XOXO The Mag/April 2017

Page 1

X O X O T H E M A G . N E T

D A

Z İ K

T A S A R I M

M Ü

Ü C R E T S İ Z D İ R

0 7 1 N İ S A N 2 0 1 7

S A N A T

M O

X O X O THE MAG






Kapak:

Metin Akdülger Fotoğraf:

Emre Ünal

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@coistanbul.com Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net

Editörler Tuğçe Bahçıvangil, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Yağmur Kural, Gökhan Polat, Ali Tünay, Başak Ulubilgen, Gökhan Yorgancı

Yayınlar Direktörü Serap Gecü

xoxothemag.net Yönetici Editör Oktay Tutuş

Yönetici Editör Utku Palamutçu

Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen

İdari İşler Vadi Gengüç

Katkıda Bulunanlar Ali Akay, İrem Cana Berkel, Serhat Cacekli, Mustafa Çetin, Emre Doğru, Işıl Eğrikavuk, Caner Eler, Murat Emir Eren, Mustafa Nurdoğdu, Fatih Özgüven, Yağız Pekkaya, Nando Salvà, Erinç Seymen, Bahar Türkay, Selin Ünüvar, Gündüz Vassaf, Begüm Yetiş, Yağmur Yıldırım

Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu

Reklam cihan@coistanbul.com merve@coistanbul.com busra@coistanbul.com melis@coistanbul.com İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

Tasarım Konsepti ve Yayın Kimliği Bülent Erkmen Tasarım Uygulama ve Kimlik Standartları Barış Akkurt, BEK



Les Hommes Röportaj Aslin Kumdagezer 58

Ciğerli Calvados Yazı Gündüz Vassaf 14

Hannah Weiland Röportaj Utku Palamutçu 30

Kategoriler Öykü Işıl Eğrikavuk 16

Bahar Yürükoğlu Yazı Fatih Özgüven 18

Some Women of Kids Hazırlayan Ayşecan İpek 120

Olivier Assayas Röportaj Nando Salvà 20

True Story-Ception 130

13 Reasons Why Yazı Murat Emir Eren 128

Gabrielle Londra’da 38

Skott Röportaj İrem Cana Berkel 144

James Marsden Röportaj Oktay Tutuş 138

Alberto Meda Röportaj Yağmur Yıldırım 66

Nörobilim ve Bugün Yazı Ali Akay 28

The Comeback Kid Yazı Ayşecan İpek 149

Le Palace 74

Neslihan Demir Güler Röportaj Caner Eler 10

Zeynep Kayan Röportaj Erinç Seymen 24

Li Edelkoort Röportaj Bahar Türkay 70

Stuart Semple Röportaj Serhat Cacekli 46

Metin Akdülger Röportaj Olga Şerbetcioğlu 96

Wonderland-ish 50

Gen Alpha Yazı Aslin Kumdagezer 34

House of Brothers Yazı Mehmet Sofyalı 88



E

D

İ

T

Ö

R

D

E

N

OLGA ŞERBETCİOĞLU

Asymmetrical Bed, Jean Prouvé, 1945



Neslihan, Türkiye ve yurtdışı ölçeğinde voleybolun övgüyü en çok hak eden figürlerinden. Takımıyla iki kere üst üste Dünya Şampiyonluğu kazandı ve aynı süreçte yine üst üste Best Scorer oldu. 14 yaşından beri milli takım kamplarında geçen kariyerinin hikayesiyle, IWC The Code of Me serimizin ilk konuğu olarak

I WC TH E

C OD E

OF M E

karşınızda.

Röportaj:

Caner Eler Fotoğraflar:

Gökhan Polat

Neslihan Demir Güler, IWC Da Vinci Chronograph Edition “Laureus Sport for Good Foundation” (IW393402)

BU BİR İLANDIR

takıyor.

012

NESLİHAN DEMİR GÜLER


Başarıda devamlılık kolaydır belki ama ya başarısızlıklarda nasıl bir hale bürünüyorsunuz? Daha önce de dediğim gibi pes etmemeye çalışıyoruz. Aslında başarıda da devamlılık o kadar kolay değil. Artılarımızı eksilerimizi bilerek kendimizi sürekli olarak geliştiriyoruz.

6

Karakterinizin bir kodu olsaydı, onu nasıl tanımlardınız, başka bir deyişle, sizi siz yapan nedir? Pes etmemek diyebilirim. Sahada da normal hayatımda da bir engelle karşılaştığımda daima onun üstüne giderim.

1

Çok küçük yaştan beri voleybol oynuyorsunuz, 14 yaşından beri milli takım kamplarındasınız. Bu süreçte çocukluğunuzu yaşayamadığınızı hiç düşündünüz mü? O yaştaki diğer çocukların yaşadığı çoğu şeyi yaşayamadım, ama daha farklı şeyler öğrendim. Küçük yaşta spor disiplininin öğrenilmesi, bu alandaki kariyerinize büyük fayda sağlıyor. Bu yüzden daha çok yüksek tempolu bir çocukluk geçirdiğimi söyleyebilirim.

2

Başarılarınızla voleybol tarihine adınızı yazdırdınız. Birçok sakatlık yaşadınız. Anne oldunuz. Türkiye’de tüm bunları bir kadın olarak omuzlamanın yarattığı sancılar oldu mu? Şu an geldiğim noktaya kolay yollardan gelmedim. Sürekli olarak disiplinli bir şekilde çalışmam gerekti. Böylece voleybol kariyerim, özel hayatımla paralel bir şekilde gelişti. Örneğin bir sakatlık yaşadığımda ne işimi yapabiliyordum ne de günlük hayatta yaptığım çoğu şeyi. Anne olmak tabii farklı bir boyut. Zorlukları olduğu kadar zevkli yanları da var.

3

Demir Leydi lakabı nasıl oluştu? Sağ elinizi zamanında hiç kullanmadığınızı söylemiştiniz... Her sol elini kullanan insan gibi ben de sağ elimi zamanında hiç kullanmadım. Ama sporda zamanla bu durumlar değişiyor. İki taraf da güç kazandıkça kullanmaya başlıyorsunuz. Lakabımın, bundan bağımsız olarak, aldığım sayılardan oluştuğunu düşünüyorum.

4

Hem bireysel anlamda hem de takım anlamında kazanamadığınız başarı kalmadı. Motivasyonunuzu hala nasıl sağlıyorsunuz? Her zaman bir üst basamak daha vardır. Bir kere şampiyon olduysak diğer hedefimiz iki kere üst üste şampiyon olmak olabilir. Sahaya çıkarken her maçı kazanmak için çıkıyoruz. Motivasyonumuz her zaman yüksek.

5

Sakatlık dönemlerini atlatırken zamanın farklı ilerlediği söylenir. Bu dönemler sabır testleri gibidir. Siz de uzun süre sakatlıklar yaşadınız. Zihinsel olarak bunları atlatmak nasıl mümkün oldu? Sakatlık yaşadığınızda tek amacınız bir an önce iyileşmek oluyor. Tabii o dönemde kaçırdığınız antrenmanlar da var. Tekrardan eski kuvvetinizi kazanmak kolay olmuyor. Ama özel hazırlanmış antrenman programlarına bağlı kalarak çalıştığınızda rahat bir şekilde zorlukları atlatabiliyorsunuz.

7

013


Yurtiçinde ve yurtdışında voleybol oynamış biri olarak, ikisi arasında nasıl bir kıyaslama yaparsınız; aradaki makas sizce nasıl kapandı? Avrupa’daki ve Türkiye’deki voleybol takımlarının çalışma stilleri birbirine çok benziyor. Bu yüzden yurtdışına oynamaya gittiğimde çok zorluk yaşamadım. Kalite açısından bakarsak günümüzde en kaliteli voleybol ligi olarak Türkiye Ligi ve İtalya Ligi gösteriliyor. Son zamanlarda Türk takımları büyük başarılara imza attı. Yakın zamanda, takımım Eczacıbaşı VitrA ile iki kere üst üste Dünya Şampiyonluğu’nu kazandık. Ülkemizdeki genç oyuncular da çok üst seviyede. Bu başarıların devam edeceğine inanıyorum.

8

Kulüpler düzeyinde Eczacıbaşı ile gelecek planlarınız nasıl? 2010-2011 sezonundan beri Eczacıbaşı Spor Kulübü’ndeyim. Kulübümle beraber birçok başarıya imza attık. Her kupada aynı heyecanı yaşamaya devam ediyoruz. En son ikinci kez Dünya Şampiyonluğu’nu kazandık. Çok güzel bir duyguydu, bu başarıda emeğimizin olması da çok gurur verici. Sıradaki hedefimiz sezon sonu diğer kupalara da uzanmak.

9

Rio 2016’ya gidemediniz. O hayal kırıklığı dönemini anlatabilir misiniz? Milli Takımımız için üzücü bir durum oldu. Türkiye’nin olimpiyatlar gibi büyük organizasyonlarda her zaman yer almasını isterim.

10

Peki Tokyo 2020 bir hedef olacak mı yoksa o zamana kadar voleybolu bırakmış mı olacaksınız? Şimdiden bir şey söylemem çok zor, bunu bize zaman gösterecek. Gittiği yere kadar devam etmek istiyorum.

11

014

Sahadaki Demir Leydi Neslihan ile evdeki Neslihan arasında bakış açısı farklılıkları var mı? Profesyonel sporcuların sahada hep başka bir ruh haline büründükleri söylenir. Sahaya çıkarken diğer bütün düşüncelerimizi, davranışlarımızı saha dışında bırakıyoruz. Maç esnasında sadece oyuna konsantre olmamız gerekiyor. Bu nedenle, bazı farklılıklar var diyebilirim.

12

Kolunuzdaki saat, IWC Laureus Sport for Good Foundation serisinin 11. saati ve anlamlı bir hikayesi var. IWC Laureus Sport for Good Foundation yeterli maddi imkanı olmayan çocukların spor yapmasına destek olan bir oluşum. IWC de, 2006’dan beri bu oluşuma destek veriyor. Bunu öğrenmek size kendinizi nasıl hissettirdi? Bunun değerli bir sosyal sorumluluk projesi olduğunu düşünüyorum. Desteğe ihtiyacı olan çocukların spora erişimine bir şekilde katkıda bulunduğunuzu bilmek çok güzel bir duygu.

13


MAKES THE WORLD AND YOUR WRIST A BETTER PLACE.

IWC Da Vinci Chronograph Edition “Laureus Sport for Good Foundation” - IW393402

Zaman ve değişim sözcüklerinin bir aradalığına dair anlatacak çok hikaye var. Ama biz, değişimin iyi olanından bahsediyoruz. Geçmişin izleri arasında, Yaşam Çiçeği bize kılavuzluk ediyor ve hikaye tam burada başlıyor. Leonardo Da Vinci’ye de ilham kapılarını defalarca aralayan bu sembol, kusursuz geometrisiyle değişim için gerekli

#thecodeofme

enerjiyi yaratıyor. IWC Schaffhausen yeni Da Vinci koleksiyonuna bu enerjiyi yansıtarak tasarım yaklaşımına farklı bir anlam yüklüyor. Ve, IWC Schaffhausen & XOXO The Mag işbirliğiyle hazırlanan Originals röportaj serisi, The Code of Me başlığıyla kendine yeni bir yön çiziyor.

IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Panora Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111 I Muğla: Quadran, D-Maris Bay Marmaris Tel: (252) 436 9191

IWC.COM


CİĞERLİ CALVADOS

Yazı:

Gündüz Vassaf

The Burial of Saint Lucy (detay), Caravaggio, 1608

Sicilya. Ortigia’da Duomo Meydanı. Yeşil bronz kapıların önündeyim. Santa Lucia Badia kilisesinin duvarına çakılı kırmızı tabela içeride beni bekleyenin habercisi. Caravaggio’nun, Santa Lucia’nın Gömülüşü tablosu ziyaretçilerini bekliyor. Bugün gelenlerin çoğu, limanda demirli Malta’dan Valetta bandıralı Azamara Quest gemisinden. Ortigia limanını genişletiyorlar. Savaşlar ve insan hakları ihlalleriyle, Türkiye, Mısır, Tunus gibi ülkelere gitmeyenler, Akdeniz’de turizme kucak açmaya hevesli bu yoksul, görkemli ada şehrinin keşfinde. Duomo Meydanı’nda kahvelerin bir kısmı henüz açılmamış. Sandalyeleri, masaları dışarıda. Meydana bakan saray yavrusu pembe palazzo’lar Ortigia’nın iki soylu ailesinin mülkü. Ne demek soylu olmak? “Kimlerdensiniz?” diye sorulduğunda dayımın bu münasebetsiz soruyu soranı, “Arap atı değilim,” diye terslediğini hatırlıyorum. 016


Sokak lambalarını çişleriyle damgalayıp sahiplenen köpekler gibiyiz. Kendimizi, başkalarını ayrıştırma fetişistiyiz. Tarihimiz boyunca aitliklerimizi, başkalarına saldırmakla kurmuşuz. İşte buradaki Piazza del Duomo. Dini aitliklerin, geçmişten intikam alırcasına, yaz boz tahtası. Grek tapınağını yıkıp, camiiye çevirmişler; yerle bir ettikleri camiinin taşlarıyla da katedralin duvarlarını örmüşler. İsimsiz olabilmek! İsimsiz yaşayabilmek! Ömrümüzde hiç olmazsa bir günlüğüne aitliklerimizden soyunabilmek. Gezegenimizde bir günümüzü nefes alıp veren herhangi bir canlı konumuna indirgeyerek doğayla bütünleşebilmek. Adetlerimizin alışkanlığında özgürlüğümüzü yitiriyoruz. Hele, sabah üniformamız kahvaltı. Akşam yemeğinde farklı lezzetlere açık olup, Çin, Fransız, Meksika, Moğol mutfağını deneyenler, yılın her günü aynı kahvaltının gönüllü kalebentleri. İtalyan, evine yakın mahalle kahvesinde espresso içecek. Malezyalının kahvaltısı baharatlı, domatesli pirinç. Fransız köylüsü çikolatalı süt ya da sabah karanlığının soğuğunda tarlada çalışmaya gitmeden calvados. Gaziantepli ciğer. İkisi birden? Ne Fransız köylüsü kendine yakıştırır ne de Gaziantep efendisi. Galiba Japonya’da olmuş. Adam karısının üç dakikalık rafadan yumurtayı kıvamında kaynatamadığından şikayetçi. Evlilikleri boyunca her kahvaltıda aynı sorun. Adam ölür. Arzusu üzerine yakılır. Külleri karısına teslim edilir. Kadın üç dakikaya ayarlı kum saati yaptırır kocasının küllerinden. Çoraplarınızı nasıl giyersiniz? Orada bile alışkanlıklarımızın prangasındayız. Sabah çorabınızı giyerken dikkat edin. Mutlaka sağ ya da sol ayağınızdan birini tercih ediyorsunuzdur. Neden? Tekrardan kurtulun! Mekanik hareketlerinizden kopunca yaşama, çevrenize, kendinize daha duyarlı olduğunuzu göreceksiniz. Hele dostlarımıza alışkanlığımız? Tanıdıklarımı aynı isimle çağırmaktan kaçınırım. İçimden geldiği gibi uydurduğum, zaman zaman değiştirerek kullandığım isimlerim var sevdiklerim için. Sanki yeniden doğuyorlar yeni isimleriyle. Hayır, kimse itiraz etmiyor. Tersine, farkına vardıkları kalıplarından bir an için özgürleşmiş olmalarının şaşkınlığındalar. Alıştırdım onları diyecektim ama sanki aradıkları buymuş. Bir tanıdığım, Starbucks’ta (bir defa merakımdan gittim, o kadar) her kahve ısmarladığında kendisine yeni bir isim uydurur. Siparişi hazır olup çağrıldığında başka birisi olabilmenin anlık keyfini yaşar. Özgürlük, kalıplarımızdan kurtulmak. Bizi esir alan alışkanlıklarımızı sorgulamak. Yoksa, uygun adım marş. Boşuna değil 19. yüzyılda Avrupa’nın en disiplinli ordusunu kuran Bismarck’ın, askerin kayıtsız itaatini sağlamak için, o güne kadar sağ adımla başlayan yürüyüş alışkanlıklarını kırıp, “Sol, sağ, sol, sağ,” diye askeri yeni bir düzene koşullandırması. Düşünün! Şeytan görmüşçesine solak çocuklardan ürken toplumlardan söz ediyorum. Ürkütücü, bir çırpıda dönüştürülebilmemiz. Oysa, istediğiniz kadar uğraşın, eşeğin davranışını değiştirmek kolay değil. Belki de hayvanın bu özgürlüğü bize ters geldiğinden ona inatçı deriz. Hele kediler? Onları bir şeye alıştırdıklarını zannedenler asıl kedilerin onları alıştırdıklarının farkında değiller. Şimdi kilisede Caravaggio’nun resminin karşısında otururken bunlar niçin mi aklımda? Resminin şifrelerini çözebilecek miyim? Herkes resme nasıl bakıyorsa ben de öyle mi bakacağım? Önümde resme bakan çift ikizler gibi. Kadife pantolon, anorak, sırt çantası, mokasen, güneş gözlüğü. Tek cinsiyet farkı, buyurgan-edilgen rollerinde. Kadın, rehbere, “Lucia neden tabuta konmamış?” sorusunu bitiremeden adam, “Öyle bir Hristiyan adeti yoktu o zaman,” diye haşlarcasına kadına bakarken, yüzünde bilirkişi ifadesinin memnuniyeti. Resmi anlatan rehberler, aynı rolü oynayan, aynı metni ezberlemiş aktörler gibi bilmeyenlere bir şeyler anlatıyorlar. Sahne süreleri bile aynı. Başka bir rehberin kiliseye gelen gruba Caravaggio’nun resmini anlatması beş dakika sürmedi. Geldikleri gibi gittiler. Resim ilk gördüğümde beni zaptetti. Vaktim bol. 017


KATEGORİLER

IŞIL EĞRİKAVUK

“Sosyolojik bir araştırma yapmak için Tinder’a girdim,” dedi sınıftaki kıvırcık saçlı kız. “Hadi ya,” dedim, “yeme beni, araştırmaymış.” “Gerçekten,” dedi, “tanıştığım insanları inceliyorum, hepsini kategorik olarak sınıflandırıyorum.” “Bana da göstersene,” dedim. Açtı telefonunu. Bakarken sol gözü de sürekli seğiriyordu. Gözü seğiren kıvırcık saçlı kızın sosyolojik ve kategorik sınıflandırması yaş ve cinsiyete değil, bildiğin geometrik şekillere dayanıyordu. İnsanları kafası dörtgen olanlar, vücudu üçgen ve ters üçgen olanlar, kalçaları yuvarlak, silindir, bacakları huni şeklinde olanlar diye ayırmıştı, açılarına göre alt kümeleri bile vardı. Küp kafalı bir çocukla fena halde flörtleşiyordu, göğüs kasları sekizgen olanlardansa uzak durmamı söyledi bana. Sonra da araştırmasının tüm bulgularını tuttuğu dosyayı yolladı Whatsapp’tan, 17 sayfaydı, PDF. Kafamı salladım aşağı yukarı. Eve giderken kafası fena halde dikdörtgene benzeyen bir çocukla göz göze geldim. Ayakları da eşkenar dörtgene benziyordu. Eşkenar dörtgenlerin muhteşem sevgililer olacağını söylemişti kız. Çocuğun ayağına bastım hemen. Dörtkenarlar biraz beşgene doğru evrilse de, biraz konuşunca Face’ten beni ekledi. Ertesi gün aramızda doğru açılı bir iletişim oluşmaya başlamıştı bile. Dosyayı okuyup Tinder’daki resimlere baktıkça bir süre sonra suratı ters üçgen olanlara karşı bir sempati duymaya, hatta iki gözü birbirine ters orantılı olanlara karşı da özel bir ilgi geliştirmeye başlamıştım. O hafta üç tane ters üçgen suratlı çocukla buluştum, üçü de dosyada yazdığı gibi espri anlayışı gelişmiş, zeki ve doğa aşığı tiplerdi. Sadece bir tanesini “unmatch” ettim listemden, o da ters üçgenden çok bir prizmaya benzediği içindi. Listenin içine girdikçe yeni kategorizasyonum hayatıma da anlam katmaya başlamıştı. O hafta eve gelen televizyon tamircisini bir yamuğa benzettim. Bilgilere göre yamuklar çok hassas ve duygusaldı, adam da bir süre sonra ellipsis gözlerinden hüzünlü bakışlar çıkararak memleketi için yazdığı şiirleri okumaya başladı. Ekranda takılı kalan şelale görüntüsüydü belki de buna sebep olan, ama olsun kategoriler doğru işliyordu. Dayanamayıp elimdeki bu gizli bilgileri en yakın arkadaşım İremsu’ya anlattığımda gözlerini devirerek, “Ne var ki bunda?” dedi. Ona göre bugüne kadar yapılmış en büyük kategorizasyon cinsiyetler arasındaydı, akışkan cinsiyetli bir dünyada yaşamamız gerektiğini savunurken hangi ülkede yaşadığını unutan tiplerden biriydi İremsu. Miley Cyrus hayranıydı 018

Big Beamers, 2015-2016, Antony Gormley

fena halde. “Haklısın,” dedim hunilerine bakarken, “cinsiyetler çok passé.” “İnsanları neye göre sınıflandırıyoruz?” diye sordum anneme. “Benim için tek bir kriter var,” dedi, “kıçı yere doğru bakanlar ve bakmayanlar.” Kıçı yere bakanların doğuştan iki yüzlü olduklarına inanmıştı. “Merkez açıyı ne olarak aldığına bakar,” dedim anneme. Anlamadı. Okuldaki geometri hocası Fulden Hanım’a sorduğumda ise bana şüpheyle baktı. Belli ki haberi bile yoktu bu teoremden. “Old school’sun” demek istedim içimden, geçtim gittim. Sonuçta 16 yaşındayım ama insan karakterleri hakkında az çok bir bilgiye sahibim. Çin zodyağında bile herkesi maymun, tavşan ya da horoz diye ayırırken, insanları geometrik yapılarına göre sınıflandırmamak büyük bir eksiklik gibi geliyor. Hem birini neye göre beğenip beğenmediğimizi profil resimleri belirliyorsa, o resimler de enerji ışınlarımızın bir yansıması değil mi? Kıvırcık haklı. Her şeyin cevabı geometride.



BAHAR YÜRÜKOĞLU

FATİH ÖZGÜVEN

Bahar Yürükoğlu’nun, ArtSümer’deki, Belki de Senin Gibi Olmak İstiyorum sergisine girer girmez ‘bu anı daha önce yaşamıştım’ duygusuna kapılabilirsiniz. Haksız da olmazsınız, çünkü bütün bu karları, kuzey izlenimlerini vb. bundan önce görmüş olma hissi Yürükoğlu’nun geçen sene katıldığı üç kişilik Devridaim sergisinden ileri geliyor. O sergide Murat Akagündüz’ün beyazlara karışan dağları ve Şener Özmen’in coğrafyayla politika ilişkisini problematize eden manzaralarının yanında en genç hatta muzip görünen, onun tasarladığı mekan yerleştirmesiydi. Belli başlı hatırlanan da Yürükoğlu’nun galeri zeminini tartışmaya açmış, engebeli, tırmanmalı bir platform haline getirmiş olması olabilir. Bu kişisel sergide ise küçük bir tanesi dışında o çeşitten bir müdahale yok. Daha sakin, adeta ‘büyümüş’ bir sergi bu. Burada esasen ilginç olan, Yürükoğlu’nun rengi işin içine sokarak bir çeşit duygusal yüzey yaratmak istemesi, ve/ama bunun da renkle yan yana düşünmediğimiz, ağırbaşlı, hatta melankolik bir etkiyle sonuçlanması. İlla bir yaramazlık istiyorsanız, galeriye girer girmez, sanatçının küçük bir renk darbesi ile, galerinin ayırt edici mimari ögelerinden birini kırmızıya boyadığını, altına da bir mavi üçgen eklediğini fark edebilirsiniz. Bu iki cümle biraz sonra işlerde göreceğiniz üçgenler, geometrik formlar, sınır çizme, manzarayı parçalama niyetiyle ilgili temelde, ona bir girizgah. Devridaim’de de karşımıza çıkan kar ve orman meselesi, Belki de Senin Gibi Olmak İstiyorum’da ağırlıklı olarak rengin saydamlıkla birleştirilmesi yoluyla yorumlanıyor. Beklenmedik bir şeye yol açıyor saydamlık, bir jelatin etkisine; renk, saydamlıkla birleşip manzarayı işaretleyen olunca, neşesinden vazgeçiyor ve manzaranın zaten sahip olduğu bir uzaklığı yoğunlaştırmaya yarıyor. Bu görev tamamıyla

020

Üst: Altüst, 2016, Arşivsel pigment baskı, 80x120 cm Alt: Orman Partisi, 2016, Arşivsel pigment baskı, 80x120 cm

geometrik formlara da yüklenmiş değil ayrıca; aynı etkiyi sağlayan organik formlar da var. Karanlık bir orman manzarasını aydınlatan küçük pembe balonları konu edinen ‘Orman Partisi’, partiyi düzenledikleri varsayılabilecek orman cinlerinin görünmez varlığı kadar ormanın karanlığına da dikkat etmemiz gerektiğini düşündürüyor. Resim yüzeyini ele geçirmekte (dolayısıyla onu bozmakta) olan amorf lekeyi konu edinen bir diğer manzara ise, bize gösterim sırasında yanan film şeritlerini, hatta belki ‘Don’t Look Now/Karanlığın Gölgesi’ filminde görüntünün yüzeyine dağılan kırmızı rengi hatırlatarak saydamlığın sadece açıklık ve geçirgenlik duygusuyla değil, kapalılık ve geçit vermezlik duygusuyla da ilişkili olabileceğini ortaya atıyor. Yan yana duran ‘Tutulma’ ve ‘Kuşbakışı Görünüm’ de aynı manzaranın iki yorumu gibiler. Soldaki figür nasıl hafifçe sağa meyletmiş bir biyografik an, bir biyografik manzara ise ve kendince bir edilgenliği imliyorsa, soldakinin hareketini izlercesine sağa meyletmiş soyutlanmış manzara da, tam tersine, içerdiği direnci bize aktarmaya kararlı görünüyor. İster edilgenlik olsun ister direnç; her iki manzara da rengin parlaklığı, çığırtkanlığı ve bir ölçüde geçirgenliğine rağmen, bu niteliklerin içinde kapanan ya da hapsolan bir şeyden bahsediyorlar. Kar ya da karın ilettiği duygu rengi örtüyor, ya da isterseniz tersinden söyleyebiliriz, kar alev alıyor. Ama bu alev kalıcı ve doygun değil, geçirgen ve geçici. Tıpkı doğanın kendisinin Kuzey Işıkları vb. gibi fenomenlerle bize yaşattığı renk ve kar oyunlarında olduğu gibi. Soğuksıcak, sıcak-soğuk.



O uzun yıllardır Avrupa’nın en çok övgü alan yönetmenlerinden biri. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde hem ayakta alkışlandıktan hem de yuhalandıktan sonra En İyi Yönetmen ödülüne layık görülen Olivier Assayas’ın Personal Shopper’ı Türkiye’deki prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde yapıyor. Yönetmenle, sansasyonel filmini ve insanları memnun etmekle nasıl hiç ilgilenmediğini konuştuk.

Röportaj:

Nando Salvà

Olivier Assayas & Kristen Stewart, Personal Shopper, 2016

022

OLIVIER ASSAYAS


Personal Shopper’ı ilk yazmaya başladığınızda nelerden bahsetmeyi planlıyordunuz? Bu filmde bir yandan, giderek materyalistleşen ve inancını kaybetmiş bir toplumun altında yatan gerilime; bir yandan da keder ve acı gibi duygularla baş etmek için hepimizin nasıl ruhsal yollara başvurduğuna ve teselli bulması gerektiğine değinmek istedim. Filmin kahramanı içinse her şey kardeşinin yasını tutmaktan ibaret. Diğer bir deyişle, filmde varoluşumuzu oluşturan ruhaniliğin çeşitli katmanlarından bahsediliyor.

1

Bu film, sizin korku filmi türüne ilk geçişiniz olarak kabul ediliyor. Bu tasvir hakkında ne düşünüyorsun? Bir hikaye yazarken tıpkı bir ressam gibi düşünürüm: Eğer bir şeyi anlatmak için kırmızıya ihtiyacım varsa onu kullanırım. Ama asla bütün resmi kırmızıya boyamam. Diğer bir deyişle, filmde acı içinde yaşayan bir kadın portreleniyor, ve bu kadının kendini yeniden inşa etmesi için bir yol bulmasının hikayesi anlatılıyor. Ve bu duyguları en güçlü ve gerçek şekilde göstermek için, korku filmlerinden metotlar kullanmanın faydalı olacağını düşündüm. Çünkü bu tür filmler, izleyiciyle direkt fiziksel bir iletişim kurmayı başarıyor. Ama ben Personal Shopper’ı bir korku filmi olarak görmüyorum. Diğer filmlerim ne kadar korku unsuru içeriyorsa, bu da o kadar gerilim yüklü.

2

Personal Shopper, 2016

Ama önceki filmlerinizde hayaletler yoktu… Bu konuda aynı fikirde değilim. Bütün filmlerimde bir şekilde hayaletlerden bahsediyorum. Aradaki tek fark, bu sefer daha belirgin davranıp görsel efekt kullanmış olmam. Düşündüğünüzde, Carpenter ve Cronenberg gibi bu tür film yapan başarılı film yapımcıları bilinçaltıyla tamamen büyülenmiş durumda. Onlar da insanın kendi içinde olanları, korku unsuru kullanarak dışa yansıtıyor. Hayaletlerse bilinçle bilinçaltı arasındaki ince çizgide beliriyorlar. Onlar bizim şeytanlarımız, korkularımız, nevrozlarımız ve kaygılarımız. Ben işte ne yazık ki modern sinemanın artık bahsetmediği bu kısmı da keşfetmeye çalışıyorum.

3

Öbür dünyanın varlığına inanıyor musunuz? İnanmak istiyorum ama inanmıyorum. Ölümden sonra var olan tek hayat yaptığımız işlerde, bıraktığımız mirasta ve sevdiklerimizin anılarında yatıyor. Fakat, dünyanın bu fiziksel krallıktan çok ileriye gittiğini de düşünüyorum. Bizler bildiğimizden çok daha fazlasıyız. Varoluşumuzun derinlerinde bir gizem yatıyor ve biz sanatçıların amacı da bunu keşfetmek.

4

023


Nihayetinde, sinemanın bir bakıma hayaletleri resmetme sanatı olduğu söyleniliyor… Kesinlikle. Temelde filmlerin yaptığı şey de, geçmişi hayata geçirmek. Bizler, kaybettiklerimizin hatıralarını günlük hayatımızda muhafaza ederiz. Onları hatırlayarak sembolik bir şekilde bir nevi hayata geri döndürürüz. Sinemanın yaptığı şey budur.

5

Personal Shopper,

Personal Shopper, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde basın tarafından yuhalanmıştı. Bu tip tepkilerle nasıl başa çıkıyorsunuz? Herkesi memnun etmek için filmler yapmıyorum. Benim için film yapmak risk almak demek. Ve gündemde kalmak isteyen her film yapımcısı da, en azından bir derece kışkırtma yapması gerektiğini bilir. Bağımsız filmler günümüzde çok basmakalıp olmaya başladı ve ben buna karşı savaşıyorum. Diğer yandan gençliğimden beri Cannes’a gidiyorum ve onların muayyen dinamiğine de alıştım. Heyecanlandırıcı olan şeyse, insanların filmlerle ilgili güçlü duygularının olması ve senin de buna ulaştığını hissetmen. Ayrıca, bizim ölümle olan ilişkimiz ve doğaüstüyle ilgili bir film yapınca, ister istemez birçok insanın inancını da sorgulamış oluyorsun. Dolayısıyla onları rahatsız etmiş de oluyorsun.

6

024

2016

Seyircilerle aranız nasıl? Onlar hep aklımda. Ana akım sinemanın büyük bölümü seyircileri küçümsüyor ve onların pasif aptallardan oluştuğunu düşünüyor. Bense tam tersini düşünüyorum. Bence seyirciler, modern toplumun problemleriyle bir sanatçının yapabileceğinden çok daha fazla boğuşuyor. Seyircinin saygısını kazanmak için, önce onlara saygı göstermeniz gerekir. Diyalog olmadan sanat da olmaz. Ben bu yüzden çok rağbet gören filmleri sevmiyorum, çünkü onlar seyirciyi dinginliğe itmeye çalışıyorlar.

8

Her filminizde benzer saplantıları ele alsanız da, bir yandan hepsi birbirinden çok farklı oluyor. Bu kasıtlı olarak yaptığınız bir şey mi? Evet, çünkü belirli bir konuyla ilgili film yaptığımda, hep sanki o konuyla ilgili yapabileceğim her şeyi yapmışım gibi hissediyorum. Söyleyecek başka bir şeyim olmuyor ve kendimi tekrar etmeyi reddediyorum. Filmlerde bir meydan okuma olmadıkça izlediğimiz şeyler sıkıcı bir hal alıyor. Eğer bir filme başladığımda onu nasıl yapacağımı biliyorsam, devam etmek için hiçbir nedenim kalmıyor. Korkmam ve onu nasıl yapacağımı bilmemem gerekiyor. Diğer yandan da, değişik olan benim filmlerim değil. Değişik olan, dünyanın kendisi. Her filmim dünyayı kendine has bir şekilde temsil ediyor. Ben aslında hep aynı dünyayı farklı perspektiflerden görüyorum.

7



Tamamlanmaya direnmek ve daimi bir eksiklik hissinden beslenmek Zeynep Kayan’ın fotoğraf üretiminin temelini oluşturuyor denebilir. O, bu yolla heyecanlanmaya devam edebiliyor ve çoğalabiliyor. Erinç Seymen, bu ay Zeynep ile, şehre musallat olan gölge figürlerini ve yapıtlarındaki kimliksizliği bugüne kadar yaptığı iki sergi üzerinden konuştu.

Röportaj:

Erinç Seymen Fotoğraf:

Özgür Atlagan

026

ZEYNEP KAYAN


ERİNÇ SEYMEN: Zeynep, her ne kadar iki sergi arasında gerek görsel gramer gerek malzemeyle boğuşma yöntemlerin arasında farklar olsa da 2013’te açtığın ilk kişisel sergindeki fotoğrafları 2016’da açtığın ikinci kişisel sergindeki fotoğraflara bağlayan ortak bir nitelik olduğunu düşünüyorum: Fotoğraflarının hemen hemen hepsi tamamlanmaya direniyor. Şüphesiz ki eskiz değiller ama etüt olmayı da istemiyor gibiler ve adeta tamamlanmak yerine tohum saçarak çoğalmak için kendilerini imha etmeye hazırlar. Bu doğurganlık tek parça olarak ortaya çıkan fotoğraflar için de geçerli, seri olarak ortaya çıkanlar için de. Bu bağlamda seri ve tek parçada nasıl karar kılıyorsun? ZEYNEP KAYAN: Bahsettiğin ne eskiz ne de etüt olma hali beni mutlu etti. Ve henüz bu sabah önümdeki kağıda “tereddüt ve panik” yazıp karşımdaki duvara astığım anı hatırlattı. Yazarken gerçekten bu iki hissin hem gündelik yaşantıma hem üretim sürecime hakim olduğunu düşünüyordum. Yani sanırım şöyle: Daimi bir eksiklik hissi ve bunun yarattığı panikle beraber aslında sadece heyecanlanmaya devam edebilmeyi umut ediyorum. Belki tamamlanmaya direnmek diye tasvir ettiğin şey gerçekten de öyledir; devam edebilmek için gerekli bir tür çoğalma arzusu. Seri ve tek parça olma hali ise aslında zor bir süreç. Çoğunlukla birbirlerine bağlandığını düşündüğüm formlar ve dolayısıyla hisler üzerinden oluşuyor seriler. Tek parça olanlar ise yine bu anlamda bir şekilde tek kalanlar diyebilirim. ES: Eksik sergisinde şehrin kimi zaman merkezinde kimi zamansa çeperinde dolanan, huzursuz bir ruh gibi şehre musallat olmuş bir tür anti-flaneur vardı. “Anti-flaneur” diyorum çünkü flaneur dikkat çekmekten kaçınarak kalabalıkları gözlemlemeyi ve veri toplamayı hedefler; senin şehre musallat olmuş gölge-figürlerin ise dışarıda dolaşmak için en ıssız mekanları/anları seçiyor ve bir olaya tanıklık etmenin peşindeymiş gibi görünmüyorlar. Bu sergide yoğunlaştığın anların, her şey bittikten sonraki ve hiçbir şey başlamadan önceki anlar olduğu söylenebilir mi? ZK: Sergi bitmeden galeri mekanına son kez gittiğimde daha önce farkına varmadığım bir yalnız/tek başına olma hali gördüğümü ve hatta irkildiğimi hatırlıyorum. Sanırım parçaları bir araya getirirken daha çok odaklandığım şey malzemeyi kullanma şekli olduğu için bunu çok sonra görebildim. Mesela sergideki “uhu denemeleri” serisinde parçalara böldüğüm fotoğrafları uhu ile tekrar yapıştırıp birleştirirken figürler ait oldukları mekan ve anları kaybediyor gibi geliyor bana. Ya da ekrandan tekrar tekrar çektiğim videolara eklenen malzemenin plastiği onları olduğu yerden daha fazla uzaklaştırıyor olmalı. Bahsettiğin ıssız mekanlar/ anlar ve bir olaya tanıklık etmektense kendine ve daha çok kendine dönme hali de böyle ortaya çıkmış ya da yoğunlaşmış olmalı. ES: En sık fotoğrafladığın kişi bizzat sensin. Öte yandan

Kurgulan(an) Serisinden_05, 2015, Fine art kağıt üzerine pigment baskı, 120x90 cm

fotoğraflarında (ve hatta videolarında) bir kimlik inşası anlamında “kendilik”ten bahsetmek çok zor, ki bu bakımdan, kendini silerek, parçalayarak, sürükleyerek, eriterek fotoğraflayan bir başka sanatçıyla, Francesca Woodman’la aranda bir akrabalık olduğunu düşünüyorum. Yapıtlarına sinmiş bu kimliksizlik arzusunun siyasi bir karşılığı var mı; örneğin, yapıtların feminist okumalara açık mı? ZK: Aslında fotoğraflarda kendimi kullandığımda bu çoğunlukla “el altında”, yani daha müsait ve ulaşılabilir olduğum için oluyor. Bu yüzden, onları senin de söylediğin gibi asla bir otoportre olarak görmüyorum. Bir yandan bazı fotoğraflar aslında kameraya doğru bir performans gibi gerçekleşiyor, ve bu yüzden yine orada ben olabiliyorum. Sonrasında gelişen müdahaleler, tekrar tekrar aynı fotoğrafı çekerken bozulanlar, yeniden oluşanlar ve tekrar bozulanlar derken kimliksizlik herhangi bir başka nesneye dönüşmeye de olanak sağlıyor. Sanırım bu durum Kurgulan(an) sergisinde daha görünür halde. Fakat bunun bilinçli bir siyasi karşılığı ya da hedefi olduğunu söyleyemem. 027


Kurgulan(an) Serisinden_15, 2016 Fine art kağıt üzerine pigment baskı 90x60 cm

ES: Basılı fotoğrafa fiziksel müdahalede bulunarak yeniden fotoğraflama eğilimin ikinci kişisel sergin Kurgulan(an)’da baskın bir motife dönüştü ve çeşitlendi. Bu fotoğrafiçinde-fotoğraf deneylerinin bir belge olarak fotoğrafın güvenilirliğinden ziyade kişisel tarihyazımının güvenilirliğini tartışmaya fırsat tanıdığını düşünüyorum. Mesela kişisel fotoğraflarımız hafızamızı güçlendiriyor ya da hayatımızın belli anlarına geri dönmeyi kolaylaştırıyor mu? ZK: Kesinlikle evet! Eğer tümüyle yeni bir seri üzerinde çalışmıyorsam, daimi olarak yaptığım şey, kendi kişisel arşivimde en eskiden bugüne gelmek. Bunu aslında eskiden yeniyi üretme heyecanıyla yapıyorum ama hep o belli anlara geri dönmenin verdiği his buna eşlik ediyor. Tabii güçlenen hafıza burada ancak kaydedilmiş olan üzerinden gerçekleşiyor olmalı. ES: Hem fotoğraf hem de videoyla çalışan bir sanatçı olduğun için sorma ihtiyacı hissediyorum: Video, senin yapıtların özelinde, birden fazla an’ı içerdiği için fotoğraftan daha mı açıklayıcı? ZK: Video işlerimin fotoğraflarla paralel hareket ettiğini düşünüyorum. Yani şöyle; videoların

028

çoğunlukla bir başlangıcı ve sonu olmuyor, fotoğraf olabilecek bir anı kamera sadece birkaç dakika daha fazla kayıt ediyor. Aslında daha önce bahsettiğim kameraya doğru bir performans gibi düşündüklerim çoğunlukla videoya dönüşenler. Bu anlamda, videonun belki daha açıklayıcı değil ama daha elverişli olduğu anlar olduğunu söyleyebilirim. ES: Fotoğrafın resmini yapmakla (burada özellikle fotorealizme veya herhangi bir resimsel üsluba atıfta bulunmuyorum) fotoğrafın fotoğrafını çekmek, basılı fotoğrafları kolajlamak/ işlemek arasında paralellikler olduğunu düşünüyor musun? ZK: Benim için fotoğrafın fotoğrafını çekmek, aynı fotoğrafta yeni bir şey görebilme ihtiyacından doğuyor. Ve aslında her müdahale, ya da her eklenen doğallıkla yeni bir şeye yol açtığından bu anlamda paralellikler olmalı diye düşünüyorum. ES: Travmatik imgeler içeren kimi fotoğrafların toplumsal duyarlılıkları keskinleştireceği mi yoksa körelteceği mi sorusunun cevabı üzerinde henüz uzlaşıya varamadık ve uzun bir süre daha varabilecekmişiz gibi görünmüyor. Vahşetin detaylı biçimde belgelenip kamusallaştırılmasıyla ilgili fikrin nedir? ZK: Her şeyin kaydedilebildiği ve paylaşıldığı, her yerde gözetlenebildiğimizi bildiğimiz bir dönemde yaşamamıza rağmen bu konu üzerinde konuşmak ya da uzlaşmak gerçekten zor ve belki de hep öyle olacak. Aslında bugünkü kadar kolay ve yaygın olmasa da fotoğrafın bir belge olarak her dönemde farklı duyarlılıklara hizmet ettiği kesin; galiba zorlayıcı olan da her defasında tam da böyle bir bilinçle bakıp düşünebilmek. Belki de “uyanık” olmaya zorlanmak fena bir şey değildir!

Kurgulan(an) Serisinden_17, 2016, Fine art kağıt üzerine pigment baskı, 80x120 cm



NÖROBİLİM VE BUGÜN Yazı:

Ali Akay

Elif Çelebi’nin 2007 tarihli İsimsiz adlı eserinden detay.

Bugün, gittikçe popülerleşen bir daldan bahsetmek ve buna genel bir şekilde bakmak zor olmasına rağmen, bana bilgi bakımından gerekli gözüküyor. Nörobilim alanını kısa bir şekilde ele almak istiyorum. Nörobilim, 1960’lardan itibaren, sosyal bilimlerin gündemine gelerek, canlı varlıkların sinir sistemleri ile birlikte anatomi, nörobiyoloji, moleküler biyoloji, psiko-sosyal ilişkiler ve psikiyatri gibi alanları birbiri içine sokmaya başladı. Başlangıcında ise zaten hepsini içermekte olan felsefe var. Eski Mısır’dan, Galien döneminden başlayan ve Ortaçağ’da İbn Sina, İbn Rüşd ve İbn Maymun gibi düşünürlerden ve tıpçılardan Klasik çağdaki Descartes ve Spinoza’ya kadar giden bir çizgi bu alanda düşünce üretti ve günümüzün önemli sosyal bilim alanlarından biri haline geldi. Ve aslında, geçen yüzyılın başında başlayan felsefi bir tartışma içinde, fenomenoloji ve vitalizm tartışması içinde yer aldı. Bunlardan ikincisi bilhassa bu konunun ilgi alanı içinde yer almakta. 1960’larda gündeme gelen ve özellikle Fransız felsefesi ile birlikte dünyasallaşan vitalizm, Foucault’nun delilik ve klinik alanındaki çalışmalarıyla su yüzüne çıkmaya başladı ve popülerleşti. Arkasında Fransız epistemolojik okulunun olduğu birçok düşünür, Foucault’dan da önceki çalışmalarıyla psikanaliz, psikiyatri çalışmaları içinde yer buldu. Bir yandan Gaston Bachelard’ın, sonra Althusser’in, Lacan’ın, daha sonra Guattari ve Deleuze’ün çalışmaları, diğer yandan Georges Canguilhem’in çalışmaları -ki Foucault’nun hocasıdır - bu alanda çok ses getiren eserler verdiler. Bu anlamda, beyin ve nörobilimin kültürel alanda ele alınmasıyla birlikte 1990’lı yıllar için “beyin on yılı” denilen bir döneme 030


girildi. Bilhassa Deleuze ve Guattari’nin Felsefe Nedir? adlı kitabının 1991 yılında yayınlanmasından itibaren “on yılın” kapısı açılmış olarak kabul edildi. Georges Canguilhem’e dönersek, onun epistemoloji ve bilimler tarihi üzerine olan çalışmaları, özellikle 19. yüzyıldaki “tiroit fizyolojisi ve patolojisi” ve “normal ve patolojik” arasında yapılan toplumsal ayrıma dokunan çalışmaları bunlar arasında en meşhurlarındandır. Durkheim’ın 20. yüzyılın başında Sosyoloji dalını kurumsal olarak kurmaya başladığı dönemlerde (1913) başlayan “normal ve patolojik” arasındaki söz konusu ayrım, Durkheim’da sosyal olguların baskıcı ve belirleyici rolü nedeniyle toplumsal ve tarihi olarak düşünülmekteyken, ile birlikte bu epistemolojik ve bilimsel bir şekilde ele alınmaya başladı. Özellikle Canguilhem’in Hayatın Tanınması adlı çalışması vitalizm içinde çok değerli bir yere sahip olmuştur. Epistemolojik olarak insanın sinir sistemi ve biyolojik gelişimi içinde hakikati aramak onun ana uğraşlarından en bilinenidir. Ayrıntılarıyla hayatı anlamaya çalışmak, psişik ve fizyolojik olarak insan ve hayvan davranış biçimlerine yönelik heyecan, neşe ve keder gibi duygusal salınımları anlamaya yönelik bir çaba bu araştırmalar arasındadır: Hastalık, ortam, refleksler, tiroit glandlarının işlevleri ve canavarlar (deformasyonlar)... Nörobilim, bu ayrı ayrı dalların ortak noktası olarak düşünülecektir. Oluşturulmakta olan bilim olgularının mevcudiyeti bizi bilim teorisine doğru yöneltmektedir. Bir bilimin içinde çözülmeye taşınacak alan ‘epistemoloji’ olarak adlandırılacaktır. Bu, bilimin içinde olduğu kadar bilime sorulan bir sorudur da. Hem bilim tarafından hem de bilime sorulan bir soru olarak araştırmanın nesnesi bilimsel bir tavır olarak düşünülmelidir. Bu bakımdan da, polemik bir alan içinde olduğumuzu hemen belirtmek gerekecektir. Bu soruların bilime doğru taşınır gibi durmasına rağmen, bilimsel neticelere bakmaktan çok bilimsel sorunsallaştırmalara doğru taşınması daha ön plana çıkmaktadır. Neticede bu birçok sorunun nasıl sorulacağını ilgilendirir. Bilim ne istemektedir? Bilimsel ilerlemelere ait olan tüm verilerin her süreçte yeniden düşünülmesi, bağlamlar içinde anlamların sorgulanacak bir şekilde ele alınması, tüm bunlar bilimin istediği şeylerdir. Teorilerin üzerine bir teori geliştirmek bilimin çabasıdır. Bilim soru sorma sanatı olarak karşımızda durmaktadır o halde. Terakki gibi yargılarla dolu olan bir kavram yerine, bilim süreç kavramını tercih edecektir. Kendi kendisini eleştirel bir düşünceye sokmak için bir yerden başka bir yere evirilen bir teori yerine süreç zarfında yol alan ve yolda olan bir düşünce felsefi olarak bilimsel bir düşünceye doğru yönelecektir. Sorunların içinde duran ve bazen paradokslar ortaya koyan, bazen de çıkmazlara saplanan bir düşünceye bilimsel düşünce denilecektir. Rastlantılar, kazalar ve süreksizlikler, bu anlamda, bilimsel bilginin rastladığı mania’lardır. Bu, duygular üzerine ve bilhassa neşe ve keder üzerine düşünen ruhumuzu kapsayan gelgitler ve ritimlerle alakalıdır. Zihinsel fenomenlerle alakalı olarak nörobiyoloji duyular üzerine düşünmektedir. İnsanın keder veya neşesi ve duyguların dalgalanması bu alanın araştırma konuları arasındadır: Acı hissi, zevk hissi, neşe ve keder hissi. Bunlar öncelikle felsefenin konuları arasındaydı; bugün sinir sistemi üzerine genişletilen araştırmalar bu soruları nörobiyoloji alanına taşımış vaziyettedir. Hisleri ölçmek çok zordur, sabitlemek daha da zordur. Ancak nörobiyolojinin iddiası bunun mümkünlüğü üzerine sorular sormaktan geçer. Gözlemlediğimiz, dokunduğumuz nesnelerin ne olduklarını görmek ve söylemek daha kolay olmasına rağmen nörobiyolojinin iddiası, günümüzde, duyguların da bu şekilde ele alınabileceğidir. Heyecanlar ile aynı şey olmayan duygular yakalanması zor olan şeyler olmasına rağmen, bu iddia nasıl gelişmektedir? Nörobilim, mesela, beyin kısmı hasar görmüş kimselerde bireysel hislerdeki eksikliğin ortaya çıkma ihtimallerini düşünmektedir. Zihinsel bazı hasarlar değişik hisleri beraberinde getirebilmektedir. Duyguların hepsi değil ama bazı duygularda kayıp yaşanabilmektedir veya başka hislerin eski hislere tekabül edebileceği ileri sürülmektedir. Nörobilime göre, his ve heyecan ikizdir. Birbirlerinin gölgesi rolünü oynamaktadırlar; ama heyecanlar bedende dışarıdan görünür oldukları kadar hisler de ruhun içerisindedir. Hisler dışarıdan bakana her zaman görünür olmazlar. Bazen biri bazen diğeri önde gibi durmasına rağmen genel kanı heyecanın hissi tetiklediği şeklindedir. İnsan beyni üzerine odaklanan bu bilim beyinin bir haritasını çıkarmakla işe başlamakta ve beyni bir coğrafi alan olarak ele almaktadır. Bu coğrafyadaki sinir sisteminde hisler nerelerde başlatmaktadır? Ve hangi ağlar içinde bazı mekanizmalar oluşmaktadır? Heyecanlar nasıl hisler uyandırmaktadır? Halbuki başka bir iddia heyecanlar olmaksızın hislerin kendileri üzerine etkilerinin var olduğudur. İnsani varlığın kendisini açmasında veya depresyonla kapatmasında beden ve ruh birlikteliğinin bu etkiyi sağladığı yönündeki iddia, hislerin hisler üzerindeki etkisini belirlemekte olduğudur. Bu nedenle, hislerin insani dengenin sağlanmasındaki rolü ve hayata ait karmaşıklığın anlaşılması önemlidir. Toplumun içinde yaşayan insanlar olarak, hayatta, işte, evde ve toplumsal alandaki vatandaşlık rollerimizde hislerimizin etkinliği başat bir önem kazanmaktadır. Bugün bu kadar karmaşık ve kaotik bir toplumsal alanda yaşamaktaysak, belki de, nörobilimin bazı verilerini bireysel alanda olduğu kadar sosyal alanda da düşünmeye başlamalıyız. 031


Hannah Weiland, her ne kadar alternatif bir duruş sergilemediğini iddia etse de, imitasyon kürk tasarımını lüks segmentine entegre ederek ve markasının adını karides kokteyllerine olan tutkusundan ilhamla belirleyerek, şüphesiz ki moda sektöründe yerini sağlamlaştırıyor. Bu sıradışı denklemde, aklımızdaki soruları cevaplamak için, Hindistan’daki tatiline kısa bir süre ara verip bize katılıyor.

Röportaj:

Utku Palamutçu Fotoğraf:

Kensington Leverne

032

HANNAH WEILAND


Hannah, artık saçlarını kestirmen gerektiğinden çünkü saçlarının üzerine oturduğundan bahsediyordun. Son durum nedir? Saçlarımı uçlarından, birkaç parmak kadar kestirdim ama daha ileriye gitmeye asla cesaret edemem. Uzun saç benim ayrılmaz bir parçam oldu, saçlarımı kısacık kestirsem ne yapardım düşünmek bile istemiyorum.

1

Karides yemeyi seviyor musun? Ah tabii ki, karides kokteyllerine bayılıyorum, partiler için ideal atıştırmalıklar oluyorlar. Bir de, büyük bir bardak birayla soslu karides arasındaki uyumu çok seviyorum.

2

3

Bizi evinde ağırladığını ve harika bir sofra hazırladığını varsayalım. Ne yiyip ne

içiyoruz? Bir kere her şeyden önce, Summerill&Bishop ile yaptığımız işbirliği sonucunda ortaya çıkan masa örtülerini seriyorum ve üzerinde karides desenleri olan peçeteleri çıkartıyorum. Masanın üzeri taze çiçek ve yüzlerce mum kaynıyor, oldukça samimi bir ortam yaratıyorum. Konu yeme-içmeye geldiğindeyse, tabii ki bolca karides kokteyli servis ediyorum ve kaliteli bir beyaz şarap içiyoruz.

Shrimps her ne kadar 2013 yılında kurulmuş olsa da, özellikle yaptığı imitasyon kürkler sayesinde, diğer genç markalara kıyasla oldukça popüler. Şanslı bir insan mısın yoksa stratejik mi? Shrimps, tüketiciye, moda sektöründe kolay kolay bulunmayan bir ürün gamını vadediyordu. İmitasyon olmasına rağmen oldukça kaliteli ve lüks algısı oluşturan bir kürk koleksiyonu yaratmıştım, üstelik işin içerisinde iyi espri anlayışı mevcuttu. Tabii ki pazardaki eksikler üzerinden hareket edip, talebe yönelik arz oluşturduğumuz için işin içerisinde stratejik bir planlama var. Öte yandan, birkaç yıl içerisinde büyük başarılar elde ettiğim ve pek çok insanın desteğini aldığım için oldukça şanslıyım.

4

Her ne kadar lüks algısından ve iyi espri anlayışından bahsetsen de temel ilham kaynağın modern sanat ve renkli kumaşlar. Bu değişkenleri tek bir potada eritip İngiliz kadınının gardırobuna nasıl entegre ediyorsun? Shrimps doğuştan İngiliz; bazen mesafeli görünüyor ama onu yakından tanımaya başladıkça aslında ne kadar eğlenceli ve keyifli olduğunu fark ediyorsunuz, tıpkı sokaktan çevireceğiniz herhangi bir İngiliz gibi. Tabii bu Shrimps’in uluslararası trendleri takip etmediği anlamına gelmesin, zira dünyanın pek çok yerinden müşterimiz var ve bu kadınlar İngiliz tarzını kendi kültürlerine çok güzel adapte ediyorlar. Sanıyorum pek çok farklı ilham kaynağına sahip olmak bu yüzden beni zorlamıyor.

5

Shrimps, SS 2017 Fotoğraf:

Ollie Hadlee Pearch

Peki sıradışı ve kadınsı olmak arasındaki dengeyi nasıl tutturuyorsun? Tasarım olarak adlandırdığımız şey, bu bir kıyafet de olabilir, bir obje de, belirli bir kalıba ve alt metne oturtulmak zorunda değil. Kadınsı öğeleri sevdiğim doğru ama bu tür detayları seviyorum diye onları alışılagelmiş kalıplar çerçevesinde kullanmak zorunda değilim. Denge tutturmak benim kitabımda yazmıyor.

6

033


Oldukça sıradışı ve bir o kadar da kadınsı bulduğun birinin ismini verir misin? Büyükannem. Bugüne kadar tanıştığım insanlar arasında, rujunun ve ojesinin rengini her zaman eşleştiren ve bu rengi kıyafetiyle tamamlamayı başaran tek kadın olduğu için ona hayranım.

7

Büyükannen ideal Shrimps kadını olabilir mi? Ta kendisi. Marka olarak sadece gençlere hitap etmiyoruz. 20’li yaşlarındaki tüketiciler de bizi tercih ediyor, 80 yaşındakiler de... Olay yaşına göre giyinmek değil, canının istediğini giymek ve bunu kendine yakıştırmaktan ibaret.

8

Pofuduk şeyleri çok seviyormuşsun... Evet, konu materyal seçimi olduğunda elim pofuduk ve tüylü şeylere gidiveriyor. Hem dokunduğunda çok güzel ve yumuşak bir his yarattığı hem de kalıplarla oynamayı daha kolay hale getirdiği için...

9

Malum, kürk moda sektörü için oldukça tehlikeli bir materyal seçimi, imitasyon olsa bile... Gerçek olmayanın lüks segmentine dahil olmasını nasıl yorumluyorsun? Bir şeyin lüks olması için illa başka bir canlının hayatına son verilmesine gerek yok. İmitasyon kürk üretiminde kaliteli kumaşları seçtiğinizde sonuç gerçekten tatmin edici oluyor. İşin içine tasarım algısı da eklendiğinde ürünlerimizin lüks segmentine dahil olması şaşırtıcı bir sonuç değil.

10

034

En son koleksiyonun için hazırladığın gösterimde Converse ile işbirliği yaptın. Spor kıyafetlerin geri dönüşünden sonra sırada Chuck Taylor var diyebilir miyiz? Chuck Taylor All Star, bence moda sektörünün vazgeçilmezlerinden biri, özellikle Shrimps desenleriyle bir araya geldiğinde çok daha güzel oluyor. Geleceğe dair herhangi bir kehanette bulunamam ama Converse’in her türlü moda akımına ayak uyduracağından şüphem yok.

11

Aynı tasarımları Londra’da değil farklı bir şehirde ürettiğini düşün. Neredesin? Londra’dan başka bir yerde kendimi hayal edemiyorum. Eğer seçmek zorundaysam tercihimi New York’tan yana kullanırım, ama İngiliz aksanımı kaybetmemek için elimden geleni yaparım.

12



GEN ALPHA Yazı:

Aslin Kumdagezer

Big Little Lies, 2017

Eğer bu yazılanları okuyabiliyorsanız, üzgünüz, artık bir önceki jenerasyona aitsiniz. Ve yine üzülerek bildiririz ki lüks sektörü zatınız üzerinden strateji üretmeyi bu yıl itibarıyla bıraktı. Henüz 30’unuza varmamış olmanız ya da bu limiti geçmenize rağmen millenial’ların trendlerinin tam orta yerine konuşlanmanız başta lüks sektörü olmak üzere trend forecaster’ları artık pek ilgilendirmiyor. Yeni hedef, Alfa Jenerasyonu. Kulağa NASA’nın son uzay görevinin kod adı gibi gelen jenerasyon bir nevi sosyolojik hiyerarşinin uzay görevi. Jenerasyonu Google’lama zahmetinden sizi kurtaralım: 2010 yılında doğanlarla başlayan jenerasyon 2025 yılında son bulacak. Ve 2025’e vardığımızda jenerasyonun son doğanlarıyla beraber toplam nüfusu, 2 milyarı bulacak. Hesaplama yetinizden şüphemiz yok, ama kabaca bir rakamda ısrar ederseniz; günde 9 bin, haftada ortalama 2.5 milyon yeni jenerasyona ait bebekten bahsediyoruz. Yeni babyboom 036


rakamlarına aşina olduğunuza göre, markaların neden sizden vazgeçmeye başladığını daha iyi anlayabilirsiniz. Bu durumu kişisel algılamayın, ya da algılayın. Sonuç değişmeyecek, zira söz konusu jenerasyon analizleri olduğunda, Vahşi Batı zihniyeti Uzay Çağı’nda olmamıza rağmen baki kalıyor. Yani yeni jenerasyonun tüketim kodunu ilk ve doğru cevaba en yakın çözen altın madeninde hak iddia edebiliyor. Haliyle henüz anaokuluna başlayan jenerasyonun şimdiden Hermès Birkin almaya yanaşıp yanaşmayacağı, Apple ile bağının şimdiki jenerasyon kadar sıkı olup olmayacağı, ne hızda tüketeceği, kimleri idol kabul edeceği gibi sorunlar çözüme ulaşmaya çalışıyor ve yatırımlar şekilleniyor. Alfa Jenerasyonu ise henüz iPad ekranında karşısına ne çıkarsa gülümsüyor ve tercihen iPad’e dokunmak yerine kaşınan dişleri için ısırmayı tercih ediyor. Bu noktada Alfa Jenerasyonu’nun tüketim zincirini etkilemeye başlaması için bir banka hesabına yada geçerli bir kredi özgeçmişine sahip olmasına gerek dahi yok. An itibarıyla harcamalarının prime’ında olan jenerasyonumuz ve hemen yanı başımızdaki Z’nin yegane ortak noktası Alfa’lar tarafından yönetilebilme kolaylığımız. Yeniden tekrarlamakta yarar var, kişisel algılamayın ya da... Zira raporlar 12 yaşının altındaki çocukların ebeveynlerinin alışveriş alışkanlıklarını ve senelik alışverişlerini ortalama 130 ile 670 milyar dolarlık bir aralıkta etkileyebileceğini söylüyor. Üç jenerasyon arasındaki sıkı ilişki ise şimdiye kadar jenerasyonlar arası gördüğümüz değişimlere nanik diyor. Yani günün sonunda o kadar farklı da değiliz. Sadece öngörülen üzere, Alfa’lar, daha kariyer odaklı ve finansal açıdan daha refah. (Tam bu noktada söz konusu çalışmaların üzerindeki son kullanma tarihine yeniden göz atmak gerekiyor, öyle ki bu raporlar yayınlanırken ABD henüz sevgili Obama yönetimi altında ve Hillary’nin gelecek başkan olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Oval Ofis’in, Çinlilerin ülkeye girişlerinden önce sosyal medya kontrolünden geçmesini talep edişiyle ve tabii çöpe atılan Trans-Pasifik ortaklığıyla bu önermenin geçerliliği sallantıda.) Bu arada Trump, Leif Erik Holm ve Marine Le Pen’in değiştiremeyeceği olasılıklardan biri Alfa jenerasyonunun kendini ebeveynliğe adamış anne ve babalara sahip olacağı, ve çoğunlukla sadece bir çocukla sınırlı kalacağı. Bu noktada ailelerin ilk göz ağrısı ve çoğunlukla tek çocuğu olan Alfa ve Z ‘her şeyi başarabilme, istediğini yapabilme ve dünyayı kurtarabilme’ özgüvenini, paylaştıkları DNA’larına ekliyorlar. Latin Alfabesi’nin son harfini jenerasyon tanımına ekleyen ve yeni bir başlangıcı temsilen Yunan Alfabesi’ne geçiş yapan iki jenerasyonun paylaştığı bir diğer özellik de tüketim alışkanlıklarının markaların bildiği ve on yıllardır uyguladığı stratejilere bağışıklık kazanmış olması. Tüketim çemberindeki yükselişinden itibaren bilindik her pazarlama stratejisinin yüzünü kara çıkaran Z, markaların %84’ünün pazarlama yatırımını ve çabalarını kulak ardı ediyor. Neyse ki çabuk adapte olan pazar, kısa zamanda aldığı büyük darbenin yan etkilerini üzerinden silkeliyor ve 2010 itibarıyla startup’ları sayesinde yatırımcı şirketler 2 milyar dolarlık karı hanelerine yazıyorlar. Yani millenial’ların zararını yeniden millenial’lar kurtarıyor. Z’den ağzı yanan lüks sektörü haliyle Alfa’yı üfleyerek karşılıyor. Şu noktada büyümüş de küçülmüş sözü güncel bağlamda arkasına sığınabileceğimiz en sağlam önermelerden biri. Alfa, hızlıca büyümeye ve moda zevkini beklenmedik bir yaşta oturtmaya meyilli. Barbie bebekler ve Actionman’ler yerini mini Birkin’lere ve Chanel 2.25 alışverişine bırakıyor. Fashionbi’nin CEO’su Ambika Zutshi yetişkinler için üretilen her ürün gamının küçük boyunun üretilmesinin gerekliliğini Alfa jenerasyonu kehanetlerine ekliyor. Sadece bu yıl içerisinde ABD’de 156.8 milyar dolara ulaşan çocuk giyim pazarı ve 2017 sonunda 8.5 milyar dolar hacme ulaşması beklenen İngiltere’nin çocuk giyim pazarı bu kehanetleri destekliyor. Eh, algılarınızın da değişeceği böylece kesinlik kazanıyor, yani Balmain bodycon elbisenin içerisindeki North West ve Beyoncé’nin ikizlerinin muhtemelen imreneceğiniz gardırobu sinir bozucu bir tüketim çılgınlığından ziyade geleceğin hologramları olarak karşımıza çıkıyor. West ailesinin en küçük üyeleri Alfa Jenerasyonu’nun en klişe örneklerinden ikisi olarak alınabilir, zira henüz podyumda ne olduğunu anlamazken kendini front row’da bulan North ve Saint, influencer sıfatıyla gelecek kariyer yatırımlarını yaptılar. Tabii Kardashian West soyadına sahip olmayan Alfa’ların şansı bu noktada şimdilik anne-babalarının yönetimindeki Instagram hesaplarının gelecek birkaç yıldaki başarısına bağlı. #outfitoftheday hashtag’i altındaki birçok görselin henüz etrafında olup bitenden haberdar olmayan Alfa’lara ait oluşu tezimizi destekliyor. Günün sonunda bu Alfa’ların ne derece sinir bozucu olabileceği tezinin desteğini hayal gücünüze bırakıyoruz. Kurgusal bir karakter olmasını göz ardı ederek Big Little Lies’daki Madeline Martha Mackenzie’nin ilkokul birinci sınıfa giden kızını kıstas alabilirsiniz. Alfa’nın bilinmeyenini hemen hemen çözen lüks sektörünün dürbününde jenerasyon çalışmaları yapan Mark McCrindle’a göre Gamma ve Delta var. Evet, biz de kulağa sorority adı gibi geldiği konusunda hemfikiriz. 037




The Boy, Chanel’in en geniş çanta koleksiyonu olma ünvanını, Chanel’s Gabrielle Bag koleksiyonuna devrederken Lagerfeld’in cesaret ettiklerini bir kenara bırakın. Yörüngeye yerleşmek üzere harekete geçen bir roketten ve süpermarket alışverişinden ziyade, 1955 yılında Mademoiselle Chanel’in elinden çıkan tasarımı 2017’ye ve daha sonra Londra sokaklarına adapte edin.

GABRIELLE LONDRA’DA Prodüksiyon:

an original idea by CO for Chanel Fotoğraflar:

Begüm Yetiş

Chanel’s Gabrielle Backpack, 55 numaralı otobüste.

040


Chanel’s Gabrielle Purse, Londra Köprüsü’ne bakıyor.

041


042


043


044


Chanel’s Gabrielle Hobo Bag, Cambridge Heath istasyonunda.

045


046


Chanel’s Gabrielle Backpack, Tate Modern’ı ziyaret ediyor.

047


Dünyanın en pembiş pembesini üretip onu bir tek Anish Kapoor’a yasaklayan Stuart Semple, bu tavrına tezat paylaşımcı ruhunu ve mutluluğu her fırsatta eserlerine dahil ediyor. Dünyanın çeşitli kentlerinde gökyüzüne bıraktığı gülen suratlı bulutlar ve düzenlediği yaratıcı terapiler sanatın iyileştirici gücüne inandığının kanıtlarından sadece ikisi.

Röportaj:

Serhat Cacekli Fotoğraf:

Nadia Amura

048

STUART SEMPLE


1

Stuart, ölümden döndüğün bir kaza sonrası sanatçı olmaya karar verdiğin doğru

mu? Evet, bu uzun bir süre önce yaşadığım ve hayatımı tamamıyla değiştiren bir olaydı. Şu an sorularınızı cevaplıyor olmam bile bir mucize. Yaşadığım olay, neredeyse her şey hakkında hissettiklerimi tamamıyla değiştirdi. Ama en önemlisi zamanın boşa harcanmaması gerektiğini anladım. Bir sonraki hafta, gün, hatta dakika içinde yaşıyor olacağımızın garantisi yok. O nedenle, sanatımın üzerinde çalışmaya karar verdim. Biraz klişe olacak belki ama, hastanede ölümü beklerken beni ufacık da olsa hayata bağlayan tek şey sanattı. Peki bu olayın etkilerini eserlerinde nasıl görebiliyoruz? Böylesi bir deneyim, cevaplardan çok soru üretiyor. Yaşadıklarım beni büyük bir kaygının ve korkunun içine attı. Yalnız ve izole hissettim. İşlerimde yer alan anksiyete ve yalnızlık bunun bir sonucu olabilir. Bir şeyleri daha iyi yapmaya kendimi adadım.

2

The World's Pinkest Pink, 50 g powdered paint by Stuart Semple

Dünyanın en parlak glitter’ını ve pembiş pembesini ürettin. Onları sanatsal üretiminin bir uzantısı olarak mı değerlendiriyorsun, yoksa amacın sadece Anish Kapoor’u kızdırmak mı? Ürettiğim malzemeleri sanatımın parçası olarak görüyorum. İşlerim, başka sanatçılarla ortak gerçekleştirdiğim bir performansın parçası gibiler. Onlara sanat yapmaları için bir araç veriyorum. Bu renklerin görünüşü ve ürettiğim malzemelerin paketlenmeleri tesadüfler sonucu oluşmadı. İnternet nasıl ulaşılabilir bir mecra ise sanat malzemeleri de ulaşılabilir olmalı. Doğru yerde yaşamıyorsanız ve yeterince paranız yoksa kaliteli sanat malzemelerine ulaşamıyorsunuz. Oysa, sanat herkes için, renkler herkes için. Geçmişin elitist modeli artık geçerli değil. Ne kadar paran olduğundansa, ne kadar mutlu olduğun önemli.

3

Anish Kapoor’un Vanta Siyahı üzerindeki hakları güncel sanat dünyasının dinamikleri hakkında neler söylüyor; sonunda siyahı paylaşacak mı, ne dersin? Zannetmiyorum. Şu sıralar 95 bin dolarlık bir saati piyasaya sürmekle meşgul. Kapoor, bahsettiğim eski elitist dünyanın bir aktörü. Instagram’da 41 bin takipçisi var ve kimseyi takip etmiyor. Tek bir yoruma bile cevap vermedi. Eski düzende küçük bir zengin bir grup, değerin ve güzelliğin ölçütlerini belirliyordu. Ama artık bu değişti. Herhangi biri internete bir şey yükleyebilir ve bu yeterince beğenilirse viral olur. Ama Vanta Siyahı’nın yasaklanması, kendini yeterince zengin, parlak ve zeki olarak değerlendiren bir adamın bir malzemenin gelişimi üzerinde hak elde etmesini gösteriyor. Bu, insana hiç inandırıcı gelmiyor. Şu an dünyanın her köşesinde kendi odalarında harika şeyler üreten insanlar var ve onları görmemiz lazım.

4

049


Sosyal medyaya 90’larda sahip olsaydık her şey nasıl olurdu? Bugünkünden pek farklı olmazdı. Ama internet ve görseller dahil daha fazla bilginin erişilebilir olması bugünkü becerileri çok etkiliyor. 90’larda bir görseli düzenlemek, bilgisayar programı ile yapılan tam zamanlı bir iş olarak görülüyordu, şimdi ise ücretsiz uygulamalar bile herkesi Hollywood filmlerinde rol alabilecek kadar iyi gösterebiliyor. Günümüzde sıradan insanlar birer medya aracı haline gelmiş durumda. Ana akım medya bile bu rüzgarı arkasına almaya çalışıyor.

7

Suspended in This Bliss, 2014 Acrylic on canvas 120x120x7 cm My Loneliness Is Killing Me, 2015 Digital print, acrylic, marker,

Kendini politik bir sanatçı olarak tanımlıyor musun? Gerçek hayatta karşılığı olmayan sanatı kişisel tatmin olarak görüyorum. Sanata ihtiyacımız var ve ben onun değiştirici gücüne inanıyorum. Bugünkü sanat politik, aktif, performatif ve katılımcı. Sadece galeriler ve müzelerle sınırlı değil. Piyasadan ve paradan tamamen bağımsız. Bu açıdan, işgal evleri bence performans sanatının en iyi örnekleri.

spraypaint, vinyl, graphite & India

5

050

ink on cold press watercolour paper, 150x120 cm

İşlerin milenyum kuşağının sesi gibi. O zamanın gençleri şimdi otuzlu yaşların ortalarındalar. O kuşağın inandığı şeyleri göz önünde bulundurursan neler değişti? Değişmeyen çok az şey var. Milenyum kuşağı olarak ilk kişisel bilgisayarları ve internet öncesi hayatı anımsıyoruz. Anımsamak da değil aslında, o dönemde yeterince vakit de geçirdik. Bu kuşağın bir ayağı internet-öncesi dünyada, diğeri ise internet-sonrasında. O dönemin ürettiği düşünceler, iletişimin gelişmesiyle birlikte şimdilerde bütün etkisini göstermeye başladı. Bana göre, Trump’ın seçilmesi bile o dönemlerde gelişen bir düşüncenin ürünü.

6


Ve tabii ki konuyu Happy Cloud’a getiriyoruz... Bu projeye ilk başladığımda dünyada ekonomik bir durgunluk vardı ve bütün gazeteler iç karartıcı başlıklar atıyorlardı. İş yerlerinin kapandığı, depresyonun arttığı bir dönemdi. Sanatın bir şeyleri değiştirebileceğini düşündüm. Birden aklıma böyle bir fikir geldi, çekingen biri olduğumu unuttum ve gidip yapayım dedim. Tate Modern’ın terasından gülen suratlar şeklindeki binlerce sabun köpüğü bulutunu gökyüzüne saldım. Şansım yaver gitti ve köpükler rüzgarın yardımıyla finansal kurumların bulunduğu bölgeye doğru uçtular. O günden beri insanlar beni farklı şehirlere bunu yapmam için davet ediyorlar. Bu mutluluğun önemini ve paylaşımını göstermem için harika bir fırsat.

10

S.C.U.M (Valerie), 2015 Digital print & gesso on cold press watercolour paper 150x120 cm

2011 yılından beri Mind adındaki kuruluşun elçisisin ve fon oluşturmak için yaratıcı terapi seansları gerçekleştiriyorsun. Nasıl gidiyor? Fon programımızın üçüncü yılındayız ve birikenlerin nereye gittiğini bu sene görme fırsatı elde ettim. Elde edilen gelir, İngiltere ve Galler’de yapılan harika projelere aktarılıyor. LGBT topluluklarının hareketliliği üzerine çalışmalar, Britanya’nın güneydoğusundaki okullarda tiyatro dersi ve yaratıcı terapiler... İnsanların kendilerini ifade etmeleri gerekiyor. Bu çok temel bir dürtü ama gerçekleştirmesi her zaman çok kolay değil.

8

Bu projeyi bu yıl nerelere götüreceksin? Sırada Manchester var, daha sonra İspanya olabilir. Ama önümüzdeki sene Denver’da büyük bir versiyonu olacak, şu anda ona odaklanmış durumdayım. Bir de “Sick” adında bir ruh sağlığı festivalinde çeşitli performanslar yapacağım.

11

A Love Song’s Not Enough, 2015 Acrylic & spraypaint on canvas, 300x183x7 cm Fotoğraf: Sarah Morris

Mutluluğun evrensel bir tanımı olduğunu düşünüyor musun? Mutluluk o kadar basit ki, kimsenin onu tanımlamaya ihtiyacı yok. Beyinle değil kalple hissedilebilir ancak. Gününün nasıl geçtiğiyle alakası yok, tam tersine gün mutluluğun içinde geçmeli.

9

051


WONDERLAND-ISH Yolumuz Camper ile

Prodüksiyon:

an original idea by CO for Camper Fotoğraflar:

Mustafa Nurdoğdu Moda Editörü:

Tuğçe Bahçıvangil Saç:

Yiğithan Demiralp Makyaj:

Elçin Mutlu Model:

Iza/True Models İstanbul

052

kesiştiğinde, renkler, form ve fonksiyon, başrolü üstleniyor. Bu yüzden sebep-sonuç ilişkisine takılmaksızın, odaklanmanız gereken yer belli. Biz sadece hayal gücünüzü zenginleştirmek için buradayız, hepsi bu.


Elbise:

Tome/ Harvey Nichols

053


054


Triko:

Jil Sander/ Harvey Nichols Sweatshirt:

Balenciaga/ Beymen Etek:

Miu Miu/ Beymen Çorap:

Calzedonia AyakkabÄą:

Camper

055


Gömlek:

Sandro Tulum:

Sportmax

Çorap:

Calzedonia Ayakkabı:

Camper

Ayakkabı:

Camper Sandalye:

Panton Chair/ Mozaik

056


Mayo:

Cos Tulum:

Exquise Çorap:

Penti

Takım:

Sandro Ayakkabı:

Camper

Çorap:

Penti Sandalet:

Camper

057


Bluz:

Academia/ Beymen Bluz:

Vakkorama Pantolon:

Lanvin/ Harvey Nichols AyakkabÄą:

Camper

058


Ceket:

MaxMara Eldiven:

Adamo Bot:

Camper

059


Tom Notte ve Bart Vandebosch’un yolları Antwerp’de kesişiyor ve hikayenin başı sonuna göz kırpıyor. Çok yönlülüklerini sadeliklerinden alan ikilinin 2017 içerisindeki planları, markanın adından bağımsız, cinsiyet ve coğrafya fark etmeksizin herkesin gardıroplarına dokunacak gibi görünüyor.

Röportaj:

Aslin Kumdagezer Fotoğraflar:

Alessandro Lo Faro

Les Hommes, FW 2017

060

LES HOMMES


Tasarımlarınıza dönelim. Renk konusunda hep tutucusunuz... Çünkü ikimiz de siyah bağımlısıyız. Siyah, zarafetin, lüksün, kültürün eş anlamlısı. Siyahı nakışla ve farklı materyallerle birleştirip koleksiyona sadece tek farklı renk tonu eklemek bizim ana formülümüz.

4

Markanızın adı olabildiğince direkt. Şimdilerde, Vetements etkisiyle bu tür isimlere alışığız. Hatta Paris’te markaları olabildiğince sade ve direkt bir biçimde vaftiz etmek bu yılın en popüler trendi. Tabii 10 sene önce markanızı kurarken siz bu trendlerden bağımsız düşünüyor olmalıydınız? Les Hommes, ne yaptığımızın ve kimin için yaptığımızın en net açıklaması. Sadece ne olduğunu bilmediğiniz bir isim değil, bir betimleme aynı zamanda. Ayrıca zamana da dayanıklı, her daim aynı şeyi anlatacak. Markayı kurarken önümüzdeki diğer opsiyon da ikimizin ismini birden kullanmaktı. Bu durumda uluslararası platforma adapte olmak epeyce zorlaşacaktı ve tabii müşterilerimizin adımızı telaffuz ederken çekeceği çile de cabası olacaktı.

1

Antwerp’te kalmak yerine neden Milano’ya yerleştiniz? İlk mağazamızı Antwerp’te açtık, hatta o sene sonunda mağazamızı yeni bir lokasyona taşıdık. Fakat ana merkezimizi Antwerp’te tutmak ne üretim ne de pazarlama ve lojistik bakımından mantıklıydı. Milano Moda Haftası dahilinde senede iki kez koleksiyon sunumumuz var, bunun yanında tasarımlarımızın hemen hemen hepsi İtalya’da üretiliyor. Dolayısıyla üreticilerle buluşmak, üretim sürecindeki aksaklıklarla ilgilenmek ve moda haftası sunumlarına hazırlanmak için Milano en mantıklı lokasyon.

2

Farklı coğrafyalarda büyümeyi düşünmüyor musunuz? Çin pazarına girmeye hazırlanıyoruz. Çinli bir yeni ortağımız var, dolayısıyla bölgede kısa sürede büyümeyi planlıyoruz. Amacımız beş sene içerisinde 50 satış noktası.

3

Les Hommes, FW 2017

Sadece gündelik değil aynı zamanda cinsiyetsiz bir yerdeyiz. Cinsiyetler arasındaki flulaşma bir moda trendi değil, daha çok moda dünyasının kabul ettiği bir sosyal hareket. Bunun havalı olduğu gerçeğini tartışmayacağız fakat her trend ve akım gibi yaradılışı dolayısıyla yok olmaya mahkum. Bizce eğer güçlü bir DNA’nız varsa bu trendi göz ardı ederek sadece erkek giyimine sadık kalarak tasarlamaya devam edebilirsiniz.

6

Koleksiyonlarınız arasındaki favorilerimiz hala 2013 Sonbahar-Kış sezonuna ait. Erkek giyim, Edwardian etkisinden sokak modası trendine teslim oldu. Sizin satışlarınız da bu önermeyi onaylıyor mu? Kadın ya da erkek giyim fark etmeksizin tüm moda dünyası kesinlikle daha gündelik bir yola saptı. Moda her daim sokakta olan biteni yansıtıyor. Ve yaptığımız iş sezonun trendlerine bağlı işliyor. Dolayısıyla biz de her sezon öncesi aynı kreatif alıştırmayı yapıyoruz.

5

061


Fashionista’ları saymazsak, günlük hayatında erkekler, bu cinsiyetler arası kıyafetleri denemeye hazır mı? En yoğun mimar ya da iş adamının dahi hafta sonu var, aktif bir sosyal hayatı var. İş gerekçesiyle kıyafet konusunda belli sınırlar dahilinde kalmak zorunda olan erkekler serbest zamanlarında herkesten çok daha fazla deneysel olabiliyorlar. Les Hommes’un hedef kitlesi çeşitlilik arıyor. İyi eğitimli, günlük hayatında kıyafetleriyle farklılık yaratabilecek bir zümreden bahsediyoruz, dolayısıyla deneysellik paketin içerisinde geliyor.

7

Erkekler gardıroplarının hangi kısmında deneysel olmalılar? İşe aksesuarla başlayabilirler. En kolayı. Havalı spor ayakkabıları kumaş pantolonlarla birleştirip, ellerinde grafik desenli deri bir iPad kılıfıyla dolaşmaya başlayabilirler mesela.

8

9

Peki olmazsa olmazları ne olmalı? Kişilikleri...

Kadın koleksiyonlarına el atmayı hiç düşünmediniz mi? Henüz çok yeni, iki Michelin yıldızlı şef Sergio Herman’ın restoranı The Jane Antwerp’ün kadın çalışanları için bir üniforma tasarladık. Kadın giyiminin çok belirgin beklentileri var. Açıkçası süreç boyunca karşılaştığımız zorluklar epey hoşumuza gitti. Ve şimdi kendi markamız altında neler yapabileceğimizi tartışıyoruz. Yani, beklemede kalın.

10

062

Hala bir e-shop’unuz yok. Haziran sonunda online satışlarımıza başlıyoruz. Oldukça komplike bir hazırlanma sürecimiz var. Müşterilerimizin karşısına çıkmadan evvel her şeyin mükemmel olması gerekiyor, eh haliyle, bu da uzun sürüyor.

13

Erkek koleksiyonlarınızı alan, bir kadın müşteri kitleniz olduğunu biliyoruz... Kadınların en çok satın aldığı tasarım klasik takımımız. Slim fit olduğu için kadına da erkeğe de çok yakışıyor. Tabii sweatshirtler artık unisex... Nakışlı ve zımbalı modellerimiz özellikle Instagram fashionista’larının favorisi.

11

Mağazalarınıza gidip, müşterilerinizin tepkilerini ölçüyor musunuz? Haftanın en az bir günü mağazalarımızdan birinde olmaya özen gösteriyoruz. Müşterilerimizi gözlemliyoruz, onlarla konuşup neleri beğendiklerini ve beğenmediklerini öğreniyoruz. Tüm tasarımcıların, koleksiyon üretme sürecinde akıllarında belli bir stereotip vardır. Mağazalarımızda vakit geçirmek bizim için kime hitap ettiğimizi öğrenmenin en iyi yolu.

12

İlkbahar-Yaz koleksiyonunuzu henüz sundunuz. Yeni sezon öncesi ara verip bir tatile çıkacak mısınız? Ne tatili? Biz yeni sezona başladık bile. Ama eğer her şey plana uygun giderse Haziran şovu öncesinde küçük bir kaçamak yapabiliriz.

14

15

Nereye? Tabii ki favorimiz Ibiza’ya.


AT E Ş E V İ

ERİŞ EVİ

Ham:m Plus’ı denediniz mi?

Ham:m’dan seçeceğiniz ürünleri tüm ince detaylarıyla birlikte mekanınızda kurgulayan ve sunan Ham:m Plus, size özel yaşam alanları yaratıyor.

1

2

3

4

Mimarlarımızla evinize ya da ofisinize geliyoruz.

Sizin de fikirlerinizi alarak birlikte keşif yapıyoruz.

Evinize ya da ofisinize özel mimari proje önerilerimizi sunuyoruz.

Onaylarsanız yepyeni yaşam alanınızı uyguluyoruz.

Ham:m Design’ın bir hizmeti olan Ham:m Plus

ÜCRETSİZ

yeni yaşam alanınız @hammdesign

B o m o n t i | To p h a n e | N i ş a n t a ş ı | C a d d e b o s t a n

hamm .com .tr


Yeni sezon, yeni kararlar almak, kendinizi iyi hissetmek ve bardağa dolu tarafından bakmak için ideal bir çözüm yolu olabilir. Aynı fikirdeyseniz Que’nun sıcak havalardan aldığı yüksek enerjiyi üzerinizde denemek için harekete geçin.

GOOD VIBES ONLY Prodüksiyon:

an original idea by CO for Que Fotoğraflar:

Gökhan Polat Moda Editörü:

Yağmur Kural Saç:

Cemal Budak/ Makas Model:

BU BİR İLANDIR

Kalman/ True Models İstanbul

064


065


Que erkeği (bu siz de olabilirsiniz) sıcak havanın keyfini çıkartırken, gardırobundan ödün vermiyor. Malum, bu koleksiyonda da detaylar kontrolü elden bırakmıyor, desenler oldukça çarpıcı ve Que, şehirli erkeğin ne giymesi gerektiğini açık ve net bir şekilde anlatıyor.

066


067


Yarım asırdır sayısız alanda üreten ve düşünen Alberto Meda’ya hikayesini ve fikirlerini sorma fırsatını bulduk; cevaplarına kulak verince İtalyan tasarımının özgün mühendisinin halen koruduğu heyecanına ve enerjisine şapka çıkarmamak namümkün.

Röportaj:

Yağmur Yıldırım Fotoğraf:

Miro Zagnoli

068

ALBERTO MEDA


Ya sonra? O zamana dek kendimi bir tasarımcıdansa, teknik danışman olarak görürdüm. Fakat bir gün, kahve makinesinden dondurma makinesine ve arabalara, farklı malzemeler ve teknolojilerle sayısız deney yapar haldeyken, kendi ürünümü geliştirme ve kendi kendimin danışmanı olma fikrinin hiç de uzak olmadığını düşündüm. Böylece Jack’in, yatakta partnerinizi rahatsız etmeden okumanızı sağlayan aydınlatmanın, prototipini geliştirdim. Tasarımı Luceplan’a sunarak, üretmelerini önerdim. İşte bu Jack lambası, rolümü değiştiren ve beni tasarım dünyasına sokan şeydi. Böylece ilk ürünüm ve aydınlatma evreni ile ilişkim doğmuş oldu. Lamba, güçlü estetik potansiyeli olan sofistike bir aygıt ve mühendis çehremi kaybetmeden, estetik meselelerle haşır neşir olabilmem için son derece elverişli bir konuydu. Işığın maddesizliğinin, formel boyutların iş başında olduğu fikirler için harika bir çalışma alanı olduğunu öğrendim. Çünkü maddesizlik, hafiflik demek; yalnız fiziksel anlamda değil, görsel anlamda da. Ağırlığı başka şeylerle değiştirmenize, hafif ve açık şeyler yapmanıza imkan verir.

3

Kendinizi nasıl ve ne zaman bir tasarımcı olarak buldunuz? Çocukken nesnelerin nasıl yapıldığından büyülenirdim; her şeyi parçalarına ayırırdım, tekrar birleştirirken ise onlara yeni parçalar eklerdim. En sevdiğim oyun arkadaşım Meccano idi; dişliler, vidalar, elektrik motorları ile dolu olan 6 numaralı kutuydu. Amcam mühendisti, bu kutu da onun hediyesiydi -bana bir şeyleri inşa etme tutkusunu hediye etti. Akrobatik performanslarını geliştirmek için kaç tane model uçağı parçaladığımı kim bilir; çünkü şu yapım kitleri ve tamamlanmış projeleri benim için yeterli değildi. Ben, kendi tasarladığım bir model uçak fikrini seviyordum. Böylece Milano Politeknik Üniversitesi’nin mekanik mühendisliği bölümüne kayıt yaptırmış olarak kendimi buldum. Mezun olduktan sonra, Kartell’in sahibi Castelli Bey ile tanıştım, üretimden sorumlu olacak genç bir mühendis arıyordu. İki yıl sonra ise, plastik laboratuarından ve mobilya ürünlerinin geliştirilmesinden sorumlu teknik direktördüm.

1

Oradaki deneyiminiz sizi pek çok tasarımcıyla bir araya getirmiş oldu. Evet, fikirlerine yapıcı çözümler getirmek üzere Castiglioni, Zanuso, Sapper, Magistretti, Anna Castelli gibi tasarımcılarla bir araya geldim. Tasarım kültürünü soluyordum adeta. Kartell’den ayrıldıktan sonra, serbest olarak mühendislik danışmanlığı vermeye başladım ve kısa sürede yeni işlerle tanıştım: Brevetti Gaggia beni, Peltier etkisi ile dondurma yapma fikrine ikna etti ve plastik bilgim sayesinde dört yıl boyunca Alfa Romeo arabaları için danışmanlık verdim. Kariyerimi bir tasarımcı olarak işaretleyen, hayatımın dönüm noktası bu zamandır. Işığı gördüm, yani.

2

Bugünkü İtalyan tasarım sahnesi üzerine ne söyleyebilirsiniz? Son zamanlarda Fuorisalone’deki yeni isimler ve deneyler kadar, Triennale’deki Under 35 Italian Design, Women in Italian Design sergileri gibi araştırmaların da yaygınlaştığını görüyoruz. Yeni pozitif enerjiler var, canlanan ekonominin de ortaya çıkardığı yeni yeteneklerin vizyonlarını görüyoruz. Genç tasarımcılar farklı yollar deniyorlar; gelişen endüstrilerle irtibata geçiyorlar, öz üretime ya da start-up’lara girişiyorlar. Fikirlerini gerçekleştirmek için CNC, lazer kesim, 3 boyutlu yazıcılar gibi dijital teknolojilerle çalışıyorlar. Öz üretim başlı başına bir deneyim; ürünün tasarımına ek olarak üretim aşamasını, pazarlamayı, iletişimi ve lojistiği de kapsıyor. Benim zamanımda işler bu denli karışık değildi.

4

Side Table, Luci di Carrara, 2014

069


Bugünkü tasarım/mimarlık medyası üzerine ne düşünüyorsunuz? Dezeen, Designboom, Domus’u takip ediyorum. Tasarım ve mimarlıktaki gelişmelere dair genel bir fikir edinmek için çok faydalılar, fakat bence daha eleştirel olmalılar ve projelerin anlamını yansıtacak alanlar açmalılar. Bazen özgün olmak için özgünlük çabası çok baskın oluyor.

7

Biplane, Alias Design, 2009

Francisco Gomez Paz ve Milano Politeknik Üniversitesi Kimya Bölümü ile işbirliğinde geliştirdiğiniz yeni projeleriniz Solar Bottle&Solar Sensor, suyu arındıran, maliyeti düşük ve nakliyesi kolay ürünler. Projede işbirliklerine ve kaynaklara açık olduğunuzu duyurmuştunuz; süreç nasıl gidiyor? Ne yazık ki, Solar Bottle yıllandırma testini geçemedi, 5 Euro’luk maliyeti çok fazla ve ömrü çok kısa (4 ay). Başlangıçta düşündüğümüz kadar sürdürülebilir değildi, bu yüzden de proje şimdilik donduruldu. Fakat, şişenin geliştirilmesi sırasında çalıştığımız fotokromatik sensör, suya vuran UV ışınlarını ölçüyor ve su içilebilir olduğunda renk değiştirerek sinyal veriyor. Sensör yaklaşık 0.5 Euro gibi bir maliyette ve sıfırlanıp tekrar tekrar kullanılabiliyor, yaklaşık 50 kez. Buluntu pet şişelere monte edilebilecek sınırlı sayıda prototip hazırlandı, şimdilik sahada testler yaparak sensörleri kalibre etmeye çalışıyoruz. Normal bir şişeyi solar su arındırıcısına dönüştürebilecek olan bu proje için yeni kaynaklar aramaktayız.

5

070

Y kuşağının gelişi ile çalışma biçimi değişmeye başladı. Çalışma mekanları için çok sayıda ürün tasarlamış birisi olarak konu üzerine ne söyleyebilirsiniz? Ev ve ofis arasındaki sınır son derece bulanık bir hale geldi, çalışma mekanlarında bile daha domestik ortamlara ihtiyaç duyuyoruz. Dinginlik ve esenlik sağlayacak, yani iyi bir hayat kalitesi oluşturacak mekanlara ve donanımlara ihtiyacımız var.

8

Bu projeyi, başka sosyal tasarım projeleri de takip edecek mi? Sosyal girişimci Friendly Srl ile birlikte, Segway taşıtları mantığında çalışan, engelliler için mobil koltuklar üretmeye çalışıyoruz. Tıpkı Segway gibi, Seatway de jiroskopları ve eğimölçerleri temel alıyor, sürücünün ufak hareketleriyle ağırlık merkezini değiştirerek hareket halindeki taşıtta denge ve manevra sağlıyor -çalıştırmak ve hızlanmak için ileri, yavaşlamak ve durmak için geri, dönmek için sağa ya da sola dümen kırmak biçiminde, yani. Bu sürüş biçimi, belden aşağısı tutmayan birisi için de kolaylıkla öğrenilebilir ve bu mobil taşıtın olağandışı manevra kabiliyetinin keyfi herkesçe çıkarılabilir. Bu ulaşım biçiminin yeni modellerini şimdiden pazarda bulmak mümkün, İtalya’da sınırlı sayıda üretim yapılıyor. Fakat tüm becerikliliklerine rağmen, bugün erişilebilir olan bu modellerin yeniden düşünülmesi ve geliştirilmesi gereken kısımları var. Biz özellikle, ağırlıklarını, boyutlarını ve zorlayıcı maliyetlerini önemli miktarda düşürmeye çalışıyoruz. Şu anda kimi prototiplerin gerçekleştirilmesi aşamasındayız.

6

Yakın geçmişin önemli tasarım trendleri ve hikayeleri nelerdi? Yeni teknolojilerin sıçrayışı ve yeni zanaatkarlıklarla küçük-orta ölçekli endüstriler arasında yeniden canlanan sıkı ilişkiler. Bugün bir yanda seri üretilmeyen, özelleşmiş ürünlere yönelik güçlü bir arzu varken, diğer yanda enerji tasarrufu ve kaynakların tükenişinin bilincinde olmak son derece aciliyet gerektiren bir konu ve ürünlerle hizmetlerin bunu göz önünde bulundurması lazım.

9



Dünya çok güçlü kadın gördü. Onları güçlü yapan, net, kararlı ve keskin olmalarıydı. Li (Lidewij) Edelkoort da o kadınlardan biri. Geçtiğimiz yıl yayınladığı Anti-Fashion Manifesto moda ve tasarım dünyasında çok ses getiren trend tahmincisi bize geleceği anlattı. Ve bir kez daha doğrulamış olduk; dünya artık siyah-beyaz değil, grinin katmanlarından oluşuyor ve melez yapılar bizi bekliyor.

Röportaj:

Bahar Türkay Fotoğraf:

Thirza Schaap

072

LI EDELKOORT


BAHAR TÜRKAY: Bir

trend tahmincisi tam olarak ne yapar? İçinde bulunduğumuz anı anlamaya ve geleceğe dair parçalar ve ipuçları bulmaya çalışır. Bu aslında neredeyse bilinçsiz olarak yapılan bir şey. Bunun olduğu esnada, aslında gözlem yaptığınızın ve bilgi topladığınızın farkında bile olmazsınız. Bir noktada elinizdeki bütün parçaların ne anlama geldiğine, birleştiklerinde ne olacaklarına ve geleceğe dair ne söyleyeceklerine dair bir önseziyi beslemektir önemli olan. Böyle bakınca, gözlemlemenin, zamanı anlamanın, meraklı olmanın ve bir şekilde zaman içinde ileriye dönük bir sıçrama yapmanın birbirine karıştığı bir süreç bu. Burada en önemli araç içgüdü. İçgüdünüzü, tıpkı bir atletin vücudunu, kaslarını eğittiği gibi eğitmeniz mümkün. Dolayısıyla içgüdülerinizi ne kadar çalıştırırsanız ve onlara ne kadar güvenirseniz, o kadar güçlenirler. BT: Şu anda dünya üzerindeki en kritik mesele ne? LK: Küresel ısınma ve bunun bizim seyahatlerimize olan etkisi. Artık havada daha fazla rüzgar var ve bu bizim uçuşlarımızı gittikçe zorlaştırıyor. Küresel ısınma dünya üzerinde yaşayan herkesi etkiliyor ve artık kaçınılmaz bir hal aldı. Şehirlerdeki hava kirliliği öyle bir noktaya geldi ki, insanlar bebekleriyle birlikte dışarıya çıkamıyorlar. Bazı insanların birlikte üretmeye devam edebilmeleri için şehirleri terk etmeleri gerekiyor. Durum pek iç açıcı değil. BT: Maslow İhtiyaç Piramidi’ndeki hemen hemen her ihtiyaç şekil değiştirdi, beslenme, barınma, seks, güvenlik, özsaygı... Bundan sonrası için tahmininizi sorsak, 10 yıl içinde nasıl bir dünyanın bizi beklediğini tarif edebilir misiniz? LK: Aynı anda birkaç şeyin birden gerçekleşmesine izin veren, melez bir topluma doğru gidiyoruz. Eş zamanlı olarak erkek-kadın hatta cinsiyetsiz olabileceğiz, hem sağlıklı beslenip hem abur cubura doyacağız, hem genç hem yaşlı, hem anne hem baba olabileceğiz... Dünya artık siyah-beyaz değil, grinin katmanlarından oluşuyor. Aynı anda birkaç kişi birden olabileceğimiz ve pek çok fikrin aynı anda işleyebileceği bu özgür yapı, insanoğlunu algılarımızın çok ötesinde güçlendirecek. Zira kapsam artık çok geniş. Dolayısıyla, eskiden kalma geleneksel fikirlerle, çağdaş işletme yapılarının veya tam tersi, barok ve minimalizmin birbirine geçtiğini göreceğiz. Çok özel malzemelerle yapılmış çok basit eşyalar olacak. Ya da yine tam tersi... Artık görüşlerimiz arasında bir seçim yapmak zorunda olmadan, aynı anda birkaçının birden gerçekleşebileceğine şahit olacağız. Hem kent yaşamında hem kır yaşamında aynı anda var olabileceğiz, tıpkı çatı katımızdaki minik ekme biçme alanı ya da kırların içinde fütüristik bir evimiz LI EDELKOORT:

Absurdism, Fetishism in Fashion, 2013

olması gibi... Bugüne kadar karşıt saydığımız pek çok şey bize çekici gelmeye başlayacak. BT: O zaman yeni bir toplum modelinden de söz edebilir miyiz? LK: Tüm bunlar elbette ki yepyeni bir dünya yaratıyor; özgürlükler dünyası... Bu dünyanın içinde bir şeylere sahip olmamız gerekmiyor, varolanları paylaşıyoruz. Biz insanlar yine bireyler olarak varız ama gittikçe daha fazla gruplar halinde ve ailelerimizle yaşamaya başlıyoruz. Dolayısıyla kendi kişiliğimizi gruba bağışlıyoruz. Bu halimizle hem birlikteliklerin içindeyiz, hem tekiz. Tüm bunlar toplumlar olarak bizim daha önce hiç yaşamadığımız yeni gelişmeler. Ben bunları toplumsal kazanım olarak görüyorum. Buna bir tür toplumsal büyüme de denilebilir. Toplum artık nihayet biraz daha akıllı bir hale geldi. Bu, çift kutuplu düşünme sisteminin sona erdiğini ve onun yerine çok zincirli düşünme sistemi geliştiğini gösterir. Bu noktadan da, gelecekte gittikçe kolay dönüşebilen insanlar olacağız. Bu bizi daha göçebe, daha yetenekli ve donanımlı, yaptığımız işte daha katmanlı hale getirecek. İnsanoğlu kesinlikle birden fazla hayat yaşayacak, birden fazla öğrenme, çalışma ve keşfetme şansına sahip olacak. Gelecek bize sınırların içinde yaşayamayacağımızı gösterecek, dolayısıyla şimdiki milliyetçi söylem ve eğilimler 073


tamamen ortadan kalkacak. yıl önce yayınladığınız Anti-Fashion Manifesto’yu geçtiğimiz aylarda Bof ’ın Voices etkinliğinde okudunuz. Bu manifestonun arkasındaki esas düşünce neydi? LK: Anti-Fashion Manifesto birkaç yıl önce yazıldı. Esas olarak moda endüstrisinin neden şu anda iyi bir durumda olmadığını ve farklı birkaç seviyede bazı şeylerin neden artık işlemediğini açıklıyor. Dolayısıyla içinde olduğumuz zamanı, bunun iş yapış şeklimize ve moda kültürünün kendisine nasıl etki ettiğini anlamaya çalışıyor. BT: Endüstrinin, manifestonuzda tarif ettiğiniz bu yeni safhaya verdiği tepkiyi de konuşalım. Gareth Pugh’nun politik iklime tepki olarak sunduğu yeni koleksiyonunun ya da MIT araştırmacılarının moda endüstrisi için geliştirdiği materyallerin, bu yeni safha ile bir ilgisi var mı? LK: Markalarda değişimin gerçekleşmesi zaman alıyor. O nedenle insanların tepkileri de yavaş gelişiyor. Bir anda gezegen ve sürdürülebilirlikle ilgili yeni bir istikamete girildi. Lüks markalar kim olduklarını ve nereye gitmek istediklerini düşünmeye başladılar. Yeni iş kuracak olan gençler için, eskileri takip etmek yerine yepyeni bir yoldan gitmek adına bunlar çok ilham verici bir ortam BT: İki

Sado-Masochism, Fetishism in Fashion, 2013

074

sağlıyor. Aslında bu gelişmeler birbirinden farklı kazançlar sunuyor ama her şeyin tam olarak oturması en azından 20 seneyi bulacaktır. İçinde bulunduğumuz ekonomik sistemin bizleri bu kadar etkilediğine ilk kez şahit oluyoruz ve moda bundan etkilendiğini gösteren ilk endüstri. Ancak bunu başka endüstrilerin de takip edeceğini düşünüyorum. Özünde durum şunu söylüyor; insan hayatına ve esarete mal olan bu büyüme artık daha fazla sürdürülebilir değil. BT: Fetishism in Fashion kitabınız için söylenen şu; “ufukta gördüğümüz moda, daha cesur, daha çılgın ve daha egzotik ve bu durum kitabı deneysellik üzerine kurulu yeni çağı anlamak için anahtar referanslardan biri haline getiriyor.” Her zamankiden daha yüksek topuklar, siyah rengin artan gücü ve tüm bunlar sizce fetişizmle mi ilgili? LK: Tüm bunların fetişizimin ne olduğuyla ilgili olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Kitap yalnızca cinsellikle ile ilgili değil, her türlü fetişizmi keşfetmeye yönelik. Dolayısıyla fetişizmin genelde ne olduğuyla ilgili bir çalışma. Bu anlamda toplumdaki farklı akımları analiz eden, karmaşık ve bütünsel bir iş. Bu işin sergisini yaparken fark ettiğim bir şey de şu oldu ki; insanlar annelerinin göbek bağından koparıldıkları andan itibaren bir tür bağlanma arayışındalar ve bağlanmanın kültürel, duygusal ve cinsel çeşitli formları var. Örneğin dünyada bebeksilik akımına (infantilism) yönelik ciddi bir eğilim var. İnsanlar bebek kalmak, bebekler gibi iletişim kurmak istiyorlar. Bu, dünyada gerçekten görülmeye başlayan bir kültürel eğilim. Bu yüzden etrafta bu kadar çok oyuncak bebek, bu kadar çok pembe renk var. Ve tüm bunlar gittikçe yaygınlaşıyor. Bu akımın kendisini Japonya ve Kore’de daha fazla gösterdiği doğru ama aslında küresel bir durumdan bahsediyorum. Bir de animalizm var. İnsanlar artık hayvan olmaya özeniyorlar. Yani pek çok farklı dışavurum şekli görmek mümkün. BT: Cinsiyet devrimi yalnızca moda endüstrisi için değil, esas olarak sosyo-kültürel araştırmalar için de çok önemli bir konu. Pek çok büyük marka bu duruma cevaben yeni stratejiler geliştirmeye başladı. Sosyokültürel eğilimlerin yarattığı evrimle ilgili analizler yapan birisi olarak, cinsiyet devrimiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? LK: Bu, insanların karşıt cinse dönüştükleri bir tür melezleşmeyle ilgili olabilirdi ancak insanlar gelecekte artık bunu da tercih etmez hale gelecek. Herhangi bir müdahaleye gerek kalmadan aynı anda birden fazla cinsiyete sahip olmak mümkün olacak ve insanlar bu çoklu cinsiyetlilik halinin keyfini çıkaracaklar. Dolayısıyla bunun, hem cinsel hem de başka türlü bir kimlik fikrinin en özgür hali olduğu bir hareketin başlangıcı olduğunu düşünüyorum.


Sado-Masochism, Fetishism in Fashion, 2013

Buradan, yeni kültürler, yeni hikayeler, yeni modalar türeyecek. Geçtiğimiz günlerde, Tokyo’da, Tomorrowland tarafından yapılan bir mağazadaydım. Enteresandı çünkü mağazada outfit ve iş kıyafetleri bölümleri iç içeydi ama kadın ve erkek giyim bölümleri yine de ayrıydı. Yani, erkek ve kadın ne kadar birbirine yakın ve temas halinde olsa da, yine de ayrı ve kendi başlarına oldukları anlar oluyor. BT: Yapay zeka, “Maker” hareketi, tamir kültürü, DIY akımı ve 3 boyutlu yazıcı teknolojisinin, tasarımcıların yaratıcı kişiliklerini olumsuz etkilediğini düşünüyor musunuz, yoksa tüm bunlar tasarımı demokratikleştirdi mi? LK: Bu da yavaş ilerleyen bir diğer eğilim. Biz bu konuyu bundan 10 yıl önce konuşmuştuk ve nihayet o günler geldi, ama yavaş oldu. Halkın tasarım süreçlerine dahil olmaya ihtiyacı olduğunu ve insanların bunu istediklerini düşünüyorum. Her zaman değil elbette. İnsanların sürekli kendi seçimlerini tasarlamayı istediklerini de düşünmüyorum. Bu şuna benziyor; bazen evde pişirmek istersiniz, bazen dışarıda yemek ya da kimi zaman kendinizi kadere teslim edersiniz, kimi zaman da kendi kaderinizi yönetmek istersiniz...

Bu, yaratıcı süreçler için de aynı şekilde işliyor. Ayrıca kumaş satışı kültürü yeniden gelişmeye başladı, ki bu sayede insanlar kendi malzemelerini, kendi giyimlerini yaratıyorlar. Bazı tasarımcılar bu gelişmelerin büyüsüne kapılacak, bazıları da bunları görmezden gelecek diye tahmin ediyorum. Ama sonuçta herkes yaptığı işin en azından tek bir kısmı için bu meseleyle ilgilenmek durumunda kalacak. BT: Elinizde dünyaya geldiğiniz ilk günü baştan aşağıda programlamak gibi bir güç olduğunu hayal edin. İlk günü nasıl baştan yazardınız? Yeni doğmuş bir bebek olarak... LK: Her şeyden önce normal doğum yerine, sezaryen ile dünyayaya gelmek isterdim. Bu çok daha az acılı ve travmatik olurdu. Doğum benim için acılı bir deneyim oldu... Önce ezildim, sonra da o ses ve ışık geldi. Kendimi tamamen umutsuz ve kaybolmuş hissettim. O nedenle şimdi sıcak kumaşlar ve iyi yemek istiyorum. Bir de biraz sessizlik... BT: Cümleyi bizim için tamamlar mısınız? ... en büyük yalan! LK: Selfie en büyük yalan! BT: Bu yazki planınız ne? LK: Her yaz olduğu gibi yine, yüzmek, yemek pişirmek ve yemek, yeni güzel kedim Zulu ile vakit geçirmek için Normandiya’daki evime gideceğim. Leopar görünümlü bir kedim var. Ayrıca Venedik Bienali’ne gitmeyi planlıyorum. Belki birkaç gün de safariye çıkarım.

Infantilism, Fetishism in Fashion, 2013

075


LE İki PALACE fotoğraf arasındaki Fotoğraflar:

Emre Doğru Kreatif Direktör:

Olga Şerbetcioğlu Moda Editörü:

Yağmur Kural Saç:

Yıldırım Bozuyük/ Art+İst Makyaj:

Hakan Kültür/ K.U.M Agency Fotoğraf Asistanları:

Eren Aytaç, Can Büyükkalkan, Okan Gülderen, Ünal Turhan Moda Editörü Asistanı:

Batuhan Çetin Makyaj Asistanı:

Ceren Eröz

076

yedi farkı bulmak yerine, bakmak ve görmek arasındaki farka odaklanınız.


Sol Trençkot:

Balenciaga/ Beymen Ayakkabı:

Fendi Eşarp:

Hermès Sağ Trençkot:

Jil Sander/ Harvey Nichols Ayakkabı:

Miu Miu Eşarp:

Hermès

077


Gรถmlek:

Maison Margiela

078


Bluz:

Miu Miu Alt:

Miu Miu Trençkot:

Jil Sander/ Harvey Nichols Ayakkabı:

Hermès Eşarp:

Hermès

Bluz:

Miu Miu Etek:

Miu Miu Ayakkabı :

Hermès

079


080


081


082


Sol Elbise:

Miu Miu Kemer:

Christian Louboutin SaÄ&#x; Elbise:

Givenchy/ Beymen Ceket:

Givenchy/ Beymen Kemer:

Louis Vuitton

083


Küpe:

Louis Vuitton

084


Elbise:

Burberry Sweatshirt:

Burberry AyakkabÄą:

Louis Vuitton

085


Tümü:

Louis Vuitton

086


087


Elbise:

Giorgio Armani Tayt:

Emporio Armani

088


089


HOUSE OF BROTHERS

Yazı:

Mehmet Sofyalı Fotoğraflar:

Volkan Aydın

Dostluklar, sahip olduğumuz hikayelerin bir bütünüdür. Brothers’ın evi House of Brothers, bu cümleden hareketle kurulmuş. Sadece Brothers üyelerinin kullanabildiği bu evin amacı üyeler arasındaki dostluk bağlarını kuvvetlendirmek. XOXO olarak, özel bir kulüp olan House of Brothers’ı sizler için gezdik ve Brothers yolculuğunun bu önemli durağını yerinde deneyimledik. Şimdi, anlatmaya başlıyoruz.

BU BİR İLANDIR

Öncelikle öğreniyoruz ki House of Brothers’ı, bir Brother’la beraber dostları da ziyaret edebiliyor. Bu ev vasıtasıyla kurulan kardeşlik ağını genişletebildiğiniz aşikar ama hatırlatmakta fayda var; House of Brothers sadece insan ilişkilerine vurgu yapmıyor, gastronomik zevklerin de merkezde olduğu bir bütünü temsil ediyor. Rezervasyonunuzu yaptırdıktan sonra İskoç viskiyle kusursuz bir şekilde eşleşen yemekleri deneyimleyeceksiniz. House of Brothers’ın kurulma nedenlerinden biri de, farklı yemek-içki eşleşmelerini en iyi şekilde sunmak. Bu nedenle iki farklı menü tasarlanmış. Ana yemeklerin bulunduğu menü ve özel tadım menüsü her eşleşmede farklı 090


House of Brothers’ın şefi Deniz Temel’in sunumuyla

bir viski deneyimi vadediyor. House of Brothers, rafine yemek deneyimlerinin yanı sıra Brothers üyelerinin rahat bir ortamda vakit geçirmesini de amaçlıyor. Ev içinde bulunan Play Room’da konsol oyunları oynarken, her şey elinizin altında. Size kalan, karşınızdaki oyunun, atmosferin ve büyük deri koltuğun keyfini çıkarmak. Tabii oynanacak oyunlar kadar, konuşacak konular da düşünülmüş. House of Brothers’ın her geçen gün genişleyen kütüphanesinin bulunduğu Library Room bu amaçla tasarlanmış. Okumalarınızı yapabileceğiniz bu alanı, dostlarla geçecek güzel bir akşam için de rezerve edebiliyorsunuz. House of Brothers’da geçirdiğimiz günün sonunda iki konu çok açık: House of Brothers her türlü detayın düşünüldüğü mimari bir bütünlüğe sahip. Ev, amacına hizmet etmek üzere tasarlanmış. Diğer husus ise, Türkiye’de sayısı oldukça az olan üyelere özel kulüp anlayışını benimsemesi ve bunu yurtdışındaki benzerleriyle yarışacak şekilde yansıtması. Tam da bu nedenle, House of Brothers’ın müdavimi olmak çok kolay. 091


DARE TO BLEND Beymen Blender ile yollarımız bir Prodüksiyon:

an original idea by CO for Beymen Fotoğraflar:

Mustafa Nurdoğdu Moda Editörü:

Yağmur Kural Saç:

Talat Kıvrak Makyaj:

Seray Suveren/ K.U.M Agency Fotoğraf Asistanı:

Orkun Eray Moda Editörü Asistanı:

BU BİR İLANDIR

Batuhan Çetin

092

kez daha kesişiyor. Cüret etmenin ne demek olduğunu göstermeye, beğenileri, paylaşımları bir kenara bırakıp, kıyafetlerin sokağa nüfuz etmesine ve bizim yerimize masaya yumruğu vurmasına izin veriyoruz. Aslında yaptığımız şey, özü itibarıyla oldukça basit. Sizi, kıyafetleri karıştırmaya davet ediyoruz, bize katılmaz mısınız?


Tişört:

Isabel Marant Étoile Ceket:

Alice+Olivia Etek:

Kenzo

093


Tişört:

Kenzo Ceket:

Acne Studios Jean:

Citizens of Humanity Ayakkabı:

Common Projects

Triko:

Altea Ceket:

J.Lindeberg Jean:

Citizens of Humanity

Ceket:

Rag&Bone Çanta:

Tory Burch

094


Sol

Sağ

Bluz:

Büstiyer:

Étoile Isabel Marant

Red Valentino Pantolon:

Current/ Elliott

Étoile Isabel Marant

Kolye:

Sandalet:

Marc Jacobs

See by Chloé

Jean:

Küpe:

Tory Burch

095


Atlet:

Rag&Bone Elbise:

Parosh Jean:

Current/ Elliot

Triko:

Acne Studios Kazak:

Joseph Åžort:

Acne Studios

096


Sol

Sağ

Tişört:

Triko:

Opening Ceremony

McQ Alexander McQueen

Jean:

Current/ Elliot Ceket:

Şort:

McQ Alexander McQueen

Iro Ayakkabı:

McQ Alexander McQueen

097


METİN AKDÜLGER #thumbsup Röportaj:

Olga Şerbetcioğlu Fotoğraflar:

Emre Ünal Moda Editörleri:

Utku Palamutçu, Yağmur Kural Saç:

Tayfun Kaydök Makyaj:

Ece Karagülle/ K.U.M Agency Fotoğraf Asistanı:

Turan Ertekin Moda Editörü Asistanı:

Batuhan Çetin

098


Gömlek:

Balenciaga/ Beymen Fular:

Hermès

099


Gรถmlek:

Saint Laurent/ Beymen

100


Metin, bu aralar kendini nasıl hissediyorsun? Biraz yorgunum. Çok yoğun çalışıyoruz, kafamda işle alakalı bir sürü şey var. Bu yüzden normal halime kıyasla daha durgunum.

1

Biz sana hiçbir şey sormasak, kendini nasıl anlatmaya başlarsın? Hiç bilmiyorum.

2

Kendinle ilgili böbürleneceğin bir özelliğin, ‘çok iyi oyuncuyum, çok iyi pilav yaparım, çok yakışıklıyım’ gibi bir iddian yok mu yani? Çok iyi bir dinleyiciyim. İşimde ve hayatımda oldukça disiplinliyimdir. Bu iki özelliğim kendimle gurur duymamı sağlıyor.

3

Oyunculuk yapıyor olmaktan memnun musun? Tabii ki. İşimi yaptığım her gün ‘iyi ki oyuncuyum’ diyorum ve bunu, işimi çok zor şartlar altında yaptığım zamanlarda dahi diyebiliyorum. Oyunculuğun giderek daha da genişleyen bir skalası var. Artık oyunculuk sadece kamera önüne geçmek demek değil, canlı performanslar, seslendirme, VR teknolojisinin oyunculuğa dahil oluşu gibi unsurlar yaptığımız işi daha da heyecanlı kılıyor. İşin içinde hikaye anlatıcılığı olduğu sürece ben de varım.

4

Oyuncu olarak hikaye anlatıcısı veya kukla olmak arasında ince bir çizgi var, malum ipler yönetmenin elinde. Hikaye anlatıcısı başta senaristtir sonra yönetmene evrilir. Ben o hikayenin bir öğesiyim, anlatıcı anlatabilsin diye varım. Yönetmen seni karşısına alıp anlatmak istediği hikayenin yakıtı olan meseleyi anlatabilirse ve o meseleyi paylaşabilirse, seni hikayeye bağlar. O zaman yaratıcı, istekli ve cevval bir set seni bekliyor demektir. Ya da tam tersi, seni meseleden uzak tutup sadece kendi istediği şeyi almak için gerektiği kadar şey anlatırsa hikayeye değil yönetmene bağlanırsın. İşte o biraz can yakıcı olabilir. İki türlü de çok iyi hikayeler ortaya çıkabilir. Ben ilkini daha çok tercih ederim, ama hikaye güzelse ve yönetmene güvenirsem kukla da olurum.

5

Yani oyunculuk senin için bir geçim kaynağından ziyade bir meslek demek. Çok büyük bir laf olabilir ama oyunculuk hayatımın amacı. Bu uğraşı hayatının merkezine koymazsan, istediğin sonucu elde edemeyebilirsin. Zira ben yeteneğe değil, ilgiye inanırım. İnsan gerçekten ilgi duyduğu bir şeyi hayatının merkezine alır, onunla derinlemesine uğraşır ve haliyle kişinin enerjisi yaptığı şeye yansır.

6

7

Günün birinde bu uğraştan sıkılma ihtimalin var mı? Sanmıyorum.

Bugüne kadar yer aldığın projelerden herhangi bir tanesi senin için kırılma noktası niteliğinde oldu mu? Şu an yer aldığım Muhteşem Yüzyıl projesi kariyerim için önemli bir kırılma noktası. Bunun dışında ilk profesyonel oyunum Kaset ve ilk sinema filmim Bensiz, oyunculuk hayatımdaki ilklerden olduğu için oldukça önemli.

8

101


102


103


Pantolon:

Emporio Armani Saat:

Michael Kors

104


105


106


Sonuçta orada eğitim aldın mı peki? Almadım. Arkadaşım diyebileceğim birkaç oyuncuyla birlikte bir şeyler denedik, onların bilgi dağarcığından faydalandım ama bir eğitim kurumuna gidip de derslere kaydolup gerçek anlamda eğitim almadım.

11

Yakın zaman önce The O.C.’nin final bölümünün 10. yıl dönümüydü ve pek çok yayın, bu dizinin televizyon sektörünü nasıl değiştirdiğinden bahsedip durdu. Günün birinde Medcezir hakkında böyle bir şey konuşulacak mı? The O.C.’nin ABD’de bu kadar etki yaratmasının en büyük sebebi, yayınlandığı döneme göre oldukça sert bir duruş sergiliyor olmasıydı. Dejenerasyonu anlatıyordu, bu yüzden, o dönemde yayınlanan diğer dizilere kıyasla oldukça cesur bir işti. Tabii Medcezir o kadar cesur bir iş değildi ama Türk televizyonunun şartları gereği işe bu taraftan bakarak gördüklerimizi anlatmaya çalıştık. Medcezir’in Türk televizyon tarihinde nasıl bir etki bıraktığını değerlendirebilecek kişi ne yazık ki ben değilim. Ama günün sonunda bu yapımın Türkiye’deki yayıncılık anlayışında bir şeyleri az da olsa değiştirmeyi başardığına inanıyorum. Özellikle Medcezir’den sonra, benzeri gençlik dizilerinin sayısında artış olduğu aşikar.

9

Medcezir’in seçmelerine katılmadan önce oyunculuk eğitimi almak için New York’taydın. Aslında oyunculuk eğitimi almak için değil, oyunculuk eğitimini araştırmak için oradaydım.

10

Neden? Çünkü eğitim kurumları beni yeteri kadar tatmin etmedi. Okullarda teknik anlatılıyor ve aslında bu teknik o kurumun bulunduğu coğrafyaya özgü bir şekilde aktarılıyor, şekilleniyor. ABD’de öğreneceğim teknik İstanbul’a döndüğümde hiçbir işe yaramayabilir. Belki aynı eğitim sürecinden geçip burada harikalar yaratan oyuncular vardır ama bu bende işlemiyor. Tiyatroda ya da sinemada bunun gerçekten işe yaradığından bahsedebiliriz ama özellikle dizi sektöründe çalışıyorsan, öğrendiğin tekniği uygulayacak bir vaktinin olmadığı kesin. Bir kere her şeyden önce, incelikli ve detaylı bir rol kolay kolay karşına çıkmıyor. Diyelim ki öğrendiklerini bu rolü çalışırken katalizör olarak kullandın, ortaya çıkan sonuç üzerinden yönetmenle mutabık olman lazım, bu da oldukça zor bir şey. Oradaki sistemi uygulayacağım diye didinip günün sonunda dayak yiyip oturmak da yüksek ihtimal.

12

Fukuyama’dan yola çıkarak sonu gelmiş bir şey söyler misin? Vicdan. Şu an içerisinde bulunduğumuz dünyaya baktığımda, birincil değerin para endeksli maddiyat olduğunu görüyorum. Bu değişimin en büyük sebebi ve hatta Batı kaynaklı bir değer olarak karşımıza çıkması hayatımıza Platon mantığıyla yön veriyor oluşumuz. Tıpkı eğitim sistemimizde olduğu gibi... Çevremizdeki her şeyin sırrını öğrenmeye çalışıyoruz, bu ağaç neden burada, bu hayvan nasıl ürüyor, Tanrı’nın bilimsel bir açıklaması var mı diye sormaya başlarken her şeyi kategorize etmeye ve maddeleştirmeye başlıyoruz. Hayatımızın geri kalanında da kafamız bu şekilde çalışmaya başlıyor. Bu durumu iyi ya da kötü diye sınıflandıramam ama insanların inanç mefhumunu değiştirdiğini gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Somut bir şeyler görmeden adım atamaz olduk, insanların vicdanı, empati kurma isteği ortadan kalktı.

13

107


108


Trençkot:

Common Leisure CĂźzdan:

Common Leisure

109


14

Tarihin tekerrürden ibaret olduğuna inanıyor musun? Kesinlikle.

Bir örnekle açıklamanı istesek? Çok basit: Fatih Sultan Mehmet gemileri karadan yürüttü diye anlatırız ve bunun eşi benzeri görülmemiş bir fikir olduğunu söyleyip dururuz. Geçenlerde Vikings dizisini izlerken aynı şeyi onların çok daha önceden yaptığını gördüm. Malum, iki tarafın da birbirinden haberi yok ama insanoğlu, doğası gereği çok büyük bir değişikliğe uğramadığı için, 1200’lü yıllarda doğan bir insanla 1400’lü yıllarda doğan bir insan arasında çok bir fark yok. Tekerrür kaçınılmaz. Aynı şey insanın geçmişe olan ilgisini de tetikliyor, belki de bu yüzden Shakespeare hala bu kadar ilginç.

15

Dönem dizileri büyük bir ivme kazandıktan sonra bugün farklı tarih aralıklarını konu alan pek çok yapım mevcut. Bu türün ilk çıktığı zamanki ilgiyi hala gördüğünü düşünüyor musun? Tabii ki görüyor ama artık dönem dizileri ilk çıktıkları zamanki kadar bize farklı görünmüyor. İnsanlar benzeri içerikleri görmeye alıştılar, ama bu ne yapımcıyı ne de ekibi yaptığı işten soğutuyor.

16

Bu alışkanlık hali, bir oyuncu olarak işsiz kalma ihtimaline karşı sende korku uyandırıyor mu? Türkiye’de yaşıyoruz, ne olacağı hiç belli olmuyor. Bu sektörün de sağı solu belli değil. Muhteşem Yüzyıl, yaptığı yatırım ve yurtdışı ayağı sayesinde kolay kolay bitecek bir dizi değil, haliyle öyle bir gerginliğim de yok. Her şeyi geçtim, reytingi çok kafasına takan bir oyuncu da değilim, açıkçası. Reytingi inandırıcı bulmuyorum, yaptığım şeyden keyif alıyorsam ve kendi kendimi tatmin edebiliyorsam problem yok demektir.

17

110

Bir dönem dizisinde oynuyor olmak, senaryoyu okuduktan sonra bir nevi ev ödevi olarak, seni araştırma yapmaya itiyor mu? Kesinlikle. Bazen bir bölümde bir Hatt-ı Humayun’dan bahsediliyor ve ben eve gittiğimde bu belgenin neye dair olduğunu öğrenmek için, araştırma yapma ihtiyacı hissediyorum. Tabii tarih benim ilgi alanlarımdan biri olduğu için de bunu yapıyorum.

18

Günün birinde kamera arkasına geçmek gibi bir düşüncen var mı? Ben aslında işe tiyatro oyunu yazarlığıyla başladım. Yazarlık her zaman ilgimi çekmiştir. Ama setteyken oyunculuk dışında ne yaparım diye düşündüğümde, reji’de çalışacak sabrımın ve yönetmenlik yapacak gücümün olmadığını fark ediyorum. Belki sanat ekibinde asistanlık yapabilirim.

19

Oyunculuktan sanat ekibi asistanlığına geçiş çok farklı olmadı mı? Ama çok eğlenceli bir iş, olsa yaparım.

20


Tiล รถrt:

Gosha Rubchinskiy/ Shopi go

111


112


113


Gรถmlek:

Saint Laurent/ Beymen Pantolon:

Hamaki-Ho/ Vakkorama Saat:

IWC Da Vinci Automatic (IW356601)

114


Tişört:

Levi’s Tayt:

Emporio Armani Şort:

Emporio Armani Ayakkabı:

Raf Simons/ Shopi go Saat:

IWC Pilot’s Watch Mark XVIII Top Gun Miramar (IW324702)

115


Ceket:

Balmain/ Beymen

116


117


MUDO FRIENDS

EDHEM DİRVANA

Prodüksiyon:

an original idea by CO for Mudo Hazırlayanlar:

Tuğçe Bahçıvangil, Yağız Pekkaya Fotoğraflar:

BU BİR İLANDIR

Gökhan Polat

118

Bir motton var mı? “İyi yaşa.” Sadece keyif odaklı yaşamak değil, aynı zamanda faydalı bir hayat sürdürmekten bahsediyorum. Hayatta en çok takdir ettiğin kişi kim? Babam, Prof. Dr. Süleyman Dirvana. Yaptığı her işin ve attığı her adımın arkasında gururla dimdik durabildiği bir hayat yaşadı. Hem cerrahide dünya çapında ün kazandı ve ülkemizde birçok kıymetli doktoru yetiştirdi, hem de hobisi olan denizcilikte yön verici bir insan olabildi. Tabii bunlardan da önemlisi, annem gibi bir kadını bulana dek evlenmeyip, sonunda onu bulduğu için kendisini çok takdir ediyorum. Şu ana kadar başarı olarak seni en çok tatmin eden şey neydi? Dünyanın en zorlu yelken yarışlarından biri sayılan Extreme Yelken Serisi’nde ülkemizi temsil eden ilk takımı kurabilmek ve bayrağımızı dünyanın dört bir yanında gururla dalgalandırabilmek. Mudo erkeğini anlatacak bir film karakteri seçmeni istesek bu kim olurdu? Mudo, hep denizle ilgili desenleri, giyimleri, dekoru ve tarzıyla benim için çok özel bir yerdedir. Film karakteri denince, aklıma Talented Mr. Ripley filmindeki Jude Law’un oynadığı karakter geliyor .


MUDO FRIENDS

BORA UZER

Sabahları nasıl uyanırsın? Mutluluktan uçarak uyandığımı söyleyemem. Kendime gelmem aşağı yukarı bir saatimi alıyor ama kendime geldikten sonra da hemen hiperaktif ve çalışkan halime dönüyorum sanırım. Bir de kalkar kalkmaz hemen kahvaltı etmeyi pek sevemedim. Hayatını paydalara ayırsan bu dağılım nasıl olur? Bu paydaları anlar belirliyor. Müzik, ailem, insanlar üçgeni içerisinde bir yerlerde sürekli seyir hali var. Hayata karşı tutkulu hissettiğin anlarda gücünü nereden alıyorsun? Kendimle olan yarışımdan. Hep tanışmak istediğin bir idolün var mı, onunla tanışsaydın ondan neler öğrenebilirdin? Quincy Jones. Neler öğrenmezdim ki... Hayata dair kesesi bu kadar dolu bir insanla geçirilecek her dakika altın değerindedir benim için. Onun anlatacağı herhangi bir şeyi dinlemeye ve öğrenmeye hazır olurdum herhalde. İnsanların seni tanımlamak için en çok kullandıkları sözcük ne? Sürekli duyduğum, “hiperaktif ” ve “hızlı” sözcükleri olsa gerek. Hızıma ben de yetişemiyorum bazen ama kendimi tutacak da değilim. Etraftakiler ne yapsın. Mudo erkeğini anlatacak şarkı ne olurdu? TKO, Justin Timberlake. 119


MUDO FRIENDS

YAĞMUR ENGİN

Hayatının nasıl bir dönemindesin? Sürekli olarak öğrendiğim ve büyüdüğüm bir dönem diyebilirim. Mesleğin dışarıdan keyifli duruyor. Senin tarafında durum nasıl? Her mesleğin yorucu tarafları var tabii, ama dışarıdan göründüğünden daha fazla keyif aldığımı söyleyebilirim. Ben her zaman insanlarla iç içe olacağım bir meslek tasavvur etmiştim; tam da onu yapıyorum. Bu aralar en sık kullandığın kelime ne? Muazzam. Kendinle alakalı sevdiğin ama bazen dezavantaja dönüşen bir özelliğin var mı? İnsanları dinlemeyi ve zamanın akıp gittiği derin sohbetleri pek seviyorum. Sohbet koyulaşınca, haliyle zamanın nasıl geçtiğini de anlamıyorsunuz ve yapmam gereken bir sürü işi ertelemiş oluyorum. Son zamanlarda hem heyecanlı hem de stresli hissettiğin bir an oldu mu? Neredeyse her günüm bu iki duygunun arasında gel git ile geçiyor. Hayatın kendisi böyle anlarla örülü çünkü; işlerimiz, çevreyle ilişkimiz... Şimdilik stresi, mutlu veya öğretici bir sürecin bir evresi olarak görmeye çalışıp, baskısını üzerimden atmaya çalışıyorum. Mudo kadınını tarif edebilir misin? Sadelikten hoşlanan , net ve rahat bir kadın. 120


MUDO FRIENDS

TATTOOM GALLERY

Yakın gelecek için planlarınız neler? YELIZ ÖZCAN: Kendimi ve mesleğimi geliştirebilmek için Avrupa ülkelerini gezmek istiyorum. JEFREE NADERALI: Birkaç yurtdışı seyahati planlıyorum. Konuk sanatçı olarak yurtdışında iyi sanatçılarla ve stüdyolarla çalışmalıyım. Dövmeci olmaya karar vermemiş olsaydınız hayat sizi ne tür bir mesleğe doğru sürüklüyor olurdu? YÖ: Yaklaşık 9-10 yıl boyunca break dansla uğraştım ama çocukluğumdan beri resim konusunda da çok yetenekliydim. Muhtemelen bunlarla ilgili bir şeyler yapıyor olurdum. JN: Lisans alanım olan seramikle uğraşırdım herhalde, atölye açar, butik işler üretirdim. Ne zaman yalan söylersiniz? YÖ:Yalan söylemeyi sevmem ama zor durumlarda insanları kırmamak için söylenebilir. JN: Söyleyeceğim doğrunun karşımdaki insanı kıracağını biliyorsam yalan söylerim. Başka bir ülkede yaşayacak olsaydınız? YÖ: New York’ta yaşamak isterdim. Çünkü istediğim özgürlüğe orada sahip olabilirim. JN: İspanya olabilir. Orada kendimi yabancı hissetmezdim. Mudo erkeğini ve kadınını herhangi bir ikiliyle tanımlayacak olsanız bu kimler olurdu? YÖ&JN: Baz Luhrmann’ın Romeo+Juliet’i uygun ikili olabilir. 121


SOME WOMEN OF KIDS

MELODİ İNALTONG TALVİ

Hazırlayan:

Ayşecan İpek Fotoğraflar:

Gökhan Polat

Saç aksesuarı senin de çocuklarla paylaştığın bir tutku mu? Aslında evet, günlük hayatıma dahil ettiğim bir ayrıntı. Şapka, ayakkabı bağcığı, dantel parçası, bandana, fular, çiçek... Ne bulsam takarım. Genelde etrafımdakilerden de iyi tepkiler alıyorum. Bir şekilde az olan çoktur felsefeme de uyuyor. OliOli’de Liberty kumaşlar kullanıyorum, hayvanlar serisi ve renkli ponponlar favorilerim.

2

OliOli’yi ne zaman ve nasıl hayata geçirmeye karar verdin? Saç aksesuarı tasarlamak esasında uzun zamandan beri aklımda olan bir şeydi. Çoğu annenin başına geldiği gibi ben de kızım Olivia için istediğim gibi tokalar, aksesuarlar bulamadığımı görünce bir yerden başlamak lazım dedim ve hayalime bebeklerin dünyasından adım atmaya karar verdim.

1

122

3

Çocuk olmakla ilgili en çok neyi özlüyorsun? Duruluğu ve kaygısızlığı.

Kızını yetiştirirken kendine durmadan hatırlattığın ne var? Onun bir parçam olduğu gerçeği. Tabii bir de endişelerden sıyrılıp içinde olduğum anın tadını çıkarmaya çalışmak...

4

Uzun yıllar süren buyer’lık kariyerin modayla olan ilişkini nasıl şekillendirdi? Buyer’lık her şeyimi şekillendirdi, benliğime işledi. Satın almak kadar almamayı tercih etmek de önemli bir duruş. Moda da hayatımın her anında, tüm detaylarında var olmaya devam ediyor. Ona olan hislerim zaman zaman nefret dolu ama çoğunlukla aşktan ibaret.

5



SOME WOMEN OF KIDS

PAPERWORK İSTANBUL

Zeynep, Verda, Ebru Mursaloğlu

Paperwork İstanbul’da üç kuzen işbirliği yapıyorsunuz. Nasıl bir paylaşım içindesiniz? VERDA MURSALOĞLU: Zeynep çizimleri yapıyor. Ebru’yla ben de ürünlerimizin satış noktalarında yer alması, müşterilerden gelen taleplerin karşılanması gibi sorumlulukları paylaşıyoruz.

1

İllüstrasyonlarda yer alan karakterler nasıl ortaya çıkıyor? ZEYNEP MURSALOĞLU: Oğlum Derin’le her gün çizim yapıyoruz. Çizerken hikaye uydurmak onun çok keyif aldığı bir şey, aslında tüm karakterler ona anlattığım hikayelerle oluştu. Ormanı koruyan beyefendi ayıcık, çiçeklerin kokularıyla uykuya dalan tavşan ailesi gibi. Derin bir karakterden sıkılıp yeni bir hikaye istediğinde birlikte temiz bir sayfa açıyoruz.

2

124

Çocukluğunuzdan kalma hangi masalın ya da çizgi filmin başka bir sona sahip olmasını isterdiniz? VM&ZM: Kendi çocukluğumuzdan kalma klasik hikayeleri ikimiz de çocuklarımıza anlatmıyoruz. Çoğu masalda kadın karakterin ilk görüşte aşık olması, yakışıklı prens tarafından kurtarılması, kahramanların birbirini tanımadan sonsuza kadar mutlu olmaya inanması pek de doğru ve gerçekçi mesajlar vermiyor diye düşünüyoruz.

3

Çocuk tarafınızı beslemek, onu mutlu etmek için neler yaparsınız? EBRU MURSALOĞLU: Çocukların en özel becerisi ana odaklanabilmek. Haftada iki kez sokak köpeklerini beslemek için Belgrad Ormanı tarafına gidiyorum. At biniyorum, o da özel bir oyun arkadaşıyla anı ve geri kalan her şeyi paylaşmak bence. Bir de ara ara en sevdiğim çizgi film olan Beauty & The Beast’i izliyorum.

4

Çizmesi en zor hayvan hangisi? ZM: Hikayesi olmayan, sadece tatlı bir köpek ya da tavşan çizmek sıkıcılığından dolayı zor olabilir. Hikaye, çizimi güçlendiriyor ve benim işimi de kolaylaştırıyor.

5



SOME WOMEN OF KIDS

ÇİĞDEM KAPLANGI

Bir çocuk kitabı yazarının dikkat etmesi gereken en mühim nokta nedir? Çocuk kitabı yazarı sağ omzunda kendi çocukluğunu taşımalı. Masalları, hayal kurmayı, bulmaca çözmeyi, labirentlere girmeyi seven bir yazar, çocuk kitabı da yazabilir. Mesaj, biz büyüklerin en büyük takıntısı. Çocuklar büyük sesiyle konuşan kitapları daha ilk satırından fark ediyor.

1

Şu sıralar ne üzerinde çalışıyorsun? Bergama’da geçen heyecanlı bir öykü üzerinde çalışıyorum. Bu kitap için tez yazacakmış gibi araştırma yaptım. Kazı Evi’ne gittim, arkeoloji makaleleri okudum, Akropol’ün haritasını neredeyse gözüm kapalı çizebilirim. Çok keyifli bir iş oluyor.

2

126

Favori çocuk kitapların hangileri? Leo Lionni’den Frederick, B. J. Novak’tan Bu Kitapta Hiç Resim Yok, Richard Byrne’dan Bu Kitap Benim Köpeğimi Yedi, Patrick McDonnell’dan A Perfectly Messed-Up Story, J. K. Rowling’den Harry Potter serisi (tabii ki).

3

Nasıl bir yazma disiplinin var? Yazmaya oturmuşsam hemen hemen hiçbir şey dikkatimi dağıtamıyor. Öyküye dalıp gidiyorum. Araştırma yapmam gerekiyorsa kaynak kitap karıştırıyorum ve/veya internette aradığım bilgiyi buluyor, okuyor ve çıkıyorum. Sanal dünyada hiç kaybolmadığımı fark ettim. Bazen evimde, bazen ofisimde, çoğunlukla bir kafede çalışıyorum. En verimli olduğum saatler 13:00-17:00 arası.

4

Bugüne kadar yazılmış en ünlü çocuk hikayelerinin ardında yetişkinlerin dünyasından büyük trajediler, kayıplar ya da üzüntüler gizli. Bu konuda neler düşünüyorsun? Charles Perrault ve Grimm Kardeşler gibi öykü anlatıcıları gerçek olaylardan ilham almışlar, cinayetler, sömürüler, linç... Sonra o trajedileri alıp törpülemiş, içine fantastik öğeler katmış, okunabilir hale getirmiş ve sonlarını da istedikleri gibi değiştirmişler. İyi kazanır, kötü kaybeder; kendi yanlışını gören karakter yaşantısını değiştirir, mutlu olur. Yaşamın çok daha zorlu olduğu dönemlerin öyküleridir bunlar. Okuyucu/dinleyici yaşantısında görmediği umutla bu öyküler sayesinde tanışır.

5


80

Jüri Jury Ali Raif Dinçkök Elif Bayoğlu Murat Alat Övül Durmuşoğlu Sarkis

Önceki 4 yılın sanat eseri ebatları (cm) | Artwork dimensions for the last 4 years (cm)

26–30 Nisan April 2017 KüçükÇiftlik Park mamutartproject.com

250

Mamut Art Project 2017 sponsored by

sponsorluğunda


SOME WOMEN OF KIDS

BURCU URAL KOPAN

Çocukluğundan kalma bir hayali bizimle paylaşır mısın? Postacı olmayı çok isterdim. O zaman bizim postacı bana “kadınlar olamaz ki” dediğinde çok bozulmuştum. Bugün kadın postacıları gördükçe, gülerek onun kulaklarını çınlatıyorum.

1

Çocuk yayıncılığına nasıl girdin? Babam sayesinde çocukluğumdan beri bu işin içindeyim. Dokuz yaşındayken mahalledeki arkadaşımla, babamın yaptığı dergileri taklit ederek “Tiki tiki” adlı bir çocuk dergisi çıkarmıştık. Yalnızca beş kopya hazırlamıştık.

2

128

Bize her yaştan insanın okuması gerektiğini düşündüğün üç kitap tavsiye eder misin? Küçük İnsanlardan Büyük Sorular Hayli Mühim İnsanlardan Basit Cevaplar (Domingo), Çocuk (İletişim), Asi Kızlara Uykudan Önce Hikayeleri (Hep Kitap).

3

Senin başucunda hangi kitaplar duruyor? Şu anda başucumda Cambaz ve Silgi duruyor. Yekta ile iki kedimiz var. Oturmak için kitapları yere atıyorlar. Ben de onlara yer açıp, kitapları başka bir köşeye koydum. Son okuduklarım: Seray Şahiner, Kul; Zweig, Korku.

4

Kelimelerin ve kitapların içinde sadece bir yayıncı ve sıkı bir okuyucu olarak kalmak zor olmadı mı? Hayır tam tersi. Kitapları okura ulaşmadan önce görmek harika bir şey. Ben işin mutfağındayım. Bütün malzemeleri bir araya getirip sonra da yorumları zevkle izliyorum. Basmak istediğim şeyi seçiyorum, çizer buluyorum, tasarımcıyla çalışıp yazı karakteri seçiyorum. Yani kitabı hazır hale getiriyorum ve okura ulaştırıp, kitabevinde de tepkileri görüyorum.

5


SOME WOMEN OF KIDS

EVİN ÖCAL

Petitmag’i yaratırken hedefin neydi? Petitmag’in hiçbir ekole veya ebeveynlik tarzına bağlı kalmadan, her annenin kendinden bir parça bulabileceği bir platform olması. Çünkü annelikte spesifik bir yöntemin doğruluğuna değil, her annenin iç sesine kulak vererek kendi hikayesini yaratmasının doğru olduğuna inanıyorum. Annelik kişisel bir serüven, Petitmag de kişisel hikayelere yer vermeyi amaçlıyor.

1

Bebeklerin ve çocukların sosyal medyadaki varlığı sıklıkla tartışılıyor. Sen bu konuda neler düşünüyorsun? Eğer belli paylaşımlar eleştiriliyorsa, toplumsal yanlışlara dair bilinçlenmek faydalı olabilir. Ancak ‘hiçbir çocuğun fotoğrafı paylaşılmamalı’ veya ‘sadece şu çerçevelerde paylaşılmalı’ gibi genel kurallar olduğuna inanmıyorum. Ben sosyal medyada bu tarz paylaşımların da, bu tarz paylaşımlara yapılan eleştirilerin de haddini aştığını düşünüyorum. Türkiye’de süzgeçten geçmesi gereken bir bilgi kirliliği oluştuğunu kabul etmek gerekiyor sanırım. Daha kaliteli ve özgün paylaşımlara ihtiyaç var.

3

Bir anneye yalnızca iki tavsiye verme hakkın olsa bunları ne söyleyerek kullanırdın? Öncelikle, tamamen karakterlerine ve mevcut yaşam tarzlarına göre annelikte kendi yollarını bulmalarını... Hiç olamayacağınız veya yapamayacağınız şeyleri sadece başkaları ‘doğru olan bu’ dediği için yapmaya çalıştıkça daha çok bocalıyorsunuz. İkincisi ise, her ne kadar imkansız gibi gözükse de, mükemmel anne olma hayaline kapılıp suçluluk ve vicdan azabına yenik düşmemeleri olurdu. Şu kritik gerçeğe inanmak gerekiyor: Hayatın her alanında olduğu gibi annelikte de hata yapmak çok doğal.

2

129


Netflix’in 31 Mart’ta izleyiciyle buluşan yeni dizisi 13 Reasons Why, gençlik dizilerini polisiyeyle birleştiren formülüyle ilgi çekeceğe benziyor. Başrollerinde geçtiğimiz yıl Don’t Breathe’le büyük çıkış yapan Dylan Minnette’in ve yeni keşif Katherine Langford’un yer aldığı dizinin yaratıcısıysa Brian Yorkey.

Yazı:

Murat Emir Eren Fotoğraflar:

BU BİR İLANDIR

Netflix arşivinden

130

13 REASONS WHY


“Eskiden her şey daha güzeldi...” 13 Reasons Why’ın kahramanlarından lise öğrencisi Clay’in elinde tuttuğu walkman’e bakıp iç geçirmek suretiyle sarfettiği bu sözler, dizinin temel çıkış noktalarından biri gibi görünüyor. Bir zamanlar gençlik dizileri, gençlik filmleri ve bunların klişe kahramanları vardı. Amerikan gençlik yapımlarının dramatik yapısında taşlaşmış halde yer eden karakterlerdi bunlar. Okulun kabak çiçeği gibi açılıveren kızıyla, bu kıza ezelden beri aşık ama ebedi bir kaybeden olduğu için bir türlü ona açılamayan, esas olmasa da esaslı oğlanıyla ve/veya yakışıklı ama kafasız kötü çocuğuyla olsun, gençlik filmleri/dizileri bir dönem fırtınalar estirirdi. Bu hikayelerin belli bir yaş üzerindeki izleyici kitlesi için şimdilerde nostaljik hisler yarattığı kesin. Tıpkı bir walkman gibi, tıpkı bir müzik seti yahut kaset görünce yaşadığımız ‘bir zamanlar bunlara tutunurduk’ hissi gibi, bu filmler ve bu diziler de, naif karakterlerini alıp tarihin sayfalarındaki yerlerine doğru hafif hafif yol aldılar. 13 Reasons Why, işte biraz bu nostalji duygusunun peşinden giderken, buna kendine has dokunuşunu yapan, bir yanıyla da polisiye bir hikaye anlatan, eski usüle duyduğu özlemi bir anlatım biçimine dönüştürmüş modern bir dizi. Dizi, hikayesini ergen kıyafetleriyle okula gelmiş öğrencilerin doldurduğu bir lisenin koridorlarında açıyor. O pek özenilen okul dolaplarından birini görüyoruz. Dolabın üzerinde genç bir kızın fotoğrafı ve etrafında da çeşitli süslemeler... Hannah’nın fotoğrafı bu. Peşi sıra gördüğümüz resimse ona hüzünlü gözlerle bakan Clay. Anlıyoruz ki Hannah, hayatını kaybetmiş ve dolabı bir anma köşesine dönüştürülmüş. Dizi, klasik bir gençlik dizisi gibi, hatta bildiğimiz 90’lar estetiğiyle açılıyor önce, ta ki iki kız öğrenci gelip de Hannah’nın dolabının önünde Instagram’a koymak üzere fotoğraf çekilene kadar. İşte o noktada her şeyin görüntüden ibaret olduğu günümüzde yaşadığımızı anlıyoruz ve tıpkı Clay gibi, bizim de yaşadığımız

nostaljik illüzyon dağılıyor. Devamında yine anlıyoruz ki Hannah intihar etmiş. Peki neden? Hannah kendisini neden öldürmüş olabilir? Dizi boyunca intiharın sebebini hem flashback’lerle hem de bizzat Hannah’nın sesinden gıdım gıdım öğreniyoruz. Zira Clay, bir gün okuldan eve döndüğünde kendisine bırakılmış bir kutu buluyor. Bu kutunun içinden de Hannah’nın doldurduğu bir kaset çıkıyor. Bu kasette Hannah, Clay’e hem onu intihara sürükleyen hikayesini anlatıyor hem de onu daha fazlasını keşfetmesini sağlayacak haritalara doğru yönlendiriyor. Kasetler, haritalar... Her şey eski usül, her anında bir nostalji... Hayatını kaybetmiş bir lise öğrencisinin sesini dinliyor olmak zaten başlı başına hüzünlü br nostalji vesilesi. Ancak ortada bir gizem de var. Hannah neden kendisini öldürdü? Bu yola nasıl girdi? 13 Reasons Why, temelde bizleri bu sorunun cevabının gömülü olduğu bir yapbozun içine itiyor. Daha ilk bölümden de olağan şüphelileri ortaya atıp, yapbozun belli parçalarını izleyiciye gösteriyor. Ancak hikaye ters köşelere çok açık, yeni karakterlerin dizinin 13 bölümlük ilk sezonu boyunca hikayenin belli virajlarında izleyici karşısına çıkacağı bariz. Örneğin Hannah’nın aşık olduğu ve elde etmek için son derece naif bir şekilde çaba sarfettiği Justin’in hikayesinin de çetrefilli bir yanı var. Aynı zamanda Clay’in en yakın arkadaşı Tony’nin de Hannah’nın yolculuğunda önemli bir durak olduğunu yahut birtakım sırları taşıdığını tahmin etmek zor değil. Bununla beraber, dizinin hemen her anında belirli bir merak hissini ve aynı zamanda eski olanın naifliğini elden bırakmadığını, bu nedenle sert çıkışlardan, çok şiddetli anlardan, hikayeyi çamura, kire bulamaktan uzak durduğunu da belirtmek gerek. Karşımızdaki bu yeni ve pırıl pırıl iş, farklı bir polisiye ve farklı bir gençlik dizisi olarak ilgiyi hak ediyor. 131


TRUE STORY-CEPTION Herkesin günün birinde sahip Fotoğraflar:

Mustafa Çetin Moda Editörü:

Tuğçe Bahçıvangil Saç:

Cemal Budak/ Makas Model:

Dani/Option İstanbul

132

olacağı 15 dakikalık şöhret, bu sefer bizim kontrolümüz altında, zira birazdan göreceğiniz posterler hala ilk günkü gibi, yapıştırıldıkları duvarları süslüyor olabilirler.


Yelek:

Vakko Pardesü:

Alexander McQueen/ Brandroom Pantolon:

Massimo Dutti Atkı:

Silk& Cashmere

133


Triko:

Alexander McQueen/ Harvey Nichols Takım:

Cos Gözlük:

Ray-Ban Kolye:

Gazzas Kemer:

Beymen Club

134


135


Triko:

Boss Takım:

Etro/Beymen Çorap:

Editöre ait Sandalet:

Cos Çanta:

Boss

136


Sweatshirt:

Kenzo/Harvey Nichols Ceket:

Outkastpeople Pantolon:

Giray Sepin Eldiven:

Que

137


Triko:

Boss Sweatshirt:

Balenciaga/ Brandroom Pardesü:

NetWork Pantolon:

Academia/ Beymen Kolye:

Gazzas Gözlük:

Ray-Ban Pantolon askısı:

Tino Cosma/ Beymen

138


Mont:

Boss Pantolon:

Boss

139


James Marsden’i IWC’nin davetlisi olarak geldiği, (dünyanın en lüks saatlerinin tanıtıldığı) SIHH’de yakaladık ve Westworld’de oynadığı Teddy rolünden robot teknolojisine, yapay zekanın dünyayı ele geçireceği günlerden üç çocuğuyla Nickelodeon izlediği akşamlara dek farklı zamanlardaki hallerini konuştuk.

Röportaj:

Oktay Tutuş Fotoğraf:

IWC Schaffhausen/ Daniele Barraco

140

JAMES MARSDEN


Yeterince tanındığınızı düşünüyor musunuz? Bana sorarsan yeterli. Hala sokakta yürüyebiliyorum, belki çoğu oyuncu bunu yapamıyordur. Derken biri gelip bir fotoğraf çekilebilir miyiz diyor... Evet, bunu belki son zamanlarda daha fazla yaşıyorum. Ve daha az dışarı çıkıyorum. Güzel bir noktadayım... Çok uzun zamandır oyunculuk yapıyorum ve oldukça önemli projelerde yer aldım. Ama aynı zamanda paparazzilerle otomobil kovalamacası da yaşadım. Evet, insanlar kulüpte yanıma gelip Westworld veya X-Men’deki adam olup olmadığımı da soruyor. Eğer kastettiğin buysa...

1

Westworld ile daha çok popüler olmuş olmak sizi rahatsız ediyor mu? Hayır. Büyük bir TV programı ya da filmde yer aldığınızda teşhir olmanız kaçınılmaz. Ben kendi özel hayatıma ve çocuklarıma daha çok özen gösteriyorum. Ama bunun dışında şu anda çok önemli olan sosyal medyadaki varlığınız da var. Bunların hiçbirini düşünmemeye çalışıyorum. İşimi iyi yapıyor ve bunun iyi olup olmadığı kararını insanlara bırakıyorum.

2

Eğer Westworld’ün gerçek olduğu bir zamanda yaşıyor olsaydık, bu tarz bir eğlence için katılımcı olur muydunuz? Her zaman şunu söylüyorum; Westworld gibi karanlık ve sadistçe bir fantezi dünyasına gitmek için arzu beslemiyorum. Ben arkadaşlarım ve ailemden birkaç kişiyle gidip onların nasıl davranacağını görmek isterdim. Gerçek yüzlerini görünce de ‘bu yönünü biliyordum’ demek... Bu bir yana, gerçekten böyle bir yere gidip insanları vurmak, geceyi bir hayat kadınıyla geçirmek gibi şeyler benim yapacağım şeyler değil. Ben daha çok insanlıkla alakalı gösterebilecekleriyle ilgilenirdim. Tesadüflerin ve yazılı hiçbir kuralın olmadığı ve her şeyin her an olabileceği bir yerde insanların çirkin taraflarının ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. İnsanlar da genellikle sahip olmadıkları özelliklerdeki karakterleri seçiyorlar.

3

Westworld’den ilhamla, günlük hayatınızda ölümü ne kadar düşünüyorsunuz? Hiç düşünmemeye çalışıyorum. Biliyorum, ölüm engellenebilir bir şey değil ve bizler de faniyiz. Hayatınızı nasıl yaşayacağınızı düşünürken ölüm aklınıza getirmek istediğiniz bir şey değildir. Benim üç çocuğum, zamana odaklanmamı sağlayan şey. Çünkü yaşlandıkça zamanın ne kadar değerli olduğunu anlıyorsunuz. Otomobiller, saatler hepsi bir yana, zaman en önemli şey. Ve onu nasıl yaşadığınız... Saatlere ve otomobillere tutkuyla bağlı olmama ve onlarla zaman geçirmekten hoşlanmama rağmen benim için en önemli şey zamanımı nasıl harcadığım.

4

Çok değerli bir gününüzü nasıl geçiriyorsunuz? Çalışarak... Eğer çalışmıyorsam çocuklarımla vakit geçiriyorum. Hem çok küçükler hem de çoğu şeyi anlayabilecek kadar büyüdüler. O sebeple çalışmıyorsam muhakkak onlarla zaman geçiriyorum. Arkadaşlarımla zaman geçirmeye pek fırsat olmuyor. Çok dışarı çıkamıyorum. Bu yıl doğru düzgün film izleyemedim. Çocuklar uyuduğunda ise kendime biraz zaman ayırabiliyorum ve o zaman da bilgisayar başında saat araştırmaları yapıyorum. Nasıl çalıştıklarını ve yapıldıklarını öğrenmek benim için gerçekten bir takıntıya dönüştü. Eskiden otomatik veya elle kurmalı diye ayırt edemezdim. Daimi takvimli saat veya saliseli kronograf nedir, şimdi bana sorun.

5

Saat koleksiyonu yapıyor musunuz? Evet, yapıyorum. Çok güzel bir IWC koleksiyonum var.

6

141


Özelikle araştırıyorum dediğiniz şey ne peki? Dün akşam Christian (Knoop) ile konuşuyordum ve ileride nasıl modeller görmek istediğime dair fikirlerimi beyan ettiğimde bana dönüp ‘ne alaka’ der gibi baktı ve “Az önce sen IWC 89630 mekanizması mı dedin? Bunu nasıl biliyorsun?” diye sordu. Ben de bu Da Vinci modelini sevdiğimi söyledim. Emekle üretilmiş ve güzel olan şeylere karşı zaafım var. Artistik güzellikle yaratılmış harika saatleri için de IWC çok özel. Özellikle de arkasını çevirdiğinizde gördüğünüz, herhangi bir güç kaynağı olmadan (otomatik mekanizmalı saatler gücünü giyen kişinin bilek hareketinden alır) mekanizmanın ahenkle hareket etmesi. Hiçbir şeye ihtiyaç duymadan sürekli çalışan bir güzellik...

7

Mekanik güzellikler harika evet, ancak teknolojik güzelliklerle de etrafımız çevrili. Özellikle de son zamanlarda... Westworld de teknolojinin ve onun nimetlerinin oldukça ilerlemiş olduğu bir zamanda geçiyor. Sizce dizideki hangi teknoloji en etkileyici olanı? Sanırım sentient teknolojisi. Et ve kandan oluşmuyor ve bir noktada insana dönüşüyorlar. Aslında onlar birer bilgisayar çipi. Bence bu yapay zeka teknolojisi biraz ürkütücü.

Westworld, 2016

8

Sizi korkutan, bu şeyin bilinçli olması mı? Aslında onu yaratabilme gücü. Bu gelecek için ne demek, bir düşünün. Son zamanlarda teknolojiye çok fazla bel bağlamış durumdayız. Bilmiyorum ama bu kötü bir yerlere gidebilir. Endişe ettiğim her şeyin otomatik hale getirildiği bir dünya... Her şeyi sizin yerinize yapan bir şeylerin olması... Bilgisayarların veya robotların, adına her ne derseniz deyin, gittikçe bilinçlenmesi ve güçlenmesiyle insanların eski moda kalması...

9

Bu biraz uzak bir distopik senaryo... Evet öyle. Bilim kurgunun da en popüler temalarından birisi. Henüz o kadar da korkmuyorum aslında.

10

142

Ailesi hep ne zaman bir western filminde oynayacağını soran birisi olarak sizin en sevdiğiniz western veya kovboy hangisi? Birçok film var. Unforgotten harika bir film. John Wayne filmlerine bayılırım. Once Upon a Time in the West... Henry Fonda favorilerimden ve de Gary Cooper...

11

Aktörlükten sıkılsaydınız ne yapardınız? Bu benim tercihim ve bundan sıkılacağımı sanmıyorum. Eğer bir gün yeteneğimi veya yaratıcı yanımı yitirirsem ve sanatçı olmak istemezsem... Bunun olabileceğini sanmıyorum, fakat bana aktörlükten başka bir şey yapmayı seçmemi söylerseniz sanırım bu müzik olurdu. Ama onda da yine kendimi ifade eder, artistik bir beceri gösterirdim. Şarkı söylerdim, gitar çalardım.

12


LESS IS MORE 25 yıldır tasarımda “az”ın gücüne inanıyor, ev & ofis için mobilya ve aydınlatmanın modern klasiklerini showroomlarımızda sizler ile buluşturuyoruz.

Ortaköy Dereboyu Cad. No: 78 34347 İstanbul T. +90 212 327 05 95 - F. +90 212 327 05 97 Apa-Giz Plaza Büyükdere Cad. No: 191 K.-1 Levent 34330 İstanbul T. +90 212 264 75 75 - F. +90 212 264 75 74 Cinnah Cad. No: 66/1 Çankaya/Ankara T. + 90 312 440 06 10 - F. +90 312 440 05 94 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com


NetWork, mevsim fark etmeksizin, güçlü duruşundan ödün vermiyor. Üstelik bu sezon yerçekimine karşı meydan okuyan marka, zaman ve mekanın söz konusu duruşa etki etmediğinin altını çiziyor. BANDALOOP dansçıları, San Francisco’da kamera karşısında ve NetWork ayaklarınızı yerden kesmek üzere burada.

THE SKY IS NOT THE LIMIT

Yazı:

Aslin Kumdagezer Fotoğraflar:

BU BİR İLANDIR

Jorg Badura

144


Kayıtlar “Sky is the limit” söyleminin ilk kez Cervantes’in eksantrik karakteri, Don Quixote’ye ait olduğunu söylüyor. Söylemin kendisi her ne kadar yapacaklarınızın sınırı olmadığına gönderme yapsa da cümlenin metaforik olmayan tarafında sınır atmosferle eşdeğer kılınıyor. Yüzyıllar sonra, ilhamını özgür karakterlerden alan NetWork, işbu edebiyata sınırsızlığın mümkün olduğunu söylüyor. Ve İlkbaharYaz 2017 koleksiyonunun mottosunu her motivasyon verici konuşmanın kıyısına köşesine sıkıştırdığımız söylemin yeni versiyonu ile değiştiriyor. NetWork kadını ve erkeği bu sezon size “Sky is not the limit” diyor. Dinleyiniz. NetWork’ün, hareketi odağına alan, rüzgara kapılmayı değil, aksine rüzgara karşı adım atabilme cesaretini gösteren yeni koleksiyonunun ilhamına moda gözlüklerinizi çıkararak çıplak gözle baktığınızda da bağlam olması gereken yere tam olarak oturuyor. Madalyonun politik tarafında hala rüzgara karşı asaletle yürüyen kadın, dönemin aklıselim erkeğinden destek alıyor. Kadının hareketi, modanın kült mertebesine çoktan erişmiş modaevlerine de ilham oluyor. Tüm birleşenler yapboza doğru sıralamayla oturduğunda, NetWork ekibine ilham veren cesur ve farklı bakış açıları, daha özgür bir koleksiyonun da habercisi oluyor. NetWork kadınını sezon fark etmeksizin betimleyen, zarif ve güçlü sıfatlarına bu sezon, fuşya ve sarı eşlik ediyor. Ve NetWork kadını ciddi tavrının ardında yazın tadını beklenmedik renk paletiyle çıkarıyor, iddialı renkler lüks kumaşlar üzerinde

NetWork, SS 2017

cesaretini yeniden gösteriyor. Bu sezon, NetWork daha da özgür olduğunu, sportif stiline entegre ettiği nakışlarıyla da kanıtlıyor. Kelimeler dahilinde beklenmedik gözlerine beklenmedik bir kokteyl gibi görünen nakış ve spor tasarımlar, NetWork ekibinin kreatif direksiyonu dahilinde doğru tarifi tutturuyor. Sonuç ortada: Hareket ve özgürlüğün maksimuma ulaştığı iddialı bir karışım. Erkek koleksiyonları tarafında, her daim daha iddialı ve buna rağmen hep tutarlı ilerleyen NetWork’ün kreatif ekibi, İlkbahar-Yaz 2017 sezonunda klişelerden uzak duruyor. Eh, sürekli yeni deneyimler peşinde koşan NetWork erkeğinin gardırobunda klişelere yer açması beklenemez. Beklenenden uzakta NetWork erkeği, inovatif dokular, modern formlar ve ince düşünülmüş detaylarla donanıyor. Minimalizm her daim başrolde. Tüm bu yenilikçi hikayeyi anlatabilmek içinse NetWork yine klişelerden uzakta bir seçimle karşımızda çıkıyor. Kampanya görsellerinde her daim iddialı olan marka bu sezon yeniden iddiayı görüyor ve artırıyor. Bakış açınızı hem koleksiyona hem de hayata karşı biraz daha değiştirmenizi salık veriyor. Vertigo ihtimali yüksek. Koleksiyonun görselleri için dikey danslarıyla meşhur ekip BANDALOOP ile işbirliği yapan NetWork, tasarımlarını yüksek binalara 90 derece açıyla fotoğraflıyor. Eh, artık siz de bakış açınızı değiştirmeye hazırsınız. 145


Skott, yayınladığı single’larla bi süredir piyasadaki yerini işaretliyor. Kendisi her ne kadar geleceğe dair kehanetlerde bulunmaktan çekinse de, Lorde’un da desteğini alan bu kırılgan sesin vadettiklerini duymak güç değil.

Röportaj:

İrem Cana Berkel Fotoğraf:

Ninja Hanna

146

SKOTT


Skott, müzik endüstrisinin geleceğine dair kehanetlerde bulunur musun? Gelecekte, daha az klişeyle karşılaşacağız, çeşitlilik artacak, plak şirketlerinin baskısı azalacak... Ben müzik endüstrisini henüz yeni keşfe başlamış bir sanatçıyım ama umudum bu şekilde evrilmesi yönünde. Farklılıkların daha çok desteklendiği, sanatın ve sanatçıların ifadelerinde daha özgür olduğu bir ortam hayal ediyorum.

1

Sana parçalarını yazdıran kendi hikayelerin mi? Evet, fakat yaşadığım olayların yerine duygularımı, anılarımı müziğimle harmanlamaya gayret ediyorum. Bu bildiğim tek yöntem olduğu için bu yolu izliyorum. İçimde beslemem gereken bir boşluk olduğunu hissettiğimde piyanonun başına geçiyorum. Parçanın tam olarak hangi duygularımdan beslendiğini anlamam için ise bir şekilde ortaya çıkmış olması gerekiyor. Benimkisi normalde olması gerekenin tam tersi bir işleyiş, sanırım.

2

Yayınladığın son single ‘Amelia’ oldukça romantik bir kayıt. Kimdir bu ‘Amelia’? Amelia genç, karışık, hatta yasaklanmış bir aşk. O kadar büyük bir aşk ki gerçek olamayacağını bildiğin halde geleceğe dair kurulan hayallerden ibaret.

3

‘Lack of Emotion’ kaydını ise St. Vincent’ın kendisiyle sohbet eden tarzına yakın bulduk. Bunun bir ilişkiden beklentilerinin itirafı niteliğinde olduğunu söyleyebilir miyiz? Belki, ama parça daha çok, özellikle ilişki içinde kendimizi koruma amacıyla kurduğumuz duvarlardan bahsediyor. Hissettiklerimiz yanıltıcı olabiliyor ve kafamızı karıştırıyor. Edinilmiş bilgilere göre rasyonel davranmak, duyguların kontrolü ele geçirmesine izin vermemek mantıklı bir karar gibi görünüyor. Ama şahsi fikrim, tamamen savunmasız olup yaralanmaktan çekinmemek hayattan fazlasını alabilmek adına daha anlamlı.

4

Küçük bir kasabada folk müziğin kıdemli isimleriyle birlikte yaşadığın hatta ortaokul yıllarına kadar güncel müzikten bihaber olduğun doğru mu? İsveç’te küçük ve köklerine bağlı bir kasabada büyüdüğüm doğru. Kökü epey eski zamanlara dayanan kültürümüzün folk müzik etrafında geliştiği de. Ama radyo da yok değildi! Ailem sadece folk müzik dinlemeyi tercih ediyordu, hepsi bu.

5

Ne kadar zamandır canlı çalıyorsun? Geçtiğimiz Ağustos’tan beri. Genellikle konserden önce o kadar gergin oluyorum ki yemek bile yemiyorum. Konser bitiminde de restoranlar kapanmış oluyor. Ama sahnede olduğumda gerçekten tarif edilmesi zor duygular yaşıyorum. Konsantrasyon ve adrenalin zihnimi adeta dümdüz ediyor ve müzikle kendimi kaybetmeme neden oluyor.

6

Bir süre önce Paris Pitchfork festivalinde hemen sonra da Londra’da bir sanat kulübünde sahneye çıktın. Bir yandan turnen de devam ediyor... Hangi kalabalıkla daha rahat olduğunu söylersin, festival mi yoksa küçük kulüpler mi ? Doğru düzgün bir soundcheck’le dinleyiciye neleri duyurabileceğini gözlemlemek çok keyif verici. Festivallerin sahneleri kalabalık olduğundan, olayın ciddiyetini anlayamadan sahneye çıktığım olabiliyor. Kalabalıklar arasında bir seçim yapacak durumda olmasam da ön sıradaki dinleyicilerin yüz ifadelerini izlemeyi her zaman seviyorum.

7

Fotoğraf:

Roy Rossovich8

Yakında bir albüm beklemeli miyiz? Büyük ihtimalle, evet. Elimde henüz servis etmediğim yeni ya da eski bir çok parça var. Söz yazarlığında en çok zorlandığım kısım, parçanın hangi noktada bittiğine karar verememek oluyor. Bu durumda koca bir albümü tamamlamak ne kadar sürer kestiremiyorum ama yakın zamanda yayınlamak isterim tabii. Şu anda ilk turnemi yapıyorum ve her gün bambaşka geçiyor, bu da çok heyecanlı.

8

Yoldayken kimleri dinliyorsun? The Weeknd, özellikle ‘Starboy’, ve Carole King. Aslında daha yeni ‘Beautiful-The Carole King Musical’ı izlemeye gittim. Tek bir kişinin o kadar çok hit’i yazmış olması gerçekten ilham verici.

9

147


PARİS’TE GECE YARISI. Dior Homme’un uzatmalı ilişki yaşadığı marka yüzü Robert Pattinson, bu ünvanı sahiplenmeye devam ediyor ve markanın SonbaharKış 2017 Black Carpet koleksiyonu için tekrar kamera karşısına geçiyor. Kris Van Assche’in tasarımlarıyla, moda dünyasını ve haliyle bizi şaşırtmayı hedeflediği koleksiyonu görsel hafızamıza kazımak için deklanşöre basan isim ise Karl Lagerfeld. Bu kombinasyon sonucunda, çekilen fotoğraflar karşımıza Dior Homme’un karanlık yüzünü gösterdiği bir kampanya çıkarıyor. Bu görsel şölene ek olarak Lagerfeld Paris sokaklarında seyre çıkıyor ve şehri fotoğraflayarak kampanyayı daha güçlü kılıyor. Son durumsa, Dior klasikleri arasında yer alacak bir proje oluyor. 100 GÜN 100 GECE. Dries Van Noten’in yüzüncü defilesini yaptığı gerçeğiyle yüzleştikten sonra soralım; siz olsanız bu başarıyı nasıl kutlardınız? Birkaç hafta önce gerçekleşen yüzüncü defilesinde, Amber Valletta, Guinevere van Seenus ve Erin O’Connor gibi ikonik isimlere yer veren Van Noten, markanın bu başarısını kutlamak için, İlkbahar-Yaz 1994’te gerçekleşen defilesinden başlayıp, günümüze doğru uzandı ve her gün bir defilesini yayınlamaya başladı. Kutlama toplam 100 gün boyunca devam ediyor. Siz bunları okurken muhtemelen kutlamanın üçte biri geçmiş olacak, fakat önceki defileleri kaçıranlar, bu görsel şölenleri markanın web sitesindeki arşivinden sessiz olarak izleyebilecekler. BATIL İNANÇLAR. Yıllardır kadınlara adanmış tasarımlar yapan Alber Elbaz, bu alışkanlığını yeni yarattığı parfüme de taşımayı ihmal etmiyor. Frédéric Malle’in yarattığı Editions de Parfums serisine yeni dahil edilen Superstitious, feminen 148

notalarıyla adeta Elbaz’ın yollarını ayırdığı Lanvin’in yarattığı kadını andırıyor. Frédéric Malle parfümü bir Hitchcock karakterine benzetirken, Alber Elbaz Superstitious’ı bir kadının odadan ayrıldıktan sonra bıraktığı silajı olarak tanımlıyor. Parfümün notalarıysa çiçeksi aldehitlerden oluşuyor. Elbaz’ın parfümü yaratırken kendisi gibi kadınlara hayran olan ve Malle’le sık sık çalışan Dominique Ropion’dan yardım aldığını da ekleyelim... RYKIEL FOREVER. Moda sektörünün demirbaşlarından Sonia Rykiel’in hayatını kaybetmesi üzerine, modaevi ve özellikle Julie de Libran, bir hayli zor zaman geçirdi. Libran, markanın kendine has stilinden taviz vermeden bu geçişi en organik şekilde yapmayı başardı ve Rykiel Forever adını verdiği yeni koleksiyon için, modaevinin arşivinin en derinine kadar inmeye karar verdi. 13 parçalık koleksiyon Rykiel’in orijinal tasarımlarını Libran’ın yenilikçi tarzıyla birleştiriyor. Kırmızı, beyaz ve mavinin renk skalasını oluşturduğu parçalarda ayrıca çizgililer ve ikonik bir hal almış ‘Sonia Rykiel 175 Saint Germain’ kelimeleri, namıdiğer markanın Paris’teki adresi de gözümüzden kaçmıyor. DRIVING MISS ECE. Malum, hepimizin trafikte kalma korkusuyla, uçağı kaçırmamak uğruna evden saatler önce çıkmak ama yine de havaalanına ucu ucuna yetişmek gibi pek de eğlenceli olmayan hikayeleri vardır. Hele İstanbul gibi trafiğin eksik olmadığı bir şehirden bildiriyorsak... Benzeri durumları fırsat bilip belki de saatimize her şeyden çok bu anlarda bakıyoruz. İşte IWC Schaffhausen’nin yeni reklam kampanyasında Ece Sükan da bunu yapıyor: Gözüyse IWC’nin feminen detaylarla çevrili Portofino Automatic 37’sinde... Fakat onu arabaya bindiğinde, ön koltukta bir sürpriz bekliyor. Arabayı kullanan Formula 1’in zamanında en genç pilotlarından biri olan Lewis Hamilton’dan başkası değil. Şoförünüz Hamilton ve


saatiniz de IWC olduğuna göre, arkanıza yaslanmaktan başka bir derdiniz kalmıyor. RICK’İN DÜNYASI. Rick Owens’ın modellerin üzerine aksesuar gibi ters asılmış başka modeller yerleştirdiği ve sanki her şeyin normalmiş gibi göründüğü görsel şölen çok değil sadece birkaç sezon önceydi. Malum, bu denli sıradışı fikirlerle karşımıza çıkan bir tasarımcının evi de defileleri kadar ilginç oluyor (Google Images’a ‘Rick Owens’ yazdığınızda, birkaç satır altında ‘house’ ibaresinin belirdiğini göreceksiniz). Partneri Michèle Lamy’yle yaşadığı evindeki çoğu obje ve mobilya kendi imzasını taşıyor ve Owens şimdilerde 2007’den beri Lamy’yle birlikte yarattığı, sanat eserleri olarak da adlandırabileceğimiz mobilyaları Los Angeles’da tasarım severlerle buluşturuyor. Dünyanın bir ucuna gidip bu görsel şova tanık olamayan takipçileri içinse, Rick Owens: Furniture adlı kitabına göz atmak yeterli olabilir. NEXT TO NOTHING. İlkbaharın ortasında, günlük makyajda tam da daha hafif bir döneme geçilen sırada M.A.C’in yeni İlkbahar-Yaz koleksiyonuyla karşılaşıyoruz. Next To Nothing koleksiyonu, adından mütevellit ciltte sanki hiçbir şey sürmemiş etkisi yaratmayı hedefliyor. Bu koleksiyonda yalnızca iki çeşit baz ve sadece iki farklı fırçadan bahsediyor olsak da cilde göründüğünden çok daha fazlasını vermek için tasarlanmış bir seri söz konusu. Koleksiyondaki Face Colour’lar hem makyaj bazı hem de fondöten olarak kullanılabiliyor ve açıktan koyuya dokuz çeşit tonu bulunuyor. Yine dokuz tonu bulunan Pressed Powder’larsa cildinize sürdüğünüz fondöteni sabitliyor, böylece makyajınız sıcak mı soğuk mu olmasına bir türlü karar veremeyen havaların aksine uzun süre sabit kalıyor. BRICKHEADZ. Tarihin gelmiş geçmiş en ikonik oyuncakları arasında yer almasına ek olarak Lego,

kült ve ikonik filmlerin ‘Lego Brick’ versiyonlarını sinema severlere sunmasıyla da farklı bir sektörde ün kazanmış durumda. Bu yüzden olsa gerek, Lego yeni Brickheadz koleksiyonunda, sinema sektörünü derinlemesine ele alıyor ve Marvel, DC Comics ve Disney kahramanlarının bulunduğu bir koleksiyon yaratıyor. Lego brick’lerinden yapılmış olmasına rağmen, yaratıcısı Marcos Bessa tarafından en küçük detayına kadar düşünülmüş bu minik kahramanlar arasında Disney’den Güzel ve Çirkin, Kaptan Sparrow; DC Comics’den Batman, Robin ve Joker ve Marvel dünyasından da Iron Man, Kaptan Amerika ve Hulk gibi son yıllarda sinema salonlarından eksik olmayan figürler yer alıyor. GOSHA’DAN SEVGİLERLE. Gosha Rubchinskiy marifetleri arasına eklemiş olduğu ve Idea Books ile yaptığı başarılı işbirliğine kaldığı yerden devam ediyor ve bu sefer takipçilerine, bizzat kendisi tarafından imzalanan baskılar sunuyor. Bu projenin ilk yarısında, çektiği sekiz fotoğrafı sınırlı sayıda üretilen bir kutu içinde satışa sunan Rubchinskiy, bu serisinde beş fotoğraf ve beş grafik print’ten oluşan bir kutuyla karşımıza çıkıyor ve bu kutuların her birinde Gosha’nın imzası bulunuyor. Fakat bir önceki işbirliği gibi bu seri de sınırlı sayıda olduğu için, Gosha severlerin ellerini çabuk tutmasını ve Idea Books’un web sitesine hücum etmelerini şiddetle tavsiye ediyoruz. ANAHEIM’S FINEST. Off. The. Wall. Eğer 1966 yılından beri dünyanın geri kalanıyla iletişim kurmadan yaşamıyorsanız, bu kelimeleri görür görmez aklınıza Vans’in gelmesi gerektiğini biliyorsunuz. Dogtown’un efsane kaykaycıları başta olmak üzere, Güney California gençlerinin (ve ihtiyarlarının) sıkılmadan giydiği ayakkabıların 149


yıllardır çok satanlar arasından eksik olmaması, aslında markanın köklerine kadar uzanıyor. Bu yarım yüzyıllık başarı vesilesiyle Vans, Anaheim’daki orijinal fabrikasına teşekkür olarak hazırladığı ‘heritage’ koleksiyonuyla karşımıza çıkıyor. Üstelik bu saygı duruşu sebebiyle, The Anaheim Factory Pack’deki ayakkabılar, revize edilmek yerine, yıllar önce ilk satışa sunuldukları hallerine geri dönüyorlar. Vans’in 50 yıllık tarihi boyunca modelleri arasında büyük değişiklikler olmasa da, ayakkabıları denediğinizde fark edeceğiniz minik detaylara rastlayabilirsiniz. GİYİLEBİLİR SANAT DENEYİMİ. Bashaques’ın arkasındaki isim Başak Cankeş, hayallerini İstanbul Moda Haftası’nın gerçekleştirildiği Grand Pera binasının odalarına taşıyor. The Ballerina’s Hidden Dream adını verdiği Sonbahar-Kış 2017 koleksiyonu, bizi ve sizi Black Swan’ın hafif karanlık ama toz pembe dünyasına geri götürüyor. Marka sadece bu denklemle sınırlı kalmıyor ve her odada farklı bir rüyaya tanıklık ettiğimiz koleksiyon, giyilebilir sanat deneyimi olarak adlandırılıyor. Ayrıca bu farklı temalara, MG International Fragrance Company’nin her oda için farklı olarak tasarladığı vanilyamsı notalardan oluşan kokularıysa Cankeş’in çocukluk hayallerine eşlik ediyor. MAIN SQUEEZE. Bobbi Brown çatısı altında bu sıralar büyük değişiklikler yaşanıyor. Bunlardan en önemlisi, markaya adını veren kurucusunun bu güzellik imparatorluğundan ayrılıyor olması. Fakat bu markanın vizyonunda pek az şeyi değiştirdi ve Bobbi Brown, yeni icatlarıyla bizi şaşırtmaya hala devam ediyor. Likit ruj trendi yeni bir buluş olmayabilir, fakat bu ruj çeşidi konu olunca teknoloji yalnızca ileri doğru gidiyor ve Bobbi Brown’un orijinal Art Stick serisinin yanına Art Stick Liquid Lip için yer açılıyor, hem de büyük bir yer, zira seride 16 farklı tonda ruj bulunuyor. Sıkarak sürülebilen bu ruj tonları, 150

markanın kurulduğundan beri savunduğu, doğala en yakın makyaj politikasını her ürününde olduğu gibi devam ettiriyor. FROM DUSK ‘TIL DAWN. Urban Decay’i güzellik dünyasının asi çocuğu olarak tasvir edebiliriz. Marka kurulduğu günden beri alternatif ve canlı renk seçenekleriyle kendine has bir takipçi kitlesi kazanmış durumda. Tabii bu tip makyajların ciltte uzun süre kalması için de makyajın altında ve üzerinde koruyucu etkenlerin olması gerektiği aşikar. Urban Decay’in yeni koleksiyonu da bu noktada devreye giriyor ve makyaj sırasındaki cilt bakımını üç basit adıma ayırıyor. İlk adımda cilde herhangi bir şey sürmeden önce sırasıyla ciltteki yağı absorbe eden B6 veya cilde nem kazandıran Quick Fix adlı iki spreyi bulunuyor. İkinci adımdaysa cilt gereksinimlerine göre sıralanan dört farklı primer bulunuyor. Son adımsa makyajı yaptıktan hemen sonra kullanılan sabitleyici spreyler. OBJETS NOMADES. Kaliteli deri kullanmak Louis Vuitton’un alametifarikası desek haddimizi aşmış olmayız. Dile kolay, 162 yıldır, lüks kıyafetlere ek olarak, seyahatleri daha da şık hale getiren dayanıklı aksesuarlar tasarlamak, modaevinin uzmanlık alanına giriyor. İlk kez 2012 yılında karşımıza çıkan Objets Nomades koleksiyonunda, bu lüks algısını seyahat aksesuarlarına olduğu gibi, mobilyalara da yansıtıyor. Bu göçebe objelerle dolu koleksiyonun son serisinde, belki de hayatınızda görebileceğiniz en lüks ve deri detayları taşıyan saksı modeline, asma koltuklara, lambalara ve rengarenk taburelere rastlayabilir, ya da bu ürünleri kullanmaya kıyamayıp evinizde sanat eseri olarak da yer verebilirsiniz. Yeni seri için Louis Vuitton’un birlikte çalıştığı tasarımcılar arasındaysa; India Mahdavi, Tokujin Yoshioka, Nendo ve Maarten Baas bulunuyor.


THE COMEBACK KID

AYŞECAN İPEK

Lipgloss, namıdiğer dudak parlatıcısı, kozmetik dünyasının şekerlemesi ya da budala sarışını olarak tanımlanabilir. Clueless ve Legally Blonde serilerinde rol almışlığı da vardır. İçi boş, dokusu hafif, ambalajı saydam, iz bırakmayan, tatlı ve lezzetli bir malzeme. Mat rujun son birkaç sezondur bize en doğal, en pratik ve en lüks olarak tanıtılmasından mütevellit bu yapışkan form, tüm parlaklığına rağmen, karşı köşede dansa davet bekleyen bir genç kız edasıyla oturmaya devam etti. Peki bu haksız bir önyargı mıydı yoksa tercihini işlevsellikten yana kullananların akıllı bir manevrası mı? Artıları ve eksileri önümüze koyalım ve durumu bir kere daha tartalım. Bir lipgloss’la yapabilecekleriniz: Onu aynaya bakmadan sürebilirsiniz. Onu her an yeniden tazeleyebilirsiniz. Onunla yemek yerken çatal ve bıçağı ayna olarak kullanmazsınız çünkü dudağınızı homojen şekilde terk ettiğini bilirsiniz. Bir lipgloss’la yapamayacaklarınız: Tadı ve kokusu ne kadar güzel olursa olsun onu yiyemezsiniz. Dişinize bulaşmadığından emin olamazsınız. Doğal dudak renginizden çok farklı tonlara doğru yelken açtığınızda konuşurken karşınızdaki kişinin gerçekte sizi dinleyip dinlemediğinden emin olamazsınız, size bakarken ağzınıza yapışıp kalmış o renkle nasıl başa çıktığınızı düşünüyor olabilir... Sene 1995. Erkek grupları lipgloss’larını paylaşmaya başlamadan çok önce Kate Moss, buzlanmış dudak oyununa girmişti bile. İşin sırrı bir tabak glitter’ı mideye indirmiş gibi görünmemek, o buzlu etkiyi saatler boyu muhafaza edebilmekti. Takvimler ve Jennifer Lopez 2000’i işaret ettiğinde Fred Farrugia, Lancôme’a gelmiş geçmiş en büyük hediyeyi sunuyordu: Juicy Tubes. Karpuz, çilek, kiraz ve kavun renginden sıkıldığımız noktada devreye her modern kadının çantasına atmak isteyeceği bir ürün, “crystal clear” lipgloss girmişti. Elizabeth Arden’in saydam bir tüpe hapsettiği Crystal Clear Lip Gloss, -bir ürünün isminin kendisini açıklaması ne kadar da Amerikalı bir tavır, öyle değil mi?- Sex and The City’de Carrie Bradshaw’un sınırlı sayıdaki makyaj malzemesinden biriydi. Dikkatle izleyenleriniz onun, parlatıcısını minik parmak vuruşlarıyla sadece dudaklarının ortasına dokundurduğunu hatırlayacaktır. O dönemle bugün arasında kalan zamanda Dior Addict Gloss’un yarattığı halografik etki, Sephora Glossy Gloss’un duble parlaklığı, YSL Gloss Volupté’nin ıslaklığı, tüm dahiyane pazarlama tekniklerine rağmen, dar bir yaş skalasına ve daha da dar bir stil yelpazesine dahil olabildi. Mat olanın parlakla değiştirildiği

Lily-Rose Depp, Chanel Rouge Coco Gloss, 2017 Ad Campaign Fotoğraf:

Mario Testino

2017’nin yaz ve kış manzaralarına baktığımızda ise lipgloss’un aynı Khaleesi gibi kendisine ait krallığı geri almaya geldiğini görüyoruz. Prada’da hedef sadece dudaklarda değil tende de ham, çiğ, ultraparlak bir etki yaratmak oldu. Marc Jacobs, cilalanmış dudaklar ve ışıltılı mor göz kapaklarına teslim olurken, Rag&Bone’un serseri, dağılmış eyeliner’ına yine bir lipgloss eşlik etti. Carolina Herrera, bizi bugüne kadar alıştırdığı soylu duruşunu fırlatıp atarak, dudak ve göz arasında bir tercih yapmamaya, iki hakkını da sonuna kadar kullanmaya karar verdi. Sonuç: Siyah göz kapakları ve mandalina renginde ıslak dudaklar. Bu da demek oluyor ki Chanel’in tüvit bayrağını annesi Vanessa Paradis’den devralan ve markanın ‘La Belle’ine dönüşen Lily Rose Depp’in parlak dudaklarıyla Rouge Coco Gloss kampanyasında görünmesinin, zaten tam da zamanıydı. Yapışmayan jel dokusuyla dudak üzerinde adeta eriyen bu parlatıcı, saydam ve lake gibi farklı görünüm yaratan iki yoğunluğa sahip. İsteyenler doğal dudak rengini vurgularken, isteyenler kırmızı, pembe ve turuncunun en iddialı tonlarıyla buluşabilir. Şimdiden uyaralım; bir rengi denemek hepsini istemekle eşanlamlı, kendinizi bu eğlenceli dünyaya kaptırmanız an meselesi. Hydraboost özelliğiyle içeriğindeki jojoba, ayçiçeği, mimoza balmumu ve hindistancevizi yağı sayesinde dudakları yumuşacık ve nemli bırakan Rouge Coco Gloss renkleri içinde bizim favorilerimiz, 714 Caresse, 712 Melted Honey, 752 Bitter Orange ve 754 Opulence. 151


Gökhan, sanatçı kimliğine verdiği Tab0ne adıyla ilk profesyonel graffitisini bundan 21 yıl önce yapıyor. Yarattığı bu persona, onun için ikinci bir dünyanın başlangıcına vesile oluyor. Yıllar içinde hem gerçek kimliğini gizlemek hem de yeniliklere açık olmak adına farklı stiller deneyen Tab0ne’un çalışmalarında en çok New York old school ve eski Alman graffitilerinin izlerine rastlıyoruz.

Hazırlayan:

Selin Ünüvar Fotoğraflar:

Gökhan Polat

152

GÖKHAN GENCEBAY


soldan sağa: 1. Sprey boya 2. Robot 3. Sprey boya başlığı 4. Sprey boya 5. Sprey boya 6. Kitap 7. Maket 8. Oyuncak 9. Sprey boya başlığı 10. Kalemler 11. Oyuncak 12. Mıknatıs 13. Kutu 14. Mini spor ayakkabı 15. Kalem 16. Keçeli kalem 17. Kamera 18. Not kağıdı 19. Kibrit 20. Bardak altlığı 21. Muşta 22. Yüzük 23. Tesbih 24. Etiket 25. Oyuncak 26. Çizim 27. Mural çizim 28. Keçeli kalem 29. Boya kalemi 30. Mini sprey boya 31. Biber gazı 32. Oyuncak 33. Porselen vagon 34. Graffiti sanatçılarının imzaları 35. Mini spor ayakkabı 36. Tuval 37. Fitness eldiveni

153


180 COFFEE BAKERY 360 3DÖRTGEN 400DERECE 44A 48A LOUNGE 7GR 9 ECE AKSOY

TAPS BEBEK TASARIM BOOKSHOP CAFE THE HOUSE CAFE THE HOUSE HOTEL TOI AKARETLER TRIBECA NİŞANTAŞI

ÖKTEM & AYKUT GALERİ W ISTANBUL WAGAMAMA WALTER’S COFFEE ROASTERY WALTON HOTELS WANDA WELLDONE WEPUBLIC WHITE MILL

YEDİ MASA YER CAFE

GALERIST GALERİ NON GALERİ ZILBERMAN GEYİK COFFEE ROASTERY & COCKTAIL BAR GEZİ İSTANBUL GRAM GRANDMA GRAVITÉ COFFEE BAR GREY FOOD & DRINK

NAAN BAKESHOP NAİF KARAKÖY NEOLOKAL NESPRESSO NO-FISH TODAY NOPA RESTAURANT NORM COFFEE

KANTİN KARABATAK KARAKÖY KARAKÖY LOKANTASI KARE ART GALLERY KARGA BAR KARLETTO KAVANOZ İSTANBUL KIRINTI RESTAURANT KISS THE FROG KİKİ KİLİMANJARO KOZMONOT KRONOTROP KRUTON KULP KÜFF L’ANGE PATISSERIE & CAFÉ LA BOOM LA PATISSERIE LUNE LA SCARPETTA LE PAIN QUOTIDIEN LES BENJAMINS LEVANTIN GALATA LOKANTA ARMUT LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LUSH HOTEL LUZIA

FERAH FEZA FİNN KARAKÖY FOTINI CAFÉ

ALEXANDRA COCKTAIL BAR ALL SPORTS ANY İSTANBUL ARKA ODA ARTNEXT İSTANBUL AŞŞK CAFE ATÖLYE MAÇKA AYI JAMIE’S ITALIAN JUNO İKSV İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL MODERN MÜZESİ İSTANBUL SETUP

ZEPLIN PUB & DELICATESSEN

ELEPHANT UNION HOTEL ESMOD

RAFİNERİ RAVONUA 1906 COFFEE & BAR ROBINSON CRUSOE KİTABEVİ ROOM + RUMOURS

OPS CAFE OPUS 3A

C-ZONE C.A.M GALERİ CAFE FİRUZ CAFE SMYRNA CAFE ZANZIBAR CAFFÉ NERO CASITA CENTRAL NİŞANTAŞI CEZAYİR İSTANBUL CHADO CHERRYBEAN COFFEES COFFEE CRAFT CORTILETTO PIZZERIA COUPE LOUNGE PUB CREMERIA MİLANO CREPAN ARNAVUTKÖY CUMA ÇUKURCUMA CUP OF JOY CUPPA CAFE HAMM DESIGN HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFE HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HUDSON HÜNKAR

BACKHAUS BACKYARD BALTAZAR BANTMAG MEKAN BASTA BEBEK KAHVE BEBEK KORU KAHVESİ BEER HALL BEJ CAFE BEN COFFEE ROASTERS BEYAZ FIRIN BEYMEN BRASSERIE BIG CHEFS BISTRO 33 BİR NEVİ DELİ BLOKART SPACE BREAD & BUTTER BRÖD BUTİK BUKA

VANESSERIE VAPIANO VENTURE COFFEE WORKS VOGUE RESTAURANT & BAR

ULUS 29 UNTER QUE TAL TAPAS

XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki linke gidin: www.xoxothemag.net/uyelik

MADEO KARAKÖY MAGNOLIA CULTURE MAGRITTE MAHALLE MAKAS MAMBOCINO MANGERIE BEBEK MANO BURGER MANUEL DELI & COFFEE MARI RESTAURANT MASA MAVRA GALATA MEG MIA MENSA MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MİKLA MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ MİNOA MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFE BRASSERİE MORO MUAF MUHALİF MUHİT MUMS CAFE MUNCHIES CREPE & PANCAKE MUSE İSTANBUL MUTFAK SANATLARI AKADEMİSİ MÜNFERİT MÜZEDECHANGA SALOMANJE RESTAURANT SHOPI GO SIMURG KİTABEVİ SAHAF SNTRL DÜKKAN SON SOSA ST. REGIS HOTEL SUNDAY COFFEE BAR SUNSET GRILL & BAR SUSHI EXPRESS SUSHICO SWISS HOTEL BOSPHORUS DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DEM CAFE DEN CAFE DERİN DESIGN DIRIMART DIVINE BRASSERIE DRIP COFFEE DÜKKAN PANDORA KİTABEVİ PAPERMOON PAPPA CAFE PAROLE CAFE PASTEL İSTANBUL PATISSERIE DE PERA PATİKA KİTABEVİ PIOLA Pİ ARTWORKS PLUMON PLUS KITCHEN POINT HOTEL POPUP


EVENT MANAGEMENT

PUBLISHING

CONCEPT DESIGN

BRAND PLATFORMS

AND ANYTHING COOL

FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669


PEKİ YA HAFTA SONUN NASILDI? YENİ MINI COUNTRYMAN ALL4. YENİ HİKAYELERİN OLSUN. mini.com.tr/YeniMINICountryman Görseldeki otomobil MINI Cooper S Countryman olup kullanılan dış tasarım renkleri, jantlar ve diğer opsiyonlar sadece bu model için geçerlidir. Seçeneklerin çeşitliliği ve kombinasyonları diğer MINI modellerinden farklılık gösterebilir.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.