XOXO The Mag/May 2017

Page 1

X O X O T H E M A G . N E T

D A

Z İ K

T A S A R I M

M Ü

Ü C R E T S İ Z D İ R

0 7 2 M A Y I S 2 0 1 7

S A N A T

M O

X O X O THE MAG






IWC PORTUGIESER. THE LEGEND AMONG ICONS.

Portugieser Perpetual Calendar. Ref. 5034:

itself is visible through a transparent sapphire glass back

Real icons have a special story to tell. And what was true of

c ove r th at p rov i d e s a n u n i m p e d e d v i ew of th e IWC -

the great Portuguese seafarers also applies to IWC’s own

manufactured 52000 calibre’s impressive precision. The

Portugieser. After all, the history of its genesis bears the

watch’s complexity is eloquently expressed by the perpetual

stamp of courageous innovation and watchmaking expertise

calendar, whose functions can all be adjusted simply by

at its best. Over seventy-five years ago, two Portuguese

turning the crown. And just as observing the star-studded

businessmen approached IWC requesting a wristwatch with

heavens can guide a ship safely to harbour, a glance at the

the precision of a marine chronometer. In response, IWC’s

perpetual calendar and the moon phase display navigate the

watchmakers took the unprecedented step of housing a

wearer safely through the complexities of time. This, in a

hunter pocket watch movement in a wristwatch case. In so

nutshell, is how more than 75 years of watchmaking history

doing, they founded a watch family whose timeless elegance,

became an icon of haute horlogerie. And how, thanks to its

sophisticated technology and unmatched complexity have

unique blend of perfection and timeless elegance, it has

been a source of wonderment ever since. The movement

become a legend in its own time.





Kapak:

Zerrin Tekindor Fotoğraf:

Emre Ünal

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@coistanbul.com Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Yayınlar Direktörü Serap Gecü

Editörler Tuğçe Bahçıvangil, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Yağmur Kural, Gökhan Polat, Ali Tünay, Başak Ulubilgen, Gökhan Yorgancı Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen

Yönetici Editör Utku Palamutçu

xoxothemag.net Yönetici Editör Oktay Tutuş

İdari İşler Vadi Gengüç

Editör Öykü Akdaş

Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu

Katkıda Bulunanlar Ali Akay, Serra Akcan, Ferit Belli, Mustafa Çetin, Aeschleah DeMartino, Işıl Eğrikavuk, Murat Emir Eren, Hakan Kültür, Fatih Özgüven, Güzin Öztok, Yasemin Pars, Erinç Seymen, Bahar Türkay, Selin Ünüvar, Gündüz Vassaf

Reklam cihan@coistanbul.com merve@coistanbul.com busra@coistanbul.com melis@coistanbul.com İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

Tasarım Konsepti ve Yayın Kimliği Bülent Erkmen Tasarım Uygulama ve Kimlik Standartları Barış Akkurt, BEK



Zerrin Tekindor Röportaj Olga Şerbetcioğlu 96

Joe Gebbia Röportaj Ali Tünay 54

Jorge Viladoms Röportaj Oktay Tutuş 116

Onur Ünlü Röportaj Murat Emir Eren 72

Whitney Röportaj Başak Ulubilgen 92

From Where I Stand 80

Simone Ciarmoli Röportaj Güzin Öztok 50

The Brit Yazı Aslin Kumdagezer 94

Yeni Hikayelerin Olsun 76

Some Women of Typography Hazırlayan Ayşecan İpek 60

Daha Ne Olsun. Yazı Gündüz Vassaf 26

Babam Yazı Işıl Eğrikavuk 20

Aylin Yazıcıoğlu Röportaj Bahar Türkay 16

Palomo Spain Röportaj Utku Palamutçu 42

Erol Eskici Röportaj Erinç Seymen 22

Seni Tanıyor Muyum? Yazı Ali Akay 70

Invest in Skin Yazı Ayşecan İpek 40

Geoff McFetridge Röportaj Serap Gecü 34

Ashley Williams Röportaj Utku Palamutçu 28

Ahmet Doğu İpek Yazı Fatih Özgüven 32

Timur Ersen Röportaj Bahar Türkay 46



E

D

İ

T

Ö

R

D

E

N

OLGA ŞERBETCİOĞLU

Catherine Deneuve, 1966





Artık hiçbirimiz yemeğe yalnızca yiyecek olarak bakmıyoruz. Bu ayki IWC, The Code of Me konuğumuz Aylin Yazıcıoğlu için ise yemek, içinde duyuların, renklerin, deneyimin ve sürekli keşfin olduğu bir yolculuk. Onun mutfağının kendine ait bir müziği var. O mutfakta yarattıklarını büyük bir heyecanla sofraya koyan Yazıcıoğlu için mesele yalnızca hormonlarla ilgili değil; duyusal,

I WC T HE

C O D E

OF M E

deneysel ve duygusal...

Röportaj:

Bahar Türkay Fotoğraflar:

Gökhan Polat

Aylin Yazıcıoğlu, IWC Da Vinci Automatic (IW356601)

BU BİR İLANDIR

takıyor.

018

AYLİN YAZICIOĞLU


Tat duyusunun koku almayla organik bir bağı var zaten ama diğer duyulara ne kadar hitap ediyor, özellikle görme ve dokunma duyusuna? Dört duyu saydınız, işitme de önemli. İyi bir yemek deneyimi için beş duyuya birden hitap etmek gerekir. Farkındaysanız, bir duyumuzla algıladıklarımızı sözcüklerle tanımlarken çoğunlukla diğer bir duyumuzu kullanırız. Tatsız bir manzara ya da ekşi bir koku deriz mesela. Tatsız sözcüğü tat duyusuyla, manzara görmeyle ilgili oysa. Kokuyu tanımlarken tat duyusuyla ilgili ekşi sözcüğünü kullanıyoruz. Çünkü beş duyu da birbirini etkiliyor. Hepsine birden hitap ettiğiniz zaman mükemmel bir yemek deneyimi yaşatabilirsiniz. Masa örtüsünün dokusundan manzaraya, ortamın kokusundan çalan müziğe, hepsi iyi bir yemek deneyiminin parçası.

4

Yemek başlı başına bir “tasarım” meselesi midir? Tabii ki. Sonuçta yemek yapmak da malzemenin, tekniğin, işçiliğin ve yaratıcılığın belirli bir amaç için bir araya gelmesiyle gerçekleşiyor. Hepimiz en basit yemeği yaparken bile çeşitli malzemeleri, birtakım tekniklerle, belli bir amaç için bir araya getiriyoruz. Kimi amatörler, kimi profesyoneller tarafından olmak üzere ortaya bazen muhteşem bazen sıradan sonuçlar çıkıyor. İyi tasarım da var kötü tasarım da.

1

Herkesin işine kattığı bir tür kişisel kod var. Siz kendi kodlarınızı nasıl tarif edersiniz? Tabaklarımı oluşturan kişisel kodlar, keşif ve tazelik diyebilirim. Yepyeni lezzetler keşfetmeyi ya da bildiğimiz lezzetlerin yeni hallerini keşfetmeyi seviyorum. Tazelik de burada iki anlamlı; hem taze malzemeleri kullanmayı, hem de sürekli yeni şeyler deneyerek taze kalmayı seviyorum. Bu yüzden sabit bir menüm yok belki de... Sürekli yeni şeyler keşfettiğim için ve en taze malzemeleri mevsiminde kullanabilmek amacıyla menüyü ortalama altı haftada bir, hatta bazen daha sık değiştiriyorum.

2

Yemek bir ihtiyaç mı, zevk mi, lüks mü? Üçü birden... En iyisi, ihtiyacı zevkli bir şekilde karşılamak. Arada yemek zevkinin doruğuna çıkmak isteyenleri restorana bekliyorum.

5

Hazırladığınız tabaklarda renk önemli bir kriter gibi görünüyor. Öyle mi? Tabaklarımda renk var ama sırf renk olsun diye özel bir çabam yok. Bahar geldi mesela... Ama bahar menümdeki tabakları özellikle renkli olsun diye hazırlamadım. Baharı aldım, tabağa koydum, zaten rengarenk oldu...

6

Siz aslında bir tatlı şefisiniz. Tatlının haz duygusuyla nasıl bir ilişkisi var? Endorfin! Tatlı yediğinizde mutluluk hormonu salgılıyorsunuz. Çok güzel bir tatlı yediğinizde ise haz doruğa çıkıyor. Menülerimin sonundaki ‘tatlı son’, bu işte...

7

Mutfakta hiç bozmadığınız bir rutininiz var mı? Haftanın son servisi ve işler cumartesi akşamı bittikten sonra ekibimle beraber yorgunluk biramızı içmek. Onun dışında imkansız bile olsa ‘her an her şey olabilir’ hissini seviyorum.

8

Son zamanlarda akla gelmeyecek şeyler yiyecek olarak deneysel mutfaklarda karşımıza çıkıyor. Bu konuda aklınıza gelen en uçuk örnek ne? Bunlarla ilgilenmiyorum. Benim mutfağımda teknikler deneysel olabilir ama malzemeler olmaz. Burada, zaten bildiğiniz malzemeler, daha önce hiç tatmadığınız şekilde ve lezzette karşınıza çıkar. Çoğu misafirim, Nicole’den “Bu tadı tanıyorum ama daha önce hiç bu kadar lezzetli halini tatmamıştım,” diyerek ayrılır...

3

019


Geleceğin yeme kültürüyle ilgili olarak, iki ana eksen dikkat çekiyor; biri doğanın sunduklarına dönüp endüstrileşmeden uzaklaşma üzerinden, diğeri ise bir tür sanal gerçeklik ve yapaylık üzerinden ilerliyor. İkincisinden hareketle, yiyeceklerin artık yalnızca besin değeri olarak karşımıza çıkacağı ve hap gibi alınacağı önermesine dair sizin öngörünüz nedir? Yiyeceklerin yalnızca besin değeri olarak karşımıza çıkma olasılığı, hayatın hızlanmasıyla ilgili. Bu mümkün olabilir. Bugün binlerce yıl öncesine oranla karnımızı çok daha hızlı doyurabiliyoruz, ava çıkmamız gerekmiyor mesela... Binlerce yıl sonra bu daha da hızlanabilir. Ama bu, toprağın ve doğanın sunduklarından vazgeçeceğimiz anlamına gelmez. Bugün yüzlerce yıldır kullanılan doğal malzemeleri, çok daha lezzetli yemekler haline getiren yeni teknikler buluyoruz, bulmaya da devam edeceğiz. Yani bir taraftan, bugün yediğimiz her şeyi daha da lezzetli hale getirmenin yollarını bulacağız.

9

Mesleklere cinsiyetçi bir bakış açısıyla yaklaşmak doğru değil ama yakın geçmişe kadar erkek şefler daha fazla görünürken, son yıllarda kadın şeflerin başarıları dikkat çekmeye başladı. Bunun nedeni ne olabilir? Kadınlar hep yemek pişirdiler ve beslediler, değişen sadece yönetici pozisyonlarda daha sık görülmeleri. Ne mutlu ki toplumun her alanında olduğu gibi profesyonel mutfaklarda da artarak yer alıyorlar. Kas gücünün önemi ve değeri azaldıkça eşitsizliğin birinci sebebi de ortadan kalkıyor. Daha gidilecek çok yol var tabii.

10

020

Zamanla nasıl bir ilişkiniz var? Salıdan cumartesiye her gün 18:30’da servis başlıyor. Cumartesi sabahları 07:00’de organik pazarda olmalıyım. Pazar öğleden sonraları Nicole’den bağımsız, freelance hazırladığım menümün servisi öğleden sonra 15:00’te başlıyor. İşte zamanla ilişkim.

12

Doktorların ameliyat sırasında müzik dinlemesi gibi siz de yemek yaparken müzik dinliyor musunuz? Servise hazırlanan bir restoranın mutfağı müzik dinlemeye pek de uygun değildir, çünkü kendi müziği vardır. Bıçağın, fırının, ocağın, tavanın, çeliğin ve ekibin sesinden oluşan bir müzik. Ekibin ruh haline göre o müzik her gün farklı olur. İşini seven bir şef için mutfaktaki en güzel müzik bu olsa gerek.

11

Kolunuzdaki IWC ile buradan birlikte keyifli bir yemeğe gidelim desek, neresi olur? Zamanın ne kadar önemli olduğunu bazen unutuyoruz. Kolumdaki saat, IWC, zamanın ne kadar önemli olduğunu her baktığınızda hatırlatabilecek bir obje. Çünkü her halinden belli ki, zamanı çok ciddiye alıyor. Buradan birlikte keyifli bir yemeğe gidelim derseniz, tabii ki Nicole’e gidelim, derim. Karşı taraftaysak, Basta’yı öneririm.

13


THE CODE OF BEAUTY

IWC Da Vinci Automatic (IW356601)

Zaman ve değişim sözcüklerinin bir aradalığına dair anlatacak çok hikaye var. Ama biz, değişimin iyi olanından bahsediyoruz. Geçmişin izleri arasında, Yaşam Çiçeği bize kılavuzluk ediyor ve hikaye tam burada başlıyor. Leonardo Da Vinci’ye de ilham kapılarını defalarca aralayan bu sembol, kusursuz geometrisiyle değişim için gerekli

#thecodeofme

enerjiyi yaratıyor. IWC Schaffhausen yeni Da Vinci koleksiyonuna bu enerjiyi yansıtarak tasarım yaklaşımına farklı bir anlam yüklüyor. Ve, IWC Schaffhausen & XOXO The Mag işbirliğiyle hazırlanan Originals röportaj serisi, The Code of Me başlığıyla kendine yeni bir yön çiziyor.

IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Panora Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111 I Muğla: Quadran, D-Maris Bay Marmaris Tel: (252) 436 9191

IWC.COM


BABAM

IŞIL EĞRİKAVUK

Bazı babalarla futbol, siyaset ya da gündem tartışması yaparsınız. Benim babamın kafası genelde yemeklerle meşguldür. Mesela annem ve ben bir tanıdığın düğün dedikosunu yaparken, o birden uykusundan uyanır gibi, “Kıymayı alırken adama söyleyin, önce makinanın içinde kalanları temizlesin,” deyiverir. Ya da durup dururken “Patlıcandan kaç çeşit yemek yapılıyor, sen biliyor musun? diye sorup “600, tam 600” diye kendi kendini hayretler içinde bırakarak cevaplar. O sırada da ağzına kütür kütür bir salatalık turşusu atmaktadır. Kafası genelde yemeklerle meşguldür. Sofrada biri bir siyasetçiye atıp tutarken, “yalnız bu resmen bizle oynuyor” dediğinde onun siyasetçiyi değil, cimrilik edip pidenin içini az koyan pideciyi kastettiğini yalnız ben anlayabilirim. Kahvaltı ederken yediği yeşilliklerin tazeliğine konsantre olur. O sırada dünya yeşil ışıklarla maydanozlar etrafında yanmaktadır onun için. Babam doğuştan bir şeftir. Evde yemek yapmayı ve yemeyi kutsal sayar. Her gün ne yeneceğini bir gün önceden, hatta günler öncesinden planlar. Hatta bazen gözlerini uzaklara diker, “bi patlıcan kebabı yapalım” diyerek başka bir aleme doğru yol alır. Ben birlikte bir filme konsantre olduğumuzu düşünürken o birden yerinden fırlayıp “Güzel bi kadınbudu köfte yapayım size,” deyiverir. Babam kahvaltıdan sonra çayının yanında bir dilim peynir yemeyi sever. Kendisine yemekten sonra peynir yemenin bir Fransız adeti olduğunu söylediğimde, “Ben olaylara karşı Fransız’ım” diye cevaplamıştır. Ama yemeklere karşı asla Fransız kalamaz. Hayatında ilk ve tek kez diyete girdiği 15 gün boyunca gerçek bir yas içinde yaşamıştır. Babamın arkadaşlarının isimleri de benim için ayrı bir merak konusudur. Her bayram kendi cep telefonundan onun adına mesaj çekmemi istediğinde “Topal, Hamsi, Piç Ali, Dönerci Yaşar, Çakır” gibi isimlere mesaj atarım. Hamsi kimdir, neden ve nasıl hamsi olmuştur, bilmesi zordur. Pazarlar onun için adeta bir müzedir. Önce birkaç defa tur atar, alacağını gözüne kestirir, pazarlık etmeden de almaz. Onunla pazara gittiğim zamanlarda arkasından ellerimle poşetlerle koştururken bulurum kendimi. Önden bir komutan edasıyla hızlı hızlı yürür. “İkinci soldan çark yap, çabuk ol” diye emirler yağdırarak beni bir limon tezgahına yollar mesela. Bir de organik lafına inanmaz, onun kafasındaki organik gerçek köylüdür, çok sefer kendimi “Şunu bi dat bi dane” diyen bir köylü sepetinin başında bulmuşumdur onunla. Tanıyanlar için gerçek bir karakterdir babam, kendi 022

Icarus, Henri Matisse, Plate VIII, Jazz adlı kitabından, 1947

babasından görmediği babalığı birçok insanın babası olarak hayata geri sunmuştur. Pazardaki ekmekçi kadın dahi onu arayıp hal hatır sorar. Bu samimiyeti en çok kendi jenerasyonumun bilmediği bayramlarda anlarım. Kıyma kaburgadan çekilir, sardalyanın ızgarası parmakla yenir, ev sirkesi en hakikisidir gibi öğütleri onun sayesinde bilirim. Onun harikalar dünyasında şarküteri, fermente gıdalar, etler, kuruyemiş, peynirler, turşular, paça çorbası, lakerda ve kelle ahenkle yaşar. Ufacık bir evde, üç metrekarelik bir mutfağın içinde varolan bir harikalar dünyasıdır burası, bedene ve ruha her gün defalarca girer çıkar, girer çıkar...



Arşivler, yıllıklar, kamu belgeleri... Erol Eskici, artık kimsenin pek umurunda olmayan dokümanlar arasından çekip çıkardıklarını farklı bir zemine taşıyıp sanat üretiminin odağına oturtuyor. Erinç Seymen, sanatçıyla, nostalji, aidiyet ve etik sınırlar üzerinden işlerini konuştu.

Röportaj:

Erinç Seymen Fotoğraf:

Eva Lechner

024

EROL ESKİCİ


ERİNÇ SEYMEN: Erol, seni takip etmeye başladığımdan bu yana, arşivleri eşelemekten yorulmadığını düşünmüşümdür. Kenara atılmış, hatta artık muamelesi gören dokümanlara ayırdığın mesainin gittikçe genişlediğini ve eski arşivleri yapıtlarına taşırken kullandığın eleme ve dönüştürme ustalığının zamanla keskinleştiğini düşünüyorum. Öte yandan, nostaljikleşme riskine karşı uyanık kalmaya özen gösterdiğinden de eminim. Kimilerine göre nostalji, kitleler üzerinde narkoz etkisi yaratan bir tür sahte şifa. Sence de nostalji ve geçmişle hesaplaşma birbirine düşman iki kavram mı? EROL ESKİCİ: Belge, istif, kategori, indeks... Bunlar hep ilgimi çekmiştir. Marx’ın British Library’de binlerce belgeyi usanmadan taramış olması bana hep inanılmaz gelmiştir. Arşivlerle ciddi şekilde uğraşan sanatçılara haksızlık etmeyelim, benim bu ciddiyette bir aktivitem olmadı hiç. Birtakım kamu kuruluşlarının çöplerini kurcalamışlığım vardır diyelim.Nostaljinin pasif olan doğasını dürtmeden başka bağlamlar içerisinde aktive etmediğinde o ne işe yarar? Bundan hep sakındım. Biraz Nietzsche’nin ahlak tanımı gibi olacak fakat nostaljik nesneler değil, nesnelere nostaljik bir yaklaşım olabilir. Aktif, yaratıcı, sorgulayıcı, eyleyici ya da pasif, kabullenilmiş, eyleyemeyen yaklaşımlar arasında farklar var. Karşıtlık burada olabilir. Nostalji bir psiko-tıbbi terim olarak icat edildi önce. Her kavram gibi değişti, doğal ya da pozitif anlamlara büründü. Melankoliyi eskiden vücut sıvılarının dengesizliğiyle alakalı bir bozukluk, bir anksiyete olarak görüyorlardı. Şimdi bu kavramı o anlamıyla kullanmak komik olur lakin bu onda yaratıcı bir potansiyel de bulunmayacağı anlamına gelmez. ES: Buluntu malzemeyle çalışmanın etik sınırlarını nasıl çizdiğini merak ediyorum. Mesela sahibinin iradesi dışında “kamusallaşmış” kişisel fotoğrafları, tanımadığın kişilerin suretlerini resimlerinde kullanırken tereddüt ettiğin oluyor mu? EE: Evet. Özel belge diye bir şey mümkün müdür? Bilmiyorum. Belge kamudur belki de. Ben genelde yıllıklara baktım. Bir yıllığa bir fotoğraf verdiğinizde bunun kamusal dolaşıma gireceğini bilirsiniz. Kamusallaşma, fotoğrafın, mimarinin, iletişim araçlarının birlikteliğiyle oluşuyor. Bunlarla zaten kısmen kamusallaşmış oldukları rahatlığıyla değil, suret-i kişilerle bir bağ kurarak ilişkilendim. Onları bir kompozisyondaki figürler olarak değil, bizzat o kişilerin kendileri olarak, isimleriyle, arkadaşlarının bakışlarıyla, arşivlenmiş hallerine çok müdahale etmeden sundum. Sakladım, okudum, dert edindim belki. Bir açıdan onları kamusal indeksin içerisinden çıkarıp kısmen kendi öznellikleri içerisinde bulunacakları bir zemine de sokmuş bulundum. En ufak bir şikayet bildirisinde bunları yok etmek konusunda tereddüt etmem tabii.

Özneler: Ali, Yeşim Kağıt üzerine akrilik, 17x22cm, 2014

ES: ‘Özneler’ serisindeki üst üste bindirilmiş portreler, nüfusun ezici çoğunluğunun resmi kayıtlarda, demografik bilgi yığınlarında erimeye yazgılı olduğunu anıştırıyor. Öte yandan, insan kitleleri, hatta yakın mesafemizdeki özneler (komşular, aynı yollardan yürüyüp beraber aynı taşıta bindiğimiz, okulda/ işyerinde her gün gördüğümüz ama ne adını ne de hayatını hikayesini bildiğimiz tanıdık simalar) bizim nezdimizde de demografik detaylara dönüşüyorlar. Devletin suretleri tahrif edişiyle bizim tahrif edişimiz arasında benzerlikler görüyor musun? EE: Şirketlere bilgi satmıyoruz, örneğin. Özneleri bir kırılmalar arkeolojisi, tanıklar, tanıklıklar olarak düşünmüştüm. Kuşaklar, nesiller... ES: ‘Unititled-No 2’, ‘Unititled-No 5’ gibi resimlerin biçimsel olarak konstrüktivizme yakınmış gibi görünseler de, konstrüktivistlerin yapıtlarından daha ürkütücü bir çıkışsızlık hissi içeriyor. Bana kalırsa bu soyutlamalar belki de en nihilist

025


Karstwelt, tuval üzerine ecoline ve akrilik, 194x124 cm, 2015

yapıtların. Bu titiz, çok katmanlı ve izleyicinin gözünü yormaya yeminli kompozisyonlar, iktidar mekanizmalarının çözümlenmesinin zorluğuna mı, yoksa çözümlenseler bile söz konusu mekanizmalardan çıkış için artık çok geç olduğuna mı vurgu yapıyorlar? EE: Bu resimlerin ismi aslında resimlerin kendileriyle uyumlu olacak şekilde bir tuzak da barındırıyor. Çünkü isimleri “untitled” değil, “unititled”. Birim, ünite, bütünlük/isim, adlandırma... Böyle bir kelime oyunu bu. Eserlerin ünitelerden, birimlerden oluşan bütünsel ve parçalı yapısına vurgu yapıyor. İktidar mekanizmaları, bürokrasi vs gibi de okuyabilirsiniz. Sadece kendi içinde, politik bir göndermeden uzak da okunabilir. Levi Strauss’un yapı tanımına yakınlar. Makine ile insan üretimi arasında bir yerde gibiler. Biraz Pnömatik sistemlere ya da Kufi hattına da benziyorlar. ES: Bir aidiyet motifi olarak “ev”, yapıtlarında uzun zamandır karşımıza çıkıyor: Bazısı harabe bazısı inşa halinde; kimi 026

zaman, içinde yaşayanları/yaşananları yutan, bulunduğu topoğrafyanın “patron”u, kimi zamansa bitki yığınları içinde kaybolup görünmez olmaya çalışan evler. Aidiyet kurmak, beraberinde getirdiği konforların yanında aynı zamanda bir esaret mi? EE: Beatriz Colomina’nın kitabının da ismi olan “mahremiyet ve kamusallık” terimleriyle alakalıydım. Bendeki meram, kamusal olan mimariler ve mahrem olan ev ikilikleriydi. Biri hakim, dışarıya da bir şeyler söyler, kanaat oluşturma işlevi var. Devleti, otoriteyi, hakim ve egemen olanı da temsil ediyor. Hakim olanın temsili, hakim de olmayı gerektiriyor. Totaliter kurumlar gibi kapsayıcılar. Ev mahrem, kırılgan, saklanma yeri gibi, içeriye dönük, sır da saklayan bir yer. Joseph Cornell’ın evini, Oğuz Atay’ın ‘Unutulan’ adlı hikayesini hatırlayalım. Evin sadece bir aidiyet motifi olduğunu düşünmedim. Ev, olabildiği kadarıyla bir öznellik alanıdır. Kamusalı kamusal alandan ayıralım. Önceki bağlamdan hareket edersek bunlar birer modüler konut değil, birer ev ve otomasyonla şekillenmiş kamusalın, nesnelin karşısına konumlanıyor benim için. Buster Keaton’ın bir parçası yanlış numaralanmış hazır evini, sadece bu nedenle bir türlü kuramadığını hatırlayın. Evi arzulanan bir nesne ya da ideal olarak düşünmedim hiç. Küçük bir ev imgesine aidiyet, konfor, esaret gibi anlamlar yüklemedim. Aidiyet kuran kişi yapışıp kalır, gömülür. Sürekli göç eden biri olarak pek konforlu bir hayatım olmadı. Aidiyet size ait bir banka hesabı olabilir, bir yerde ufaktan mühim bir şahsiyetseniz çevreniz o olabilir, malınız mülkünüz varsa o olabilir. Bunlar konforludur ve bunların esiri olunabilir de tabii, bilemiyorum. ES: ‘Sekiz Sütun’ ve ‘Zamanın Tortuları’ gibi resimlerinde karşılaştığımız ve tabiat ürünü olmakla insan yapımı olmak arasında sıkışmış gibi görünen formlar bana kimi modern kurumların, medeniyetin vazgeçilmez parçaları biçiminde tanımlanmalarını hatırlatıyor. Mesela modern anlamıyla “devlet” insanlık tarihi içinde çok genç bir kurum ama insanlığın önemli bir kısmı devletler olmaksızın hayatta kalmayı dahi başaramayacağımıza derinden inanıyor. Bununla beraber modern kurumlara dair eleştirel teoriler muazzam bir hız ve çeşitlilikle genişliyor. İnsan yapımı kurumların doğallaştırılması süreci tersine dönebilir mi? EE: Devrimin bir başka tarifi de bu olabilir. Kadimlik iddiası ideolojinin koşullarından biri gibidir. Bu karışık bir mesele. Mantıken kötümser, iradesel olarak iyimserim bu konuda. İdeal olarak sanat kültürün, sanatçı da kurumların karşısındadır. Jeolojiye ilgi duymaya başladığım zamanlarda Dinozorların Sessiz Gecesi’ni okumuştum. O dönemde bir sürü mağara gezdim. Bahsi geçen eserler biraz da oralardan çıktı.



DAHA NE OLSUN. Yazı:

Gündüz Vassaf

Melancholia, Lars von Trier, 2011

Arkadaşım New York’tan telefon etti. Telaşlı. “Haberleri seyrediyor musun?” “Hayır.” “Televizyonu aç.” “Hangi kanal?” “Fark etmez, hepsinde olmalı.” Concord’da annemle evdeyiz. O yıllarda 90 yaşında. Televizyonu açtık. Bildik haber spikeri hiç de bildik olmayan bir haber okuyor. Atmosfere girerken parçalanan asteroid’in bir kısmı Çin’e düşmüş. Başka bir şey bilinmiyor. Yüzbinler ölmüş olabilir. Komünist Partisi haberlere ambargo koymuş. Açıklama yapmıyor. Ekranda, ABD’nin amansız soğuk savaşçısı eski Pekin büyükelçisi, “Bunlar böyledir. Deprem gibi doğal felaketlerini bile gizli tutarlar.” New York’tan arkadaşım tekrar aradı. Korku içinde. Evhamlıdır. Paris’te yaşadığı yıllarda bir gün NASA, Amerikalıların bir uydusunun henüz kestirilemeyen bir yere düşeceğini bildirmişti. Yaşadığı binanın en üst kattaki odasını derhal terk etmiş, uydunun Pasifik Okyanusu’na düştüğü haberi gelene kadar kaçtığı otelin birinci kattaki odasından dışarı çıkmamıştı. Televizyonda son dakika haberi. Başka bir parça Fransa’da Provence yakınlarına düşmüş. Ménerbes’de oturan arkadaşımı aradım. Saat farkı var. Gece yarısını geçmiş. Uyandırdım. Bana, sonra da “Neden Fransızlar haber vermezler?” diye hükümete küfretti. Annemle seyretmeye devam ediyoruz. Uzmanlar bilgilendiriyor. Korkacak bir şey olmadığını, parçaların düşene kadar tozlaştığını, çoğunun denize düştüğünü söylerken, felaket haberlerinde hep yaptıkları gibi reyting derdinde uzattıkça uzatıyor, bildik görüntüleri tekrarlıyorlar. Son haber beni de telaşlandırdı. Beyaz Saray sözcüsü asteroid’den kopan başka bir parçanın ABD’de, tam yerinin belirlenmesinin mümkün olmadığı Doğu Yakası’na düşeceğini söyledi. Annemle bakıştık. Örgüsünü örmeye devam ediyor. Ailesinin çoğunu yitirdiği Balkan 028


savaşları katliamlarında Türkiye’ye göçmen olarak gelmeden, çocukken Ustrumca’da yapmasını öğrendiği ayağa terlik niyetine geçirilen kalçın örüyor bana. Haberler tehlikenin yaklaştığını bildiriyor. Ölecek miyiz? Ekranda tanıdık sima, bu sefer Pentagon sözcüsü. Balistik füzeyle asteroid’in rotasının değiştirmenin belki mümkün olabileceği sükunetinde bilgi verir, bunun bir ilk olacağını söylerken, zamanlamanın hesaplanmasında gecikilmiş olunabileceğini ilave etti. Yok olacaksak, bari sonumuzun haberleri saklanmalı. Evde kayıt cihazımız yok. Dokümanter film yapan, ilkokuldan sınıf arkadaşıma telefon açtım. “Mutlaka kaydet!” Tehlike yaklaşıyor. Haber spikeri az sonra Beyaz Saray’a bağlanacağımızı, başkanın konuşacağını söyledi. Telaşım arttı. Sağ çıkarsak bildiğimiz dünya düzeninden eser kalmamış olacak. “Evde altın var mı?” Evladının her isteğine anlayışla bakan anne yüzü. “Anneciğim yoksa dünyanın sonu mu geliyor?” “Zaten bir gün olacaktı,” dedi örgüsüne devam ederken. Filmci arkadaşım telefon etti. Halime güldü. Orson Wells’in dünyaya Merihlilerin saldırdığını anlattığı öyküye inananların, uyarılara rağmen sokaklara döküldüğü radyo programının yıl dönümünü anmak için yaptıkları filmi seyrediyormuşuz, ‘seyrettiğiniz gerçek değildir’ altyazılarının farkına varmamışız. Bildik dünyamızın sonunu yaşamışçasına yaşlıyım. Annemin, “Bir gün olacaktı,” dediği ruh halimle, elli küsür yıldır tanıdığım sınıf arkadaşlarım ölünce, birkaç yıldır “O da mı?” diyorum. Bu sefer öyle olmadı. Son defa hastanede karşılaşmıştık. Tesadüfen aynı bekleme yerinde yan yana bulduk kendimizi. Yüzünde öleceğinin haberi vardı. Bana, “Neyin var?” diye sordu. Tedavimin, ilacımın ayrıntılarını merak etti. Hem içten ilgilendi, hem de konuyu kendisinden uzaklaştırdı. Ölümünü yaşamama müsaade etmedi. Kendisini benden korudu. Dünyasını hep özenle kurdu, sınırladığı dostluklarının yoğunluğunda çocukluğunun kahkahasını yaşatırken, zaman ve mekanının başkonuğu filmlerde onbinlerce insanla tanıştı. Türümüzün bunca duygusuna aşina, onun gibi insan tanımadım. Duygunun içtenliği kadar, nasıl sunulduğuna da duyarlı. Çıplaklaşırdım önünde. Biliyordum, ne söylesem, elimle, kolumla ne yapsam, nasıl baksam, kendiliğindenliğini de yitirmeden, her bir ayrıntının farkında olacak. Kendiliğindenliğini de yitirmeden, çünkü, insanın her halinden anlayan, bu işi meslek edinenlerden çok farklı biri. Psikologların hiç kahkaha attığını duydunuz mu? Benle ilk tanıştıklarında psikolog olduğumu öğrenenler, “Söyleyeceklerime dikkat etmeliyim, kimbilir hakkımda neler düşüneceksin,” derlerdi. Sade psikologlar mı, insana sorun diye bakan? Nice yazar tanırım, duygu ve olay avında, ona buna aşkı sorup ölümü araştırırken, sevgiyi tanımaktan aciz. O, sinemanın seyircisi olmadığı gibi, insanın da seyirlik olmadığını yaşadı, yaşattı. Onunla beraberken benliğimle dans ederdim. Anlatmayacağım, anlatamayacağım hiçbir şey yoktu. Üzüldüğü, kızdığı, hayal kırıklığına uğratıldığı da oldu. Ukala bir İngiliz antropoloğu, ‘Afrikalılar yaşlarını saymayı bilmiyordur,’ diyerek alan araştırması yapmak için Afrika’ya gider, ilk gördüğüne sorar, “Kaç yaşındasın?” “Tecrübelerim kadar yaşlı, rüyalarım kadar gencim,” der Afrikalı. Artık böyle mektuplar alamayacağım, “Gelecek hafta Ahmet, sana ve bana uyan bir gece yemek yiyip film seyredelim mi? “’ Ne de böyle bir mektup, “Ne var, biliyorsun kanser var. Başka bir şey de yok, daha ne olsun.” O iki mektup arasında nice rüyasını bizlerle paylaştı. Yıllar boyunca kaç kişinin rüyalarına ev sahipliği yaptı.* Kurduğu o büyüleyici mekanda yapmaya devam edecek. Onunla aynam kayboldu. Gözlerimin içine bakan. *Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi 029


Moda sektörü onu lisenin en popüler kızı olarak addediyor ama Ashley Williams kendini bir mağara insanı olarak tanımlarken hiç tereddüt etmiyor. Bu çelişkinin alçakgönüllü olmakla uzaktan yakından alakası yok, zira Ashley başarılı olduğunun farkında, sadece daha fazlasını istiyor.

Röportaj:

Utku Palamutçu Fotoğraf:

Ashley Williams arşivinden

030

ASHLEY WILLIAMS


Ashley, bardağın dolu tarafını mı görmeyi tercih edersin? İyimser ya da kötümser olduğumu söyleyemem, ama gerçekçi olduğuma şüphe yok. Gerçeklik içerisinde büyük bir potansiyel barındırıyor ve ben bu potansiyeli kullanmaktan yanayım. Keskin hatlara sahip olacak kadar güçlü değilim, ki bu güçlü duruşun basit bir illüzyon olduğunu düşünüyorum. Gerçekçi olabilirsin ama gerçeklerle mücadele edecek kadar güçlü olmak herkesin harcı değil.

1

Sıradan bir günde seni memnun eden bir şey söyler misin? Kumsalda oturmak ve denizi dinlemek...

2

Ashley Williams,

Independent, seni sıcakkanlı tavırlarına istinaden sürekli yeni arkadaşlar edinebilecek birisi olarak tanımlıyor, buna katılıyor musun? Hayır, kesinlikle böyle bir insan değilim. Sıcakkanlı olduğumu da söyleyemem, sadece kibar bir insanım ve yeni arkadaşlar edinmek yerine, eski dostlarımla aramdaki bağın giderek güçlenmesi için onlarla zaman geçirmeyi tercih ediyorum. Ayrıca çok çalışıyorum, ne ara yeni arkadaş edinebilirim?

3

12 yaşına kadar Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşadın ve daha sonra Londra’ya, bambaşka bir kültürün içerisine taşındın. Değişimlere kolay adapte oluyor musun? Bu aslında bir değişimden ziyade ilginç bir deneyimdi ve iki farklı kültürü deneyimleme şansı bulduğum için çok mutluyum. İki kültürden de farklı değerler öğrendim ve bu beni çeşitliliğe karşı ilgi duymaya yöneltti.

4

AW 2017

Markanı 2013 yılında kurmuş olmana rağmen Londra’nın en meşhur tasarımcılarından birisi olarak görülüyorsun, hatta bir moda yazarı (Maya Singer) durumu şöyle özetliyor: “Moda sektörü bir lise olsaydı, Ashley Williams, insanların, ne yaptığını kaçırmamak için sürekli Snapchat’e koyduğu fotoğraflara baktığı lisenin en popüler kızı olurdu.” Gerçekten bu kadar ünlü müsün? Hayatımda duyduğum en güzel ve gerçek dışı benzetme bu olsa gerek, zira konuyu ben özetleyeyim ve işin aslını söyleyeyim: Stüdyom bir apartmanın garaj katında ve ben çok nadiren burayı terk ediyorum. Deyim yerindeyse mağara insanı gibiyim ve sanıldığı kadar meşhur olduğumu düşünmüyorum. Konu tasarımlarıma geldiğinde ise ona diyecek bir şeyim yok.

6

Çocukken deneyimlediğin ortamla bugünkünü kıyasladığında, dünyanın gidişatına dair nasıl bir yorumda bulunursun? Geçmişe ve bugüne baktığımda, her ne kadar bunu söylemek bana düşmese de, insanların mesuliyetini üstlendikleri hareketleri yapmadan önce biraz düşünmeleri gerekiyor. Sevginin ve nefretin en basit hali, ister pozitif ister negatif olsun, bilinçli ya da bilinçsizce attığımız adımları derinden etkiliyor. İnsanoğlunu motive eden ve onu harekete geçiren şeylerin gerçekten ne olduğunu anladıktan sonra önce kendimizi sonra karşımızdakini anlayabiliriz. Kulağa oldukça basit geliyor, zaten öyle, ancak din, cinsiyet ve sınırlar bunu zorlaştırmaktan başka hiçbir işe yaramıyorlar. Özetle, dünyanın gidişatı hiç güzel değil.

5

031


Bu lise benzetmesi seni cezbetmiş olmalı, zira yeni koleksiyonun, Cher Horowitz’in biraz daha nefret dolu halini ve 90’ları yansıtıyor gibi... Aslında ilham kaynağım 80’lere ve 90’lara atıfta bulunuyor ve lise öğrencilerini irdeliyor. Ama hikaye Londra’da değil İtalya’da geçiyor. İtalyan ergenlerini ve onların kendilerine has tavırlarını çok beğeniyorum.

7

Bir yandan bu koleksiyon aracılığıyla River Phoenix’e olan hayranlığını dile getiriyorsun. River’ın hayatta olduğunu ve defileyi en ön sıradan izlediğini düşün. Defile sonrasında koleksiyona dair nasıl bir açıklamada bulunuyor? River Phoenix’in 90’lı yıllarda, çevreyi korumak üzerine yazdığı bir makaleyi, defilenin tanıtımına entegre ettim. Her ne kadar o dönemde yazılmış olsa da aslında bugünün gençlerine seslenen bir yazı ve bugün hala geçerliliğini koruyabilecek derinlikle bilgi barındırıyor. River, bu makalenin kullanıldığını görünce çok mutlu oluyor çünkü bu satırların üzerinden 20 küsür yıl geçmiş olmasına rağmen hala insanları ve beni etkilediğini görüyor. Onun bu çevreci tavrından etkilenerek tamamen vegan bir defile hazırladığımı ve hiçbir hayvansal ürün kullanmadığımı görüyor. Çıkışta benimle ilgili çok güzel şeyler söylüyor, (keşke).

8

032

Ashley Williams, AW 2017

Kıyafetlerinin ready-towear mantığına uyduğunu düşünüyor musun? Tabii ki. Tasarlarken kendimi tüketicinin yerine koyuyorum. Tasarladığım şeyin içerisinde kendimi hayal edebiliyorsam, herkesin aynı şeyi yapabileceğini düşünüyorum.

9

Hırslı birisi misin? Ah, hem de çok. Buna rağmen beni neyin motive ettiği konusunda endişelerim var. Söz konusu hırs nereden ve neden kaynaklanıyor keşfedebilmiş değilim. Belki biraz daha yaşlandığımda işin aslını anlarım ama şimdiki zaman için konuşacak olursam, istediğim bir şeyi elde etmek için sınırlarımı zorlamaktan asla çekinmem.

10

Londra, diğer moda başkentlerine kıyasla en çok kadın tasarımcı barındıran şehirler arasında başı çekiyor. Hırsın kaynağı bu olabilir mi? Sanmıyorum, diğer kadın tasarımcılarla yarışmak gibi bir derdim olmadı. Londra tasarımcıları teşvik etme konusunda oldukça başarılı, haliyle tasarımcı ünvanını önüne ekleyen insan sayısı bir hayli fazla.

11



AHMET DOĞU İPEK

FATİH ÖZGÜVEN

Ahmet Doğu İpek’in işlerine ilk bakışta muhtemelen hayran kalacağınız şey onun malzeme ile olan Sisyphosvari ilişkisidir. Galata Rum İlkokulu’nda açtığı ‘Günler’ sergisi buna mükemmel bir örnek. Sergide, İpek’in taş, ahşap, mürekkep-boya ve kağıt ile karşılaşması var. Karşılaşma anahtar sözcük belki de; burada malzeme meydan okuyan nitelikleriyle seyircide bile çetin bir karşılaşma duygusu uyandırıyor çünkü. Ama asıl ilginç olan, Ahmet Doğu İpek’i zanaatten yaratıcılığa götüren süreç. Mesela, taşa karışmış bir ağaç kökünü oyarak bize tanıdık, hatta fazlasıyla tanıdık bir nesne sunması, ama malzemeyle onu dönüştürme hevesi arasında kendi saptadığı bir noktada da durması... Bu, seyirciye önce onun ağacı oymaktaki maharetini, sonra önümüzdeki oyulmuş nesnenin tanıdıklığını düşündürüyor, sonra da öncesini ve ötesini; taşı, ağacı ve onlarla ilişki içindeki insanı... Malzemenin hikayesi var, malzemeyi oyanın da, ama Ahmet Doğu İpek için asıl hikaye bu ikisi arasında durulan nokta. Ne malzeme insanın niyetlerine tamamen boyun eğiyor, ne de insan onun çetin sınavına. Önemli olan, ikisinin arasındaki, deyim yerindeyse, büyülenme. Ahmet Doğu İpek’in işlerindeki büyülenme ilişkisine bir örnek de işlerde malzemenin konu edinilmesi olabilir. Resmine konu ettiği ya da konu olarak resmettiği taş da kumaş da kimi zaman baş köşeye konulmuş gibiler. Onlarda kozmik ya da metafizik ya da mimari birtakım niyetler okunabilir, vardır ya da ürer, ama ressamla resmedilen arasındaki asıl ilişki malzemenin bir ikona düzeyine çıkartılması. Ahmet Doğu İpek’in, çatlaklarına Japon kırık tabak yapıştırma sanatı sansai’deki gibi altın izleri sızmış kayaları adeta bir geçmiş zaman dininin tanrıları gibi muhteşem ve ‘orada’lar. Muhteşemlikleri o kadar ki, sonuçta kırılabilen insan yapısı bir şey kadar da kırılganlar. Yine nesne ile insanın onu eğip bükmesi arasında bir yerdeyiz. Diğer bir ilişki de boya ile; siyah ve onun daha açık ve daha koyu halleri. Siyahın geçişleri, Ahmet Doğu İpek’in işlerinde başlı başına bir uğraşı alanı. Suluboyayı kağıdın üzerine akıtarak malzemeyi bir tür otorite ile, bir manzara, desen, iz oluşturma otoritesi ile donatan art arda dizili kara kareleri ya da lekeleri de bir karşılaşma alanı; kontrol nerede biter, rastlantı nerede başlar ya da tersi... Sonuç esrarengiz, gizlikitapvari sayfalar oluyor ki, bunlara bakarken hermetik kitapların ya da sırrına varılmaz sayfaların neden bize büyüleyici geldiğini de belki anlıyoruz. Büyüleyici olan, göklerden inme bir şey değil, o sayfaları meydana 034

Repair I, Kağıt üzerine suluboya ve altın, 145x105 cm, 2016

getiren sanatçıyla malzeme arasındaki karşılaşma. Ama her şeyi insan ve eli düzeyine çekmek gerekmiyor. Kimi işlerde, Ahmet Doğu İpek’in göklerden inen ya da yeryüzünün derinliklerine dalan manzaralarına mistik bir aura atfetme arzumuzu da dizginlememeliyiz. Kendimizi buna bırakmakta zanaatle sanat ilişkisine koşut, gökle yeryüzü arasındaki varlığımızı doğrulayıcı bir yan var. Hatta belki zanaatle sanat, malzeme ile insan aslında bunu görünür kılmak için birlikte çalışıyorlar. Siyahın tonlarını çeşitleyerek dönen bir girdaba ya da dar ve uzun bir alana yayılarak gözlerimizin önüne serilen bir kozmosa da güvenmeliyiz. “Kah çıkarım gökyüzüne, seyrederim alemi/Kah inerim yeryüzüne, seyreder alem beni” diyen bir bilgeliğe güveneceğimiz anlamda.



Geoff, 46 yaşında, Kanada asıllı, Los Angeles’ta yaşıyor. Kaykayı olmadan kahve almaya gitmiyor. Birlikte kahkaha attığı bir karısı ve iki kızı var. Warhol’un hesap kitap günlüğü tutması gibi, tablolarında kullandığı tüm renk kodlarının şeceresini tutuyor. Birlikte aynı noktaya bakıyorsunuz, ama o başka türlü bir şey görüyor. Ve aslında her eserini tek bir

GEOFF MCFETRIDGE

cümleyle özetleyebiliyor.

Röportaj:

Serap Gecü Fotoğraflar:

Aeschleah DeMartino

Aeschleah Geoff’i Los Angeles’taki ofisinde, namıdiğer Champion Studio’da XOXO için fotoğrafladı.

036


Geoff, hiç halüsinasyon gördüğün oldu mu? Çocukken sürekli görürdüm, ve bu ilk gençlik yıllarıma kadar devam etti. Babam da böyleymiş, kızkardeşlerim için de durum farklı olmadı. Ama aramızda bunu en yoğun yaşayan ben oldum. Öyle ki halüsinasyonlar hatıralarımın bir parçası halindeler... Onlar benim için bir bakıma gerçek deneyimler.

1

Meditallucination serindeki 6 dots tablonda gördüğümüz sırtı dönük kızı omzundan dürtüp ona ne söylemek isterdin? “Bu sabah bir merdivene çarptım. Bir kitapçının vitrininden içeri doğru bakmaya çalışırken, elimde bir fincan kahveyle yürüyordum, sonra birden kaldırımda duran merdivene küt diye çarpıverdim. Neredeyse nakavt oluyordum.”

2

Adını Google’da aratanların seninle ilgili şu tanımdan kaçışı yok gibi görünüyor: “Geoff McFetridge güzel sanatları grafik tasarım deneyimiyle birleştiriyor ve bunu esprili bir dille, bir çalımla yapıyor.” Bu klişeyi nasıl değiştirmek isterdin? Daha geçenlerde duyduğum bir laf var, şimdi o geldi aklıma. Everest’e oksijen desteği olmadan tırmanan ilk kadın, dağcılığı “çok basit bir şeyi çok iyi yapmak” şeklinde tarif ediyor. Bense bunu kendi işime şöyle uyarlıyorum: “Basit bir şey yapmak. İyi.” Bu kadın bir de yüksek rakımda botlarını nasıl giydiğini anlatıyor. Bunu duyduğumda, bot giymenin dağcılığı nasıl kısa ve öz bir şekilde tarif ettiğini düşünmeye meylediyorum. Ve dağcılığın insan olma haline dair anlatacakları olduğuna da... Bu tür şeyler düşünmekten ve bunlarla ilgili konuşmaktan asla sıkılmıyorum.

3

Bir üretim biçimi olarak, tükettiğini tükürdüğünü söylüyorsun. Buna zemin oluşturan, 70’ler ve 80’lerden fırlamış gibi duran görsel dilinin hep zihninde var olacağına mı inanıyorsun, yoksa zaman içinde, etrafındakiler ve sen değiştikçe ondan uzaklaşacak mısın? Gençken tattığım eşsiz deneyimler var ve hep onların peşinden koşmaya devam edeceğimi düşünüyorum. Gençlik kültürü her zaman var olacak... Ama benim gençliğim geri gelmeyecek... Çocukken gittiğim kayak dükkanının sahibi pipo içerdi. Bugün ne zaman pipo kokusu duysam aklıma Thrasher Magazine’in gelmesi bundan.

4

Tablolarında, günlük hayata ait sıradan bir sahneyi veya şehir yaşamının bir anını ele almayı tercih ediyorsun. Bu, etrafında gördüklerini daha ilginç hale getirmenin veya rahatlamanın bir yolu mu? Bu yöntem aslında günlük hayatın, beni çeken en sıradan noktalarını çizmek ve boyamak için bana bir bahane yaratıyor. Fikirlerin ötesinde bir alanda üretmeye çalışıyorum. Ve günlük hayatın tüm o parçaları beni o alana götürüyor.

5

6 Dots, 40”x50”, acrylic on canvas, 2014

On tane konuyla ilgili muğlak fikirler yansıtmaktansa, tek bir konuyu net bir şekilde ifade etmekten yana olduğunu söylüyorsun. Bundan yola çıkarak, işlerinin her birinin birer cümleyle veya hisle özetlenebileceğini söylemek mümkün mü? Sanırım öyle. Tabii bu cümleleri kuracak, onları özetleyecek kişi olmayı istemem. Ama evet, her işimde esasen tek bir şey söylüyorum. Zaten hayatta ikinci ana fikirlere yer ve vakit olduğundan pek emin değilim.

6

037


Beautiful Losers belgeselinin yapıldığı döneme gidelim... Projedeki diğer sanatçılarla aranda bir bağ kurulduğunu ve bu işin bir dönüm noktası olacağını o sıralarda hissediyor muydun, yoksa bu proje senin için mütevazı bir işbirliğinden mi ibaretti? Diğer sanatçılarla bir bağ kurduğumuzu kesinlikle hissediyordum. Projedeki çoğu sanatçıyla daha önce tanışmamıştım. Barry McGee’yi sörften tanıyordum ama Kaws, Chris Johansson, Thomas Cambell ile o belgesel sayesinde ilk kez tanıştım. Tabii bu isimlerin hepsi o dönemde çoktan almış yürümüştü, bense işimi nasıl göstereceğimin derdindeydim. Beautiful Losers’a beni dahil ettiği için Aaron’a karşı kendimi her zaman borçlu hissedeceğim.

10

İşlerinde bir karakterin çoğaltılarak vurgulanmasına, pekiştirilmesine de sık rastlıyoruz. Bu teknikle neye odaklanmak istiyorsun? Galiba bunu yaparken, dünyadan bunalmakla ona karşı tamamen hissizleşmek arasında bir duyguya odaklanıyorum. Kalabalıkları resmetmeyi seviyorum. Kalabalığa bakmak benim için, üzerinde yazılı dev matematik denklemini tamamen anlayabildiğim bir kara tahtaya bakmaya benziyor. Aşina olmanın büyüsünü yansıtmak istiyorum. Gözlerimizin durmaksızın meşgul olduğu o karmaşık matematiği...

7

Geoff’ten, röportaj sırasında önüne boş bir kağıt koymasını istedik, o kağıda karaladıklarından bir detaya bakıyorsunuz.

038

Kullandığın renklerin şeceresini hala tutuyor musun? Bunu daima yapacağım. İşlerime başka bir gözle bakmayı seviyorum. Böyle bir renk kodları listesiyle, bu gözlemi bir deneye dönüştürebiliyorum ve buradan bir sonuca varabiliyorum. Warhol’un harcamalarını not aldığı günlüğü gibi... İnanılmaz.

8

Bir işi bitirmeden diğerine atlamak mı, bitirerek ilerlemek mi? Aynı anda bir sürü işle uğraşıyorum. Hatta, kenarda bir yandan devam eden beş tane başka iş yoksa büyük bir projenin altından kalkamıyorum.

9

Bugüne kadar çalıştığın yönetmenler arasında Spike Jonze, Sofia Coppola ve Mike Mills başı çekiyor. Film endüstrisiyle ilişkinin başlangıcını tetikleyen neydi? Los Angeles’ta, üç oda arkadaşıyla, kiralık bir evde yaşıyordum. Oda arkadaşlarımdan biri Jake Kasdan’dı. Zero Effect filmini yazıp yönetmişti. Ben de filmin grafik dilini, başlıkları üstlenmiştim. Aynı anda, Spike’ın ortağı olduğu Girl Skateboards’a ait bir kaykay filminin başlıkları da bendeydi. Oradan Sofia için Virgin Suicides’ı yaptım ve Spike için yaptığım pek çok iş daha bunu takip etti. (O sıralarda aslında garajda yaşıyordum!)

11


Soldan sağa: Girl Lifting Skirt 2, 48”x72”, acrylic on canvas, 2016 Girl Skirt, 30”x40”, acrylic on canvas, 2010 Group In A Circle, 28’’x28’’ acrylic on canvas, 2012 Partial Spectrum, 60”x48”, acrylic on canvas, 2016 039


Kaykay tahtanı her gün kullanıyor musun? Neredeyse, evet. Çoğunlukla kahve almaya giderken... Ayda iki kere, adam akıllı kaymak için kaykay parkına da gidiyorum. Bunu daha sık yapmak istiyorum. Çok fazla hobim var...

17

İstanbul’la ilgili bilmek istediğin bir şeyler var mı? Of evet, kesinlikle, çok şey var. Sizinki gibi bir derginin öyle bir politik iklimden çıkabilmesi beni çok etkiledi. Dünyanın o tarafı hep çok ilgimi çekmiştir. Henüz hiç gidemedim. T.H. Lawrence’ın biyografisinde kendisinin oralarda epey vakit geçirdiğini okumuştum.

18

Sol: Bend the Void (Guy Clawing), 44”x60”, acrylic on paper (Coventry Vellum), 2017 Sağ: A Test for Emotional Intelligence, 48”x60”, acrylic on canvas, 2016

Adını baştan kendin seçebilecek olsaydın, Geoff’ten vazgeçer miydin? Adımı seviyorum. ABD’de ve Kanada’da genelde Jeff şeklinde yazılıyor. Benimkinin farklı bir tarafı olduğu için Google çağında bunun faydasını görüyorum. Yine de sıradan tabii.

15

The Quietness of Not Listening (Ring of Chairs), 44”x60”, acrylic on paper,

Spike’la yollarınız hiç ayrılmadı galiba. Evet, tam olarak öyle oldu. Bütün filmlerinde irili ufaklı işler için birlikte çalıştık.

12

13

Kolay kahkaha atar mısın? Evet. Eşim Sarah inanılmaz biri. Kızlarım da öyleler.

Biriyle konuşurken çok sıkıldığını ama bu konuşmayı sürdürmek zorunda olduğunu düşün; ondan nasıl kurtulursun? Galiba ben en çok kendi konuşmamdan, kendi sesimi duymaktan sıkılıyorum. İnsanların beni bunaltması çok sık karşılaştığım bir durum değil. Hoşbeşten yorulacak kadar sosyal değilim sanırım.

14

040

‘Her şey daha önce zaten yapıldı’ hissine kapıldığın oluyor mu? Pek sayılmaz. Ama tabii ben olayları eşsiz deneyim perspektifinden görüyorum. Bir keresinde, Alaska’da Thompson Pass’teyken New York Times için bir çizim serisi yapıyordum. Çizmek, benim için, bir çölün veya okyanusun ortasında olmaya benziyor, kendi kendime “Bunu daha önce biri yapmış mıdır?” diye soruyorum. Ve sonra aşinalık hissinin belirsizliğine kapılıyorum, okuma ve yazma eylemlerinin içindeki boşlukları düşünüyorum. Bu boşlukları hepimizin bildiği ama aslında yeni olan ve muhtemelen farkına varmayacağımız görsellerle doldurmayı hayal ediyorum. Bir şey yeniyse, ama onun yeni olduğunu kimse söyleyemiyorsa, o zaman bunun ne anlamı var?

16

(Coventry Vellum), 2016



INVEST IN SKIN

AYŞECAN İPEK

Bu bir ikna yazısı değil. Yaşadığımız dönemde doğal güzellik ve dozunda uygulamanın elele yürüdüğünü artık hepimiz biliyoruz, kabul ettik, buna teslim olduk. Konuyu açmışken soralım: “Tüm günü neredeyse sıfır makyajla geçiren, akşam saatlerine doğru tek bir ruj darbesiyle yenilenen kadınların ortak noktası nedir?” Bol su içmeleri mi? Hadi ama, lütfen. Kendinizi bu kadar da hafife almayın. Onların ortak noktası doktorlarının isimlerini sizinle asla paylaşmamaları. İşe sosyolojik yönden yaklaşacak olursanız, bu bilgi cimriliğini haklı bulabilirsiniz. Ne de olsa şehir hayatında, ‘bir şeyler yaptırmak’, güzelliğin pürüzsüzlüğünü, doğallığını lekeleyen bir müdahale olarak kabul ediliyor. Sizi cilt yatırımınız konusunda doğru yönlendiren bir doktorun sessiz ama derinden izlediği adımlarsa, itiraf edilmediği sürece asla fark edilmiyor. Cilt yatırımı. Evet, gençlik pınarı denen efsanenin düzenli aralıklarla bakım yaptırmak, çizgilerden korkmak yerine onları kabullenip görünmez bariyerler koymak olduğunu bilenleriniz, bu konsepte aşina olmalısınız. Cildiniz, ona yatırım yapmanızı bekliyor. Tercihiniz sürdürülebilir ama neştersiz gençlikse Dr. Semih Gök’le tanışmanızın tam zamanı. Estetik Cerrahi ekibi, estetik, plastik ve rekonstrüktif cerrahi alanlarında hizmet veriyor. Cilde yatırım sürecinizi onların uzmanlığında başlatırken en yakın arkadaşınızın tavsiyelerini, ailenizin endişelerini, kafanızın içinde rahat koltuklara yayılmış önyargıları sessizliğe davet etmelisiniz. Neden mi? Çünkü bir zamanların mucizevi yöntemi Botox, sizin için doğru çözüm olmayabilir. “Altın iğne” kulağa nasıl geliyor? Onu, ciddi bir tavır takınıp “yeni nesil bipolar radyo frekans uygulaması” olarak sahneye çağırmak belki de daha doğru olur. Modern sanatla flört etmeye müsait, özel tasarlanmış bir makinenin ucunda, mikro kalınlıktaki 49 altın iğnenin yer aldığı bir aplikatörden bahsediyoruz. Bu iğneler, farklı derinliklere ve boyutlara nüfus ederek radyofrekans uyguluyor, iyileşme gerektiren bölgelerde, deri altındaki kolajen liflerini sıkılaştırıyor. Bu elastik liflerin, sivilce baskınından muzdarip olduğunuz ergenlik yıllarında bile sizi tazecik hissettirecek şekilde gergin olduğunu ve zaman içinde yay boylarının gittikçe uzadığını, hatta gevşediğini hayal edin. Deri altındaki lifleri gererek ve kısaltarak daha sıkı bir yüzey oluşturan altın iğne, namıdiğer Infini, yalnızca yukarıdan değil yanlardan da sıkılaştırabilme özelliğine sahip. Cilt sarkması, geniş gözenek, akne ve yara, düşük göz kapağı, boyun sıkılaştırma tedavileri bu işlemle yapılabiliyor. 042

Must Be Beautiful çekiminden, XOXO The Mag, Mayıs 2016

Diyelim ki sayılan sorunlardan hiçbiri size ait değil ama 30’ların ortasında bir yerlerde, çaptan düşmeye başlayan cildinizi avuturken azla yetinmek, fazladan ve abartıdan kaçmak niyetindesiniz. Altın iğne uygulamasında sizi şöyle bir düzen bekliyor: Uzman Estetisyen Eti Baruh, yüzünüze uyuşturucu krem uyguluyor. Ne de olsa iğnelerden bahsediyoruz, acı yoksa kazanç da yok. iPad, iPhone ya da kağıt kalemle oyalandığınız uzun bir bekleyişin ardından malum koltuğa uzanıp gözlerinizi kapıyorsunuz. Mikro iğneler yüzünüzde gezinirken sadece kemikli bölgelerde biraz huzursuzlanabilirsiniz, şanslısınız ki Eti Baruh, aplikatörü vücuduna bağlı bir organmışçasına, ustalıkla kullanıyor. 15-20 dakikalık uygulamanın ardından sıra cildi hyalüronik asitle beslemeye geliyor. Hemen ardından yüze yerleştirilen LED maskesi, kızıl ışınlarla kızarma ve hassasiyeti en aza indirgerken bakım takviyesinin de derinlere nüfus etmesini sağlıyor. Tüm bu adımların ardından kalkıp aynaya baktığınızda Samantha Jones’un kıpkırmızı yüzüyle, tabiri caizse “çiğ” bir manzarayla karşılaşmanız mümkün, panik yapmayın. Bu sıcaklık ve kırmızılık ilerleyen günlerde yerini, bebek tazeliğinde, ışıl ışıl, parlak ve pürüzsüz bir görünüme bırakacak. Takip eden haftalarda iki konuda dopingden kaçınmamalısınız: Nemlendirici ve SPF. Her gün düzenli olarak, bolca uygulamanız tavsiye ediliyor. Böylece beyin hücrelerinin de iyileştirme ve yenileme desteğiyle oyuna katıldığı bu gençlik maratonunu, başarıyla koşabileceksiniz.



Alejandro Gómez Palomo, New York Moda Haftası’na hızlı bir giriş yapıyor, İspanyol köklerinden aldığı pası göğsünde yumuşatıyor ve topa öyle sert vuruyor ki, Raf Simons’ın kalecilik yeteneği 90’a atılan golün gölgesinde kalıyor. İşin ilginç tarafı, 11 kişilik takımda herkes topuklu ayakkabı giyiyor.

Röportaj:

Utku Palamutçu Fotoğraf:

Jakob Landvik

044

PALOMO SPAIN


1

Alejandro, kadın olsaydın kim olmak isterdin? Kesinlikle Gwyneth Paltrow...

Cinsiyet sözcüğü senin için ne ifade ediyor? Cinsiyetin sözlük anlamı değişmeli ve kadın-erkek arasındaki farklardan bahsetmek yerine güç kavramının eş anlamlısı olarak değerlendirilmeli.

2

Seksin artık tabu olmadığı hatta pek çok tasarımcı için ilham kaynağı olduğu bir dönemdeyiz. Öyle ki sokak stili, defileler ve kampanya görselleri alelade seks barındırıyor. Seks bu kadar açık seçik konuşulabilir hale gelmişken, nasıl oluyor da hala satmaya devam ediyor, ya da ediyor mu? Bugünlerde seks, geçmişe kıyasla hiç olmadığı kadar satıyor ve sattırıyor. Cinsel tercihlerimizi herkesin gözü önünde, hür iradeyle ifade edebildiğimiz bir dönemde oluşumuz bunun en büyük sebebi. Buna rağmen seks sözcüğü hala pek çok insanı hem geriyor hem heyecanlandırıyor. Seks unsuru barındıran bir kampanya görseli gördüğünde hem karşındaki insanı hem o insanın üzerindeki kıyafeti arzuluyorsun.

3

Palomo Spain, AW17 Objeto Sexual

Satın almacıların kadınları düşünerek ürünleri temin ediyor oluşu sinirlerini bozuyor mu? Açıkçası online alışveriş kısmında kadın ve erkek modellerin yan yana aynı kıyafetleri giyiyor oluşu asıl sinirimi bozan şey. Buyer’ların, çalıştıkları marka kapsamında, tüketicilerin neyi görmek istediğini hesaba katarak hareket ettiklerine inanıyorum ve bu yüzden bu durumu kafama çok takmıyorum. Zira günün sonunda bir satış yapılıyor ve çark dönüyor. Tabii kadın kıyafetleri ve trendleriyle aram çok iyi olmadığı için bu durum kısmen işimi kolaylaştırıyor, iki farklı cinsiyet için ayrı ayrı düşünmek zorunda kalmıyorum. Erkekleri kendi hayalimde canlandırdığım eşcinsel dünyasına uyacak şekilde giydiriyorum, kadınlar da bundan nemalanıyor.

5

Palomo Spain’in online alışveriş sitesi, bugün hala kadın ve erkek tüketiciler için farklı sekmeler ve hatta farklı binalar olmasına rağmen, tasarımları hem kadın hem erkek modeller üzerinde aynı anda sergiliyor... Aslında kadınları işin içine biraz daha geç dahil ettik. Palomo Spain bir erkek markası olarak doğdu, hala erkekler için tasarlamaya devam ediyor. Özellikle defilelerden ve sunumlardan sonra buyer’ların, tasarımları kadın departmanları için aldığını görünce, satış politikamızı gözden geçirdik ve sadece erkekler için üretiyor olsak da kadınların da bu kıyafetleri giyebileceğini göstermek istedik. Buna rağmen, satın almacıların aksine, internet üzerinden yapılan alışverişin %90’ını erkekler oluşturuyor.

4

045


Yakın zaman önce NYFW:Men’de koleksiyonunu sergiledin ve defile Raf Simons’ın ABD çıkartmasıyla aynı zamana denk gelmiş olsa bile, eleştirmenler senin bütün tasarımcılara kıyasla daha ön planda olduğunu söylemekten çekinmedi. Kendinle gurur duyuyor musun? Tabii ki, kendimi bu konuda çok iyi hissediyorum. New York, ben ve ekibim için oldukça farklı ve yeni bir deneyimdi. Bir yandan çok gergindik, çünkü kısa zaman içerisinde çok büyük başarılar elde ettik ve New York, elde edilen başarıların haklı olduğunu göstermek için ideal bir yerdi. Yine de bizi neyin beklediğine dair en ufak bir fikrimiz yoktu, zira bütün defileyi ve koleksiyonu İspanya’da hazırlıyorduk, ama günün sonunda hayal ettiğimiz şeyi okyanusun öteki ucunda gerçekleştirmemiz gerekiyordu. Basından ve izleyicilerden çok iyi tepkiler aldık ve moda haftasının kapanışını yaparak insanların aklında çok güzel bir silüet bıraktık.

8

6

Günlük hayatında kendi tasarımlarını giyiyor musun? Tabii ki, neredeyse her gün...

Şu an üzerinde ne var? Kendi koleksiyonumdan bir çift ayakkabı giyiyorum, üzerinde yine kendi tasarımım olan bir pantolon ve düz beyaz bir tişört var.

7

046

Moda sektörüne tarihi bir açıdan bakmaya devam edecek misin? Evet. Moda tarihi üzerine gitmek ve geçmişten ilham almak çok hoşuma gidiyor. Sektörü yakından takip ettiğini iddia eden insanlar aslında sadece güncel trend’lere aşinalar ve geçmişten günümüze uzanan farklı yaklaşımları bilmiyorlar. Ben, ‘moda aslında böyle bir şeydi ve bu noktaya evrildi’ diyebilmeyi ve farklı zaman dilimlerini tek bir seferde sunmayı seviyorum.

9


LVMH Ödülü için açıklanan ilk adaylar listesinde yer alıyordun ama son sekiz kişiden birisi olamadın. Sorun sende mi, onlarda mı? İlk listede yer almak bile gurur verici. Hele ki bir yıldır bu işi profesyonel olarak yapıyorsanız ve kısa süre içerisinde bu listede yer alma şansı bulduysanız, bu çok daha keyif verici bir şey. Finale kalan sekiz tasarımcıya baktığım zaman kendimi kötü hissetmedim, sonuçta Dilara da adaylar arasındaydı ve o da finale kalamadı. Anlatmaya çalıştığım şey şu: LVMH birinciliğe taşıdığı tasarımcının ürünlerinin daha geniş bir kitleye hitap etmesini, daha ticari bir algıyla tasarlanmasını istiyor.

11

Moda eleştirmeni Emilia Petrarca, en son koleksiyonunu, İspanyol bir matadorun Almodovar’ın yönettiği bir filmde başrolü oynadığı bir hayal dünyası olarak tanımlıyor. Bu filmin gerçekten var olduğunu hayal et; matadorun en can alıcı repliği ne olurdu? “Eşcinsel olmak ve kırmızı giymek çok güzel.”

10

Sen koleksiyonuna ve tasarım algısına bu kadar fazla önem verirken, başka bir tasarımcının işi ticarete dökmesi ve günün sonunda yüklü miktarda para ve prestijli bir ödülle eve dönmesi canını sıkmıyor yani? Bu can sıkıcı bir şey değil, sadece hayal kırıklığı yaratıyor, en azından benim için böyle. Eğer ben jüride olsaydım, finale kalan sekiz kişi şu ankiyle aynı olmazdı, orası kesin. Ama işe daha geniş bir perspektiften baktığınızda Louis Vuitton’un ağırlığını göz ardı edemeyiz. Şüphesiz ki moda sektörüne bakış açılarımız daha farklı. Herkes para kazanmak istiyor ama ben sınırları zorlamaktan yanayım.

12

Telefonu kapattıktan sonra ne yapacaksın? Masamın başına dönüp çizim yapmaya devam edeceğim.

13

047


Neredeyse her gün, akla gelmeyecek başka bir malzemenin tasarım ve mimarlığın kullanım alanına girdiği bir dönemde, toprak ilk etapta kulağa sıradan bir malzeme gibi gelse de, mimar Timur Ersen için toprakla çalışmak bir tutku. Bu tercihinden ötürü aynı zamanda “toprak ustası” olan Ersen’in yaratımları ülke sınırlarını çoktan aştı. Herkesin aklının fezada olduğu bir zamanda, biz Ersen’le toprağa yeniden yakınlaşmayı konuştuk.

Röportaj:

Bahar Türkay Fotoğraf:

Serra Akcan

048

TİMUR ERSEN


Yerinde olmak istediğin başka birisi var mı? Öncü ve vizyoner bir sanatçı ve usta, Martin Rauch. Sıkıştırılmış toprakla çalışmayı ondan öğrendim. Kendini tam anlamıyla işine adanmış ve etrafında toprakla çalışmakla ilgili bir tutku çemberi yaratmış birisi. İşinin bir parçası da sıkıştırılmış toprağın daha sağlıklı ve güzel bir gelecek için ne kadar önemli bir materyal olduğunu göstermekle ilgili.

1

La Apoteka, 2014

Bugünlerde neyle uğraşıyorsun? Fransa’da yeni mimarlık ofisimi açtım. Bir de Lozan’daki bir sergi için sıkıştırılmış topraktan duvar örmekle ve aynı malzemeden zemin inşa etme denemeleriyle uğraşıyorum.

2

Tasarım ve mimarlık arzu ve yaratımla mı yoksa ihtiyaçlarla ve problem çözmekle mi ilgili? Her ikisi de... Çünkü tasarım da mimarlık da, güzelliğin ve etiğin peşinde. Ve inşa etmek siyasi bir eylem aslında.

3

Geçtiğimiz yıl Güney Fransa’ya geri döndün. Hikaye nasıl gelişti? Türkiye’de yerel kaynaklara dayalı bir mimari geliştirmeye çalışarak iki yıl geçirdikten sonra Fransa’ya dönmeye karar verdim. Çünkü Türkiye’deki deneyimim insanları sürecin, malzemenin ve detayların önemli olduğuna ikna etmeyi gerektiriyordu. Bu fazlasıyla enerjimi aldı ve sağlıklı bir proje ortamı için iyi bir başlangıç sunmadı. Öncelikle insanların ikna olması gerekiyordu ki proje rahatça ilerleyebilsin.

4

Domaine de Boisbuchet, atölyelerinin disiplinler arası çalışma modeli ve kolektif üretim yaklaşımı ile tasarım camiasının iyi bildiği bir yer. Bu 19. yüzyıldan kalma şatoya, Bouroullec Brothers, Shigeru Ban, Patricia Urquiola gibi isimlerin yolunun geçtiği bir tür yaratıcı üretim vahası diyebiliriz. Boisbuchet’de olmakla ilgili ne hissediyorsun? Harika bir his. Bana güvendikleri ve bir malzeme olarak toprakla girdiğim bu macerayı böylesine prestijli bir ortamda gerçekleştirmeme izin verdikleri için onlara teşekkür ediyorum. Geçen seneki atölye çok iyiydi. Katılanların duygularını, sıkılaştırılmış toprak tekniğini keşfetmelerini ve duvar ördükten sonra yaşadıkları zevki görmek çok güzeldi. Dünyanın her yerinde tarih boyunca toprakla bir bağımız oldu ve bu teknik bu konudaki duyarlılığımızı ortaya çıkarması adına çok anlamlı. Ayrıca Boisbuchet, unutulmuş bir tekniği tekrar sahneye çıkararak topraktan bir yapı inşa etmek için harika bir mekan.

5

Atölyenin başlığı Layer by layer-Building with Erosion. Her şeyin yalnızca görünen yüzünün kayda değer hale gelmeye başladığı bir zaman diliminde çok katmanlılıkla ilgili ne düşünüyorsun? Topraktan inşa etmek siyasi bir hareket ama aynı zamanda şiirsel bir gücü de var. Bir değişim ve katkı maddesi olmadan elinizin altındakini kullanarak yaptığınız bir eylem bu. Siz ona ne kadar iyi bakarsanız, o kadar uzun süre var olacak güçlü ve güzel bir ortam yaratıyor ve sonunda da herhangi bir kirliliğe yol açmadan, doğal olarak yeniden toprağa karışıyor. Yüzeyler üzerinden konuşacaksak, sıkıştırılmış toprak, inşa süreçlerini katman katman, yapının kendi dokusuna yansıtması anlamında çok güçlü bir teknik. Yüzeyin kendisi, eğer dış mekandaysa, hava koşullarına maruz kalıyor ve toprak daha da pürüzlü son halini alana kadar erozyona uğruyor. Sıkıştırılmış toprakla çalışıyorsanız, şiirselliğinin bir parçası olarak, onun kusurluluğunu, pürüzlerini, gücünü ve kırılganlığını aynı anda kabul etmeniz gerekir.

6

049


Çalışmalarını, mimarlık, yapı ve denemeler olarak bir şekilde sınıflandırıyorsun. Deneme kategorisi neleri kapsıyor? Bu kısım bütün atölye çalışmalarını, 1/1 ölçeğinde işleri, sanatsal projeleri ve heykelleri içeriyor. Tam olarak mimarlık projeleri değil çünkü içlerinde herhangi bir yaşam yok, ancak, gelecekteki projelerim için gerekli olan yüksek kalite ve çeşitlilik araştırmaları söz konusu. Ayrıca, belirli bir teknik veya tasarım/ inşa uzmanlığıyla ilgili başkalarıyla paylaşabileceğim bir ortam.

7

La Maison des Vins Argos, 2016

050

La Apoteka, 2014

Herzog and De Meuron’un House of Plant for Ricola projesinin şantiyesinde “toprak ustası” olarak çalıştın. Bu bir tesadüf müydü yoksa toprağın meslek hayatında özel bir rolü var mı? Mezuniyet aşamasında bir grup öğrenci, Solar Decathlon Europe 2012 isminde bir yarışmaya katıldık ve projemizdeki prototipte kullandığımız toprak sıvama sayesinde bu malzemeyi keşfettim. Daha sonra mimaride toprağın kullanımıyla ilgili internette araştırma yaptım. Karşıma Martin Rauch’un evine ait bir fotoğraf çıktı ve o fotoğrafta gördüğüme adeta aşık oldum. Hemen bunu nasıl yaptığını ondan öğrenmek istedim. Martin’in firmasını arayıp bana inşa alanlarında iş verirler mi diye sordum. Şans eseri, Ricola projesini yapıyorlarmış. O günden beri sıkıştırılmış toprak malzemesinden kendimi alamadım ve hem mimarlığı, hem de toprak ustalığını bir arada yürütmeye çalışıyorum.

8

Tasarım ve mimarlık, sinema, müzik, gastronomi ve hatta ekonomi ve siyaset ile doğrudan ilişkili. Bu ilişki ağları içinde en anlamlısı hangisi? Siyasetle ilişkisi... Ölçeği ne olursa olsun, yaptığımız her projeyle, kendimizi içinde yaşamak istediğimiz toplum vizyonuna entegre ediyoruz. Zihnimi en çok meşgul eden şey bu.

9

Bir anda sana “Hadi gidelim!” desek aklına ilk ne yapmak gelir? Farklı alanlarda yetenek ve tutku sahibi dostlarla birlikte sosyal bir proje inşa etmek gelir. Tasarımı dahil tüm detaylar için belli bir kalitede iş ortaya koymak için yeterince vaktimiz olur ve bu, inşa alanı içinde tutku, vizyon, güzellik ve sağduyu olan bir maceraya dönüşür. Böyle bir durumda, geleceğin insanları sağlıklı ve nitelikli bir mekana kavuşur, usta, işi sayesinde ayakta kalır, para eşit şartlarda dağılır ve işin içinde keyif olur. Yani herkes kazanır.

10



Simone Ciarmoli, bir önceki Salone del Mobile’de imza attığı Before Design: Classic sergisiyle çıtayı yükseltip, işi günümüze adapte ediyor ve mecazdan tamamen uzak bir şekilde, bugünün tasarım anlayışına ışık tutuyor. Kendisi Milano ve İstanbul’a olan hayranlığını anlatarak sorularımızı cevaplıyor.

Röportaj:

Güzin Öztok Fotoğraf:

Yoshie Nishika

052

SIMONE CIARMOLI


55. Salone del Mobile için küratörlüğünü üstlendiğiniz serginin adı DeLightFul. Basit bir kelime oyunundan mı bahsediyoruz yoksa serginin arkasında bir hikaye mi yatıyor? Aslına bakarsanız, proje özü itibarıyla tasarımın ne demek olduğunu anlatıyor. Bu yüzden sergi, tasarım değeri olan objelerin, araçların ve ürünlerin ortaya çıkışından önce klasik olarak değerlendirilen tasarımların yeniden ön planda yer almasını fırsat biliyor ve ilham kaynağını klasik olanda buluyor. Günlük hayatın içerisinde yer edinmiş ama aslında var oluşu neredeyse ilkel çağlara kadar uzanan ürünlerden bahsediyoruz. 36 yaşından genç, Milenyum çağını deneyimleyen insanların bu ürünlere bakış açısını yansıtmak, serginin ana görevi.

1

DeLightFuL, 55th Salone del Mobile di Milano, 2017

Yani sergi kanalıyla doğrudan bir hikaye anlatıcılığı görevini mi üstleniyorsunuz yoksa sergiyi ziyaret eden insanların dahil olduğu bir oyun alanından bahsedebilir miyiz? Sergi alanını DeLightFul Essential Spaces olarak adlandırırken aslında yapmak istediğimiz şey, insanoğlunun çeşitliliğin merkezinde yer aldığını ziyaretçilere göstermekti. Bu yüzden aslında biz hikayeyi onların huzuruna sunuyoruz ve sınırları ve engelleri olmayan bu alanda bir nevi keşfe çıkmalarını istiyoruz. Sergi alanına girdiğinizde kendinizi, aslında karanlığa gömülmüş, modern bir mağarada buluyorsunuz. İlk insanların deneyimlediği atmosferi deneyimleyerek yola çıkıyorsunuz ve aslında değişen şeyin insan bedeninden ziyade, atmosfer olduğunu anlıyorsunuz.

2

DeLightFul’u parçalara ayırdığınızda tasarım, ışık, gelecek ve yaşama ulaştığınızdan bahsediyorsunuz. Serginin temelini bu sözcüklere yaslarken nelere dikkat ediyorsunuz? Tasarım ve aydınlatma arasındaki güçlü bağ, bu sergi ile bir kez daha yakalamak istediğimiz bir birliktelikti. Tasarım, en kaba tabiriyle, yaşam alanlarımız için oldukça önemli mobilya üretimleri olarak görülüyor. Bu yüzden ışığın en doğal halinin bir tasarım ürünü olarak irdelenmesi fikrinden ziyade, tasarıma, ışığın özüne ve bu iki materyal arasındaki ilişkiye nasıl farklı açılardan bakabiliriz, onu keşfetmek istedik. Bahsettiğim konuda bilgi elde etmek için ihtiyacımız olan şey, geçmişten geleceğe doğru ilerleyen bir rota, zira geleceğe dair ne kadar çok kehanette bulunursanız, o kadar farklı tasarım niteliği taşıyan ürünle karşılaşırsınız.

3

Mimarlık ve tasarım ofisi olarak, farklı ölçeklerde farklı ihtiyaçları karşılayacak cinsten projeler üretiyorsunuz. Bu alanda edindiğiniz tecrübeye dayanarak, Milano’da ışık üzerine bir sergi açmanın nasıl bir şey olduğundan bahseder misiniz? Stüdyo olarak her şeyden önce sıkı çalışmaya inanıyoruz. Tabii işe kreatif açıdan ve küratörlüğü üstlendiğimiz sergi açısından bakacak olursak, sanat, mimari, tasarım, sinematografi ve ışık arasındaki birlikteliği sağlamak bizim için oldukça kolaydı.

4

053


Peki tasarım sürecinde bugünü mü yoksa geleceği mi düşünüyorsunuz? Gelecek cezbedici ve kışkırtıcı bir sözcük ve ancak ne zaman yaşanacağı büyük bir soru işareti. Öte yandan modernitenin belli bir zaman dilimine sıkışıp kaldığına inanmıyorum, bu yüzden tasarım sürecinde her zaman bugünü düşünerek hareket etmekten yanayım. Bugün için tasarlayıp gelecekte neler olabileceğine dair ipuçları yaratmak kesinlikle çok güzel bir şey, tıpkı Zaha Hadid’in yaptığı ve başarıya ulaştığı gibi.

7

Günümüzde modern aydınlatmalar tasarlamak sizin için ne ifade ediyor? Bir kere her şeyden önce, ışık hayatımızın en önemli elementlerinden bir tanesi. Işık, objelerin formlarıyla oynayabilen, hatta içerisinde bulunduğumuz ortamı tek bir dokunuşla yeniden şekillendirebilen bir güç. Haliyle onsuz yaşayamayacağımız bir güçten bahsediyoruz. Işığın nasıl bir kaynaktan geldiği ve hayatınızı ne ölçüde etkilediği size kalmış. Klasik, tavandan boylu boyunca uzanan basit bir aydınlatmadan da söz edebiliriz, duvarların kenarlarına gizlenmiş bir kaynaktan da... Işık ve aydınlatma konusunda çok hassas bir insanım, çünkü ışığın sinematografinin ve fotoğrafçılığın üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu biliyorum. Bildiklerim beni çok heyecanlandırıyor ve sergiyi ziyaret eden insanların da aynı heyecanı paylaşmasını istiyorum.

5

Gelecekte ışığın çok daha önemli hale geleceğine inanıyor musunuz? Kesinlikle. Çok basit bir örnekle anlatayım: Oldukça lüks bir restorandasınız, yanınızda birkaç yakın arkadaşınız var ve oldukça lezzetli bir yemek yiyeceksiniz, ama restoranı aydınlatan ışıkların kötü tasarlandığını düşünün. Yediğiniz yemek kadar tasarımdan da zevk almayacaksınız, emin olun. İnsanoğlunun yaşam standartları yükseldikçe, tasarım ve aydınlatma arasında bağ da güçlenecek, bu yüzden tasarım geleceğe yön verecek bir kavram.

6

DeLightFuL, 55th Salone del Mobile di Milano, 2017

054

Yaşamsal ihtiyaç olarak değerlendirilebilecek basit tasarımların gelecekte teknolojik bir değişime uğrayacağını düşünüyor musunuz? Tabii ki. Gelecek tasarım liderliğinde şekilleniyor diyebiliyorum ama biliyorum ki tasarımın bu kadar güçlü bir kaynak olarak hayatımızda yer alması, teknoloji sayesinde mümkün.

8

İstanbul’da yürüttüğünüz ve tamamladığınız projeler var. Bu şehrin üzerine ışık tuttuğunuzda nasıl bir yansıma görüyorsunuz? İstanbul’u çok seviyorum. Mimari açıdan gerçekten büyüleyici bir yer. Yakın zamanda Suadiye’de bir proje tamamladık, bu projeden önce Maçka’da ve Sultanahmet’te bulundum, bu bölgede çalışma fırsatı buldum. Sadece mimari açıdan değil, misafirperverlik ve gastronomik anlamda da İstanbul’u büyüleyici buluyorum. Işık bu şehrin üzerine düştüğünde gözlerim kamaşıyor diyebilirim.

9


Mutluluk, bir annenin yüzündeki gülümsemedir. Ve biz, anneler çocuklarına daha fazla vakit ayırabilsin yüzleri hep gülsün diye çalışıyoruz. Anneler gününüz kutlu olsun. www.bosch-home.com.tr


Airbnb an itibarıyla 30 milyar dolar değerinde. Bugüne kadar 130 milyona yakın rezervasyona aracı olan şirket, farklı kültürlere sahip insanları paylaşım ekonomisi içerisinde birbirlerine misafir ediyor. Bütün bunların temelindeki unsur ise güven duygusu. Airbnb’nin kurucu ortağı Joe Gebbia, güven duygusunun tasarımla nasıl sağlanabileceğini anlattı.

Röportaj:

Ali Tünay Fotoğraf:

Matthew Placek

056

JOE GEBBIA


Henry David Thoreau’nun meşhur sözüyle başlayalım: “Hayatımız detaylarla israf oluyor. Basitleştirin, basitleştirin...”. Sen bu yaklaşımdan ne anlıyorsun? Detaylarda kaybolmayın, büyük resmi görün ve günün birinde doğanın içinde yaşamayı planlayın.

1

Ortaklarının ve senin aldığın tasarım eğitimi, Airbnb kullanıcılarında ve genel olarak insanlarda var olan yabancılara karşı duyulan doğal güvensizlik duygusunun kırılmasına nasıl yardımcı oldu? Tasarım her zaman hayatımın itici gücü olmuştur. Dünyaya tasarım lensini kullanarak bakarım. RISD’de girişimci ve yaratıcı içgüdüm test edildi, çöktü ve tekrar inşa edildi. Diğer yandan tasarım ve girişimcilik zaten hayatımın merkezindeydi. Bu nedenle Airbnb’yi kurmanın son derece doğal bir şekilde geliştiğini söyleyebilirim. Hangi soruna bakarsak bakalım, tasarım lensini kullandığımız an, yaratıcı çözümler bulabiliyoruz. Güven duygusunu vermek de bundan farklı değil. Stanford Üniversitesi’yle ortaklaşa yaptığımız bir çalışmada, insanların birbirine güvenmesinde, karşılarındaki kişinin onlara ne kadar benzediğinin belirleyici olduğunu öğrendik. Ancak keşfettiğimiz bir şey daha vardı: Bu önyargıyı, sahip olduğunuz itibarla kırabiliyorsunuz. Bu nedenle kullanıcılarımızın yorumlarını paylaşabileceği bir arayüz tasarladık. Böylece 10’dan fazla yoruma sahip olan bir kullanıcının “yabancı-tehlike” önyargısı dediğimiz olguyu kırabildiğini anladık. Ancak unutmamamız lazım, güveni sağlamak için doğru miktarda bilgiyi karşı tarafa aktarmak gerekiyor. Fazla bilgi vermekle, hiç bilgi vermemek arasında ince bir çizgi var. Bu nedenle Airbnb’de kendinizi anlattığınız bölümleri, doğru miktarda sözcük ve bilgi kullanacağınız şekilde tasarladık.

2

5 Bu durumda Airbnb’nin doğru tasarlanmış yorum sistemi olmasaydı başarısız olur muydunuz? Çok açıkça ifade edebilirim ki bugün olduğumuz şirket olamazdık. Bize göre güven, Airbnb’nin temelini oluşturuyor ve bunu en başından beri tasarlıyoruz. Şeffaflık, hesap verebilme, güvenilir ve dostça bir ara yüz tasarlama... Tasarım, insanların yabancılara karşı hissettiği önyargıyı kırmamıza hiç beklemediğimiz şekilde yardımcı oldu. Kuşkusuz paylaşım ekonomisi de bir ekonomi, ama biz şunu keşfettik; sadece servis sektöründe değiliz, bizim en önemli ürünümüz güven.

3

Airbnb’nin paylaşım ekonomisinin öncüsü olduğunu iddia ediyorsunuz. Paylaşım ekonomisini farklı kılan nedir? Bizim için, paylaşma ekonomisi, içinde bulunduğumuz toplumla ilgilidir. Ve inanıyoruz ki; toplumlar dünyayı değiştirecek güce sahipler. Airbnb’yi heyecan verici yapan ise onun küresel bir topluluğun içinde yer alması. Bir seyahat şirketi sadece belirli şehirleri müşterilerine seçenek olarak sunsaydı, iyi işleyemezdi. Bu, rafları boş bir dükkana adım atmak gibi olurdu. Airbnb küresel ve yerel olanın özünü bir araya getiriyor. Uluslararası bir platformdan daha küresel ve bir insanın evinden daha yerel bir şey olamaz. Küresel bir kitleye hitap ediyoruz ve onların nereye giderlerse gitsinler gerçekten yerel bir deneyime sahip olmalarını sağlıyoruz. Bizim için paylaşım ekonomisi, paylaşılan deneyimler, yerel kültür ve toplumların, adet ve normların kutlanması demek.

4

Web sitesinin büyük verisine baktığın zaman gördüğün yorumlar ve rakamlar sana ne

anlatıyor? İnsanlara fırsat verdiğin zaman birbirlerine güvenmeye meyilliler. Bazı şehirlerde mutenalaştırmaya katkıda bulunduğunuza dair eleştiriler var. Buna nasıl cevap vermek istersin? Yeniliklerin tarihi, çatışmalarla olgunlaşmıştır. Günümüzde kabul gören ama geçmişte oldukça tepki çeken bir sürü fikir var. ATM bulunduğunda ABD’nin bazı şehirlerinde yasadışıydı. Videoların patenti alındıktan sonra kullanıcıya ulaşması film şirketlerinin direnişi yüzünden yıllar aldı. Aynı zamanda otomobil ilk bulunduğu zaman bazı şehirlerde yasadışı ilan edildi. Ne zaman bir değişim sunsanız, eleştirilere maruz kalırsınız. Öğrendiğimiz derslerden biri, sahip olduğumuz sorunları çözmenin ne kadar önemli olduğu veya bazen söylediğim üzere o sorunlarla evlenmemiz gerektiğidir. Bu şu anlama geliyor: Çözmeye çalıştığınız soruna o kadar yakın durun ki, karşılaştığınız çatışmalar içerisinde statükoyu değiştirecek muazzam bir perspektife sahip olun.

6

Airbnb’yi sen de kullanıyor musun? Neredeyse seyahatlerimin tamamında Airbnb evlerinden birinde kalıyorum. Ev sahipleriyle tanışarak, bulunduğum şehirleri onların gözünden tanımayı seviyorum. Bu durum seyahat deneyimleri son derece zenginleştirdi. Başka türlüsünü istemezdim.

7

057


Şirketinize 30 milyar dolar değer biçiliyor. Bu durum seni gururlandırıyor mu? Evet, ama bunu başlı başına bir kilometre taşı olarak görmüyorum. Yolculuğumuzdaki önemli dönüm noktalarından biri olarak okuyabiliriz. Şirketimizin değeri, ya da yapılan rezervasyonlar gelişimimizin birer göstergesi, ama kendi içinde hedeflediğimiz bir sonuç değil. Airbnb üzerinden rezerve edilen 123 milyon gecenin kötü birer deneyimden ibaret olduğunu düşünün, elinizdeki rakamın hiçbir önemi kalmaz. Biz, nereye giderseniz gidin, oraya ait olabileceğiniz ve daha önce ulaşamadığınız ve korkutucu gelen yerlere de seyahat edebileceğiniz bir dünyaya inanıyoruz. Bir dünya ki, gittiğiniz yerde kabul gördüğünüz ve dışlanmadığınız... Peşinde koştuğumuz bu değişimi Airbnb üzerinden yapılan rezervasyonlarla ölçemezsiniz.

8

TED konuşmalarından alıntı yapmak gerekirse, ilerleyen zamanlarda neyi tasarlamayı amaçlıyorsunuz? Teknoloji şirketleri o kadar hızlı değişiyor ki, bir sonraki adımımızı hayal etmediğimiz zaman endişelenmeye başlıyorum. Yaratığımız model farklı vektörlere dokundu. Arabalar, tekneler ve şimdi köpek bakıcılığı. Radikal düşüncelerimizi kullanabileceğimiz bir başka alan ise eğitim, temiz enerji ve sağlık sistemleri. Bu alanlar yeni bir tasarımcının adım atarak, onlara hayat vermesini bekliyor. Benim için merak, yeniliğin ateşleyicisidir. Merak sayesinde deneyler yaparız, bu deneylerin sonuçlarını bazıları başarısız olarak görse de denemeye devam ederiz. Uzun vadede başarılı olan kültürler, başarısızlığı spesifik bir olay olarak değil, bir olaya uygulanan kafa yapısı, bir tavır olarak görür. Aslında ortaya çıkan başarısızlık değildir, verdiğiniz kısır tepkidir. Böyle bir durumda vereceğiniz iyi bir tepki, her türlü sonucu, öğrenilecek bir deneyime dönüştürür.

9

058

Fotoğraf:

Edward Caruso Yoshino Cedar House, Samara

Yakın bir zamanda Samara’nın kurulduğunu açıkladığınız. Burası Airbnb’nin içinde, çok disiplinli bir inovasyon ve tasarım stüdyosu olarak işlev görecek. Samara’nın halihazırdaki yapıya nasıl bir katkıda bulunmasını bekliyorsunuz? Samara, kullanıcılarımızın birbirine hizmet edebileceği ürün ve yolları yaratmaya odaklanacak. Brian Chesky, Nathan Blecharczyk ve ben, Airbnb’yi 10 sene önce kurduğumuzda hedefimiz, insanların evlerini ve aslında kendilerinden bir parçayı paylaşmalarına yardımcı olmak ve seyahat etmeyi daha geniş kitlelere yayabilmekti. 100 milyon misafirden sonra gelişimimizi anlamlı bir şekilde parçalarına ayırdık ve bazı çılgın soruları soracak yeterli deneyim ve bant genişliğine sahip olduk. Böylece geçen sene üçümüz bir araya gelerek, bu soruları soracağımız ve Airbnb dışında farklı fikirlerin temellerini atabileceğimiz bir oluşuma karar verdik. Bu ihtiyaca verdiğimiz cevap Samara oldu.

10

Samara’nın en son projesinden bahsedelim: Japonya’da yapılan Yoshino Cedar House. Samara’nın websitesinde insanların bir toplumun parçası olmak istediklerini dile getiriyorsunuz. Yoshino Cedar House bunu tam olarak nasıl anlatıyor? Mimari yapısının özüne baktığımızda, bu ev paylaşmak için inşa edildi. Bir ev ve toplum merkezi olarak ortaya çıkan yapıyı, Go Hasegawa ve Samara, Yoshino halkı için tasarladı. Ev içilen seçil yer, önündeki sürme kapılar ve uzun masa, misafirler geldiğinde ev sahibi konumunda olacak Yoshino sakinleri düşünülerek projelendirildi. Eve misafir olanların verdiği destekler Yoshino Toplumsal Yatırım Fonu’na gidecek.

11

Sen kendi evini nasıl tanımlarsın? En sevdiğim yerlerden biri. Okumama, rahatlamama ve ilham almama yardımcı olan yaratıcı bir alandan bahsediyoruz.

12


Gücünü görebilir ancak sesini duyamazsınız! Relaxx’x Ultimate ProSilence 64, mükemmel temizlik sonuçları ve üstün kullanım konforunu bir arada sunar. Ayrıca çok daha az enerji tüketir. Üstelik ses seviyesi, maksimum seviyede bile sadece 64 dB (A)’dir. www.bosch-home.com.tr


BSH Grubu, Siemens AG’nin Ticari Marka Lisansı sahiplerindendir.

Siemens XXL Buzdolabı 682 litrelik geniş hacmi, et, balık, meyve ve sebzeleri iki kata kadar daha uzun süre taze tutan hyperFresh plus özelliği ve dilediğiniz gibi yerleştirebileceğiniz raflarıyla her şey hayatı büyük büyük yaşamanız için…


Büyük büyük yaşayın. Siemens’in yeni 682 litrelik XXL buzdolabıyla mükemmel teknoloji hayatınızı sarsın. siemens-home.bsh-group.com/tr

444 66 88 /SiemensHomeTurkiye

Siemens. Gelecek evinizde.


SOME WOMEN OF TYPOGRAPHY

EREN BUTLER

Hazırlayan:

Ayşecan İpek Fotoğraflar:

Gökhan Polat

Asla kullanmadığın bir font var mı? Genelde katı kurallar koymayı sevmiyorum, bu yaptığım iş için de geçerli. ‘Never say never’ söylemini hep kendime hatırlatırım. Ancak tasarımcılar arasında konusu geçmiş, üzerine makaleler yazılmış ve hatta ‘en nefret edilen fontlar’ arasında birinci sırayı alan Comic Sans’ı hiç kullanmadığımı söyleyebilirim. Seneler sonra birine bu fontu kullanarak bir şey hazırlamak çok isterim çünkü bu alıntıyı anlayan insan için komik bir şaka olur. Bugün doğan jenerasyon Comic Sans alıntısını anlayamaz tabii, bu bizim jenerasyona özel ve aslında bu yüzden güzel.

1

062

Özgeçmişinde gülümsemeyi, seyahat etmeyi, karides yemeyi ve tasarım problemlerini çözmeyi sevdiğin yazıyor, yıllar içinde bu listeye başka neler ekledin? Özgeçmişimde yazdığım bu satırları, ilk websitemi kurduğumda, yaklaşık on sene önce yazmıştım ve mutluyum ki yazdıklarımın hepsi hala geçerli. Tabii yıllar içeresinde değişen ve gelişen bir sürü şey de oluyor. Bu listeye ‘yeniliklere açık, deneysel olmak’ ifadesini de ekleyebiliriz. Şu sıralar, mimar olan eşimle birlikte kilim dokumasını öğreniyoruz. Bizim için oldukça deneysel, çünkü şu ana kadar yaptığımız işlerden çok farklı. El becerisini, matematiksel dokuma tekniklerini ve çağdaş tasarım anlayışını bir araya getirerek farklı tasarımlar yaratmaya çalışıyoruz.

2

İş bir markanın kimliğini tipografik olarak oturtmaya geldiğinde nasıl bir yol izliyorsun? Markayı bir insanmış gibi düşünüp, ona bir kişilik yaratmaya çalışırım önce. Kişilik analizinden sonra, kapsamlı bir font taraması yaparım, yüzlerce farklı karaktere bakıp içinden kurguma uygun olanları seçerim. Tabii bu karakterler birbirinden apayrı olabiliyor, çünkü o markanın farklı yönlerine hitap ediyorlar. Tipografi araştırmasının dar ve kısıtlı olmasındansa, geniş ve kapsamlı olmasını tercih ediyorum. Elemek, daha sonra eklemekten daha iyi bir strateji.

3



SOME WOMEN OF TYPOGRAPHY

MENEVİŞ TÜRKMEN

Modern kaligrafi hayatına nasıl ve ne zaman girdi? Tanışalı aslında çok olmadı. Küçüklüğümden beri zaman zaman kara kalem çalışmaları yapardım. Geçtiğimiz Aralık ayında suluboyayla ilgilenmeye başlayınca, fırça kaligrafinin aslında çok yaygın olarak kullanılan bir teknik olduğu öğrendim ve denemeye başladım. Böylece ortaya Paper Lust adlı Instagram hesabım çıktı. O zamandan beridir de evim küçük bir stüdyoya döndü, bağımlı bir hale geldim.

1

Küçük harf mi yoksa büyük harf mi? Küçük harf her zaman tercihim, çünkü aynı el yazısında olduğu gibi küçük harfleri birbiriyle estetik olarak bağlama imkanı çok daha fazla. Ancak yazdığım kelimeye veya tekniğe göre küçük harflerin arasına büyük harf yedirmeyi de çok seviyorum.

2

064

Eski bir milli windsörfçüsün. Tahtanı kendinin boyadığını ve hatta belki kaligrafiyle süslediğini hayal ediyoruz... Bu fikir daha önce benim aklıma gelmediği için üzüldüm şimdi, bunu kesinlikle projelendireceğim. Oyum her daim minimal tasarımlardan yana, yazı stilimi de elimden geldiğince modern ve sade tutmaya çalışıyorum. Bu yüzden sörf tahtam da çok renkli ya da karmaşık desenli olmazdı. Klasik koyu bir rengin üzerine açık bir tonla, belki ton sur ton bir skalayla ilerleyerek Freddie Mercury hayranlığıma atıfta bulunup “anyway the wind blows” yazardım.

4

Form, Sea Circle isimli markanda kendini farklı şekilde gösteriyor. Bir peştemal neden yuvarlak olmalı? Sea Circle’ı tekne tasarımı ve mimarisiyle uğraşan bir arkadaşımla birlikte kurduk. Peştemallerimiz 150 cm genişliğinde, bu da kullanımı daha konforlu hale getiriyor. Örneğin peştemali üzerinize aldığınızda ya da kuma serdiğinizde dikdörtgen olanların aksine kendinizi çevrelediğiniz alan çok daha artıyor. Ayrıca görsel olarak yarattığı etki de benim çok hoşuma gidiyor.

3



SOME WOMEN OF TYPOGRAPHY

ROUNDABOUT

Zeynep Yıldırım & Zehra Şen

Hangi filmin jeneriğinde kullanılan tipografi sizi büyülüyor? ZEYNEP YILDIRIM: Enter The Void jeneriğinde Tom Kan’ın, tipografiyi önemli bir unsur olmaktan bir adım öteye taşıyarak, odak noktası haline getirmesi beni çok etkilemişti. Farklı font ve dillerin birleşiminin, müzikle uyumlu kullanımıyla dikkat çekici bir hal alıp, filmin genel hissini etkili bir şekilde yansıtması tipografinin gücünü görmemi sağladı. ZEHRA ŞEN: Napoleon Dynamite’ın jeneriğinde kullanılan tipografi beni çok heyecanlandırıyor. Filmde görev alanların isimleri her sahneye özel, birbirinden farklı malzemeler kullanılarak el ile yazılmış. Tipografik zenginlik ile beraber her şey yaratıcı bir uyum içinde...

1

066

Gelmiş geçmiş en başarılı logo sizce nedir? ZŞ: Lance Wyman’ın 1968 Meksika Olimpiyat logosu ve bu logo ile yaratılan grafik dil favorilerimden. Olimpiyat halkalarının 6 ve 8 rakamları ile birleşmesi fikriyle yaratılan logo sağlam bir geometriye sahip. Üç çizgili formdan oluşan logo, tipografinin grafik elementlerle harmanlanmasını çarpıcı bir şekilde yansıtıyor. ZY: Tek bir logo seçmek çok zor fakat Herb Lubalin’in tipografik çalışmalarının zamansız ve her zaman en etkili kalacağını söyleyebilirim. Mother&Child, Families, Marriage logolarında tipografi kelimenin anlamını yansıttığından başarılı buluyorum.

2

Bir toplantıda müşterinize sorduğunuz ilk soru genelde ne olur? ZY: “Ofisin yerini kolay bulabildiniz mi?” ZŞ: Önce “Size ne ikram edebilirim?” diye sorarım. Zira müşterilerin karnı tok olunca birlikte çok daha keyifli bir şekilde çalışıyoruz.

3


LESS IS MORE 25 yıldır tasarımda “az”ın gücüne inanıyor, ev & ofis için mobilya ve aydınlatmanın modern klasiklerini showroomlarımızda sizler ile buluşturuyoruz.

Ortaköy Dereboyu Cad. No: 78 34347 İstanbul T. +90 212 327 05 95 - F. +90 212 327 05 97 Apa-Giz Plaza Büyükdere Cad. No: 191 K.-1 Levent 34330 İstanbul T. +90 212 264 75 75 - F. +90 212 264 75 74 Cinnah Cad. No: 66/1 Çankaya/Ankara T. + 90 312 440 06 10 - F. +90 312 440 05 94 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com


SOME WOMEN OF TYPOGRAPHY

EBRU SİLE

Tipografik olarak en sevdiğin sözcük nedir? Seçmesi zor, mesela, Didot fontuyla yazılmış “avant-garde” sözcüğü.

1

Ajans ve aile hayatı aynı cümle içinde nasıl kullanılır? İş ve aile hayatımı her ne kadar çok net şekilde ayırmak istesem de yaratıcı süreç hep devam ettiği için bu ikisi mutlaka kesişiyor. Yaptığım iş beni besliyor, ben ailemi besliyorum, ailem de beni besliyor. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum, ikisi de o kadar yoğun ki...

2

068

Kendini nasıl ve ne yaparak motive ediyorsun? Spor, müzik ve güzel şeyleri izlemek iyi hissettiriyor... Ayrıca bir kahve de fena olmaz.

5

Bir moda markasının grafik iletişimi nasıl olmalı? Hikayesi olan, denemeye kalkışılmamış şeyleri denemeye hazır, herkesin sevdiği şeyden çoktan sıkılmış olan, kendinden bahsettiren ve sana dokunan bir marka duruşu olmalı.

3

Hangi şehrin sokakları seninle aynı grafik dili konuşuyor? Berlin ve sokak tabelaları... Aynı anda birden çok renkli kimliği barındıran ilham verici bir yer.

4

İlk aldığın brief neydi, ilk toplantından aklında neler kaldı? !f İstanbul için aldığım brief, son derece serbest olduğum ilk işimdi. Çok şanslıyım diye düşündüm.

6


YENİ HİKAYELERİN OLSUN. YENİ MINI COUNTRYMAN ALL4. Daha geniş iç hacmi ve bitmek bilmeyen keşif tutkusuyla MINI ailesinin 4-çeker yeni SUV üyesi.

mini.com.tr/YeniMINICountryman Görseldeki otomobil MINI Cooper S Countryman olup; kullanılan dış tasarım renkleri, jantlar ve diğer opsiyonlar sadece bu model için geçerlidir. Seçeneklerin çeşitliliği ve kombinasyonları diğer MINI modellerinden farklılık gösterebilir.


SOME WOMEN OF TYPOGRAPHY

BETİ MİZRAHİ

El yazın karakterini yansıtıyor mu? Evet. Çok değişken bir el yazım var, hızdan etkileniyor. Dağınık ama estetik. Bazense beni zora sokuyor; okunmuyor, yorulabiliyor. Sürprizlerle dolu. Bir sayfadaki yazı öbür sayfaya benzemiyor.

4

Tipografi neden önemli? Kullanıldığı yer ve kullanım alanına göre tüm manayı değiştiren çok güçlü ve eğlenceli bir araçtan bahsediyoruz. Doğru şekilde kullanılırsa iletişimi güçlendiriyor ve hızlandırıyor. Hedefinin duygularını kabartabiliyor.

1

Sen bir font yaratsaydın (ve belki de yarattın) nasıl bir şey olurdu? Bir sürü font yaratsaydım... Birinin adı ‘Kama Sutra!’ olurdu. Geometrik, zeki, eğlenceli, resimsi ve yaratıcı.

2

070

Hiyeroglifler ve emojiler arasında bağ kuruyor musun? Bu bir geri evrilme durumu, sanırım. Ses, sözcük ve durumu anlatmak için kurallara bağlı kalınmadan kullanılan semboller bütünü. Hiyerogliflerden farklı olarak emojiler yazılı bir sistemin içinde kullanılıyor. İkisi de insanoğlunun günlük yaşamına zenginlik katmış.

3

İş tipografiye geldiğinde kurallar hakkında ne düşünüyorsun? Kuralları seviyorum. Onlar kendi ayakların üzerinde durana kadar sana yol gösteriyor. Sonra oyun başlıyor. Sorgulamalar... Duvarlar iniyor, kurallar kırılıyor. Hem uymayı, hem kırmayı seviyorum, öyleyse.

5


AIN’T NO REST

BAŞAK ULUBİLGEN

Her şeyi bir tarafa bırakıp, Mayıs ayına girdiğimizi bir kez daha hatırlayalım. Bu demek oluyor ki, şehirdeki spor salonu üyeliklerinde kayda değer bir artış görülmesi kaçınılmaz. Ama bu salonlara üye olanlar, yaz boyunca hatta yıl boyunca spor yapmaya devam edecek mi, orası şüpheli. Malum, ‘Yarın bir spor salonuna yazılıyorum!’ cümlesini yılbaşı niyetlerinden sonra en fazla duyduğumuz aylardayız. Oysa ki önemli olan, bu plana sadık kalıp spora devam etmek ve yıl boyunca sağlıklı bir spor rutinine sahip olmak. Bu belki büyük şehirlerde yaşayan ve yoğun tempolu işlerde çalışan, maviden beyaz yakaya doğru sıralananlar için dünyanın en zor şeyiymiş gibi görünebilir. Hatta öyle düşünüyorsanız haklı sayılırsınız. Kim işten sonra ‘happy hour’ dururken İstanbul’un hazin trafiğini çekip bir de üstüne spor yapmak ister ki? Ama durum sandığınız gibi değil. Birincisi, bu şehirde düşündüğünüzden çok daha fazla spor tutkunu insan var ve haftada iki-üç gün buna katlanmaktan imtina etmiyorlar. Zira spor yapmak yalnızca vücutlarına değil, onların haletiruhiyelerine de iyi geliyor. İkincisi, yazımızın baş kahramanı olan Soho House’un yakınından bile geçtiyseniz siz de anlayacaksınız ki, biri dedeniz yaşında olan bu dört binanın içinde olmak, dışında olmaktan çok daha iyi. Buna ek olarak, size metroya binmeyi öneriyoruz. Şişhane metrosunun yeryüzüne çıkan uzun yolunda yürümeyi de spor öncesi ısınma turu olarak sayıp, olaya bardağın dolu tarafından bakabilirsiniz. Bu arada zaten Soho House İstanbul’un yeni açılan Cowshed Active Gym’ine üyeyseniz, durum baştan aşağı değişiyor, çünkü Soho House ekibi spor severlerin motivasyonunu yüksek tutmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Sonuç olarak, ne kadar yorgun olsanız da, yine de spora gitmeyi her şeyden çok istiyorsunuz. 920 metrekarelik Cowshed Active Gym Technogym kardiyovasküler, rezistans ve serbest ağırlık

Soho House, Cowshed Active Gym

ekipmanlarıyla donatılmış, tam teşekküllü bir spor salonu. İçerisinde ayrıca climb excite, skill mill, cable station ve abdominal bench ekipmanları bulunuyor. Bu aletleri tek başınıza kullanabileceğiniz gibi, yalnız spor yapmak istemeyenlerdenseniz, kişisel antrenörünüzle de çalışabilirsiniz. Ve gelelim Cowshed Active Gym’in salonuna adım attığınızda ilk dikkatinizi çekecek alana... Salonun ortasında yer alan boks ringi, eski filmlerden çıkmış bir sahneyi andırıyor. Burada bire bir ve grup eğitimleri yapılıyor ve muay thai, pilates, yoga ve circuit gibi dersler verilen stüdyo mekanı bulunuyor. Ders programıysa üyelerin kullanım saatlerine göre ayarlanıyor. Cowshed Active Gym’de bir de fitness ve beslenme konularında danışmanlık vermek, ihtiyaçlara göre özel egzersiz programları hazırlamak üzere ya da bire bir antrenmanlar için görev yapan bir sağlık ekibi mevcut. Sabah 07:00’den akşam 22:00’a kadar açık olan Cowshed Active Gym’in ayrıca sınırlı sayıda sadece spor salonu üyeliği de bulunuyor. Olur da spordan çıkınca biraz rahatlamak isterseniz Soho House İstanbul üyeliği altında Cowshed Active alanlarına gidip kendinizi de ödüllendirebilirsiniz. Bu alanlar, kadın ve erkekler için ayrı buhar odaları ve saunalar, iki hamam odası ve hızlı atıştırmalıklar ya da meyve suyu içebilmek için tasarlanmış lounge’lardan oluşuyor. Doğal ve organik ürünlerden yapılmış soyunma odalarındaysa doğal esans ve yağlar içeren Cowshed ürünlerine ek olarak, kişiye özel havlular ve su şişeleri bulunuyor. Bu rahatlama seansınızı biraz daha ileri götürmek isterseniz de, spor salonundan çıkıp Cowshed Relax Spa’ya adım atabilirsiniz. Burada beş bakım odası, altı manikür-pedikür istasyonu, erkeklerin de unutulmadığı Neville Barber Shop, fön alanı ve bir mağaza bulunuyor. Şimdi spora yazılmak kulağa o kadar da korkutucu gelmiyor, değil mi? 071


SENİ TANIYOR MUYUM ? Yazı:

Ali Akay

9 1/2 Weeks, Adrian Lyne

Ingeborg Day’in hikayesinden yola çıkarak Adrian Lyne’ın yaptığı filmde iki kahraman, kadın ve erkek aşkın getirdiği fantazmaları bir ilişki savaşı içinde yaşamaktalar. Mickey Rourke ve Kim Basinger’ın canlandırdığı rollerde, galeride çalışan kadın ile esrarengiz yabancı arasında başlayan ilişki dokuz buçuk hafta sürecek ve sonuçlanacaktır. Bir anlamda “ilişki” olarak adlandırılabilecek bu karşılıklılık içinde iki kahraman birbirlerine mutlak olanı değil, geçici olanı sunmaktadırlar. Birbirlerini tanımayan iki kişinin ilişkisi: “beni tanımıyorsun” ve “seni tanımıyorum” diye başlar. Bu iki cümle bizi tanıma ve tanınma ilişkilerine doğru götürecek: Bir çiçek kilitli kapıyı açmaya başladığında ilk olarak büyük heyecan ve heyecanın verdiği ilişkideki yükselme ve kırılma ile sonra birden biten bir ilişki. Bu konuda, ilişki için nesne tanımını yapmak yanlış olmayacak; çünkü post-modern hayatlarda en çok kullanılan laflardan birisi ilişki olarak geçmekte. İlişki iki kişi veya grup veya hatta toplum arasındaki aşk, hukuk ve hatta dinsel ilişkiye verilen bir isimdir. İki genç yetişkin arasındaki ilişkide biri iş adamı ve diğeri galeride çalışan bir kadın olarak birbirlerine neyi geçirmektedirler? Biri sanat dünyası diğeri ise sanat dünyasına ait olan bir “ilişkiyi” paraya ve koleksiyona dönüştürmekte olan birisi. İkisinin heyecanı ve sonucu ne getirmekte? Eğer ilişki diye adlandırılanı ortak nesne olarak düşünürsek, bu, aracı konumunda demektir. Ama aracı ne yapar? İki bütünlük arasındaki bağı kurar; aynı zamanda bağı çözen de ilişkidir. Aşk o halde bu ilişki olarak adlandırılan süreçte ilk aşama olarak durmaktadır. Ya biter ya da devam eder; ama eğer bir ilişki devam 072


ederse ve başka bir hal almaya doğru giderse, yani uzun bir sürenin etkisine girmeye başlarsa o zaman aşk ile başlayan bir ilişki hukuki olmaya yüz tutacaktır. Hegel, 19. yüzyılın başında, bu geçişi gören bir filozof olarak aşktan hukuka giden bir süreci ortaya koymaya kalkmıştı. Ve bir anlamda, iki ayrı felsefi (Hobbes’un herkesin birbirinin kurdu olduğu düşüncesi ile Kant’ın ahlak felsefesi) tavrı başka bir mecraya doğru taşımıştır. İki kişi arasında başlayan ilişkinin meyvesi olan bir ürün ortaya çıkmış ise buna aile adını verir. Ürün ise burada çocuk olacaktır. İkisinin ilişkisini canlandıran ve senteze sokan budur. İkinci süreçte hukuk başlayacaktır; çünkü aile aynı zamanda etik süreçte oluşan bir kurumdur. Hukuk aileyi kuran süreci belirleyecektir: Evlilik kurumu. İki kişi arasında başlayan ilişki meyvesini vermeye doğru gittiğinde hukuk devreye girerek ilişkiyi toplumsal bir sözleşmeye doğru taşımaktadır. Evlilik zaten ister sivil ister dini bir kurum olarak ortaya konulsun, iki durumda da, yani dinden sivil ve laik evliliğe geçen süreçte, elbette iki halde de, medeni hukuka bağlı olarak toplumsal bağı tutmaktadır. Bu bağı yapan bağ anlamında da Latince “din” sözcüğü için kullanılan “religare” sözcüğü bağı oluşturandır. Hukuki bir bağ olarak öne sürülmüştür ve bu şeklini de medenileştirerek Medeni Hukuk’un parçası olan aile kurumu toplumsal alanda yerini alır. Bu ilişki içinde tanınma ve tanıma ilişkileri ise medeni olduğu kadar amme hukukuna ve ekonomiye de bağlı olarak işlemektedir. Biz aile kurduğumuz zaman medeni bir şekilde hukuka bağlı bir ilişkiye girmekteyiz. Bugün 1970’li yıllar sonrası aile modelinin evlenmeden ve tek eşli değil de “sürekli eşli” değişim sürecindeki bir hale gelmesinden sonra yeniden medeni hukuk ilişkilerinin gündeme gelmeye başladığını takip etmeye başladık. Bugün artık yine gençler nişanlanmakta ve sonra da evlenmekte. O halde tekrar bir “religare”, bağ ilişkisine dönüş mü yapılmaktadır? Bağlanmak fiilinin anlamını burada daha iyi anlamaya başlıyoruz. “Birisine bağlanmak” demek, “severek bağlanmak”. Bağlanmak aynı şekilde bir “ağaca bağlanmak” gibi bir hareketi de göstermektedir. Yani esir alınmak anlamında da kullanılmaktadır. Esir alınmak ise bir ağaca bağlanmak veya zincirlenmek gibi yapılan hareketin dışarıdan geldiğini göstermektedir. Evlilik ve nişan ilişkileri iki kişi arasında olduğu kadar bazen iki geniş aile, iki cemaat veya iki toplum arasında da olmaktadır. Antropolojide buna dış evlenme veya başka bir modern deyişiyle “kadın dolaşımı” adı verilmektedir. İki cemaat arasında husumetin hısımlığa çevrilmesinin hikayesi budur. İki düşman, hasım aile günün birinde kızlarını vererek hısım olurlar. Akrabalık ilişkisi evlilikten de geçmektedir. Almancada leivh Arami dillerinde ise partk “borç” ve “bırakmak” anlamında kullanılmış ve günümüzdeki anlamını edinmiştir. Borçlu olmak demek verilenin karşısında karşılık vermek anlamına gelmektedir: Armağan ekonomisi. Karşılık vermek veya kadın dolaşımı burada anlamını kazanmaktadır. Verilene karşı, diğeri de ona geri vermeli. Yani aile ilişkilerinde bir vermek ve bir almak vardır; yoksa borçlanılır. Hint Avrupa dillerinde sözcükler “parça kısım birleştiklerinde” ve aynı kısım iki ayrı anlama geldiğinde, hecelerin birleşmelerinden şöyle bir manzara çıkar karşımıza: Par ve par. Birincisi “eşit kılmak” anlamında, ikincisi ise “mahkum etmek” anlamında kullanılmaktadır. Yukarıda ele aldığımız partk sözcüğü bu ikisinden birden gelmekte. Eşit olarak ayrılan iki aileye ait iki kişi birbirlerine mahkum olurlar. İlk anlamında bir dine karşı günah işlendiğinde de kullanılan bu sözcük daha sonra ritüel halinde kirli olarak adlandırılanın başkasına verilmesini anlatmaktadır. Veya bedene verilen bir ceza anlamına da gelen sözcüğü ortaya çıkarmaktadır. O halde ; kadın bir aileden diğerine giderek hem barışı hem de savaşı başlatan öğeyi oluşturur. Truva Savaşı Güzel Helen’in Paris tarafından kaçırılmasının hikayesidir ve çok kanlı bir anlatıdır. Aile, bu durumda, temiz ve kirli olarak “dini çağrışımlara” sahiptir. Burada “ilişki” ve “bağ” bütün bir sosyalliği kuran ara sözcük olarak hukukiliği başlatır. Başta örnek aldığımız filme baktığımızda, ‘1986 yılında çevrilen filmden ne kaldı?’ sorusunu sorabiliriz. Özgür bir ilişkinin, bir deneyin, bitimli bir heyecanın bugün tekrar nasıl hukuki hale gelmeye başladığının kısa hikayesi çıkacak karşımıza sadece. Bir Kadın ve Bir Erkek (Claude Lelouch’un 1966 yılında evlenmiş ve ayrılmış çocuklu bir kadın ile eşini kaybetmiş çocuklu bir adamın Fransa’nın Aşağı Normandiya kıyılarında Deauville’de çektiği kült filmi) nasıl bir rastlantıyı ve birleşmeyi anlatmaktaysa, yukarıda bahsettiğimiz Adrian Lyne’ın filmi de özgürleşmeyi ve arzu deneylerini anlatmaktadır. Arzu iki kişi arasındaki aşk ve tanınma ilişkisi olduğu kadar, ilerleyen safhalarında da aile, ilişkinin hukuksallaştırılmasını beraberinde getirmektedir. Arzunun karşısına hukuk yerleşmiştir. Düzenleme ve bağlama burada ilişkiyi belirlemeye başlayacaktır. O halde borç eşitliği ve karşılıklılık , bağlanma ve bağlama ile bir ilişki eski ve günümüz toplumlarının nesnesi olarak durmaktan başka bir şey yapmamaktadır. İlişki bir nesnedir ve öznesi de iki kişi olarak durmasına rağmen yabancıların birbirleriyle olan bağını kurmaktadır. O halde, ilişkiyi başlatan ve savaşı bitiren de tarih içinde “bağlanma ve özgür arzu deneyimlerinden” başkası değildir. 073


İçinde yer aldığı her mecrada, o mecranın şartlarını eğip bükmek suretiyle kendisine münhasır bir yer edinmeyi başaran bir isim Onur Ünlü. Günyüzüne çıkan sekiz filmine, biz daha son filmi Kırık Kalpler Bankası’nı izleyemeden ikisini daha ekleyen yönetmen, kimseyi ve şartları umursamadan üretmenin gücüne inanıyor.

Röportaj:

Murat Emir Eren Fotoğraflar:

Gökhan Polat

074

ONUR ÜNLÜ


Ah Muhsin Ünlü dönemiyle girizgah yapalım. Şiir nedir senin için, yazmaya nasıl başlamıştın? Galiba bütün yazma hikayeleri aynı. Bir şekilde içinde okuma isteği oluşuyor. Bir şey seni oraya doğru çekiyor. Erken yaşta okumaya başlıyorsun ve okudukça, içten içe, ben de yazabilir miyim diye düşünüp sen de deniyorsun. Ben bunu Platoncu bir noktadan değil de Aristocu bir noktadan açıklamak istiyorum. En sonunda “o zaten sende vardı” gibi bir noktaya geliyorum. Sen kendi erdeminin yolunda giderken, bir çeşit sezgiyle ya da sağduyunla, ki bunlar aklın dışında değildir, bir yere doğru çekiliyorsun. Neden roman yerine şiirle ilgilendiğimi çok düşündüm. Daha kolay ifade ettiğimi düşündüm kendimi, ikincisi de şiiri seviyorum. Muhtemelen bir noktadan sonra sinemadan tamamen vazgeçip, sürekli yazacağım. Roman yazmayı misal ancak 40’ımdan sonra deniyorum. Üzerinde çalıştığım bir roman da var, ancak iddialı değilim.

1

Yazdığın şiirlerde dilin sınırlarını zorlayan bir yapı söz konusuydu. Bunu sinemaya da tercüme ettiğini düşünüyor musun? Bu biraz düşünme biçimiyle ilgili. Gerçeklikle kurduğum ilişkinin bir devamı. Bozmak, yeni bir şey üretmek. Sadece bir anlık kafiye duygusunu tatmin etmek için dilin yapısını tamamen bozmak... Bu bir çeşit itiraz duygusundan ileri geliyor. Bir yandan da yeni başlayanlar bunu hep yapar şiirde. Ki becerilebildiğinde bu çok iyi olur. Ama olmadığında da çok çok kötü olur. Bir noktadan sonra o harf oyunları, o yeni kelimeler yavaş yavaş azalıyor. Olgunlaştıkça o ilk heyecanınla yaptıkların biraz daha azalıp belli bir olgunluğa oturuyor. Bu yaptığımı sinemada da yaptım, hala da yapıyorum.

2

Kırık Kalpler Bankası, 2017

Örneğin şiirde sık kullandığın ulama, kafiyeyle oynama gibi bozgunculuğun, sinemadaki pratik karşılığı neydi? Polis’i düşünelim misal. Filmin başındaki kavga sahnesinde önce herkes duruyordur. Film başlasın diye bekliyorlardır. Dışarıdan ‘başla’ komutu gelir ve kavgaya tutuşurlar. Polis filminde yine Kuran’dan bir sure okunur ve surede ne anlatıldığını Türkçe altyazıyla görürüz. Bu örnekler artırılabilir. Bu bazı filmlerde çıldırma noktasındadır, bazısında azdır. Giderek de daha az yaptığım bir şey aslında ve vaziyet de olgunlaşıyor.

3

4

“Sadece film izleyerek yönetmen olunmaz,” diyorsun. Bunu biraz açabilir

misin? Okumanın kazandırdığı disiplin, film seyrederken ya da benzeri başka bir şey yaparken kazanacağın disiplinden farklı. Temel olarak fikrim bu ve buna ölene kadar inanacağım. Okumaktan kastım sadece edebiyat da değil. Her türlü okumadan bahsediyorum. Okuduğun şeylerin birbiriyle ilişkisini kurabilme, çoklu okuma yapabilme, oradan bir sonuç çıkartabilme yetisi ciddi kazanımlar. Okuma dediğim ciddi bir çalışma hali. O şekilde çalışılmadığı ve edinilen fikirler birbirlerini desteklemediği müddetçe yapılan okumaların çok da faydalı olacağını düşünmüyorum. Örneğin son filmim Put Şeylere için Sümerler üzerine okumalar yaptım. Bunu yaparken o coğrafya üzerine de okumalar yapmazsan, o dönemin fikri hareketlerinin siyasi tarihte nerelere kadar ulaştığını bilmezsen, sadece Sümer krallarının abuk subuk yaşamlarını okumuş olursun, pratik olarak aklında da bir şey kalmaz. Sürekli olarak roman okumanın da kendi başına bir faydası olmadığını düşünüyorum. 075


Polis’in romantizminden, Leyla ile Mecnun’un absürt naifliğine, Celal Tan’ın pragmatist acımasızlığından, Sen Aydınlatırsın Geceyi’nin nihilizmine varan bir süreç var... Karamsarlık senin için ne ifade ediyor? Karamsarlık şüphesiz motive eden bir şey, lakin karamsarlıktan ziyade benim filmlerimde daha yoğun olarak bir çeşit melankoliden söz edebiliriz. Karamsar değilim. Her zaman bir yol bulmaya çalışan, yol bulamazsam yol açmaya çalışan birisiyim. Bahsettiğin tür bir nihilizmden ben bir fayda görmedim. Türkiye’deki siyasi durumdan sonra sinik ve karanlık bir duygu herkesi kapladı. Ben o zaman dehşetle bunun fazlasının ne kadar manasız olduğunu kavradım. O nihilist duygunun çok da işlemediğini, dünyada bulunmamızı anlamlandırmadığını fark etttim. Bu kadar bireycilik, dünyaya zararlı. O, dürüst bir biçimde çıkıp varoluşçulukla ilgili problemleri sıraladığın yol, bir süre sonra tehlikeli bir küçük burjuva nihilizmine evriliyor. Şu anda bir sürü insan, hatta bizim arkadaşlarımız, meslektaşlarımız bu burjuva nihilizminin pençesinde kıvranıyor. Bu durum en hafif tabiriyle can sıkıcı. Dünya bu kadar da kahredici bir yer değil. Dünyanın özellikle mesela tasavvufi yorumlarda küçümsenmesi böyle bir şey değil. O da yanlış anlaşılıyor. Dünyada bulunduğumuz yeri tabiri caizse çiçek gibi yapmak zorundayız. Dünyanın gelip geçiciliği leş gibi bir duygu içinde hayatımızı geçirmemizi gerektirmez. Saydığın filmler kendileriyle çok ilgilidir misal. Karakterler de öyledir. Kendilerine dönük, kendilerine gömülmüş karakterlerdir. Filmlerin de dış dünyayla ilgisi kopuktur. Yaş aldıkça bunun da değiştiğini görüyorum.

5

076

8 Ne yönde bu değişim? Ben tarz olarak birbirine çok yakın olmayan filmler yapmaya çalışıyorum, bunu hesaplıyor değilim, öyle geliyor ve bu durum da hoşuma gidiyor. Böylesi daha yorucu emin ol. Kırık Kalpler Bankası’nda da aynı şey yaşanacak. Ekseriyetin sevdiği filmler yapmaya başlamıştım yakın zamanda, şimdi bu film beni yine başa döndürecek. İnsanlar yine bakıp, tam filmlerimi beğenmeye başladıkları anda bu nereden çıktı diye düşünebilirler. Ama ne olacak ki? Bunu düşünüp yapacağımı mı yapmayacağım?

6

Kırık Kalpler Bankası neredeyse ilk film projendi ama epey geç hayata geçti. Filmle ilgili ve festivaldeki deneyimine dair neler söyleyebilirsin? Kırık Kalpler Bankası’nı ilk yazdığımda Gülhane Parkı’nda hayvanat bahçesi vardı. 26-27 yaşlarında filandım, filmin ismi de Bankası’ydı. Zor bir film Bankası. Zaman zaman seyirciden çok şey talep ediyor. Ancak filmi büyük oranda seneler önce zihnimdeki tasarıya sadık bir şekilde çektim. Büyük bir prodüksiyon oldu ve çok iyi çalıştık. Bu tabiri kullanmayı sevmiyorum ama “bağımsız sinemacılar” olarak yola devam ettiğimiz için alışkın olmadığımız bir durumdu. İstanbul Film Festivali’nde jüri bir şekilde tamamen reddetti filmi, ama bu böyledir. Ödül aldığımda da almadığımda da söylediğim bir şey vardır. Jüri kararı subjektiftir, aynı seçkiye başka bir jüri başka bir karar verebilir. Yine de yıllardır ilk defa bir filmim ödül almamış oldu. Seyirci geri dönüşlerindeyse genel bir şaşkınlık hakimdi.

7

Türkiye Sineması’nda 90’larda başlayan evrimleşme hali şu an hangi

noktada? Daha cesur olunması lazım. Bakanlık para vermedi diye film yapamamaktan yakınmanın bu kadar da alemi yok mesela. Türkiye’de 90 yıl boyunca bu paralar alınmadan filmler yapılıyordu. Üstelik resmi sansür kurulları vardı, bugünkü gibi arkadan dolanıp çaktırmadan, sansür yapmıyormuş gibi yaparak yapmıyorlardı sansürü. Dümdüz yapıyorlardı. İnsanlar bunlarla mücadele ettiler. Çok yetenekli insanlar var, fakat çok fazla yerden onay bekliyorlar, festivallerden, sinema yazarlarından, seyirciden onay bekleniyor. Anladığım, başarısızlıktan korkuluyor. Korkacak bir şey yok. Böyle nalına mıhına kafasına gözüne vura vura film çekilmeli. Ben bu yüzden boyuna film çekmeye çalışıyorum. Bana diyorlar ki yine mi film çekiyorsun? Arkadaş, bir otobüs şoförüne bugün de mi otobüs kullandın demezsin ki, bana neden soruyorsun? Ben yönetmenim, ne yapmamı bekliyorsun ki. Evet yine film çektim ve yine çekeceğim. Durumu romantize etmek istemiyorum ama ben bunu bir çeşit direnme biçimi olarak da görüyorum. Zor zamanda, en olmayacak zamanda film çekmeye çalışıyorum, olduğu kadar. Şurası şöyle burası yamuk, olsun, yap, durma. Birisinin kolu kanadı altında da çekmiyoruz filmleri, zaten sokakta kendi kendimizeyiz. Son filmimi 12 günde çektim mesela. Rekor denediğimden değil. Durmayalım diye. E film çekiyorsun da ne oluyor? En azından film olmuş oluyor. ‘Ben durmadım o sırada’, diyebiliyorum.


Bakanlık desteği alamıyor olmak senin için bir engel değil o zaman. Bakanlık para vermedi diye sızlanmadım. Zaten başvurmadım da. Put Şeylere’yi daha fazla parayla çekebilmeyi istemez miydim, elbette isterdim. Ama içinde puta tapan lezbiyen bir komiserin olduğu bir film çektim ben. Hem de 16 Nisan’dan bir hafta önce. E çektim. Kim durdurdu beni? Çok film çekilmeyince bir tavır da oluşmuyor. Türküleri düşün. Binlerce türkü olduğu için folklörden bahsedebiliyoruz. Neden İran sineması gibi bir gelenek oluşmuyor diye soruyoruz sonra. Çünkü çekmiyorsunuz. Çekin yahu. En fazla ne olabilir? Film çekmek için gerekli koşulların oluşmasını beklersen sonsuza kadar beklersin. Bununla ilgili de itirazım var. Recep İvedik’e 7 milyon kişi gidiyor diye veryansın etmenin de bir manasını göremiyorum. Ne olsun istiyorsun, Şahan Gökbakar kapıda sopayla durup, gelmeyin diye dövsün mü hepsini? Sinemada satılan biletlerden kesilen paralarla dağıtılımıyor mu destekler? İvedik 7 milyon satmasa o havuza kim para koyacak? Yeter artık bu bakanlık muhabbeti. Çekin arkadaş, olduğu kadarını çekin. Çekemiyorsanız da çekilin, yapana da mani olmayın. Bir seferlik de bilmem ne festivaline alınmayıver, ne olacak? Kötü olacaksa da olsun ne yapalım.

9

Oyuncular seninle çalışmayı seviyor, birçok önemli oyuncunun aynı anda yer aldığı filmler üretiyorsun. Onları seninle çalışırken rahat hissettiren ne olabilir? Benim anladığım kadarıyla benim senaryoların “oyuncaklı” yapısı etkili oluyor. Duvarın içinden geçen bir berberi hayatında bir kere oynayabilirsin, o da benim filmimde var. Bu karakterler de oyuncuların önüne nadir geldiği için, iyi bir oyuncunun adeta gözü dönüyor. Oynamak istiyor. Bunlara ek, bana güvenleri ve filmin onlar için de yaratıcı bir faaliyete dönüşmesi de etken.

10

Filmlerinde kendine en yakın gördüğün karakterin İtirazım Var’daki Selman Bulut olduğunu söylemiştin bir keresinde. Sebebi? Selman Bulut benden daha bön ama benden daha iyi kalpli bir karakter. Aşağı yukarı dünyaya baktığımız yer ve dünyayla ilgili düşündüğümüz şeyler benzer. Örneğin Polis’in ana karakteri Musa Rami aptalın tekidir. Celal Tan misal, tam bir gerizekalıdır sevilecek hiçbir yeri yoktur. Sen Aydınlatırsın Geceyi’nin Cemal’i mesela? İki kelime konuşamazsın, iletişim bile kuramazsın onunla. Elbette onda da benden bir şeyler vardır, ama azdır. Selman’sa iyi bir heriftir. Onunla oturursun takılırsın. Rakı içersin. Ama o da sıkar bir yerden sonra, o da çok romantik, fazla iyi. İtirazım Var o açıdan izlemesi de kolay ve sonunda bir katarsise ulaşılabilen de tek filmim şu ana kadar. Uçağın havada kaldığı Sen Aydınlatırsın Geceyi’yi düşünürsen. Ki o da nedir ya? Uçak havada kalır ne ya? Finali havada kalan bir film desek ona yeriymiş, şimdi fark ediyorum.

11

Filmlerinin dağıtımıyla ilgili sıkıntıyı kendi filmini kendin dağıtarak çözmeye çalışmıştın. Bu durum yeni filmlerinde de sürecek mi? Kırık Kalpler Bankası ve henüz görmediğiniz Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok adlı filmlerim iki ayrı yapım şirketinin yapımcılığında çekildi. Dolayısıyla benim bu filmlerin dağıtımıyla ilgili çok büyük bir dahlim olmayacak. Yine de her iki filmin enteresan bir dağıtım seyri olacağını söyleyebilirim. Son filmim Put Şeylere’nin yapımcılığını ise kendim yaptım. Onunla ilgili karar benim elimde. Ve bir karar aldım. Bundan sonra filmlerimi aynı anda YouTube’a da koyacağım. Perdede izlemek isteyen perdede, dijitalde izlemek isteyen de dijitalde izleyecek. Zamanın ruhunu kavrayamamak aptallıktır. Zamanın ruhunun neye işaret ettiğini iyi okumak gerekir.

12

077


Bu, MINI ile ilk defa bir araya gelişimiz değil, keza sizin için de aynı şey geçerli. Değişen tek bir şey var, o da MINI Countryman’in yenilenen tasarımı... MINI Countryman, yeni maceralar için tasarlanan 4-çeker bir SUV ve macera sözcüğü burada gerçek anlamıyla kullanılıyor. Genişleyen iç hacmi, üstün malzeme YENİ kalitesi, HİKAYELERİN yenilenen entegre OLSUN ekranı, 450 litrelik bagajı, yeni MINI Countryman’e hayran kalmanız için kullanabileceğiniz bahanelerden sadece birkaçı. Size yol göstermesi için, bu hayranlığı gizlemekten imtina etmeyen üç kişi, söz konusu macerayı başlatıyor. Fotoğraflar:

Gökhan Yorgancı

078


BARKIN ÖZDEMİR MINI Countryman’in karşı konulamaz tasarımı ve sürüş konforu ile şehir içinde ve dışında go-kart hissinin keyfine varıyorum. Panorama cam tavanı kendimi daha özgür hissetmemi sağlıyor, bu yüzden MINI Countryman yaşam stilini otomobiline yansıtan biri için ideal. Kırmızının bu tonu ise beni ona daha çok bağlıyor. Kumdaki sürüş testi tamam. Barkın, MINI Countryman’in motor gücünden hiç bu kadar emin olmamıştı. Gücü her noktaya eşit ve dinamik olarak dağıtan 4-çeker sistemiyle MINI Countryman şüpheye yer

BU BİR İLANDIR

bırakmıyor.

079


ELISABETH MASS

Elisabeth, MINI Countryman ile, olmaktan en çok mutluluk duyduğu yerde, doğanın içinde. MINI Countryman’in yeni özgürlük anlayışıyla otomobilini istediği yerde kullanabilme esnekliğinin keyfini sürüyor.

080

Nereye gittiğimin ya da ne yapacağımın bir önemi yok, MINI Countryman’in geniş bagaj hacmi kızım Mia, köpeğim ve benim için gerekli tüm alanı fazlasıyla sağladığı için yola çıkmak büyük bir keyif. Ellerim eşyalarımız ile doluyken konfor erişim sistemi tek bir ayak hareketimle bagajın kapağını açmama yardımcı oluyor, işleri çok kolay ve konforlu kılıyor.


SERKAY TÜTÜNCÜ

Suya bağlı biriyim. Beni suya götüren yolda güvende olmalı, konforlu hissetmeliyim. Bu yüzden benim tercihim üstün malzeme kalitesi, ilham veren tasarımı ve 4-çeker sistemiyle ayakları yere basan MINI Countryman’den yana. Bu özellikler sayesinde sadece ben değil aynı zamanda ailem ve arkadaşlarım da konforlu ve eşsiz bir yolculuğun tadını çıkartabiliyorlar.

Serkay, sahip olduklarının tadını çıkarmayı iyi biliyor. MINI Countryman ise tam burada devreye giriyor. Tüm MINI’lerden daha büyük boyutlara sahip olan bu otomobil, önceki modeline kıyasla çok daha hızlı ve atak. Bu sayede Serkay’ı suyla daha kısa sürede buluşturuyor.

081


FROM WHERE I STAND En son ne zaman giydiğiniz Fotoğraflar:

Mustafa Çetin Moda Editörü:

Tuğçe Bahçıvangil Saç:

Talat Kıvrak Makyaj:

Barış Yılmaz

082

kıyafetler içerisinde çok iyi hissettiğiniz sıradan bir günde, aynanın karşısına geçmek yerine kendinizi göz ucuyla süzdünüz? Cevap vermek zorunda değilsiniz...


Bluz:

Sandalet:

Sportmax

Msgm/Vakko

Elbise:

Şapka:

Christopher Kane/Shopi go

Hermès Eşarp:

Bluz:

Hermès

Marella Gözlük: Çanta:

Oxydo/Safilo

Furla 083


Bluz:

Self-Portrait/ Vakkorama Etek:

Sportmax Pantolon:

Msgm/Shopi go Kemer:

MaxMara Çanta:

Balenciaga/ Beymen Terlik:

Acne Studios/ V2k Designers Ĺžapka:

Federicamoretti/ V2k Designers

084


085


Ceket:

Academia/ Beymen Pantolon:

Academia/ Beymen Kemer:

Jeremy Scott/ Shopi go Çanta:

Céline/Beymen Yüzük:

Gazzas Ayakkabı:

Christian Louboutin Şapka:

Editöre ait Gözlük:

Louis Vuitton

086


087


088


Sweatshirt:

Sandro Bluz:

3.1 Phillip Lim/ Harvey Nichols Şort:

3.1 Phillip Lim/ Harvey Nichols Kemer:

Marella Çanta:

Alexander Wang/Harvey Nichols Bot:

Balenciaga/ Beymen Gözlük:

Carrera/Safilo

089


Gömlek:

Mehtap Elaidi Elbise:

MaxMara Şort:

Beymen Club Çanta:

3.1 Phillip Lim/ Harvey Nichols Sandalet:

Emporio Armani Çanta:

Jil Sander/ Harvey Nichols Şapka:

Hermès Gözlük:

Dolce&Gabbana

090


091


Gömlek:

Mehtap Elaidi Etek:

Acne Studios/ V2k Designers Çanta:

Louis Vuitton Ayakkabı:

Camper Eşarp:

Hermès Gözlük:

Prada

092


093


Birazdan okuyacaklarınız tek bir kişinin ağzından çıkıyor olabilir ancak siz bu satırları okurken, grubun tamamı ABD’nin çeşitli şehirlerinde konser veriyor olacak. Ekibin demirbaşlarından Max Kakacek ile sohbet etmek için Chicago’ya bağlanıyoruz. Yedi kişinin yerine konuşuyor olmanın omuzlarına bindirdiği yük aslında sadece iyi müzik yapmanın verdiği heyecandan ibaret.

Röportaj:

Başak Ulubilgen Fotoğraf:

Dominique Goncalves

094

WHITNEY


Whitney kim? Eski bir röportajınızda Whitney adında bir kız arkadaşınız olduğundan bahsediyorsunuz... Bu noktada Whitney aslında ben ve Julian’dan ibaret. Bu işe ilk başladığımızda durum biraz farklıydı, ama bazı şeyler zamanla değişiyor. Diğer soruya gelince, bu gerçekten bir tesadüf. Benim değil ama, Julian’ın ilk öptüğü kızın adı da Whitney’di. Ve bunu grubun adını koyana kadar fark etmedik.

1

Max, grubunuz kurulalı çok olmadı ama sizin Julian’la geçmişe dayanan bir birlikteliğiniz hatta önceden birlikte başka bir grupta çalmışlığınız var. Eskiye kıyasla bugün ne değişti? Julian’la eskiden de aynı gruptaydık ama tabii o zamanki grubun tarzı biraz daha farklıydı ve kreatif açıdan gruptaki diğer üyelerle daha fazla çalışıyordum. Whitney’i kurduktan sonra Julian’la çok daha fazla ve işe farklı bir açıdan bakarak çalışmaya, müzik yapmaya başladık.

2

Spotify’da sizi arattığımızda sizden önce Whitney Houston’ın adı beliriveriyor. Ne tatlı değil mi? Kesinlikle evet. Zaten Whitney Houston’la yarış içerisinde olmak gibi bir planımız yok. Kendisi, onunla rekabet edemeyeceğiniz kadar inanılmaz bir sanatçıydı. Aynı arama sonucunda, isim benzerliğinden de olsa yer alıyor olmamız bile kulağa çok güzel geliyor. Bir de aslına bakarsan müziğimize ulaşmak isteyenler zaten bizi buluyorlar.

3

Smith Westerns’ın dağılması sana ve Julian’a ayrılıklarla ilgili ne öğretti? Aslında eski grubumuzun artık hayatta olmaması, bir ilişkinin bitişine çok benziyor. Öyle ki grup dağıldıktan sonra ben ve grubun bir diğer üyesi Cullen Omori uzun bir süre konuşmadık. Sonra arada sırada mesajlaşmaya başladık, şimdiyse pek görüşmüyoruz ama aramızda bir problem yok. Yani bir kız ya da erkek arkadaşınızdan ayrıldığınızda ne yaşıyorsanız bir gruptan ayrıldığınızda da aynı süreçten geçiyorsunuz desem yalan olmaz. Malum, klasik bir ayrılık senaryosunda böyle şeyler yaşanıyor ama zamanla bunun içinden çıkmak ve bizim yaptığımız gibi yola devam etmek mümkün.

7

Indie rock, pop ve country tarzlarının hepsini birden müziğinize entegre etmeye nasıl karar verdiniz? Sanırım bizim country tarzına meyilli bir müzik anlayışımız var ve işin ilginç tarafı, grubu kurduktan sonra oturup ne tarz müzik yapmalıyız ya da bizim nasıl bir tarzımız olmalı diye düşünmedik. Bir nevi müziğimizin tınısı ve tarzı kendi kendine oluşuverdi. Tabii ikimizin de eski country ve soul albümleri ve parçaları dinlemekten asla bıkmıyor oluşumuz müziğimize ister istemez yansıyor.

4

Sürekli olarak iki kişiden bahsediyoruz ama aslında kalabalık bir topluluksunuz. Yedi kişilik bir grupla turneye çıkmak nasıl bir şey? Sanıldığının aksine oldukça kolay bir şey aslında. Çünkü yedi kişi yedi farklı fikir demek olsa da, çok iyi anlaşıyoruz ve beraber zaman geçirmeyi çok seviyoruz. Hatta şu an bir turnedeyiz ve bu yolculuk bittikten sonra vereceğimiz bir aylık arada da birlikte Chicago’da takılmayı planlıyoruz. Yani sadece iş arkadaşları değil, günlük hayatımızda da yedi kişilik bir ekibiz.

5

Chicago yaptığınız müziği nasıl etkiliyor? Burada aynı müzik anlayışına sahip birçok insan var ve bu sayede herkes birbirinden ilham alıyor ve günün sonunda iyi müzik ortaya çıkıyor. Çoğu arkadaşımızın sanatla ilgilenmesi de bizi motive ediyor; evde boş boş oturmak yerine onlara katılıyoruz, ilgi alanlarını paylaşıyoruz ve bütün bunların şarkılarımızı bestelerken yarattığı etkinin payı büyük.

6

Bu ayrılıktan sonra aşk acısını anımsatacak bir şarkı yazdınız mı? Albümümüzdeki çoğu şarkı ayrılıklarla ilgili diyebilirim. Şarkıları yazarken ben ve Julian sevgililerimizden yeni ayrılmıştık, yani anlayacağınız aynı durumun daha da beter bir versiyonu içindeydik. Üstüne bir de Julian’la ev arkadaşıydık ve ikimizin de yeni bir başlangıca ihtiyacı vardı. Hal böyle olunca müziğimizin ve dolayısıyla albümün büyük bir kısmı ortak bir noktadan filizlenmiş oldu.

8

Bunun seni, hatta sizi, daha olgun birer müzisyen yaptığını düşünüyor musun? Daha çok tecrübe kazandığımızı söyleyebilirim. Müzikal açıdan bakacak olursak tabii ki epey yok katettiğimizi söyleyebilirim ama sanırım daha çok birer birey olarak olgunlaştık.

9

095


Bu yaz biraz daha derin nefes alınız. Bir önceki cümleyi, hem yoga akışlarınızda aklınızda tutun hem de yeni sezon gardırobunuz için her seferinde yeni bir ürün almaya kalktığınızda... Hep söylüyoruz ya, seçiminiz klasiklerden yana olsun. Klasik denince ilk gideceğiniz yerlerden biri de tabii ki malum İngiliz; Fred Perry.

Yazı:

Aslin Kumdagezer Fotoğraflar:

BU BİR İLANDIR

Fred Perry

096

THE BRIT


Klasik kelimesi, uzunca bir süre moda dünyası dahilinde hip ve pop’un zıt anlamlısı olarak anlaşıldı. Durumun çelişkisine Fred Perry özelinde bakabilirsiniz. İngilizlerin en klasik isimlerinden biri olan marka, 1940’larda klasik hip’ler üretmeye başlıyor ve takvimler 2017 yazını gösterdiğinde de marka aynı motto ile yaratımlarına devam ediyor. Trend kakafonisinden yorulduğunuzda Fred Perry’nin Authentic koleksiyonu rahat bir nefes almanızı sağlıyor. İkonik tasarımlarının yeni yorumlarını 2017 stilinde tercüme eden koleksiyon, ilhamını yeniden altkültür ve spor giyim klasiklerinin yer aldığı arşivinden yapıyor. Arşivlerde tabii ki 1935’te henüz 26 yaşındayken Grand Slam’i kazanan Frederick John Perry karşımıza tekrar tekrar çıkan yegane isim. Perry’nin tenis ilhamları ve markanın ikonikleşmiş polo tasarımı ise az önce bahsettiğimiz hip ve klasiğin birleştiği ortak nokta. Zira, saçları düzgünce taranmış, polo tişörtlü bir look her daim metin altında seksi olmaya, metin üstünde ise presentable görünmeye devam ediyor. Belki de sürekli değiştiğini savunduğumuz moda dünyası söylemlerdeki kadar değişken değildir? Ya da tarihin tekerrürden ibaret olduğunu keşfettiği noktada markaların değişimden ziyade gelişime odaklanmaları daha iyidir. Bu noktada yine Fred Perry, hem tenisçi hem de marka kimliğinde değişimden çok gelişime odaklanıyor ve teknolojisini geliştirdiği tasarımlarında değişim yan roller oynuyor. Eh, klasik tanımı da tam buradan geliyor. 2017 İlkbahar-Yaz koleksiyonunda Fred Perry, her zamanki hedef kitlesine hitap ediyor: Modern ve aktif erkek ve kadın. Stil kodunu da klasiklerden yana kullanan tasarımların detay, renk ve desenleri 2017’deki erkeğin modern ihtiyaçlarına karşılık veriyor. Dinamik detaylar, klasik parçalara fresh ama

Fred Perry, SS 2017

bir o kadar da tanıdık bir hava katıyor. Keskin estetik anlayışı ile öne çıkan Fred Perry, erkek koleksiyonunda klasik polo-pique, gömlek ve ceketleri çizgili, puantiyeli ve kareli dokular ile yeniden yorumluyor. Authentic koleksiyonunda ise markanın imzası haline gelen “çift çizgi” polo-pique tişört tasarımları, yeni dokuma teknikleri, bahar aylarına uygun renkleri ve vazgeçilmez ‘Laurel Wreath’ logosu ile yerini alıyor. Wimbledon ruhunu logonuzun olduğu yerde hissedebilirsiniz. Zira, markanın logosu da dinamik detaylarından biri olarak farklı koleksiyonlarda farklı lokasyonlara konuşlanıyor. Modernleştirilmiş tek renk tasarımlar şehirli bir görünüm kazandırırken, koleksiyonda yer alan pastel renkler 90’lar modasına gönderme yapıyor. Geçmişe yolculuğunda markanın tek durağı sadece 90’lı yıllar değil. Tam adresimiz 1960’lar. Mirası haline gelen tarz ve desenleri bu sezon yenilikçi değişiklikler ile daha taze bir biçimde tasarlayan İngiliz marka, klasik Gingham desenini yeniden yapılandırarak yakalarda ve tişörtlerde kullanıyor. Kadın koleksiyonun renk paletini de siyah, gri ve lacivert gibi tonal renklerden seçen Fred Perry’nin yaz koleksiyonu erkek klasiklerini kadınlar için yeniden yorumluyor; polo-pique t-shirtler ve bir Fred Perry klasiği olan polo-pique elbiseler bu yaz fermuarlı renk seçenekleri ile yerlerini alıyor. Şimdi bir sonraki alışverişinizden önce gözlerinizi kapatın, derin bir nefes alın ve klasiklere yatırım yapmanın her daim daha iyi bir seçenek olduğunu tekrarlayın. 097


ZERRİN TEKİNDOR Kendisi için söylenecek sözler Röportaj:

Olga Şerbetcioğlu Fotoğraflar:

Emre Ünal Moda Editörleri:

Utku Palamutçu, Yağmur Kural Saç:

Ferit Belli/ No.21 Makyaj:

Hakan Kültür/K.U.M Agency Fotoğraf Asistanı:

Turan Ertekin Moda Editörü Asistanı:

Batuhan Çetin

Sağ Tümü:

Lanvin Sandalye:

Erik Gunnar Asplund tasarımı Goeteborg, Cassina/ Mozaik

098

ya bu sayfaya sığmıyor ya da kelimeler kifayetsiz kalıyor. Zerrin Tekindor, ekranda veya sahnede gördüğünüz karakterlerden arınmış, içten ve yalın haletiruhiyesiyle karşımızda. Profesyonellik, başarı ve asalet gibi sözcüklerin sözlük anlamını sorguladığımız sürece dahil olun ve gördüklerinizin üzerinizde iz bırakmasına izin verin.


099


100


Jean-Luc Godard bir hikayenin mutlaka bir başlangıcının, gelişme sürecinin ve sonunun olması gerektiğini ama bunun bu sırayla ilerlemek zorunda olmadığını söylüyor. Kariyerinizi kronolojik bir sıraya dizdiğinizde tam olarak neredesiniz? Kariyer hiçbir zaman benim umrumda olmadı. Tek derdim sevdiğim işi yapmaktı, ne mutlu ki bunu yapabiliyorum. Başında mıyım, sonunda mıyım, ortasında mıyım bilmiyorum, zaten çok da fark etmez...

8

Zerrin Hanım, bir derginin genel yayın yönetmeni olsaydınız, derginizde ilk kimin kapak olmasını isterdiniz? Mark Rylance.

1

Neden? Çok değişken, çok yetenekli bir aktör. Günümüzün en iyi oyuncularından biri. Müthiş bir ışığı ve enerjisi var. Onu sahnede izlemek büyük bir zevk. Bu vesileyle ona bir sürü soru sorup, oyunculuğundaki zenginliğinin sırrını öğrenebilirdim. Hatta onun çok enteresan fotoğraflarını da çekebilirdim.

2

Oyunculuğun fotoğrafa izdüşümü vücut dili sayesinde mi mümkün yoksa sizin, kendinize has bir sırrınız var mı? Her şeyin temeli samimiyet. Gülüşünüze, bakışınıza, duruşunuza yansıyan tam da budur. Tabii oyuncuların bütün bunlara olan hakimiyetinin bir artısı olabilir.

3

Kadere inanır mısınız? Hiç düşünmedim. Kader mi beni yönlendiriyor, ben kendim mi gidiyorum bilmiyorum. Bir yol var, oradan gidiyorum. Kendi adıma ne mutlu ki her şey yolunda. Belki ben kadere yardımcı oluyorum, kader de bana yardımcı oluyor.

4

Peki sizin kaderinizde oyuncu olmak mı vardı? Hiç bilmiyorum. Benim içimde istek ve tutku vardı.

5

Neden oyuncu olduğunuzu düşündüğünüz oldu mu hiç? Okuldaki öğretmenlerim her zaman oyunculuğa yeteneğim olduğunu söylediler. Ben de konservatuara girmeye karar verdim. Çocukluğumdan beri bir karakteri tahlil etmeyi, onun derinliğine inmeyi sevmişimdir. Yani bir yapboz yapar gibi, dedektif gibi, zaafları, duyarlılıkları analiz etmeye bayılırım. Bu bakış açısı hayatta beni her zaman düze çıkarmıştır.

6

Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’na girmemiş olsanız, belki de Bilkent Üniversitesi’nde aldığınız resim eğitimiyle bambaşka bir hayat yaşıyor olacaktınız. Bu süreç bir tesadüfler bütünü mü yoksa iyi planlanmış bir kariyer mi? Aslında hem tiyatro hem resim yapmak istiyordum. Zamanlamaları doğru oldu galiba. Önce resim okusaydım da, sonra tiyatro okurdum herhalde. Hiç öyle kariyer planı yapmadım. 16 yaşında konservatuara girdim zaten, o yaşta kariyer planı yapabileni tebrik etmek lazım. Kariyerin planlanan bir şey olduğunu bile bilmiyordum. Hiç düşünmeden, isteğim doğrultusunda gittim. Akış böyle oldu...

7

Başlangıç mı daha korkutucu yoksa son mu? Başlangıçlar benim için her zaman tedirgin edicidir, ama asla korkutucu değildir. Keza sonlardan da korkmuyorum, her sonun yeni bir başlangıç olduğunu düşünürüm.

9

Ankara ve İstanbul arasındaki denklemde gözle görülür bir hatta birkaç bilinmeyen var. Bu bilinmeyenlerden birisinin tiyatro olduğunu varsayarsak hangi şehrin bir adım önde olduğunu söyleyebilirsiniz? Fiziksel olarak Ankara’nın daha önde olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü orada gerçek tiyatro salonları sayıca daha fazla. Ankara’da fuayesiyle, sahnesiyle, akustiğiyle özel bir mekana girmenin zevki, kuvveti var. Ama işe oynanan oyun açısından baktığımız zaman, iyisi, kötüsü her yerde olabilir.

10

101


Tişört:

Laperla Ceket:

Chanel Saat:

Chanel Küpe:

Bvlgari Kolye:

Bvlgari

102


103


İşe tam tersinden bakacak olursak, insanların sizin üzerinizde iz bırakmasını ister misiniz? Benim istememle ilgili bir şey değil bu. Her insan birbiri üzerinde iz bırakır, ister istemez... İyisi de, kötüsü de beni şekillendiriyor. İşte o izlerle siz, siz oluyorsunuz.

14

İstanbul Devlet Tiyatrosu’na tayin olduğunuz dönem ve bugünkü durumu kıyasladığınızda tiyatronun son durumu nedir? İstanbul’a 2003’te geldim. Burada geçirdiğim 14 yıl içerisinde, sahne sayısının gittikçe azalmasına rağmen tiyatroya olan ilgi arttı, bu gidişle daha da artacaktır. İzleyici ve oyuncu arasında daha da kuvvetlenen bir bağ söz konusu.

11

Google’a Zerrin Tekindor yazdığımızda ‘Aşk-ı Memnu’nun Matmazel’i’ ibaresi hemen her yerde karşımıza çıkıyor. Öyle çıkması çok normal, çünkü televizyonun, tiyatroyla kıyaslandığında çok büyük bir etkisi var. Ankara’da oyunlarda oynarken, sadece tiyatro izleyicilerinin bildiği birisiydim. Televizyona iş yapıyorsanız o karakterle anılmak, tanınmak gayet doğal. Ayrıca bu bize özgü bir şey değil, bütün dünyada böyle.

12

Televizyon ekranında ve beyaz perdede canlandırdığınız benzeri karakterlerle izleyicinin zihnine kazınmış bir algınız var ve ancak siz hiçbir iz bırakmak istemediğinizi söylüyorsunuz. Ben sadece işimi layıkıyla yapmak istiyorum. Yaptığımı çabucak unutup, yeni bir iş daha yapmak istiyorum; yeni bir resim, yeni bir oyun...

13

104

Zerrin Hanım, en son ne zaman ağladınız? Kara Sevda’nın 64. bölümünün çekiminde.

15

Sizi en çok ne üzer? Şehit haberleri, gencecik evlatların ölümü, çocukların çaresizliği... Böyle şeylere tanıklık ediyorken ‘kalbim kırıldı’ diye üzülmek bana lüks geliyor.

16

Globe to Globe programı kapsamında Shakespeare’s Globe’da Kleopatra’yı canlandırdığınız gün, aklınızdan neler geçiyordu? Konservatuarda sahne tekniği sınavında kağıda çizdiğimiz sahnede oyuncu olarak yer almak çok özeldi. Yaşadığım en güzel zamanlardan biriydi.

17

Türk oyuncuların yurtdışında adını duyurabilecek güce sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Yeterli donanımı varsa düşünürüm tabii.

18

Peki genel olarak Türk oyuncuları hakkında ne düşünüyorsunuz; sizi gerçekten etkileyen ve oyunculuk kavramının altını eksiksiz dolduran birinin ismini verebilir misiniz? Çok iyi Türk oyuncular var, haliyle. Hele genç oyunculara baktığımda çok uyanık, çok yaratıcı isimler görüyorum. Bu çok büyük bir mutluluk. Tabii iyi oyuncuların bütün performansları başyapıt değil. Bazen olağanüstü olabiliyor, bazen de sıradan... Bu gayet doğal.

19

Ressam olarak da farklı karakterler yaratıyorsunuz. Bu, sizin kendi kendinizi dinlemekten kaçış yolunuz olabilir mi? Kendi kendimi dinlememin sonucunda bütün bunlar ortaya çıkıyor. Yoksa bir yere kaçtığım yok...

20

Geleceğe dair bir kehanette bulunabilir misiniz? Bir gün gelecek hep iyiler kazanacak.

21


Gรถmlek:

Marni/ Shopi go Ceket:

Marc Jacobs/ Shopi go ร anta:

Editรถre ait Fular:

Louis Vuitton Kolye:

Louis Vuitton

105


Gömlek:

No.21/ Harvey Nichols Kolye:

Louis Vuitton Bileklik:

Louis Vuitton Yüzük:

Louis Vuitton

106


107


108


Sol Gรถmlek:

Alexandre Vauthier/ Harvey Nichols

109


MUDO FRIENDS

ELİF YALIN

Prodüksiyon:

an original idea by CO for Mudo Hazırlayan:

Tuğçe Bahçıvangil Fotoğraflar:

BU BİR İLANDIR

Gökhan Polat

110

Yoğun bir güne uyandığında diğer günlerden farklı bir hazırlık yapma gereği hissediyor musun? Günlerimin yoğunluk seviyesi genelde hepsi alışkın olduğum, belli bir sınırın altına zaten düşmüyor. Ama olağandışı bir durum söz konusu ise; bir önceki gece heyecandan uyuyamam, sabah istemsizce erkenden kalkarım... Başka bir deyişle, o günleri tam bir heyecan fırtınası halinde, hakkını vererek yaşadığımı söyleyebilirim. İnsanların seni tanımlamak için en sık başvurdukları sözcükler neler? Bunu galiba onlara sormak daha iyi olur, fakat tabii söylenenler insandan insana da değişir. Yaptığın işle alakalı kendine en çok hangi konuda güveniyorsun? Her şey bir tarafa, ciddiyetle ve samimiyetle, çok ama çok çalışırım. Restoran ve mutfak ikilisi arasından hangisini daha keyifli ve heyecan verici buluyorsun? Biri olmadan diğeri olmaz diyorum. Hayatının şu anki gidişatını bir cümleyle özetlemen gerekseydi ne söylerdin? Tek cümle de değil, ben daha kısa tutayım; tek kelimeyle güzel. Mudo kadınını zihninde canlandırdığında karşında nasıl bir karakter görüyorsun? Rahat, samimi, stil sahibi.


MUDO FRIENDS

MERT ŞERAN

Hayal ettiğin işi mi yapıyorsun? Evet, tam da hayalini kurduğum işi yapıyorum. Bu konuda hiç tereddüt etmem. Peki yeterince tatil yapabildiğini düşünüyor musun? Tatil için elimden geldiğince zaman ve fırsat yaratmaya çalışıyorum. Gastronomik trendleri yakından takip ettiğini söyleyebilir misin? Elbette, her zaman. Zira işimin en önemli, beni besleyen parçalarından birisi bu. An itibarıyla yeni nesil beslenme alışkanlıklarından herhangi birini benimsemiş durumda mısın? Mümkün olduğunca, mevsiminde, taze malzemelerle sağlıklı beslenme alışkanlığını sürdürmeye çalışıyorum ama her zaman mutfakta olmak bunu pek sürdürebilir kılmıyor. Zaman zaman sekteye uğradığı oluyor. İşini başka bir ülkede yapmak hiç aklından geçiyor mu? Los Angeles... İşin gereği stil sahibi olmak veya fark yaratmak gibi birtakım kaygıların var mı? Hayır, ama işim gereği yaratıcı birisi olduğum için sanırım bu doğal olarak stilime de yansıyordur. Nasıl bir günde Mudo giysen kendini fazlasıyla rahat hissederdin? Huzurlu, keyifli ve güneşli bir günde. 111


MUDO FRIENDS

ASYA ÇETİN

Fotoğrafla arandaki ilişkiyi nasıl özetlersin? Fotoğraf benim kendimle kurduğum iletişime aracı oluyor. Hissettiklerimi, deneyimlerimi, etrafımda gördüğüm dünyayı dokümante etmeye çalıştığım bir yöntem diyebilirim. Özellikle fotoğrafın bir hikayeye bağlı olmasına takılan bir fotoğrafçı değilim, aksine kendi hissettiğim şeyleri paylaşmayı, peşlerinden gidip onları görselleştirmeyi seviyorum. Bu bir doku da olabilir, bir portre, ya da mimari bir fotoğraf da. Yakın zamanda hayatında önemli bir değişiklik yapmayı düşünüyor musun? Başka bir ülkeye taşınma planım var. Belli bir süre eğitimime orada devam etmek istiyorum. Modanın hayatındaki ve mesleğindeki yeri için ne söyleyebilirsin? Moda, fotoğrafta kurduğum anlatım dili için bana zaman zaman yardımcı olan bir element. Ancak hayatımın ve mesleğimin merkezinde değil. Mudo kadınını tanımlamak için sade ama güçlü bir sözlük anlamı türetebilir misin? Mudo kadını benim için konforlu bir kadın; en sade haliyle konforu ve şıklığı temsil ediyor. 112


MUDO FRIENDS

MURATHAN ÖZBEK

Yakın zamanda gerçekleşecek, seni heyecanlandıran bir proje var mı? Aslında tümüyle heyecanlı bir dönem geçiriyorum. Yeni sergimi iki hafta önce açtım, ilk kısa filmimin bitmesine günler kaldı ve bir yandan da ilk uzun metrajın senaryosunu yazıyorum. Sektörün en büyük problemi sence ne? İnsanlar üretmek yerine konuşuyorlar, herkes her şeyi biliyor ama ortada yaratıcı ne var derseniz pek az şeyle karşılaşırsınız. Fotoğraf sosyal değişim için bir araç mı? Bugün insanların hem kendileri hem de görüntüleri var. Yani herkes en az ikiye bölünüyor. Bu, dünyada çok yeni. Sanki herkes kendine başka bir yaşam daha kuruyor. Gün içinde karşımıza çıkan yüzlerce fotoğraf bizi çok fazla yere götürüyor. İmgeler dünyası gittikçe genişliyor. İlişkiler etkileşim boyutunda yaşanıyor. Bizi meşgul eden bunca şey arasında birbirimizi kaybediyoruz belki de. Fotoğraflayamadığın için hayıflandığın bir an oldu mu? Yaşamdaki bazı yoğun anların fotoğrafları yok. Onları çekmeyi isterdim. Çekim sırasında giydiğin Mudo parçalar içerisinde nasıl hissettin? Canlı ve rahattım. Renkleri çok sevdim. 113


CHILD AT HEART. Naomi Campbell’ın bakmakta olduğunuz fotoğrafta giydiği tişörtün üzerindeki tasarım bir çocuğa ait. Bu çocuk Diesel’in İtalya’da bulunan anaokulunda okuyor. Markanın Naomi Campbell’la işbirliği yaparak ortaya çıkardığı Child at Heart koleksiyonu, Campbell’in Fashion for Relief inisiyatifine destek amaçlı ortaya çıkıyor. Projenin tohumlarıysa 2015 yılında düzenlenen AmFAR galasında, Campbell’ın Diesel’in kurucusu ve Only the Brave’in başkanı Renzo Rosso’ya cesaret ödülünü vermesiyle atılıyor. O günden sonra, Rosso ve Campbell’ın çalışmaları ve Kreatif Direktör Nicola Formichetti’nin de olaya dahil olmasıyla Child at Heart projesi hayat buluyor. Tişört ve sweatshirt’lerden oluşan koleksiyonda iç içe çizilmiş renkli kalpler ve uğur böcekli desenlere rastlıyoruz. Elde edilen tüm gelirin Fashion For Relief ’e ve oradan da ihtiyacı olan çocuklara gittiğini hatırlatmakta fayda var. LES INDISPENSABLES DE L’ÉTÉ. Ah, Lucia Pica... Kendisi Chanel’in Kreatif Makyaj ve Renk Tasarımcısı olduğundan beri markanın her yeni koleksiyonunda sürprizlerle karşılaşıyoruz. Ve Pica bizi Chanel’in her yaz çıkan Cruise koleksiyonunda hayal kırıklığına uğratmıyor ve yaz makyajı anlayışını hem rafine ediyor hem de kolaylaştırıyor. Bu koleksiyonun konseptinin aslında konseptsizlik üzerine kurulu olduğunu ve her şeyin dekonstrüksiyon edilmiş cazibeyle alakalı olduğunu söylüyor. Cazibeli bir makyajın, abartılmış görünmeden nasıl elde edileceğini de bu koleksiyondaki sade ve etkili parçalarla anlatıyor. Yani Les Indispensable de L’été koleksiyonu çoğumuzun istediği çabasız güzelliğin elde edilmesine bizleri birkaç adım daha yaklaştırıyor. Buradaki makyaj esasları arasında Cruise koleksiyonunun Les Beiges’den ödünç aldığı Healthy Glow Luminous Colour bronzlaştırıcıları, Rouge Coco Shine ve sürmesinin daha da kolay olamayacağını düşündüğümüz Rouge Coco Stylo; su geçirmez göz kalemleri, maskaraları ve dört yeni oje bulunuyor. THE LENZ. Gorillaz’ın hayranlarıyla yeniden bir araya geldiği günün üzerinden epey zaman geçti. Öyle 114

ki, yeni albümü de siz bu satırları okurken çıkmış ve büyük bir ihtimalle en iyi satanlar listesine yerleşmiş olacak. Fakat Damon Albarn ve Jamie Hewlett geçtiğimiz günlerde telefonlarımıza yükleyebileceğimiz bir uygulamayla da müzik ve genel olarak gündemimizden eksik olmayacaklarının haberini verdi. The Lenz adı verilen bu projeyi, grubun bir önceki uygulamasının biraz daha gelişmiş versiyonu olarak tanımlayabiliriz. Zamanda ufak bir yolculuk yapalım; insanların akıllı telefonlarını kullanarak kendi fotoğraflarına Gorillaz’ın son müzik videolarından elementler ekleyebildiği uygulamadan sonra The Lenz’de telefonunuzun kamerasını macenta renkli herhangi bir şeye doğrulttuğunuzda ekranınızda 2-D, Murdoc Niccals, Noodle ve Russell Hobbs beliriveriyor. The Lenz uygulamasını, iOS veya Android’inize yükleyebilir ve pembe tonlarındaki her şeyi değişimin bir parçası haline getirebilirsiniz. XO. The Weeknd’in müzik sektöründen hızını alamayıp, moda sektörüne el atmasının kaçınılmaz olduğunu hepimiz biliyorduk. Geçtiğimiz Şubat ayında bu girişimin ilk meyvelerini XO adını verdiği markasının İlkbahar koleksiyonuyla gördükten sonra, şimdi The Weeknd ve ekibi bu koleksiyona yeni parçalar ve yeni bir kampanyayla eklemeler yapıyor. The Weeknd’in oldukça yüksek profilli özel hayatından zaman bulup tasarladığı bomber ve coach ceketlere ek olarak, koleksiyonda günlük hayatta giyilebilecek XO ambleminin eksik olmadığı parçalar bulunuyor. Alışverişe başlamak için The Weeknd’in websitesine uğramanız yeterli. ÇOCUKLUĞUNA DÖNMEK. Givenchy’nin çocuk giyimiyle pek bir alakası olmadığını düşünebilirsiniz, hakkınızdır. Biz, markanın attığı adımı fırsat bilip, önyargılarınızı yıkmak için sizi haberdar edelim, 2017 itibarıyla Givenchy lüks çocuk giyimi kervanına Sonbahar-Kış koleksiyonuyla katılmaya karar veriyor. Bu haber markanın


Clare Waight Keller’in kreatif direksiyonu altında verdiği yeni projelerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Givenchy Kids’in temellerinin, Riccardo Tisci’nin North West’e tasarladığı parçalarla atıldığı günü hatırlayıp, günümüze geri dönecek olursak, bu koleksiyonda eskiye nazaran, markanın favori tasarımlarının birkaç beden küçüldüğünü görüyoruz. 130 parçalık koleksiyonun altmışı kızlar, kırkı erkekler ve otuzu da bebekler için tasarlandı. OR NOTHING AT ALL. Calvin Klein’sız bir popüler kültür düşünebiliyor musunuz? Mesela Back to the Future’da Marty McFly 1955 yılına ışınlandığında herkes ona Calvin diye seleniyordu. Bunun sebebini hiç düşündünüz mü? Çünkü Marty o sırada Calvin Klein’ın meşhur iç çamaşırlarından giyiyordu. Ya da Marky Mark ve Kate Moss’un 90’larda beynimize kazınan CK reklamlarını unutmadığınızı varsayıyoruz. Bu sefer Calvin Klein Underwear yeni kampanyası için kamerasını Sofia Coppola’ya teslim ediyor ve ortaya bu kısacık siyah-beyaz reklam filmi çıkıyor. Burada gözümüze çarpan isimler arasında 73 yaşında olduğunu belirtmeden edemeyeceğimiz Lauren Hutton, Rashida Jones, Nathalie Love, Laura Harrier ve çoğu Coppola prodüksiyonundan eksik olmayan Kirsten Dunst bulunuyor. PUMP’N’VOLUME. Dior Makeup’ın Kreatif ve İmaj Direktörü, Peter Philips gibi kıdemli bir makyaj sanatçısı olunca markanın cüretkarlığı ve ürünlerinin formüllerindeki kalite de otomatik olarak artmış oluyor. Podyumların sahne arkasından ilham alarak yaratılan Diorshow Pump’n’Volume maskarası da, Dior Makeup’ın zaten en başarılı ürününü tabiri caizse bir üst seviyeye taşıyor. Bu maskaranın diğer Diorshow’lardan farkı, tüp kısmının elastik ve sıkılabilir olması. Böyle ilginç bir kararın nedeniyse bu maskaranın formülünün oldukça yüksek yoğunlukta olmasından kaynaklanıyor. Tüpü sıktığınız noktada bu formül sıvılaşıyor, Dior’un her maskarasında olduğu gibi en iyi olduğu işi yapıyor, yani

kirpiklere hacim kazandırıyor. Bu yeni buluşla aynı zamanda çıkarılan 5 Couleurs göz farı paletleri ve üç adet Kohl göz kalemleri bulunuyor. RICH KIDS OF LOUIS VUITTON. Yoksa siz Louis Vuitton’un günümüzün popüler isimleriyle (Supreme, Jeff Koons) yaptığı son işbirliklerinden dolayı orijinal çizgisinden uzaklaştığını mı zannettiniz? Eğer öyle düşündüyseniz, sizi hemen markanın en yeni koleksiyonuna doğru yöneltelim. Öncelikle belirtelim, bu koleksiyon, her yıl Louis Vuitton’un sponsorluğunu üstlendiği America’s Cup yelkencilik yarışmasından esinlenerek tasarlandı, koleksiyona göz ucuyla dahi baktığınızda ne demek istediğimizi anlayacaksınız. Lacivert, siyah, kırmızı ve sarı renklere sık sık rastladığımız koleksiyonu tanımlamak için en iyi kelimenin ‘preppy’ olduğunu düşünmekle birlikte, aklımıza Bret Easton Ellis’in havalı karakterlerini getirmeden edemiyoruz. SICILY IS MY LOVE. Dolce & Gabbana’nın Smeg’le işbirliği yaparak tasarladığı mutfak gereçlerini lüks modaevlerinin ulaşılabilir segmentine entegresyonunu tanımlamak için bu satırların merkezine oturtuyoruz. Bu koleksiyon daha önce Smeg’in alametifarikası buzdolaplarıyla başlamış ve bir hayli yüksek fiyatlara satılmış olsa da, yeni tasarımları arasında mixer, tost makinesi, blender, su ısıtıcısı gibi daha ulaşılabilir parçalar bulunuyor. Sicily is My Love adlı koleksiyonda her bir parça İtalya’nın güneyine ithaf edilmiş. Ekim ayında satışa sunulacak bu parçaların rengarenk desenleri arasında gözümüze şimdiden takılan detaylar arasında İtalyan Rivierası’nın vazgeçilmezleri haline gelmiş limonlar, kenger otu yaprakları ve armutlar bulunuyor. P0RN HURT$ EVERY1. İrlandalı bir fotoğrafçının, ABD’nin sonsuzluğa uzanan yollarını dolaşırken fotoğrafladığı Amerikan rüyası, sizin bildiğiniz ABD’den biraz daha farklı. Aslında bu ülke, göründüğünden çok daha yalnız ve o kadar normal kişiliklerle dolu ki, insanı şaşırtabiliyor. Niall O’Brien da bu şaşkınlığa sebebiyet vermek istiyor ve California, 115


Oregon, Montana ve ülkenin kuzeybatısındaki eyaletleri kapsayan araba yolculuğunda bize tam da bunu anlatmaya çalışıyor. Kimi zaman spontane kimi zaman poz verilmiş kareler, ABD’nin küçük kasabalarında olup bitenleri hepimizin alışık olduğu Hollywood filmi gözüyle değil de, daha farklı bir bakış açısıyla bizlere sunuyor. Porn Hurts Everyone adlı kitabı 2 Mayıs’tan itibaren ‘kahve masası kitabı’ koleksiyonunuza dahil edebilirsiniz. PLÜTON MUTFAĞI. Derginin sayfalarında biraz geriye gidip Işıl Eğrikavuk’un hayal dünyasına ve kalemine tanıklık edebilirsiniz. Ya da şimdiden plan yapıp kendisinin yeni performansına bizzat katılabilirsiniz. Ancak Eğrikavuk’un bu performansını izlemeden önce bilmeniz gereken şeyler var: Öncelikle bundan birkaç yıl önce, NASA bilim insanlarının 9. gezegen olan Plüton’un gezegen statüsünü iptal ettiğini ve Plüton’un artık bir cüce gezegen olarak kabul edildiğini hatırlatalım. Daha sonra İngiltere’de geçen yıl düzenlenen referandum sonrası ülkenin Avrupa Birliği Üyeliği statüsünü reddettiği ve kısa bir süre içinde İngiltere’nin Avrupa Birliği üyesi olmadığının ilan edileceğini bilmelisiniz. Bu bilgilerin ortak noktasıysa Işıl Eğrikavuk’un Plüton Mutfağı adlı projesi oluyor. Daha önce gazetecilik yapan ve TV formatlarını parçalarına ayırmaya meraklı bir sanatçı olan Eğrikavuk, Plüton ve İngiltere’nin benzer bir şekilde değişen statüleri üzerine tasarladığı Plüton Mutfağı adlı performansında, yemek üzerinden kimliği, sınırları ve izolasyonu sorgulamayı planlıyor. Geçtiğimiz günlerde Soho House grubunun desteğiyle Londra’daki Shoreditch House’da gerçekleşen performansını, eğer yolunuz 30 ve 31 Mayıs’ta Londra’ya düşerse Block Universe Festivali’nde yakalayabilirsiniz. OFİSTE BİR ARABA KOLTUĞU. Maranello adında küçük bir İtalyan kasabasında doğan Ferrari 70. yılını kutluyor. Bu kilometre taşı için sayısız kutlama yapılacağına şüphe yok. Biz bu sayısız kutlamadan bir tanesine odaklanmak istiyoruz, zira bu kutlama, sizin ofisinize ya da evinize kadar girebilecek potansiyele sahip. Ferrari’nin Poltrona Frau’yla işbirliği yaparak 116

tasarladığı Cockpit adındaki Ferrari ofis koltukları, araba ve modern bir ev koltuğunun mükemmel karışımı olarak tanımlanabilir. Ofis koltuğunun ergonomik özelliklerinin yeniden tanımlandığı bu projede Ferrari’nin favori renklerinden kırmızı ve siyah başrolde oynuyor. 2017 Milano Tasarım Haftası kapsamında tanıtılan ofis koltuklarına henüz oturmadık ama, içimizden bir ses bu deneyimin bize Formula 1’i anımsatacağını söylüyor. GREENERY WEEKENDS. Swissôtel The Bosphorus Istanbul, sağlığına ve keyfine düşkünler için şehrin tam ortasında, ağaçlarla çevrili Sultan Parkı’nda yeşil temalı etkinlikler düzenliyor. Greenery Weekends adı altında geçtiğimiz günlerde başlayan hafta sonu etkinlikleri 21 Mayıs’a kadar devam edecek. Bu etkinlikler çerçevesinde, boğaza nazır bir şekilde, açık havada tecrübeli eğitmenler eşliğinde yoga veya meditasyon seansları düzenleniyor. Aynı zamanda detoks temalı Çay Atölyesi sırasında çayın bilinmeyen yönlerini öğrenirken bir yandan da raw food, sushi ve vegan ikramları da tadabiliyorsunuz. Greenery Brunch ve 90 dakikalık Greenery Spring masajıyla da vücudunuz, mideniz ve zihninizi ödüllendirebilir, masaj sonunda ikram edilen Matcha çayınızı yudumlarken bu yeşil hafta sonunu yeşille sonlandırabilirsiniz. YENİ NESİL RUJ. Estée Lauder yine yılların verdiği deneyimle aradan sıyrılarak ruj severlerin karşısına Pure Color Love Lipstick’leriyle çıkıyor. Marka, rujların tanıtım videosu içinse Kendall Jenner ve söz yazarı Elle King gibi arkadaşlardan yardım alarak, bu rujların başarısını şimdiden garantiledi gibi gözüküyor. Pure Color Love serisi 20 farklı tondan oluşuyor. Bunlar da aralarında ultra mat, inci ışıltıları, donuk kromlar ve yarımat kremsi tonlar olmak üzere dört farklı bitişe göre ayrılıyor. Dolayısıyla bir ruj koleksiyonundan isteyebileceğiniz ve her türlü vesileye uygun ruj bu denklemde mevcut.


ÜYE OLUN, LÜTFEN. XOXO The Mag, Some Men ve Feed ÜCRETSİZ yayınlardır, sadece bölgelere göre belirlenmiş kargo ücreti karşılığında dergileriniz adresinize gönderilecektir. Üyelik için: xoxothemag.net/uyelik

xoxothemag.net


26 yaşındayken Lozan Konservatuarı’nın en genç piyano hocası olan bu yetenekli ve yakışıklı adamın en büyük tutkusu müzik ve müzik eğitimine ulaşamayan çocuklara imkan yaratmak. Jaeger-LeCoultre marka dostu Viladoms ile, hayatının büyük kısmını geçirdiği İsviçre’de, şanslı bir çocuk olmak, müzik ve mikro mekanik üzerine konuştuk.

Röportaj:

Oktay Tutuş Fotoğraf:

Ian Gavan/ JaegerLeCoultre izniyle

Jorge Viladoms, Reverso saatlerinin 85. yıldönümünde, 2016 Venedik Film Festivali Jaeger-LeCoultre özel gala yemeğinde konser verirken.

118

JORGE VILADOMS


Keşke hiç büyümeseydim, hep çocuk kalsaydım dediğiniz oluyor mu? Hayatımın her dönemi beni gerçekten hoşnut etti. Meksika’da büyümek rüya gibiydi, çok şanslıyım, ama o zamandan beri o kadar çok macera yaşadım ki, çocuk kalmayı hiç istemezdim.

1

2

Çok genç yaşta dikkate değer bir başarı kazandınız. Bu durum büyürken sizi nasıl

etkiledi? Başarı bana göre çok göreceli bir kavram. Ben başarının yaptığınız işi tutkuyla sevmek ve mutlu olmak anlamına geldiğini düşünüyorum. Zorluklardan zevk almak ve memnuniyeti sorgulamak, her zaman yaşadığını hissetmek ve varlığın en önemli unsurunun çevrenizdeki insanlar olduğunu bilmek. Müzikle ilişkinizi nasıl tarif edersiniz? Müzik bu hayatta yaptığım bütün projelerin kaynağı, itici gücü ve enstrümanı oldu. Müzisyenler olarak müziği mümkün olan her şekilde paylaşmak gibi ahlaki ve manevi bir ‘zorunluluğumuz’ var. Müziği Lozan Konservatuarı’nda öğrencilerimle, performanslar sırasında halkla ve Vakfım aracılığıyla toplumla paylaşmaya çalışıyorum. Müzik hayatımın bir parçası.

3

4

Peki onu tek bir kelime ile anlatmanızı istesek? Her şey...

Şanslı olduğunuzu düşünüyor musunuz? Evet, çok. İnsanın kendi şansını kendisinin yarattığına inansam da, bazen kontrol edemediğiniz durumlar vardır. Örneğin Kenya’daki bir gecekondu mahallesine terk edilen bir çocukla İsviçre’de doğan bir çocuğun aynı derecede şanslı olmadığına ben şahidim. Ama hayatta karşınıza çıkan fırsatların ve verdiğiniz kararların, kaderinizi belirlemeye yardımcı olduğu anlar vardır.

5

Aynı zamanda bir pedagogsunuz ve olanakları kısıtlı çocuklara eğitim sağlayan bir vakıf kurdunuz. Yaşadığımız dünyada bütün çocuklara eşit eğitim imkanı sağlamak mümkün mü? Her çocuğa eşit olanaklar yaratmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum; hiçbir zaman mümkün olmadı, insanlığın işleyiş biçimi böyle... İnsanlık böyle. Ama bu durum beni mücadele etmekten ve aynı fırsatları daha şanssız olanlara da sağlamak için elimden geleni yapmaktan alıkoymuyor, çünkü hepimizin böyle bir toplumsal sorumluluğumuz olduğuna inanıyorum. Bazı ülkeler eğitim sistemlerini herkes için erişilebilir hale getirmeyi daha iyi başarıyorlar; İsviçre gibi, ve toplumun bütün kesimlerine bir amaç verme konusunda çok başarılılar. Herkesin fırsat eşitliğine sahip olduğu ütopik bir dünya mümkün değil, hayat böyle. Ama bu amaç için mücadele etmeyeceğiz anlamına da gelmiyor, çünkü inanmasam bile, insanların hayatlarını müzikle değiştirmeye çalışmak benim hayatımın amacı.

6

Yaptığınız işte yetenek ne kadar önemli? Müzikte yetenek çok önemli ama profesyonel bir müzisyen olabilmek için çok çalışmak gerekiyor. Eğitim ve alıştırmalar için saatlerce çalışmanız gerekiyor. Ve bana göre yetenekle çalışkanlık arasında son derece doğrudan bir bağlantı var ve işinizi tutkuyla yaptığınızda bu bağlantı daha da güçleniyor.

7

Jaeger-LeCoultre’un marka dostu olmak sizi mekanik saatlerin dünyasına yaklaştırmış olmalı. Bu dünyanın en hayranlık duyduğunuz tarafı nedir? Bana göre saat dünyasının en hayranlık verici tarafı müzikle kurduğu ilişki. Her şeyden önce bu da bir sanat ve her iki sanat formu da bize, duygular uyandırmak ve müzik ve zaman gibi sınırsız kavramları, sonunda bir ruh kazanan mekanik enstrümanlar kullanarak ifade etmek için ihtiyaç duyduğumuz bir güçle yaşam buluyor. Ve benimle Jaeger-LeCoultre markasını bir araya getiren sözcük, yine tutku.

8

119


Deniz Kuran ve Serkan Kocaman çalıştıkları teknoloji şirketinde, kurumsal hayatın yoğun temposuna alışveriş lüksünü eklemek üzerine düşünürken, bu tempoya ayak uydurabilecek bir fikirle harekete geçiyorlar ve özellikle erkeklerin hoşuna gidecek bir çözüm sunuyorlar. Bu alışverişin iç çamaşırı ve çorap üzerine kurulu olduğunu düşününce, erkeklerin hayatını kurtaracak bir internet sitesiyle karşılaşacaksınız.

Hazırlayan:

Selin Ünüvar Fotoğraflar:

Gökhan Polat

120

GALANTORRO


soldan sağa: 1. Şeker 2. Kutu 3. Kemer 4. Defter 5. İç çamaşırı 6. Kalem 7. Şeker 8. Folyo 9. İp 10. Anahtarlık 11. Masa saati 12. Not kağıdı 13. Boyalar 14. Çanta 15. Kuru meyve 16. Boya 17. Çorap 18. Kalem 19. Defter 20. Ataç 21. Telefon kılıfı 22. Yüzük 23. Oyuncak 24. Pipet 25. İp 26. Halat 27. Çay 28. Fıstık 29. Oyuncak 30. Şişe açacağı 31. Çorap 32. Paket kağıdı 33. Küp 34. Konfetti 35. Damga 36. Ambalaj 37. Not kağıdı 38. Kalem 39. Çanta 40. Bardak altlığı 41. Çorap 42. Oyuncak 43. Mezura 44. Güneş gözlüğü 45. Fotoğraf makinesi 46. Boya

121


180 COFFEE BAKERY 360 3DÖRTGEN 400DERECE 44A 48A LOUNGE 7GR 9 ECE AKSOY

TAPS BEBEK TASARIM BOOKSHOP CAFE THE HOUSE CAFE THE HOUSE HOTEL TOI AKARETLER TRIBECA NİŞANTAŞI

ÖKTEM & AYKUT GALERİ W ISTANBUL WAGAMAMA WALTER’S COFFEE ROASTERY WALTON HOTELS WANDA WELLDONE WEPUBLIC WHITE MILL

YEDİ MASA YER CAFE

GALERIST GALERİ NON GALERİ ZILBERMAN GEYİK COFFEE ROASTERY & COCKTAIL BAR GEZİ İSTANBUL GRAM GRANDMA GRAVITÉ COFFEE BAR GREY FOOD & DRINK

NAAN BAKESHOP NAİF KARAKÖY NEOLOKAL NESPRESSO NO-FISH TODAY NOPA RESTAURANT NORM COFFEE

KANTİN KARABATAK KARAKÖY KARAKÖY LOKANTASI KARE ART GALLERY KARGA BAR KARLETTO KAVANOZ İSTANBUL KIRINTI RESTAURANT KISS THE FROG KİKİ KİLİMANJARO KOZMONOT KRONOTROP KRUTON KULP KÜFF L’ANGE PATISSERIE & CAFÉ LA BOOM LA PATISSERIE LUNE LA SCARPETTA LE PAIN QUOTIDIEN LES BENJAMINS LEVANTIN GALATA LOKANTA ARMUT LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LUSH HOTEL LUZIA

FERAH FEZA FİNN KARAKÖY FOTINI CAFÉ

ALEXANDRA COCKTAIL BAR ALL SPORTS ANY İSTANBUL ARKA ODA ARTNEXT İSTANBUL AŞŞK CAFE ATÖLYE MAÇKA AYI JAMIE’S ITALIAN JUNO İKSV İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL MODERN MÜZESİ İSTANBUL SETUP

ZEPLIN PUB & DELICATESSEN

ELEPHANT UNION HOTEL ESMOD

RAFİNERİ RAVONUA 1906 COFFEE & BAR ROBINSON CRUSOE KİTABEVİ ROOM + RUMOURS

OPS CAFE OPUS 3A

C-ZONE C.A.M GALERİ CAFE FİRUZ CAFE SMYRNA CAFE ZANZIBAR CAFFÉ NERO CASITA CENTRAL NİŞANTAŞI CEZAYİR İSTANBUL CHADO CHERRYBEAN COFFEES COFFEE CRAFT CORTILETTO PIZZERIA COUPE LOUNGE PUB CREMERIA MİLANO CREPAN ARNAVUTKÖY CUMA ÇUKURCUMA CUP OF JOY CUPPA CAFE HAMM DESIGN HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFE HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HUDSON HÜNKAR

BACKHAUS BACKYARD BALTAZAR BANTMAG MEKAN BASTA BEBEK KAHVE BEBEK KORU KAHVESİ BEER HALL BEJ CAFE BEN COFFEE ROASTERS BEYAZ FIRIN BEYMEN BRASSERIE BIG CHEFS BISTRO 33 BİR NEVİ DELİ BLOKART SPACE BREAD & BUTTER BRÖD BUTİK BUKA

VANESSERIE VAPIANO VENTURE COFFEE WORKS VOGUE RESTAURANT & BAR

ULUS 29 UNTER QUE TAL TAPAS

XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki linke gidin: www.xoxothemag.net/uyelik

MADEO KARAKÖY MAGNOLIA CULTURE MAGRITTE MAHALLE MAKAS MAMBOCINO MANGERIE BEBEK MANO BURGER MANUEL DELI & COFFEE MARI RESTAURANT MASA MAVRA GALATA MEG MIA MENSA MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MİKLA MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ MİNOA MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFE BRASSERİE MORO MUAF MUHALİF MUHİT MUMS CAFE MUNCHIES CREPE & PANCAKE MUSE İSTANBUL MUTFAK SANATLARI AKADEMİSİ MÜNFERİT MÜZEDECHANGA SALOMANJE RESTAURANT SHOPI GO SIMURG KİTABEVİ SAHAF SNTRL DÜKKAN SON SOSA ST. REGIS HOTEL SUNDAY COFFEE BAR SUNSET GRILL & BAR SUSHI EXPRESS SUSHICO SWISS HOTEL BOSPHORUS DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DEM CAFE DEN CAFE DERİN DESIGN DIRIMART DIVINE BRASSERIE DRIP COFFEE DÜKKAN PANDORA KİTABEVİ PAPERMOON PAPPA CAFE PAROLE CAFE PASTEL İSTANBUL PATISSERIE DE PERA PATİKA KİTABEVİ PIOLA Pİ ARTWORKS PLUMON PLUS KITCHEN POINT HOTEL POPUP




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.