenimi yaklaşan mücadeleye 57


hazırlanarak geçiriyorum. Gücümü ve dayanıklılığımı artırmak için spor salonunda günlük egzersizler yapıyorum ve ayrıca savunma mekanizmaları konusunda birlikte çalıştığım bir spor psikoloğuna düzenli olarak seanslara gidiyorum. Bu psikolog, özellikle en zor şartlarda bile sakinliğimi korumamı sağlayacak, hayalimde canlandırma teknikleri geliştirme konusunda yardımcı oluyor. O zor koşullarda bu kadar az uykuyla nasıl başa çıkıyorsunuz? İlk birkaç hafta zorlu geçiyor, ancak okyanus yarışının size öğrettiği bir şey varsa o da insan vücudunun şaşırtıcı ölçüde dayanıklı ve uyumlu olduğudur. Kısa süre sonra uyku düzenine alışıyorum, hatta bu durum gayet normal geliyor. Elbette çok zor olduğu zamanlar da var; denizde fırtına dönemlerinde, uyumadan saatlerce ve hatta günlerce yol katetmem gerekebiliyor. Bu zamanlarda yorgunlukla baş etmek zorlaşıyor. Tabii hayatta kalma içgüdünüz sizi kamçılıyor ve yolculuğa devam ediyorsunuz, çünkü gerçekten başka seçeneğiniz yok. Yelken yapmayı en çok sevdiğiniz yer neresi? Stockholm takımadaları civarında yelkenliyle gitmeyi çok seviyorum. Yeni Hugo Boss Imoca 60 modeli size ne hissettiriyor? Yapımı tamamlandığında onunla yolculuk etmek için heyecanlanıyorum. Bu yarış teknesi, sizin için aslında sadece bir tekneden ibaret değil, zira tasarım sürecine de fazlasıyla dahil

oldunuz. Hem de tüm aşamalarında yoğun şekilde yer aldım. Vendée Globe’da onun üzerinde yarışacak tek kişi olarak, yelkenlinin tüm özellikleri esasen benim için tasarlandı. Elbette, tasarım ve yapımda görev alan benden daha yetenekli pek çok kişi vardı, ancak lansmanı yapılmak üzere olan bu yeni yelkenli iki yıldır inşa edilmekte ve bu sürecin her adımında orada olmak çok güzeldi. Tasarımın benim ihtiyaçlarım üzerinden ilerlemesi bir kenara, bu sürecin bilhassa ilginç noktaları da vardı çünkü endüstri ürünleri tasarımcısı Konstantin Grcic ile çalıştık. Grcic, başlangıcından itibaren bu özel projedeki spesifik zorlukları tam olarak anlamış, inanılmaz yetenekli bir tasarımcı. Yelkenlinin grafik tasarımına ve estetik markalamasına yardım etti ve aynı zamanda çoğu zamanımı yelkenlide geçirdiğim yerde, yani seyir bölgesinde bana önemli ölçüde destek sundu. Sahi, Vendée Globe için iddialı mısınız? Yeni yelkenlinin tasarımı ve inşasına yatırım yapmamızın, iki yıllık hummalı çalışmalarımızın tek amacı, 2016 Vendée Globe’u kazanmaktı. Bu amaca giderek daha çok yaklaşıyoruz. Zamanı geldiğinde ben ve ekibim tam da bunu başarmak için yola çıkacağız. Peki o tarihe kadar başka bir yarışa katılacak mısınız? Evet, ilk olarak sırada Fransa ile Brezilya arasındaki iki kişilik transatlantik yarışı olan Transat Jacques Vabre var. 25 Ekim’de start alacak ve yeni Hugo Boss ile ilk kez yarışacağım.

XOXO The Mag


59


INTERVIEW/BEAUTY

ETIENNE DE SWARDT

Bir Tebessümün Ucunda

Hayır, o tebessümün ucunda asılı kalan Etat Libre d’Orange’ın yaratıcısı Etienne de Swardt değil, sizsiniz. Koleksiyonundaki her esansı eşsiz bir şakaya dönüştüren cesaretini, çıplak bir kovboydan ve Oedipus Kompleksi’ne sahip bir memeliden (yani kendinden) alan bu iş adamının kurduğu her cümle bir şekilde sekse çıkıyor. Siz de bizim sorduğumuz sorular ve aldığınız cevaplar arasında bir yerlerde, onu ciddiye almak ve almamak arasında kararsız kalıyorsunuz. röportaj ayşecan ipek fotoğraf linus ricard

XOXO The Mag


Etienne, şu anda neredesin? Loire Vadisi’nde, Blois ve Chambord şatolarından hiç de uzak olmayan bir kır evindeyim. Üstelik kendimi korkutucu derecede buraya ait hissediyorum.

başladığı ergenlik yıllarıma, içimdeki coşkun arzunun ölümcül sonuçlara ve bolca mukozaya sahip olduğu bir döneme uzandım. Cazibe, tiksinti, tutku ve mantığın bir kenara savrulması: “O que j aille à la mère/Arthur Rimbaud, Le Bateau ivre”. Siparişin ana fikri şuydu: “Ne kadar çabalasan da asla unutamayacağın bir esans.”

Üzerinde ne var? Bir bermuda şort ve yeşil bir kazak. Çıplak ayak dolanıyorum. Estetik açıdan oldukça vasat bir manzara, pek de baştan çıkarıcı bir tablo değil.

Etat Libre d’Orange koleksiyonundaki hangi iki parfüm birlikte kullanıldığında ölümcül bir karışım elde ediliyor? Bunu ben de düşündüm ve sonra hemen işe koyuldum. True Lust, Putain des Palaces ve Dangerous Complicity’nin bir karışımı. Femme Fatale algısının doruk noktası olarak tanımlanabilir. O kadar Venüslü ve değişken ki! İnsana zalim deneyimler yaşattırmakta hiç zorlanmıyor.

Etrafına baktığında gördüğün en tuhaf şey ne? Sonsuz uyum. Burnuna ilk olarak hangi koku geliyor? Wokta kızarmış noodle ve citronella.

Senin için ‘manwhore’ tabirini kullanabilir miyiz? “Bir fahişe gibi davran ya da en azından öyle kokmaya çalış” lafı benim sadece tek bir parfümü tanıtmak için kullandığım değil, parfüme genel bakışımı özetleyen bir cümle. Bu anlamda, yüksek kalitede formüllerim ve şeytani saçmalıklarımla en azından çekici bir düzenbaz olarak tanımlanabileceğimi düşünüyorum. Sanırım ‘wannabe manwhore’ daha doğru bir tabir olur.

Bu sabah nasıl bir ruh halinde uyandın? Hiç de yaratıcı olmayan bir güçsüzlük içinde uyandım aslında. Minicik bir aktivizm kırıntısı görebilmek umuduyla etrafıma bakındım çünkü Eylül ayına karşı atağa geçmek için bir sebebe ihtiyacım var. Yeniden gülümsemeyi başarmalıyım. Kendinde tahammül edemediğin, sana en itici gelen özelliğin nedir? Yüzeysel ve kolay bir sevgili olmam.

Peki sence bir ‘manwhore’un özünde ne yatıyor? Ayıp şeyleri Fransızca söylemek her zaman daha iyidir. Cevabım: “Être un voleur de salive (Tükürük hırsızı olmak).”

Peki bugüne kadar hayatına giren en itici insan kim? Annemin yüce bir iticiliği vardır ama onu tarif ederken iticiden önce yüce sıfatını kullanırım.

Günde kaç kere küfredersin? Ben bir Sith Lord’um ve sadece mutlak olanla mücadele ederim. Şeytan, her zaman ilk tercihimdir, kibir favori takım arkadaşımdır. Yine de bir şeylerin telafi edilebileceğine inanıyorum.

Sigara içiyor musun? Hayır ama sigara içme hareketini her zaman çok sevmişimdir. Baştan çıkarıcı, kadınsı ve yoğun şiddette bir jest. Blade Runner’da ya da Ridley Scott filmlerindeki gibi…

Kibir demişken selfie yanlısı olup olmadığını da merak ediyoruz… Gösteriş yapabildiğim her anın arkasındayım.

İlk sigaranı kiminle içtin? 80’lerin ortasında bir yerlerde, Sean Young’ın bir replikasıyla. Ona sigara içtiği için, hatıralarımız için ve The Platters için teşekkür etmek istiyorum.

Telefonundan en son kimin numarasını sildin? Kimsenin. Biraz önce de söylediğim gibi kendim de dahil olmak üzere her şeyin bir telafisi olabilir ve o günün hangi gün olacağını bilemezsiniz.

Yaseminden sonra sigara ve kahveye en çok yakışan koku hangisi sence? Tükürük ve ter ve tensel olan her şey.

Kendini son derece egoist bulduğun bir anı bizimle paylaşır mısın? Loire Vadisi üzerinden planörümle süzülmenin, her ne kadar zorlu bir deney olsa da, son derece egoist ve kendime dönük bir yanı var bence.

Kendini tercüme etmeye çalışırken kaybettiğinde ne yapıyorsun? Önce panikliyorum. O kadar panikliyorum ki nefes alamıyorum ve boğulacağımı sanıyorum ama sonra telafisi mümkün olmayan bir şekilde hayatta kalıyorum.

Yaşlanmak konusunda neler düşünüyorsun? Başka kimsenin savaştan galip çıkmayacağını bildiğim için bu trajediyi o kadar da önemsemiyorum. Yine de her şey, ‘nazikçe öldüren’ bir metotla ilerlerse sevinirim.

Parfümün umutsuzluğun antidotu olduğunu savunuyorsun. Umutsuz anında yarattığın bir esans hakkında bir şeyler söyler misin? Bu anlamda Bijou Romantique, hepsinin önüne geçer. Rüzgara kendimi bıraktığım kısacık bir anın büyük bedeli.

Eğer ölüm korkusu bir parfüm olsaydı sence ne kokardı? Secretions Magnifiques ve kötü huylu bir virüs. Her şeyle sürekli dalga geçmek seni yormuyor mu? Bana bir öpücük vermeye ne dersin?

Parfümerinin en gereksiz kuralı nedir sence? Sadakat.

Dedikodu yapmayı sever misin? Birilerini becerebiliyorsan dedikodu yapmaya ihtiyaç duymazsın.

Bugüne kadar bir parfümöre verdiğin en saçma sipariş ne oldu? Secretions Magnifiques’in teması bana göre virütik bir risk faktörü olmalıydı. Bunun için de AIDS’in kendini göstermeye yeni

Seks senin için nasıl bir deneyim olmuştu? Kadife ve ıslak bir şeydi. İlk seferde, sürmesini istediğim ince bir 61


Çirkinleşmek konusunda ileriye gitmişken, biz de kendimizi tutmayalım. Etat Libre d’Orange, kendine has pis esanslarıyla tanınıyor. Bu durumda sormadan edemiyoruz, hiç kendi kakanı kokladın mı? Koklamayan var mı? Samsara gibi kokuyor: ‘Ye, sıç ve öl’.

iş, nazik bir kapasite olarak algılamıştım onu. Seksi bugün nasıl tanımlıyorsun? “İçeri girmeme izin ver!” Tekrar parfümlerine dönelim. Bu arada parfüm alışverişini Duty Free’den yapan insanlara verecek bir mesajın var mı? Parayı al ve kaç. Putain des Palaces’a günümüzden bir temsilci seçecek olsan bu kim olurdu? The Incredibles’dan Edna ‘E’ Mode.

Jasmin et Cigarette’e bir nota daha eklesen bu ne olurdu? İnsanda engellenemez bir öpüşme isteği yarattığı için ruj ve gül arasında gidip gelen bir nota fena olmazdı. Koleksiyonun en seksi parfümü sence hangisi? Cologne, çünkü kendi halinde edepli edepli oturduğunu sanıyorsun ve boom! Bir kobra gibi saldırıyor. Onu kestirmek güç.

The Afternoon of a Faun? Hayal kurmayı öylesine çok seviyorum. Vierges et Toreros? Her anlamda kafa karışıklığı.

Parfüm kullanıyor musun? Çoğunlukla Cologne’u sürüyorum. Sence bu dünyadaki en güzel gülüş kime ait? ‘I Love You Phillip Morris’teki Jim Carrey’e.

Eğer bir aşk mektubuna iki fıs parfüm sıkacak olsaydın, hangi kokunu tercih ederdin? Archives 69.

Şu parfümler için birer cümle söyler misin? Rien? Hiçbir şey her şeydir.

Kendi ten ve ter kokunla barışık mısın? Burada, Loire Vadisi’nde, tüm sosyal silahlarımı indirdiğim şu an, evet.

Kimin gardırobundan birkaç parça giysi araklamak isterdin? Brian Ferry. Sürekli mırıldandığın bir şarkı var mı? Peter Gabriel’dan Mercy Streets. Eğer bu röportajı sen yapıyor olsaydın bana ilk sorun ne olurdu? Geceleri uluyor musun? Kendi sorunu bizim için cevaplar mısın lütfen? Kesinlikle evet! Bu hayatta öğrendiğin tek büyük gerçek nedir? Ölümlülük ve panik sonsuza kadar sürmüyor.

Fat Electrician? Güzelliğin laneti.

Eğer Etat Libre d’Orange batsa ya da kapansa ne işle uğraşırdın? Ucuz tarifeyle şair olurdum.

Don’t Get Me Wrong Baby? Evet, mutlaka yutuyorum.

Bu röportaj bitti, şimdi ne yapacaksın? Tek kelimeyle: Mastürbasyon. XOXO The Mag


SOMMELIER* OLMAK İSTEYENLER İÇİN YENİ DÖNEM KAYITLARI BAŞLIYOR Turizm ve gastronomi sektöründe kalifiye servis personeli yetiştirmeyi amaçlayan International Wine and Spirits Academy (IWSA); M.E.B. Onaylı Fermente ve Distile İçecek Servis Elemanı Yetiştirme Programı’nı sizlerle buluşturuyor. Hem sektör çalışanları hem de fermente ve distile içecekler konusuna ilgi duyan, kariyer planlarını bu yönde ilerletmeyi hedefleyenlere açık eğitim programımız için yeni dönem kayıtları başlıyor. 14 Ekim 2015 - 16 Haziran 2016 tarihleri arasında gerçekleşecek programa katılarak, M.E.B. onaylı sertifikanızla uzman bir sommelier olarak mezun olma şansını yakalayabilirsiniz. *Restoranlarda fermente ve distile içecekler başta olmak üzere tüm içeceklerin alımından ve servisinden sorumlu, yemek uyumu konusunda kapsamlı bilgiye sahip uzmanlardır.

TANITIM GÜNLERİ 14-15-16 EYLÜL

5-6-7 EKİM

Daha detaylı bilgi almak için bize ulaşabilirsiniz. 0212 252 91 61

www.iwsa.com.tr

iletisim@iwsa.com.tr


INTERVIEW/PEOPLE

JAN PLAMPER

Duyguların Tarihi Hepimiz iç dünyamızdaki değişiklikleri gözlemleriz ve geriye bakarak, verdiğimiz tepkileri, hissettiğimiz duyguları bir zaman dilimi içerisinde anlamlandırmaya çalışırız. Daha önce aklınıza geldi mi bilmiyoruz ama bütün bu değişikliklerin akademik olarak gözlemlendiği bir alan da mevcut ve şimdiden söyleyelim, bu işi, başlığımızdan da anlayabileceğiniz üzere, tarihçiler yapıyorlar. Tarihçilerin duyguları neden ve nasıl ele aldıkları ise esas mesele. Londra Üniversitesi, Goldsmiths’den tarih profesörü Jan Plamper, kitabı The History of Emotions: An Introduction ile duyguların tarihini ele alırken, akademik bir özetin çok ötesine geçiyor. Sert, ama gayet net ve bu sefer akademik dozu biraz yüksek bir röportaj siz bekliyor. Semantik hafızanızda yaşanacak değişikliklere hazır olun. röportaj ali tünay fotoğraf maurice weiss/ostkreuz


Senin de biraz önce referans verdiğin üzere, Aydınlanma Çağı’nın da duyguları çalışırken çok önemli olduğunu görüyoruz. Sonuçta, akıl yürütmenin ve duyguların çatıştığı bir dönem… Bence bütün akademik alanlarda var olan duygu üzerindeki çalışmalar, 19. yüzyıldan bu yana sosyal yapılandırmacılık ve üniversalizm arasındaki tarihsel bağ üzerinden ilerliyor. Sosyal yapısalcı yaklaşım “duygular öğrenilmiş şeylerdir, kültürel ve tarihsel nedenleri vardır” der. Üniversalizm tarafında ise duyguların bizleri bağlayan bir şey olduğu, kültürler ve tarih üstü bir konumu var olduğu iddia ediliyor. Aslında bu duruma 18. yüzyılın sonlarında geldiğimizi söyleyebiliriz. Bunun öncesinde daha da büyük bir ikili, doğa ve kültür, oluştu. Sonrasında ise “doğa” değişmeyen bir hal aldı. Bunun nedeni ise sekülerleşmeydi. İnsanların anlamlandırabileceği yeni bir kesinlik gerekiyordu. Dolayısıyla, sosyal yapılandırmacılık-üniversalizm ikilisi aslında daha kapsayıcı bir ikili olan doğa-kültür ikilisinden doğmuştur. Aydınlanma Çağı’nın öncesine gittiğinizde ise durumun hep böyle olmadığını görüyorsunuz ve söz konusu iki uçlu tartışmanın çok da üretken olmadığını anlıyorsunuz.

Kitabın History of Emotions: An Introduction’ı “feel tank”e ithaf etmişsin. Feel tank sanırım Almanya’nın meşhur Max Planck Enstitüsü’nde fikir alışverişinde bulunduğu insanlar. Bize o enstitüdeki Center for the History of Emotions’dan bahsedebilir misin? Kitabını yazarken bu merkezin parçası olmak seni nasıl etkiledi? Orada kendini kanıtlamış akademisyenler bulunur, bilim insanları enstitünün altında kendi araştırma merkezlerini kurarlar ve yorulduklarında söz konusu merkezler kapatılır ve başka bir akademisyenin çalışmalarına göre tekrardan şekillendirilir. Bu çerçevede Yale’den ünlü Alman tarihçi Ute Frevert, duygular tarihini araştıracak gruba liderlik etmek için Almanya’ya geri döndü. Ama Max Planck Enstitüsü’nde üç direktör daha var; biri nörobilim metotları ile ilgileniyor, diğeri matematiksel modelleme ve karar alma süreçleri ile ilgili… Ben de bu grubun bir parçası oldum. Duyguların tarihi disiplin olarak 2008 yılında yeni ayağa kalkıyordu ve Almanya’nın en iyi tarihçileri ile çalışma fırsatı bulurken yaşam bilimlerine de çok yakındım. Deneysel planın, indirgemeciliğin ne olduğunu bu enstitüde kavradım. Disiplinlerarası demeyeceğim, zaten çok işe yaradığını da düşünmüyorum ama çok disiplinli diyebileceğim bu yapı bana epey yardımcı oldu.

Bize anlatabilir misin, bir tarihçi duyguların yıllar içinde değişimini nasıl takip eder? Çok fazla sayıda yöntem var. Bunlardan biri değişen duygu normlarına bakmak. Mesela tavsiye kitaplarına bakabilirsiniz. “Kadınlar için adap kuralları” tarzında başlığı olan bir kitap olabilir. Bu tarz kitaplara 200 yılı içini alan bir makas üzerinden bakabilirsiniz. Bu değişimleri incelemeniz bir yol olabilir. Meta seviyede leksikografi kullanarak sözlüklere bakabilirsiniz. Ya da duygu kelimesine bakarsınız, bir sözlükte tutku diğerinde ise hissiyat olarak geçebilir. Zaman içindeki semantik değişikliklere bakarsınız. Bu kelimelerin anlamları zaman içerisinde nasıl değişmiş? Üçüncü bir yol ise bir arkeolog gibi, Ute Frevert’in adını koyduğu üzere, kaybolan duygulara bakarsınız. Ve oradan sıkılganlık ve melankolinin karışımı olan Acedia adlı ölümcül günahı keşfedersiniz. Günümüzde böyle bir terimi artık kullanmıyoruz. Yeni normlarımız var, depresyon gibi.

Duygular üzerinde çalışmak ister istemez disiplinlerarası bir durumu beraberinde getiriyor. Peki, duygulara kimin sahip olduğu sorusu neden önemli? Bu soruyu sorduğunuz zaman bir anda çok büyük önemli başka sorularla karşılaşıyorsunuz. Öznellik sorusunu ele alalım, ki tarih yazımında bu çok önemlidir. Öznellik formasyonunu ele aldığınız zaman ve son olarak insan-hayvan karşıtlığını işlerken bu soru çok mühim. Çoğu zaman gücün test edildiği bir alandan bahsediyoruz. Duygulara kimin sahip olduğunu, iki farklı canlıyı karşılaştırmak açısından önemsiyoruz. Örneğin hayvan; hayvanların duygulara sahip olduğunu düşündüğünüz için vejetaryen oluyorsanız sorduğunuz soru çok merkezde duruyor. Bu sorunun cevabını aradığımız zaman insanların belli bir zaman diliminde duygular üzerinde nasıl düşünce geliştirdiklerini anlıyoruz. Böylece, bazı ana ayrışmaların kalbine iniyoruz. Özellikle Aydınlanma Çağı’ndan sonra güçlüler küçük gördükleri insanlara bazı duyguları sorgusuz bir şekilde atfettiler. Kadınlar, Afrikalı Amerikalılar kontrol dışı ve irrasyonel olarak görüldü. Bu nedenle güç ayrışmalarına bakabileceğimiz bir pencereden bahsediyoruz.

Konuştuklarımızı pratiğe dökmek için günümüze gelelim. Kitabında, 2007 yılında, Putin’in Soçi’de Angela Merkel’i ağırlarken, Merkel’in çocukluğundan gelen köpek korkusunu bilerek, kendi köpeğini onunla aynı ortama sokması örneğini veriyorsun. Bu durum bize ne anlatıyor? Aslında bu, kitaptaki ‘teaser’lardan biri. Duyguların tarihi dediğimiz kavramın neye benzediğini göstermek için kullandığım bir örnek. Diplomasi gibi çok rasyonel bir disiplinde bile objektifinize farklı bir lens taktığınız zaman daha önce görmediğiniz şeyleri görmeye başlıyorsunuz. 2007’de Rusya Başkanı’nın köpeğini kullanarak Merkel’i ürkütmek istediğini çok açık bir şekilde görebiliyorsunuz. Merkel’in vücut dilinden, korktuğunu anlamak çok kolay. Ben bu durumu kişisel olarak şöyle okuyorum; Rusya Başkanı, eski bir Doğu Alman’a kimin patron olduğunu göstermek istiyor ve Merkel’e Doğu Almanya’nın Rusya’nın bir uydusunu olduğunu hatırlatıyor. Bu tabii benim analizim, ancak her şekilde duyguların tarihinin hiç beklemediğiniz yerlerde olduğunu göstermek için iyi bir bakış açısı.

11 Eylül saldırıları küresel olarak sosyal bilimler üzerinde -en azından bir kısmı üzerinde- çok etkili oldu. Biraz açıklar mısın, 11 Eylül duyguların tarihini çalışırken nasıl bir anlam taşıyor? Bence 11 Eylül zaten işlemekte olan bazı süreçler için bir katalizör görevi üstlendi. Bununla beraber tek başına da çok önemli bir olaydı ve yaşananlardan sonra duygular tarihi akademik bir disiplin olarak adeta kalkışa geçti. Dünyanın dört bir tarafında araştırma grupları kuruldu. Yayınlar, dergiler çoğaldı. Ne oldu diye sorarsanız, Postmodernizmin, post-yapısalcılığın sosyal bilimler üzerinde olan etkisi bitmek üzereydi. 11 Eylül bu süreci hızlandırdı. Post yapısalcılığın sağladığı analitik alet çantası yetersiz gözükmeye başladı. Bu kadar şoke edici bir saldırıyı anlamlandırmaya yetmedi. Ancak şunu da belirtmek lazım; 11 Eylül sadece bir katalizör değil aynı zamanda bir kırılma anıydı. Bakıyorsunuz ki motivasyonu belli olmayan bir grup terörist var ve bu insanlar rasyonel seçim teorisinden çok uzakta hareket ediyorlar. Benim düşüncem bu yönde.

Daha önce Stalin’in kişilik kültü ile ilgili önemli bir kitap yazdın. Günümüz Rusya’sına baktığında benzer bir durumu Putin üzerinden okuyor musun? Putin’in durumunu Stalin ile aynı çerçeveye koymaya çekiniyorum. 65


Eğer bir Putin kültünden bahsedeceksek, bu daha ziyade postmodern bir kült olacaktır. Stalin kültünde, alçakgönüllüymüş gibi davranma ama aslında son derece kendini beğenmiş bir durum vardı. Sonuç olarak, o bir Marksistti ve Marksistler de tek kişinin liderliğine karşıydılar. Müşterek liderliğe inanıyorlardı. Stalin bu durumda sanki kültünü istemiyormuş gibi davranıyordu. Ama kültü zamanla daha da büyüyordu. Bu durum arkasında yatan düşünce kısaca şuydu, Sovyetler Birliği en demokratik ülkeydi ve Stalin de en demokratik liderdi… Ama halkı Stalin kültünü isterken, Stalin ne yapabilirdi ki? O da, bu yüzden, kendi kültüne teslim olmuş gibi davranıyordu. Putin’e geri dönersek… Putin işte bu mirasın gayet farkında. Kitabı 2010 yılında bitirdiğimde, Rusça baskısı İngilizce baskısından önce çıktı ve Rus basınına verdiğim röportajlarda, “Umarım Putin’in benzer taktikleri uygulamasını önlerim.” demiştim. Sonuç olarak, bugünün Rusya’sı Sovyet Rusya gibi kapalı bir toplum değil. Sosyal medya ile benzer kapalı toplumları yaratmak çok daha zor. Ama ne olursa olsun, Putin’in de heykelleri var. Onun için yazılan şiirler, şarkılar mevcut… Ama burada asıl postmodern olan şey, toplumun bazı devinimler yaşaması ve rejimin, toplumun bu devinimlerin içinde olmasını arzulaması. İnsanlar rejime inanmak zorunda değiller. Bu bence biraz Hafız Esat’ın postmodern kişilik kültüne benziyor. Lisa Weeden’in bu konuda harika bir kitabı var; Ambiguities of Domination. Hafız Esat döneminde, diyelim ki üniversite öğrencisisiniz, devlet size bir gün izin verirdi. Herkesi bir stadyuma

taşırdı, elinizde posterler olurdu ama sonra eve döner, Esat karşıtı bir şaka anlatırdınız ve söz konusu durumun rejim için bir önemi olmazdı. Rejim sadece var olan söyleme katkıda bulunmanızı beklerdi. Çok Foucault-vari bir durumdu. Putin de böyle. Kimsenin ona inanmasını beklemiyor ama toplumun kendisinin gösterdiği yönde hareket etmesini istiyor. XOXO The Mag’e, Oxford Üniversitesi’nden Kanadalı tarihçi Margaret MacMillan kendisinin bir İngiliz, Alman ve hatta Türk tarihi gibi tarihin ağır yükünü taşımadığını söylemişti. Sen ne dersin, Alman tarihçilerin üzerinde tarihin ağır yükü gerçekten var mı? Sen böyle bir yük hissediyor musun? Bence çok iyi bir soru. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Alman akademisyenler yeni metodolojiler üretmemişlerdi. İlginç çalışmaların çoğu ABD’den, Fransa’dan, İtalya’dan geldi. Günlük yaşam tarihi -Alltagsgeschichte- dışında durum böyleydi. Nürnberg’deki meşhur Nazi Partisi buluşmasının görüntülerine bakalım. Orada bir şey var. Ancak orada olanı gerçekten anlamak için elimizde çok fazla malzeme yok. O büyük alanda biriken binlerce vücut birbirini etkilerken ne oluyor? Müthiş bir sevinç içindeki suratlara bakıyorsunuz. O tarzda bir heyecan nasıl yaratılır? Bu durumu sadece topluluk histerisi ile açıklayamazsınız. İşte eğer bir Alman yükünden bahsediyorsak, o burada devreye giriyor. Bu durumu anlamak motivasyonun bir parçası. Kesinlikle bu yükü ben de taşıyorum. Sen sorduğun için kendimi tarihselleştirmek durumunda kalıyorum. Sanırım bu kitabı yazma sebeplerimden biri de bahsettiğimiz tarihsel yük.

XOXO The Mag


K AT K I L A R I N D A N D O L AY I TEŞEKKÜRLERİMİZLE W I T H S P EC I A L T H A N KS TO



Sonbahar 2015


INTERVIEW/DESIGN

MISCHER’TRAXLER

“Bir”den Fazlası…

Bir yandan lüks tüketim markaları için projeler üretirken, bir yandan da işin sosyal boyutuyla ilgilenen tasarımcılar var. Hatta bu tasarımcılar, modanın ve jet set sosyetenin kalbindeki bir markaya sergileme tasarımları yapıp, modanın kendisine ilgisiz kalmayı başarabiliyorlar. Katharina Mischer ve Thomas Traxler böyle bir ikili. Arkalarında patlayan şampanya köpükleri, önlerinde modern dans sahneleri ve dünya üzerinde yaşayan her bir türü sergilemek var. röportaj bahar türkay fotoğraf camilla holmgren


Ephemerā, Interactive Kinetic Installation, Furniture, 2014, Commissioned by Perrier-Jouët Champagne

Objeler, mobilyalar, süreçler, enstalasyonlar ve çok daha fazlasını tasarlıyorsunuz. Hangisi sizin için daha vazgeçilmez? KM: Ne diyebiliriz ki; bizim için hepsi eşit derecede önemli. Uzun süren süreçler üzerine çalıştığımızda, yeni bir şeyler keşfetmemiz gerekiyor ya da enstalasyonlarla çok zaman harcadığımızda, “Şimdi yeni bir obje üzerine çalışma zamanı” diyoruz. Şu günlerde sahne tasarımı yaratmakla ilgileniyoruz. Bu daha önce yapmadığımız bir şey ve yeni keşifleri seviyoruz. Tek bir unsur üzerine takılıp kalmıyoruz.

Geçen yıl, tasarım manifestolarının masaya yatırıldığı 2. İstanbul Tasarım Bienali’ne katıldınız. Dünyanın her geçen dakika müthiş bir hızla değiştiği ve insanların 140 karakter kullanarak her gün kendi manifestolarını duyurdukları günümüzde, tasarım disiplini içerisinde halen manifesto üretmek mümkün mü? Katharina Mischer: Evet hala mümkün, ama bunun her gün değiştirilebileceğini düşünmüyorum. Manifestoların güzel tarafı, düşüncelerinize ve disiplinin kendisine yön verebiliyor olması. Önemli olan manifestoyu aksettirebiliyor olmak, onun geçerliliğini koruyup korumadığını ve zamanın şartlarına göre değiştirilmesi gereken taraflarının olup olmadığını bilmek... Birtakım unsurlar uzun bir süre geçerliliğini koruyor ve dolayısıyla bu bağlamda manifestolar halen bir anlam ifade ediyor. Thomas Traxler: Manifesto dediğimiz şey her halükarda biraz ütopik. Dolayısıyla bir şeyleri iyileştirme potansiyeline sahipler. Bahsettiğin 140 karakterlik paylaşımlarsa manifestodan ziyade birer beyanat.

Neredeyse bütün tasarımcıların kariyerlerinin belli dönemlerinde, aydınlatma veya oturma ünitesi tasarlamasının arkasındaki motivasyon ne olabilir? TT: Bizim de lamba tasarımımız var. Bu bahsettiğin şu sebeple olabilir; kitaplara baktığınızda, tasarım tarihçesinde hep lamba ve sandalye tasarımları görürsünüz. Klasik olarak daha çok bunlar dikkate alınıyor. Projeler ve ürünler tasarladığınızda, insanların bununla yaşamasını ve kullanması istersiniz. Aydınlatma ve oturma üniteleri, bilinçli olarak alınıp, uzun yıllar kullanılabilecek şeyler. Alıp, iki hafta sonra atabileceğiniz eşyalar değiller. Onları ilginç yapan da bu galiba. KM: Durum, insanların bu objeleri tasarım olarak kabul etmelerinden kaynaklanıyor olabilir diye düşünüyorum. Çünkü bir çanak tasarlayıp, şöyle, böyle diye anlattığınızda, bunun tasarımla olan ilgisini uzun uzun ortaya koymanız gerekiyor. O yüzden siz de vazgeçip, lamba tasarladığınızı söylüyorsunuz ve konu kapanıyor. Demek istediğim, aydınlatma ve oturma ünitelerini tasarım disipliniyle ilişkilendirmek daha kolay. Bu arada her şey lamba olabilir, gerçekten…

İstanbul denilince aklınıza ilk ne geliyor? KM: Thomas İstanbul’a gelemedi, ben yalnız gittim. İnanılmaz güzel olan, çeşitliliği ve tabii ki Doğu ile Batı arasındaki geçişi görmekti. Thomas ile birlikte pek çok konuda olduğu gibi, politik konularda da sık sık tartışıyoruz. Konu İstanbul olduğunda ise, politik olarak baktığımızda mevcut karışımı ve çeşitliliği korumak ileride mümkün olacak mı merak ediyoruz. TT: Benim aklıma ilk gelense, bir an önce oraya gelmek istediğim. Bu yaz nasıl geçti? İlham verici şeylerle karşılaştınız mı? KM: Aslında çalışarak geçti. Yorucu, aynı zamanda ilham vericiydi. TT: Sonuna doğru gittikçe daha yorucu oldu.

Projeleriniz tasarım müzelerinde sergileniyor. Bunun sizin için anlamı ne? Nasıl bir deneyime hizmet ediyor bu durum? TT: Tasarımlarımız çok geniş bir izleyiciye eriştiği için çok güzel bir şey. Bir marka, galeri veya bir bina için tasarım ürettiğinizde bu yalnızca belirli bir hedef kitleye ulaşıyor. Müzede olduğunda ise çok geniş bir izleyici söz konusu. Ayrıca müzelerde yer alan, bir tema altında gerçekleşen sergilerde, tek bir bağlam etrafında geniş bir yelpazede tasarımları görmek, ilginç bir bakış açısı sağlıyor.

Daha yeni, birkaç ay önce Domaine de Boisbuchet’de “It takes more than one” başlıklı bir atölye düzenlediniz. İçeriği şöyle anlatıyordunuz; “Bir obje kullanırken, bir şeyler yaparken, birden fazla insanın nasıl konuya dahil edilebileceğini araştıracağız.” Atölyenin sonuçları nasıldı? TT: Çok iyi bir atölye oldu. Sonuçta ortaya çıkan bazı projeler kamusal alanda kullanılma potansiyeline sahipler. Diğerleri de hayli keyifliydi. Ayrıca, tanımadığınız insanlarla zaman geçirmek de güzel. KM: Çok keyifli bir haftaydı. Mesela, projelerden birinde, tek bir uzun bardaktan dokuz kişinin birden içki içebildiği bir sunum vardı. Gerçekleştirilebilir projelerle, fantastik olanlar bir aradaydı. Gerçekçi olmayan projeler özellikle çok eğlenceliydi.

Peki aldığınız ödüllerin sizin üzerinizde bir etkisi olduğuna inanıyor musunuz? KM: Başlarda aldığımız birkaç ödülün bizi ayakta tuttuğunu kabul etmeliyiz. Bunların bazıları para ödülüydü ve onlar olmasaydı stüdyomuz hala ayakta olur muydu emin değilim. Dolayısıyla etkilerinden birisi bu diyebiliriz. Ancak stüdyo yerleşik bir hal aldıkça, para ödülleri azalıyor. 71


Gradient Mashrabiya, Limited Edition for Carwan Gallery, 2012 Reserved Volumes, Serial Product for PCM, 2013

Reserved Volumes-Leaves, Serial Product for PCM, 2014

Ödüller, kendinizi daha güvenli hissetmek adına etkili. Yaptığınız işlerle ve bunları dünyaya nasıl gösterdiğinizle ilgili kendinize güveniniz artıyor. Ayrıca birilerinin sizi takdir ettiğine dair olumlu geribildirimler almak da devam etmeniz için size cesaret veriyor. Perrier-Jouët için projeler üretiyorsunuz. En son projeniz Small Discoveries bir hayli keyifli görünüyor. Markayla ilişkiniz nasıl gelişti? TT: 2013 Aralık ayında, Design Miami’de sergilenmek üzere bir enstalasyon sunmamızı istediler ve sunduğumuz projeyi beğendiler. KM: Sonrasında bize verdikleri ambalaj projesi de aslında bu enstalasyonla ilişkiliydi. Miami’deki sergilemeden sonra, geçtiğimiz Şubat ayında çıkardıkları ambalaj tasarımını yaptık ve önümüzde iki tane daha var. Asıl harika olan, Miami’deki işten, hem bizim, hem onların, hem de izleyicinin memnun kalması ve neticede, bizden bir enstalasyon tasarımı daha istemeleriydi, ki bu bizim için sürpriz oldu. Şimdi bunun üzerine çalışıyoruz. Londra Tasarım Festivali esnasında, V&A’de sergilenecek. Do It Yourself hareketiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Sizce buna gerçek anlamda bir akım diyebilir miyiz? KM: Bunun enteresan bir yöne giden iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum ancak bir akım olarak adlandırılacak kadar büyük değil. TT: İnsanlar bir şeyleri kendileri üretmek istiyorlar. DIY, bu anlamda önemli ama henüz bir akım değil. İkili olmayı nasıl tanımlarsınız? Anlaşmazlığa düştüğünüz de oluyordur. KM: Hem kolay, hem zor. Çok kavga ediyoruz ve tartışıyoruz. Ama tabii bu tartışmalarımız, projeleri ileri bir noktaya taşımak adına yararlı oluyor. Tek bir fikir olmasındansa her şeyle ilgili iki fikir olması daha iyi. Ayrıca herkes, tam kadro olarak projelerde yer alıyor. Birlikte çalışmak, daha iyi projelerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Elbette işi sonlandırırken her şey biraz daha karmaşık hale gelebiliyor. TT: Zaten tek başına olmayı bu saatten sonra hayal edemeyiz diye düşünüyorum. Bu şekilde çalışmak bizim için gayet iyi yürüyor. Tasarım, dünyadaki gelişmelerle birlikte gittikçe sosyal bir kimlik

kazanıyor. Diğer taraftan lüks ile olan ilişkisinin kuvvetlendiği örnekler de var. Bu açıdan değerlendirdiğimizde tasarımın günlük hayatımızdaki yeri hakkında ne düşünüyorsunuz? KM: Gözlemlerine katılıyorum. Bazı tasarım projelerinin sosyallikle, teknoloji, biyoloji ve bilimle ilişkisi gittikçe gelişiyor. Lüks ile olan ilişkisininse geçmişten gelen mantıklı bir dayanak noktası olduğunu düşünüyorum. Geçmişte kilise, sanatçı ve tasarımcılardan iş üretmelerini istiyordu ancak onlara verecek parası yoktu. Bu durumda, kral ve kraliçeler, yani aristokrasi, birtakım şeyleri ele aldılar ve sanat eserleri, tasarım objeleri sipariş etmeye başladılar. Masraflar devletler tarafından karşılandı. Şimdiyse devletin böyle bir parası yok. Dolayısıyla onun yerini lüks markalar aldı ve onlar tasarımın ve sanatın patronları haline gelmeye başladı. İyi mi kötü mü tartışılır; ama bunun geçmişte olduğu gibi pazarlamayla ilgili bir durum olduğu kesin. Bu mantıksal dayanak noktasının, sanat, tasarım ve mimariyi güçlü bir şekilde canlı tutmak adına ilginç bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Yalnızca kusursuzca işleyen şeyler için gayret gösterebildiğimiz ideal bir ortamda olsaydı, dünyayı ileriye götürebilirdik... Henüz tasarlamadığınız ama tasarlamayı istediğiniz obje nedir? KM: Sandalye tasarımımız yok ama bunun önemli olduğunu düşünmüyorum. Şu anda modern dans için sahne tasarlamakla ilgileniyoruz. Nedenini bilmiyoruz. Kimse de bilmiyor. Ama bu daha önce yapmadığımız bir şey ve bize heyecan verici geliyor. Biraz da bilimsel araştırmalar üzerine eğilmekle ilgileniyoruz. Bir sonraki projeniz ne? İlk nereye seyahat edeceksiniz? TT: Eylül ayında Londra’da sergilenmek üzere Perrier-Jouët için bir interaktif enstalasyon üzerine çalışıyoruz. Ondan sonra da Viyana’da bir sergi için projemiz var. Bu sergide, temasına uygun olarak, yaşayan her bir biyolojik türü sergilemeyi planlıyoruz. Kendinize en son ne aldınız? TT: Bir yemek masası aldık ama yalnızca üstünü. KM: Ayakları zaten vardı, eşya pazarından daha önce almıştık, üstünü yeni aldık. Meşe ağacından bir masa… TT: Aa, bir de yaz için birkaç parça giysi. Çok sıcak…

XOXO The Mag



INTERVIEW/MUSIC

RÓISÍN MURPHY TUHAF BİR ALBÜM DAHA Sekiz yıl aradan sonra gelen Hairless Toys yayınlandığında Róisín Murphy’nin soğukkanlı enerjisini kaybetmediğini görmüştük. Kendisiyle tekrar konuşunca açık sözlülüğünden de bir şey kaybetmediğini anladık. 19 Eylül’de İstanbul’da sahne alacak Róisín seyirciden çok şey bekliyor. Haliyle, biz de ondan... röportaj alican öyke fotoğraflar play it again sam’in izniyle

‘DA


ifadesinin yanlış anlaşılmasından alıyor. Ben “careless talk” dedim, “hairless toys” diye anlaşıldı. “Hairless toys”un bir anlamı yok, tuhaf bir albüm için tuhaf bir albüm adı sadece...

Müziğinde en çok neyi eleştiriyorsun? Özeleştiri herkesin kafasında çalışan bir mekanizma; ben de herkes gibiyim, herkes kendini eleştirir. Bir şey yapmaya ve onu insanlara ulaştırmaya çalışıyorum. Bunun için özeleştirilerin üstesinden gelmeyi öğrenmek gerek. Fazla eleştirel ve fazla kontrollü olursanız hiçbir şeyi piyasaya süremezsiniz.

Modayı hala önemsiyor musun? Evet, çocukluğumdan beri giyinip süslenmeyi, poz vermeyi çok severim. Modayı da çok seviyorum. Aslında saçma sapan bir şey moda, ama bazen çok güzel olabiliyor.

Bundan önceki albümün Overpowered’la yeni albümün Hairless Toys arasında yaklaşık sekiz yıl var. Bu fazla uzun bir ara değil mi? Aslında müzikten hiç uzaklaşmadım ve zamanı gelince albüm de geldi. Turneye çıkmasam da sürekli müzik yaptım, iki çocuğum oldu ve hayatımda birçok önemli değişiklik yaşadım.

Pişmanlık duyar mısın? Hayır, asla. Elimden ne kadarı geliyorsa o kadarını verebilirim insanlara. Müziğe başladığım günden beri aynı şekilde çalışıyorum, stüdyoya girer kendimi dinler, deneme yanılma yöntemiyle mümkün olan en iyi şeyi bulmaya çalışırım. Ne yapılabilirse zaten onu yapıyorum.

Hairless Toys’dan yayınladığın ilk parça ‘Gone Fishing’ Paris Is Burning’e atıfta bulunuyor. Oradaki karakterlerle kendini özdeşleştirdiğin oluyor mu? Şarkıyı Paris Is Burning’in müzikal bir versiyonu olarak yazdım. Ama bir yandan benimle de ilgili çünkü aynı filmdeki karakterler gibi benim de oldukça gösterişli bir sahne kimliğim var. Onların duygusallığını kendi içimde hissedebiliyorum.

‘Exploitation’ ve ‘Evil Eyes’ videolarının yönetmenliğini kendin üstlendin ve ikisinde de özel işler ortaya çıkardın. Artık kamera arkasında daha sık yer alacak mısın? Yönetmenlik yaparken çok rahatım. Kamera arkasında olmak çok hoşuma gidiyor. Bence yönetmenlik de bir performans türü, ve bu yönüyle sahnede olmaya çok benziyor. Ama kendimden hiç yönetmen diye söz etmedim, yönetmen-şarkıcı ya da yönetmen-oyuncu diyebilirim.

Bu albümdeki caz, soul ve country etkileşimleri önceki albümlerine göre daha yoğun hissediliyor. Ara verdiğin süre boyunca bu türleri mi dinledin? Aslında bence insanın yaşamı boyunca dinlediği şeyler birleşiyor, ve bunun herhangi bir albüme özel bir süreç olduğunu sanmıyorum. Ama mesela Overpowered’ı yaparken, güçlü ve modern bir disko albümü için yola çıkmıştık ve gerçekten de albümü o doğrultuda şekillendirdik. Hairless Toys öyle yapılmadı; kendimizi özgür bıraktık ve içimizden gelen, etkilendiğimiz her şeyin albüme girmesine izin verdik.

Daha önce Türkiye’ye gelmiş olmak seyirciden duyulan beklentiyi artırıyor mu? Evet, seyirciden çok şey bekliyorum. Türkiye’den de beklentim hayli yüksek çünkü dünyada en çok sevdiğim yerlerden biri. İstanbul’a inince ne yapmayı planlıyorsun? Orada iki arkadaşım yaşıyor, onları görmeyi umuyorum. Bir yere konser için gittiğimde belli bir rutinim vardır. Gündüz vakti konser mekanından fazla uzaklaşmam. Her yerde aynı sırayla aynı şeyleri yaparım.

Hairless Toys adının bir hikayesi var mı? Aslında albüm ismini parçanın içinde geçen “careless talk” 75


BEAUTY

LES AUTOMNALES

A Collection of Essentials yazı ayşecan ipek görseller chanel sas'ın izniyle

Eğer Coco Chanel makyaj çantanızı karıştırsaydı muhtemelen size şöyle bir yukarıdan bakar, yüzüne hafif çapta dehşet uyandıracak bir ifade takınır ve kısık bir sesle şöyle derdi: “Ceux-ci ne sont pas nécessaires.”* Fazla olanın karmaşasına kapılıp gitmiş, kendini gereksizliklerle donatmış ve bu yüzden ağırlaşmış bir manzaraya artık hiçbirimiz bakmak istemiyoruz. İşte Amerikalıların ‘back to basics’ olarak vaftiz ettiği, her alanda ama en çok makyajda görmeyi arzuladığımız o gerçek ihtiyaç listesi, bu sezon Chanel Les Automnales koleksiyonunda karşımıza çıkıyor. Şık bir evde, hanımefendiler gibi oturmak yerine, at üzerinde ya da maskülen pantolonlar içinde doğayı keşfe çıkan Mademoiselle’e saygı duruşunda bulunarak biz de kendimizi sonbahar renklerine bürünmüş bir ormanın içinde buluyoruz ve yavaş adımlarla, her anın keyfini çıkararak yürümeye başlıyoruz. Toprağın, taşların, yosun ve yaprakların, ağaç köklerinin, dalların arasından göz alan güneş ışığının, bir görünüp bir kaybolan kuşların yanar döner kanatlarının başrolde olduğu Les Automnales, Chanel Makeup Creation Studio’nun ışık ve gölge oyunlarına, solgun ara renkler ve parlaklık arasında yarattığı kontrasta yer veriyor. İlk bakışta göze çarpmayan, sakin ve sıcak tonlar sayesinde zamansız bir şıklığa kavuşan, haki, kızıl kahve, toprak rengi ve gösterişli kızıllar etrafında şekillenen bu koleksiyon, bir süreliğine uykuya yatmaya hazırlanan doğanın son gösterisi. Mevsimin genlerinde taşıdığı melankoli hissine de inceden inceye yaslanarak, baştan çıkarma sanatının nazenin ve kadınsı yanına dokunuyor. Gözler altın, bronz, bakır, paslı turuncu, haki, soğuk ve sıcak kahvenin hakimiyetinde. Sınırlı sayıda üretilen, ipeksi dokuya sahip Création Exclusive Entrelacs far paleti, tüm kadınlar tarafından arzu edilen, kült bir Chanel takım adeta. Kendini her gün tekrar etse de ondan sıkılmak mümkün değil, her gün ve her mevsim kullanıma hazır. Les 4 Ombres Tissé d’Automne, yosun, kozalak, okaliptüs çiçeği ve yaprağını taklit ederek gözlere haki etrafında dans eden bir makyaj hediye ediyor. Olağanüstü yapısıyla markanın vazgeçilmezlerinden birine dönüşen Illusion d’Ombre,

göz kapağına sürüldükçe yoğunlaşan paslı turuncu Rouge-Gorge ile çekici bir pırıltıya, serinin ilk kadife dokusu, ağırbaşlı gri Fleur de Pierre ile mat bir etkiye kavuşuyor. Stylo Yeux Waterproof, dört farklı renkte: Sonbahardan esinlenen yoğun haki Feuilles, ışığa bürünmüş bakır Ardent, dore pırıltılar taşıyan vintage etkili bronz Érable ve dumanlı kahverengi Pomme de Pin. Kirpikler üzerinde gezinen ve tek bir darbeyle onlara hacim kazandıran Le Volume de Chanel maskaranın sezon rengi ise kahvenin soğuk ve çekici tonu Écorces. Soğuk günlere merhaba diyen yanaklar, kızarmaktan kendini alamıyor. Şömine karşısında ısınan yanaklar, Joues Contraste Alezane’ın dore, pembe ve kahverengi arasında kurduğu müthiş dengeye teslim oluyor. Rouge Allure, Rouge Allure Velvet ve Rouge Coco Shine, dudaklar üzerinde mat, saten ya da parlak bir etki yaratıyor. Serin bej Pensive, iddialı kırmızı La Bouleversante, yarı saydam bakır Mélancolie ve kiremit kırmızısı Téméraire, koleksiyonun geri kalanıyla uyum içinde. Mat dokunun yarattığı sofistike etki tartışılmaz, ancak parlak dudakların sahip olduğu dolgunluk ve baştan çıkarıcılık da unutulmaması gereken bir detay. Lèvres Scintillantes Chêne Rouge, taze bir gülümsemeye eşlik etmek için yaratılmış. Les Automnales’in ışık ve gölge arasında hareket eden ritmi Les Vernis oje koleksiyonuna da yansıyor. Zamansız, klasik kırmızının yeni yorumu Écorce Sanguine, kiremit rengi kırıntılarıyla diğer tüm kırmızıların önüne geçmeye hazırlanıyor. Châtaigne, gizemli, serin ve yumuşacık bir renk, ışığa tutulduğunda çikolata rengindeki pırıltılar göze çarpıyor. Vert Obscur ise siyah ve yeşilin buluşmasına laciverdin gölgesini düşürerek gelmiş geçmiş en etkileyici petrol tonlarından birini yaratıyor. Sezona özel olarak tasarlanan Top Coat Velvet de son dokunuşa imza atıyor: Tek bir katla, incecik kalmaya devam ederek ojeyi kurutmadan matlaştırıyor. Zamana ayak uydurabilen, onu geçmekte, geride bırakmakta asla zorlanmayan ama bir yandan da sürekli zamansız şeylerin peşine düşen bir kadın: Mademoiselle Chanel. 2015 sonbaharı için özel olarak hazırlanmış ama gücünü ve güzelliğini çok daha uzun bir zaman dilimine yayacak bir koleksiyon: Les Automnales.

* "Bunlara hiç gerek yok." XOXO The Mag


italian Masterpieces archibald arMchair. designed by J.M. MassaUd. sala del The, Palazzo colonna, roMa. poltronafrau.com

Ayazma Yolu Sokak No:5 Etiler T: 212-2636406 www.bms-tr.com


Bu bir ilandır.

an original idea by CO fotoğraflar mustafa kayhan ergün hazırlayanlar hande çelikkaya, utku palamutçu


DİLA TARKAN Renkler ve desenler stilimin en önemli parçaları. Olması gerekenden uzaklaşıp risk almayı seviyorum ve bunu kişiliğimden uzaklaşmadan yapabiliyorum. Sanırım bu yüzden, gün içerisinde giyeceğim kıyafet içime sinmiyorsa, saatlerce aynanın karşısında vakit geçirebiliyorum. Sadece, insanlarla aynı parçaları giymemeye değil, onları kendime göre yorumlayabilmeye de dikkat ediyorum. Son yıllarda insanların moda olarak nitelendirdiği şey, bence tam da bu. Stilimin kişiliğimi bu kadar iyi yansıtıyor olması da bu yüzden, çünkü farklı şeyler beni heyecanlandırıyor.


ALPER DERİNBOĞAZ Mimari yaklaşımımın aksine, sade bir stilim var. Farklı ortamlara ayak uydurabilecek parçaları tercih ediyorum. Mesleğim ve hayatımın iç içe oluşu beni gün içerisinde toplantıdan şantiyeye ve hatta okula ders vermeye bile götürebiliyor. Bu yüzden sneaker’la birlikte giydiğim herhangi bir kıyafet içinde kendimi oldukça rahat hissedebiliyorum. Bu sadeliğin bir diğer yanı ise gardırobumun birbirine oldukça uyumlu parçalardan oluşması. Tabii bir süper kahraman kostümüm olsa her türlü hava durumuna ve koşula daha iyi uyum sağlayabilirdim.


ELİF ERDOST Günlük hayatımda spor, cool ve doğal olarak rahat bir stilim var. Sanırım bu yüzden evden çıkarken aynaya baktığımda nasıl göründüğümü değil, nasıl bir gün geçireceğimi düşünüyorum. Güzel bir güne hazırlandığımı bilmek kendimi iyi hissettiriyor. En sevdiğim jean, tişört ve vazgeçemediğim sneaker’lar üzerimde olduğu sürece, kıyafetlerim üzerine ikinci bir kez düşünmüyorum. 10 dakikada hazırlanıp, stilimin kişiliğimi yansıttığından emin bir şekilde sokağa çıkabiliyorum.


MAKSUT AŞKAR Herkesin olduğu gibi benim de kendime göre rahat bir tarzım var. Bu yüzden aynaya sadece uyanıp uyanmadığımdan emin olmak için bakıyorum, giydiğim şeylerle ilgili insanların ne düşüneceği önem sırası olarak gerilerde yer alıyor. Bu duruş hazırladığım yemekler için de geçerli; renkli, özenli ve tabii ki doğal. Yani, işim, kişiliğimin bir yansıması. Her zaman sevdiğim ve üzerime yakıştırdığım kıyafetleri giymekten yanayım. Güzel bir gömlek, rahat bir jean ve sneaker’lar benim için bu yoğun koşuşturmada en rahat parçalar.


GÜNCE GÖZÜTOK Özgün olmak benim için her şeyden önemli. ‘Rahat’, stilimi tanımlayan başlıca sıfat... Aynaya baktığımda gördüğüm şey beni rahatsız etmiyorsa, ikinci bir defa düşünmüyorum. Kendime ve vücuduma yakıştırdığım her şey bence stil sahibi olmak için yeterli. Beyaz bir tişört ve siyah bir jean’i, güzel bir sneaker ile kombinlediğimde, başka bir şeye ihtiyacım yokmuş gibi hissediyorum. Rahat olduğum sürece kendimi olduğum gibi ifade edebilirim, ki bu benim için stil sahibi olmanın en önemli kuralı.


BRAND Bu bir ilandır.

LEVI’S® LOT 700

Why Not Perfection? yazı aslin kumdagezer

Eğer bir Leonard Cohen dizesinde olsaydınız, yumuşak bir ses, mükemmelliği unutmanızı, her şeyde bir çatlak olduğunu ve ışığın tam da buradan içeriye sızdığını söylerdi. Ne var ki içerisinde bulunduğunuz zamanda kurallar kusursuzluk üzerine işliyor. Mükemmel iş, mükemmel ev, mükemmel araba, mükemmel görünüm... Ve tüm bu mükemmeliyet fikrini kulağınıza bu kez 99 Francs’ın Jean Dujardin’i fısıldıyor ve ekliyor; mükemmelliğinizi değişime dirençli kılmalısınız. Meali, geçen zaman sizi etkilememeli, eski fotoğraf albümlerinizde, şimdiki selfie’lerinizde ve gelecekteki üç boyutlu hologramlarınızda aynı seviyeyi korumalı, tercihen daha iyi bir noktaya ulaşmalısınız. Hayır, henüz kusursuzluk için bulunmaz bir iksir tarifi okumayacaksınız, ama mükemmel olması beklenenler listesinde başı çeken jean’in sonunda nasıl bu mertebeye eriştiğine şahit olacaksınız. Seçeneklerin sayısız olduğu paralel bir jean evreninde mükemmeliyetin formülü için masa başına oturan Levi’s®, 1934’te çıkardığı ilk kadın koleksiyonuyla zamanının kusursuz kadınını birleştiriyor ve kaçınılmaz olan gerçekleşiyor; Marilyn Monroe ve Lot 701 klasik mertebesine ışık hızında yerleşiyor. 80 yılı aşkın süredir kadınlar için mükemmel jean formülü üzerinde çalışan marka, günümüz itibarıyla nihai meyvesini veriyor ve teknoloji, 80 yıl öncesine dönüp markanın kökleriyle yeni yine yeniden kesişiyor. Lot 700 serisi sayısız kesim, model ve yıkama türünün olduğu bir seçkiyle kişiye özel jean’i yaratma imkanı tanıyor. Bir nevi Pygmalion’un Galatea tecrübesi...

İdeal jean tanımındaki ileri esneklik ve ping back (jean’in giyilmeden önceki halini geri alması) teknolojilerini gerekli kıvamda birleştiren Lot 700 Levi’s® serisi, jean’ini her gün giyen jeanseverlerin diz izi ve şekil bozuklukları gibi problemlerini tarihe gömüyor. Haliyle seri, giy-çık jean’ler arasında en tepeye oturuyor. Bu noktada her vücut tipine uyum sağlamak ve 7 kıtadaki kadınların mükemmeliyete ulaşmasına yardımcı olmak için küçük bir kalça değil vücuda göre mükemmel bir kalça şekli hedefleniyor. Seri aynı zamanda kadın jean’lerine ilk kez kendi numaralarını veriyor. Levi’s® 501’in numaralandırma sisteminden esinlenerek, sistemi kadın koleksiyonlarına da uygulayan marka seri dahilinde yine üç rakamdan oluşan bir imza yaratıyor. Her biri farklı görünümleri destekleyen seride, Super Skinny 710 tercümesini seksi, 711 Skinny klasik, 712 High Rise Skinny ise pin-up olarak buluyor. Bunun yanında 712 Slim, bacağı daha uzun göstermeye yardımcı olurken, 714 Straigth her daim düz kesim taraftarı olanlar için farklı renk ve yıkama çeşitleri sunuyor. Trendler hangi yönü gösterirse göstersin, skinny jean’ler pusulanın hep arzulanan tarafında durmaya devam ediyor. Klasikler listelerinde mükemmel küçük siyah elbise, mükemmel bir çift yüksek ökçe ve takiben it bag hazır bulunuyor, nitekim arzu-talep eksenindeki durmak bilmez yükselişe rağmen araştırmalar kadınların mükemmel bir çift jean’e ulaşamadığını gösteriyor. Şimdiye kadar.

XOXO The Mag



INTERVIEW/WOMEN OF POWER

BONNIE TU

Dağ Tepe Gezen, Gezdiren Yönetici Fotoğraflarda gencecik görünüyor, aldanmayın. Kocaman kadın. Olgun yani, aklı kocaman. Ama 60’larında olmasına rağmen ruhu genç. Bir gün CNN International’da bir haber gördüm. Bir grup kadın, bisikletin üzerindeler. Her taraf toz toprak. Gün daha yeni doğuyor, pedallıyorlar. Etraflarında korumaları var. Afganistan’dalar çünkü. Savaşın hiç bitmediği bir ülkede. Tam bir delilik diye düşündüm. Ama hedeflerin, arzuların sınırı yok işte. Tayvanlı Giant bisiklet firması sadece kadınlara özel bir bisiklet serisi yaratmış, Liv. Ve kadın takımlarından birini de Afganistan’da kurmuş. Ne savaş dinlemişler, ne gelenek, ne baskı. Helal olsun dedim hakikaten, bu projenin mimarıyla tanışmalıyım. Buyurun size de tanıtayım; Bonnie Tu. röportaj nevşin mengü fotoğraf wewe

XOXO The Mag


ne kadar farklı hayatlarımız var, değil mi? Birimiz İsveç’te doğmuş, birimiz Afganistan’da, aramızdaki fark çok büyük. Bilmem ki, bizi daha eşit hissettirebilecek bir şey var mı acaba? Toplum bizi damgalar, şu ırktansın der; sonuçta, doğduğumuz yeri seçemiyoruz. Ama ben, ne olursa olsun, hangi koşullarda yaşarsa yaşasın, her zaman herkesin istediğini gerçekleştirebileceğine inandım. Bilgiye sahip olabilmek, herkesi aynı rekabetin içine sokabilen ciddi bir güç. Ancak tavrınızı ve seviyenizi öz farkındalığınız belirler.

Tayvan’da kadının durumu nasıl? Tayvanlı kadınların şanslı olduklarını söyleyebilir miyiz? Son zamanlarda yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre, tüm Asya kıtasında kadının eşitlik endeksi Tayvan’da en yüksek seviyede. Ben de burada yaşıyor olmaktan memnunum, zira her geçen gün görüyorum ki çok daha fazla kadın önemli pozisyonlara gelebiliyor. Bu da geleceğe dair hayli umut verici. Liv Projesi de nereden çıktı? Kadınlar erkek bisikletine binemez mi? 2007 senesinde, şirket yöneticimizle bisiklet üzerinde Tayvan adası turuna çıktık. Ben piyasadaki bu ihtiyacı, o tura hazırlanırken, alışveriş yaparken fark ettim. Bisiklet dünyası çok maskülendi, kadınların almak isteyeceği bisiklet malzemeleri yoktu. Bence, geometrisi, açıları, özellikleri bir kenara, görünümü nedeniyle de kadınlar erkek bisikletine binmemeli. Bunca yıl Giant’taki tecrübelerimizle kadınlar için, biniş seviyesine göre de doğru açı teknolojisine ve tabii en mükemmel görüntüye sahip bisikletler geliştirdik.

Siz şu anda Giant firması yöneticilerinden birisiniz. Burada çalışmaya başlamadan önce bisiklet sporuna ilginiz var mıydı? Aslında ben eski golfçüyüm, sonradan bisikletçi oldum. Bisiklet için “yeni golf ” diyorlar, bilemiyorum. Benim bisiklete merakım 57 yaşımdayken başladı. Sonuçta, hiçbir şey için geç kalmış sayılmam. Bir başladım, bırakamıyorum. Binemeyecek hale gelene kadar da binmeye devam...

Peki nasıl gidiyor, kadınlar tuttu mu Liv serisini? Geri dönüşler nasıl? Bisikletler, pek çok pazarda iş yaptı. Daha önce kadınlara yönelik pazarın yüzde 10’una hitap ediyorduk, gelinen noktada ise yüzde 30’ları yakalamış durumdayız. Kadınlar genellikle Liv serisini fiziksel olarak mükemmel bulduklarını söylüyorlar, çok da estetik buluyorlar. Sadece bisiklet değil, seride bisiklete yönelik tüm alet, edevatlar ve kıyafetler de var.

Kendinizi nasıl tarif edersiniz? Amatör ruhlu bir sporcu mu, yoksa sonuna kadar giden profesyonel bir kariyer kadını mı? Profesyonelim ben, ve bu halim spora yaklaşımıma da kesinlikle yansıyor. Bisiklet, golf fark etmez, iki dalda da elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Ama işin tuhafı, sporda zorlandıkça daha rahatlamış hissediyorum. Sanırım kendimi aşmaya çalışmak beni mutlu ediyor.

Proje sizin hayatınızda neyi değiştirdi? Her şeyi. Başta amacım, kadınları dinleyerek pazarın yüzde 50’sinin sözcülüğünü yapmaktı. Onları sadece dinledim ve sonuçta hiç beklemediğim bir manzarayla karşılaştım. Bisiklete binen bir kadın için olay sadece bisiklete binmek değil; güvenlik eğitimi, bisiklet aletleri, uygun kıyafet, uygun ürün, alışveriş tecrübesi de çok mühim. Bunların hepsi bir bütün. Liv tüm bu taleplere yanıt veriyor. Bana göre bisiklete binmek artık bir kendini ifade biçimi, bir kendine güven gösterisi.

Asya’da aile değerleri çok önemli, malum. Siz kendi adınıza, bu yoğun tempoda, aile ve iş dengesini kurabiliyor musunuz? Konsantre olarak, çok iyi konsantre olarak... Herkese bunu öneriyorum. Biz kadınlar hayatta türlü roller üstleniyoruz. Ve ben her anımı başka bir role ayırıyorum, o anda tam olarak o role giriyorum, rolüm neyi gerektiriyorsa onu yapıyorum. Saat 8:0017:00 arası tamamen işe odaklanıyorum. İş biter bitmez de aileme. Elinden gelenin en iyisini yapıp, bu farklı roller arasında denge bulabilmek benim formülüm.

Sizce bisiklete binmek ve özgürlük hissi arasında bir bağlantı var mı? Kesinlikle. Bisiklet üzerine her çıktığımda kendimi lise öğrencisi gibi hissediyorum, adeta o yıllara geri dönüyorum. Hızımı kontrol altında tutarak havada süzülen bir kartal gibi hissediyorum ve o an, o gün yapmam gereken her şey aklımdan çıkıyor, bir anda arınıyorum. Adeta özüme dönüyorum.

Ne yaparsınız, sabahtan akşama? Günler nasıl geçer? 5:00’da kalkarım, 6:00’da kahvaltı yaparım. Kalkar kalkmaz ya CNN’i ya BBC’yi açarım. Haftada bir sabah bisikletle çıkarım. 8:00’da işteyim. Bütün gün ya telefonla konferans konuşma ya da toplantı yaparım. Giant’ta, global CFO altında Başkan Yardımcısı ve Liv markası CEO’su olarak çalışıyorum. Tüm dünya benden soruluyor yani. Her noktada ofisimiz var. Düşününce bütün gün toplantı normal, hatta anca yetişiyor.

CNN International’da sizin Afganistan’da kurduğunuz kadın bisiklet takımının haberini izlemiştim ve çok etkilenmiştim. Daha önce de Afganistan’da bulunduğum için ne kadar zor bir iş yaptığınızı biliyorum. Biz, tüm kadınların bisiklet üzerine çıkabilmelerini ve hayallerini gerçekleştirebilmelerini amaçlıyoruz. Buna paralel olarak, Shannon Galpin ile anlaştık. Shannon, Afgan kadın bisiklet takımını 2016 Rio Olimpiyatları’na hazırlıyor.

Hayatta bu noktaya gelmişsiniz, peki ya bundan sonrası için sizi bekliyor? Hala hedef, hayal var mı? Yoksa artık biraz yavaşlamayı mı düşünüyorsunuz? Olmaz mı, Liv markasını tüm dünyada yayacağım. Liv seven kadınlardan bir ekip kuracağım. Daha önce böyle bir ekiple bisiklet üzerinde 2015’te Fuji Dağı’na çıktık, 2014’te Japonya’da Hokkaido’ya, 2013’te yine Japonya’da Shimanami Kaido’ya gittik. Yeni maceralar bizi bekler.

Hepimiz kadınız, dünyanın dört bir yanında; ama birbirinden 87


INTERVIEW/CINEMA

EMMANUEL CARRÈRE

Ve Nihayet, Yönetmen

Son dönem Fransız edebiyatının en heyecan verici yazarlarından Emmanuel Carrère ülkesi dışında yeterince bilinmiyor. Türkçeye çevrilmiş iki kitabı var: Doğan Kitap’ın bastığı Kar Tatili (La Classe de Neige) ve Rakip (L'Adversaire). Kendisiyle ilgili daha az bilinen gerçek ise sinema ile olan ilişkisi. Aslında, hep denir, “senaryo izlenmek için yazılan bir metindir” diye. Carrère için de sanki öykü metin olduğu kadar imge. Zaten o sinemayı, sinema onu sevmiş olacak ki bugüne kadar yazdığı pek çok senaryodan film, TV dizisi çıktı, yazar olarak ünlendiği onca roman beyazperdeye uyarlandı. Hatta Bıyık’ı (La Moustache, 1986), kendisiyle özdeşleşmiş, yıllardır kesmediği bıyığını kesmeye karar veren bir adamın gerçeğini sorgulaması üzerine yazdığı mistik romanı 19 yıl sonra bizzat sinemaya uyarladı. röportaj müge turan fotoğraf julien hekimian/wireimage/getty images

XOXO The Mag


La Moustache, 2005

Biraz geriye giderek başlayalım. L’immagine e la Parola’da film seçimini nasıl yaptınız? Programı, projenin yaratıcısı, Locarno Film Festivali’nin Sanat Direktörü, Carlo Chatrian ile birlikte tasarladık. Filmleri seçme işi bittikten sonra fark ettim ki istediğim filmlerin hiçbirini koyamamışım, en sevdiğim yönetmenlere yer kalmamış. Geçen gün evde Claude Sautet izledim mesela, ne güzel olurmuş onun o burjuva filmlerinden bir tane izletebilseydim! Programda odaklanmak istediğim fikirlerden biri, belgesel ile kurmaca arasındaki iletişime bakmaktı. O yüzden her iki türde de film üreten ve aynı zamanda yakın arkadaşım olan Pawel Pawlikowski’yi çağırdım. İçerik olarak da yakınlığımız var: Komünizm sonrası Doğu Avrupa, yakın tarihteki alacakaranlık konular... L’immagine’in sessiz filmle başlama geleneği var. Biz de açılış filmi olarak gündelik hayatın lirizmine adanmış ve yine belgesel duygusu taşıyan Alman filmi Menschen am Sonntag’ı seçtik. Chris Marker da yine belgesel tarafını temsil ediyor, hatta Sans Soleil için seçkinin kalbi diyebilirim. Her izlediğinizde çarpma etkisi aynı: Ufuk açan, tabu kıran, özgür bir sinema örneği. Kurmaca için de senarist olarak çalıştığım korku dizisi Les Revenants’a yer verdik.

televizyon röportajı için gittim ve orada çalışmanın çok hoşuma gittiğini fark ettim. Döndükten sonra röportajı iki-üç günde kabaca kurguladım ve baktım ki elimde o esnada kullanmadığımız birçok malzeme var, kameramanın çektiği görüntüler gibi... Kasabadaki insanları sevmiştim, onlar hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordum ve birden esrarengiz bir merak doğdu bende. Dolayısıyla, bu kez başka bir ekiple kasabaya gidip, programsız bir şekilde takılmaya karar verdim. Elimde yazılı bir senaryo yoktu, amaç sadece oradaki insanlarla tanışmaktı. Ancak asıl olay oraya varmamızın kendisi oldu; birden öykünün öznesi olduk. Yabancı olan herkesin ajan olarak görüldüğü bir kasabada şüpheyle karışık ilgi çektik. Kasabalılar “Fransız bir grup gelip neden bizi çekmek istesin?” diye düşündüler. En başta, ne tür bir film olacağına dair aklımda hiç ipucu yoktu. Bir film yapmam gerekiyordu, ama bu neyin filmi olacaktı? Sonra gerçekten bir şey oldu ve bize orada yardım eden çevirmen Ania ve oğlu esrarengiz bir cinayete kurban gittiler. Bu trajedi de bize beklenmedik bir öykü sunmuş oldu. Benim bu deneyimde sevdiğim şey, bilinçsiz olarak akan gerçekliğin belirleyici olması. Kontrol yoktu. Bu da ilginç. Çünkü anlaşılan, yazarlığa girişiniz stratejikken, sinemaya başlamanız organik bir keşif sonucu gerçekleşmiş. Tuhaf bir şekilde film, kitap gibiydi. Aynı özgürlük, aynı serbest akış vardı. Nereye gideceğini bilmeden bir film yapmak, yazılı bir şey koymadan, öznesine karşı açık, başına gelenler karşısında müdahalesiz kalmak çok nadir olan bir şeydir. Sanırım bu yüzden filmi çok seviyorum. En çok da içindeki insanları seviyorum, filmi sinemada ne zaman görsem kalıp bir daha izliyorum. Harika bir film olduğu için değil, o insanları bir daha görmek, diyalogları ezbere bilsem de dinlemek için. Duygulanıyorum, bu duygulanmayı da filmi sanat eseri olarak takdir etmek değil de gerçeğin kendisi karşısında etkilenmek olarak açıklayabilirim. Gerçeği iyi veya kötü diye yargılayamazsınız, çünkü gerçek gerçektir. Bir tür merak, duygulanma olabilir ama iyi yapılmış mı, yapılmamış mı, düşünmezsiniz.

Orada hem yazar, hem sinemacı olarak bulundunuz. Her iki rolünüzü bir arada taşıdığınız durumlar sık olmuyordur. Sanatçı olarak gelişiminizde, yaratıcılık hikayenizde hangisi önce gelmişti: sinema mı, kitaplar mı? Her ikisi de diyeceğim, ama 16-17 yaşlarında hayalim yönetmen olmaktı. Fakat lider tipli değildim, çekingendim, bir takımı yönetemezdim, haliyle de yazmanın bana daha uygun olacağını düşündüm. Önce sinema yazarlığı yaptım, sonra kurmacaya geçtim. O yüzden de sinemacılık başka bir deneyim oldu, hayatımın ilerleyen döneminde, 40’larımda bu hayali gerçekleştirmek bir tür hediye gibi geldi. Retour à Kotelnitch ilk filminiz. Rusya’nın taşrasında basit bir TV röportajı olarak başlayıp beklenmedik, trajik bir cinayetle yön değiştiren bir belgesel. Filmin bir yerinde sanki neredeyse kasıtlı olarak, karakterlerden biri size “Neden kitap yazmıyorsun?” diye soruyor. Filme gelenlerin çoğunun da aklında aynı soru olabilir: Neden çektiniz bu filmi? Başta niyetimiz çok farklıydı; iki kişilik bir ekiple o kasabaya bir

Buna karşılık Bıyık’ın içeriği de biçimi de çok daha kontrol altında. Seçimler size ait... Dürüst olmak gerekirse, fena kotarılmadığını düşünüyorum ama bir sinemasever olarak ilgimi çeken türde bir yapım değil. İlk kez böyle bir yönetmenlik yaptım, bir daha ister miyim, emin değilim. Hele ki 89


La Moustache, 2005

benden milyon kat daha iyi yapacak adamlar varken... Teknik olarak iyi bir ekiple çalıştığım için filmde maddi bir kusur yok, oyunculuk vs. her şey yerinde. Not olarak C+ veririm sanki. Film eleştirmenliği sizi sinemaya daha çok yakınlaştırdı mı? Evet, ama aynı zamanda yazıya da yakınlaştırdı. Sinema yazıları yazmaya başladığımda yönetmen olma fikrini çoktan unutmuştum, yazar olmayı düşünüyordum. Kurmaca yazmak istiyordum, ama o çok daha karmaşık ve uzun bir süreçti. Onun yerine kısa film yazıları yazmak daha kolaydı. Hem iyi pratik oluyordu, hem de karşılığını alıyordum. Ayrıca, yazdığım Positif ve Télérama dergilerinin kafasını ve duruşunu da seviyordum. Eski bir film eleştirmeni olarak edebiyat uyarlamalarına yapılan eleştirileri takip ediyor musunuz? Genelde basmakalıp, ahlakçı bir yaklaşım var: Sinemanın edebiyata zarar verdiği, ona iyi hizmette bulunamadığı gibi. Hep, çeviride kaybolmuş olandan söz ediliyor... Öyle olabilir. Birbirinden temelde farklı iki gramer, iki rejimden söz ediyoruz ve sonuçta çeviri hep tek yönlü. Görüntü ve sesle yazmanın ne demek olduğunu biliyorum. Yazıdan filme geçiş çetrefilli bir yolculuktur. İşin her iki ucunda bulunmuş biri olarak kendi adaptasyonlarımı değerlendirebilirim: Başından sonuna kadar yer aldığım Kar Tatili örneğin hoşuma gitmişti. Rakip de fena olmadı ama oradaki sorunum Daniel Auteuil idi. Çok iyi bir aktördü ama o film için iyi bir seçim olmadığını düşünüyorum. Son olarak kendi kitabımdan uyarladığım filmim Bıyık var. Onun da pek inandırıcı olduğunu düşünmüyorum, kötü bir film değil ama dürüst olmak gerekirse kitap daha iyiydi. Sinemadan önce TV için senaryo yazdınız. İki rejim arasında nasıl bir fark var? 20’lerimin sonunda, bir dönem muhabirlik de yapıyordum ve Bıyık ile ilk kez başarı kazandım. Bu başarıdan sonra senarist olarak teklif almaya başladım. Yeni evlenmiştim, çocuğumuz vardı ve artık düzenli bir gelire ihtiyacım vardı. TV'de çalıştığım ilk proje bir uyarlamaydı. Şanstı, o yoldan başlamış oldum, pişman da değilim.

Sinemadan devam etseydim belki daha ilginç işlere girebilirdim, ama o zaman duruma sadece iş olarak baktım. Aslında zevk de aldım tabii... Sinema daha girift bir süreç. Hem uzun bir zamana yayılıyor, hem de genelde para durumu muğlak oluyor. 20’den fazla senaryom var, halen arada sırada yazıyorum. TV senaryosu yazmak sanat kaygısı gütmeyen, tutkulu bir iş. Kendimi en iyi ifade ettiğim araç diyemem, ama ayrı bir tadı var, onu da seviyorum. Philip K. Dick için “20. yüzyılın Dostoyevski’si” diyorsunuz. Bir tek onun biyografisini yazdınız. Sizi ona en çok çeken ne oldu? Bana göre, o tüm meseleyi çözmüştü, çünkü “Gerçek nedir?” sorusunu sormaktan hiç bıkmamıştı. Onun hayatına, iç dünyasına kapı açmak, onu ve yazdıklarını daha iyi anlamak istedim. Kıymetinin de yeterince bilinmediğine inanıyorum. Özellikle ölümünden sonra yapılan onca filmi düşünün. Kitaplarından uyarlananları kastetmiyorum, uyarlanmayanlara bakmak lazım: The Truman Show, The Matrix, Inception... “Temsilinin ardında yok olan gerçeklik” onun icat ettiği bir tema, sanal gerçeklik yani. Sanki bugün kimse ona olan borcundan bahsetmiyor. Bundan 20 yıl önce ancak Philip K. Dick dünyası dediğimiz dünya bugün gerçek oldu. Ve hatırlanmaya da ihtiyacı yok artık, çünkü o kazandı. İlk romanınız L’Amie du Jaguar da sizin otobiyografik romanınız. Yeniden yazdığınız doğru mu? Yok, öyle bir işe girmem. L’Amie du Jaguar otobiyografik ve evet, çok tipik bir ilk roman. Birkaç yıl önce yayıncım bu kitabı yeniden basmak istediğini söyledi. Bunun üzerine, yazdıklarıma şöyle bir göz gezdirdim. Ne yalan söyleyeyim, okuyamadım bile. Bu da çok iyi bir işaret sayılmaz, değil mi? Belki bir anlığına iyileştirsem, değiştirsem mi diye düşünmüşümdür, ama sonra bunun manasız olduğuna kanaat getirdim. Bir adam kalkmış, taze, toy deneyimlerini kafası karışık bir dille ifade etmeye çalışıyor. Duygusal tabii. Bu, tıpkı şuna benziyor: Eski fotoğraflarına bakıyorsun, 20 yıl önceki o tuhaf saç kesimine, gözlüklere, iğrenç sivilcelerine... Onları daha iyi gözüksün diye Photoshop’lar mısın? Ya o haline bakarsın ya da bakmaz geçersin...

XOXO The Mag


D E S I G N P O R T R A I T.

Ray, seat system designed by Antonio Citterio. www.bebitalia.com

B&B Italia Stores in Istanbul: Ortakรถy Dereboyu Cad. No. 78 34347 - T. +90 212 327 05 95 F. +90 212 327 05 97 Fulya Emirhan Cad. No. 2 34349 - T. + 90 212 236 68 00 F. +90 212 236 68 06 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com


INTERVIEW/MUSIC

IN HOODIES AKLI GÜZELLİKLE DOLU In Hoodies’in Chris Potter’a attığı bir maille başlayan Londra kayıtları macerasına şimdilik sadece iki single ve bir videoyla dahil olabiliyoruz, ama bu kadarı, hem gelecek yeni şarkılarını hem de ilk canlı performansını heyecanla beklememize yetiyor. Kendini göstermek konusunda biraz cimri olan müzisyenle, müzikle geç başlayan serüvenini ve kafasından geçenleri konuştuk. röportaj gülşah güray fotoğraf gökhan polat


Müzikle olan hikayen nasıl başlıyor? Müziğe başlamamın tarihi çok eskiye uzanmıyor. Müzik ruhumda ve hayatımda her zaman kocaman bir yer kaplıyordu ama bir enstrüman çalmak ve müzik yapmak için kendimi hep çok geç kalmış hissediyordum. Hani sürekli “Beş yaşında gitar çalmaya başladım” , “10 yaşımdan beri beste yapıyorum’’, “ben evde müzikle büyüdüm” hikayeleri olur ya... Öyle şeyler olmadı. Lisede herkes müzikle ilgili bir şeyler yapıyordu, ben de, dediğim gibi geç kalmış hissedip, öyle uzaktan bakıyordum. Üniversite 1. sınıf yazında belirleyici bir şey oldu. Richard Ashcroft’un ‘A Song For The Lovers’ performansını izledim ve çok etkilendim. İlk kez onun üzerine 18 yaşında gitarı elime aldım. Sonraki birkaç sene çalmayı çok bilmesem de gitar hep elimde oluyordu; fiziki varlığını çok seviyordum, temas etmeyi, izlemeyi, koklamayı... Anlayacağınız gibi, benim geleneksel anlamda müzik bilgim pek yok, birkaç sene öncesine kadar kendi kendime basit akorlarla sevdiğim şeyleri çalıyordum sadece. Akorlar da birilerine sorarak ya da konser, performans videolarından izleyerek öğrendiğim basit şeylerdi.

Sanki çektiğin bir aşk acısı hissediliyor şarkılarda. Hazırladığın mini kitapçıkta da böyle bir hissiyat var gibi, bize mi öyle geldi? Haklısın... Kişiler üzerinde değil de genel olarak, sevgi, güzellik, anlayış, yakınlık, bağ kurmak gibi şeylerle dolu kafam hep. Güzellik beni çok etkiliyor. İnsanların güzelliği bunun küçük bir bölümü. Güzel bir şeyle karşılaşmak, onu hissetmek ve içselleştirmek benim için çok sarsıcı oluyor. Bir insan vücudunda gördüğüm kıvrımın güzelliği de, 100 yıl önce yazılan bir mektuptaki parantez içi bir cümlenin güzelliği de tüm gün aklımdan geçenlere hakim olabiliyor. Çocuklar, ağaçlar, melodiler... Sayısız anda ve şeydeki güzellik kimi zaman çok iyileştirici kimi zaman da çok yıkıcı oluyor, ama her durumda içimi kaplıyor. Hangi dönemde müzik yapmak isterdin? 70’ler, 90’lar? Yoksa memnun musun halinden? Hepsinde olmak isterdim aslında. Ama kayıtların gerçek performansa dayalı olabildiği, insanların müzik tüketim alışkanlıklarının bu kadar değişmediği anları yaşamak isterdim. Arkada horoz sesi gelen bir Mississippi Blues kaydı ya da tüm grubun birbirinin gözünün içine bakarak çaldığı kayıtlar, o dönemler... Prodüksiyon anlamında böyle canlı ve analog kayıtlar yapmak hayal gibi şu anda. Tercih yapmak zor; Howlin’ Wolf’u da, ilk dönem Kinks’i de, Nirvana’yı da görebilmek, hissedebilmek isterdim.

Amatör ruhla yapıyorum dediğin şarkıların nasıl oldu da Rolling Stones, U2, The Verve ve Richard Ashcroft’un solo işlerine yön veren bir prodüktörün, Chris Potter’ın eline geçti? Zamanla içgüdüsel olarak, bu çaldığım şarkıları değiştirmeye başladım sanırım. Sonra birkaç yıl içinde herhangi bir ses, akor eşliğinde mırıldanma anlarından birinde arkadaşım Nurcan çaldığımın kimin şarkısı olduğunu sordu. Farkında olmadan kendi şarkılarımı bestelemeye başladığımı anladım. Birkaç yakın arkadaşın güç vermesi, “Bunlar güzel şeyler”, demesiyle de biraz daha üzerine gidecek enerjiyi buldum. Bu arada telefon kayıtları amatör bilgisayar demolarına dönüştü. Sonunda da, internetten menajerlik firmasına yaptığım bir şarkıyı mail atarak Urban Hymns’den beri hayran olduğum Chris’e ulaştım.

Ethem Onur Bilgiç’in ‘She Got Caught’ şarkısına çektiği klipte kendini saklamışsın. Bu bir tavır mı, yoksa utangaçlık şarkılarını yazdığın odada üzerine yapışmış, kalmış mı? Müzik yaparken, insanlarla ilişki kurmaya çalışırken duyduğum gibi bir utangaçlık hissetmiyorum. Utangaçlık değil de saklanma isteği gibi, çocukken annen ve baban kavga ederken, ya da okula gitme saati gelmişken battaniye altında kalma isteği gibi belki... Tam açıklayamıyorum ama bunun bir merak uyandırma yöntemi, gizem vs. olarak görülmesini istemem. Bu arada bazen maske bana geçse de, klipteki erkek figürü ben değilim. Z-Axis’ten tanıdığımız süper çocuk Barış Yavuz. Klipte Ethem Onur Bilgiç ve Deniz Tarsus’un ve Sadi Güran’ın da çok büyük emekleri var.

Niyetim sıkıştırmak değil, neden Türk bir prodüktör seçmedin? Yoksa ilgilenecek birini mi bulamadın? Evet, aslında bu tam olarak benim seçimim olmadı. Bursa’da kayıt yapan birkaç stüdyoya gitmiştim. Onlar ilgilenmediler. Birkaç kayıt aldık ama yaklaşımları çok rahatsız ediciydi. Sonra yine internette araştırarak bulduğum, İstanbul’da büyük prodüksiyonlar yapan tanınmış bir firmaya ve yine iki bağımsız plak şirketine demoları ilettim. Geri dönmediler. Çok hevesim kırıldı. Aylar sonra, bir şarkı yaptım, kendime güvendiğim bir an oldu ve dediğim gibi Chris’in menajerine mail attım. Onlar cevap yazdılar ve Chris’e dinleteceklerini söylediler. Daha çok demo istediler. 20 şarkı daha gönderdim. Bir süre sonra da Skype vasıtasıyla Chris’le görüştük. Richard Ashcroft yeni albüm kaydında olduğu için onun tamamlanmasını beklediklerinden altı ay sonraya randevu verebildiler ve bu şekilde başladık.

Canlı performansında bizi neyin beklediğini kestiremiyorum, sen nasıl bir şey bekliyorsun? Kafamda birkaç farklı performans tipi var. Bunlardan en çok öne çıkanı grup olarak çıkmak tabii ki... 5-6 kişi, yapabilirsek yaylıları falan da katarak... İkinci seçenek olarak, ben ve ikinci bir kişi ile, hem sample beat desteği hem de daha naif, toy piano, glockenspiel gibi enstrümanları kullandığımız “tiny and alive’’ adında bir set umuyorum. Kalabalık sahneler kuramadığımız her yerde mümkün oldukça tek başıma da çalacağım. Bunun dışında başka gruplarla beraber de çalmak istiyorum. Mesela elektronik müzik sahnesinde hayran olduğum isimlerden bazılarıyla başka projeler, kayıtlar, performanslar da yapmak istiyorum.

Londra’da yaptığın kayıtlarda stüdyoda seninle birlikte Si Connelly, Tim Wills ve Martyn Campbell’ın da olduğunu duyduk. Onların müziğinle ilgili yorumları neydi? Hepsi harikaydı. Hem inanılmaz müzisyenler, hem çok gerçek, harika insanlar. Tam olarak övgü ve yorumlarını söylemek belki hoş olmaz ama sadece herkesin çok heyecan duyduğunu, çoğu kayıt seansının zıplamalarla, heyecanla bağırmalarla ya da sarılmalarla bittiğini söyleyebilirim. Hiçbiri birkaç günlük bir seans için gelmiş gibi değillerdi. Çok fazla emek verdiler, tüm süreci paylaştık. Martyn’in, aynı evde kaldığımız bir gece, sabah kaydettiğimiz şarkılardan birinde geçen bir sözü içeren bir not bırakarak gitmesinden tutun da, Tim’in Ian Brown’ın sahne arkası giriş kartını hediye etmesine kadar bir sürü inanılmaz şey oldu. Hayran olduğum insanların bu denli samimi yaklaşımlarını görmek çok rahatlatıcıydı ve süreci de çok olumlu etkiledi.

Yıllardır İngiltere kıyılarından duymakta olduğumuz seslere oldukça yakın bir müziğin var. Sence bunun dezavantajları var mı? Sanırım en büyük dezavantaj insanların kafalarında oluşan fikirler. Bu iki kayıt yapmak istediklerimin bir parçası sadece. Çok sevdiğim çok etkilendiğim gruplar, şarkılar ve “soundlardan” büyük izler var tabii, bu benim için bir sorun değil. 60’lardan, belki daha da öncesinden başlayıp, 90’larda Britpop /Britrock’a ulaşan İngiliz müziği benim için biraz ilk aşk gibi. Ama yine Londra’da kaydedilen parçalardan birinde melodik olarak Kraftwerk ve vokal olarak da Biggie Smalls etkisi var mesela. Umarım daha çok kayıt yapma, kendimi daha çok ifade etme imkanı bulurum ve dinleyenler de içimde dönen plakçalarda İngiltere kıyılarından gelen seslerden başka sesler olduğunu da duyabilirler... Ama onlar ne güzel kıyılar, değil mi? 93


BURCU ESMERSOY

Çünkü onun size anlattıkları sizin anlayacaklarınız kadar: Az kelimeyle çok bilgi, çok tevazuyla bol sevgi. Mahizer Aytaş ve Koray Birand bir oldular, XOXO’ya sürpriz yaptılar, biz de size…

photographer koray birand stylist mahizer aytaş photography assistants fırat koçak, soner tunca digital assistant ferhat yurdam styling assistant eda işbilir hair ali yılancı makeup ömer faruk dinç hair assistant hüseyin altun makeup assistant cuma polat manicure aynur toplu/k.u.m agency production arzu koçman/productionising production assistant abdullah karaca


tiล รถrt academia/beymen kemer editรถre ait etek american apparel


Bir insanın erken olgunlaşmasıyla geç olgunlaşması arasındaki fark nedir? Erken olgunlaşınca daha sert bir mizaca sahip oluyorsun, sanırım. Daha müdanasız, sabırsız... Doğru ve yanlış arasındaki çizgi senin için fazla belirgin oluyor. Başarı odaklı, eğlenme ve çalışmayı karıştırmayan, ikisinin yerinin ayrı olduğunu bilen, pişmanlık veya hataya tahammülü olmayan ciddi insanlar oluyoruz. Hepsi de kötü özellikler değil, bazı açılardan olumlu olduklarını düşünüyorum. Ünlü olmayı tanımlar mısın? Özel hayatını özel hayat gibi yaşama hakkını kendi isteği ile ya da istemi dışında kaybetmiş insan olmak. New York’u özlüyor musun? Çok, ve hep özlüyorum. Bazı şeyler kendiliğinden oluyor, bazıları içinse fazlaca çaba sarf ediyoruz. Sen, bir proje olarak hangisinin sonucusun? Kendiliğinden ama zamanla olan bir durum benimki; yani ben zaten hep olduğum gibi çalışkan oldum, kapılar da bir şekilde açıldı. Ama, bence net olan; kapıların açılmaya devam etmesi hep benim sonraki başarılarım, halim, tavrım ve çalışkanlığım sayesinde oldu. Nasıl hissediyorsun? Başarılı, mutlu, huzurlu... Tuttuğunu koparan, hayatta başaramayacağı hiçbir şey olmadığını bilmenin verdiği hisle müthiş bir özgüvene sahip, tatlı, iyi bir insan gibi... İnsanları hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyor musun? Sadece kendimi... Anish Kapoor bir sanatçı olarak söyleyecek hiçbir şey olmadığını söyler. Senin söyleyecek sözün var mı? Kimin dinlediğine bağlı... Anlamayacak insana söyleyecek, anlatacak hiçbir şeyim yok.

Popülerliğin özellikle Instagram sonrasında çok arttı, niş bir izleyici kitlesinden geniş topluma açıldın. Bunun geç olmasının sebebi ne? Benim tercihim. Onu kontrol edebiliyor olmanın verdiği rahatlıkla, kitlenin çeşitliliğinin bilincinde, beklentiyi kontrol altında tutarak yapmış olmam. Kişiliğin son birkaç senede nasıl evrildi? Çevremdeki fazla insanları eledikten sonra, son derece güvenli bir insan topluluğuyla, huzurlu ve daha rahat bir insan oldum. Bir insan Dostluk Güzeli seçilince ona ne oluyor? Kibarca güzel değilsin ama tatlısın dediler, “Bunun üzerine daha neler eklerim?” diyorsun. İçgüdü ve özgüven birbirini nasıl tamamlıyor dersin? Mesela “Ne yaparsam yapayım ünlü olacaktım.” diyorsun. Forbes, sayılarla ilgili yaptığı kişilik çalışmasında benim rakamlarımın şöhret rakamları olduğunu ve ben ne yaparsam yapayım şöhretin beni takip edeceğini söylemişti, sanırım haklıydı. Ben çok uzun süre direndim çünkü. Zevki nasıl tanımlarsın? Zevk sahibi olmayı... Sonradan kazanabileceğin ya da öğrenebileceğin bir şey değil, içinden gelen, seni ve kişiliğini çok iyi anlatan bir özellik. Artık modellik yapmak yerine, bir ünlü olarak projelerde yer alıyorsun. İki sorum var. Birincisi; bu çekimde yeniden model oldun, nereden çıktı? Çok sevdiğim insanlarla bir arada olmak ve çok iyi bir derginin en iyi sayfalarında yer almak ve Koray Birand’a poz vermek çok insanın elde edebileceği bir şans değil. Ben böyle şansları sayısız kere yaşamış olsam da bunun değerini hep bildim ve şükrettim. Ayrıca, böyle bir teklifi geri çevirmek dünyanın en büyük aptallığı olurdu.

XOXO The Mag


Sen, Burcu Esmersoy olarak, en son hangi işi alacağın için anlamsızca heyecanlandın? Ben bütün işlerimi aldığımda büyük sevinç duyarım, heyecanlanırım, şükrederim. Ama en son yepyeni bir proje için tercih edildim, ve evet, yine inanılmaz bir heyecan yaşıyorum.

İkincisi, modelken insan modaya daha fazla mı ilgi duyuyor? Sanırım evet. Sonuçta, en iyi markaların en yeni ürünlerini ilk sen giyiyorsun, ister istemez ilgi duyuyorsun. Tüketim alışkanlıklarımız gelir seviyemiz arttıkça ve yaşımız ilerledikçe ne şekilde değişiyor? Daha mantıklı para harcıyorsun, o kesin. Parayı kolay kazanmıyoruz, önem verdiğimiz şeylerin sırası değişiyor, ona göre harcama yapıyoruz.

İşin ne diye sorulduğunda ne diyorsun? Tek hakkın var. TV programı sunucusu. Ünlü bir insanın yüzü eskiyince ne olur? Yazık olur.

Alışveriş bir tercih midir? Gereksinimdir.

Değişmeyecek ilk beş madden ne? İyi insan ol. Çok çalış. Sev. Şükret. Gülümse.

Sonbahara girmişken depresif olalım. Kendini güvende hissetmediğin ya da hep daha fazlasını yapmam gerekiyor dediğin dönemler geride kaldı mı? Evet. Kendimi tehdit altında hissettiğim bir dönem oldu, sebebi çok yakınımdaki birinin beni mesleki olarak ve özel hayatımda mutsuz etmek istemesiydi. Hayal kırıklığı ile karışık bir duygu yaşadım ama en sevmediğim taraflarımdan biri olsa da sertliğim bana yardımcı oldu ve o süreci çok hızlı atlattım.

Futbol sormadan kapamayalım. Pelé, küstah olmadan kendini tek kılmak için şöyle bir cevap veriyor: “Daha başka bir Pelé olmayacak çünkü annem ve babam makineyi kapadılar.” Sen küstah olmamayı nasıl başarıyorsun? Allah korusun hiç küstah olmadım. Küstahlık insanın başına gelen en büyük belalardan biri. Sence komik birisi misin? Oldukça, bayağı fena şekilde, evet.

Yohji Yamamoto der ki, “Bir kadın seksiliğini ne kadar saklamaya çalışırsa, o kadar da varoluşun en derinliklerinden yüzeye çıkar.” Bu seksist bir söylem mi sence? Hayır tabii ki... Bence bir sözün seksist ya da ırkçı diye tanımlanması için kime nasıl söylendiği çok önemli.

Bize sevdiğimiz ceketleri giyebilecek olmaktan başka sonbaharın gelişine sevinmemiz için iki neden söyler misin? Sıcaklardan kurtulmak ve dergilerin Eylül sayıları.

Bize bilmediğimiz bir şey anlatır mısın? Hiç gizlim saklım yok, bilmediğiniz bir şey varsa onu ben de bilmiyorumdur zaten.

Son beş sene içinde verdiğin stil kararları arasında seni sonradan en çok utandıran hangisi oldu? Hatırlayamıyorum, sanırım hafızamdan kazıdım.

Tanımadığımız bir insanı över misin? Erkek arkadaşım sanırım dünyanın en tatlı, en iyi, en huzur veren, en güzel seven insanı.

Yaşlandığında bile değişmeyeceğine inandığın tarafın nedir? Sevmeyi biliyor olmam. 97



mayo 5thposition ayakkab覺 jimmy choo/beymen


端st david koma/harvey nichols etek anthony vaccarello/harvey nichols


gözlük prada/showroomist tişört academia/beymen kemer editöre ait etek american apparel


ceket editĂśre ait Ăźst beymen collection


端st beymen collection alt zeynep tosun



ceket balenciaga/beymen pantolon editรถre ait


Ăźst givenchy/beymen kemer editĂśre ait


üst givenchy/beymen kemer editöre ait

tişört dolce&gabbana/beymen elbise editöre ait


mayo zoe karssen/beymen kemer editรถre ait etek isabel marant/beymen



INTERVIEW/BRAND Bu bir ilandır.

ZEYNEP TOSUN FOR TONI&GUY

Mükemmel Karışım

Halihazırda çok iyi tanıdığınız iki özel kutbu tek bir dozda kullanabileceğiniz bir kapsül koleksiyondan bahsetmek üzereyiz. Toni&Guy, stile, modaya ve tasarıma atfettiği değerin arkasında durduğunu her daim yaptığı işbirlikleriyle, moda şovlarıyla ve backstage sahiplenmeleriyle zaten gösteriyor. Bu sefer de söz konusu olan bir çanta... Zeynep Tosun hayalinde tasvir ettiği kadını, Toni&Guy dünyasına entegre ediyor ve kesişim kümesinin kapsamı gayet iç açıcı sonuçlar veriyor: Geometrik desenler, çiçek motifleri, üzerinde çokça heyecanlı saatler harcanmış bir çanta ve özel üretim taraklar... Buyrun, uzun süre “ben buradayım” diyecek bir işbirliğinin ilk tohumlarına şahit olun. Paslar bizden... röportaj ceren yalçınkaya fotoğraflar dilek yaman


Zeynep, Toni&Guy ile yaptığınız işbirliğinizden bahsetmeden önce biraz seni merkeze koyalım. Yeni koleksiyona nasıl bir hazırlık yaptın? Koleksiyonda kullanılacak renklere, kumaşlara, işlemelerin şekillerine karar vermiş durumdayız. Couture ve hazır giyimi bir araya getirdiğim, Street Couture olarak tanımlayabileceğim bir koleksiyon hazırlıyorum. Mini elbiselerden işlemelere kadar geniş bir moodboard’umuz var. Kalıplar çıkartıldıktan sonra, yani yaklaşık iki hafta içerisinde üretim aşamasına geçiyoruz.

çünkü o beni gerçekten çok iyi anlıyor ve hayalimdeki kadını cisimleştirebiliyor. Bu koleksiyonları hazırlarken de genelde bir şeyden ya da bir olaydan değil, bir kadından ilham alıyorum. Mesela bir keresinde koleksiyonla ilgili fikirler kafamda oradan oraya süzülürken bir ayakkabı görmüştüm ve hemen bunu satın almıştım. Ayakkabıyı bir süre giydikten sonra aslında bu ayakkabının bana değil Mahizer’e yakışacağına karar verdim. Ve tüm koleksiyonu ondan ilham alarak yarattım. Bu hikaye gibi, bana ilham veren pek çok kadın var; Chloë Sevigny, Mica Arganaraz, Daria Werbowy...

Bu sezon nasıl bir kadın var önünde? Her zamanki gibi güçlü, dinamik ve tabii ki eklektik bir kadın hayal ediyorum. Bu sezon, biraz kafamdaki bu kadın couture ve ready-to-wear’i bir arada kullanabilecek bir güce sahip.

Peki tasarımların müşteri ile buluştuğu zaman işler nasıl ilerliyor? Ben işe el atmadan, müşterilerim benden fikir istiyorlar zaten. Genelde benim çalıştığım insanlarla çalışmayı tercih ediyorlar ve hazırlık aşamasında bana sürekli fotoğraf atıyorlar. Saç ve makyajdan çanta, ayakkabı, aksesuara kadar her şeyi kıyafete uydurmaya çalışıyorlar. Malum, biliyorsunuz, couture elbiseleri tercih eden kadınların takip ettiği trendler her geçen gün değişiyor ve artık doğallık ön plana çıkıyor. İnsanların fönsüz dolaşmadığı, maşalı saçların hükümdarlık sürdüğü dönem son buldu. Benim müşterilerim de bunu talep ediyorlar ve beklentileri bu yönde.

Peki hayalinde canlandırdığın bu kadını eskiz kağıdına dökerken onun ruh halinden tavrına hatta saçına ojesine kadar detaylara iniyor musun? Ben her zaman ilk olarak işe ayakkabından başlarım, ki bu kendi stilim için de geçerli. Bence ayakkabı gün içindeki ruh halinizden, kıyafetin tamamına kadar sizi güne hazırlayan bir şey. Ve daha sonra bu kadını tanımlayan diğer öğe olarak saça geçiyorum. Aslında bunları bir araya getirip, kıyafetten önce styling’e bakıyoruz. Koleksiyonun belirleyici unsuru ne olacaksa, ona göre bir styling düşündükten sonra kıyafetleri hazırlıyorum. Uzun lafın kısası, bir elbise değil bir kadın tasarlıyorum.

Saçtan konu açılmışken, sebebi ziyaretimize gelelim. Toni&Guy’la olan işbirliğine.. Daha önce bir defilemde birlikte çalışmıştık ve her şey çok keyifliydi. İkinci sefer bir araya geldiğimizde, Toni&Guy’ın tüketicilerine sunacağı özel üretim tarakların, ve bu taraklarla beraber ya da ayrı sunulacak çantanın tasarımını birlikte yürütmeye karar verdik. Sürprizlerle dolu olması için de çokça beraber mesai yaptık.

Defilelerinde bu kadınların sokağa nüfuz etmeye hazır hallerini izliyoruz ama işin bir de hazırlık aşaması var. Bu noktada çalıştığın veya ilham aldığın birileri var mı? Koleksiyonlarımın styling’i için Mahizer Aytaş’la çalışıyorum, 111


Peki bu çanta fikri nasıl ortaya çıktı? İngiltere’de de Matthew Williamson ile bir işbirliği yapmışlardı ve Türkiye’de de yapılmaması için hiçbir neden yoktu. Taraklarla da birlikte verebileceğimiz işlevsel ama aynı zamanda güncel moda unsurlarını taşıyan bir çanta olması gerekiyordu. Sonuçta insanların bu çantayı başka amaçlarla da kullanabilmesini hedefledik. Markanın geniş vizyonu da bunu mümkün kılıyor. Aslında Toni&Guy’ın, benim anladığım marka vaadinde de bu var. Alanı sadece saç ile sınırlı değil, moda, stil ve güncel olanı bilmeyi bize öneriyorlar. Limitleri yok. Diğer taraftan bizim için de güzel sonuçları olmasını beklediğimiz çözmesi zevkli bir bulmacaydı. Amacımız feminenlik ve maskülenliğin bir arada olduğu, daha rahat ve havalı bir tasarım yaratmaktı. Galiba oldu da... Toni&Guy’ın İngiliz ruhu da seni etkilemiştir, şüphesiz. Tabii ki. Zaten sözünü ettiğimiz havalı duruş da buradan geliyor bence. Bu duruş kendisini deri detaylarda ve püsküllerde de gösteriyor. Ayrıca, geometrik deseni, arka planda kullandığımız çiçek motifi ile yumuşattık. Haliyle bu ruhun bize kattığı başka bir etki olarak renklerinin canlı olması da tasarım açısından çok önemliydi. Bu desen tarağın üstünde de kullanıldı. Seni genelde tekstil sektöründe işbirlikleri yaparken görüyoruz ama bu kez Toni&Guy ile daha farklı bir alana da adım atmış oluyorsun... Aslında ben bu tip işbirliklerini gerçekten çok seviyorum. Her şeyden önce, proje bazlı böyle çalışmalar, bir tasarımcı olarak beni çok heyecanlandırıyor. Bir markayla bir araya geldiğinizde, projenin o markayla uyumunu yakalamaktan tutun da, bu ürünün

müşteri tarafından beğenilmesine kadar geçen süreç aslında bir mücadele ve tahmin edemeyeceğiniz kadar adrenaline sebep oluyor. Tabii bunun alıştığımdan daha farklı bir alanda oluşu beni kendimle yarışmaya daha çok itiyor. Alıştığım günlük rutinden farklı olduğu için bundan çok keyif alıyorum... Yeni şeyler öğreniyorum. Sahi, sen saç bakımına önem veriyor musun? Her şeyden önce, uzun saçlı birisi olduğum için şu yaşıma gelene kadar saçıma harcadığım enerjiyi kendime saklasam muhtemelen daha uzun boylu olurdum. Kadınlar için saç bakımının ne kadar önemli olduğundan bahsetmiyorum bile. Tarak aslında bu yüzden oldukça önemli bir aksesuar ve her kadının ihtiyacı. Eski zamanlardaki gibi saç taramak uzun uzadıya saatlerce süren bir aktivite olmasa da, kadınlar, ki ben de bu popülasyona dahilim, hala saçlarını tarıyorlar ve kullandıkları ürünlere çok dikkat ediyorlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında ayakta kalmayı başarmış tek sektörün kozmetik sektörü olduğunu düşünürsek ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Favori bir Toni&Guy ürünün vardır o halde. Kesinlikle, Deniz Tuzu Etkili Sprey. Bu arada, bahsi geçen tarağa insanlar nasıl ulaşabilecekler? Boyner ve YKM mağazalarından ulaşabilirler. İlerleyen sezonlarda da bu işbirliği devam edecek mi peki? Evet, önümüzdeki sezon için tasarım fikirlerimizi kağıda döktük bile. Clutch tasarımına biraz daha yakın, yaz aylarına daha uygun... Yine, multi-fonksiyonel olmasını hedeflediğimiz insanlara ilham verecek başka bir koleksiyon daha gelecek...

XOXO The Mag


113


waveforms photographer alina negoita stylist deniz irem çek makeup reckon uluç/nars ürünleriyle hair engin çakmak no.21 styling assistant lara lakay


palto bottega veneta


bluz philosophy/beymen 羹st sportmax etek sportmax ayakkab覺 miu miu


gömlek céline kazak alexander mcqueen/beymen pantolon céline


sol çizme alexander mcqueen sağ tümü prada


sol tümü prada sağ tümü miu miu


t端m端 prada


t端m端 prada


t端m端 dior



t端m端 alexander mcqueen


sağ üst peter pilotto palto peter pilotto çizme alexander mcqueen sol tümü peter pilotto


bluz philosophy/beymen elbise red valentino


sol tümü sportmax sağ tümü hermès


FILE

SOME WOMEN OF BALLET hazırlayan merve yeşilçimen fotoğraflar gökhan polat

İlke Kodal Sezonun başlamasına az kaldı. Hazırlık süreci nasıl gidiyor? Henüz tatil modunda olsam da, doğanın tüm enerjisini topladım, yoğun başlayacak sezona bedenimi ve ruhumu kısa sürede adapte edebileceğimi düşünüyorum. Günde kaç saat prova yapıyorsun? Bu, günden güne değişiyor. Her gün, en az üç, en fazla da yedi-sekiz saat prova yapıyorum. Bale zihinsel ve fiziksel olarak sınırları aşmayı öğreten bir dans türü. Ancak bu herkes için kolay olmasa gerek. Başlangıç sürecinde ne tür zorluklar yaşadın? Birçok kez pes etme noktasına gelip, eşiğinden döndüm. Zira küçük yaştan itibaren ağır bir disiplin isteyen bu sanat dalını en iyi şekilde icra edebilmek için özverili olmak gerekiyor. Profesyonel baleye başlamak hem kendinizden hem de hayatınızdan ödün vermek anlamına geliyor. Bu koşulları en baştan kabul edip ona göre ilerlemek gerekiyor. Şu ana kadar yer aldığın gösteriler arasında senin için en özeli hangisi? Genel olarak dramatik eserlerde romantik karakterleri yorumlamak beni daha çok etkiliyor. Kamelyalı Kadın, Romeo ve Juliet, Giselle, Afife, Othello gibi... Tabii Kuğu Gölü’ndeki Siyah Kuğu ve Don Kişot’taki Kitri’den bahsetmemek olmaz.

Peki Japonya-Nagoya Ulusal Bale Yarışması’ndaki tecrüben nasıldı? 2002’de katıldım, dün gibi... Bu yarışma kariyerimin üçüncü yarışmasıydı. Dolayısıyla, yarışma tecrübesi kazanmıştım ve bu yüzden son derece rahattım. Bundan olsa gerek, yarışma psikolojisine de pek girmedim çünkü çok iyi hazırlanmıştım ve kaybedecek hiçbir şeyim de yoktu. Keyifli ve harika bir deneyimdi. Takip ettiğin bale toplulukları var mı? Saymakla bitmez zira bana ilham veren bir sürü topluluk var. Pina Bausch Dance Company, La La La Human Steps, Batsheva Dance Company, Nederlands Dance Theater, Berlin States Ballet, Cullberg Ballet ve Ballet de Monte Carlo bunlardan bazıları. JR ve New York City Ballet’nin birlikte yaptıklarına benzer disiplinlerarası projeler yurtdışında sıkça gerçekleşiyor. Sence ülkemizde bu tür organizasyonları neden görmüyoruz? Bu bence tamamen bir arz talep meselesi. Türkiye’de de aslında benzer projeler gerçekleşiyor, ama sanırım bunları yeterince duyuramıyoruz ve buna paralel olarak da yeterli katılımı sağlayamıyoruz. Sonuçta birbirine ihtiyaç duyan ve birbirinden beslenen alanlardan bahsediyoruz. Uyguladığın özel bir diyet var mı? Protein, karbonhidrat ve vitamin oranı yüksek besinleri tüketiyorum. Bedenimi aç bırakmamaya çalışıyorum ki kaslarım gücünü yitirmesin.

XOXO The Mag



FILE

Melike Manav Bir balerin için öğrenilmesi en uzun süren hareket ne? Bir hareketi öğrenmek maksimum 20 saniye sürer. Ancak hiçbir zaman onu öğrenmek yeterli değil. Çünkü yapılan hareketin en iyi şekilde yapılabilmesi uzun uğraşlar gerektiyor. Aylar, hatta yıllardan bahsediyorum. Bu yüzden bale bitmek bilmeyen bir öğrenme süreci ve ciddi bir emek istiyor. Peki, başarılı pirouette yapmanın sırrı var mıdır? İyi bir eğitim, çok çalışmak, bir de dönüş konusunda kabiliyetli olmak. Bale kariyerini nasıl özetlersin? 2000 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde başladım. Profesyonel olarak yedi, öğrencilik dönemini de sayacak olursak 15 yıldır bale yapıyorum.

Bu başlı başına bir çığır bence. İyi işler çıkaran Akram Khan Company gibi daha birçok topluluk var. Klasik bale kökenli bir dansçı olarak, bu tür toplulukların projelerini izlemekten büyük keyif alıyorum. Yurtdışında takip ettiğin başka bale toplulukları var mı? Het National Ballet, okul yıllarımdan beri, birlikte dans etmenin hayalini kurduğum bir topluluk. Hem klasik hem modern türde çalışıyorlar ve çok başarılı işler çıkarıyorlar. Nederlands Dans Theater, Opéra de Paris, Batsheva Dance Company, Le Ballets de Monte-Carlo, Boston Ballet de diğer takip ettiğim topluluklar. Her yıl ortalama kaç temsilde yer alıyorsun? Yeterli sayıda sahnemiz olmadığı için profesyonel bir bale topluluğunun yapması gereken sayının çok altında temsil yapıyoruz. Ama bir sezonda ortalama 40 temsile çıkıyorum.

Öğrencilik yıllarını özlüyor musun? Konsevatuar yılları benim gülümseyerek hatırladığım zamanlar değil, maalesef. Çünkü fazlasıyla zorlu ve disiplinli bir eğitim süreciydi ve bu süreçte feragat etmek zorunda kaldığım çok şey oldu. Ancak pişman değilim, hatta şimdilerde kendi kendime, keşke daha fazlasını yapsaymışım diyorum. İşin okulunu okurken kendini ne kadar çok işe adarsan, o kadar başarılı oluyorsun.

Kendine özel kaçış planların var mı? Bazı zamanlar, temsiller art arda olunca, yoğunluktan dolayı, aynı şehirde yaşamama rağmen ailemi görmeye bile gidemediğim zamanlar oluyor. Doğal olarak kendime de vakit ayırmam oldukça zor. Tek eğlencem arkadaşlarımla evde yemek yiyip, film izleyip, sohbet etmek oluyor...

Akram Khan Company’nin ürettiği işler çağdaş dansta çığır açıyor. Bu konuda senin de söyleyeceklerin vardır muhakkak... Çağdaş dans, bale gibi klasik formları kıran bir yapılanma.

İleride baleyi bırakıp, başka bir alana kaymayı düşünüyor musun? O günler de gelecek. Şimdilik, başka bir alana kaymak yerine bale eğitimi vermeye devam ederim diye düşünüyorum. XOXO The Mag


Türkiye

Türkiye

Türkiye Fra uru aT

E ÖZ

ns

TA EL

T: 0216 504 01 63

www.cyclistmag.com.tr/abonelik

15

20

B İrlaünydülü a

şlıyor

Abonelik

VU

L

Fransa Bisik Turu let ba

Cy ülkes clist mac er ini ke şfediy a or

İkinci el bis Sahte bisik iklet İdea let ri l perform alırken Bisikletin ömrgerçekleCy clist 19 ans na Fazla antrenmü nasıl uzar 03 sıl ? Rulm anlar 'deki Tour yakalanır? Veloturk ile an tuzağı ın efen et SAYI 5 TEMMUZ velodromda 2015 ] 9.5 disi: Ch abını ge]çt buluştuk i ris Ki ng

¨

SAYI

6 ] AĞU STOS

2015

] 9.5

¨

twitter.com/cyclisttr facebook.com/cyclisttr instagram/cyclistturkiye


FILE

Gözde Türkpençe Sıradan bir günün kaç saati eğitim vererek geçiyor? Oyunculuk da yaptığım için, set programıma bağlı olarak değişiyor. Haftada iki ya da üç gün ders veriyorum, yaklaşık olarak altı saat sürüyor. Baleye erken başlamak sana ne kattı? Her şeyden önce, dayanıklılık. Bale maksimum disiplin gerektiren bir dal ve küçükken böyle bir eğitim sürecinden geçince, daha geç başlayanlara oranla, fiziksel ve psikolojik olarak daha dayanıklı oluyorsunuz. İnsan, ritim ve müzik arasında var olan organik bağ sende nasıl vücut buluyor? Kendini etrafındaki insanlardan farklı hissediyor musun? Kalp atışımız, nefes alıp verişimiz; hepsi birbirine bağlı ritimlerden oluşan bir müzik gibi. Bu bağı kuran da bence biyolojik yapımız. Müzikal bir şey duyduğunda bunu derin bir şekilde hisseden ve algılayan insanlar ile eğitimle kendini geliştiren insanlar arasında küçük de olsa bir fark oluyor tabii. Royal Academy of Dance deneyimini de konuşmadan geçmeyelim. İstanbul’da eğitim aldığım okulun, Royal Academy of Dance ile bağlantıları vardı. Londra’dan gelen eğitmenlerin sınavını geçtiğiniz takdirde, orada devam edebiliyordunuz. Aldığım onur derecesinden sonra, kazandığım burs ile Londra’ya gittim ve altı ay orada kaldım. Ve orada geçirdiğim süreç aslında kariyerimi belirledi. Döndükten sonra Mimar Sinan Üniversitesi Modern Dans Bölümü’ne girdim.

E peki oyunculuk yapmak nereden çıktı? Oyunculuk, ilk olarak, yurtdışında izlediğim müzikallerle aklıma girdi. O sıralarda, ileride koreograf olmak istediğim için, dans eğitimi alıyordum. Üniversitedeki ikinci yılımda, şans eseri, Gani Müjde’nin Yıldızların Altında müzikalinden bir teklif geldi ve kadroya dahil oldum. Ardından, Gülriz Sururi’nin Ayşe Opereti’nde yer aldıktan sonra oyunculuk eğitimi de almam gerektiğine karar verdim. Ve o günden beridir de hayatımda hem bale hem tiyatro var. Disiplinli olma alışkanlığın oyunculukta da işine yaramıştır o zaman. Evet, kesinlikle. Balenin hayatıma kattıklarını farklı alanlara kanalize etmeyi küçük yaşlardan beri çok iyi öğrendim. Ve bu, oyunculukta da benim için bir avantaj oldu. Başından ciddi sakatlıklar geçti mi hiç? Her dansçının sakatlık geçirdiği bir dönem olmuştur, şüphesiz. Neyse ki benim şimdiye kadar ameliyat gerektirecek ciddi bir sakatlığım olmadı, sanırım bu da çok kontrollü oluşumdan ve bedenime çok dikkat etmemden kaynaklanıyor. Ve ancak, benim de, kendimi aşırı zorlamaktan dolayı birkaç ay dans edemediğim oldu. Dansçılar çoğunlukla yorulduklarını çok geç anlarlar ve bedenlerini ne kadar zorladıklarını fark edemezler. Yakın zamanda seni nerede izleyeceğiz? Son yer aldığım diziden sonra kısa bir süreliğine inzivaya çekildim, diyebilirim. Şimdilik netleşen bir proje yok, ama görüşmelerim devam ediyor.

XOXO The Mag



FILE

Deniz Kılınç Kusurları olan insan bedeni ile kusursuzluğu şart koşan bir dans türü arasında çetrefilli bir ilişki olmalı. Evet. Anatomimizi yaptığımız sanata adapte etmeye çalışarak kusursuz olmaya çabalıyoruz. Ama, ne yaparsak yapalım asla kusursuz olamıyoruz. Balenin görünen kısmında zarafet ve güzellik var. Ya bilinmeyen tarafları? Tırnak acıları, yaralar, sakatlıklar… Bunun yanı sıra sahnede yaşadığımız anlar var; dans ederken ufak bir gülümseme ya da zor bir harekete girerken telkin eden ufak fısıldaşmalar... Orkestra ile yaşananlar da var; çalıştığımızdan daha hızlı ya da daha yavaş çaldıklarında, ne yapacağımızı şaşırdığımız bazı durumlar olabiliyor, tabii biz bunu izleyiciye hiçbir şekilde belli etmemeye çalışıyoruz. Yani bu bahsettiklerimi siz muhtemelen fark etmiyorsunuzdur. Bu işin temelinde Fransız kültürü olsa da, dünyaca ünlü bale eserlerinde Ruslar öne çıkıyor. Bunu neye bağlayabiliriz? 19. yüzyılda Fransa’da baleye olan ilgi azalırken, Rusya’da bale önemli bir noktaya geldi. Hem bale tarihinin önemli koreograflarından Marius Petipa’nın akademik bale çerçevesinde yaptığı ve günümüzde hala dans edilen eserleri, hem de o dönemde öne çıkan Rus balerinler diğer ekollerden ayrıştı. Ben de Rus ekolü

eğitimi aldım ve bu kalıpların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Baş balerin olmak beraberinde ne tür sorumluluklar getiriyor? İyi bir performans için uyku düzeninden beslenmeye kadar kendinize dikkat etmeniz gerekiyor. Her gün bale dersleri ve provalarda bedeninizi dinleyerek, sakatlanma riskini düşünerek, bilinçli bir şekilde çalışmalısınız. Bunun önemini, genç yaşlarda anlamak çok da mümkün değil, maalesef. Tabii bunlar sadece baş balerinler için değil bütün balerinler için geçerli sorumluluklar. Burdur Gölü’ndeki performansından bahseder misin? Bu nasıl bir deneyimdi? Bu, gölün çekilmesine dikkat çekmek amacıyla gerçekleştirilen büyük bir projeydi. İçinde yer alan herkes projeyi ciddiyetle sahiplendi ve sonucunda amacına ulaştığını düşünüyorum. Böyle organizasyonların devam etmesi gerekiyor. Modern dansla da ilgileniyorsun... Evet, modern dansı seviyorum ama benim alanım neoklasik. Modern dediğinizde balenin kalıplarından çıkıyorsunuz, neoklasik ise balenin kalıplarını kırıp, biçimlerini değiştirmeye yönelik. Bu alanda dans ederek, senelerdir zihnimde oturttuğum kalıpları başka şekilde görebiliyorum ve deneyebiliyorum. Bu bana daha heyecan verici geliyor.

XOXO The Mag


A rtis a na l p â tisse r i e ve f ı r ı nc ı lı k kül tür ünün, Türk i ye v e Fra ns a ’ dak i öne ml i mar kalar ı ve le zze tle r i , ‘ J O U R N É E P Â T I S S E R I E E T B O U L A N G E R I E ’ i l e 10 EKİ M’ de İs ta nb u llu la r ile F RANSI Z SARAY I ’ nda bul uşuyor.

10.10.2015 14.00 - 21.00

Fransız Sarayı (Palais de France)

Nur-i Ziya Sokak No:10 Beyoğlu, İstanbul Biletler

’te!


FILE

Zeynep Serpen Tatil sonrası provalara başlamak zor oldu mu? Hem de nasıl. İki üç gün ara vermek bile çalışma programımı etkiliyor. Hele ki uzun süre tatil yapınca, forma girmek de epey zaman alıyor.

Kaç yıldır İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ndesin? İkinci yılımı doldurmak üzereyim.

Küçükken bale kursuna yazılan insanlar, hikayelerini anlatırken, bu kurslardan genelde istemeyerek yaptıkları bir aktivite olarak bahsediyorlar. Senin için de geçerli mi bu durum? Evet, küçükken balerin olmak gibi bir düşüncem yoktu. Konservatuvarın müzik bölümüne girmek istiyordum. Hayalimde piyano çalmak vardı. Sınav için kursa gidiyordum ve bir gün, pencereden bale yapanları gördüm. Onları izlemek, fikrimi değiştirdi. Hem müzik hem bale bölümünü kazanıp, baleyi seçtim. İlk etapta zorluklar yaşasam da, zamanla bedenim alışmaya başladı. Sylvie Guillem, 50 yaşında, Life in Progress’teki performansı ile yaş faktörünün sınırlayıcı olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Peki, sence bitirmek için ideal bir yaş var mı? Kişiye göre değişir, bu insanın içindeki tutkuya bağlı. Mesela Alessandra Ferri 52 yaşında baleye geri döndü, Margot Fonteyn uzun yıllar dans etti. Bazı dansçılar zamanla başka alanlara yöneliyor, istekleri azalabiliyor veya yaşadıkları sakatlıklar artıyor. Bazıları da her şeye rağmen bu tutkularının peşini bırakmıyorlar. Kimler sana ilham veriyor? Tamara Rojo, Svetlana Zakharova, Anastasia Matvienko, Polina Seminova, Sylvie Guillem, Isabelle Guerin, Sofiane Sylve, Darcey Bussel, Julie Kent aklıma ilk gelenler.

Büyük bir ekip olmak, uzun saatler birlikte çalışmak ve tabii aradaki uyumu korumak, bireysel danslara göre daha zor diyebilir miyiz? İkisinin de farklı zorlukları var ama toplu çalışmak için daha sabırlı ve disiplinli olmak gerekiyor. Kendine düşen bölümü yaparken, ekibin bir parçası olduğunu unutmamak gerekiyor. Ancak sahneye çıkınca çekilen zorluklar unutuluyor, özellikle başarılı bir gösterinin sonunda... Sence balerinler, baletlere göre daha mı avantajlılar? Aslında ben bunun tam tersini düşünüyorum. Erkek dansçılar azınlıkta oldukları için birçok konuda onlar daha şanslılar. Çoğu balerin gibi sen de, ileride, modern dansa geçiş yapmayı düşünüyor musun? Şimdilik öyle bir düşüncem yok, ama tabii ikisini bir arada yapabilmeyi isterim. Hatta sadece bale değil, neoklasik ve modern eserlerde de dans etmek isterim. Bale dışında nelerle ilgileniyorsun? Müzik bölümünü seçmedim ama bu beni müzik tutkumdan alıkoymadı. Hala piyano çalıyorum hatta birkaç sene önce de davul dersleri aldım ama yeterli vakit ayıramadığım için çalmayı bırakmak zorunda kaldım. Boş zamanlarında neler yapıyorsun? Vakit buldukça okuyorum ve yazıyorum. Bir de, bir balerin için tehlikeli olsa da paten kaymayı seviyorum.

XOXO The Mag




Inside Saltwater/Tuzlu Suyun İçinde Ortalık sanat kokuyor, zira sezon açıldı. Sadece İstanbul değil, bütün sanat dünyası iki ay boyunca şehirde kendinden sıklıkla bahsettirecek 14. İstanbul Bienali’ni konuşuyor. Eh, biz de buna karşı boş kalamazdık. Carolyn Christov-Bakargiev’in (kendi deyimiyle) ‘şekillendirdiği’ Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori, sudan, tuzdan, düşünceden, akıştan bahseden, dalga biçimlerini, su akıntılarını ve yoğunlukları ele alan bir dizi sergi vadediyor. Bu sergi programının içeriği kadar bienal mekanları da ilgi çekici. Malum, bienaller, sanatçıları ve özel üretilen projeleri kadar sergi mekanlarıyla da merak ve tartışma konusu olur. Bu bağlamda 14. İstanbul Bienali’nin, İstanbul’u ele geçirdiğini söyleyebiliriz. Rumeli Feneri’nden Büyükada’ya, ARTER, İstanbul Modern, DEPO gibi sergi alanlarından İstiklal Caddesi’ndeki bir ayakkabıcının üst katına kadar yayılan bienali tamamıyla gezmeniz üç günden fazla sürecek. Bazı eserleri Boğaz’ın üstünde tecrübe edeceksiniz, sergi alanı kavramını sorgulayacaksınız, bazılarını görmek için Büyükada’ya gideceksiniz, sanatın, günübirlik de olsa, şehirden kaçmanıza vesile olduğu için sevineceksiniz. Bu bienalin dikkat çeken noktalarından biri de sadece sanata odaklı olmaması; hikaye anlatıcıları, bilim insanları da konuşmaları ve projeleri ile, ‘Tuzlu Su’ kavramsal çerçevesine dair anlatılarda bulunacaklar. Biz de 32 sayfalık dosyamızda 60’dan fazla sanatçı ile farklı disiplinlerden bu katılımcılar arasından bazılarıyla sohbet etme fırsatı bulduk. Bu sohbetlerin sırasını ise, Christov-Bakargiev’in de üstünde titizlikle durduğu nokta gibi, bir öncelik ve tercih yapmadan, alfabetik olarak belirledik. Bir matematikçinin, uluslararası bir sanat bienalinde neden bahsedebileceğini sizin kadar biz de merak ettik ve kamusal programın konuşmacılarından Prof. Ezra Getzler ile sohbet ettik. ‘Tuzlu Su’ başlığının anlamını hayatı boyunca Boğaz’da yaşayan Füsun Onur’dan dinledik. Theaster Gates’e, kendisini çömlekçi mi, sanatçı mı, müzisyen mi olarak tanımladığını sorduk. Marcos Lutyens’in de deniz otobüsünde hipnoz seansları yapacağını öğrendik. Açlışından aylarca önce kendinden bahsettiren her bienal gibi, bu bienal de kapsamı ve yaklaşımıyla çok konuşuldu. Teması, küratörü ve bir türlü açıklanmayan sanatçıları dışında, 14. İstanbul Bienali’nin açılışından önce en çok bahsedilen konu, bir öncekinde yapıldığı gibi, bu sene de girişin ücretsiz olacağıydı. Fakat Masumiyet Müzesi’ndeki serginin buna dahil olmadığını belirtelim. Her bienal gibi, bunun da bir sonrası olacak. Nasıl karşılanacağına dair çok da fazla spekülasyon yapamıyoruz, ama neler konuşulacağını biz de merak ediyoruz. Bu durumda şimdilik üzerimize düşen, bize anlatılanları dinlemek.


BIENNIAL

ANNA BOGHIGUIAN

Dünya Tuzla Buz Oluncaya Kadar 56. Venedik Bienali ve 11. İstanbul Bienali’nden tanıdığımız Anna Boghiguian, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’ndaki ‘Tuz Tüccarları’ yerleştirmesi üzerinden, hepimizi dünyanın tuzla buz arasındaki hafızasını yoklamaya çağırıyor. Milliyet kavramı ve her türlü akım veya tanıma bağımlı olmayı reddeden anarşist ruhlu, minimalizm hayranı sanatçıya göre, “Birdenbire coğrafyayı değiştirerek nehirler, dağların oluşumunu sağlar. Hatta nüfusa müdahale eder. Tüm bunların üzerine insanoğlu gelir, olanca mantıksızlığıyla kendi yıkımını ve hırsını boca eder.” Ama sanatçı, kendini bu sürecin bir yargıcı değil, gördüklerinin tanığı olarak tarifliyor.

The Salt Traders (Tuz Tüccarları), 2015

röportaj evrim altuğ fotoğraflar gökhan polat


56. Venedik Bienali kapsamında en iyi ülke pavyonu kategorisinde Altın Aslan Ödülü’nü kazanan, Adelina Cüberyan v. Fürstenberg imzalı Armenity sergisine verdiğiniz ‘Ani’ isimli yerleştirme çalışmanız ile, 14. İstanbul Bienali’ne dahil ettiğiniz, üzerinde çalıştığınız bu yeni iş arasında, doğrudan bir ilişki kurmalı mıyız? Hayır; bu tamamen farklı bir proje. ‘Ani’ isimli işi, küratör tarafından benden istendiği için yaptım. Ani’yi ziyaret etmiştim. Yaptığım proje, seyahatim ardından benden beklenenden çok daha farklı oldu. Kimi açıdan çok iyi neticeler aldığım bir iş ortaya çıktı. Belki bir gün yeniden aynı konuyu işlerim ama bilemiyorum, çok da fazla yılım kalmış sayılmaz. Neler yaşayacağımı bilemiyorum.

çerçeve ve bir yapıt üretmek uğruna ele aldığınız meseleye nereden baktığınıza göre değişir. O an içinde nereden bakıyoruz? Tarihin hangi anını çıkış olarak alıyoruz, ki ben tarihin tekerrür ettiğini düşünen birisiyim. Ama bundan, Marx’ın anlayışını benimsediğim sonucu çıkarılmasın. Bu görüşe daha ziyade Nietzsche’ci bir açıdan, döngüsellik bağlamında yakınım. Neticede hayatta ‘kaza’lar da olur, olmaz değil. Her biri de farklı görüntüler arz eder. Ama büyük resme baktığınızda, dünyanın farklı noktalarında benzerlikler taşır. Buna örnek olarak, şu sıralarda Avrupa’da yaşanan durumlar, 500 yıl önce de meydana gelebilirdi. Bu durum, 40, ya da 100 yıl önce de yaşandı. Yani burada durum, bizlerin tarih vizyonu ile ilgilidir ve sanatın, kendine özgü bir vizyon ve aydınlanma getirdiği söylenebilir. Bu aydınlanmanın otantik mi, yoksa yapay bir aydınlanma mı olduğu ise fark etmez. Sözgelimi, şu konuştuğumuz odada duvara asılı olan soyut resme ve tavandaki işlemelere bir bakalım: Biri gelir, resmi sanat yerine koyar; ama tavandakiler umurunda bile olmayabilir. Peki kişi niye böyle bir tasnife gider? Bu, tartışmamız gereken başka bir mesele. Ya da resimdeki o iki siyah çizgi, son derece sonsuz alınabilir pekala. İyi de, neyin sonsuz olduğu, yine tartışmalı bir mevzu. Kimdir sonsuz? Sonsuzu bize kim tedarik edebilir?

Ani için, kalbi burkan, hüzünlü bir hikaye desek... Yaralanmış, yok olmaya maruz kılınmış her şeyin hikayesi hüzünlüdür. Geçmişimizi ilgilendiren bu güzel mimari birikimin tıpkı Babil’in kapıları gibi yok edildiğini düşünüyorum. Bu eşşiz seviyede üzücü bir olaydır, tıpkı Afganistan’daki Bamiyan Budaları’nın başına geldiği gibi. İnsanlığın tüm tarihi de böyle değil mi? Bu tarihe baktığınızda içinizden sadece ağlamak gelir. Ve eğer bu şekilde hissetmeye devam edecek olursak, dünyanın çok enteresan bir yolda, çok acayip bir yöne doğru gittiğini anlamaya başlarız. Biliyor musun, ben o sergide olmayı arzu etmemiştim başında; galerimin ısrarı üzerine katılmayı kabul ettim. Neticede yaptığımız işin önüne ulusal sınırlar koymak bana hep çok sınırlayıcı olageldi.

Kim tayin eder, ahlak ve ölümlülüğü? Evet. Bunlar çok karmaşık meselelerdir. Her neyse, ben kahvemi içeyim. Umarım şekeri vardır. Bu arada 100 yıl önce yaşananlar da o kadar karmaşıktır ki, ben bu konuda hiç konuşmamayı tercih ederim. Böylesi daha iyi. Bu anlamda Sarkis, İstanbullu, çok iyi tanınmış bir sanatçı ve kendisine Türkiye Pavyonu sergisinin verilmiş olması, son derece onurlu bir karar.

Bu yerleştirmenin verdiği bir diğer duygu, biraz önce oradaymışsınız gibi tazelik hissettirmesiydi. Bunu kimseden duymadım ve hiç düşünmedim, açıkçası. O yerleştirmedeki kargaların sayısı da oldukça fazlaydı ve onların çoğunu Cartagena, Kolombiya’da yine bir bienalde yapmıştım. Venedik’teki yerleştirmedeki çiçekler ise Ermenistan’daki bir çiçekçidendi.

Bugünkü sanat kendi efsane ve hikayelerini üretip, tüketiyor olabilir mi? Bana kalırsa bugün sözünü ettiğiniz hiçbir tarife uygun ve dahil olmayan bir kavramsal sanatçı olmak, en iyisi. Tamam, haliniz vaktiniz yerindeyken Milano’da yaşayıp istediğiniz yere istediğiniz sergiyi de yaptırabilirsiniz ama; alanında efsaneleşmiş sanatçılardan da, nitelikli düşünce üretiminin önünü açanlar çıkagelir. Tüm mesele bunu nasıl dışavurduğunuzla alakalı. Bana hep, ortaya yeni sorular çıkarabilen sanatçıların olduğu söylenir ama her nedense ben onları göremem. Gördüklerime baktığımda ise, çoğunluğunun zaten 30 yıl önce dünyada, yeraltı sanatı dahilinde yapıldığı fikrine kapılırım. Yine o yıllarda dünyaya gelmiş ve bugün üreten sanatçıları da düşününce, onların burjuvazinin sınırlarını nasıl zorladıklarını algılarım. Bu çok ilginç. Ayrıca sanatçıların yaşadıkları zamanlar da önemli.

Dış dünyayla olan ‘güvenilir’ bilgi alışverişinizi nasıl sağlıyorsunuz? Son zamanlarda elime geçirdiğim Facebook’tan şimdilerde kurtulmaya çalışıyorum! Bilgi kaynaklarımın çok iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. Peki dedikoduya inanır mısınız? Dinde, dedikoduyla yaşamanın çok tehlikeli ve günah olduğu söylenir. 14. İstanbul Bienali projeniz ‘Tuz Tüccarları’nı tetikleyen nedir? Proje beni buldu. Öncelikle sergi mekanı Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nu gördüm. Eser için bulabildiğim en büyük nesneleri buldum, tabii bu arada mekanı nasıl bölebileceğimi tasarladım. Şimdilerde, belki başka bir iş daha ekleme ihtimalim var. Ama detaylarını sizinle paylaşmak istemem. Açılıştan sonra hakkında konuşuruz.

Batı sanat tarihinin Doğu’ya Guggenheim veya Louvre gibi markalarla ihracına nasıl bakıyorsunuz? Bırakın yapsınlar. Ama kalkıp bana o markaların oluşumunda herhangi bir emek sömürüsü de var derseniz orada dururum. O yapıların çoğunluğu için gereken iş gücü Hindistan’dan geliyor. Peki Hindistan’da işçilere nasıl davranılıyor? Bunu çok gülünç karşılıyorum: Hindistan’dan biri, Guggenheim üzerine büyük mü büyük bir internet sitesi kurmuş. Peki niye aynı problemi gidip de ülkelerinde çözme yolunu seçmezler? Yani sırf Lübnan, Mısır veya Hindistan fakir olduğundan da değil, burada kabul edilebilir olan şu ki, söz konusu edilmesi gereken fakirlik değil; bilakis zengin insanlar... Burada kimse saray inşa etmiyor. Ama saray inşa edenlerin de işçilerine nasıl davrandığını oturup düşünmek gerekiyor. Çok kötü, hastalıklı koşullarda yaşatılıyorlar. Ayrıca bunu tartışmayı çok faydalı buluyorum; çünkü farkındalığı öne çıkaran bir etki yaratıyor. Peki bu ortamda, çalışanın elde ettiği çıkar nereye gidiyor? Sıfıra sıfır elde var sıfır. Bunca yıldır, ellerinde hiçbir kazanım yok. Ne kadar tartışma olursa, Abu Dabi’deki son dört yıllık emek ilişkileri konusunda ne kadar akademik sayfa üretilirse, sonuç hiç değişmiyor.

Bir yandan hafızamızı yaratıyor, öbür taraftan onu yok ediyoruz... Evet; yani, baksanız, olup bitenlerin sebep yüzdesinin deprem gibi doğal yıkımlardan olmadığını kendiniz de görebilirsiniz. Hatta deprem dediğiniz şey bile bir şeylere yol açar: Birdenbire coğrafyayı değiştirerek nehirler, dağların oluşumunu sağlar. Hatta nüfusa müdahale eder. Tüm bunların üzerine insanoğlu gelir, olanca mantıksızlığıyla kendi yıkımını ve hırsını boca eder. Ama ben bu olanların yargıcı falan da değilim; yalnızca gördüklerimi aktarıyorum. Jeopolitik açıdan kusurlu, hareketli bölgelerden çıkan sanat ve kültürün, görece daha samimi, inandırıcı olduğu söylenebilir mi? Bunu nasıl yanıtlayabileceğimi bilemiyorum. Bu, kavramsal 141


The Salt Traders (Tuz Tüccarları), 2015

Peki geriye ne kalıyor? Bu önemli bir soru ve başka soruları da beraberinde getiriyor. Hindistan’da bir müze inşaatındaki işçilere baktığınızda, ne kadar sefil koşullarda emek verdiklerine tanık olabilirsiniz. Peki bu ortamda sanatçılar ne, işçiler ne kadar kazanmaktalar? Sırf mimarlar değil, bugün sanatçıların da ne kadar kazandıklarını tartışmak durumundayız. Türkiye’yi ele alalım: Burada dengeli bir ödeme düzeni olduğunu düşünüyor musunuz? Kendi toplumunuzda bunun var olduğunu düşünüyor musunuz? Cevap veremiyorsunuz bakın. Hayır, Abu Dabi umurumda değil, gitme heveslisi de değilim ama oradaki işçiler için hiçbir şey yapıldığına inanmıyorum. Oradan Kanada’ya uzanalım: İşçilerin yaşam koşulları neler? Ellerine geçen nedir? Bir seferinde bir fabrikaya işçi olarak girdim. Aldığım rakam bir çek olarak bile gülünç düzeydeydi. Bu, dünyanın tüm işçilerinin durumu. Bir zamanlar, “Dünyanın tüm işçileri birleşin.” sözünün etrafında şekillenen büyük Komünist Devrim fikri vardı. Ama sonunda, böyle bir şey olmadı. Çünkü bunu hem yapabilen, hem de yapamayanlar oldu. Kendini konumlandırmayı başaran herkes, bütün parayı eline geçirdi. Neticede Yunanistan’da da bunu gördük; buna iş deniyor. Diyalektiğin çelişkisi burada. Ben de, hazırladığım tuz konulu sergimde diyalektik hakkında metinler yazıyorum. Büyük ölçüde insan kaynaklı küresel ısınmayla birlikte, doğanın diyalektiği de zedelendi... Hadi ben de sana sorayım, 7 bin yıl önce, dünyaya ne oldu ? Kimileri dünyaya büyük bir göktaşının çarptığını ve dengesinin bozulduğunu, çöllerin oluştuğunu söyler... O çöller ki büyük bir Buzul Çağı ile birlikte ortaya çıkmışlardır. Ben ne olduğunu merak eder dururum, bir fikrin var mı?

Sizin bir fikriniz var mı? Bilemiyorum ama dünya ısısında yaşanan fiziksel manada ani bir ısı değişimi ile birlikte, dünya tamamıyla donmuş. Ardından önce Buz Devri yaşanmış, bunu çöllerin oluşumu izlemiş. Bu durumda, kayalarda tuz varsa, bu bir zamanlar oralarda suyun olduğunu ve denizin zamanla ortadan kalktığını, mevcut tuzun kayalara işlediğini bize göstermez mi? İşte bu tuzun ne zaman oraya geldiği de, ayrı bir mevzudur. Buz erimiş olmalı. Eriyen buz, kayalardaki tuzla kaynaşınca da, denizler oluşmuş olabilir. Böyle mi düşünüyorsun? Bilemiyorum... Olabilir... Tarihin bu periyodu ile ilgili bir şey yazılı değil. Ben de bu konuda öğrenmeye bir fizikçiyle başladım. Kendisi bana bunu uzun zaman önce anlatmıştı. Kendinize yakın bulduğunuz bir sanat tarihi dönemi var mı? Minimalistleri seviyorum. Ama ben bir minimalist değilim. Bu akımı seviyorum çünkü herhangi bir şeyi son derece indirgeyici bir tavırla ifade edebilmeyi çok güç buluyorum. Şiiri de seviyor olmalısınız... Evet, ama yaptığım şeyi hep biraz karmaşık bulmuşumdur. Basit biri değilim. Basit olabilmek için, mükemmel, pür olmanız gerekir. Sanıyorum ben bu yaşa ve deneyime ulaştığım halde, o topyekün saflığa erişebilmiş değilim. Kim olduğumu bilmiyorum ve kişiliğimi tariflemek istemiyorum. Bunu yaptığımda kendimi sınırlanmış hissediyorum. Bu arada dünyanın şu anda çok kritik bir durumda olduğunu düşünüyorum. Ama dünya her nasılsa hep de böyle olageldi.

XOXO The Mag


143


BIENNIAL

CAROLYN CHRISTOV-BAKARGIEV

Nihai Olmayan Fikirler

14. İstanbul Bienali’nin başlığı Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori. Bienali şekillendiren kişi ise, küratör kelimesinden imtina eden, metodolojisinin daha ziyade ‘bir araya getirmek’ olduğunu söyleyen Carolyn Christov-Bakargiev. 2012 yazından beri hararetle tartışılan, Kassel merkezli dOCUMENTA (13)’ün sanat direktörlüğünü üstlenen Christov-Bakargiev, bu defa 14. İstanbul Bienali’nin başında. Büyükada’dan Rumeli Feneri’ne yayılan otuzun üzerinde mekanda gösterilecek bienale, sadece sanatçıları değil, denizbilimcileri, matematikçileri ve filozofları da çağırdı. Tarihsel avangartlar ve güncel sanata dair araştırmalarını, İstanbul Boğazı ve tuzlu suyla ilişkilendiren Christov-Bakargiev’le yaptığımız sohbet, sergi başlığındaki kelime tercihlerinden yola çıkıyor; feminizm, bilim ve sanatın evrensellik iddiasına uzanıyor. röportaj özge ersoy fotoğraf gökhan polat

XOXO The Mag


Bu noktada İstanbul’u nasıl gözlemliyorsunuz? Haritadan baktığımda İstanbul Boğazı’nı peyzajın parçası olan bir çizgi olarak düşünüyorum, iki bütünü birbirinden ayıran bir su yolu olarak değil. Boğaz’ın formu “I” harfini andırıyor; bir tür hiyeroglif veya ikona gibi. Çizim fikrine dönersek, bu çizginin belli bir kalınlığı olduğunu hayal ediyorum. Kullandığınız füzenin veya kurşun kalemin kağıtta bıraktığı izin kalınlığını, derinliğini düşünün. Şekillendiren, tasarlayan kişi ifadesini işte bu yüzden kullandım. Bu ifade, Almancadaki “KunstAusstellungsmacher” kelimesine, yani sergi yapımcısına daha yakın. Küratör kelimesi aynı zamanda sanatçılarla bir rekabet alanı yaratıyor. Sanatçılar önermeler üzerine kurulu bir alanda var oluyorlar, ki bu oldukça radikal bir tavır.

Geçen sene Mousse dergisinde yayınlanan yazınıza dair bir soruyla başlayalım. Yazınızda antropolojinin güncel sanat üzerine neden çalışmadığını tartışıyorsunuz. Bahsettiğiniz sebep ise sanatın evrensel olma iddiası. Bu evrensellik iddiası güncel sanata nasıl zarar veriyor sizce? Sanat dokunamadığımız, giderek daha kutsal bir şeye mi dönüşüyor? Yazdıklarımın dayanağı antropolog Alfred Gell. Gell, antropologların “merkezden” gelen “yüksek sanat” olmadığı sürece her türlü konuyu veya sanatsal nesneyi ele alabileceklerini yazıyor. Bu folklorik bir nesne olabilir. Toscana’da 100 sene önce el sanatları usulünce yapılmış bir vazo veya zaman ve coğrafya açısından uzak addedilen, Batı dışındaki medeniyetlerden gelen bir obje olabilir. Yazım bu anlayışa verdiğim bir tepki aslında. Sanat, antropologların çalıştığı materyal kültür üretiminden ayrıymış gibi düşünülüyor. Halbuki “yüksek sanat”ı incelemek için antropolojinin araçlarını kullanırsanız birçok şey görebilirsiniz: Sanatın sosyal tarihi ve satılabilir bir nesne olarak aldığı işlevi, vb. Dahası, sanatın dönüştürücü gücünü araştırabilir, sanatın başka bir toplumda şamanların kullanacağı bir araca benzediğini fark edebilirsiniz. Bugün “sanat” dediğimiz şey, 18. yüzyılda, burjuvazinin yükseliş döneminde icat edildi. Bahsettiğim sanat, bir tür uygulamalı felsefe alanı.

Bienalin başlığında kullandığınız “düşünce biçimleri” ifadesine dair de konuşalım. Bu fikirler nasıl oluşuyor, neye benziyorlar? Bu terimin ezoterik bir çıkış noktası var mı? Bir örnekle cevap vereyim. Liam Gillick’in İstanbul Modern’in cephesinde görülebilecek ‘Hyrodynamica (Applied)’ isimli işinin kurulumunu yakın zamanda bitirdik. İşin tamamını rıhtımdan göremiyorsunuz, kendisine denizden bakmanız gerekiyor. Yani Avrupa’dan Asya tarafına veya Adalar’a giden vapura bindiğinizde bu işle karşılaşabiliyorsunuz. Gillick’in işindeki matematik formülü, akışkanların kesit alanı daraldıkça akış hızının arttığını, genişledikçe ise hızın azaldığını gösteriyor. Hemen önünüzde, yani Boğaz’da olanı tanımlıyor. Aynı zamanda, bu iş, seküler toplumun ekonomiyi dinleştirdiği bir dönemde, bir ekonomi kuralına dair de konuşuyor. Modernitenin dininin müze olduğunu söylemek mümkün. Bugünün dini ise ekonomi. Ekonominin kendi tapınakları ve küresel finansal kapitalizmle uğraşan din adamları var. Yatırımlar ve ortada uçuşan sayılar üzerinden geleceği görme, sezme sürecinden de bahsediyoruz. Gillick’in işi de bir düşünce formu, görünen bir formül. Bir fikri, hissi veya bir bilgi parçasını içinde barındıran bir sembol. Soyut olduğu kadar da gerçek. Düşünce biçimi kelimesi, 19. yüzyılın sonunda yaşayan teosofistler Annie Besant ve C. W. Leadbeater’dan geliyor. Hindistan’daki Adyar’da yaşayan Besant, Teosofi Derneği’nin lideriydi. Sömürgecilik karşıtı, İngiltere karşıtı hareketlerde aktif olan bir feminist, aynı zamanda Hindistan Ulusal Kongresi’ne giren ilk kadındı. Leadbeater’la beraber yazdığı, Düşünce Biçimleri (1905) isimli kitap, aynı zamanda bienalin parçası olarak göreceğiniz poster projesinin ilham kaynağı. Burada soyut sanatın ilk örneklerinden bahsediyoruz. Ancak Besant bu imgeleri sanat olarak değil, derin meditasyon anlarında ortaya çıkan, renkli soyut formların ilüstrasyonları olarak ortaya attı. Bilim insanları, bunların yalnızca beynin ürünü olduğunu söyleyebilir. Bu formlar beyninizin ürünü mü veya her zaman etrafımızda olan rüzgar, hava veya ses gibi görünmeyen formlarla mı ilişkili, aslında çok da fark etmiyor. Görünmeyeni görünür kılmakla alakalı bir durum bu. Wassily Kandinsky ve Hilma af Klint belki de Besant’ın kitabını okudular. Teosofi, Batı’daki soyut sanat için ruhani bir kaynaktı.

Nasıl yani? Bağımsız özerk sanat işleri, düşünme, tasavvur amaçlı var, ki bu da üretim toplumunun işlevsel ürünleriyle tezat oluşturuyor. İşte bu fikir, dinin ilüstrasyonu olan Batı sanat anlayışının ve etrafımızdaki çizgilerle desenleri görünebilir kılan, bir tür dekorasyon mahiyetindeki Doğu sanat anlayışının yerine geçti. Bu sanat anlayışı dünyanın farklı yerlerine uyarlandı, önce sömürgecilikle sonra da küreselleşme yoluyla... Bence muhteşem bir şey bu. Şeyler icat ediliyor ve bunlar dünyada yolculuğa çıkıyorlar. Sanat da bir tür araştırma biçimi; algının belli bir zaman ve mekanda bilgiye nasıl dönüştüğünü soruşturan bir araştırma bu. Evrenselleştiği zaman yanında bir aura taşımaya başlıyor, dolayısıyla sanat dışındaysanız sanat hakkında konuşamıyorsunuz. Sadece sanat eleştirmeni gibi içeride olanlar konuşabiliyorlar. Böylelikle sanat sadece belli bir zümreye hitap eden bir pratiğe dönüşüyor. Sanata dair her şey belli bir tarihsel akıma bağlı olarak açıklanmaya çalışılıyor. Antropologlar Picasso hakkında böyle düşünemiyorlar. Ayrıca modern sanat geçmişi modern sanat gözlükleriyle okudu. Mağara resimlerini bile. Bu yüzden de evet, sanat kısıtlayıcı bir hal aldı. İstanbul Kültür Sanat Vakfı, 14. İstanbul Bienali duyurularında, serginin sizin tarafınızdan “şekillendiğini” ifade edip, size küratör demekten sakınıyor. Öncelikle “şekillenme” (drafted by) sözcüğünü neden tercih ettiğinizi sormak istiyorum. Güncel sanatın kurumsallaşmış dilini sorguluyor olabilirsiniz ancak bu tercih küratör olarak nasıl çalıştığınıza dair de ipucu veriyor gibi. “Küratör” kelimesinden hoşlanmıyorum, bu kelime gereğinden fazla kullanılıyor ve bir şekilde sömürülüyor. Küratör aynı zamanda sanat dünyasına ait bir iktidar konumunu da temsil ediyor. Küratörler, sanatçılarla ve fon sağlayan kurumlarla ilişkide olan ve seçicilik yapan kişilere dönüştüler. Formasyonum gereği feministim ve seçme eylemiyle ilgili her şeye karşıyım. dOCUMENTA (13)’ü düzenlediğim ve 14. İstanbul Bienali’nin beni davet ettiği doğrudur, ancak bu konumum herhangi bir seçim ya da ayıklama yapmak veya seçkin bir sanat dünyası yaratmak güdüsünü taşımıyor. Metodolojim daha ziyade bir araya getirmeye dayalı. 14. İstanbul Bienali hakkında fikir yürütürken “çizim” (drawing) hakkında düşünüyordum ve “şekilleniyor”, “tasarlanıyor” ifadesini ilk defa İstanbul için kullandım. Mimari bir plan veya bir anayasa tasarısı yapabilirsiniz; bu tasarıyı yapanlar nihai olmayan, hazırlık niteliğindeki fikirleri ortaya koyarlar. Çizmek de önerme yapmakla alakalı. Çizim, kolun ve zihnin birbiriyle yakından, doğrudan bir ilişkide olduğu hafif, zihinsel bir durumdan çıkıyor. Önermeler söz konusuyken, el hareketi ile fikirler halen bir bütün.

Farklı bilgi alanlarını bienal üzerinden nasıl bir araya getirdiğinizden bahsedelim. Bienale sadece sanatçıları değil, denizbilimcileri, deniz arkeologlarını, matematikçileri ve fizikçileri de davet ettiniz. Bu format, araştırma alanları arasındaki ayrımı nasıl zorlayabilir? “Sahip olduğumuz bilgiyi nasıl geliştirebiliriz, dünyanın değerini nasıl daha iyi bilebiliriz?” sorusuyla ilgileniyorum. Her şeyin temelinde yatan politik bir kararlılık, yükümlülük var. Bu gezegendeki hayatın gelişmesine dair kafa yormanın, bununla meşgul olmanın önemli olduğu düşünüyorum. Bu düşünce hem insanları hem de insan olmayanları; bitkileri, hayvanları ve çevreyi kapsıyor. Arte Povera’nınkine benzer bir felfesi duruşum var. Buna göre, insan evrenin merkezinde yer almıyor. Benim bakış açımın da bir bağlamı var, asla evrensel olarak konuşamam. Kendini Arte Povera’ya yakın hisseden, Greko-Romen dünyayla ilgilenen bir kadın, bir feminist olarak, sadece kendi deneyimlerim ve bilgim 145


Liam Gillick, proje illüstrasyonu, İKSV arşivinden

ışığında konuşabilirim. Aslında beni bilime götüren de feminizm oldu. Tabii ki farklı bilim ve bilim insanı çeşitleri var. Monsanto için çalışan, genetik yapısı değiştirilmiş tohumlar üreten bir genetikçiyle ilgilenmiyorum örneğin. Sonuçta bilim de sanat, edebiyat, sinema kadar politik bir alan. Dolaysız bir politiklik mi bu? Hayır, pek değil. Fakat yine de Pakistan’la Hindistan sınırındaki trajediyi anlatan bir videonun doğrudanlığından bahsetmiyorum. Politik duruş, izleyenin bakışını belli bir şekilde konumlandırarak da ifade edilebilir. Liam Gillick’in izleyiciyi suya çağırması da böyle. İnsanları arabalardan uzaklaştırmak politik bir edim. Bu belki de aynı zamanda Üçüncü Boğaz Köprüsü üzerine düşünmek için bir mazeret. Üçüncü köprü hem etrafı çevrili, güvenlikli yaşam alanları yaratacak hem de çevreye zarar verecek. Dolayısıyla köprü çevreye karşı bir saldırı olarak görülebilir. Aynı zamanda estetik bir suç bu; Boğaz’ın sonuna, Karadeniz’in geniş, sonsuz ufkuna bakan gözler için bir hakaret. Burası Antikite’den beri bildiğimiz gibi, dünyanın en güzel yerlerinden biri. İason ve Argonotların Altın Post’u ararken buradan geçtikleri hikayeyi düşünün. Burası eski çağlardan beri ayakta ve sadece bir jenerasyon iktidar sembolü yaratmak için burayı mahvediyor… Feminizme geri dönelim. Judith Butler, yaşayan yazarlar arasında en sevdiğim kişi. Bana göre Butler, 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden, dünyaya karşı sorumluluk ve siyasi etik konusuna kendini adamış bir yazar olan Hannah Arendt’in reenkarnasyonu neredeyse. Butler’ın, Donna Haraway’in, Karen Barad’ın, Isabelle Stengers’in arasında olduğu 20. yüzyıl feministleri dünyayı anlamak için biyoloji ve fizik gibi bilimlerle bağlantı kurmaya çalıştılar. Önemli olan ‘insan olarak biz’in ötesini anlamaya çalışmak. Bizi hayatta tutan tuzlu suyun ta kendisi. Tuzlu su, sinir hücrelerini elektriklendiriyor ve kalbin çalışmasını sağlıyor. Karen Barad’ın dediği gibi, dünya bunun gibi, insanlar ve insan olmayanlar arasındaki “intra-action”lardan oluşmakta.* Dolayısıyla farklı alanlardan insanlarla konuşmalısınız, çünkü dünya büyük bir muamma. Tek bir alanın uzmanlığında kalırsanız dünyayı anlamaya yaklaşabileceğinizi düşünmüyorum. Farklı uzmanlık alanlarını bir araya getirip daha kapsamlı bir düşünme alanı açmak istiyorsunuz ancak sanatçıları ve bilim insanlarını işbirliği yapmak için davet etmiyorsunuz. Herkes sadece kendi üretimini sergiliyor gibi. Neden? Hiçbir zaman sanatçılarla bilim insanları arasında kasıtlı olarak bir işbirliği kurmak istemem. Bu, felakete çıkarılan bir davetiye olur. Bu kişiler birbirlerinin alanlarını tam olarak kavramıyorlar, bu yüzden böyle bir çalışma yapay olurdu. Ancak farklı formatlar kullanıyorum. Mesela fizikçi William Irvine’ın suda nasıl düğüm atılacağını gösterdiği bir ders düzenledim. Herkesin bir araya geldiği akşam yemekleri de

düzenliyorum. Spontane buluşmalar, gelecek için daha faydalı olabiliyor. Küratörlüğü yapılmış, tasarlanmış diyalogları sevmiyorum. Bazı bilim insanları sergide işlerini gösterecek dediniz. Sanatçıların belli bir mekanda üretimlerini sergileme pratikleri var, ancak bilim insanları genelde böyle bir pratiğe sahip değiller. Bu zorlukla nasıl baş ettiniz? Davetinize bilim insanları nasıl yaklaştı? Sanatçı olmayan kişiler, sergileme biçiminin sergi deneyimini çok değiştirdiğinin farkında olmayabilirler. dOCUMENTA (13)’den bir örnek vereyim. Bu proje için, fizikçi Anton Zeilinger’ı davet ettim. Bu davet, araştırmasını sergilemesi için değil, laboratuarını Fridericianum’a taşımasına dairdi. Ortaya çıkan da bir sergi değil, izleyicilerin önünde bilim yapmakla ilgiliydi. İstanbul’da ise V.S. Ramachandran örneği var. Kendisi nöroestetik alanını kuran bilim insanlarından bir tanesi. Sergide, sanatçı Marcos Lutyens’in izleyicileri hipnotize ettiği bir iş olacak ve burada nöroloji deneyi yapacağız; izleyicilere Annie Besant’ın düşünce biçimlerine nasıl tepkiler verdiklerini soracağız. Başka bir deyişle, sergiyi araştırma yapmak için bir araç olarak kullanıyoruz. Ancak sonuçları teşhir etmeyeceğiz. Ramachandran sadece veri toplayacak. Bu tür imkanları kullanmaktan korkmamak lazım. Beraber konuşmak için çaba göstermemiz gerekiyor. Böyle melez bir bakışı olan iyi müze veya koleksiyon örnekleriyle karşılaştınız mı peki? Bienaller daha geleneksel sanat kurumlarını nasıl etkileyebilir? Aklıma ZKM Karlsruhe geliyor sadece. Bu kurum bilim felsefecisi Bruno Latour’la çalışıyor. Bazı üniversiteler de var tabii. Örneğin geçenlerde Harvard Üniversitesi beni bir seminer vermem için davet etti. Saat ve bilim müzelerinden birtakım nesneler getirdim ve bunları beraber sergileme önerisi üzerine fikir yürütmeye çalıştık. 2016’dan itibaren direktörü olacağım GAM Torino ve Castello di Rivoli’de de bu yönde çalışmalar yürütmek istiyorum. dOCUMENTA ve bienaller tabii ki bu anlamda yararlılar çünkü sanatçılar, müzelerin katı kuralları dışında deneyler yapma imkanı buluyorlar. Bienaller, ayrıca, festival havasında geçen bir format sunuyor. * Karen Barad, yazılarında “interaction” (etkileşim) ile “intra-action” arasında bir ayrım yapıyor. Barad’a göre, “etkileşim” ifadesi insanların ve şeylerin etkileşime geçmeden önce birbirinden bağımsız olarak var olduklarını öngörür; “intra-action” ise varlıkların karşılıklı olarak birbirlerini oluşturduklarını önermesini yapar. Örneğin ebola sadece bir virüs olarak değil, doğa, kültür ve teknoloji arasındaki ‘intra-action’lardan oluşan, insan bedenleri, haberler, Afrika üzerine yapılan siyaset ve yaratılan korku hissinin beraber oluşturduğu bir fenomen olarak düşünülebilir.

XOXO The Mag


XOXO The Mag’in katkılarıyla yayınlanmaktadır.


BIENNIAL

BEATRIZ COLOMINA

Tüm Duyular Devrede

Beatriz Colomina’yı bu aydan itibaren İstanbul’da sık sık göreceğiz. Kentteki keşifleri, 14. İstanbul Bienali’nden, 2016’daki 3. İstanbul Tasarım Bienali’ne kadar geniş bir zaman dilimini kapsayacak. Beatriz keşiflerden, deneylerden heyecan duyan bir kaşif. Kavramları kurcalamayı seviyor. Çalışmalarını meraklar, sorular, sorgulamalar tetikliyor. Biz de kendisiyle içinde, mahremiyet, kamusallık, şeffaflık, tasarım, mimari ve biraz daha fazlası olan kısa bir yolculuğa çıktık…

Masumiyet Müzesi, Çukurcuma, İKSV arşivinden

Splendid Palas Oteli, Büyükada, İKSV arşivinden

röportaj bahar türkay

XOXO The Mag


Küçük Mustafa Paşa Hamamı, İKSV arşivinden

Yakın bir zaman önce İstanbul’daydınız. Kente dair nasıl bir deneyiminiz oldu? Seyahatinizden hatırladığınız, ilk aklınıza gelen ne? Bütün kentlerin belirli bir hareketi, devinimi var. Daha önce İstanbul’da bulunmuştum ve her seferinde belirli bir yönde sürekli yürüdüğüm aklıma geliyor. Sanki şehir vücudunu belli bir yönde hareket ettirmen için seni cesaretlendiriyormuş gibi. Arazi, insanlar ve güzergahınızdaki bir çok yer üzerinde gidip geldikçe, bu, yürüyüşten çok bir tür dans haline geliyor. Düzensizliğin verdiği bir keyif var, tüm duyularınız devrede.

Bu arada kitaplarınızdan birinin adı Privacy and Publicity. Mahremiyet ve şöhret kavramlarının geleceğiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Bilmiyorum, o nedenle de hala bu konuda kitaplar yazıyorum. Yakında yayınlanacak olan kitabım, X-ray’in keşfedilmesi sonrasında, mahremiyet hissimizin nasıl bir dönüşüm geçirdiği üzerine bir inceleme. Son günlerdeki takıntım; sosyal medya çağında mahremiyet ve şöhreti sorgulamak... Bunun mimari için çok büyük bir anlamı olduğuna inanıyorum.

Bir mimarlık tarihçisi olarak, mimarinin geleceğine dair görüşünüz nedir? Sizce bu disiplin şu anda zirve noktasında mı? Bir şeyin, örneğin müziğin zirve noktasında olduğunu, ancak artık o noktada olmadığında söyleyebilirsiniz. Dolayısıyla bir şeyin zirvede olduğunu söylemek her durumda geriye dönük bir değerlendirmeyi gerektirir. Örneğin, 70’lerin radikal mimarisinin gerçek anlamda bir zirve olduğunu düşünüyorum ancak birilerinin de o günlerde aynı şekilde düşündüğünden şüpheliyim.

Peki transparanlık özgürlük alanına mı giriyor, yoksa risk alanına mı? Her ikisine de. Açığa çıkan her form savunmasızdır. Politik söylemlerimizin çoğu bu ikisi arasında bir tartışma yürütme çabasından ileri geliyor. Edward Snowden olayı belki de bunun en önemli göstergelerinden biri. Eh o zaman bienalin tamamının en hızlı üç günde gezilebilecek kadar geniş bir alana yayılması da ilginizi çekiyordur. Gerçi bu ziyaretçiler ve kent için müthiş bir fırsat olmakla birlikte, aynı zamanda zorlayıcı bir durum. Evet, öyle. Ancak iyi bir bienal izleyicilerini kamçılamalı, bir gösteriden ibaret olmamalı.

Mimari anlamda en beğendiğiniz dönem hangisi? 20. yüzyılın ilk on yılındaki modern mimarinin doğuşu halen çok ilgimi çekiyor. Pek çok yönden halen o dönemi özümsemeye çalışıyoruz. 80’lerde İspanya’dan Columbia Üniversitesi’ne ilk defa geldiğiniz günden itibaren akademik hayat her zaman yaşamınızın parçası. Bu nasıl bir açılım sağlıyor? Hayatımda üniversitenin olduğu alan, yeni keşiflerin olduğu çok özgün bir alan anlamına geliyor. Bu durum Barcelona’da öğrenci olduğum yıllarda, Polytechnic Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nde de böyleydi. 80’lerde Columbia’da ve şimdi Princeton’daki çalışmalarım, Barcelona’daki bu erken dönem olmadan düşünülemezdi.

Küratörlük pratiği son dönemde bir hayli tartışılır oldu, malum. Siz bu tartışmaları kendi açınızdan nasıl yorumluyorsunuz? Küratörlük pratiğinin çok dar olduğunu düşünüyorum. Çok çeşitli pratikler anlamında olağanüstü geniş bir yelpaze var. Küratörlük yapan pek çok sanatçı olduğu gibi, bazı küratörler de sanatçı aynı zamanda. Yani, terimler artık sabit değiller. Ve sınırlar eskisi kadar belirgin değil. Dünyanın geleceğiyle ilgili ne hissediyorsunuz? Bu konuda iyimser misiniz? Evet, iyimser olduğumu düşünüyorum. Yeni teknolojilere ve sosyal etkileşimin yeni formlarına inancım var. Yaşam stillerimizin değişiyor olmasıyla ilgileniyorum. Kendimizi ve gezegenimizi korumak için değişmesi de gerekiyor.

14. İstanbul Bienali kamusal programında yapmaya hazırlandığınız konuşmanın başlıklarından biri de Şeffaflık/ Transparanlık. X-ray’ler ve insan bedeninin transparan hale gelmesiyle birlikte yaşanan muazzam psikolojik dönüşüm üzerine konuşacağım. 149


BIENNIAL

ASLI ÇAVUŞOĞLU

Belleğimin Adı, Nadir Kırmızı Aslı Çavuşoğlu’nun, 14. İstanbul Bienali için hazırladığı proje, Aras Nehri’nin iki yakasında yetişen bir bitkinin köklerinde yaşayan, ‘Ararat kermesi’ isimli, kadim bir kırmızıya kaynaklık eden bir böcek üzerine... Sanatçının doğa ve insanlık arasında kurduğu renk bağı üzerinden şekillendirdiği, Ararat kermesi renginin nehrin her iki yakasındaki evrimini anlatacak çizimlerden oluşan Kırmızı/Kırmızı projesi İstanbul Modern’de sergileniyor.

Kırmızı/Kırmızı, 2015 için kullanılan boyalar

Kırmızı/Kırmızı, 2015

röportaj evrim altuğ fotoğraflar gökhan polat

XOXO The Mag


Horror Vacui, 2015

sınırlı imkanlarıyla ürettiğini öğrendim.

Kırmızı rengin toplumsal ve bireysel sözlükteki karşılığı senin için nedir? Kırmızı pek çok kültürde kan, ölüm gibi negatif çağrışımlarının yanı sıra, tutku, hayat, enerji yapıcı unsurlarla ilişkilendirilmiş. Renk ışık kırılmalarının ötesinde bir kültürdür, renge anlam veren, ona pozitif ya da negatif kılan da insandır.

Peki rengin yeniden üretimi için kaç tane böcek gerekiyor? Böcek sadece Eylül ayının ilk 15 günü yaşadığı bitkinin köklerinden yüzeye çıkıyor, ancak bu zamanda toplanması mümkün. Boya böceğin dişisinden elde edilebiliyor. 1000 adet böcekten 1 gram boya üretilebiliyor.

Semiyolojik bir evrim projesi de sayılabilecek bu proje için izleyiciden somut bir beklentin var mı? Yalnızca böcek ve böceğin köklerinde yaşadığı bitkiyle ilişkisine bakıp, birlikte varolma fikri üzerine birkaç his tetikleyebilirsem ne mutlu bana.

Bu böcekler, rengi sağlayınca yaşamlarını sürdürebiliyorlar mı yoksa boyayı elde etmek için öldürülüyorlar mı? Böceklerin aşırı oranlarda artması birlikte yaşadığı bitkiyi öldürüyor. Ermenistan tarafında böceklerin azalmasının nedeni olan endüstrileşme, tarım alanlarının açılması gibi sebepler, böceğin soyunun tükenmesinde, 2-3 kişinin böcek toplamasından çok daha etkin oluyor.

Hazırladığın çizimlerin güncellik, sanatsal tarz ve tarihsel veri taşıyıcılığı arasındaki dengesini neye göre gözettin? Burada belirli bir üretim dizgesi, sembolik bir hiyerarşi ya da spontanlık etkili mi? Günümüzde üretilebilen boya yalnızca kağıt üzerinde etkili olduğu için, uygulama alanım da, alabildiğim 12 gram boya gibi sınırlıydı. Ermenistan’da böceğin neslinin tükenmesini de, boyanın bu sınırlı haliyle birleştirip boyanın yettiği kadar, hatta kimi bölgelerde görünmez olana kadar çizim yapmaya karar verdim. Bunun için de, boyanın en çok kullanıldığı alan olan elyazmalarındaki minyatürlerden esinlendim. Böcek ve bitki üzerinden yeni minyatür serileri tasarladım. Proje için 10 adet eskitilmiş defter hazırlandı ve çizimleri yalnızca defterlerin açık sayfalarına yaptım. Kitabın sağ ve sol sayfasını coğrafi alanlar olarak düşünmeye çalışarak sağ taraflarında Ararat kırmızısı azalırken, solda zamanla Türk bayrağı kırmızısına dönüşen renkle şiddet ilişkisinden bahsetmeyi denemek istedim. Şu ana kadar rüyamda en çok gördüğüm proje bu olabilir. Çizimlerde bu rüyalar da etkin oldu haliyle.

Carolyn Christov-Bakargiev bu bienalde ayrıştırıcı/pavyonsu/ ötekileştiren bir mantığa yer vermeyeceğini, tüm sıkıntı ve sorunları tek bir mesafe üzerinden, küresel bir yaklaşımla tecrübe edebileceğimizi söylemişti. Bu Google Earth’vari demokrat yaklaşımı masum buluyor musun? Sezen Aksu’nun da dediği gibi: Masum değiliz, hiçbirimiz. Şaka bir yana, Bakargiev’in sergiye, İstanbul’a ve projelere yaklaşımı beni çok heyecanlandırıyor. Proje için hazırladığın çizimler bir ciltte mi toplanıyor? Bu çizimlere bir metin yazılsa, bunu kimler hazırlardı? Belirttiğim gibi çizimler eskitilmiş defterlerin açık sayfalarına yapıldı, dolayısıyla bir ciltte toplanmıyorlar. Boyanın tarifinin yazılı olduğu pek çok el yazması 1915 sonrasında Türkiye’den Erivan’a getirilmiş. Bu yüzden boyanın bilgisini içeren eskitilmiş elyazmazlarına gönderme yapmak istedim. William H. Gass’ın On Being Blue: A Philosophical Inquiry kitabı bir renk üzerine yazılmış en güzel kitap. Onun kırmızı konusunda düşüncelerini merak ederdim. Sarkis’in Venedik Bienali kitabındaki makalesini hayranlıkla okuduğum David Kazancian’in proje üzerine yazması da beni heyecanlandırırdı.

Hafızanın sürekliliği adına ‘rengi üretebilen’ söz konusu botanik profesörü ile nasıl temasa geçtin? 20 yıl önce yazılmış, dünyadaki doğal boyalar konusunda önemli bir kaynağı incelerken, Erivan’da bu konu üzerine çalışan bir bilim insanı olduğu bilgisine rastladım. Yazara bu kişi hakkında daha fazla detay vermesi için yazdım ve o da beni başka bir renk tarihçisine yönlendirdi. Bu şekilde Erivan Ulusal Elyazmaları Müzesi’nde çalışan Armen Sahakyan’a ulaştım. Harita tarihçisi Rouben Galichian bana müzeye kadar eşlik etti ve tercümanlık yaptı. Sonrasında ise Erivan’da yaşayan gazeteci arkadaşım Hrant Gadarigian projenin melekliğini üstlendi. Benim adıma pek çok görüşme ve çeviri yaptı. Armen’in boyayı kurumun

Çizimleri aydınlıkta/karanlıkta sergileme gerekçen nedir ? İzleyici kırmızıyla başbaşa kalabilsin diye sergideki masa, çerçeve, defter kapakları gibi yardımcı öğelerin hiçbir yerinde renk kullanılmadı. Kırmızının hiçbir tonu gözden kaçırılmasın istiyorum, o yüzden aydınlık bir sergileme olacak. 151


BIENNIAL

BRACHA L. ETTINGER

Sanat Yaraladığı Yeri İyileştirir Sanatçı, feminist, teorisyen, psikanalist ve yazar Bracha L. Ettinger, kendi sözcüklerini üreterek ortaya koyduğu, katmanlı düşünce dünyasını yansıtan kavramları ile tanınıyor. Başarılı bir kuramcıyken, 80’li yıllarda sanat üretimini göstermeye başlayan Ettinger, kaynağını “gizemli” olarak tanımladığı sanat pratiğinin onun için öncelikli olduğunu ifade ediyor. Sanatın taşıyıcı ve dönüştürücü gücüne inanan Ettinger ile, 14. İstanbul Bienali’nde ARTER’de sergilenen, çizimler, yağlı boya eserler, enstalasyon ve ses kaydına kadar farklı parçalardan oluşan projesi üzerine konuştuk.

Medusa, 2012

röportaj sena başöz

Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori başlıklı 14. İstanbul Bienali bağlamında ARTER’de izleyebileceğimiz işinizden bahseder misiniz? Nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz? And My Heart, Wound-Space Within Me. Eurydice-Medusa sergisi çoğunluğu son 10 yılda tamamlanmış, 15 yağlı boya tablo ve son 30 yılda ürettiğim yazı ve çizimleri içeren 76 defter, ses kaydı ve bir enstalasyon etrafında şekilleniyor. Ayrıca projeye bir de sanatçı kitabı eşlik ediyor. Yaratım süreci birkaç yıla yayılan her bir resim, süreç içerisinde gitgide yok olan bir imajdan başlayarak, kendi zamanını, kendi fikrini, mekan ve ışık hissini sarıp sarmalıyor. Ve bazen başka türlü insan figürleri -terkedilmiş ve ölümleriyle yüzleşen anneler, kadınlar, çocuklar- olarak ortaya çıkıyor. Kül rengi atmosferik sulara gömülü, ışıktan önce kaybolan Eurydice, sarı sularda süzülen şok olmuş bir Medusa, yüzsüz bir ağız, vücutsuz bir yüz, çıplak bir vücut, boğulan Ophelia, gökyüzünde krizalit... Kadının embriyona ait iç sıvısı, insan hayatının geçişinin bıraktığı izler, deniz, gökyüzü ve kozmos, titreşim halinde... Bu kadar katmanlı bir projeyi sergi mekanında nasıl tecrübe ediyoruz? Resimler, mekana aralıklı olarak yerleştirildiğinden her biri, tek başına görülüp, bilinip, hissedilebiliyor ve deneyimlenebiliyor. Aynı

zamanda tıpkı atölyedeki gibi resim topluluğu içindeki titreşimi, örtüşmeyi ve örgüyü hissetmek de mümkün. Resimler, defterlerin yanında, yine atölyedeki gibi aynı görüş alanında yer alıyor. Enstalasyon, diğer iki işle birlikte, atölyeyi yankılayan bu psişik zihinsel mekanda izleyiciyi zaman geçirmeye davet ediyor. Mekana girdiğimizde, merkezin solunda, izleyici İbranice mekan ve yara anlamına gelen halal kelimesi etrafında şekillenen bir metnimin okumasından oluşan ses işini dinleyebilir. Paul Celan’ın bazı şiirlerini içeren ve onlar etrafında şekillenen metin, resimlerin üretim süreci bağlamında düşünüldü. Merkezin sağında ise, arşiv öğelerinden ve bir atölye manastır masasından oluşan “Baba görmüyor musun” (n.3). isimli enstalasyon işi yer alıyor. Bu enstalasyonu düşündüğümüzde, psikanaliz teorisi içinde oluşturduğunuz kavramları, sanatsal üretiminiz aracılığı ile fiziksel mekana taşıdığınızdan söz edebilir miyiz? Eğer işlerimden önce teorik çalışmalarımla karşılaştıysanız, psikanalitik ve felsefi teori içinde ifade edilen düşüncelerimin, belli bir sanat üretimine yol açabileceği gibi bir ön-fikir edinmiş olabilirsiniz. Ama işlerimle karşılaştığınızda anlayacağınız gibi sanat üretiminin kaynağı herhangi bir ressama göründüğü kadar bana

XOXO The Mag


Notebook, 2008

başlıyor. Soyut veya figüratif veya taşıyarak veya birbirini etkileyerek... Sanat aynı anda hem yaralamak hem de iyileştirmektir.

da gizemli geliyor ve motivasyonunu teoriden almıyor. Resimlerim kavramlardan ortaya çıkmıyor, tam tersi resim yapma süreci her tür semantik içeriği, teorik çerçeveyi ve kavrayışı önceliyor. Resim, kavramsal dünyanın sunduklarını askıya alıyor. Ben bir ressamım. Uzun saatler, günler, aylar hatta yıllarca resim yaparım. Zaman zaman bir fikir ortaya çıkar, not alırım. Bazen geceleri bu notları okurum, bazen anlarım, bazen ise okuduklarım havada kalır... Sonra şekiller düşüncelere dönüşür ve aklıma ne gelirse bir deftere not alırım. Bunların bilgiye, düşünceye veya iyileşmeye bir katkısı olacağına kanaat getirdiğimde bu notları birbiriyle örerim ve onları psikanaliz alanının filtresinden geçirerek daha tutarlı bir şekilde yazmaya çalışırım ki zaten ben bizzat bu alanda çalışan bir akademisyenim. Ama benim için renk ve çizgilerle biçimler yaratmanın, yani renk-ışık araştırmasının önceliği var.

Bu bahsettiğiniz travmaların kişisel tarihinize bir referansı var mı? İkinci Dünya Savaşı sırasında ailem Avrupa’daydı. Çoğunu tanımasam da onların travmatik izlerini takip ettim. Bir iz belirginleşince artık anonim olmaktan çıkar ve artık o izin, sanat tarafından dönüştürülen kalıntıları tanıklık eder. Daha çocukken, Avrupa’nın kalbinin kanadığını ve benim ismimin onun yaralarından sadece birinin ismi olduğunu biliyordum; bilmeden-biliyordum. Annemin kız kardeşi Etka, Auschwitz’den dönmüştü, bana tekrar ve tekrar: “Tek bir hatıra dışında hiçbir şey hatırlamıyorum. Kafam kazınmıştı ve ne zaman barakaların pencerelerinin önünden geçsem, kendimi tanıyamıyordum. Bunca kadın arasında hangisi benim bilemiyordum. Tek hatıram bu.” derdi. Sonra bir gün başka bir hatıra daha hatırladı: “Anneannen Bracha, küçük kuzenin Ruschka’ya bir saç tokası vermişti. Ruschka bu hazinesinden hiçbir zaman ayrılmadı. Oraya vardığım gün, bir anda tüm o kafası kazınmış çıplak çocukların içinde, elinde tokasını tutan bir çocuk gördüm.” Kızı Frieda-Gitel’i Ghetto’da tifüsten kaybeden teyzem Sara hep şöyle derdi: “Hepimiz deliyiz. Hepimiz hala oradayız.” Babam ise “Her zaman göçmenlere yardım etmeliyiz. Neden ve nerede olduğu önemli değil, göçmen senin kardeşindir. Bir gün sen de o durumda olabilirsin.” derdi. Fakir ve göçmen bir aileye doğdum. Çok az şeyimiz olmasına rağmen birkaç sanat kitabımız ve Gustav Dore’nin resimlediği bir İncil’imiz vardı. Paul Celan “Dünya gitmiş, Seni benim taşımam lazım.” diye yazmış. Dünya gitmiş ya da ben dünyadan çekildim ya da artık hiçbir etik anlamı kalmadı. Bu bağlamda, bir “ain”e, yani İbranice hiçliğe, dönüştü. Artık güzellik kalmadı.

“21. yüzyılın başında çok büyük travmatik ağırlık taşıyoruz ve sanattaki estetik şahitlik, bunu kültürün yüzeyine getiriyor.” diyorsunuz. Sanat ve teori ayrımı yapmadan üretim pratiğinizi düşündüğümüzde üretme ihtiyacınızda ‘kişisel şifa’ sözcüğünün bir karşılığı var mı? Bu yolla travmalarla dolu, adaletsiz bu dünya sizce daha katlanılabilir bir yere dönüşebilir mi? Bu konuda ne kadar iyimsersiniz? Bence şifa sanatın işlevlerinden biri. Dünya travmalarla dolu ve adaletsizlik hüküm sürüyor. Katlanmak ve taşımak kelimeleri İbranice, Almanca, Fransızca ve başka dillerde aynı kökenden geliyor. Dünyayı daha katlanılabilir kılmak taşıma işlevinin öznelliğin yapısına girmesi anlamına geliyor. Ben buna “carriance” adını veriyorum. Sanat taşıyor ve taşıdığını dönüştürüyor. Bu bağlamda, bu estetik cevap-verebilme halinden etik sorumluluğa geçişin işaret edildiği mekan, alan ve gerçek yer, bir laboratuvara benziyor. Güncel sanat, yani benim ilgimi çeken kısmı, bu tür süreçlerle meşgul. Materyallerle, ilişki modlarıyla, çevre müdahaleleriyle ve konularla

Başarılı bir teorisyen ve yazar olarak sanat pratiğinize 153


Notebook, 2014

Notebook, 2015

Notebook, 2013 Notebook, 2013

devam ederken, işleriniz üzerine kapsamlı bir eleştiri metni yazılmasının kolay olmayabileceğini hiç düşündünüz mü? Bir sanat eserini kavramlar ve eleştiri yazıları ile yakalamaya yönelik her tür girişim, eser benim olsun, olmasın felaketle sonuçlanmaya mahkumdur ama aynı zamanda kutsaldır. Yorumlama ve eleştiri Sisyphean’dır; sonu gelmez ve resim görünenin ardında nefes alıp verdikçe her zaman baştan başlamak gerekir. Başka bir boyutta çalışır. Eğer resim iyiyse ve işini yapıyorsa, her zaman gizemini korur ve yeni yorumlar için sessiz çağrılar göndermeye devam eder. Ben resmi bir müzik parçası gibi düşünüyorum. Resim işitsel alanda çalışır. Bir eleştiri yazısı onun evrenine girmemize yardımcı olabilir ama bizi resmin atmosferine sokmaya yetmez. Resimler, kendi renk, şekil, çizgi, imaj, özne, mekan ve ışıklarıyla çalışmaya devam edeceklerdir. Her bir resim zaten bir evrendir ve defterdeki her bir sayfa üzerine konuşabileceğimiz daha büyük bir projenin bir parçasıdır, ama bir yandan kendi tekilliğinde de çalışır. Birkaç resim ve defter arası geçişlerde içimdeki ve dünyadaki farklı mekan-zaman kesitleri yoğunlaşır. Aslında birçok ressam düşüncelerini yazma ve kuramsallaştırma ihtiyacını duymuştur. Leonardo Da Vinci’nin, Paul Klee’nin, John Cage’in ve Wassily Kandinsky’nin defterlerini ve yazılarını düşünün. Şairler kuramsallaştırır, keza bazı müzisyenler de öyle... Bu tarz yazım işe bir köprü kurabilir, yaratıcı eylemi anlamak için var olanlara ek bir kaynak oluşturabilir veya sadece eleştirilmek için vardır. Zaten, kuramsallaştırma dayanılmaz bir arzudan kaynaklanıyorsa kendinize “Bu yazının işimin okumasına nasıl bir etkisi olur?” diye sormazsınız. Onun yerine; “Bu yazının bir değeri var mı? Bunu basmalı mıyım? Dünyaya bir şey sunuyor mu? Üretim, yaratım veya açığa çıkarma süreçlerine hiç ışık tutuyor mu? Benim paylaşmak istediğim vizyona daha fazla giriş noktası sağlıyor mu?” diye sorarsınız. Sanatçı ve psikanalist olarak ‘kadın sanatçı’ etiketi ile nasıl ilişkileniyorsunuz? Kadın krizalit ve kelebektir, Medusa ve ‘deli kadın’dır. İşlerimdeki

deli kadın bu durumu için bir çözüm arayışında değildir. O öylece kalır ve hatta yeniden kadın olur, yeniden deli olur. İmajın içindeki soyutun işleyişi aracılığıyla yaratılan özne olarak Halal –mekan– derinlerde topluluğun farklı öğeleri arasında bağ kurar ve başka topluluklarda da titreşir. İbranicede H. L. L yaratmanın kökenidir: Leholel. Halal’dan halala’ya dönüşüm... Halala: Kadının yarası ve mekanıdır. Kötü muamele görmüş kadın, deli kadın konumuna itilmiştir; yanına katılmak istemeyeceğin, hor görülmüş, aşağılanmış, hayat verirken ölümden dönmüş... O kadın yaratıyor. Benim içimde, senin içinde ve dünyada... Onun kalbi senin içinde bir flüt. Bugün benim kadına olan ilgim kadını cinsiyet olarak tanımlamak değil, insan öznesi kavramını tekrar ele alıp, bu yönde değiştirmektir. Böylece özne daha insani, kapsamlı olacak ve feminen yönlerimizi bünyesinde barındıracaktır. İnsan öznesinin, feminen taraflarımızdan izler taşıyacak bir yönde dönüşmesi neden önemli? Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Öncelikle feminen-annelik-rahme ait olan sembolik alana ipotek konulması tam bir insanlık trajedisidir. Ve belki de sanat, ‘kadın sanatçı’ figürleri aracılığıyla, buna değer verilebilen yegane yerde duruyordur. Bu sembolik değer, diğer değerleri etkileyerek arada bir denge oluşturabilir. Ve bu noktadan sosyal alanda dönüşüme yönelik bir müdahale umut edebiliriz. Feminenin arkaik zamanmekan-konumu çok gizlenmiş. Zalimliğe bu derece gömülmüş, karanlık bir dünyada, bence hala sadece feminen olan ve anneliğe ait olan aracılığıyla “Güvenin sonuna geldiğimiz noktada tekrar güvenebilmek mümkün mü?” diye sorabilir ve bu akışı iyileşmeye doğru etkileyebiliriz. Şefkatle ve şefkat aracılığıyla, hayranlık ve büyülenme ile çalışmanın mümkünlüğü, kadının bedengerçekliğinin süblimasyonundan ve anneliğin sembolizasyonundan geçiyor ki kadın içinde yaşadığı dünyaya, kültüre, topluma ve politikaya başka bir açıdan ulaşabilsin.

XOXO The Mag


@SocratesDergi

@socratesdergi

socratesdergi.com

socratesdergi


BIENNIAL

THEASTER GATES

Kültürel Dönüşüm Katalizörü Son yıllarda yıldızı parlayan bir ‘maker’, Theaster Gates. Şehir planlamacılığı, Afrika dinleri, seramik gibi farklı disiplinlerin peşinden giderek kendine kattıklarını sanat dünyasına taşımak için sıradışı bir yöntem seçti. Chicago’nun tekinsiz mahallelerinden birinde terk edilmiş bir evi, geri dönüşüme girmiş eşyaların toplandığı, müzik arşivi ve kütüphane işlevleri olan, performansların gerçekleştiği bir kamusal alana dönüştürdü. Şu anda tüm mahalleyi kültürel bir odağa dönüştüren Gates, 14. İstanbul Bienali için Tophane’de benzer bir proje gerçekleştiriyor.

A Complicated Relationship Between Heaven and Earth; or; When We Believe, Artes Mundi Prize National Museum, 2014, Installation , Photo: Artes Mundi, Courtesy the artist

röportaj hande oynar

“Güzellik temel bir haktır.’’ demiştiniz. Bir sanatçı, şehir planlamacı ve üniversitede ders veren bir hoca olarak, bu hakkın pek de farkında olmayan bir şehre bunu nasıl öğreteceksiniz? İstanbul’da her gün bir şeyler yapacağım. Basit ve zarif ama küçük şeyler. Bunları başkalarına hediye edeceğim, zamanımı konuşarak ve dinleyerek geçireceğim. İnsanların benimle o anı paylaşmaları için heyecan duyacaklarını umduğum bir toplaşma alanı olacak. Öğretmek değil, paylaşmak için... İstanbul’a daha önce hiç geldiniz mi? Bienal için araştırma süreciniz nasıldı? İstanbul’a dört kez geldim. Projelerin hepsi farklı ama her birinde ben gerçek bir öğrenci gibi yanımda hem gerçek sorular hem de bir enerji getirmeye çalışıyorum. Araştırmam aslında, bana ait olan şeyler arasında İstanbul’u ve Türkiye’ye dair bir tarihi aramaktan ve bunlarla ilgili olabildiğince çok şey öğrenmekten ibaret. Bienal için yaptığınız işi çok merak ediyoruz. İşin adı ‘Three or Four Shades of Blues’, Charles Mingus’ın 1977’de Atlantic Records’dan çıkan albümünün adı. Bu iş, benim dinleme eyleminin karmaşıklığını dile dökme çabam

aslında. Burada hem bir insanın diğerini dinlemesinden hem de iki yerin veya iki disiplinin birbirini dinlemesinden bahsediyorum. ‘Three or Four Shades of Blues’ öncelikle, yeni kültürel üretimin gelişebildiği bir yer. Bu üretim sırasında mekanı tanımaya başlıyoruz. Her gün buraya gelip bir şeyler yapıyorum, etrafımdakileri taklit ediyorum, dinliyorum veya onlara bakıyorum. Mekanın içindeyken iki önemli konuyu düşünüyorum: İznik çinileri ve Ahmet Ertegün’ün caz geleneği üzerindeki etkisi. 17. yüzyıldan kalma bir kaseden kişisel koleksiyonumda bulunan bir dizi malzemeye dalarak büyük yaratıcıların izini sürebileceğim ipuçları arıyorum. Onları seslerde ve kilden yaptığım bedenlerin ıslaklığında bulmaya çalışıyorum. Dinleyebildiğim kadar dinleyerek geçmişle arkadaşlığımı su yüzüne çıkarmaya çalışıyorum. Tophane’de sanat mekanlarıyla mahalle sakinleri arasında süregelen sürtüşmeyi biliyorsunuz. Emlak piyasasının aktörleri, sanatçıların yerleştiği semtlerde fiyatları yükseltme eğiliminde olabiliyorlar. Bu durumdan asıl sanatçılar zarar görse de sanatın varlığı bu tip yerlerde tehdit unsuru gibi algılanmaya başladı. Hemen alt tarafında Karaköy ciddi bir değişim geçirirken Tophane’nin gençleri bu durumu

XOXO The Mag


Theaster Gates, Tarring, 2013, Photo: Sara Pooley, Courtesy the artist

bir heykelsiniz.” Sizce sizi en çok etkileyen sanatçılar kimler? Beni derinden etkileyenler genellikle sanat dünyasının dışından kişiler.

bir tehdit olarak algılayıp buna karşı şiddetli tepkiler gösterebiliyorlar. Farklı şehirlerde yer alan benzer özelliklerdeki semtlerde yaşadığınız deneyime bakarak, Tophane’nin en çok neye ihtiyacı olabileceğini düşünüyorsunuz? Bu soruyu tam anlamıyla cevaplayabileceğimi sanmıyorum. Ama Tophane’nin neye ihtiyaç duyduğunu söyleyebilirim. Yaratıcılık da açgözlülük ve para hırsından her zaman uzak değil. Mutenalaştırma benim için varsıllığın geçmişten gelene duyarlılık gösterememesi. Paraya dönüştüremediği şeylere değer biçmeye gönülsüz olmak. Gençlerin tepkisi bir adalet yakarışı, ve bu çok da anlaşılır çünkü hızlı bir dönüşüm şiddet içerir. Müteahhitler ve gelecekte kendilerine yer açmak isteyenlerle o yerin eski sahipleri arasında bu duygu bileşimiyle ilgili bir farkındalık olmalı. Bazı zamanlar geçmişle gelecek bir türlü barışmaz. Değişimin en iyi hali, bütüncül olandır, bu da var olanı ortadan kaldırarak olmaz. Bir yerde değişim görme arzumuza dikkat etmeliyiz.

Şehir planlaması okudunuz ve kendinizi her zaman bir ‘maker’ olarak tanımlıyorsunuz. Hayatınızda sanatın yeri nedir? Aslında kendime yeni yeni sanatçı diyebiliyorum. Whitney Bienali’nden sonra bile, işlerimin hala olgunlaşmakta olduğunu ve herhangi bir unvanı hak etmediğimi düşünüyorum. Birçok sebepten dolayı ‘sanatçı’ unvanı beni pek endişelendirmedi. Çoğu zaman yalnızca bir şeyleri yapmaya çalışan, dünyaya yeni fikirler kazandıran ve objelerle düşünen biriyim. Yaptığınız şeyin sanat olduğuna ne zaman karar verdiniz? Sanat karmaşık ve aldatıcı. Benim sanat olduğunu düşündüğüm bazı şeyler başkası için öyle değil. Bence bir bakıma ben hep sanatçıydım ama insanlar benim biraz daha farklı olduğumu düşünüyorlardı.

Siz benzer mahallelerde gerçekleşen projeleriniz için hiç protesto edildiniz mi? Bazı insanlar benim projelerimin ırksal ve mekansal eşitsizlikleri saklamak için bir paravan olduğundan endişe duyuyorlar. Benim bazı mekanlara bağlılığımın ardında, yerel platformlar yaratmanın ve kültüre olan inancımın ötesinde niyetlerim olduğuna inananlar var. Bazı yönleriyle benim işlerimin yok etme amaçlı olduğuna dair bir korku var, halbuki ben sadece kültürün kendi halinde oluşmasına yer açmaya çalışıyorum. Ama bu konudaki soru ve endişeleri de kesinlikle yerinde buluyorum. Bugünle geleceğin getirecekleri arasında geçmesi şart olan bir diyalog bu. Anca mekanı zamansal düzlemde düşündüğümüzde, hem protestoların hem de benim emeğimin değerini anlayabiliriz.

Artes Mundi Ödülü’nüzü, kazanamayan diğer sanatçılar arasında paylaştırdınız. Kendinize saklayabilirdiniz veya projelerinizden biri için kullanabilirdiniz. Bu cömertlik nereden geliyor? Ödül açıklanmadan önce, Artes Mundi sanatçılarıyla sohbet ediyorduk. Ödüllerin ne kadar katlanılmaz olduğunu ve birbirimizin işlerine ne kadar saygı duyduğumuzu konuşuyorduk. Kazanan veya kaybeden olmamalı diye düşündük. Bu konuyu ciddiye aldım ve içgüdüsel olarak teklif ettim. Ne yazık ki bu jest sergideki işlerin önüne geçti. İnsanların paylaşılan ödülden çok işle ilgili konuşmalarını isterdim. Öyle olması için yapmamıştım ama belki bu jest de bir iş olarak algılanabilir.

Çömlekçi, müzisyen, heykeltıraş, performans sanatçısı... Bana göre daha çok Joseph Beuys’un tanımıyla “sosyal 157


BIENNIAL

PROF. EZRA GETZLER

Matematik Her Yerde Aynı 14. İstanbul Bienali için Türkiye'ye gelen Prof. Ezra Getzler ile matematik, sanat ve estetik ile ilişkisi, yaratıcılık ve matematik ile uğraşmanın keyfi üzerine konuştuk. ABD'de Northwestern Üniversitesi'nde matematiksel fizik üzerine araştırma yapan Getzler matematiğin sanat ile derin ilişkisini ortaya koyarak kimimizi şaşırtıp, bazılarımızdaki matematik korkusunu hafifletiyor.

Pi-shaped poles for power lines at Fermilab

Hyperbolic Obelisk (Acqua Alle Funi) at Fermilab

röportaj alp bassa fotoğraflar fermilab'in izniyle

Matematik yaratıcılık gerektirir mi? Matematikçilerin yaratıcılık göstermeleri gereken birçok katman var. İlk başta tahmin aşaması var: Matematiksel objelerin gözlemsel olarak doğru görünen özelliklerini aramak. Bu çoğu zaman tekrar tekrar yapılan hesaplamalara dayanıyor ki bunlar zevkli oluyor. Burada yaratıcılık gerektiren nokta, nereye bakmak gerektiğini bilmek. Sonrasında bir ispat bulma adımı geliyor: Her ne kadar ispat, tanımı gereği çıkarımsal, mantıksal bir yapı olsa da ispat süreci çok daha sezgiseldir. Son olarak da bulduklarınızı diğer matematikçilerin kolayca anlayabileceği bir şekilde yazma adımı geliyor. Yani bir matematikçinin çalışmasının her bir aşaması kendine has bir yaratıcılık gerektiriyor. Bir örnek vereyim: Öklid’in sonsuz tane asal sayı olduğunu söyleyen teoremine yol açan sürece bakalım. İlk başta asal sayı kavramının tanımı ve her tam sayının asalların çarpımı olarak yazılabildiği keşfedildi. Ardından çok fazla asalın var olduğu fark edildi ve asalların büyüklüğü ile ilgili bir sınır olmadığı tahminine varıldı. Öklid de bu tahminin doğru olduğunu gösteren, bugün de herkesin okulda öğrendiği ispatı keşfetti. Bu adımların her biri fevkalade yaratıcılık gerektiriyordu. Sizce matematik sanat mı, yoksa bilim mi? İkisi de değil, kendine has bir alan. Bence “matematik yapmak” bazı açılardan şiir yazmaya benziyor. Her ikisi de bir dil kullanıyor, fakat bunu hepimizin alışık olduğu halinden çok daha yoğun bir şekilde kullanıyor. Matematik çok geniş bir alan. Bazı kısımları sanata daha yakın; örneğin geometri, bazı kısımları ise bilime daha yakın; örneğin nümerik analiz.

Benim alanım olan matematiksel fizikte her ikisi de var. Einstein’ın bu yıl yüzüncü yılını kutladığımız genel izafiyet kuramından beri geometri bu konunun gelişmesinde çok önemli bir rol oynadı. 14. İstanbul Bienali kapsamında sanatçıları ve matematikçileri buluşturan bir etkinliğe katılmak üzere İstanbul’dasınız. Böyle bir projeye nasıl dahil oldunuz? 2014 yılının sonlarına doğru Northwestern Üniversitesi’nde sanatsal çalışmalar ve matematik ile bilim arasındaki ilişkilere büyük bir ilgi vardı. Benden de bir grup lisansüstü sanat öğrencisi için Düğüm Kuramı'na giriş niteliğinde bir konuşma yapmamı istediler. Sonrasında olaylar birbirini izledi... Bu benim için de yeni bir deneyimdi. Öte yandan, ben de uzun bir süredir kişisel olarak çağdaş sanat eseri koleksiyonu yapıyorum: Resimler, fotoğraflar ve son dönemde heykeller. Bu nedenle sanatçıların ne istediğini az çok biliyordum. Profesyonel matematikçilerin çağdaş sanat etkinliklerine dahil olmaları çok görülen bir şey mi? Geçmiş yılların en ilginç film şirketlerinden biri olan Pixar, yüksek hızlı hesap kullanımı ve matematiksel teknikleriyle animasyon dünyasında bir devrim yarattı. Pixar en başından beri matematikçilerle yakın ilişki içindeydi: Özellikle Amerikalı geometrici William Thurston ile çalıştı. Issey Miyake modaevi ve tasarımcı Dai Fujiwara ile de çalışan Thurston benim İstanbul’daki sunumumun da merkezinde olacak. Chicago kamusal alanda yer alan heykelleri ile ün salmış bir şehirdir: Picasso, Miró, Dubuffet, Abakanowicz, Kapoor ve daha nice ünlü sanatçının önemli eserlerini şehrin merkezinde bulabilirsiniz. Ben

XOXO The Mag


Tractricious sculpture at Fermilab

bunun için uğraşıyor. Mesela Fields madalyası sahibi Terry Tao, The Colbert Report’a dahi çıktı.

matematiksel fizik alanında çalıştığımdan, işimde matematiğin yanında yüksek enerji fiziği de önemli bir rol oynuyor. Bu kapsamda Chicago yakınlarındaki Fermilab’in kurucusu olan Robert R. Wilson’dan söz etmek istiyorum. Birinci sınıf deneysel fizikçi olmakla birlikte aynı zamanda ciddi bir heykeltıraştı. Bu ruhu bütün Fermilab kampüsüne aşılamış. Burayı gezmek sanat ve estetik ile ilgilenen herkes için çok etkileyici bir deneyim. Kaderin cilvesi olacak, Fermilab, adını Chicago Üniversitesi’nde çalışırken 2 Aralık 1942 tarihinde ilk defa kontrollü nükleer reaksiyon yapmayı başaran Enrico Fermi’den alıyor. Bu büyük başarıya ulaştığı yerde ise günümüzde Henry Moore’un ‘Nuclear Energy’ isimli heykeli yer alıyor.

Matematikte de trendler var mı? Günümüzde matematiksel açıdan ilginç ve cazibeli olan bir şey yüz yıl sonra da öyle kalacak diyebilir miyiz? Modalar farklı sebeplerden doğar. Bazen çok parlak bir matematikçi gelir ve önemli bir problem için yeni bir yaklaşım ile ortaya çıkar. Son dönemde buna örnek olarak aklıma gelenler Witten ve Kontsevich. Son zamanlarda yaygınlaşan bilgisayar teknolojisi ile artık yeni hipotezleri desteklemek için büyük miktarda hesap yapmak daha ucuz ve pratik hale geldi. Bu da 19. yüzyılda daha popüler olan ve sonrasında modası geçen bir matematik stilinin tekrardan canlanmasına sebep oldu.

Bienalin teması doğrular, dalga boyları, sanat ve spesifik olarak da su üzerine araştırmayı kapsıyor. Konuşmanız bu temayla nasıl örtüşüyor? 19. yüzyılda Riemann’ın 1861’deki tezinde yer alan fikirlerle tarif edilen ve William Thurston’ın Düğüm Kuramı’nda karşımıza çıkan negatif alan kavramının heykel ve resim gibi sanatlarda bulduğu karşılık ve hiperbolik alanlar üzerine konuşacağım. Geometri doğrular üzerinedir -bu hiperbolik alanların temel özelliklerinden biri bu doğruların sonsuza gitmesi: doğrular kendi üzerlerine kıvrılmaz ya da uzayın sonunda aniden kesintiye uğramaz. Geometri üzerine çalışmanın temel yollarından biri içindeki dalga hareketleri üzerine çalışmaktır. Benim tartıştığım matematik aslında uzaktan da olsa yerçekimi dalgalarıyla bağlantılı, bunlar suda değil uzayın kumaşında görülen dalgalar. Ama sudaki dalgaların matematiği ile yerçekimi dalgalarının matematiği arasında benzerlikler var. Burada anlatılamayacak kadar geniş bir konu bu, ama İstanbul’da biri bu soruyu sorarsa çok memnun olurum.

Sizin hikayenize dönersek, matematiğe olan merakınızı tetikleyen ne oldu? Aslında söylenecek pek bir şey yok. Çok genç yaşta matematikten zevk almaya başladım. Sonrasında, yaklaşık 10 yaşındayken, Isaac Asimov’un bir kitabı benim temel parçacıklar ve doğadaki dört temel kuvvete olan ilgimi tetikledi. Bundan sonra da hayatım bunları daha iyi anlamaya çalışmakla geçti. Ve işimden muazzam zevk alıyorum. Matematik dünyanın her ülkesinde aynı olduğundan bizim alanda neredeyse hiçbir sınır yok. Dolayısıyla da matematik çok geniş tabanlı bir uğraş... Örneğin geçen sene Fields madalyası Brezilya, İran, İsviçre ve ABD’den matematikçilere verildi. Hayranlık duyduğunuz bir matematiksel sonuç var mı? Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı'na ve onunla ilgili her şeye hayranım. Onun dünyasında, tahayyül edebileceğiniz en basit denklemler deneysel verilerle hayal edilebilecek en iyi derecede uyuşur. GPS bu kurama dayanır, dolayısıyla günlük hayatımızda telefonlarımızdaki uygulamaları kullandıkça aslında farkında olmadan Genel İzafiyet Kuramı’nı doğrulamış oluyoruz. Bu kuram ayrıca doğrudan fizik için uygulaması olmayan birçok güzel geometrik sonucun keşfine önayak olmuştur. Örneğin Harvard Üniversitesi’nden Yau sonlu büyüklükteki (tıkız) uzayların sabit eğriliğe sahip geometrileri olduğunu gösterdi, ki bu da Görelilik Kuramı'ndan gelen Einstein denklemini sağladıkları anlamına geliyor. Thurston’ın sonuçları da bunu bir anlamda sonsuza giden uçları olan üç boyutlu uzaylara genişletti.

Birçok insan için matematik kötü anıları çağrıştırıyor. Ama öte yandan matematikçiler matematiksel sonuçların güzelliğinden veya matematiğin verdiği keyiften bahsediyor. Bu bir çelişki gibi görünüyor. Bizi bu konuda aydınlatabilir misiniz? Uygun hazırlıklardan sonra gerçekten de matematiksel sonuçlardan keyif almak mümkün. Kanımca problem kısmen bu hazırlığın çok zahmetli olmasından kaynaklanıyor: Piyano çalmayı öğrenmektense daha çok keman çalmayı öğrenmeye benziyor. Ama matematikçilerin bu güzelliği bahsettiğim altyapıya sahip olmayan insanlara aksettirmek için kesinlikle daha çok çaba göstermeleri gerekiyor. Bazı matematikçiler de gerçekten 159


BIENNIAL

MARCOS LUTYENS

Kolektif Zihnin Kıyılarında Marcos Lutyens kolektif hipnozu, sanat alanında kullanan bir sanatçı, 14. İstanbul Bienali için izleyicinin duyularını harekete geçirecek bir deneyim alanına dönüştürdüğü Kaptan Paşa Deniz Otobüsü’nde, çok katmanlı bir enstalasyon tasarladı. Gerçekleştirdiği hipnoz seansları sırasında, sanatçı ve katılımcının ziyaret eden ve edilen denkleminde rol değiştirdiğinden bahseden Lutyens ile Bienal işinin detaylarını, hipnoz alanındaki çalışmalarını ve sanat aracılığıyla şifalanmayı konuştuk.

Circatextian, The Hypnotic Show, dOCUMENTA (13), 2012, Courtesy of the artist

röportaj yasemin özcan

14. İstanbul Bienali için tasarladığınız ‘Neurathian Boatstrap’ işinizden bahseder misiniz? Genel fikir, ilerledikçe, yol aldıkça dönüşen bir gemiye benzetilebilir. Avusturyalı filozof-sosyolog Otto Neurath’tan gelen bu başlık, dilin bütüncül doğasıyla ilgili bir benzetme olan Neurathian Bootstrap kavramına bir referanstır ve Theseus Paradoksu olarak da bilinen Theseus’un Gemisi’nden ilham alır. Theseus, Minotaur’u öldürüp Girit’ten geri döndüğünde, Yunanlılar gemiyi Atina’da sergilerler, yüzyıllar geçtikçe de geminin eski tahtalarını yenileriyle değiştirirler. Bu nedenle filozoflar, bir noktada kafalarını kaşıyıp, bunun aslında aynı gemi mi, yoksa yeni bir gemi mi olduğunu sorgularlar. Bu bağlamda, ‘Neurathian Boatstrap’, bir geminin hareket halindeyken de gerçekten dönüşebileceği gibi, gelişmiş bir fikirden ilham alıyor. Projenizi tanımlarken, iç benlik ve dış benlik ile bir dizi karşılaşma yoluyla, katılımcının dönüşmesinden bahsediyorsunuz. Burada nasıl bir dönüşüm hayal etmeliyiz? Çevremizdeki her şeye karşı olan duyarlılığımızı artırmaya ve dünyayı farklı bir bakış açısı ile görmeye dayalı bir dönüşümden söz ediyoruz. Buna hiç deneyimlemediğimiz renkleri görmek ya da hiç tanıdık olmayan sesleri duymak da dahil. Ve hatta mümkün olduğunu düşünmediğimiz biçimlerde algılamak da... Örneğin renkleri parmaklarımızla algılamaya “paroptic” görme deniyor. Ezoterizm, spiritüel dünya, nörobilim ve edebiyat referansları ile yarattığınız mekansal iklimde, izleyiciyi bir deneyime

davet ederek, ‘Neurathian Boatstrap’te hipnoz seansları gerçekleştireceksiniz. Hipnoza nasıl başladınız? Hipnozla ilk karşılaşmam 1990’larda Los Angeles’ta çok aktif ritüelistik bir performans sanatçısı olan Ron Athey aracılığıyla oldu. Ona bir performansında yardım ederken, UC Irvine’da felsefe profesörü ve hipnotist olan David McLemont ile tanıştım. McLemont, Ron’a ve performans ekibine acıyı kontrol etme ile ilgili yardımcı oluyordu çünkü bazı çalışmalar, anestezi olmadan acılı cerrahi işlemler gerçekleştirmeyi içeriyordu. Bu hipnotist-profesörden ve performans sanatçılarının, görünürde hiç acı çekmeden kendi bölümlerini gerçekleştirmelerinden çok etkilendim ve hipnozu merak ettim. Bu performansta birkaç hafta çalıştıktan sonra McLemont ile iletişimde kalarak, insanın sadece hipnozla ulaşabileceği noktalara beni itmesini istedim. Bazen katelepsi yani tüm vücudun son derece sertleşmesi veya amnezi, yani etrafındaki her şeyi, kendi adını bile unutman gibi ekstrem durumlara girdim. Bunlar çoğu insan için muhtemelen epey korkutucu olabilecek şeyler... Hipnotisti yönlendirirken amacım, kendi limitlerimi keşfe çıkmaktı. Örneğin onun bakış açısıyla süreç, hangi noktada tacizkar veya manipülatif bir hal almaya başlıyor ya da transa girenin bakış açısıyla hangi noktada korkunçlaşıyor... Böylece, başka insanlarla çalışırsam, neleri rahat hissederek yapabileceğimi içselleştirmiş oldum. Ayrıca “sorumlu davranmak adına” hipnoterapi dersi de aldım ve hipnoz sürecini klinik bir yolda, Milton Erickson çizgisinde öğrendim. Aldığım hipnoterapi eğitimi, 20. yüzyıl başlarında, basında yer alan bütün negatif haberlere rağmen, benim bilinçaltı ile ilgili pozitif görüşlerimi güçlendirdi. Freud ve B sınıfı Hollywood filmleri sağ olsun! İşin aslı Sigmund Freud’un

XOXO The Mag


The Hypnotic Show, dOCUMENTA (13), 2012, Courtesy of the artist

bütün malzemeler içinde, keçe, doğala en yakın malzemeydi çünkü keçe, sıkılaştırılmış liflerden yapılıyor ve çizgisel değil. Ayrıca İngilizcede keçenin (felt), duygular (feelings) kelimesine yakın olduğu gerçeği de hoşuma gidiyor, ki bu tam da projenin keşfetmeyi amaçladığı şey.

oğlu tarafından tasarlanmış bir evde büyüdüm, bu nedenle büyürken baskılanmış, iltihap toplamış bilinçaltı şeması hep etrafımdaydı. Hipnoterapinin babası Milton Erickson, “bilinçsiz zihnin yaratıcı, çözüm üretici ve genellikle pozitif” olduğunu söyler. Uzun zamandır bilinçdışı ile çalışıyorum. Benim için bilinçli zihin ile çalışan bir sanatçı olmak, özellikle başlangıç yıllarımda tatmin edici olmadı. Gördüğünüz gibi, şu an konuşurken bile bilinçli olarak düşündüğüm için kelimeleri seçmekte zorlanıyorum. Bilinçli zihin, başarıyı, trendi yakalayan işler üretmeyi ve işlerin satılmasını amaçlayan stratejiler yaratır. Kısacası, eğer bilince bel bağlarsan, her zaman kendi kuyruğunu kovalıyor, her zaman partiye geç kalan kişi olursun. Kafanda dersin ki “Tamam, şimdi şu sevdiğim sanatçı ile bu sevdiğim sanatçının işlerinin arasında bir şeyler yapacağım ve bu iş mutlaka başarılı olacak.” Ben bilinçli bakış açısını zihnimde böyle canlandırıyorum. Benim yaptığım, yaratıcı yaklaşımımın anahtarlarını bilinçaltıma vermek oldu. İlk başlarda transa geçip, sadece kendi içimde çalışıyor ve bilinçaltımdan ortaya çıkanlara izin vererek üretim yapıyordum. Zamanla, sürece güvenim arttıkça, bunu hipnoz vasıtasıyla yaratıcı olabilecek birçok kişiyle çalışmaya dönüştürdüm ve bunu farklı ülkelerde, yüzlerce seans yaparak keşfe çıktım. Böylece odak noktası, benim tekil zihnimden ziyaretçilerin zihnine kaydı. Bilinçaltını kolektif olarak keşfe çıkmak ama aynı zamanda her bir zihnin bir diğerinden oldukça farklı olabilecek otonomluğa sahip olmasını da çok ilginç buluyorum.

Alevilikte mimari olarak ‘eşik’ kutsaldır ve bulunduğumuz dünyada ölüp, içeriye yeniden doğmayı sembolize eder. Zahiri dünyayı dışarıda bırakanlar, bu kapıdan geçerken bedensel olarak eğilerek, dünyalılıklarını da eşiğin dışında bırakırlar. Bu büyüleyici! Bunu bilmiyordum. İşte tam da bu nedenle anahtarları bilinçaltıma devretmekle ilgileniyorum. Çünkü bilinçli zihnim bu bakış açılarını geliştiremiyor. Sanki, bu şemalar beyne kültürel değil biyolojik bir seviyede bağlantılanmış gibi. Var olan kültürel geleneklerle bağlantılar bulmak çok etkileyici. ‘Neurathian Boatstrap’de amaç, insanları vücutlarının ve zihinlerinin kendilerini yeniden yapılandırmak zorunda kalacağı yeni bir mekana açılan dar bir girişe doğru yönlendirmek. Bir şekilde, bir tür ölüm... Gemiye girerken bir dönüşüm sürecinin gerekliliği... Bir tür krizalit dönemine giriyorsunuz, inançsızlığın askıya alındığı bir yere... Bu gemi aslında bir yandan da Charon’un gemisi gibi bir geçiş aracı: Yaşam ve ölüm, uyanıklık ve uyku, uyanıklık ve trans hali, nefes alma ve nefes verme arasında... Bilinçdışı ile çalışırken birçok farklı arketip ve şemaya bağlantılar görmeye başlıyorsunuz. Kolektif hipnoz uygularken, sanatçı otoritesinden, bir anlamda izleyici ile aranızda bir asimetriden söz edilebilir mi? Kolektif bir hafızanın sorumluluğunu alırken, kaygılar taşıyor musunuz? Sizinle neden hipnoz deneyimi yaşayalım? Otorite ve benzer bir kelime olan otörlük bu süreçte ve bu enstalasyon özelinde, eritmekle ilgilendiğim kavramlar. Gemiye, gerek hipnoza girmek, gerekse enstalasyonu deneyimlemek için ne zaman bir ziyaretçi gelse, ben otoritenin ve yaratıcı otörlüğün anahtarlarını ona teslim ettiğimi hissetmek istiyorum. Böylece, işin izleri, onların deneyimleri içinde büyüyecek. Bu özellikle hipnoz seansları için geçerli. Carolyn Christov-Bakargiev dOCUMENTA(13)’deki işim için, ziyaretçilerin yaratıcı konuma geçmesi ile döngünün tersine işlediğini ve benim ziyaretçileri ziyaret ettiğimi söylemişti. Benzer bir süreç, 14. İstanbul Bienal’inde özellikle hipnoz seansı sonrası ziyaretçilerin deneyim paylaşımlarını sürdürmeleriyle de gerçekleşecek.

Enstalasyonunuzda keçe kullanıyorsunuz, bu da akla Beuys’un sanat pratiğini getiriyor. Keçe, ölümden yaşama geçişin, fiziksel dünyadan izolasyonun ve böylelikle spiritüelliğe açılmanın sembolü. Beuys’un sanatında şifa çok temel bir kavram ve nihai amacı toplumu dönüştürüp şifalandırmak… Belli ezoterik deneyimler “İyileşmeye giden yol, hastalanmaktan geçer.” kabulü ile ilerler. Sizin pratiğinizde böyle bir paralellikten söz etmek mümkün mü? Şifa bu projenin temel hedefi değil ama geminin içinde toplu iyileşmenin bir hali mümkün. Söylemeye gerek yok, Beuys’un işlerim üzerindeki etkisi oldukça güçlüdür. Onun Kassel’deki müdahaleleri, benim için çok açık ve anlaşılırdı. Gemide keçe ile bozulmuş ve kristalize olmuş eski tahta ve taş kullanarak yapmak istediğim, geminin alt kısmını koruyucu ve sıcak bir ortama dönüştürmek. İç mekanı yumuşatmak için düşündüğüm 161


BIENNIAL

FÜSUN ONUR

Su Ruhu

Hayatı boyunca Boğaz kıyısında yaşayan Füsun Onur kadar tuzlu su ile aşina olan nadirdir. Onun aile evi, İstanbul'a has mimarisi ve aşı boya kaplı ahşap cephesi ile Boğaz’ın görsel hafızasının bir parçası. Bu eve adım attığınızda zaman durur ya da apayrı bir hızda ilerler. Zamanın aktığını denize vuran akşam güneşinin yansımalarından ve dalgaların sesinden hissedebilirsiniz... Boğaz'a açılan atölyesi, tuzlu suyun malzemelerde bıraktığı izler... Evin rıhtımında İlhan Hanım tarafından fotoğraflanan eserleri sudan koparılamaz. Belki bu sebeptendir ki yıllar içinde birçok eseri, atölyede yer açmak üzere Füsun Onur tarafından Boğaz’ın sularına bırakılmıştır.

‘Dividing Space on a White Piece of Paper’, 1965-66

röportaj merve yeşilada çağlar

XOXO The Mag


Flamboyant, 2007, Tulle, ornamental beads, canvas, 57x35 cm, Fotoğraf: Hadiye Cangökçe

From an Exhibition, 1989, canvas, wood, gauze, gilding, paint, thread, 66x59 cm, Fotoğraf: Hadiye Cangökçe

gelişti? Aramızda sohbetler oldu, uzun uzun konuştuk. Carolyn etrafındaki insanların fikirlerini alıyor ama kafasında her zaman bir şeyler var. Benim ona bu süreçte neler verdiğimi düşündüğümde, aslında hiçbir şey vermediğimi görüyorum. Yalnız ben fikir teatisinde bulunurken, “Boğaz'da bir motor geçse, içinde bir şey olsa.” derken, Carolyn, “Heykel!” demişti. O motor düşüncesi aslında ben yapacağımdan değil, genel bir fikir olarak aklıma gelmişti, ama sonra Carolyn benim yapmamı teklif etti.

Geçmişte eserlerinizin sergilerden reddedildiğini veya sanat çevreleri tarafından anlaşılmadığını anlatmıştınız. Bugün sanatınızın kıymeti biliniyor sanıyorum, işleriniz artık anlaşılıyor mu sizce, ne değişti? Adım çıktı diye düşünüyorum. Hiç unutmam, bir zaman sergide benim işime bakarak, benim özellikle duyabileceğim şekilde, bir kadın, “Ben ABD'den yeni geldim, hiç böyle bir şey yoktu.” demişti. Şimdi ise tersi oluyor. Sanatınızın algılanışı ile ilgili bir gelişme yok mu? Öyle sanıyorum.

ARTER serginizde yer alan ‘Pembe Bot’ sekiz saat süresince Boğaz'da salınan bir pembe şişme bot ve ona bağlı dikdörtgen formlardan oluşuyordu. Bu bienalde de eseriniz su yolunu takip eden bir motorda olacak. Neden böyle olmasını tercih ettiniz? Ben burada olduğum için herhalde, göreyim diye.

Türkiye'de bugün üretilen işleri nasıl buluyorsunuz? Çok görmüyorum. Bir küratörle çalışma pratiğinizi ve üretim sürecinde onunla kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Onlar bana bir konu veriyor, ben de kendi işimi yapıyorum. O kadar. Yalnız bana önerdikleri sergileme mekanına itiraz etmem, oraya göre bir şey üretirim.

Peki ideal seyirciniz kim? Ne söylemesi gerektiğini düşünmeyen sade insanlar... İşlerimi duyduğundan, bildiğinden değil, hissettiğinden sevenler...

14. İstanbul Bienali ile ilgili çalışırken ne tür süreçlerden geçtiniz? Anlattığım gibi, motorun içinde bir şey geçse diye konuşmuştuk. Daha sonra bunu tekrar değerlendirdiğimde, motorun içinden heykelin gözükmeyeceğini ve motora yük gibi olacağını düşündüm... Ardından, motoru ağlarla giydirmeyi düşündüm, henüz başlardaydı, Carolyn’le görüşmemizin öncesinde tekrar değerlendirdiğimde böyle ağlarla sarılı bir teknenin geçmesi fikrinden sıkıldım, çok monoton geldi ve içimi sıktı. Hareket halinde bir motorda ne olmasını isterim diye tekrar düşünmeye başladım. Bir şeyler yazdım. Soru mu sorsun mesela dedim, “Nasılsın, iyi misin?”, “Düşündün mü?” gibi sorular. Ama soruların karşılığı olmayacak tabii, yalnızca düşünmeye teşvik edecekler. “Günaydın, ne yaptın bugün? Neşeli misin?” gibi. Derken aklım anlamsız ifadelere, daha doğrusu direkt bir anlamı olmayan ifadelere kaydı. Sonra Carolyn ile konuşurken de şiir fikri ortaya çıktı. Bir şiir okunuyor motorda, her geçtiğinde belki bir kelimesini yakalayabiliyorsun.

14. İstanbul Bienali sürecine gelirsek, Carolyn ChristovBakargiev bienalin küratörü olduğunda sizi bir nevi işbirliği yaptığı, fikir paylaştığı birkaç kişinin arasına davet etti. Bu görevin kapsamı nedir ya da süreç nasıl

Tuzlu suyun sizin için anlamı nedir? Serinlik, ferah, temizlik, açıklık... Doğduğumdan beri buradayım. Denizde küçük parıltılar olur ya, küçükken onları gördüğümde beni denize çağırıyorlar diye düşünürdüm.

Önerdiğiniz eseri kabul etmemeleri veya başka bir fikir önermenizi istemeleri halinde? O zaman çekilirim. Gençliğimden beri böyle. Bu dirayeti herkesin göstermesi gerekiyor, işime kimseyi karıştırmam. Ben küçükken evde kilden biblolar yapardım, annemin arkadaşları beğenip onlar için de yapmamı istemişlerdi. Bir süre, akademi yıllarına kadar, onları kırmamak için yapmıştım. Fakat kısa süre sonra fark ettim ki istek üzerine aynısını yaptığım biblolar o ilkiyle bir olmuyor, ruhu yok. Başkaları belki farkı anlamayabilirdi ama benim için anlamsızlaştığını fark ettim ve bibloları yapmayı sürdürmedim.

163


BIENNIAL

PINAR YOLDAŞ

Anahtar Kelime: Dolaşım Pınar Yoldaş meraklı biri, kendi deyimiyle de bir “nerd”. Hem bilim hem sanatla uğraşıyor, bir yandan sanat projeleri için var olmayan organizmalar ve sistemler üretirken, diğer yandan nörobilim alanında doktora yapıyor. Hem küratörlerle hem de bilim insanlarıyla dertlerini ve hayallerini paylaşabiliyor. “Tuzlu Su” teması çerçevesinde ne yapacağını merak ettiğimiz Pınar ile bir araya geldiğimizde denizlerin dibinde olup bitenlerden, kalpten, döngülerden ve açık suda yüzmekten bahsettik. Sonunda şunu anladık, Pınar için sanat ve bilim birbirinden ayrılmıyor; biri olmazsa diğeri de olmazdı zaten.

Saltwater Heart, Design sketches by the artist

röportaj seza bali

Başlarken, çok sevdiğin yazar Ursula Le Guin’den bir cümle okuyayım sana: “Eğer bilim kurgu modern teknolojinin mitolojisi ise, o mitoloji trajiktir.” Bu senin için ne ifade ediyor? Ursula’nın bu cümlesi tüylerimi diken diken etti. Le Guin, şu anda aslında yaşadığımız dünyada, hem pek çok çevre sorununu yaratan modern teknolojiden, hem de bize pek çok olanak sunan ama bizden de pek çok şey götüren teknolojiden bahsediyor. Yani bir nevi technophobia (teknolojiden korkma) ve technophilia (teknolojiye aşık olma). Onun önerdiği şey ise, ikisinin arasında bir yer. Teknoloji bize yararlıdır ama bu ne tür bir teknoloji olmalı? Suyla nasıl bir ilişkin var? Birincisi benim adım Pınar, suyla ilişkime buradan başlayabiliriz. Çocukluğum hep deniz kenarında geçti, yüzmeyi çok erken öğrendim, babam zıpkınla balık avlardı ve döndüğünde çeşit çeşit balıkları anlatırdı. Ben de sonrasında deniz gözlüğü ve paletle kendimce avlanmaya çıkardım. Hatta boğulma tehlikesi de atlattım, çok küçükken denize açılmıştım ve ayağımın basmadığı bir yere gelince resmen çukurun içine düştüm. Neyse ki komşularımız gördü de kolumdan tutup kurtardılar beni.

Peki bu olaydan sonra denize karşı bir korku oluşmadı mı sende? Hayır. O anda tek düşündüğüm şey şuydu: “İnsan çok korkunca çığlık atamıyormuş.” Bunu öğrendim. Ama ertesi gün denize geri döndüm. Açık denizde yüzmeyi seviyor musun? Uçsuz bucaksız denizler, okyanuslar karşısında ne hissediyorsun? Suyla hep bir ilişkim oldu. ODTÜ’de okurken cankurtaran topluluğunda yer alıyordum ve brövem vardı, yazları açık deniz yüzüşleri yapardık. Su, benim çok saygı duyduğum bir madde, bir yandan da kişisel yaşantımda hep suya yakın oldum. Ama İstanbul’da, burada yaşayan birçok insan gibi suyla ilişkim çok kopuk. Giremediğin bir denizden bahsediyoruz. Boğaz manzaralı ev deniyor mesela, onu Boğaz dekorlu bir ev olarak değiştirmek lazım aslında çünkü denizle bir ilişki içinde değiliz. İstanbul’da suya bu kadar yakın olup suyla ilişki kuramamak bir paradoks. Bienal projenden bahseder misin? ‘Saltwater Heart’ dolaşım sistemi üzerine. Hayatın devam edebilmesi için en önemli kavram olan dolaşım, biyolojide maddeleri bir hücreye veya bir hücreden başka bir yere taşır. Bunu, çok hücreli

XOXO The Mag


An Ecosystem of Excess, Pacific Balloon Turtle, 2014

organizmalarda, omurgasızlarda, memeli su hayvanlarında farklı şekillerde görürüz. Ben de organizmalar ve okyanustaki sirkülasyon arasında paralellikler kurmaya çalıştım. Aylarca, yapraklardaki damar sistemi ve sıvı dinamikleri üzerine araştırma yaptım, Boğaz’daki tuzlu suyu dolaştıracak bir sistem yaratmaya uğraştım. Boğaz dolaşımla ilgili çok ciddi sorunlara sahip bir yer.

burada biriktiğini görüyoruz. Plastiğin yolculuğuna başlamasından bu bölgeye gelmesine kadar geçen süre yaklaşık altmış sene. Bu süre içinde plastik fotodegradasyon dediğimiz bir süreçten geçiyor, yani su mikroplastiklere dönüşüyor. Jelatinimsi yapısı olan bir çorbaya benziyor. Ben de bu projede, bu girdabın içinde yaşayabilecek plastik organizmalar hayal ettim ve onları ürettim.

Boğaz’ın projendeki önemi nedir? ‘Saltwater Heart’ başka bir yerde üretilebilir miydi? Hem evet, hem hayır. Boğaz çok kirli ve çok ciddi akıntılara sahip. Ben burada yüzdüm, yani benim bu suyla çok farklı bir ilişkim var. Yüzerken üzerine sürekli deniz anası geliyor, yosunlar yapışıyor. Burada ötrofikasyon, yani organik atıklarla kirlenme sonucu oluşan bitki üremeleri oluyor. Bu projeyi Boğaz’ı düşünerek yarattım ama bir yandan da proje dünyanın pek çok yerinde yapılabilirdi, çünkü su kirliliği sorunu her yerde var. Maalesef İstanbul Boğazı tek örnek değil.

Pasifik’in altında bunlar oluyorsa, sence Boğaz’ın altında neler oluyordur? Boğaz’ın altında da bu tip bir kirlilik olduğundan çok eminim. Birincisi bu kirliliği akıntılar getiriyor, ikincisi Boğaz inanılmaz yoğun bir nüfusun yaşadığı bir bölgede yer alıyor, üçüncüsü de deniz trafiği açısından en yoğun sulardan birisi. Burada da Pasifik Okyanusu’na benzer bir kimyasal durum olabilir. Tekrar ‘Saltwater Heart’a dönelim. Oruç Reis’i damarlar, dallar ve ağlar ile kaplıyorsun. ‘Thermohaline circulation’ adında, büyük su akıntılarının nasıl çalıştığını gösteren, tıpkı insan vücudundaki damarları andıran bir sistem var. Biz okyanusu homojen bir su ortamı olarak düşünüyoruz, ama aslında içinde, tuz ve ısı oranına göre ayrılan kanallar ve bir dağılım sistemi var. Ben bunu canlılardakine benzer bir dolaşım sistemi olarak gördüm. Aklımdaki diğer bir nokta ise John F. Kennedy’nin bir sözüydü; “Hepimiz denizden geliyoruz ve denizle her karşı karşıya gelişimizde, bu denizin karşısında durmak veya suya açılmak da olabilir, geldiğimiz yere geri dönüyoruz.” Okyanuslarla aramızda bir benzerlik var, hem yabancılık hissettiğimiz hem de neredeyse akrabalığa benzer bir ilişki bu. Ve bu tip bir düşünce, insanı kendine odaklanmaktan daha geniş bir bakış açısına götürüyor. “Niye suya karşı böyle bir şey hissediyoruz? Neden okyanusa bakmayı, kentlerimizi suyun kenarına kurmayı seviyoruz?”; bunlar hep sorduğum sorular. Belki de okyanusların kimyasal kompozisyonları ile kanımızın kimyasal kompozisyonu mineraller açısından birebir aynıdır.

‘Saltwater Heart’ı bienalin en enteresan mekanlarından birinde gerçekleştiriyorsun; Oruç Reis Deniz Otobüsü. Bu mekanı özellikle sen mi seçtin yoksa Carolyn mi önerdi? Fikir Carolyn’den geldi ama gemiyi sadece mekan olarak kullanmak yerine ona entegre olan bir proje üretmeyi ben önerdim. İşlerinin alışagelmiş sergi alanlarının dışında sergilenmesi seni heyecanlandırıyor mu? Kesinlikle. Bağlam sanatta çok önemli, örneğin Marcel Duchamp’ın pisuar işi geliyor aklıma. Bir müze veya galerinin içine giren her şey sanat oluyor, bunların dışındaki yerler ise kafa karıştırıyor. Bağlamın insanlara bir şey empoze etmemesi iyi bir şey bence. İşin bir sanat mekanı yerine alışılmadık yerlerde sunulması farklı okumalar açısından çok heyecan verici. 2014’te ürettiğin ‘An Ecosystem of Excess’ isimli projenden bahseder misin? Yine suyla ilgileniyordun. Bu işim, Pacific Trash Vortex denen yerle ilgili; burası Pasifik Okyanusu’nda, su akıntılarının birleşip döngü oluşturduğu bir yer. Bu döngüler, çevrelerindeki kıtalardan sürükledikleri atıkları bu bölgede topluyor. 1945’lerde plastik hayatımıza girdiğinden beri de plastiğin

Projenin kavramsal metninde, “Kalp durunca hayat biter.” diyorsun. Boğaz’ı, İstanbul’un kalbi olarak tanımlayabilir miyiz? Tabii ki. Boğaz olmasa İstanbul’un bir anlamı olmaz, başka bir 165


An Ecosystem of Excess, Alterevolution installation shot, 2014

metropolden bir farkı olamaz. İstanbul’un kalbi kesinlikle, ama değerini biliyor muyuz? Eğitimden vazgeçmeyen bir sanatçısın, üç ayrı yüksek lisans derecen var, şu anda da doktoraya devam ediyorsun. Farklı alanlardaki eğitimlerin sanat pratiğinde nasıl bir araya geliyor? Ben teknolojinin ve bilimin nereye gittiğini takip etmeyi çok seviyorum, bilim dilini konuşabiliyorum, bu da bana bir giriş noktası veriyor. Mimarlık ve inşa bilgisi, işlerimi üretmemde çok önemli. Sanat ile tamamen bir tecrübe yaratıyorsun, bu mimarlık değilse nedir? Medya sanatları da zaten yapılan işin etkisel gücünü artırmak için gerekli. İstediğim etkiyi yaratmak için ne kullanmak istiyorsam onu kullanıyorum ve o geçmiş işime yarıyor. Peki sadece bilimle ilerlemeyi düşünmedin mi hiç? Düşünmüştüm, arada sırada hala bunun fantezisini kuruyorum. Videodan çizime kadar pek çok farklı malzeme ile çalışıyorsun. Malzeme seçimini ne tetikliyor? Açıkçası bir proje için ne gerekiyorsa onu kullanıyorum. Kavramsal çerçeve beni nereye götürüyorsa o yani. Kafamdaki projeyi en iyi nasıl yapabilirim, hangi malzeme ile ve hangi ortamlarda yapmalıyım? Plastiği bir malzeme olarak kullandığında onu fetişize ettiğini düşünüyor musun? Onu bir malzeme olarak değerlendirirseniz “kötü” değil. Bizim plastiği kullanma şeklimiz ve ona olan yaklaşımımız onu kötü yapıyor. Aslında plastik muhteşem bir malzeme, her türlü şekle girebiliyor, hem yumuşak hem sert olabiliyor. Plastik zaten biçimsiz demek. Mesela ‘An Ecosystem of Excess’ projesinde bütün hayat döngüleri plastik içinde geçen organizmalar ürettim. Bu organizmalar plastik yiyor, onu metabolize ediyor, onu üretiyor. Bundan dolayı o organizmaları plastikten üretmek en mantıklı şeydi. Orada bir fetiş durumundan çok o malzemeyi kullanmak zorundaydım gibi bir durum vardı. Hayatımızda plastiğin olmamasını hayal edemeyiz, aşırı tüketici bir toplumda plastik doğal olarak her yerde. Eğer fetişize etmekten bahsediyorsak biz aslında bunu her gün yapıyoruz.

Bilim kurgu romanlarının hayatındaki önemi nedir? Oldukça önemli, şu anda okumaya fazla vakit bulamasam da elime bir kitap alsam mutlaka bilim kurgu olurdu. İyi bilim kurgu romanı bir çeşit sosyal bir romandır aslında. Birtakım keşif, merak ve yeni dünyalar kurma pratiği var. Ütopik bir yanı var, başka bir şey mümkün düşüncesi... Ekolojik duyarlılıktan bahsedelim. İstanbul ve geniş olarak Türkiye’yi ele alınca, bizdeki duyarsızlığı neye bağlıyorsun? Sence neden? Kör olmak gibi bir şey sanki, etrafındakinin değerini bilmemek ve daha iyisinin referansına sahip olmamak. Benim iki teorim var, ilki insanın günde kafa yorabileceği x sayıda konu var. Türk insanı medyayı takip ediyor ve buradan bize sürekli hem politik hem apolitik dedikodular geliyor. Bu haberler zaten o x sayısının büyük bir kısmını kaplıyor. Geriye kalan konular para kazanmak gibi daha yaşamsal problemler. Bunları da çıkardığın zaman kafa yoracak bir sürü konu kalıyor ama önemli sorunlara yoracak kafa kalmıyor. İkincisi de, bizim kafamızdaki doğa ve gelecek imgesi yanlış ve rötarlı. Türkiye’nin sanki uçsuz bucaksız doğal kaynakları varmış gibi bir fikir var. Sanki sınırsız kaynaklarımız varmış gibi, ormanlarımızla, tarım yapabileceğimiz tarlalarımızla övünüyoruz. Kafamızda bitmeyen tükenmeyen bir doğa imgesi var ama gerçekte öyle bir şey yok. İmge yanlış olduğu için de gerçek anlamda çevre duyarlılığının gelişmesi çok zor. Hem bilim adamları hem de küratörlerle çalışıyorsun. Bu iki farklı alandan insanlarla konuşurken, projeni bir bilim projesi veya bir sanat projesi olarak farklı şekilde mi ele alıyorsun? Bilim ve sanatta hem kültür hem de dil farkı var. C.P. Snow, ‘The Third Culture’ makalesinde, bilim ve sosyal bilimler arasındaki kültürel farktan bahsediyor. Bu iki kategorideki insanlar birbirlerinin ilgilendiği şeyleri asla anlayamazlar. Bu yüzden, benim de iki farklı dille konuşmam gerekiyor ama kafamda sanat veya bilim olarak bir dağılım yok, melez projeler de diyebiliriz. Benim kafamda o bir “Pınar projesi”.

XOXO The Mag


XOXO The Mag’in katkılarıyla yayınlanmaktadır.


BIENNIAL

ADRIÁN VILLAR ROJAS

Sanatın Yasını Tutacağız

Adrián Villar Rojas jenerasyonunun en zeki ve keskin isimlerinden, kil ile yaptığı büyük boyutlu heykel çalışmalarıyla dikkat çekiyor. Kendi deyimiyle kahve dükkanları ve organik gıdalarıyla yaşayan günümüz insanını, yaşamın kökeninden ‘sonun sonrasına’ uzanan bir perspektifte anlamaya çalışıyor. Son durağı -şimdilik- Troçki’nin Evi.

İKSV arşivinden, yapım aşamasından, 2015, Fotoğraf: Meltem Sarı

Planetarium, 2015, 12a Bienal de Sharjah, Kalba city, EAU, Courtesy the artist and Sharjah Art Foundation, Copyright Jörg Baumann

röportaj fırat arapoğlu

Bir eserin her detayına kendi ellerinizle dokunmakla, sadece bir yönetmen gibi proje yaratmak arasında ne gibi farklar var sizce? Benim pratiğime “disiplin” perspektifinden ya da “yapma” perspektifinden bakmak doğru değil. Ben bir şey “yapmaya” ilgi duymuyorum. Çalıştığım ana malzeme insan. Atölyelerim, ortak çalıştığım insanların doğaçlama yaptıkları veya esrarengiz bir yönetmen edasıyla onlara çizimler, tarifler, planlar gibi farklı biçimlerde sürekli verdiğim görevleri yerine getirmeye çalışan birer aktör oldukları teatral mekanlara dönüştüler. Bu anlamda projeler sırasındaki çatışmalarımızı onlarla ilişkimin önemli bir boyutu olarak kabul ediyorum. Aktörlerimin ürettiği materyal nesneler, bu provalardan arta kalanlar veya izler olsa da, tiyatroda olduğu gibi bu sürecin çoğu sonsuza kadar kaybolur. Projelerin bu ikinci yaşamında sürekli olarak kaybolan bütün bu manevi çalışmanın sadece yönetmeni değil, aynı zamanda gördüğü ve duyduğu her şeyi kaydetmeye çalışan belgeselcisiyim: Bir serginin anıları ile manevi çevresinin anısını kaydediyorum. Bir yazar da olabilirim. Aslında bugünlerde kendi ellerimle yaptığım tek iş defterime yazı yazmak. Artık çizim bile yapmıyorum. Giderek daha çok ilgilendiğim bir başka şey de neredeyse doğal olarak uygulamamın alan özgüllüğünden kaynaklanan bir görev olan proje içeriği ile ilgilenmek. Bu içerik görevi, birçok alanda, coğrafyadan siyasete yeni araştırma alanları açıyor. Bienalin multidisipliner yaklaşımı sizin için ne ifade ediyor? Carolyn’e güveniyorum. dOCUMENTA(13)’de tanıştığımızdan beri benim akıl hocam oldu. Bu sefer sadece coğrafi değil aynı zamanda politik açıdan da bu bienalin yer aldığı bağlamın doğru okunmasının, Carolyn’in işi bakımından son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye

olağanüstü bir inşaat ve nezihleştirme patlaması ile birlikte iatrojenik olarak büyük bir ekonomik kriz yaşıyor. Diğer düşünce alanlarını bir sanat etkinliğine getirmek ilginç, ama tüm bunların ötesinde mantıklı bir yaklaşım. Bugünlerde sanattan anladığımız şey bu. Ben çalışmalarıma başka bir açıdan bakamıyorum. Çağdaş sanatlar uzun süredir bir viral güç, toprak yemeye doymayan aç bir gezgin haline gelmiştir. Benim açımdan burası düşünmek için en iyi yer. Arjantin ve Türkiye büyük ekonomik krizler, ekonomik düzelmeler ve bozulmalar yaşadı. Bu iki ülkeyi diğer Batılı ülkelerle karşılaştıracak olursanız neler söylersiniz? Günümüzde az gelişmiş ülkelere bir hayranlık olduğunu düşünüyorum. Gezgin bir elit her zamankinden daha özgürce seyahat ediyor ve dünyanın bu küresel elite açılışı, ötekiliği bir tür emtiaya çeviriyor. Bence bu noktada Batı’nın beyaz adamları tarafından yazılan tarihin ağır erozyona uğradığından bahsedilebilir. Asya ve Orta Doğu’nun sanat alanına ve küresel ekonomiye erişimi bu tarih tarafından tanımlanan eksenleri, herhangi bir olumsuz çağrışıma neden olmadan deforme ediyor. Onlar yeni eksenler yaratıyor. İşin ilginç yanı, bu eksenler sadece yeni yerel ilgi alanları açmakla kalmıyor; aynı zamanda Batı’da da ekim ve hasat yapıyor. Dünya gerçekten değişiyor. Bu durum ahlak ile ilgili değil; bu değişim ne iyi ne de kötü, ama geri dönüşü olmayan bir gerçek. Yeniye duyulan canavarca bir açlık var. Biz bu sistemin hem mağduru hem de failleriyiz. Çizgi romancı olmak istediniz ama Arjantin’de çizgi roman alanında eğitim alabileceğiniz bir okul olmadığı için Güzel Sanatlar Fakültesi’ne gittiniz. Öğrencilik günlerinizden bugüne

XOXO The Mag


Planetarium, 2015, 12a Bienal de Sharjah, Kalba city, EAU, Courtesy the artist and Sharjah Art Foundation, Copyright Jörg Baumann

Planetarium, 2015, 12a Bienal de Sharjah, Kalba city, EAU, Courtesy the artist and Sharjah Art Foundation, Copyright Jörg Baumann

neler değişti? Bence önemli olan kişinin kendi yolunu nasıl çizdiği; yani belirli fantezilerden belli bir gerçekliği nasıl inşa ettiği, kendisinin tasarladığı ve sadece ona uygun olan bu yolda farklı aşamalardan nasıl geçtiği. Kariyer ve meslek gibi sözcükler beni biraz korkutuyor. Akademik çalışmalar ile kişinin sanat hayatı arasında bir yol olduğunu söylemeyi tercih ediyorum. Bu yol standart olabilir de olmayabilir de, bu kişinin kendi kararına bağlı. Üniversiteyle olan ilişkiniz bile kişinin kendisi tarafından belirlenebilir. Mesela, ben diplomamı almadan üniversiteden ayrıldım.

rahatsızlık hissi. Zamanın kullanımında mesafe de yansıtılıyor: Uzak gelecek ve insansızlık; uzak geçmiş ve yaşamın kökeni. Bir dinozor ve yüksek teknoloji robotu. Referans noktası kendimi bu zamandan sürgün etme kararım oldu, çünkü artık sanata dair düşünecek bir şey kalmadığını hissettim. Bu nedenle biz sadece sonun sonrasını düşünebiliyorduk. Oysa sanat kendi döngüsünü tamamlamıştır. Bugün Duchamp’a sahibiz. Geriye söyleyecek ne kaldı ki? Gelin sanatın matemini tutmak için yeryüzünde büyük bir sessizliğin hakim olduğu sonun sonrasına gidelim. Sonun sonrasında sanatın yasını tutacağız. Projeniz, Büyükada ve Troçki Evi arasında ne tür bir ilişki görmeyi bekleyebiliriz? Bence Troçki Evi’nde gerçekleştireceğimiz bu proje, genel olarak, imkansız. O kadar imkansız ki, ancak insanların böyle bir işi destekleyebilecek esnekliğe ve hayal gücüne sahip olduğu İstanbul gibi bir yerde gerçekleşmesi mümkün. Troçki’nin üç yıl boyunca Bizans İmparatorluğu döneminde şehzadeleri ölmeleri için bıraktıkları bu adada sürgün edilmesinin harika bir tesadüf olduğunu düşünüyorum. İkinci olarak Troçki’nin bu adada gizli, sürgün, izole, tek başına Stalin’in kendisini öldürmesini beklerken yaşadığı büyük endişe ve kaygıyı düşünmek ilgimi çekiyor. Bu adamlar bizim hayal bile edemeyeceğimiz bir ölçekte yaşadılar. Bugün dayanmanın neredeyse imkansız olduğu bir yoğunlukta maceraya atıldılar. Oysa günümüzde kahve dükkanlarımız ve organik gıdalarımızla ne kadar da zayıfız. Bu insanlar kelimenin tam anlamıyla her saniye Demokles’in kılıcını başlarının üzerinde hissederek yaşıyorlardı. En iyi arkadaşları bir gün sonra en kötü düşmanları haline gelebiliyordu. Bu nedenle bu projenin mitolojik bir boyutu var. Örneğin, Troçki bu adada yaşarken Sovyet ajanı, Stalin’in bir katili olduğunu düşündüğü bir doktoru neredeyse öldürüyordu. Kendi hayatının hayaletleri onu her fırsatta pusuda bekliyordu. Ve Troçki yine de Stalin aleyhine konuşmadı. Hayatı boyunca uğraştığı en kötü bela olsa da Sovyet liderine karşı bu derece bir saygı ve hayranlık hissediyordu. Onurlu bir adamdı, şimdi ise modern bir efsane.

Neden? Sanatsal uygulamalar konusunda fikir aykırılıklarımız vardı. Okulda geçirdiğim ilk birkaç ay içinde kendi yolumu çizmek zorunda olduğumu çoktan anlamıştım: Hangi hocalar dinlenilecek, hangi kitaplar okunacak, hangi filmler izlenecek, hangi seminerlere gidilecek... Aynı durum sanatsal kariyer için de geçerli; kariyerimi sadece kendim için geçerli olacak bir politika belirleyerek kendi kararlarım üzerine inşa etmek benim için oldukça önemli. Bugün bile çalışmalarımda çizgi roman, film ve edebiyattan ilham almaya devam ediyorum; çünkü kişi özünde zamanla değişmese de kulakları keskinleşir, acı ve arzularının temelini daha iyi anlar. Bu durum aynı zamanda tehlikelidir: Kişi kendinden sıkılabilir, hatta kendi içinde kaybolabilir. Birkaç yıl öncesine kadar çizim, video, desen vb. kullanıyordunuz; şimdi ise kil heykellerinizle tanınıyorsunuz. Kil düşündüğüm tüm süreçleri ve önceden geliştirdiğim fikirleri anlamama yardımcı olan bir araçtı. Bu malzeme, bir şekilde bu fikirleri, değişmezleri ve soruları somutlaştırarak veya cisimleştirerek kanalize etti. Fakat kil yardımıyla kanalize olan tüm bu kaygılar sanat pratiğimde aslında bir süredir mevcuttu. Bir sanat çalışmasının bozulmasına, ortak çalışmaya, tarih öncesi ve ultra-modern ya da fütüristik zamanın temsiline, organik ve çabuk bozulan malzemelere, kaynaklar ile referanslar arasındaki hiper-bağlantıya olan ilgim gibi.

Mekanın sizin için önemi nedir? Troçki’nin Evi’nin sembolik önemine saygı göstermenin hayati olduğunu düşünüyorum. Oradaki her şey, her deneyim, bağlam nedeniyle anında değerleniyor, boyanıyor. Harika bir araç ama çok da tehlikeli. Doğrudan anlam ilişkilerini sevmiyorum, anlatımla ilgilenmiyorum. Ayrıca bu projeyi faaliyetlerimin önemli bir sonu olarak görüyorum. Bundan sonra emekli olmaya hazırım.

Eserlerinizde geçmişi ve geleceği kapsayan birçok kültürel referans kullanıyorsunuz. Ben bir uzaylının bakış açısından gezegenin ve insan kültürünün nasıl göründüğünü hayal etmeye çalışıyorum; bu ontik değil ontolojik bir yöntem: Mutlak yataylık ve önyargısızlık. Hiçbir değer ölçeği olmasa da derin objektiflik haline bir bağlılık söz konusu. Burada esas olan 169


THE IMPERFECTIONIST

photographer erman iştahlı realization ayşecan ipek makeup fezi altun/ysl ürünleriyle nail art shahrzad naseri/k.u.m agency model emma n./new models




Couture Variation Palette 1 ve La Laque Couture No 6 Rouge Dada, bordoyla oyuna davet ediyor.


Rouge Pur Couture The Mats 203 Rouge Rock dudağa, Volume Effet Faux Cils göz kapağına dağılmayı bekliyor.




FAST TALK

WITH

LIZA OWEN

Modellik kendisi için ikinci planda kalsa da, Liza Owen, Doğu Londra’da XOXO için kamera karşısına geçiyor. Hayalinde canlandırdığı her telden çalan kadın bu sefer vücut buluyor. E biz de, haliyle, Liza’nın multi-kültürel kimliğinden başlayıp bir model olarak fast food yemenin haklı gururuna kadar geniş bir telden çalıyoruz. Liza’nın ileride çalacakları için heyecanlanmak serbest.

interview ceren yalçınkaya photographer phillip suddick styling hannah eichler hair helen lewis makeup anna wild


Geçtiğimiz haftalarda bir Cuma gecesi, şu dünyada sevdiğin tek şeyin pizza olduğunu tweet’lemişsin. Cuma gecesi için biraz acımasız bir tweet değil mi? Bir günüm bir diğerini tutmuyor, o tweet’i attığım gece evde pijamalarımla pizza yiyordum ve E! Entertainment olmasa ne yapardım diye düşünüyordum. Bir sonraki hafta ise arkadaşlarımla ani bir karar verip ilk uçakla Ibiza’ya gittik. #yolo’nun hayat felsefem olması an meselesi. Modellik kariyerine apar topar bir giriş yaptıktan sonra pek çok yerde karşımıza çıktın. Bu durum sana kendini nasıl hissettiriyor? Aslında, açık konuşmak gerekirse, modelliğe karşı hiçbir şey hissetmiyorum çünkü kendimi bir model olarak görmüyorum. Modelliği hakkını vererek yapan insanları düşününce, benim yaptığım şey sadece kamera önünde durmaya alışkın olmaktan ibaret. Tabii ki harika kıyafetler giymek ve tasvir edilen bir kadının kılığına bürünmek inanılmaz eğlenceli ve keyifli, ama ben sadece müzik kariyerimin bana sunduğu artıları tüketiyorum, hepsi bu. Peki hem müziğini hem de kamera önünde geçen bu zamanı aynı anda yürütebiliyor musun? Modellik kariyerim şu an tam anlamıyla balayı evresinde. Oldukça yoğun geçmesine rağmen, stüdyoda olmanın verdiği yorgunluğu atmak için ideal bir çözüm. Normalde kendime çok fazla vakit ayıramadığımdan dolayı bu benim için bir nevi kaçış diyebilirim. Ama müziğin yeri çok başka. Sıradan bir günümün neredeyse %90’ı müzikle geçiyor. Geriye kalan zamanı kafamı dağıtacak ve bana ilham verecek şeylerle doldurmaya çalışıyorum. Şaşaalı kıyafetler ve kameralar buraya giriyor. Bu şaşaa günlük stiline de yansıyor mu? Günlük hayatımda nasıl giyindiğimi görseniz ve o hallerimi yaptığım çekimlerle kıyaslasanız gerçekten yaşadığım değişimi anlarsınız. Olabildiğince rahat parçalar, jean’ler ve sweatshirt’ler tercih ediyorum. Bir de son zamanlarda saçımı farklı renklere boyamaya takmış durumdayım. Nicole Richie’nin denediği her renk benim için de listeye giriyor, öyle ki saçımı her hafta farklı renge boyayıp duruyorum. Bize biraz ilk single’ın Young Guns’dan bahseder misin? Khmer kültüründen etkilendiğin aşikar. Peki bu duruma Kamboçyalı insanlar nasıl tepki verdi? Young Guns’da Khmerli rahiplerin ilahi okudukları bir vokal kullanmaya karar verdik çünkü bu hem kulağa çok güzel geliyor hem de neredeyse insanları hipnotize edecek güçte bir ruhu var. Kendi kültürümü bir şekilde yansıtmak istedim ve Kamboçyalı

insanların verdiği desteğe gerçekten inanamadım. Kamboçya küçük bir ülke olsa da, kültürüyle ve yaşam tarzıyla gurur duyan insanların yaşadığı bir yer ve bunu her ne olursa olsun destekliyorlar. Farklı bir kıtada, farklı bir kültürün içinde asimile olmak çok kolayken benim böyle bir single yayınlamam sanıyorum onları çok etkiledi. Bu arada uzun zamandır stüdyodan çıkmadığını tüm sosyal medya hesaplarında yazıyorsun. Bu yoğun temponun sonunda senden nasıl bir şey beklemeliyiz? Young Guns’la aşina olduğunuz müziği biraz daha soul pop’a kaydırıyorum ama yine sınırlarda gezinmekten çekinmiyorum. Tüm hayatım boyunca beni etkileyen her şeye dair şarkı yazmaya başladım diyebilirim. Aşk ve nefret arasında süzülen her türlü his yeni albümde var ve dinleyicileri derinden sarsmak için bekliyorlar. Biraz daha geçmişe gidecek olursak; aslında insanların seni keşfi YouTube’da yayınladığın cover videolarıyla oldu. Şimdi kendini daha iyi ifade etmeye başlamışken sadece kendi bestelerine mi odaklanacaksın yoksa cover yapmaya devam edecek misin? Bir süre kendi müziğimle ilgilenmeyi düşünüyorum çünkü katetmem gereken o kadar fazla yol var ki... Başka birisinin ritmini yorumlamak yerine kendi ritmimi yaratmalıyım. Bir taraftan da, tabii bahsettiğimiz videolar beni dinleyen insanlarla aramdaki bağı güçlendirmek için harika bir deneyimdi, çünkü ne yalan söyleyeyim, çoğu insan beni ve yeteneğimi Chandelier cover’ımı YouTube’da paylaşınca fark etti. Bu yüzden bu engin denizi tamamen bir kenara itmeyi düşünmüyorum. Sadece bir süreliğine ara veriyorum. Son zamanlarda kimleri dinliyorsun? The Weeknd, Seinabo Sey, Kygo, Major Lazer ve Tove Lo. Bu beş isim playlist’imde dönüp duruyor. Şimdi senden bir hayal kurmanı istiyoruz; bir müzisyenle harika bir işbirliği yaptın ve binlerce insanı etrafına toplayabileceğin bir sahnedesin. Boşlukları doldurur musun? Ah! Sürekli bunu düşünüyorum o yüzden cevabım hazır: Madison Square Garden’dayım, yanımda Abel Tesfaye var, sahneye çıkmadan önce son kontrolleri yapıyoruz ve insanların çığlıkları kulağıma geliyor. Peki bugüne döndüğünde seni yakın zamanda en çok heyecanlandıran şey ne oldu? Ryan Tedder ve Red One gibi harika yazarlar ve prodüktörlerle çalışma fırsatını yakalamak oldu. Başıma gelebilecek en iyi şeylerden biriydi ve beni olduğumdan çok daha yukarıya çekti.

XOXO The Mag







BRIEFS

İlham kaynağın neydi? Coelacanth adında bir balık gördüm, yaşayan en eski akciğerli balık türüydü. Bu balığı gördüğüm akşam, tesafüdün böylesi, onunla rüyamda da karşılaştım. Balığı yakalıyordum ve onu besliyordum. Bu kadar saçma bir rüyanın tüm koleksiyonuma ilham kaynağı olması ve büyük beğeni toplaması keyif verici. Erkek tasarımları, üzerine çalışması oldukça zor bir alan olmasına rağmen son zamanlarda daha çok değer kazanıyor. Seni bu zorluğa göğüs germeye iten şey ne? Bu, kesinlikle giymek istediğim ve hayalimde canlandırdığım ürünleri herhangi bir mağazada bulamayışımdan kaynaklanıyor.

XOXO ID RYU HAYAMA/FINGERS CROSSED Tasarımcı Batıl inançların var mı? Yok denecek kadar az. Boş laflara inanan birisi değilimdir. Peki şanslı bir insan mısın? Bu konuda kesin konuşabilirim, oldukça şanslı bir insanımdır. Şans olarak değerlendirdiğim şey; ailem, iyi arkadaşlarım ve yetenekli insanlarla çevrelenmiş olmakla başlıyor. Markanın adı nereden geliyor? Sektörde yaşadığım deneyimlerden. Görece az tanınan bir tasarımcının sektörde tutunmaya çalışmasını ve tabii ki işin içindeki şans faktörünü sembolize etmeye çalıştım. Aslında görece küçük olarak değerlendirilebilecek birisi değilsin, kendi markanı kurmadan önce Ralph

Lauren’de tasarımcı olarak çalışıyordun. Kendi markamı oluşturmaya karar verdiğim an küçük balık haline geldim. Her ne kadar bu fikir doğal bir içgüdü gibi ortaya çıksa da, aslında bilinçaltımda var olan bir şey olduğunu fark etmem gerekiyordu. 2014 yılında hazırladığın İlkbahar-Yaz koleksiyonu, bu sezonda da olduğu gibi beyaz ağırlıklıydı. Sonbahar-Kış koleksiyonun, bunun aksine siyaha odaklanmıştı. Bilinçaltında renkleri kodlamak gibi bir şey de var olabilir mi? Renk kodlarını olabildiğince basit ve sıradan tutmaya çalışıyorum, sanırım bu yüzden siyah ve beyaz her seferinde başı çekiyor. Kafamda kurduğum hikayenin içinde mutlaka bu iki renkten biri yer alıyor. NYFW’deki ilk defilen oldukça iyi yorumlar aldı.

Oryantalizmin ve Uzak Doğu’nun moda üzerinde sıkı bir hakimiyet kuracağını düşünüyor musun? Önceleri düşünüyordum ama sonra bunun da gelip geçici bir trend olduğu kanısına kapıldım. Hazır her şey bu kadar global ve şeffafken biraz da Doğu’dan etkilenelim, ne kaybederiz? Ama Japon kültürü senin için trend olmaktan öte bir yerde duruyor sanırım. Ailem Japon ve ben ABD’de doğdum. Diğer akrabalarım kadar olmasa da, benim için de Japonya çok önemli bir değer ve bu kültür öyle ya da böyle bir şekilde fikirlerime yansıyor. Aynı tasarımları Japonya’da yapıyor olsaydım bu kadar etkilenir miydim bilmiyorum ama Amerikan kültürü içerisinde asimile olmamak için gayret ediyorum. Japon kültürü bir kenara, sanat ve geometri de senin için önemli bir yer taşıyor. Sahi, kareye hürmet gösteren bir koleksiyon yapmak nereden çıktı? Josef Albers’in yapısalcı ve Bauhaus akımına gönderme yapan işlerine denk geldiğimde bu fikir ortaya çıktı. “Homage to the Square” Albers’in işlerine duyduğum saygının bir uzantısı. Bir erkeğin gardırobunda mutlaka olması gereken parça nedir? Tabii ki özel dikim bir ceket. En son ne zaman iyi bir Çin yemeği yedin? Dün akşam.

KUSMI LOVES GAULTIER Jean Paul Gaultier, İlkbahar-Yaz 2015 koleksiyonu ile ready-to-wear dünyasına veda edip, sadece haute couture tasarlayacağını söyledikten sonra, Kusmi Tea için tasarladığı çay kutularıyla karşımıza çıkınca bizi ikonik denizci çizgileri ve dövme motifleriyle tekrar buluşturdu. Beş parçalık kapsül koleksiyon için iki çeşit çay kutusu, kupa, çay poşetlerini saklama kutusu ve bir tote bag tasarlandı. Tasarımcının el attığı Anastasia çayında bergamot, limon, siyah çay ve portakal çiçeği karışımı bulunuyor, Prince Vladimir ise Earl Grey, turunçgil, vanilya ve baharatların birleşiminden oluşuyor. Çayınızı içerken çizgili tişörtünüzü giymeyi unutmayınız.

XOXO The Mag


H&M STUDIO 4 Mart’ta Paris’te uzay boşluğunda süzülen tasarımları dolduran top modelleri gördükten sonra geri sayıma başlayanlar için iyi haberlerimiz var. Zira H&M Studio tasarımları 10 Eylül’den itibaren satışa sunuluyor olacak. Elinizi biraz çabuk tutmanız gerektiğini hatırlatmaya ihtiyaç bile duymadan sadede geliyoruz; Caroline de Maigret’nin giydiği metalik tulum mu yoksa Edie Campbell’ın siyah deri tulumu mu sizi daha çok cezbediyor?

BAGEL, ANYONE? New York’u Red Apple olarak bilenlerin tezini çürütmek için buradayız. Daha doğrusu Hanna Liden bizim için orada. Doğrudan lafa girecek olursak, Manhattan sakinleri sokaklarda üst üste binmiş bagel’larla karşı karşıya kalabilirler. Sanatçı, çevre kirliliğine ve bagel’ın şekli itibarıyla kısır döngüye dem vuruyor ve 1998 yılında New York’a taşındığında yediği ilk bagel’ın tadını bugün hala tatmak istediğini söylemek için bu işe kalkışıyor. ‘Everything’ adındaki enstalasyonları yolunuz New York’a düşerse Hudson River Park ve Ruth Wittenberg Plaza civarında görebilirsiniz.

SUPREME FALL WINTER Sokakta, tozun toprağın içinde kaykay yaparken, artık şık görünmeniz gerektiğinin farkındasınızdır. Zira moda dünyası sokakta olup biten her şeyden beslenirken, kaykaycılar da bu durumdan nasibini alıyor ve lafı uzatmadan sadede gelecek olursak, Supreme’in Sonbahar Kış koleksiyonu ortaya çıkıyor. 90’lı yıllardaki New York sokak stilinden ilham alarak alabildiğince rengi koleksiyona entegre eden marka, uzatmalı bir şekilde devam eden işbirliklerine de yer vermeyi ihmal etmiyor (bakınız Hugh Hefner’ın mirasını taşıyan montlar). Online alışveriş yapmak için mantıklı bir sebep daha.

185


BRIEFS

FAREWELL THOM BROWNE Modaevleri ve tasarımcılar arasındaki inişli çıkışlı ilişkiyi reality show izliyormuş gibi izliyoruz. Malum Balenciaga acı haberi paylaştığında neye uğradığımızı şaşırdık. Benzeri bir haberi bu sefer Brooks Brothers’dan duyuyoruz. Yaklaşık sekiz yıldır süregelen Black Fleece koleksiyonunun tasarımcılığını üstlenen Thom Browne ile marka yollarını ayırıyor. Black Fleece ‘in Brooks Brothers’ın en beğenilen koleksiyonu olarak görülmesi bir kenara, yeni sezonda markanın nasıl bir yol izleneceği merak konusu.

THE CORK AUTHENTIC Her sezon, hatta neredeyse her ay yeni bir model, yeni bir desen ve yeni bir işbirliği ile Vans karşımıza çıkmaya devam ediyor. Üstelik bu sefer, kumaş kullanımı yerine işi bir adım ileriye taşıyor ve mantar ayakkabı üretiyor. Sörfçülerin en rahat ettiği model olan Authentic’ten yola çıkılarak ve gerçek mantar kullanılarak ayakların ayakkabı içerisinde daha rahat nefes alması sağlanmış. Sıcak yaz günlerini tüketmeden hemen önce, ayaklarınız bayram etsin istiyorsanız Vans’in online mağazasına uğrayabilirsiniz.

BRONZE IS NOT DEAD PSYCHEDELIC BRUISES Derbi öpücükleri veya ring kızarıklıkları olarak bilinen, bacakları ve kalçaları eflatunun binbir tonuyla kaplayan morluk ve ezikler, derbi yarışçıları tarafından ringde hakkıyla elde edilmiş birer ödül gibi kabul ediliyorlar. İnce ve cılız değil, aksine kalın ve kaslı bacaklarından gurur duyan kadın derbi oyuncuları, her yarış sonucunda vücutlarında yer edinen morlukları birbirleriyle kıyaslayacak kadar da bu oyunun bağımlısılar. Bu alt kültürden etkilenen sanatçı Riikka Hyvönen, bu morlukları, galaksileri andıran resimleriyle soyutlaştırıyor, kadın güzelliği hakkında algılarımızı değiştiriyor.

Bobbi Brown’un Colorado’nun günbatımından esinlenerek yarattığı Telluride koleksiyonu yazı biraz daha uzatmak için yaslanılabilir bir bahane. Göz alıcı kızılların, bronz ve bakır renklerinin, tene canlılık katan kırmızı ve pembelerle buluştuğu koleksiyondaki favorilerimiz dudağa, yanağa ve göz kapaklarına aynı anda uygulanabilen Pot Rouge’lar ve tek bir fırça darbesiyle yüzü anında renklendiren Sunset Shimmer Brick ışıltılı pudra. Bobbi Brown ışıltısının ten üzerindeki doğal etkisini bilenleriniz bilir ama biz yine de hatırlatmış olalım: Eğer bir süreliğine inzivaya çekildiğiniz ıssız adadan şehre gitmek zorunda kalsaydınız ve depresyonunuza kozmetik bir çözüm getirmeniz gerekseydi, yanınıza almanız gereken tek ürün bu pudra paleti olurdu.

XOXO The Mag


INSTANT ANDY Taschen, sanat kitapları serisine fotoğraf meraklılarını mutlu edecek yeni bir yayın eklemiş; Andy Warhol, Polaroids 1958-1987. Kitapta, hayatını ve etrafındaki her şeyi sürekli belgeleyen Warhol’un, Mick Jagger, Debbie Harry, Yves Saint Laurent, Basquiat gibi arkadaşlarının en doğal halleri ve sanatında sıklıkla kullandığı Campbell’s çorba konservelerinin fotoğrafları bulunuyor. Polaroid’i en sık kullanan sanatçılardan biri olan Warhol’un Studio 54 geceleriyle dolu hayatına, fütursuzca çektiği Polaroid’ler sayesinde bir adım daha yaklaşabiliyoruz. Warhol’a göre fotoğraf çekmek günlük tutmak gibi: “Fotoğraf, benim her dakika nerede olduğumu bilmeme yardımcı olur. O yüzden fotoğraf çekiyorum. Görsel bir günlük gibi.” Warhol’un günlüğünü karıştırmak istiyorsanız, bu kitabın sayfalarını çevirmenizi öneririz.

SOLANGE X PUMA Rihanna’nın kreatif direktörlük koltuğuna oturmasıyla birlikte Puma, beklenenin aksine sıradışı bir duruş sergilemiyor. Aksine daha sakin sularda yüzüyor. Zira Solange ile girdiği işbirliğinden çıkan parçalara baktığınızda ne demek istediğimizi anlayacaksınız. Solange’ın, 15 ilham verici kadından yola çıkarak ve tabii onların da desteğini alarak oluşturduğu kadın koleksiyonu, sınırlı sayıda, dört farklı renkte.

187


BRIEFS

CASHMERE IN LOVE X BEBEK

CEREAL FOR BIG APPLE

Esra Bezek Dikencik ve yüz küsur sayfa önce röportajını okuma fırsatı bulduğunuz Emir Uras’ın kafa kafaya vermesi sayesinde, sizi Cashmere in Love’ın Bebek şubesiyle tanıştıralım. Markanın yeni koleksiyonunu bulabileceğiniz mağaza, tasarımı itibarıyla zıtlıklardan besleniyor. Geometrik şekillerin kaşmirin en sade haliyle buluşmasına ortak olmak ve gardırobunuzu sonbahara hazırlamak için mağazaya uğrayınız.

Birleşik Krallık menşeli olmasına rağmen Cereal ekibi, New York için bir rehber yayınladı. Dergi ekibinin şehirde yer alan mekanlar arasından oluşturduğu seçki, toplamda 128 farklı dükkanı anlatıyor. The New York Guidebook’un içinde bu mekanlara nasıl gidileceğini, bölgenin haritasını, editörlerin yorumlarını ve fotoğraflarını bulmanız mümkün. Fabrice Penot ve Frank Muytjens’in onayından geçen içerikler tahmin ettiğinizden daha iyi bir Manhattan deneyimi için ideal.

(WO)MAN’S BEST FRIEND Köpeğinizin olduğunuzu sandığı kişiye dönüşmek uzun bir ruhsal arayışa sebep olabilir ama onun doğal güzelliğini taklit etmek o kadar da zor değil. M.A.C, ‘pedigree’nizi bir tık yükseltiyor ve mineral koleksiyonu Haute Dogs’la aristokrat köpekler ve aristokrat sahipleri bir araya getiriyor. Bej, gri ve vizonun en göz alıcı renkleri göz kapaklarına, asil mürdüm rengi dudaklara yerleşiyor. İş doğal olmaya geldiğinde anahtar kelime: Subtle Sculpting. Kült ürün Mineralize Skinfinish’in incecik yapısı, Soft & Gentle ve Gold Deposit’le buzlu bir ışıltı yakalarken, Sculpting Powder’ın mat dokusu yüze boyut kazandırıyor. Her makyaj ustasının vazgeçilmezi Duo Fibre fırçalar, eğitimli ellerde harikalar yaratabilir. Fluidline Gel Eyeliner’ın bakır ve bordoyla flört eden Rich Ground ve Great Dame renkleri, stoklar tükenmeden sizin olmalı.

XOXO The Mag


Nakışı araç olarak kullanmaya nasıl karar verdin? Başlarda fikirlerimi yenilebilir boyalarla yansıtmayı denedim ama çıkan sonuçlar beni hiç tatmin etmedi. Sanat eğitimi almadığım için farklı malzemeler ve yüzeyler deneyip kendi yolumu bulmak için farklı medyumlar kullandım. Ve sonunda nakışa ulaştım. Aslında biraz tesadüfi oldu. Sanat eğitimi alıp kariyerine daha önce başlamış olmak ister miydin? Bir şeyleri yapmak için her zaman ikinci bir şansınız olur. Eğer sanat eğitimi alsaydım, işlerim bugünkü gibi olmazlardı bence. Sanırım benim okulum, hayat deneyimlerim ve beni çevreleyen şeyler.

XOXO ID JOSE ROMUSSI Sanatçı Nakış, genelde kadınla özdeşleştirilir, insanlar senin nakış yapmanı garipsiyor mu? İnsanları bilmiyorum ama ben garipsemiyorum. Aslında birçok antik kültürde nakışla ilgilenenler genelde erkekler olmuş. Modern zamanda tüm eylemler cinsiyetlere ayrılmış durumda fakat ben bu konuda daha özgür olmamız gerektiğini düşünüyorum. Ben nakışı aynen resim yapmak gibi, fikirlerimi, renklerimi ve formlarımı ifade etmenin bir şekli olarak görüyorum. Sadece eylemin kendisi olarak değil.

Portrelere nasıl ilgi duymaya başladın? Dergilerde fotoğraflara bakıyordum ve bir kadın portresi gözüme çarptı. O an ona başka bir ifade, başka bir estetik vermek istedim. Şimdilerdeyse manzara, ya da tüm vücut fotoğrafları arıyorum. Neden halihazırda çekilmiş fotoğraflarla çalışmak yerine kendininkileri çekmiyorsun? Aslında şu sıralar tam da onu yapıyorum. Yeni projem için fotoğrafçılığımı deniyorum ve proje dahilinde, Kunst im Untergrund işimde olduğu gibi modellerle çalışmak yerine rastgele insanlarla çalışma kararı aldım. Fotoğraflarla bir atmosfer, bir durum yaratıp nakışla antik çağlarda olduğu gibi onlara yeni bir anlam katmak amacındayım.

Bahsi geçmişken Kunst im Untergrund işinden bahseder misin? Diğerlerinden epey farklı. Berlin’deki metro istasyonlarını irdeleyen bir çalışmaydı. Metrodaki insanları rastgele durdurup projemi anlattım ve katılmak isteyip istemediklerini sordum. Ardından da temaya uygun bir şekilde üzerlerine nakış işledim. Fotoğraflara kendi güzellik algını kattığını söylüyorsun, güzellik senin için ne ifade ediyor? Somut ya da soyut her şey. Müzik, doğa hatta duygular. Kısa zamanda gelen başarın hakkında ne hissediyorsun? Sevdiğim şeyi yaparak tanınırlık kazanmak tabii ki harika bir his. Aynı zamanda özgüvenimi de çok olumlu etkiliyor ve sanatçı olmak için attığım bu adımın aslında ne kadar doğru olduğunu kanıtlıyor. Son olarak, nasıl bir stüdyon var? Şu anda iki stüdyom var, asıl stüdyom Berlin’de fakat ben şu an Şili’deyim. Buradaki çalışma alanım çok iyi ışık alıyor ve tam ortasında fotoğraflarımı derlediğim, nakışları yaptığım büyük bir masa var. Ama her şeyden önemlisi mutfağı var. Evet, kendi yemeğimi pişirmeyi seviyorum.

OPTICAL ILLUSION Stres, yetersiz uyku, pigmentasyon eşitsizliği gibi faktörler bir araya geldiğinde ortaya çıkan sonuç, yorgun gözaltları. ‘Biraz yorgun görünüyorsun’ gibi densiz yorumları es geçmenin en garantili yolu ise makyaj çantasının içinde minik bir stick bulundurmak. Shiseido Perfecting Stick Concealer, ciltte ve göz altında renk eşitsizliğine bağlı tüm kusurları kapatarak, sizi fondöten kullanmaktan kurtarıyor. Optik ışık teknolojisiyle formüle edilen, minik çizgilerin arasına yerleşmeyen bu akıllı ürünün doğru rengini bulduğunuzda sadece göz çevresine odaklanmak, azla yetinmek olur. Tüm yüzünüz bir kanvas ve bu stick, tüm zorlu görevlere hazır!

BACK TO THE FUTURE Monopoly sizin şehrinize de uğradı mı bilmiyoruz ama özellikle kuruluşlarının 80. yıldönümünden sonra Hasbro games, Monopoly için olabilecek her türlü yeni rotayı çiziyor. Kutunun tasarımından içerisindeki piyonlara kadar, evet Marty’nin şapkası ve Nike ayakkabıları da kutunun içerisinde, hatta satın alabileceğiniz şehirler de dahil olmak üzere Back to the Future Trilogy Edition Eylül ayından itibaren satışa sunulacak. McFly Residence, Doc’s Blacksmith Shop ya da Mansion and Lab’den hangisini satın alacağınız ise size kalmış.

189


BRIEFS

SAINT LAURENT COUTURE COLLECTION Lüks hazır giyim markalarının couture parçalara olan merakı her geçen gün biraz daha artadursun, Viktor & Rolf’un artık sadece couture koleksiyon hazırlayacağı haberinden sonra, Hedi Slimane işi biraz daha heyecanlı bir hale getiriyor ve Saint Laurent’ın ilk couture koleksiyonunu lanse ediyor. Yayınlanan fotoğraflarda söz konusu koleksiyondan birkaç parçayı, modaevinin yeni ve ikonik binası Hôtel de Sénecterre’i görüyorsunuz. Markanın demirbaşı haline gelen asi ruh, tahtını bir başka akıma bırakmadığı gibi, derin yırtmaçları ve ipek tuvaletleri de oyuna alet ediyor. DIGITAL DISTURBANCES Instagram’dan bloglara, 3D yazıcı teknolojilerinden akıllı kumaşlara sanal olanın somut olanı nasıl dönüştürdüğü sorusu tekrar gündemde. Digital Disturbances sergisi, bu minvalde, gelişen teknoloji ve sosyal medyanın moda dünyasına etkilerini anlamaya çalışıyor. London College of Fashion’da, Fashion Space Gallery’deki sergi 11 Eylül’den 12 Aralık’a kadar açık kalacak.

NAKED SMOKY

OKYANUSLARDAN DOLABINIZA Pharrell Williams’ın G-Star Raw ile üçüncü işbirliği, okyanuslardan çıkarılan plastiğin geri dönüşümüyle elde edilen malzemeden üretilen kumaşları kullanıyor. Seriye ilhamını Williams’ın çizdiği kapüşonlu bir ceket eskizi vermiş. Hollandalı markanın “Turning the tide on ocean plastic pollution” mottosuyla tanıtılan 2015 Sonbahar-Kış koleksiyonu jeanleri kot ceketleri, T-shirt ve sweatshirt’leri ve daha birçok ürünü içeriyor. İnternet sitesi aracılığıyla Türkiye’den de sipariş vermek mümkün. Another reason to be happy?

XOXO The Mag

Kusursuz bir dumanlı göz makyajı için bir yığın koyu göz farı ve sert bir duruştan fazlası gerekir. Çok istenen ama herkesin yapamadığı mükemmel bir göz makyajının sırrını mı arıyorsunuz? Urban Decay’in yeni Naked Smoky far paleti, aradığınız şeyin ta kendisi olabilir. Sıcak bronzlardan, çok boyutlu grilere, zengin kahve tonlarından karanlık siyaha doğru giden 12 farklı far, göz kapakları üzerinde gezinmeyi bekliyor. Mat ve saten dokunun yarattığı doğal gölgeler, ışıltılı tonlarla buluşuyor. Urban Decay, her paletinde olduğu gibi bu kez de çift taraflı mükemmel bir fırça ve detaylı bir göz makyajı kılavuzunu menüye eklemeyi ihmal etmemiş. Iconic UD Smoky Eye, The Smoky Reality Star, The Smoky Cat ya da Smoky Everyday’den hangisi sizsiniz? Fırçayla ya da parmak ucuyla, Pigment Infusion System™ teknolojisiyle geliştirilmiş bu far paletindeki her renk, kolayca dağılarak ve kalıcılığını saatler boyu koruyarak bakışları bir adım öne çıkarmayı hedefliyor.


TOYOTA LAND CRUISER Otomotiv sektörü mekanik anlamda, her geçen gün biraz daha eco-friendly olurken, tasarımsal anlamda, yüzünü geçmişe dönmekten çekinmiyor. Vintage modellerin yükselişine, klasik arabaların sokağa nüfuz edişine şahit olmaya alışmışken, Toyota devreye giriyor ve göz zevkimizi biraz daha geniş bir mezhebe sokuyor. Vintage 4x4 modeli 1971 Toyota Land Cruiser FJ43 ile, İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılan modelini günümüz standartlarına uyduruyor. Açık artırma ile satışa sunulan model, 80.000100.000 USD’den alıcı buluyor.

HAIR REPAIR 101 Ahmet Çoban ve Garage Hair Repair Studio ile hali hazırda tanışıyor olmanız mümkün. Prestijli organik ürün sertifikalarından Etko’ya sahip Garage Organics serisindeki ürünlerle sizi tanıştırmaksa bize düşüyor. Aloe Vera’yı eksenine alan, kokusu ve dokusuyla da doğal olmaktan çekinmeyen Hair Serum, Jasmine Shampoo, Aloe Gel, Hair Balm’ı şu şekilde kullanmanızı tavsiye ediyoruz: Kuru saçı fırçayla taradıktan hemen sonra, saç diplerine Aloe Gel’le yoğun bir masaj uygulayın. Aloe Vera’nın iyileştirici ve nemlendirici etkisini vücudunuza da taşımaktan çekinmeyin. Jasmine Shampoo’yla yıkadığınız saçlarınız nemliyken onları Hair Serum’la buluşturun. Son olarak Hair Balm’la yatıştırın, nemlendirin ve şekillendirin. Bu tavsiyeleri ve fazlasını Ahmet Çoban ve ekibinden dinlemek isteyenler Garage Hair Repair Studio’nun Etiler’deki üssünü ziyaret edebilir.

PURE BIKE Kentin trafiğinden bunalanlara 200 yaşında parlak bir fikrimiz var: Bisiklete binin. 2010 yılında aynı eski parlak fikrin peşine düşen dört arkadaşın yarattığı Pure Fix Cycles adından anlaşılacağı üzere bisiklet deneyimini en saf haline geri döndürmeyi amaçlıyor, ve bunu özgün ama sade bir tasarımı destekleyen kaliteli malzemeyle yapıyor. Bir yerden bir yere ulaşırken karbon ayak izinizi küçültüp kas ve ciğerlerinizi büyüterek dünyaya da kendinize de bir iyilik yapmak isterseniz Pure Fix Cycle’ın vitessiz ve hafif pek çok modeline artık Türkiye’de de ulaşmak mümkün. İki tekerleğin üstünde gururla dengede durduğunuz o ilk günün heyecanıyla aranıza hiçbir şey girmesin.

191


SET UP

ELİF DENEÇ

Deformasyon Güzeldir Elif Deneç, çikolata ambalajlarının ve kime ait olduğu belli dahi olmayan fotoğrafların doğada kaybolmalarını beklemek yerine, onları işlerinin birer parçası haline getirmeyi tercih ediyor. Bu geniş ekipman skalası ile Elif, Can Yayınları’nda çocuk kitabı çizerliği yapıyor, illüstratörlüğe, kolaja ve en önemlisi resme hak ettiği değeri veriyor. Bu hikayede bize düşen görev ise, çocuk kitabı okumak için çok geç kalanları ya da okumaya cesaret edemeyenleri, hikayeye dahil etmek oluyor. hazırlayan utku palamutçu fotoğraflar gökhan polat

XOXO The Mag


soldan sağa: 1.Mürekkep tarama ucu 2. Bulaşık süngeri 3. Çin mürekkebi 4. Yağlı boya tüpleri 5. Ambalaj kağıdı 6. Beyaz tebeşir 7. İplik 8. Tebeşir kutusu 9. Boğa, saman kağıt üzerine keçeli kalem ile eskiz 10. Çikolata ambalajı 11. Sahaftan alınmış eski fotoğraflar 12. Linol şablonlar 13. Maket bıçağı 14. 9b Pitt Graphitte kalemler 15. Füzenler 16. Nü, kağıt üzerine guaj boya 17. Pritt yapıştırıcı 18. Kaplama kumaş örnekleri 19. Makas 20. Cep eskiz defteri 21. Kuşlar, kaplama kumaşı üzerine guaj boya ile patates baskı 22. Eskiz 23. Guaj boya serisi 24. Sulu boya ve yağlı boya fırçaları 25. Kaligrafi kalemi 26. Keçeli kalem 27. Mürekkep 28. Kazıma uçları 29. Ergoline kalem 30. Fine line kalem 31. Eskiz

193


XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com

180 COFFEE BAKERY 360 400DERECE 44A 48A LOUNGE 7GR 9 ECE AKSOY ALL SPORTS CAFE ANTI CAFE ARKA ODA ART NEXT İSTANBUL AŞŞK KAHVE AYI BABYLON BACKHAUS BALKON BALTAZAR BANT MAG. MEKAN BEBEK KAHVE BEBEK KORU KAHVESİ BEJ BEYMEN BRASSERIE BISANFA BREAD&BUTTER BUTİK BUKA CAFE FİRUZ CAFFÈ NERO CAFE SETUP CAHİDE CASITA ÇEKİRDEK CHERRYBEAN COFFEES ÇOK ÇOK THAI RESTAURANT CORVUS WINE & BITE COS COUPE LUNCH PUB CREMERIA MILANO DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM DEN CAFE DERIN DESIGN DIVINE ESMOD FAKÜLTE İSTANBUL FERAHFEZA FOTİNİ CAFÉ GALATA KAHVEHANESİ GALATA NO:5 GALERİ NON GALERİ ZILBERMAN GALERIST GATETATTOO GEYİK GEZİ İSTANBUL HABITAT HAMM HAMSİLİ KARADENİZ LOKANTASI HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFE HELVETIA HERA HEZARFEN LOKANTASI HILLSIDE CITY CLUB HOMEROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA AKADEMİSİ JAMIE’S ITALIAN JUNO KABİNE NADİRE KAFİKA KAHVE 6 KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK KARE SANAT GALERİSİ KARGA KASABIM KİKİ KIRINTI KRONOTROP KULİNATA KULP LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LES BENJAMINS LIMONCELLO LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY LUCCA LUSH HOTEL LUZIA MAGNOLIA CULTURE MAHALLE MAKAS MAMA SHELTER RESTAURANT MAMBOCINO COFFEE MANGERIE MANO BURGER MANUEL DELI & COFFEE MAVRA METİN GÜRSOY MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ MISS PIZZA MIXER MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFE & BRASSERIE MONOCHROM MSA MUAF MUHİT MUM’S CAFE MUNCHIES CRÈPES & PANCAKES MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAAN BAKESHOP NAR PERA NARA GALATA HOTEL NESPRESSO BOUTIQUE NOODLE TOWN OKAFE ÖKTEM & AYKUT OPS CAFE OPUS3A OTTO PANDORA KİTABEVİ PAPPA CAFE PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTABEVİ PI ARTWORKS PICANTE PIOLA PLUMON POINT HOTEL POP-UP QUE TAL RAFİNERİ RAVOUNA 1906 ROBINSON CRUSOE SALOMANJE SALT BEYOĞLU BISTRO SHOPI GO ŞİMDİ CAFE SİMURG KİTABEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SODA SOSA SUNDAY COFFEE BAR SUSAM SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TAPS TASARIMBOOKSHOP THE HOUSE APART THE HOUSE CAFE THE HOUSE HOTEL TOST BİLDİKLERİM TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS 29 UNTER URBAN VOGUE W İSTANBUL WE WHITE MILL WON YASEMİN ÖZERİ YER CAFE YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL ZEPLIN PUB & DELICATESSEN Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/uyelik


Çanta LANCEL Ayakkabı O JOUR



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.