Mt no 98

Page 1


1 Mayıs 2013’e Dair Levent Toprak

2013

1 Mayıs’ı tüm dünyada yükselen işçi sınıfı mücadelelerinin bir ifadesi oldu. Amerika’dan Uzakdoğu’ya dek dünyanın hemen her ülkesinde 1 Mayıs giderek daha çok işçi ve emekçinin gündeminde yerini alıyor. Ülke geleneklerindeki yerine, ülkedeki genel politik ortama ve işçi hareketinin gündemine göre değişiklikler gösterse de, 1 Mayıs gösterilerinin dünyada son yıllarda daha yaygın ve kitlesel hale gelmeye başladığı görülüyor. Bu gösterilerde işsizlik, düşük ücretler, uzun çalışma süreleri, iş kazaları, taşeron sistemi, çalışmanın “esnekleştirilmesi” gibi konular dile getirilen başlıca sorunlardı. Bunların yanı sıra ülkelerin politik gündemlerine göre daha birçok politik ve sosyal sorunlar da dile getirildi. Kimi ülkelerde savaş ve emperyalist müdahaleler ile emperyalist baskı ve sömürü mekanizmaları, kimi ülkelerde yolsuzluklar tepki konusu olurken, beri yandan demokrasi talepleri dillendirildi. Keza birçok ülkede de, yaygın biçimde hayata geçirilmekte olan “kemer sıkma” önlemleri öne çıkan protesto konuları arasındaydı. Bu gibi konuların yanı sıra göçmen işçilerin sorunları, öğrencilerin talepleri, muhtelif azınlıkların talepleri de gösterilerde ifade edilen hususlar arasındaydı. Gitgide daha ortak bir hâl alan bu talepler, kapitalizmin yarattığı sorunların tüm küreyi istisnasız biçimde kıskacına aldığını ortaya koymaktadır. 1 Mayıs nasıl 150 sene kadar önceki doğuşunda enternasyonal bir isyanı ve talebi ifade ediyorduysa, şimdi de, hatta daha çok, işçi sınıfının o aynı enternasyonal konumunu ve birliğini ifade

ediyor. Yeni bir sınıf mücadeleleri döneminin açıldığı son yıllarda bu eğilim güçlenmektedir ve önümüzdeki yıllarda daha da güçleneceğine şüphe yoktur. Kapitalizm tarihsel bir sistem krizi yaşamakta ve bu temelde işçi sınıfına alabildiğine saldırmaktadır. Bu saldırıların sonsuza kadar sineye çekilemeyeceğini hem uzun tarihsel miras hem de son yılların deneyimi göstermektedir.

Türkiye’de 1 Mayıs Türkiye dünya üzerinde 1 Mayıs geleneğinin en güçlü olduğu ülkelerden biri. Bir anlamda 12 Eylül faşizmi sonrasında işçi sınıfı hareketinin sürdürebildiği çok az sayıda gelenekten biri. Devletin keyfi baskıcı tutumu sonucu İstanbul’da miting yapılamamasını bir yana koyacak olursak, Türkiye’de de 1 Mayıs ülkenin onlarca kentinde yapılan miting ve yürüyüşlerle kutlandı. Bu miting ve yürüyüşlerde de dünya genelinde işçilerin çektiği sorunlara benzer sorunlar ve bunlar karşısındaki talepler dile getirildi. Toplamda yüz binleri bulan bu gösteriler Türkiye’de işçi sınıfının gelişiminin ve onun tarihsel mücadelelerinin bir mirası olan 1 Mayıs’ın ülke geneline yaygınlaşması sürecinin devam ettiğini göstermesi bakımından anlamlı ve olumludur. Edirne’den Hakkâri’ye dek uzanan irili ufaklı onlarca kentte muhtelif büyüklük ve çeşitlilikte gösteriler yapılmıştır. Bunlar arasında, örneğin Diyarbakır’da 2000 civarında tuğla işçisinin iş bırakarak mitinge gelmesi dikkat çekicidir. Gebze, Kocaeli ve Bursa’da metal işçilerinin geç-

1


marksist tutum

miş yıllara göre daha yoğun katılımı da önemlidir. Toplu sözleşme süreci içinde olan ve önemli bölümü Türk-Metal üyesi olup sendikalarından memnun olmayan bu geniş kitle, tepki ve taleplerini duyurmak için 1 Mayıs’ı doğal kürsüleri olarak görmüş ve kullanmışlardır. Böylece 12 Eylül faşizminden bu yana bu tür mitingleri pek yaşamayan kentlerde bile yavaş yavaş 1 Mayıs geleneği kendine yer bulmaya başlamaktadır. Anadolu’da yeni sanayi merkezlerinin gelişmeye başladığını da hatırlayacak olursak, bunun önümüzdeki dönemde daha da yaygınlaşmasının ve güçlenmesinin büyük bir önem taşıdığını vurgulamak gerekir. 1 Mayıslar, daha önceki yıllarda yaptığımız değerlendirmelerde de dikkat çektiğimiz üzere, sadece işçi sınıfının değil tüm toplumsal muhalefetin kendisini ifade etme isteği gösterdiği bir platform olma eğilimindedir. Bu durum işçi sınıfının modern burjuva toplumda tuttuğu merkezi konumun anlamlı bir teyididir aynı zamanda. Geniş bir çeşitlilik arz eden tüm ilerici muhalefet unsurları ve topluluklar için tek birleştirici platformu işçi sınıfının geniş bağrı sunmaktadır. Çevre sorunlarından kadın sorununa, Kürt sorunundan Ermeni sorununa, emperyalist savaşlardan iş kazalarına, Alevi sorunundan göçmen işçilerin ve mültecilerin sorunlarına dek tüm toplumsal sorunlar bu platformda dile getirilmektedir.

Düzenin korkusu ve devlet terörü Türkiye genelinde yaygın 1 Mayıs kutlamaları yapıldıysa da, en büyük mitingin yapılması beklenen İstanbul’da kutlamalara devlet izin vermedi. Son üç yıldır birleşik ve kitlesel miting hedefine uygun olarak yapılan İstanbul mitingleri genel bir yükseliş trendini ortaya koyuyordu ve iktidar sahipleri bu gidişattan rahatsızdılar. Her ne kadar sendikalar ve işçi sınıfı hareketi genelde örgütsüz olsa da, bu mütevazı yükseliş ve moral kazanma sürecinin de kendi başına olumlu bir yanı vardı. Elbette burada birleşik olma ve kitlesellik salt belirleyici faktörler değildi. Bu unsurlar, bir mega işçi kenti olan İstanbul’da toplumsal yaşamın merkezi noktalarında yapılan bir gösteri ile birleşince, ortaya egemenler açısından rahatsız edici bir tablo çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Bir kitlesel eylem biçimi olarak gösterilerin temel amacı, gösteri yapanların seslerini toplumun geri kalanına duyurmasıdır. Toplumsal hayatın canlı olduğu ve tarihsel bir hafızası olan merkezi noktalarda yapılan büyük gösterilerin bu sesin iletilmesi ve meşruiyetinin pekişmesi açısından daha büyük bir etki yaptığı aşikârdır. Özellikle 12 Eylül faşist darbesinden itibaren korkuyla sindirilen bir toplumda büyük işçi gösterilerinin bir meşruiyet kazanmaya başlaması genel olarak egemenlerin hoşuna gitmiyordu. Egemenler o nedenle bu tür merkezi noktaların işçiler, devrimciler, Kürtler ve diğer düzen karşıtı muhalefet odaklarınca kullanımını ellerinden geldiğince engellemeye

2

Mayıs 2013 • sayı: 98

çalışmaktadırlar. Bu yıl İstanbul özelinde yaşanan da bu engelleme girişimlerinden biriydi. Düzenin bu yasaklama için gösterdiği gerekçe, yürümekte olan inşaat çalışması nedeniyle Taksim Meydanının fiziken elverişli olmamasıydı. Ancak bunun bir palavra olduğu açıktı ve düzenin foyası çok geçmeden ortaya çıktı. Konuyla ilgisi olan herkesin farkında olduğu üzere, Taksim’deki fiziksel sorun üstesinden gelinemeyecek bir sorun değildi. Düzen İstanbul’u ablukaya alma ve fiili sıkıyönetim uygulama gayretkeşliğini pekâlâ alanın fiziki sorunlarını halletmeye yöneltebilirdi. Kaldı ki mitinglerin güvenliği sorunu zaten prensip olarak sendikalar ve örgütlerin sorumluluğunda olmalıdır. Ancak sorunun burada yatmadığı gayet açıktı. Sermaye düzeni, bu yıl inşaat çalışmasını bahane ederek, Taksim’in önünü ilelebet kapatmak istemekteydi. Bunu düzenin sözcülerinin baklayı ağızdan çıkarma sayılabilecek açıklamalarından anlamak mümkün. Dahası Galatasaray’ın şampiyonluk kutlamaları için Taksim pekâlâ kullanılmıştır, ama her nedense binlerce taraftarın oraya akın etmesine rağmen bir polis müdahalesi olmamıştır. Üstelik örgütsüz bir kalabalık olmalarına ve gece karanlığında meydana inmelerine rağmen, göstericiler “çukur” nedeniyle bir tehlike de yaşamamışlardır. Dediğimiz gibi, kimi düzen sözcüleri yer yer baklayı ağızlarından çıkarmak zorunda kaldılar. Taksim’i bir miting alanı olmaktan ilelebet çıkarmayı, hatta onunla da yetinmeyip her türlü merkezi alanı mitinglere kapamayı amaçladıklarını açık açık belirtmekte gecikmediler. Miting için kentin iki yakasında iki alan inşa etmekte olduklarını da utanmazca eklemeyi ihmal etmediler. Bu iki alanın kimseye ses duyurulamayacak alanlar olduğunu uzun uzun anlatmaya bile gerek yok elbette. Sıkça işaret edildiği gibi, gösteri hakkı gösterinin nerede yapılacağını seçebilmeyi de içerir. Issızlığın ortasında, yalıtık, steril gösteri olmaz. Böylesi bir gösteri, gösteri hakkının özünün ortadan kaldırılmasıdır. Gösterilerin özü, dağa taşa, börtü böceğe ses duyurmak değildir.


sayı: 98 • Mayıs 2013

Emekçi kitlelerin yüzyıllar boyunca verdikleri mücadeleler sonucu diğer birçok temel demokratik hak gibi, bu hak da evrensel bir norm düzeyine yükselmiştir. Ancak despotik köklerden beslenen Türkiye’deki alaturka burjuva demokrasisi bu evrensel normları umursamamaktadır. Elbette bu aynı zamanda, bu topraklardaki işçi sınıfı mücadelesinin henüz egemenlere bunu doğrudan dayatacak bir güç ve süreklilik kazanamamış olduğunu da göstermektedir. Toplum her başını kaldırdığında indirilen darbeler tam da bunu sağlamak içindi. 12 Eylül faşizmi bu noktada çok derin bir kazıma harekâtıydı aynı zamanda. Taksim 1 Mayıs kutlamalarına, faşist rejimin gelişi sürecinde kapatılmış ve sonrasında bu yasak hem faşist rejimin kendisi hem de takip eden hükümetler tarafından devam ettirilmişti. Böyle geçen uzun yıllardan sonra nihayet üç yıl önce Taksim 1 Mayıs mitinglerine açıldı ve bu üç yıl boyunca yükselen bir coşku ve kitlesellikle mitingler yapıldı. AKP hiç kuşkusuz İstanbul’un göbeğinin başta işçi-emekçiler ve sosyalistler olmak üzere toplumsal muhalefetin güçlü bir platformu olmasından pek hoşnut olmadı. Ve hiç kuşkusuz Taksim’i tekrar işçi mitinglerine kapatma planı daha o günden yapıldı. Elbette bu açıktan yapılamazdı. Ne yapılacaktı? Önce “inşaat var” diye Taksim kapatılacak, sonrasında da “artık size gül gibi miting alanı inşa ettik” denilerek Taksim ilelebet yasaklanmak istenecekti. Dolayısıyla AKP de kendisinden önceki diğer egemenler gibi aynı despotik mirası hiç kuşkusuz özde devam ettirmektedir. Söz konusu olan işçi sınıfı olunca, bu gelenekler tüm egemenlerin tartışmasız bir ortak noktası olmaktadır. Burjuva demokratik kültürden bile nasibini almamış Erdoğan gibiler “bu gösteri AKP karşıtı olacak, izin veremeyiz” diyebilmektedir. Tam müstakbel başkan babaya layık sözler! İmam söyler de müritler eksik kalır mı? Bunlardan birisi, ölümle pençeleşen emekçi çocuğu genç bir kız için bile “marjinaldi” diyebilmektedir. Sanki yasalarda “marjinal olmak” diye bir suç varmış ya da “marjinal” olanlar ölmeyi hak ediyorlarmış gibi! Sonuç olarak tüm bu tabloda AKP’nin demokrasi anlayışının sefil düzeyi bir kez daha sırıtmaktadır. Bu yasağın ve işçi sınıfını alanlardan uzaklaştırma çabasının elbette güncel bir yönü var. AKP ve genelde egemenler Türkiye’yi gitgide daha cüretkâr ve güçlü bir emperyalist güç haline getirmek için sömürü koşullarını daha da ağırlaştırmak ve buna paralel olarak rejimin otoriter yönlerini yeni bir düzeyde tahkim etmek gereğinin farkındalar. Dünya çapında büyük bir sistem krizinin ve ona eşlik eden bir emperyalist paylaşım kapışmasının yürümekte olduğu şartlarda, tüm dünyada artan otoriter ve militarist eğilimler Türkiye’ye uğramamazlık edemezdi. Hele hele söz konusu olan yeni yükselen bir alt-emperyalist güç ise, bu eğilimlerin daha da belirgin bir hâl alması işin doğası gereği olacaktır. Bugün Erdoğan’ın başkan babalık hevesleri, bu genel eğilimin kişisel hırs boyutu da kazanmış bir

marksist tutum

ifadesinden başka şey değildir. Dolayısıyla Türkiye bir yandan dışarıda daha fazla emperyalist maceralara soyunmakta, bir yandan da sermaye birikimini mahmuzlamak için içeride sömürü koşullarını daha da ağırlaştırmaktadır. Her iki eğilim de sermaye iktidarı için içeride itaatkâr ve uysal bir işçi sınıfını zaruri kılmaktadır. Egemenler aynı zamanda bu zorlamaların işçi sınıfını yeni mücadelelere sürükleyeceğinin de farkındalar. Onlar Türkiye işçi sınıfının homurtularını duyuyorlar. O nedenle, toplumda zaten mevcut olan itaat ve şükretme eğilimlerinin kırılmasının önüne geçmek ve bu eğilimleri yeniden tesis etmek için çok yönlü bir çaba içindeler. Din dersleri vb. konulardaki zorlama girişimler de, daha evvel dikkat çektiğimiz gibi, özünde itaatkâr ve uysal bir toplum durumunu baki kılmak, besleyip pekiştirmek içindi. Dolayısıyla bir yandan ideolojik efsunlama, bir yandan da sopa yoluyla bu amaca ulaşılmaya çalışılmaktadır.

Mücadele sürüyor Sonuç olarak, proletaryanın kalbi olan İstanbul’da 1 Mayıs mitingi yapılamamıştır. Bu durum önümüzdeki yıllarda da bu sorunun devam edeceği anlamına gelmektedir. Siyasal ve sendikal yasakların kaldırılması için mücadele eden işçi sınıfı devrimcileri, hiç şüphesiz işçi sınıfının elini kolunu bağlamaya dönük bu tür anti-demokratik yasaklara karşı da mücadeleyi sürdürecektir. Ama böyle bir mücadele, işçi kitlelerini hiç mi hiç hazırlamaksızın ve yalnızca sendika bürokrasisinin zevahiri kurtarmak amacıyla 1 Mayıs’a beş kala yaptığı üstten çağrılarla verilemez. İstanbul’da miting yapılamaması temelde düzenin zorbalığından kaynaklansa da, burada sendika bürokrasisinin oynadığı role değinmeden geçmemek gerekir. Taksim’i zorlamanın pratikte ne anlama geldiği ve neleri gerektirdiği bir sır olmadığı halde, hiçbir hazırlık yapmadan kof bir ısrar tutumu içinde olmak büyük bir sorumsuzluk ve basiretsizlik örneğidir. Üstelik hem bu gerçeklik hem de sendikaların bu koşullar altında sınırlı sayıda işçiyi bile oraya getiremeyecekleri, organizasyon toplantılarında bizzat tertip komitesi tarafından açıkça itiraf edilmiş, ancak buna rağmen aynı tutum devam ettirilmiştir. Bu noktada daha önceki 1 Mayıslar bağlamında da dile getirdiğimiz bazı genel görüş ve yaklaşımlarımızı hatırlatmakta yarar var. 2004 yılından bu yana yaptığımız 1 Mayıs değerlendirmelerinde dikkat çektiğimiz hususlar halen geçerliliğini korumaktadır. Bunları döne döne hatırlatmak boynumuzun borcudur. Öncelikle, işçi sınıfının mücadelesi bir güne indirgenemez. O gün 1 Mayıs gibi anlamlı bir mücadele günü olsa bile. O nedenle 1 Mayıs gibi herhangi bir güne olduğundan büyük anlamlar yüklemek yersizdir. Bunu yapanlar, hep söyleyegeldiğimiz gibi, bütün bir yıl boyunca bir şey yapmamanın, ataletin ya da hüsran dolu yanlış işlerin üzerini örtmek için 1 Mayıs’ı bir örtü olarak kullanmak-

3


marksist tutum

tadırlar. 1 Mayıs’ın işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist hareketin gerçek zaaf ve sorunlarını gözlerden kaçırmanın bir aracı haline getirilmesine karşı bilinçle direnmek gerekir. Bu öylesine vahim bir durumdur ki, 2010 yılında Taksim yeniden kutlamalara açıldığında, “Taksim’i kazandık sıra devrimde” diyenler bile olabilmişti. Taksim ve 1 Mayıs, devrimden hemen önceki bir aşamaymış gibi ele alınıyordu bu anlayışta. Bunun sayısız örneği verilebilir. Ancak bu yaklaşımın işçi sınıfının mücadelesini, bilincini ve örgütlülüğünü ilerletici bir yaklaşım olmadığını anlamak için bu kadarı bile yeterlidir. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlüğünü yükseltmek için bir duvarcı ustası sabrı ve enerjisiyle uzun soluklu çalışma perspektifinden yoksun olanlar, genelde 1 Mayıs’ı özelde de Taksim’i her şeyi unutturan bir fetiş haline getiriyorlar. Oysa o unutulanlar işçi sınıfı mücadelesinin temel ayaklarını ve gerçek test alanını oluşturuyorlar. 2010 yılında Taksim’in kutlamalara açılması ve mitingin yapılmasının ardından Marksist Tutum’da şu değerlendirme yer almıştı: “Unutmamak gerekiyor ki, kapitalist krizin işçi sınıfı cephesinde yarattığı etkiler olduğu yerde durmakta, hatta daha da ağırlaşmaktadır. Durum buyken Taksim’e fit olma lüksümüz yoktur. İşçi sınıfı örgütsüzdür ve aslında alana gelen işçiler de büyük oranda bu durumu yansıtmaktadır. 1 Mayıs birleşik ve kitlesel olmuştur olmasına, ama işçi hareketinin ağır örgütsel zaafları olduğu yerde durmaktadır. Bu anlamda bu 1 Mayıs da henüz genel düzeyde örgütlü işçi hareketinin 1 Mayıs’ı değildir. Daha önceleri de söylediğimiz gibi, Taksim’in gerçek anlamda geri alınması, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü en azından 1977’deki düzeyine çıkarmakla mümkün olacaktır. Bu görev hâlâ önümüzde durmaktadır!” (Birleşik ve Kitlesel 1 Mayıs, www.marksist.com, 2 Mayıs 2010) İşte sınıf devrimcileri bu zorlu görevlere dikkat çekmeyi önemserken, solun geniş kesimi zafer naraları atarak Taksim sarhoşluğu içinde kendinden geçmeyi tercih ediyordu. Bu yıl Taksim bağlamında yaşanan durum tam da sınıf devrimcilerinin ayakları yere basan soğukkanlı perspektif ve yaklaşımını doğrulamaktadır. Eğri oturup doğru konuşmak gereklidir. İşçi sınıfına gerekli olan uçarı küçük-burjuva devrimciliği değil, ciddiyeti esas alan proleter devrimciliktir. Tam da daha başından itibaren dikkat çektiğimiz zorlu görevler yerine getirilemediği için, bugün düzen güçleri Taksim’i kolayca işçi sınıfına yasaklayabilmişlerdir. İşçi sınıfının güçlü, örgütlü, kitlesel mücadelesi yükseltilebilmiş olsaydı, düzen güçleri böylesi bir işe ya hiç yeltenemezdi ya da sonuç tümüyle farklı olurdu. Fabrikalarla bağı ve ilgisi olmayanlara “can sıkıcı” bir gerçeği hatırlatalım. Tam da bu fabrikalardaki işçileri bilinçlendirme ve örgütleme görevinden yan çizildiği için, buralarda işçiler 1 Mayıs hakkında esasen düzenin propaganda ettiği şeyleri konuşmaktalar. Ancak küçük-burjuva sol, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyini, ruh halini, temel beklentilerini vs. umursamadığından, bu durumun

4

Mayıs 2013 • sayı: 98

nasıl değiştirileceği üzerinde kafa yormuyor. Sınıfın kitlesel ve örgütlü eylemliliğinin yerine kendisinin radikal görünümlü, devrimci lafazanlığa dayanan eylemlerini ikame etmeyi maharet sayıyor. 2013 1 Mayıs’ına ilişkin değerlendirmemizi Elif Çağlı’nın ta 2004 yılında dikkat çektiği ve halen geçerliliğini koruyan şu hususlarla noktalayalım: “1 Mayıslar gibi mücadele günlerini işçi ve emekçi kitlelerin bilinç düzeyinde bir sıçrama yaratabilmek bakımından önemli bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan komünistler için çok açık olan bir husus var. Devrimci bayrağın yükseltilmesi mücadelesinde asıl kıymetli olan, zaten devrimci bilince ulaşmış kadroların bunu bir biçimde teşhir etmesinden ziyade, geride duranları elden geldiğince biraz daha öne çekebilmektir. Bu nedenle 1 Mayıs benzeri eylemlerde Bolşevik kadroların içinde çalışma yürüttükleri kitleden kopmamaları ve duydukları devrimci heyecanı onlara da iletebilmenin yol ve yöntemi üzerinde odaklaşmaları gerekiyor.” (1 Mayıs’ın Ardından, www.marksist.com, 4 Mayıs 2004) “Daha çok sayıda işçinin ve genç insanın bilinçlendirilmesi, örgütlenmesi için canla başla çalışmakla, boşlukların bir günlüğüne geçici heyecan boşalımlarıyla doldurulmak istenmesi arasında dağlar kadar fark var. Bu nedenle genel anlamda olduğu gibi tartışmaya konu oluşturan 1 Mayıslarda da, mücadelenin sınıfsal içeriğinin boşaltılması ve sınıfsal temelinden kopartılmak istenmesi tehlikesi karşısında kararlılıkla Bolşevik bir tutum almalıyız. “Bu husus özellikle, yürekleri devrimci heyecanla çarpan genç unsurların zihninin bulandırılmasına fırsat vermemek bakımından önem taşıyor. İşçi sınıfı içinde yürütülen devrimci örgütlü mücadele, sınıf temelinden yoksun küçük-burjuva devrimciliğine oranla her açıdan çok daha sabırlı ve dikkatli olmayı gerektirir. Burjuva düzenin kendi egemen ideolojisiyle işçilerin bilincini çarpıttığı ve çeşitli araçlarla onları geride tutmaya çalıştığı koşullarda sınıf hareketinin ilerletilebilmesi maksadıyla ter dökmek zahmetli bir iştir. Bu yolda sağlıklı adımlar atabilmek için uzun soluklu bir mücadele anlayışıyla donanmak, planlı ve disiplinli bir çalışma temelinde sınıfın öncü unsurlarıyla buluşup kenetlenmek şarttır. Bolşevik çalışma tarzını benimsemiş kadrolar açısından mücadelede başarı ölçütü, şu ya da bu eylemde devrimci heyecanın bireysel tatmininden çok, bu heyecanın sınıfın daha fazla sayıda unsuruna taşınabilmesi ve bu temelde işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünün bir adım daha ileriye taşınabilmesidir. 1 Mayıs’ın işçi sınıfı açısından tarihi bir anlamının olması, sınıf içinde çalışan devrimci unsurlar bakımından bu önemli günü bu söylediklerimiz dışında istisnai bir gün kılmaz. Tam tersine, aslında böylesi tarihi günler sınıf içinde yılın tüm günleri boyunca doğru ve sabırlı bir örgütlenme çalışması yürütenlerin bunun sonuçlarını görüp değerlendirebilmelerine fırsat sunar.” (age) n


Suriye Sorunu Aynasında Anti-Emperyalist Mücadele Oktay Baran

K

apitalist dünya sistemi kriz bataklığında çırpınmaya devam ediyor. Buna paralel olarak da emperyalist güçler arasındaki paylaşım kavgası var gücüyle sürüyor. ABD emperyalizminin “Büyük Ortadoğu” olarak adlandırdığı coğrafya uzun bir süredir emperyalist savaşın cenderesinde. Afganistan’ın işgaliyle başlayan süreç, Irak’ın yerle bir edilmesiyle devam etti. Ardından Yemen, Pakistan, Somali, Libya ve son olarak Mali, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin askeri operasyonlarının ve bombardımanlarının hedefi haline geldi. Bugün emperyalist savaş davulları, güney ve doğu Asya’da da daha büyük bir gürültüyle çalınmaya başlamışken, yanı başımızdaki Suriye’de emperyalist güçlerin de doğrudan müdahil oldukları bir iç savaş tüm hızıyla sürüyor. Hiç kuşku yok ki bu emperyalist barbarlığa karşı gerek emperyalist metropol ülkelerin gerekse de diğer ülkelerin işçi-emekçi kesimlerinden tepkiler de yükseliyor. Başta işçi hareketi ve sosyalist hareket olmak üzere, duyarlı aydınlar, devrimci gençlik, toplumun çeşitli ezilen ve dışlanmış kesimleri emperyalist barbarlığa karşı seslerini yükseltme çabası içerisindeler. Diğer taraftan, emperyalist sisteme, onun dünya ölçeğindeki kurumlarına ve savaş sorununa dair olarak yay-

gınlaşıp derinleşen ve üstelik de çeşitlenen bir kafa karışıklığı söz konusudur. Dünya sosyalist hareketini uzun yıllar boyunca hegemonyası altında tutan Stalinist ideolojinin ve buradan türetilen “Üçüncü Dünyacı” anlayışların bu kafa karışıklığında belirleyici bir faktör olduğu apaçıktır. Bu anlayışın sonucu olarak emperyalizm yanlış tahlil edilmekte, buradan yanlış ve sınıf işbirliğine dayanan “anti-emperyalist mücadele” anlayışları türetilmekte ve buna paralel olarak kapitalizme karşı mücadeleyi belirsiz bir geleceğe erteleyen aşamacı yaklaşımlar halen savunulabilmektedir. Bu yanlışlıklar devrimci görünümlere bürünenlerinden en pespaye reformist eğilimlerine kadar küçük-burjuva sosyalizminin bütününe damgasını vurmaktadır. Dahası, bir dönem dünya çapında kazandığı fikirsel otorite nedeniyle, bu yaklaşımın temel yönleri, söylemleri, sloganları vb. “emperyalizme” şu ya da bu şekilde muhalif olan sosyalist hareket dışı çevreler tarafından da kendi dünya görüşleriyle harmanlanarak sürdürülmektedir. Bu kafa karışıklığı tüm dünyada olduğu gibi yaşadığımız topraklarda da hayli yaygın. Bir yanda, emperyalizmin artık başkalaştığı iddiasıyla “insani” amaçlarla emperyalist müdahaleden yana tutum alan sol-liberal, sosyal-demokrat ya da reformistler; diğer yanda, anti-em-

5


marksist tutum

peryalist oldukları iddiasıyla burjuva despotları, diktatörleri vb. açıkça ya da üstü örtük biçimde destekleyen türlü oluşumlar. Bir yanda, dayandıkları sınıfsal temele, siyasal pratiklerine ve programatik hedeflerine bakmaksızın, emperyalist devletlerle çatışma ya da çekişme içerisinde olan tüm İslamcı hareketleri anti-emperyalist olarak onurlandıran ve onlarla ilkesiz cepheler inşa eden bir oportünizm; diğer yanda İslami sembolleri, söylemleri vb. görür görmez, İslamofobik reaksiyonlar göstererek tüm İslamcı grupları siyaseten gerici, karşı-devrimci vb. olarak yaftalayan iflah olmaz bir sekterlik. Emperyalist paylaşım kavgasının bugünkü ağırlık merkezi olan Ortadoğu’nun göbeğinde yer alan Türkiye’de böylesine büyük kafa karışıklıklarının bertaraf edilmesi bilhassa önem taşımaktadır. Keza yanı başımızdaki Suriye’ye dönük olarak gerçekleşecek bir emperyalist saldırı ve işgalin, tüm Ortadoğu’yu bir savaş cehennemine çevirmesi ve TC’nin de cehennem zebanilerinden biri olarak bunun göbeğinde yer alması oldukça muhtemeldir. Peki kızışan savaş ortamında ABD’nin ve diğerlerinin yanı sıra TC’nin Suriye’ye NATO şemsiyesi altında müdahale etmesi olasılığına karşı nasıl bir mücadele hattı çizmeliyiz? Bu soru, bugün bir kez daha, emperyalizme, emperyalist kurumlara ve anti-emperyalist mücadeleye dair doğru tutumu bu somutlukta özetlememizi gerekli ve yararlı kılıyor.

Emperyalist müdahaleye hayır! Emperyalist savaşlar işçi sınıfı nazarında haksız savaşlardır. Ne var ki emperyalist savaşlar, doğrudan büyük emperyalist güçler arasındaki savaşlardan ibaret değildir. II. Dünya Savaşını takip eden dönemde inanılmaz bir yıkım gücüne ulaşan emperyalist ordular, o günden bu yana doğrudan karşı karşıya gelmediler. Ama dünya, emperyalist büyük güçlerin daha geri kapitalist ülkelere karşı yürüttüğü yağma savaşlarının yanı sıra arkasında yine büyük emperyalist güçlerin olduğu, daha geri kapitalist devletlerin nice haksız savaşına da şahitlik etti. Yine emperyalist güçlerin hegemonya kavgasının bir parçası olarak kışkırttıkları iç savaşlar, etnik çatışmalar, soykırım girişimleri eksik olmadı emperyalizm çağında. Özellikle SSCB’nin çöküşünden bu yana emperyalistler arası hegemonya kavgasının ve paylaşım savaş-

6

Mayıs 2013 • sayı: 98

larının dizginlerinden boşaldığını görüyoruz. Son çeyrek yüzyıla damgasını vuran gerçeklik budur. Temeline bunu koymayan, emperyalistler arası yeniden paylaşım ve savaş sürecini hareket noktası olarak almayan siyasal tahlillerin hiçbir geçerliliği olamaz. Savaşlar, iç savaşlar, etnik çatışmalar vb. hiç şüphe yok ki, o topraklarda yaşayan emekçi halk kitleleri açısından büyük acılara, ölümlere, travmalara ve insanlık dramlarına yol açıyor. Ancak bu gerçeklikten hareket ederek, bu çatışmalara son vermek, katliamların önüne geçmek, despotları, diktatörlükleri devirmek amacıyla emperyalist büyük güçleri ya da onların küresel çıkarlarının ifadesi olan emperyalist kurumları göreve çağırmak, en iyi durumda, emperyalizme insani bir makyaj yapmaya girişmek anlamına geliyor. Savaşlar, iç savaşlar, etnik çatışmalar vb. hiç şüphe yok ki, o topraklarda yaşayan emekçi halk kitleleri açısından büyük acılara, ölümlere, travmalara ve insanlık dramlarına yol açıyor. Ancak bu gerçeklikten hareket ederek, bu çatışmalara son vermek, katliamların önüne geçmek, despotları, diktatörlükleri devirmek amacıyla emperyalist büyük güçleri ya da onların küresel çıkarlarının ifadesi olan emperyalist kurumları göreve çağırmak, en iyi durumda, emperyalizme insani bir makyaj yapmaya girişmek anlamına geliyor. Emperyalistlerden insaniyet beklemek, şeytandan iyilik beklemekten bile daha beyhudedir. Emperyalistler, kendi çıkarlarına olmadığı sürece, insani değerlerin ve özgürlüklerin şövalyeliğini yapmak şöyle dursun sözcülüğüne bile soyunmazlar. Aslında bu tarz insani dramların yaşandığı pek çok durumun arkasında emperyalist güçlerin kışkırtmalarının olduğunu görmek hiç de zor değildir. Bir emperyalist güç o ülkeye müdahalenin meşru zeminini yaratabilmek için iki tarafı birbirine karşı kışkırtabildiği gibi, sahne önünde gerçekleşen çatışmanın aslında sahne arkasındaki büyük emperyalist


sayı: 98 • Mayıs 2013

güçlerin çatışmasının bir yansıması olduğu birçok durum da mevcuttur. Bu gerçeklerin üzerinden atlayarak, emperyalist yeniden paylaşım ve savaş sürecinden geçtiğimizi unutarak, meseleyi sahne önünde çatışan güçlerle sınırlayan bir bakış açısı, emperyalist burjuvazinin şu ya da bu kesiminin dümen suyuna girme yazgısından kurtulamaz. Reformistler ve her türlü burjuva sol eğilimin, yakın geçmişte Afrika’daki etnik çatışmalar ve iç savaşlarda, Bosna-Hersek ve Kosova’daki savaş ve soykırım girişimlerinde, Irak’taki Saddam diktatörlüğü sorununda ya da dün Libya’daki Kaddafi diktatörlüğü sorununda veyahut da bugün Mali ve Suriye konusunda takındıkları tutumların affedilir bir tarafı yoktur. İnsanların yaşadığı acılardan dem vurarak, aslında bu acıların baş sorumlusu olan emperyalistlerden medet ummak, BM’yi ya da NATO’yu göreve çağırmak, emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmek, onlara soldan destek sunmak anlamına gelmektedir. Bugün Suriye’de yürüyen iç savaşı, bölgede yürüyen emperyalist paylaşım kavgasından bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Artık savaş, esas olarak, gerici ve zorba Esad diktatörlüğüyle demokrasi ve siyasal özgürlük taleplerini yükselten emekçi halk kitleleri arasında değildir. Savaş bugün esas olarak Batılı emperyalist blok (ki başını ABD, İngiltere, Fransa ve TC çekmektedir) ile Çin ve Rus emperyalizmi ve onların desteğini alan İran’ın oluşturduğu blok arasında cereyan etmektedir. Bugün Suriye’de yaşananlara da bu pencereden bakmak zorundayız. Başlangıçta Ortadoğu’yu saran özgürlük, demokrasi ve adalet talepleri temelinde gelişerek ilerici bir dinamik taşıyan kitle hareketi, kendisine doğru yönü gösterebilecek gerçek bir proleter devrimci önderliğin yokluğunda hızla deformasyona uğradı. Mısır ve Tunus’tan gerekli dersleri çıkaran Batılı emperyalist güçler, kitle hareketini manipüle ettiler. Esad rejiminin göreli sağlam yapısı, ordu ve devlet aygıtının bütünlüğünü korumaktaki göreli başarısı, kitle hareketinin hazırlıksızlığı ve gerçek bir örgütlülükten yoksun oluşuyla birleşince, hızlı bir başarının hayal olduğu ortaya çıktı. Kitleler geri çekilirken güya onlar adına öne atılan küçük silahlı grupların önderliğinde hareket yozlaştı, devrimci-demokratik dinamiğini hızla yitirmeye başladı. İlerici, devrimci-demokratik taleplerle yükselen rejim karşıtı muhalefet hareketi kendi karşıtına dönüşerek, Batılı büyük emperyalist güçlerin ve alt-emperyalist TC’nin himayesindeki çoğunluğu küçük silahlı İslamcı muhalif gruplarla sınırlandı. Bugün Suriye’de yürüyen iç savaşı, bölgede yürüyen emperyalist paylaşım kavgasından bir nebze bile olsun bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Artık savaş, esas olarak, gerici ve zorba Esad diktatörlüğüyle demokrasi ve siyasal özgürlük taleplerini yükselten emekçi halk kitleleri arasında değildir. Savaş bugün esas olarak Batılı emperyalist blok

marksist tutum

(ki başını ABD, İngiltere, Fransa ve TC çekmektedir) ile Çin ve Rus emperyalizmi ve onların desteğini alan İran’ın oluşturduğu blok arasında cereyan etmektedir. İşçi sınıfının örgütsüzlük koşulları sürdüğü sürece, Suriye’deki Esad rejiminin kaderini belirleyecek olan gerçekte bu iki blok arasındaki çatışmanın sonucu olacaktır.

Esad rejimi savunulamaz Marksistlerin, Batılı emperyalistleri ve onların küresel kuruluşlarını görev başına çağırmaları düşünülemez bile. Onlar zaten Suriye konusunda, fazlasıyla devrede ve görev başındadır. Bizler, Suriye’ye emperyalistlerin açık bir saldırısına ve askeri müdahalesine kesinlikle karşı çıkıyoruz. Ancak bu hiçbir şekilde, Suriye’deki despotik Esad rejimini desteklediğimiz ya da ehven-i şer olarak gördüğümüz anlamına da gelmiyor. Esad rejimi, emekçi halkı iliklerine kadar sömürüp kan kusturan, Kürt halkını ve diğer etnik grupları boyunduruk altında tutarak ezen, mezhep ayrımcılığı yapan, eli kanlı baskıcı despotik bir burjuva diktatörlüğüdür. Bu rejimin en kısa sürede devrilmesi, işçi sınıfı ve emekçilerin olduğu kadar Suriye’de yaşayan tüm halkların da çıkarınadır. Ne var ki, amaç demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması ve emekçilerin insanca yaşayabilecekleri bir topluma giden yolun açılması olduğu sürece, bu düzenin ipini işçi-emekçiler ve ezilen halklar çekmelidir, emperyalistler ya da diğer gerici burjuva klikler değil. Onların doğrudan eylemi, kitle seferberliği ve devrimci enerjisiyle yıkılmadığı ve yine işçi-emekçi iktidarıyla sonuçlanmadığı sürece, hareket, bıraktık kapitalist düzene darbeler indirmesini, demokratik taleplerini bile tam, tutarlı ve kapsamlı biçimde elde edemeyecek, yarıda kesilecek, pörsüyecek ve kitleler kısa sürede yeniden baskıcı burjuva rejimlerin altında inlemeye başlayacaktır. Mısır ve Tunus bu tarihsel gerçeğin acı birer yeni kanıtı olmuşlardır. Ama Esad rejimi ABD’ye karşıdır, dolayısıyla desteklenmelidir diyor küçük-burjuva sollar. Onlara göre ABD’ye karşı çıkan herkes anti-emperyalisttir. Oysa Marksistler açısından sorun dün olduğu gibi bugün de büyük-küçük ya da güçlü-zayıf zıtlıklarıyla açıklanabilecek bir sorun değildir. Bizler açısından esas belirleyici olan, taraflardan birinin haklı, meşru, tarihsel olarak ilerici bir savaş yürütüp yürütmediğidir. Benzer şekilde, siyasi-hukuksal statüsü itibarıyla bağımsız bir burjuva devletin, ezilen ulus olarak değerlendirilmesi de kabul edilemez: “Bugünün dünyasında, büyük kapitalist ülkelerle küçükler arasında da çeşitli çekişmeler, çıkar çatışmaları yaşanıyor ve burada sorun ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki mücadele kapsamında değildir. Yanlış anlaşılmasın; emperyalist ülkelerin daha küçük ve güçsüz kapitalist ülkelere yönelik çeşitli müdahaleleri ve dayatmaları nedeniyle, bu ülkelerdeki emekçi kitleler katmerli biçimde ezilmektedirler. Ancak, burjuvazinin kapitalizm öncesi il-

7


marksist tutum

kel ve gerici yapılanmaya karşı ulusun önünde ilerici bir tarihsel rol oynayabildiği sömürge ülkelerdeki koşullardan tamamen farklı olarak, artık karşımızda derinleşmiş sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir ulus vardır. Şimdi karşımızda, kendi siyasal kurumları, kendi burjuva egemenlik aygıtlarıyla kapitalist devletler vardır. Bir zamanlar öne çıkan «ezen ve ezilen ulus» sorununun yerini, artık kapitalist devlet altında «ezen ve ezilen sınıf» sorunu almıştır.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., 2. bsk., s.72-73) Ezen-ezilen ulus ayrımı, siyasi-hukuksal konumu itibarıyla bağımsızlığa sahip olmayan, kendi devletini kurma hakkı gasp edilmiş uluslar ile bu ulusları boyunduruk altında tutan uluslar arasındaki bir ayrımdır. Bu siyasi-hukuksal bağımsızlığın, kapitalist sistemde biçimsel olduğu zaten apaçıktır. Bunun ötesine geçerek, büyük emperyalist güçlerin daha geri burjuva devletler üzerindeki mali, askeri, siyasi baskı ve tahakkümünü ezen-ezilen ulus kapsamında yorumlamak doğru değildir. Bu, sistemin doğasıdır. Bundan hoşlanmayanların tutması gereken tek yol, kapitalist sistemi devirmektir. Ama ısrarla bu yanlış kategorilendirmeyi temel alanların esas derdi de zaten bir şekilde işçi-emekçi iktidarına giden yolun önünü tıkamaktır: “Bu kategorileştirme, savaşın nedenlerini, amaçlarını, niteliğini göz ardı ettiği gibi, «ezilen» konumunda görülen ülkenin sınıfsal yapısını, sınıfsal güç ilişkilerini tahlil etme gereğini de ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla komünistlerin asıl odaklanması gereken şey olan sınıf savaşı otomatik olarak devre dışı bırakılmakta, burjuva devleti savunup destekleme pozisyonuna düşülmekte ve bütün mücadele saldırıya uğrayan burjuva devletin saldıran güç karşısındaki zaferine indirgenmektedir. Bu uğurda da proletaryaya «kendi» burjuvazisiyle birlikte ortak bir savunma savaşı yürütmesi salık verilmektedir.” (İlkay Meriç, Emperyalist Savaşlara Karşı Sınıf Cephesini İnşa Etmek, MT, Şubat 2013)

Emperyalizm ve anti-emperyalizm nedir, ne değildir? Öte yandan sırf belli bir emperyalist devlete ya da bir emperyalist bloka kafa tutuyor diye, bir burjuva devleti ya da belli bir siyasal hareketi anti-emperyalist olarak adlandırmak kesinlikle yanlıştır. Eğer emperyalizm, büyük ve güçlü devletlerin dış politikası demek olsaydı, bu politikaya karşı çıkmak anti-emperyalizm olarak adlandırılabilirdi. Ama Lenin’in de ısrarla vurguladığı ve Kautsky gibileri eleştirdiği nokta, emperyalizmin, bir dış politika, bir politik tercih vb. olmadığıdır. Emperyalizm esas olarak, banka ve sanayi sermayesinin kaynaşmasıyla ortaya çıkmış olan mali sermayenin tekelci egemenliği demektir, kapitalizmin ulaşmış bulunduğu gelişmişlik aşamasıdır. “Kapitalizmin emperyalist aşamasının en temel özel-

8

Mayıs 2013 • sayı: 98

liklerini burada bir kez daha kısaca vurgulayalım. Emperyalizm mali sermayenin egemenliğine dayanan kapitalist dünya sistemidir. Emperyalizm, tekelci rekabet üzerinde yükselen bir yayılmacılık tarzıdır. Kapitalist sömürgecilik döneminden farklı olarak, emperyalist rekabet dünyanın toprak alanları bakımından paylaşımı için değil, asıl olarak mali sermayenin rahatça at oynatabileceği nüfuz alanlarının paylaşımı için yürür. Emperyalizm aşamasına yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi mali sermayenin küresel hareketliliği sayesinde aşmaya çalışır. Emperyalist-kapitalizmi günümüz dünyasında iyice belirginleşen bu son özelliği bakımından tanımlayacak olursak, kapitalizmin bu en üst aşaması eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının işleyişi temelinde yol alan küresel ekonomi demektir. Dünya kapitalist sistemi, ana basamakları itibarıyla «ileri, orta ve az gelişmiş» diye nitelenen bir hiyerarşi piramidi oluşturur ve çeşitli kapitalist ülkeler bu piramit boyunca güçlerine göre sıralanırlar. Bu güçler piramidinin en üst basamağında yer alan ileri derecede gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalist diye nitelediğimiz ülkelerdir.” (Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, MT, Ağustos 2009) Bu büyük emperyalist devletlerin izledikleri politikalarla kapitalist işleyişin ekonomik temelleri arasındaki kopmaz bağlantıyı bile isteye göz ardı eden küçük-burjuva demokratlar, buradan sözde bir anti-emperyalizm türetmektedirler. Aslında emperyalizmin karşısına “tam bağımsız”, “ulusal kapitalizm” hayalini dikmekten öte gitmemektedirler: “Nüansları bir yana bırakacak olursak, tüm küçük-burjuva sol akımlara egemen olan «anti-emperyalizm» anlayışının özü şudur; ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla anti-kapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş olan sözde bir emperyalizm karşıtlığı! Küçük-burjuvazi nezdinde anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı «politikalara karşı» tutum almaktan ibarettir.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, s.47) Durum bu olunca, sabah akşam emperyalizme küfreden İran’daki burjuva molla diktatörlüğü de, Venezuela’daki Bolivarcı egemenler de, geçmişteki Saddam ve Kaddafi de, Sırp Miloseviç de, Lübnan’daki Hizbullah, Filistin’deki Hamas ya da Afganistan’daki Taliban da bir çırpıda antiemperyalist olarak adlandırılabilmektedir. Hepsi ve hepimiz ABD karşıtı değil miyiz diye soranlar var. Mesele “şeytan ABD” olarak konulduğu sürece, Rus ve Çin yönetimlerine de haksızlık etmemek gerekir, onlar da pekâlâ anti-emperyalist sayılabilirler! Demek ki, genel bir ABD karşıtlığı ya da ABD emperyalizmine cephe almak, anti-emperyalist olmak için yeterli değildir. Örneğin İran, ABD emperyalizmine tavır alıp uzak dururken, Alman ve Fransız emperyalizmiyle her türlü işbirliği içindeydi; bugün de Rus ve Çin emperyalizmleriyle işbirliği yapmaktadır. İşçi sınıfının tüm sendikal ve siyasal haklarını ortadan


sayı: 98 • Mayıs 2013

kaldıran, dizginsiz bir sömürü cenneti yaratan ve bunu devam ettirebilmek için İranlı işçi önderlerini halen hapislerde çürütüp darağacına yollayan molla rejiminin, emperyalist-kapitalist işleyişe karşı olduğunu söylemek, İranlı işçilere açıkça ihanet etmek anlamına gelmektedir. Anti-emperyalizmi anti-kapitalizmden koparmak mümkün değildir. Emperyalizmi dışsal bir olgu olarak değil, dünya kapitalist sisteminin organik bir parçası olan ülke içi kapitalist işleyiş olarak algıladığımızda, hareket noktasının tam da ülke içindeki egemen burjuva sınıfa karşı anti-kapitalist bir mücadele olması gerektiği ortaya çıkacaktır. Böylelikle, ezilen ve sömürülen işçi-emekçi yığınlarının dikkati de, soyut ve ulaşılmaz bir yabancı dışsal unsurdan somut ve yanı başlarındaki gerçek sınıf düşmanlarına çevrilebilecektir. Ama sakın küçük-burjuva demokratların ısrarla kaçınmak istedikleri de bu olmasın? “Anti-kapitalist mücadeleden bağımsız bir anti-emperyalizm söylemi, ulusalcılığı savunan burjuva ve küçükburjuva siyasetlerin göz boyamacılığıdır. Emperyalizme karşı mücadeleyi ülke içinde kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirmeyen ve böylece emperyalist-kapitalist işleyişe gerçek anlamda cephe almayan bir siyaset, işçi sınıfının devrimci stratejisi açısından anti-emperyalist değildir. İşçi sınıfını yalnızca yabancı kapitalist kuruluşlara karşı öfkelendirip, kendi yerli burjuvalarına –yani bizzat onları sömüren patronlarına– daha dostane duygularla donatan siyasal akımlar, işçi mücadelesini zayıflatan etkenlerin başında gelir. Keza, işçi sınıfını bir bütün olarak kapitalist sisteme karşı mücadele ruhuyla doldurmayıp, onu yalnızca kapitalist seçenekler arasında taraf tutmaya yönelten –AB’ye katılmış bir Türkiye kapitalizmi mi; yoksa katılmamış bir Türkiye kapitalizmi mi biçiminde örnekleyebileceğimiz– sözde bir anti-emperyalizmin de Marksist tutumla bir ilgisi yoktur. Benzer şekilde günümüzde küreselleşme karşıtlığı adı altında kendi ulus-devletini savunan tutumların da Marksizmle bir ilişkisi yoktur.” (Platformumuz, madde 43, marksist.com)

Büyük emperyalist devletlerin izledikleri politikalarla kapitalist işleyişin ekonomik temelleri arasındaki kopmaz bağlantıyı bile isteye göz ardı eden küçük-burjuva demokratlar, buradan sözde bir anti-emperyalizm türetmektedirler. Aslında emperyalizmin karşısına “tam bağımsız”, “ulusal kapitalizm” hayalini dikmekten öte gitmemektedirler.

marksist tutum

Dışarıda arama, emperyalizm de NATO da içeride! Sorunun bam teli de burasıdır. Biz, Türkiye’nin altemperyalist bir ülke düzeyine ulaştığını belirtirken, bunu yalnızca Türkiye’nin bilimsel sosyo-ekonomik tahlili açısından vurgulamıyoruz. Çok daha önemlisi, bu konuma ulaşmış bir ülkede emperyalizme karşı mücadeleden bahsedenlerin her şeyden (ABD emperyalizminden bile) önce kendi ülke burjuvazisinin emperyalist ataklarına, yayılmacı girişimlerine, askeri maceralarına vb. açık ve net bir tutum alması gerekliliğidir. Oysa Türkiye’yi hâlâ mazlum, ABD ya da AB emperyalizminin tahakkümü altında, ezilen, yarı ya da yeni-sömürge olarak değerlendiren küçük-burjuva yaklaşımlar, eninde sonunda, bir çeşit yurtseverliğe, vatanperverliğe, ulusalcılığa vb. yelken açmakta ve kaçınılmaz olarak çeşitli ittifak ve cephe politikalarıyla burjuvazinin şu ya da bu kesimiyle işbirliğini savunmaktadırlar. Aslında ulusalcılık ve sınıf işbirliği politikası, varılan mantıki sonuç olmaktan ziyade, tam da daha baştan varılmak istenen, aklanmak ve gerekçelendirilmek istenen noktadır. Küçük-burjuva sol, TC ile başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçler arasındaki ilişkiyi de yanlış tanımlıyor. Onlara göre, TC basit bir uşak, iradesiz bir taşeron, sıradan bir işbirlikçi konumundadır. Tüm bu adlandırmalar TC’yi büyük emperyalist güçler karşısında ezilen bir konumda göstererek milliyetçi duyguları okşamak üzere bilinçli olarak tercih edilmektedir: “Siyasal kavramlar, hele de söylemin temel eksenini oluşturan siyasal kavramlar, doğru çağrışımlar yapmak durumundadır. Şayet bunlar kitlelerde ete kemiğe bürünecekse… Peki, söz konusu kavramların çağrışımları nelerdir? Açıktır ki, bu kavramlar, Türkiye’deki egemenlerin bağımsız bir

9


marksist tutum

Mayıs 2013 • sayı: 98

nadiren duyuyoruz. Onlar “ama Türkiye de paylaşılma tehlikesiyle karşı karşıya” düşüncesine vurgu yapmayı tercih ediyorlar.

Anti-kapitalizm bayrağı altında işçi sınıfının örgütlülüğünü güçlendirelim

iradeye sahip olmadığını, yaptıkları her şeyin ABD tarafından kukla oynatırcasına dikte edilip yaptırıldığını ve tüm bunlardan Türkiye kapitalizminin bir çıkarının olmadığını çağrıştırır.” (Levent Toprak, Emperyalist Arzular Test Sahasında, MT, Temmuz 2010) Elbette TC, emperyalist güçlerle işbirliği yapmaktadır, ama bunu kölece bir itaatkârlıkla değil kendi burjuvazisinin emperyalist-kapitalist çıkarlarını geliştirmek için yapmaktadır. Onun konumu, büyük emperyalistlerin (bugün itibarıyla esas olarak ABD’nin) şemsiyesi altında onunla ortaklık kurmaktır. Türkiye, ABD’nin uşağı değil, küçük ortağı ve dolayısıyla ABD’nin işlediği insanlık suçlarında doğrudan suç ortağı konumundadır. TC’nin arkasından dolaşarak emperyalizme ve onun kanlı örgütü NATO’ya karşı olmak mümkün değildir. Bizler, NATO’nun kapitalist sistemin küresel bir örgütü olduğuna, üyesi olan tüm kapitalist devletler için de dışsal değil içsel bir olgu olduğuna vurgu yapıp, “dışarıda arama emperyalizm de NATO da zaten içeride” derken, küçük-burjuva demokratlar, bunları dışarıda aramaya devam ediyorlar. Dikkatleri Türk burjuvazisinin işlediği suçlardan uzaklaştırıp yabancı güçlere odaklamak isteyenler, geçmişte de bugün de, emperyalizme ve NATO’ya kapıları kapatmaktan, onları “yurt” içine sokmamaktan bahsediyorlar. Sanki zaten içeride değillermiş gibi! Türkiye’deki NATO üslerinin kapatılması, TC’nin NATO’dan çekilmesi, NATO’nun lağvedilmesi için mücadele etmek, füze kalkanına vb. karşı çıkmak elbette ki işçi sınıfının görevidir. Ama eğer emperyalizmin militarist boyutlarına karşı mücadele yürüteceksek, TC’nin yurtdışındaki her çeşit askeri varlığını da sürekli gündeme getirerek buna kararlı bir biçimde karşı çıkmak da gerekmiyor mu? Ama TSK’nın o emperyalist NATO’nun kopmaz bir parçası ve ikinci büyük gücü olduğunu; TC’nin yurt dışında askeri üsleri bulunduğunu; Bosna’da, Afganistan’da, Somali’de, Lübnan’da, Güney Kürdistan’da askeri birlikleri olduğunu; Kıbrıs’ın işgal altında olduğunu; Kürt coğrafyasının bir iç sömürge durumunda tutulduğunu vb. nedense bu küçük-burjuva demokratlardan ya hiç işitmiyoruz ya da

10

Kriz ve emperyalist savaş yaygınlaşarak devam ediyor. Bunlara karşı tutarlı bir mücadelenin yolu işçi sınıfının bağımsız devrimci örgütlülüğünün ve bağımsız politik hattının geliştirilmesinden geçiyor. Dün Irak’a olduğu gibi yakın bir dönemde Suriye’ye veya İran’a yönelik bir emperyalist saldırı durumunda, Türkiye işçi sınıfının devrimci öncüleri bu saldırılara karşı mücadele edeceklerdir. Suriye’de ve İran’da emperyalist saldırılara karşı ayağa kalkacak milyonların, işçi sınıfının hegemonyası altında birleşerek, gerek yabancı emperyalist burjuva ittifaka karşı gerekse de kendi ülkelerinin egemen burjuvalarına karşı üçüncü bir cepheyi, yani bağımsız sınıf cephesini yaratmaları gerektiğini savunacağız: “Bu cephede proletarya, hem işgalci güçlere hem de yerli burjuvaziye karşı, iktidarı ele geçirme perspektifiyle savaşmalıdır. Bu gibi hallerde yerli burjuvazinin kendi çıkarları doğrultusunda «anti-emperyalist» bir söylem tutturması, mağdur ve mazlumu oynaması, emekçileri yanıltmak ve peşine takmak için her türlü sahtekârlığa başvurması sıkça görülen olaylardır. İş, burjuvazinin bu tuzağına düşmeksizin bağımsız bir proleter sınıf hattı yaratabilmeyi ve bu hat doğrultusunda mücadeleyi örebilmeyi başarabilmektir. Burjuvazi kitleleri «ulusal çıkar» adına kendi çıkarlarının peşine takmaya çalışırken, komünistler proletaryanın sınıf çıkarlarını merkeze alarak sorunu «kapitalizm mi yoksa sosyalizm mi, kapitalist kamplardan birinin zaferi mi yoksa proleter devrim mi» şeklinde ortaya koymalı ve buna uygun bir mücadele hattı benimsemelidirler.” (İlkay Meriç, agm) Bu tip durumlarda Paris Komünü örneği bize doğru yolu göstermektedir. Ama unutmayalım ki, doğru bir politik hat ancak sınıf içinde gerçek bir devrimci faaliyetle yaratılmış güçlü ve etkin bir devrimci örgütlülüğü şart koşar. Güçlü bir örgütlülük olmadığı sürece en doğru gözüken politik çizginin bile gerçek hayatta pek bir karşılığı olamaz. Böylesi bir örgütlülüğe sahip olmayanlar, hele de dikkatleri vaktiyle bunu yaratmaya çekmemişlerse, zor zamanlar çıkageldiğinde politika yapmak adına kendiliğindenciliğe saplanmaktan ve burjuvazinin şu ya da bu kesiminin peşine takılmaktan kurtulamazlar. Uzak tarih gibi yakın tarih de bunu defalarca göstermiştir. O halde işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü geliştirmek için var gücümüzle çalışmak, temel görevimiz olarak önümüzde durmaya devam ediyor. n


Kıbrıs: AB Sallanırken Burjuvazinin Saldırıları Tırmanıyor İlkay Meriç

E

konomik kriz tüm dünyada etkisini göstermeye devam ederken, Avrupa Birliği’ne üye devletler de birbiri peşi sıra iflasa sürükleniyor. Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve İspanya’nın ardından, “kurtarma” paketleriyle yaşam soluğu üflenmeye çalışılan son devlet Kıbrıs Cumhuriyeti oldu. 2004 yılında AB’ye üye olan bu küçük devlet, yıllardır off-shore bankacılık sayesinde yurtdışından çektiği sıcak parayla ekonomisini canlı tutmaya çalışıyordu. İzlanda ve İrlanda’ya benzer şekilde Kıbrıs’ta da finans sektörünün gelirleri orantısız bir şekilde büyüyerek milli gelirin yarısına ulaşmıştı. Kıbrıs burjuvazisi o dönemde ülke ekonomisiyle övünürken, krizin etkisini gösterdiği 2009 yılını takiben bankacılık sektöründe yaşanmaya başlayan şiddetli sarsıntı ekonomiyi çöküş noktasına getirdi. Bir yıl önce ekonomik krizin ülkenin en büyük ikinci bankası olan Laiki Bank’ı (Halk Bankası) iflasa sürükleyecek derinliğe ulaşmasıyla birlikte de, Kıbrıs devleti Troyka’nın kapısını aşındırmaya başladı. AB Komisyonu, AB Merkez Bankası ve IMF’den oluşan Troyka, dayattığı koşulları kabul etmeye zorlamak için, 2012 yazından bu yana Kıbrıs’ın istediği krediyi onaylamıyordu. Sonunda geçtiğimiz Mart ayında bu devletin istediği 17 milyar avroluk kredinin 10 milyar

avrosunu verme kararı alan Troyka, geri kalan miktarın ülkenin “kendi kaynaklarıyla” karşılanmasını, yani esasen emekçilerin boğazına yapışarak elde edilmesini buyurdu. Verilecek borç karşılığında ağır bir yaptırım paketini şart koşan bu “kurtarma” planı, kamu harcamalarında büyük bir kesintiye gidilmesine ek olarak, öngörülen 5,8 milyar avroluk “tasarruf ” için bankalardaki tüm mevduatlardan %10’a varan bir vergi kesilmesini de dayatıyordu. Halkın kendi geleceğini bir nebze de olsa garanti altına almak üzere dişinden tırnağından keserek oluşturduğu birikimlerin önemli bir kısmını gasp etmek anlamına gelen bu ağır yaptırım, emekçi kitlelerde burjuvazinin beklemediği bir tepkiye yol açtı. Kitleler sokağa dökülürken, para çıkışı nedeniyle mali sistemin çökmesini engellemek için bankalar 12 gün boyunca kapılarını kapatıp tüm faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldılar. Gerek bu büyük tepkinin ve gerekse adadaki bankalarda milyarlarca avroluk hesapları bulunan yerli ve yabancı burjuvaların baskıları sonucunda, yaptırım paketi Kıbrıs parlamentosundan tek bir “evet” oyu bile alamadı ve Troyka geri adım atmaya mecbur oldu. Nihayetinde, Troyka’yla imzalanan 10 milyar avroluk kredi anlaşmasının önkoşulu olarak koyulan mevduat vergisi, 100 bin doların üzerindeki hesaplar için

11


marksist tutum

geçerli tutuldu. Ancak Kıbrıs parlamentosunun 30 Nisanda onayladığı* bu planın diğer yaptırımları da hiç hafif değil. Adaya yapılacak yatırımlarda vergi indirimine gidilmesi, kumarhanelerin yeniden açılması gibi kararlar burjuvazinin yüzünü güldürürken, Kıbrıslı emekçiler, ücretlerin ve emekli maaşlarının daha da düşürülmesi, özelleştirmeler sonucu işsizliğin yükselmesi, eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetlerde kesintilere gidilmesi gibi saldırılarla yüz yüzeler. Troyka’yla yapılan anlaşma gereği Laiki Bank’ın kapatılması, Kıbrıs Bankası’nın ise yeniden yapılandırılacak olması nedeniyle bu bankalarda çalışan binlerce işçi işsiz kalacak. Aynı şekilde liman, telekomünikasyon ve elektrik işletmelerinin özelleştirilmesi de binlerce işçinin sokağa atılması anlamına gelecek. Tüm bunların yanı sıra, bankalarda 100 bin doların üzerinde hesabı bulunan küçük mülk sahipleri de varlıklarının %40’ına yakınını kaybederek iflasa sürüklenecek. Söz konusu kesinti planı sonucunda ülke ekonomisinin önümüzdeki üç yılda yüzde 25 oranında küçüleceği, halihazırda yüzde 15 düzeyinde seyreden işsizliğin de yüzde 25’lere tırmanacağı tahmin ediliyor. Kıbrıs’a para giriş-çıkışının AB Merkez Bankası tarafından denetlenecek olmasının da ekonomiye önemli bir darbe indirmesi kaçınılmaz. Görüldüğü gibi Troyka’nın sözde kurtarma paketi Kıbrıslı emekçiler için tam bir yıkım planı anlamına geliyor. Burjuvazi, kapitalist ekonomiyi, krizin faturasını emekçilerin sırtına yıkarak kurtarmaya çalışırken, işin içine emperyalist güçler arasında kıyasıya devam eden rekabet de giriyor. Kıbrıs bankalarındaki mevduatların önemli bir bölümünü Rus oligarkların yüksek faiz elde etmek ve çok daha az vergi ödemek üzere bu ülkeye getirdikleri sermaye oluşturuyor. Troyka’nın 100 bin doların üzerindeki banka mevduatlarına bu ölçüde büyük bir vergi dayatması, adadaki bankalarda milyarlarca avrosu bulunan Rus burjuvazisini doğrudan etkiliyor. Bu yüzden ada

12

Mayıs 2013 • sayı: 98

emekçilerinin yanı sıra Rus burjuvazisi de bu plana sert tepki gösteriyor. Ancak “kurtarma” paketlerinde en büyük yükü üstlenen Almanya, Rus burjuvazisinin çıkışlarına, “daha az vergi ödemek için paralarını Kıbrıs’a yatıranlar kurtarma paketi geldiğinde riskleri de omuzlamalılar” diyerek meydan okuyor. Alman Maliye Bakanı Kıbrıs’ın daha fazla yabancı sermaye çekmek için vergi oranlarını düşük tutmaya dayalı ekonomik modelinin iflas ettiğini belirtirken, Avrupa Birliği, tüm üye ülkelerde banka hesaplarına el koymayı kolaylaştırmak için hazırlıklar yapıyor. Kıbrıs’ın bunun için model olarak kullanıldığı görülüyor ve aynı yönteme İtalya, İspanya, Yunanistan ve benzer durumdaki diğer ülkeler için de başvurulması bekleniyor. Bu uygulamanın mağdurunun burjuvazi değil emekçi kesimler olacağı tartışma götürmez bir gerçeklik. Zira büyük burjuvazi getirilen vergi yükünden kurtulmanın yolunu hiç de zorlanmadan buluyor. “Kurtarma planı” açıklanmadan kısa bir süre önce Kıbrıs’tan milyarlarca avro ülke dışına transfer edildi. Çiçeği burnunda devlet başkanı Anastasiadis’in damadı da, Londra’ya kaçırdığı 21 milyon avroyla bu transfer dalgasına katılanlar arasında yer alıyor. Rus oligark Alexander Lebedev ise Kıbrıs’taki kaybının 8000 avrodan daha az olduğunu, bunun için de konuşmaya değmeyeceğini söylüyor. Moskova merkezli bir yatırım şirketinin sözcüsü, karar alma aygıtlarının en üst düzeyinde hiçbir kurban bulunmadığını, geçen yıl çoğu Rus burjuvazisine ait olmak üzere 20 milyar avronun Kıbrıs bankalarından çekildiğini belirtiyor. Rusya’nın 2011’de Kıbrıs’a verdiği 2,5 milyar avroluk borcun da bu fonların çekilmesi için zaman kazanmak üzere verilmiş olabileceğini ifade ediyor. Yani her yerde olduğu gibi Kıbrıs’ta da krizin yükünü egemenler değil işçi sınıfı ve emekçiler çekiyor. Burjuvazi yüksek faizlerle, düşük vergilerle, şişirilen emlak balonuyla vs. cebini doldururken, fatura emekçi kitlelere çıkarılıyor. Bu arada Avrupa burjuvazisi, Kıbrıs’ın içine düştüğü durumdan “alım güçlerinin çok üzerinde harcama yaptığını”, “kaynakları har vurup harman savurduğunu” iddia ettiği emekçileri ve Rus oligarkları sorumlu tutan bir ideolojik propaganda yürütüyor. Böylece hem emekçi kitlelerin sesi kısılmak isteniyor hem de Rusya’yla kozlar paylaşılıyor. Rusya, Avrupa Birliği için hem ekonomik hem de politik açıdan büyük bir rakip. Ekonomik krizin derinleştiği ve emperyalist savaşın kızıştığı bu süreçte, bu rekabet her alanda daha sert bir şekilde yürüyor. Örneğin Rus burjuvazisinin Kıbrıs bankalarına yatırdığı yaklaşık 20 milyar avro, gerek Avrupa gerekse Amerikan bankalarının iştahını kabartıyor. Dolayısıyla bu parayı adadan çıkararak kendilerine çekme arzusu, AB ve ABD için önemli bir motivasyon kaynağı. Öte yandan, Batı emperyalizminin Kıbrıs’a yö-


sayı: 98 • Mayıs 2013

nelik politikalarında NATO ile Rusya arasındaki kapışma da önemli bir rol oynuyor. Rusya’nın Doğu Akdeniz’de kalıcı bir donanma bulunduracağını açıkladığı bugünlerde, Kıbrıs, emperyalist savaşın hararetle yürüdüğü bu bölgede askeri açıdan önemli bir üs niteliği taşıyor. AB ve ABD bu üssü Rusya’ya terk etmek istemiyor. Bunun yanı sıra, birkaç yıl önce ada açıklarında keşfedilen zengin doğalgaz yatakları da Avrupa’nın gözlerini bu bölgeye dikmesinde rol oynuyor. Rusya’ya enerji bağımlılığı içinde olan Avrupa, bir taraftan bu kaynak sayesinde Rusya’ya bağımlılığını ortadan kaldırmak isterken, diğer taraftan bu kaynakların Rusya’nın kontrolüne geçmesinin de önünü kesmek istiyor. Çünkü bu durumun Rusya’nın elini iyice güçlendireceğini ve Kıbrıs üzerinden eline büyük bir koz geçireceğini biliyor. Nitekim Kıbrıs’ın doğalgazın çıkarılması için Rusya’yla anlaşmaya meyilli olması ve Avrupa’nın borç talebini karşılamaması nedeniyle doğalgaz rezervleri karşılığında Ruslardan borç talebinde bulunması, borç vermekte uzun süre direnen Avrupa’nın süreci daha fazla uzatmamasında önemli bir etken oldu.

Liberal düşlere de milliyetçiliğe de hayır Avrupa’nın bu yıl durgunluktan kurtulamayacağı, ekonomisi en güçlü AB ülkesi olan Almanya’nın da şimdiye dek düşük oranlı da olsa sürdürebildiği büyümeyi bu yıl gerçekleştiremeyeceği öngörülüyor. Bu durum krizin işçi sınıfını vurmaya devam edeceğini ve burjuvazinin yeni iş olanakları yaratmak bir yana çok daha saldırgan davranacağını gösteriyor. Nitekim çeşitli Avrupa devletleri bugünlerde birbiri ardına yeni kesinti programları açıklıyorlar. Son olarak, Troyka’ya 78 milyar avro borcu olan Portekiz hükümeti 2015’e kadar 4,8 milyar avroluk yeni bir kesinti programı uygulayacağını duyurdu. Buna göre, emeklilik yaşı 65’ten 66’ya çıkarılacak, kamu çalışanlarının sayısı 30 bin azaltılacak ve haftalık çalışma süreleri 35’ten 40 saate çıkarılacak. Görüldüğü gibi, burjuva hükümetlerin “bu acı ilacı bir seferliğine içeceğiz ve sonra düze çıkacağız” diyerek uygulamaya koydukları kesinti programlarının sonu bir türlü gelmiyor. Bu arada burjuvazi toplumsal muhalefeti bastırmak için birçok ülkede “sosyalist” sıfatlı reformist partilerin önünü açıyor ve işçi sınıfı dört yıllık bir seçim dönemi boyunca bu sayede pasifize edilmeye çalışılıyor. Ancak bu burjuva sol partilerin de aynı kesinti programlarını hayata geçirdikleri giderek daha geniş kitleler tarafından görülüyor ve sınıf içinde devrimci arayışlar hız kazanıyor. Milliyetçi solcular ise emekçi kitlelerin önüne kurtuluş yolu olarak avrodan ve AB’den çıkışı koyuyorlar. Örneğin Kıbrıs’ta sözde komünist AKEL bir yandan avrodan çıkış için referandum çağrısında bulunurken, öte yandan “ulusal birlik” adı altında geniş bir burjuva cephe oluşturarak kapitalist sistemin krizden en az hasarla kurtulmasını sağlamaya uğraşıyor.

marksist tutum

Reformizmi ve milliyetçiliği bayrak edinen burjuva solun yalanlarının aksine, sorun, Avrupa Birliği ve avroya katılmaktan, kötü yönetimden, hükümetlerin yanlış politikalarından, yöneticilerin aşırı yüksek maaşlarından, rüşvetten vb. kaynaklanmamaktadır. Yaşanan kriz, kapitalist sistemin yapısal bozukluğundan kaynaklanmaktadır ve çözüm de işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin iliğini kurutarak ayakta durmaya çalışan bu sömürü düzeninin yıkılmasından geçmektedir. Reformizm ise bunun yerine, sermaye üzerindeki vergileri arttırarak, özelleştirilen kamu kuruluşlarını yeniden devletleştirerek ve işçi sınıfının ekonomik-sosyal haklarında iyileştirmeler yaparak düzenin ehlileştirilebileceğini savunmaktadır. Ne var ki, kurtuluş olarak sunulan ara yollar, emekçilere kan kusturan kapitalist sistemin ömrünü uzatmak dışında hiçbir işe yaramamaktadır. Örneğin Fransa’da işçi sınıfının önemli bir kesimi, Chirac ve Sarkozy yönetimlerinin uzun yıllardır uyguladıkları kapitalist saldırı politikalarına karşı, Hollande’a ve onun Sosyalist Partisine oy vermişlerdir. Ancak işsizliğe son vermek, iş ve yaşam koşullarını iyileştirmek ve tüm bunları zenginlerden daha fazla vergi toplayarak yapmak vaadiyle işbaşına gelen Sosyalist Parti iktidarı, bıraktık yeni iş olanakları yaratmayı, benzer kesinti programlarını hayata geçirmeye başlamıştır. Fabrikaların teker teker kapatılıp üretimin daha kârlı ve vergi oranlarının daha düşük olduğu ülkelere kaydırıldığı Fransa’da, işçi sınıfı işsizliğe ve kapitalist saldırılara maruz kalmaya devam etmektedir. Sosyalist Parti hükümetinin Maliye Bakanı Cahuzac ise, yüksek gelir vergisinden kurtulmak ve mal varlığını gizlemek için paralarını yurtdışına transfer eden burjuvaların başında gelmektedir. Tüm bunların yanı sıra, barıştan dem vuran bu hükümet, emperyalist amaçlarla Mali’ye asker göndermekle kalmayıp, Suriye’de de emperyalist çıkarlar uğruna iç savaşı kışkırtmaktadır. Ekonomik kriz emperyalist güçler arasındaki rekabeti alabildiğine kızıştırırken, bu durum sadece avroyu değil, bir bütün olarak Avrupa Birliği projesini çöküşe doğru sürüklüyor. Liberaller yakın döneme kadar Avrupa Birliği’ni barış, istikrar ve zenginlik abidesi olarak pazarlıyorlardı. Ancak ilk ciddi sınavda bunun ütopik bir düş olduğu çırılçıplak görülmeye başlandı. Bu düşün fazlasıyla prim yaptığı bir dönemde, Elif Çağlı, AB’nin gerçek niteliğine ve kırılgan temellerine işaret ederek, “kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri düşü bir yana, kalıcı bir Avrupa Birliği projesinin bile gerçeklerin sınavında tökezleyip sınıfta kalmaya yazgılı olduğunu” vurguluyordu. Tam da Kıbrıs’ın AB’ye üyelik sürecinin gündemde olduğu ve bu konudaki tartışmaların gerek Türkiye’de gerekse adada iyice kızıştığı bir süreçte kaleme alınan (Nisan 2003) Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum broşüründe Çağlı, AB üyeliğinin sürekli genişleyen bir refah ve demokrasi getireceği vaadinin boş bir vaat olduğunu dile getiriyordu. “İşçi sınıfının kendi örgütlü gücüne ve örgütlü müca-

13


marksist tutum

delesine güvenmek yerine, daha iyi bir gelecek umudunu bir emperyalist birliğe bağlamasının bizce savunulur bir yanı olamaz” diyen Çağlı, bununla birlikte kitlelerin yanılsamalarının bir dokunuşta yok edilemediğine dikkat çekiyordu. Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs’ta işçi ve emekçi kitlelerin çoğunluğunun hiç değilse Avrupa demokrasisi kadar bir demokratik işleyişin özlemini çektiklerini, ancak Avrupa ülkelerinde bu tür özlemlere ters istikamette gelişmeler yaşandığını ve kitlelerin bazı gerçekleri son tahlilde yaşayarak göreceklerini belirtiyordu: “AB üyeliğine demokratik hakların genişletilmesi bakımından olumlu yaklaşan Türkiyeli ya da Kuzey Kıbrıslı kitlelerin bu yanılsamalarına son verecek en güçlü faktör, son tahlilde yaşayarak öğrenecekleri gerçekler olacaktır. Üstelik bugünün dünyasında kapitalist sistemin gerçekleri, geçmişe oranla çok daha çarpıcı ve hızlı biçimde ortaya çıkıyor.” Çağlı, liberal hayallerin yanı sıra, Türkiye’de ve Kıbrıs’ta milliyetçi temellerde bir AB karşıtlığını savunan küçük-burjuva sol çevreleri de eleştiriyordu. Kıbrıs Rum kesiminde sözde komünist AKEL’in de kendi milliyetçi burjuvalarının kuyruğuna takıldığını belirten Çağlı, ihtiyaç duyulan şeyin küçük-burjuva temellere değil Marksist temellere dayanan bir AB karşıtlığı olduğunu dile getiriyordu: “Küçük-burjuva ulusalcı tepkisellik temeline oturtulmuş bir AB karşıtlığının, burjuva ulusalcılığına hizmet edeceğinin bilincinde olarak, bu tür yanlış kavrayışlara karşı mücadele etmeliyiz. İşçi sınıfı mücadelesinin enternasyonalist devrimci rotaya sokulabilmesi ve güçlendirilebilmesi için anti-kapitalist temellere dayanan bir AB karşıtlığına ihtiyaç var. AB ve benzeri konularda tatmin edici yanıtlar bekleyen ileri işçi ve emekçi unsurların zihnini açabilecek yegâne tutum da bu olacaktır.” Bugün gelinen noktada Elif Çağlı’nın dikkat çektiği hususların doğruluğu bir kez daha görülmektedir. Adanın gerek kuzey gerekse güneyinde yaşayan Kıbrıslı emekçiler, liberallerin yaydıkları yanılsamaların aksine AB’nin barış, demokrasi ve refah kalesi olmadığını bizzat yaşayarak görmektedirler. Burjuvazi Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin birleşik mücadelesinin önüne geçmek için her türlü yalana başvurmuş, milliyetçi kışkırtmalarla ada emekçilerini

14

Mayıs 2013 • sayı: 98

birbirine düşürmeye çalışmıştır. Bu propagandanın gerek kuzey gerekse güneyde son derece etkili olduğu inkâr edilemez. Türk kesiminde birlik yönündeki eğilimin son derece güçlü olduğu bir dönemde, burjuva propagandanın etkisiyle “biz zenginiz, AB’ye girerek daha da zenginleşeceğiz, bu zenginliği yoksul Türklerle neden paylaşalım” havasının hâkim olduğu Rum kesimi birliğe karşı çıkıyordu. Şimdilerde bunun ne menem bir “zenginlik” olduğu Kıbrıslı Rumlar tarafından açıkça görülüyor. Yakın döneme kadar kişi başına 20 bin avroyu aşan milli gelirle övünen Rum emekçiler, bugün kişi başına 12 bin avroyu bulan bir borç yüküyle karşı karşıyadırlar. 6 milyar avroya varan kesinti programının getirdiği yoksullaşma da cabasıdır ve bu miktar düşülen borç batağı nedeniyle her geçen gün daha da artacaktır. Tüm bu yaşananlar, Kıbrıslı işçilerin gerçekleri bilince çıkararak kapitalizme karşı birleşik mücadeleyi örmelerini zorunlu kılarken, proleter devrimcilere de bunu sağlamak için bıkıp usanmadan çalışma sorumluluğunu yüklemektedir: “AB’li ya da AB’siz kapitalizm işçi sınıfının sorunlarına hiçbir çözüm getiremez. Çürüme çağına girmiş bulunan kapitalist sistem içinde kalarak, «kötü»nün karşısında «ehven-i şer» bir çözüm sağlanabileceğini ummak kendini kandırmanın en kestirme yoludur. Türk, Kürt, Kıbrıslı, Filistinli, Iraklı vb. örneklerinde olduğu üzere, emekçi kitlelerin içinde bulundukları koşullardan kurtulabilmeleri için bir umut diyerek sarıldıkları AB ya da Birleşmiş Milletler benzeri emperyalist birliklerin «çözüm planları» bir oyalamacadır. Bu tür planlar, işçi ve emekçilerin bugün için olanaksız gördükleri devrimci çözüm yolunun önüne dikilmiş birer engelden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, işçi sınıfı ve emekçi kitleler kendi çıkarlarını temsil eden devrimci bir planı yaşama geçirmek üzere örgütlenip seferber olmadıkları sürece, burjuva seçenekler arasında sıkışıp kalmaktan ve sürekli olarak zaman yitirmekten kurtulamayacaklar. İçinde bulundukları olumsuz koşulları değiştireceğini sandıkları burjuva planlara destek vererek kendilerini kandırdıkları sürece, hem bugünlerini hem de yarınlarını emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarına kurban edecekler. Gerçek bu kadar yalın; fakat kitlelerin bunu bir çırpıda kavramasını ummak saflık olur. Proletaryanın devrimci enternasyonalist güçlerine düşen görev, gerçek çözüm yolunun kitleler tarafından kavranması için bıkmadan usanmadan mücadeleyi sürdürmektir.” (Elif Çağlı, age) n ___________________ * Sözde komünist AKEL (19), sosyal demokrat EDEK (5) ve Yeşiller Partisi (1) milletvekilleri plana olumsuz oy verirken, Nicos Anastasiadis başkanlığındaki sağ koalisyon hükümeti 29 oyla bu saldırı planını parlamentodan geçirmeyi başardı. Demokratik Yürüyüş Partisinin 19, Demokratik Partinin 9 ve Avrupa Partisinin 2 milletvekiliyle temsil edildiği bu hükümet, 56 milletvekilinden oluşan parlamentoda son derece kırılgan bir yapıya sahip.


N

eo-liberal gericiliğin yükseliş döneminin simge ismi Margaret Thatcher’ın geçtiğimiz günlerde ölmesi, hazretin bir kez daha geniş kitleler tarafından anılmasına vesile oldu. Elbette herkes kendi sınıf duygularını dışa vurarak andı Thatcher’ı. İngiltere ve dünyadaki egemen sınıf temsilcileri hizmetlerini şükranla yâdedip, onu askeri törenlerle “sonsuzluğa” uğurlarken; onun hayata geçerken koçbaşlığını yaptığı burjuva politikaların gazabına uğrayan işçi sınıfı da derin bir öfkeyle “cehenneme” yolladı Barones’i. Burjuvalar ve onların hizmetkârları televizyon ekranlarına çıkıp o olmasa İngiltere’nin mahvolacağından dem vururlarken; dünyaları yıkılıp yaşamları gerçekten mahvolmuş madenciler, onun ölüm günü için yıllardır bir köşede beklettikleri şampanyaları patlattılar yıllar içinde daha da yoksullaşan işçi mahallelerinde. Bir burjuva politikacısı için gösterilen bu kutuplaşmış tepkiler elbette onun politikalarını hayata geçirdiği dönemin karakteristikleriyle yakından ilgiliydi. 1979 yılında İngiltere’nin ilk kadın başbakanı olan Margaret Thatcher, hükümeti yönettiği 1990 yılının sonlarına kadar sadece bu ülkede değil bütün dünyada etkili oldu. O yeni bir dönemin önde gelen burjuva politikacısıydı ve bu yeni dönem işçi sınıfının haklarına dönük yoğun saldırılarla şekilleniyordu. Thatcher, burjuva sınıfın ideolojik ve politik üstünlüğünü pekiştirdiği bu büyük dönüşüm sürecinde burjuva siyasetinin gereklerini en kararlı biçimde hayata geçiren politikacı oldu. Bu yüzden simgeleşti ve dönemin uygulamaları onun adıyla anılır oldu. Aslında Thatcher başbakan olduğu 1979 yılından önce de burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden politikaların istikrarlı ve kararlı bir uygulayıcısı olduğunu göstermişti. İngiltere işçi sınıfının yaşı yeten kesimleri, bugün onu hâlâ, 1970 seçimlerinin ardından Eğitim ve Bilim Bakanı olduğunda hayata geçirdiği

Thatcher’ın Ardından Selim Fuat

15


marksist tutum

Thatcher’ın felsefesi: “Zengini daha zengin yapalım”

ilk uygulama olan yedi ilâ on bir yaş arasındaki çocuklara ücretsiz dağıtılan sütü kesmesi ile hatırlıyor. Bu yüzden o dönemde işçi sınıfı arasında adı “süt hırsızı”na çıkmıştı.1 2001’de açıklanan Bakanlar Kurulu tutanaklarına göre, Thatcher süt dağıtımının kesilmesini anaokullarına kadar yaymak istemiş ancak kamuoyu tepkisinden korkulduğu için onun bu girişimi Bakanlar Kurulunun diğer üyeleri tarafından engellenmişti. Thatcher bu türden hak gasplarını uygulamaya geçirirken hep aynı soruyu soracak, “bunu kim ödeyecek” diyecekti. 10 pennylik sütün 1,5 pounda mal olduğunu söyleyip “bunu kim ödeyecek” diye sorarken her şeyi zaten işçilerin ödediğini Thatcher elbette biliyordu. Onun derdi, işçilerin kontrolünde olmayan mekanizmalarla fiyatları şiştikten sonra çocuklara dağıtılan süte ödenen paranın başka yollarla büyük kapitalistlere aktarılmasından başka bir şey değildi. Hayata geçirdiği bütün politikaların temel amacı da her zaman bu oldu: İşçi sınıfına bedeller ödeterek kapitalistlerin sermayelerini büyütmek! 1979 yılında faşist Britanya Ulusal Cephesi seçmenlerinin kendisine oy vermesini sağlayarak seçimleri kazanmasının ardından da sermayenin ihtiyaçları temelinde oluşturduğu programını kararlılıkla hayata geçirmeye başladı. Thatcher, o dönemde öncelikli sorun olarak sermaye yatırımları önündeki en büyük engel olarak enflasyonun yüksek olmasını görüyordu. Ona göre enflasyonu arttıran başlıca etkenler ise aşırı kamu harcamaları ve kamunun borçlanmasıydı. Elbette onun sorun olarak gördüğü şey emekçiler lehine yapılan kamu harcamalarıydı.

16

Mayıs 2013 • sayı: 98

Bu “sorun”u çözmek için kamunun para harcamalarını kontrol altına aldı. Kamu adına devletin sermayeden aldığı borçların da ödenmesi gerekiyordu. Bu da ancak daha fazla verginin toplanması ile sağlanabilirdi. Demir Lady elbette bu verginin yükünü de sermaye sınıfının değil işçi sınıfının sırtına bindirmeyi tercih edecekti. Ne de olsa burjuvazi, sermayesini yatırım yapmak için korumalı, arttırmalıydı. Bu yüzden gelir üzerinden vergi almaktansa dolaylı vergilerin arttırılmasına karar verdi. Katma Değer Vergisi oranlarını aniden %15’e çıkarttı. Gerçi bunun sonucunda ortadan kaldıracağım dediği enflasyon da hızla arttı ama sorun değildi. Ne de olsa tüm yük işçi sınıfının sırtına biniyor, patronların eli rahatlıyordu. Bu türden ekonomi politikaları dünyanın pek çok ülkesinde ve elbette Türkiye’de de aynı dönemlerde hayata geçiriliyordu. Sermaye sınıfı azgınca saldırıyor, işçi sınıfını geriletiyordu. Bu politikalar yüzünden İngiltere’de işsizlik 1979’da 1,3 milyon kişi iken 1981’de 2,5 milyon kişiye yükseldi. Hızla artan işsizliğin bir diğer nedeni de sanayi sektörünün yeniden yapılanmasıydı. Burjuvazinin ihtiyaçları temelinde kimi sanayi alanları işçilerin büyük yıkımlar yaşaması pahasına terk ediliyordu. Yıllarca işçilerin emeğini sömürerek var ettikleri sermayelerini başka alanlara kaydırarak işletmelerini kapatan kapitalistler işçileri kapı önüne koyuyor, onları sefaletle yüz yüze bırakıyorlardı. Kamu işletmeleri de işçi sayısı azaltılarak ve işçilerin tüm hakları budanarak sermayedarların emrine veriliyordu. 1983’te Britanya’nın sanayi üretimi, 1978’deki düzeye göre %30 gerilemişti. İşsizliğin bu denli yükselmesi ve ekonomik durgunluk karşısında Thatcher’ın geri adım atacağını bekleyenler fena halde yanıldılar. Thatcher rüzgârın sermaye sınıfından yana estiğinin farkında olarak kararlılıkla politikalarını sürdüreceğini söylüyordu. 1980 yılındaki parti kongresinde “nefesini tutup medyatik deyimiyle U dönüşü yapmamı bekleyenlere tek bir sözüm var: İsterseniz siz dönün, Leydi dönmeyecek.” Nitekim Leydi yolundan dönmedi. Hükümet, durgunluğa rağmen vergi oranlarını arttırdı. İşsizlik de artmaya devam etti ve Ocak 1982’de 3 milyonu geçti. Gerçekte işsizlik 5 milyona ulaşmıştı. Ancak Çalışma Bakanının girişimiyle sadece işsizlik sigortası alanların işsiz sayılması sağlandığı için resmi rakamlar gerçeğin çok altında görünüyordu. Elbette işsizlik sigortası hakkı kazanmak da zorlaştırılmıştı. Thatcher sadece ekonomik alanda değil siyasal alanda da burjuva zorbalığını hayata geçirmekten geri durmuyordu. İngiltere tarafından siyasal hakları gasp edilmiş Kuzey İrlanda halkının devrimcileri de onun baskılarından nasibini alıyordu. 1981 yılında Kuzey İrlanda’daki Maze Hapishanesi’nde bulunan İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) ve İrlanda Ulusal Özgürlük Ordusu tutsakları, beş yıl önce ellerinden alınan siyasi mahkûm konumunu tekrar kazanmak için açlık grevine başladılar. Thatcher “suç suçtur, siyaset değil” diyerek tutsaklarla uzlaşmayı reddet-


sayı: 98 • Mayıs 2013

marksist tutum

ti. Açlık grevi 10 tutsağın ölümüyle 1984 Madenciler Grevi esnasında işçilere destek için sona erdi ve Thatcher hükümeti bazı işçi ailelerinin de katıldığı pek çok gösteri düzenlendi tavizler vermek zorunda kaldı. Ancak Thatcher Kuzey İrlanda sorunundaki şovenist tutumundan hiçbir zaman geri adım atmayacaktı. Elbette bu politikalar işçi sınıfı cephesinden büyük tepki görüyor, mücadele yolları aranıyordu. Ne var ki “kader” o günlerde Thatcher’dan yanaydı! Arjantin’deki cunta yönetimi de tıpkı onun gibi ekonomik sıkıntılar nedeniyle halk desteğini yitirmişti ve bu desteği arttırmanın yollarını arıyordu. Egemen sınıf açısından halkı uyutmanın ve her şeye rağmen desteğini sağlamanın başlıca yollarından biri de “düşman” yaratmaktı. 2 Nisan 1982’de Arjantin, 1830’dan beri mesine yol açan 1974 madenciler grevinden gerekli dershak iddia ettiği Falkland (Malvinas) adalarını işgal etti. leri çıkarmıştı. Bir yıl öncesinden itibaren kömür stokları Birkaç gün içinde Thatcher, bir deniz filosunu adaları arttırılmış, kömürle çalışan kimi santraller petrolle çalışır geri almak için gönderdi ve Arjantin ordusunu püskürthale getirilmişti. Madencilere destek verebilecek nakliyat tü. 1800 kişinin yaşadığı Falkland adalarındaki savaşta işçilerinin sendikasızlaşması için her türlü yol denenmiş 1000 civarında Arjantinli ve İngiliz asker öldü. İngiltere ve başarılı olunmuştu. Grev yerleri polis ablukasına alınsavaşta başarılı olunca milliyetçilikle aptallaşan halk nezdı, grev gözcülüğü yasaklandı. Grevci işçilere ve ailelerine dinde Thatcher’ın desteği arttı. Falkland savaşı sayesinkarşı büyük bir terör uygulandı. Bütün zorluklara rağmen de, Muhafazakâr Parti Haziran 1983 genel seçimleringrev süresince maden işçileri, tüm saldırılara karşı militanden önemli bir çoğunluk sağlayarak çıktı. ca mücadele ettiler. Polis saldırılarında 20 bin işçi yaralandı, 2 işçi grev gözcülüğü yaparken öldürüldü, 13 bin işçi gözaltına alındı, bunlardan 200’ü tutuklandı ama işçiler İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğünü bir yıl boyunca grevlerini sürdürdüler. geriletmek için her şeyi yaptı! Ne var ki Thatcher başarılı oldu ve grev işçilerin yeThatcher seçimlerden galip çıktığında toplumsal munilgisiyle sonuçlandı. Bu grevlerden sonra sendikalar halefeti geriletmek için derhal mücadeleye girişti. İlk ve 1970’lerdeki gücüne asla kavuşamadı. Sendikalılık oranı öldürücü saldırıyı sendikalara karşı yapacaktı. Çünkü serdüştü ve grevlerin etkisini azaltmak için yapılan hukuki mayenin ihtiyaçları doğrultusunda yapılması gereken dödüzenlemeler kalıcı hale geldi. Thatcher’in bakanlarınnüşümün karşısındaki en canlı güç sendikalarda örgütlü dan David Mellor, “Thatcher’ın en büyük başarısı sendikaların belini kırmaktı” derken bu yüzden son derece hakişçilerdi. Sendikalar, İşçi Partisi ile organik bağları sayesinlıydı. de bu partinin de Muhafazakâr Parti karşısında daha etkili Madenciler grevinin yenilgisi toplumsal muhalefemuhalefet yürütmesinde, işçi sınıfına karşı uygulamaların kolayca hayata geçmemesinde etkili oluyordu. tin bastırılmasında da dönüm noktası oldu. Thatcher bu 1984’te Parlamentoda kabul edilen Sendikalar Yasası galibiyetin ardından sermaye lehine politikalarını çok ile sendikalar siyasi alandan uzaklaştırıldı. İç demokratik daha rahat biçimde hayata geçirmeye başladı. British Telecom’dan başlayarak 1940’lardan beri kamu mülkiyeişleyişlerine müdahale edilerek örgütlenme kapasiteleri azaltıldı. Bir işyerindeki eyleme diğer işçilerin desteği yatinde olan pek çok büyük işletme işçilerin hakları gasp saklandı. Bu değişikliklerle işçi sınıfına yönelik daha kapedilerek özelleştirildi. Kuralsız ve esnek çalışma, taşeronsamlı saldırıların altyapısı hazırlanmış oluyordu. Bütün laşma alabildiğine yaygınlaştırıldı. İşsizlik hep yüksek sebu hazırlıklar büyük madenciler grevinde karşılığını bulviyelerde kalırken, toplumsal zenginlik sermaye sınıfına çeşitli mekanizmalarla sürekli olarak aktarıldı. du.2 Ancak Thatcher’ın uyguladığı politikalar yüzünden işçi Ulusal Kömür İşletmesinde 20 maden ocağının kapatılacağının, 20 bin işçinin işten çıkarılacağının duyurulsınıfının biriktirdiği öfke, burjuvazi açısından onun da bir süre sonra miadının dolmasına yol açtı. Thatcher’ın, mal masının ardından 1984 yılının Mart ayında madenlerde grevler başlamış ve kısa sürede dalga dalga yayılmıştı. varlığına dayalı hesaplanan yerel vergilerin yerine kelle verThatcher bu grevi bastırmaya kararlıydı. Hükümetin düşgisi olarak bilinen ve herkes için eşit olan bir vergiyi ge-

17


Mayıs 2013 • sayı: 98

marksist tutum Thatcher’ın getirmek istedği “kelle vergisi” büyük bir toplumsal tepkiye yol açmış ve bu tepki polis marifetiyle bastırılmaya çalışılmıştı

tirmek istemesi, ciddi bir muhalefetin oluşmasının zeminini döşedi. 1990’a gelindiğinde %15 mertebesine ulaşan yüksek faiz oranları ve Avrupa ile bütünleşme konusunda Muhafazakâr Parti içinde ortaya çıkan bölünmeler ise, hem kendisinin hem de partisinin siyasi alanda giderek zayıflamasına neden oldu. Thatcher AB’nin kurulmasını, “belki de modern çağın en büyük budalalığı” olarak nitelendiriyordu. Neticede parti içi bir müdahale ile görevini bırakmak zorunda kaldı. Ama burjuvazi onun hizmetlerini hiçbir zaman unutmadı. Çeşitli unvanlar ve pozisyonlarla onu hem maddi hem manevi olarak taltif etmekte hiçbir zaman cimri davranmadı.

Burjuvazi azılı bir temsilcisini kaybetti Thatcher hem İngiltere hem de dünya siyasetinde belirleyici bir politikacı oldu. Aberavon Lordu olan Geoffrey Howe, Thatcher’ın siyasi kariyeri için “Onun gerçek zaferi sadece bir değil iki partiyi değiştirmiş olmasıdır, öyle ki İşçi Partisi tekrar iktidara geldiğinde, Thatcherizmin ana gövdesinin artık değiştirilemez olduğu kabul edilmişti” derken hiç de haksız sayılmazdı. Nitekim onun etkileriyle sadece İngiltere’de değil tüm dünyada burjuva sol partiler klasik sosyal demokrat siyaseti terk ederek “üçüncü yol” çizgisine geldiler. Thatcher bilinçli bir işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanıydı. Ömrünü sosyalizme karşı mücadeleye adadı. Hem İngiltere’de hem dünyada sosyalizmin etkisinin yok olması için kararlı bir savaş yürüttü. Bir yandan iktisadi politikalarıyla işçi sınıfına saldırırken diğer yandan da ideolojik bir mücadele yürütüyor, toplumcu düşüncenin gözden düşmesine gayret gösteriyordu. Bu konuda onun düşüncesini en açık biçimiyle ifade ettiği sözler Womens’ Own dergisi için yapılan röportajda söyledikleridir her-

18

halde: “Çoğu kişinin bir sorunla karşılaştığında hükümetin bunu çözmesi gerektiğini düşündüğü bir devirdeyiz bence. «Bir sorunum var, yardım almalıyım» veya «evsizim, hükümet bana ev versin» diyerek kişisel sorunlarını topluma mâl ediyorlar. Biliyor musunuz toplum diye bir şey yoktur aslında. Erkek ve kadın bireyler ve aileler vardır. Hiçbir hükümet bireyler olmadan bir şey yapamaz. Bu sebepten insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır.” Toplum yoktu! Yani sınıflar, sınıf karşıtlıkları, sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması yoktu Demir Leydi’ye göre. Toplumdan ve tarihten soyutlanmış bir halde bireyciliğe mahkûm olduklarına inanmasını istiyordu insanların. Milyonlarca işçi bireysel eksikliklerinden, hatalarından dolayı işsiz kalıyor, sefalete düşüyordu! Kafalarını çalıştırsalar, başlarının çaresine baksalar hiçbir sorunları kalmayacaktı! Thatcher’ın seslendirdiği bu burjuva düşünceler, örgütlülüğün dağıtıldığı koşullarda gerçekten de bir dönem etkili oldu ve işçi sınıfından insanları atomize ederek sorunlar karşısında çaresiz kalmalarına yol açtı. Bu anlayış, bireyciliğin insanı bir zavallı haline getiren çıkışsızlığında işçileri yok olmaya sürükledi. Thatcher eşitlik anlayışına da düşmandı. Eşitlikçi politikaların herkesi daha yoksul yapacağını iddia eden kadim burjuva düşünceye sıkı sıkıya bağlıydı. “Siz sosyalistlerin programı herkesi yoksul kılmaktır, yoksulluğu azaltmak değil” diyerek İşçi Partisinin burjuva programına bile tahammül edemediğini açıkça ortaya koyuyordu. Azılı bir işçi sınıfı düşmanı olarak ömrünü tamamladı Margaret Thatcher. Dostları Reagan, Özal, Pinochet gibilerdi. Düşmanları ise madencilerden limancılara tüm bir işçi sınıfı. Bireyci ve rekabetçi sömürü toplumunun da, onun bekasında önemli hizmetleri geçmiş Thatcher gibi sonu gelecek. Dünyanın dört bir tarafındaki işçiler, Thatcher gibilerin tüm çabalarına rağmen, sömürünün sınıfların olmadığı bir dünya için mücadeleye girişiyor. İşçi sınıfı Thatcher’ı cehenneme yollarken, madencilerin, dok işçilerinin mücadele birikimleriyle bu dünyada cenneti yaratmak için yola koyuluyor. n ____________________ 1

“Thatcher Thatcher, Milk Snatcher” tekerlemesi o dönemden kalmadır.

2

bkz. İbrahim Karagil, Yenilgiler Bir Daha Yenilmemek İçindir, 1984-85 İngiliz Madenciler Grevi, www.marksist.com


Havada Direniş Var Hakan Sönmez

T

HY yönetimiyle Hava-İş sendikası arasında devam eden toplu sözleşme görüşmeleri, THY yönetiminin işten attığı 305 işçiyi mahkeme kararına rağmen geri almaması başta olmak üzere çeşitli maddelerde yaşanan anlaşmazlık nedeniyle Hava-İş’in grev kararı almasıyla sonuçlandı. Sendikanın 15 Mayısta başlayacağını ilan ettiği grev, 14 bin işçiyi kapsıyor. AKP hükümeti, stratejik olarak nitelendirdiği bu sektörde gerçekleştirilecek olan grevi Bakanlar Kurulu kararıyla “ertelemek”, yani yasaklamak da dahil her türlü girişimde bulunacağının sinyallerini veriyor. Yüzde 51’i devlete ait olup yüzde 49’u da “halka” arz edilmiş durumda olan THY, yoğun sömürü sayesinde kısa sürede dünyanın sayılı havayolu şirketlerinden biri haline gelmiş bulunuyor. Türkiye’nin emperyalist politikalarına paralel bir gelişme gösteren THY’nin, örgütlü, sendikalı ve grev silahını elinde bulunduran işçilere kesinlikle tahammülü yok. Geçen yıl başlayan toplu sözleşme sürecini THY yönetimi elinden geldiğince baltalamaya çalıştı, ancak işçilerin elinde grev silahının olması onun dilediği adımı atmasını engelliyordu. Tam da böyle bir dönemde AKP hükümeti hava işkolunda grev yasağı getiren yasayı Meclis’e getirdi. İşçiler

grev yasağına karşı bir gün iş durdurma eylemi gerçekleştirdiler ve bunun sonucunda 305 işçi işten atıldı. İşçiler işten atıldıklarını cep telefonlarına gelen mesajlarla öğrendiler. THY yönetimi gönderdiği cep mesajlarında işçilerin “kanunsuz eylem” yapmaktan dolayı işten atıldığını söylüyordu. İşçiler neredeyse bir yıldır, çeşitli eylemlerle haklı ve onurlu mücadelelerini sürdürüyorlar. Meclis’ten bir gecede geçen grev yasağı, 2012 yılının Ekim ayında yeni sendikalar kanununun yürürlüğe girmesiyle kalkmış oldu. Bunda uluslararası sendikaların oluşturdukları basıncın da önemli bir rolü vardı. THY yönetimi işten atılan ve iade davası açan işçiler için hukuki süreci bekleyeceklerini, eğer işçiler kazanırsa işe geri alacaklarını söylemişti. Ancak işten atılan işçiler davayı kazandıkları halde THY yönetimi işçileri işe almadı ve temyize gitti. Yargıtay’ın da işçileri haklı bulması ve işe iade kararını onamasına rağmen THY yönetiminin atılan işçileri işe almamada ısrar etmesinin ve toplu sözleşmeyi sürekli yokuşa sürmesinin temel nedeni, karşısında örgütlü işçiler görmek istememesidir. Çünkü sermaye ve emrindeki AKP hükümetinin THY için yeni büyük hedefleri var. Bu hedeflere ulaşmak için sendikanın ayakbağı olmaktan çıkarılması gerekiyor. Sermayenin temsilcileri hedeflerine işçilerin grev tehdi-

19


marksist tutum

di altında ulaşamayacaklarını çok iyi biliyorlar. THY’nin çok kısa zamanda nasıl büyüdüğüne, gelecekteki hedeflerine baktığımızda sermayenin asıl amacının ne olduğunu da net bir şekilde görebiliriz. 2012’de satış gelirlerini bir önceki yıla göre yüzde 26 artışla yaklaşık 15 milyar TL’ye yükselten THY, 2011’de 19 milyon TL olan net kârını da yüzde 620 arttırarak 1,133 milyar TL’ye yükseltti. Burjuva medyada bu durum gurur tablosu olarak sunulurken, THY’nin kısa zamanda böyle bir kâra nasıl ulaşabildiğine değinilmiyor elbette. İşçilerin grev yasağı sırasında eylem yapmasına tahammülü olmayan AKP hükümeti, havayolu işçilerini rahatları yerinde olmakla ve yüksek maaş almakla suçluyor. Peki işçiler bu kadar rahatsa ve yüksek maaş alıyorsa nasıl oluyor da THY kısa sürede bu kadar kâr elde ediyor? Türkiye’nin emperyalist amaçları temelinde yol alan THY, Afrika’ya en çok uçak seferi düzenleyen havayolu şirketi durumunda. THY Afrika’nın çeşitli ülkelerine uçak seferleri düzenleyerek hem geleceğe yatırım yapıyor hem de Türkiye’nin emperyalist politikalarına hizmet ediyor. Gelecekteki hedeflerine ulaşmak için uçak filosunu da büyütüyor. Peki kaynak nereden geliyor? Tabii ki işçilerin sırtından. AKP hükümeti iktidara geldiği günden bu yana işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarını teker teker budadı. Bunları yaparken medya aracılığıyla kamuoyu oluşturup saldırıları şirin göstererek işçilerin gözlerini boyadı. Geçen on yıllık süre zarfında Türkiye ekonomisi hızla büyüdü ve dünyanın 17. büyük ekonomisi durumuna geldi. Peki, büyümeden işçilerin payına ne düştü? İşçilerin payına düşen taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, uzun iş saatleri, düşük ücretler ve katliam düzeyinde iş kazaları oldu. Ancak bu tabloya rağmen AKP hükümeti işçi-emekçi kitlelere ekonomik büyüme üzerinden propagandasını yapmaya ve bunu bir gurur tablosu olarak göstermeye devam etti. İşçi sınıfı her geçen gün yoksulluğun ve sefaletin pençesine yuvarlanırken, THY gibi birçok şirket hızla büyüdü ve tekel durumuna yükseldi. THY de tıpkı öteki şirketler gibi az işçiyle, uzun ve yorucu iş temposuyla büyüdü ve dünyanın sayılı havayolu şirketlerinden biri haline geldi. Türkiye’nin ekonomik büyümesinden gurur duyulmasını isteyen sermaye temsilcileri aynı göz boyamayı THY’nin büyümesi için de yapıyorlar. THY’nin sadece reklâmlara harcadığı para 100 milyon TL. Peki kaynak nereden geliyor? Tabii ki işçilerin sırtından. Sermaye göz boyamak için reklâmlara oluk oluk para akıtmaktan çekinmiyor. Televizyon kanallarında İstiklâl Marşı eşliğinde dönen reklâmlarda, THY her yere uçarak Türkiye adına “büyük bir iş” gerçekleştiren bir kurum olarak sunuluyor. Böylece işçilerin gururu okşanarak sömürü gizlenmiş oluyor. Sermayenin ve AKP’nin tescilli hizmetkârı olan THY

20

Mayıs 2013 • sayı: 98

yönetim kurulu başkanı Hamdi Topçu, medyaya verdiği demeçlerde, “milli gururu” okşayarak nasıl göz boyadıklarını da anlatmış oluyor. Bakın Topçu ne diyor: “Biz de bir dünya birinciliği aldık, bu dünya birinciliğini alırken bütün dünyadaki uçtuğumuz noktalarda bu bayrağı göndere çektik. Dedik ki artık bu İstiklal Marşı’nı çalmayı hak ettik. Böyle bir fikir arkadaşlardan çıktı. Yurt dışındaki uçtuğumuz şehirlerin yerel çalgılarıyla olsun, oranın kültürüyle olsun, İstiklâl Marşımızı onlara da çaldıralım. Kapanışı da Kız Kulesi’nde bağlama ile yaptık. Bu gurur hepimizin, bize ait bir gurur değil. Ben bugün THY’nin başında varım, yarın yokum. Böyle bir reklâmdan rahatsız olan varsın olsun. Bu tanıtımı izledikten sonra beni ağlayarak arayanlar oldu.” THY’yi 2003’te 1,5 milyar dolar civarında bir ciro ile aldıklarını anlatan Topçu, “Şu anda iştirakleriyle beraber 11 milyar dolar cirosu var. Artık THY bir dev oldu. Bu benim şahsi servetime giden bir dev değil, bu ülkenin değeri. Bununla hepimiz gurur duymalıyız.” Günde 16 saat uçan, kanser dâhil birçok meslek hastalığına yakalanan, ailesinin yüzünü bile göremeyen binlerce THY işçisi ve ömrü boyunca uçağa binemeyecek milyonlarca işçi, emekçi bu tablonun neresinden gurur duyacak? İşçi sınıfı örgütlü ve bilinçli olmadığı sürece bu yanılgılara kapılacaktır. Ancak örgütlü ve bilinçli bir işçi şu soruyu sorarak oyunu bozmasını bilecektir: Bizi sömüren sermayenin büyümesinden neden gurur duyalım ki? Türkiye’nin emperyalist amaçları temelinde yol alan THY, Afrika’ya en çok uçak seferi düzenleyen havayolu şirketi durumunda. THY Afrika’nın çeşitli ülkelerine uçak seferleri düzenleyerek hem geleceğe yatırım yapıyor hem de Türkiye’nin emperyalist politikalarına hizmet ediyor. Gelecekteki hedeflerine ulaşmak için uçak filosunu da büyütüyor. Burjuva medya, THY’nin filosunu büyütmesini, “dünyada birçok havayolu şirketi ekonomik sıkıntı nedeniyle büyük sıkıntılar yaşarken THY rekor siparişlerle dikkatleri üzerine çekti” diyerek duyurdu. Hamdi Topçu’nun yaptığı açıklamaya göre bir ay içinde Airbus’tan 137, Boeing’den 115 uçak alınacak ve 2020 yılına kadar 252 uçak siparişi tamamlanmış olacak. Uçak filosunu bu şekilde büyüten THY, şu anda doğrudan kendi bünyesinde çalıştırdığı işçilerin sayısını 2020 yılına kadar 15 bin 679’dan yaklaşık 29 bine çıkarmayı hedeflediğini söylüyor. THY’nin hedeflerine ulaşması için sömürünün daha da yoğunlaşması, sendikanın ve grev hakkının ayakbağı olmaktan çıkarılması gerekiyor. Güçlü ve örgütlü bir işçi sınıfı THY’nin hedeflediği sömürüye asla izin vermeyecektir. Bu kadar büyük bir filonun işini 29 bin işçinin yapması demek, işçilere köle gibi çalışmanın dayatılması demektir. Gözünü kâr hırsı büyüyen sermaye bu amacına ulaşmak için her türlü engeli kaldırma niyetindedir. Bugün THY yönetiminin toplu sözleşme görüşmelerini bu şekilde yokuşa sürmesi sadece yönetim kurulu başkanının


sayı: 98 • Mayıs 2013

ve çevresindekilerin artniyetlerinden değil, bizzat sermayenin emrinde bulunan AKP hükümetinin bilinçli politikasından kaynaklanmaktadır. Böylesine büyüyen ve kâr eden bir kuruluş sermayenin iştahını kabartmaktadır. Dolayısıyla karşısında iştahını kursağında bırakacak sendikalı ve örgütlü bir işçi sınıfı bulunmasını istememekte, bu sektörü dikensiz gül bahçesi haline getirmeye çalışmaktadır. AKP hükümeti böylesine önemli bir sektörde grevin nasıl büyük bir silah olduğunun fazlasıyla farkındadır. Nitekim THY işçilerinin saldırı yasasına karşı yaptığı bir günlük grev oldukça etkili olmuş, birçok sefer ertelenmiş ve AKP hükümeti korkuya kapılmıştı. Grevle ilgili endişelerini başbakan ve diğer bakanlar ardı ardına açıklamışlardı. Başbakan yaptığı açıklamada özellikle bu tip stratejik sektörlerde grevin işçilerin elinde ne kadar önemli ve güçlü bir silah olduğunu ve bundan duyduğu endişeyi de itiraf ediyordu: “Düşünün ki bu grev kanunsuz değil kanunlu olarak da yapıldığında, uzun süreli bir grev olduğu zaman bunun bedelini kim ödeyecek, kim öder? Millet ödeyecek, millet öder. Bu stratejik bir kurum ve bu stratejik kurumda atılacak bu tür adımlar ciddi manada ülkemizde çöküşün habercisi olur ki, buna fırsat vermemek gerekir diye düşünüyorum.” Erdoğan grev yasağının gerekçesini milletin bu işten zarar görmesi olarak açıklıyor. Yani işçilerin ellerinde hiçbir güç olmasın, kendilerine dayatılan her koşula boyun eğsinler diyor. AKP hükümeti THY’nin daha da büyümesi için işçilerin haklarını tırpanlayarak, uzun iş saatlerini dayatarak işçileri kölelik koşullarına mahkûm etmek istiyor. AKP hükümeti ve THY yönetimi, grev silahı olmayan bir sendikanın toplu sözleşmede hiçbir gücünün olamayacağını ve talepleri için mücadele edemeyeceğini gayet iyi biliyor.

THY ne pahasına büyüyor? Türkiye ekonomisi nasıl işçilerin acımasız sömürüsü temelinde büyüyorsa THY de aynı şekilde çalıştırdığı işçileri acımasızca sömürerek büyümeye devam ediyor. THY rekor sayıda alımlar yaparak uçak filosunu büyütürken çalıştırdığı işçi sayısında hiçbir değişiklik yok. Üstelik THY bünyesinde hizmet veren 10 bine yakın işçi de taşeronda çalışıyor. İşçilerin grev yasağına karşı yaptığı eylemle birlikte hükümet THY işçisine karşı “rahat çalışıyorlar”, “sürekli gezip tozuyorlar” şeklinde kara propaganda yürüttü. Oysa işçiler gerçekliğin hiç de öyle olmadığını, yaşadıkları somut koşulları dile getirerek anlatıyorlar. Gerçekleri bir grup THY işçisinin ağzından dinleyelim: “Çalışma sürelerimiz çok belirsiz. Çoğu zaman, işten eve dönmemiz gereken saatten çok daha geç dönüyoruz. Düzenli bir sosyal yaşamımız yok. Mesai süremiz 16 saat. Bazen kaptanın kararına göre 18 saate çıkabiliyor. Arkasından doğru dürüst dinlenemeden tekrar mesai yapıyoruz. Ama biz makine değiliz. Yabancı ülkelerde çalıştığın

marksist tutum

gün sayısı kadar dinlenme günü veriyorlar. Ama biz 6 gün çalışıp, 1 gün dinlenebiliyoruz. Çalışma koşullarımız çok yorucu. Patronlar bütün enerjimizi tüketecek şekilde çalıştırıyor bizi. Bu kadar uzun ve yorucu koşullara rağmen, haftalık 180 saatin parasını alamıyoruz. Ancak havada kaldığımız sürelerin parasını veriyorlar. Ayrıca bu işte sağlığımız da tehlikede. Uçuş anında kabinlerde basınç alıyoruz. Basınçtan dolayı işitme kaybı oluyor. İç organlarda sarkmalar meydana geliyor. Bunların dışında bir de radyasyona maruz kalıyoruz. Kansere yakalanma riskimiz yüksek. Biz işçiler sayesinde THY 9 yılda uçak sayısında 3 katına, koltuk sayısında 4 katına çıktı. Az elemanla çok işler yapıldı. Sürekli büyük kâr oranları açıklanıyor. Ama sıra bize gelince, bir türlü zam yapılmıyor.” (UİD-DER İşçi Dayanışması bülteni, no:51) Söz konusu ağır çalışma koşulları sadece uçuş personeli için değil yer kadrosu için de geçerlidir. Sefer sayılarındaki sıçramalı artışa son derece sınırlı bir teknik kadroyla yanıt verilmek istenmekte, bu da işçilerin yükünü arttırmanın yanı sıra gerekli teknik bakımları yapacak zaman olmadığı için uçuş güvenliğini de tehlikeye atmaktadır. THY işçileri kendi koşullarını ve sıkıntılarını anlatarak aslında sadece THY’nin değil bir bütün olarak sermayenin de ne şekilde palazlandığını göstermektedirler. AKP hükümeti bugüne kadar birçok saldırı yasasını yürürlüğe koyarak, taşeronlaştırmanın ve sendikasızlaştırmanın önünü açarak ekonomiyi büyüttü. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünden yararlanarak, yaptığı saldırıları “ulusal çıkar” kisvesi altında gizleyebildi. Kısacası Türkiye ekonomisi nasıl işçilerin kanı, canı pahasına büyüyorsa, THY de işçilerin yoğun sömürüsü temelinde büyüdü. İşçi sınıfı örgütsüz olduğu için sermayenin tırmanan saldırılarına karşı uzun yıllardır etkili bir direniş sergileyemedi. Ancak burjuvazi işçi sınıfının üretimden gelen gücünün nelere kadir olduğunu çok iyi biliyor. İşçi sınıfının bugüne kadar yürütmüş olduğu mücadeleler, grevler, direnişler ve devrimler burjuvazinin hafızasından silinmemiştir. Ne var ki işçi sınıfının bu büyük gücü mevcut örgütsüzlük koşullarında işçi kitlelerin hafızasından silinmiştir. THY işçilerinin yürüttükleri mücadeleyi kazanımla sonuçlandırmaları, işçi sınıfının hafızasının tazelenmesinde ve sınıf mücadelesinin yükselmesinde önemli bir kaldıraç olabilir. Tarihte olduğu gibi bugün de işçi sınıfının önünde duran siyasal, sendikal yasakları yırtıp atacak olan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Sermayenin iştahını kursağında bırakacak, hayatı durduracak grev ve direnişleri örgütleyebilmek için militan sınıf sendikacılığı anlayışıyla hareket edilmesi şarttır. Geçmişte komünist sınıf devrimcilerinin öncülüğünde hayat bulan militan sınıf sendikacılığı, yine sınıf devrimcilerinin gayretleriyle can bulacaktır. Ancak bu bakış açısıyla örgütlenir ve sendikalar bu tarzda bir mücadeleye sevk edilirlerse sermaye karşısında başarıya ulaşılabilir. n

21


marksist tutum

Mayıs 2013 • sayı: 98

Bangladeş’te Kapitalizm 1000’den Fazla İşçiyi Katletti

B

angladeşli işçiler 24 Nisanda kapitalist vahşetin en kanlı örneklerinden birini yaşadılar. Başkent Dakka’nın kenar semtlerinden Savar’da yer alan dokuz katlı bir tekstil sitesinin çökmesi sonucunda, 1000’i aşkın işçi enkaz altında kalarak korkunç bir şekilde can verdi. İşçiler bir gün önce fabrika sahiplerini ve bina sahibini çatlaklar konusunda uyararak binanın çökebileceğini ve içeri girmek istemediklerini söylemişlerdi. Ancak fabrika patronlarının bu uyarıya tepkisi, işçileri işten atmakla tehdit ederek onları çalışmaya zorlamak oldu. Onlara göre bina güvenliydi, hatta uzmanlar da bu doğrultuda bir rapor vermişlerdi. Ancak bir gün sonra, dünyadaki en büyük işçi katliamlarından biri olan bu korkunç olay meydana geldi ve binlerce tonluk enkazın altında kalan 3000 işçinin 1000’inden fazlası yaşamını yitirdi. Sağ kalan yüzlerce işçinin büyük bir bölümü ise ağır yaralanıp sakatlandı. Bu korkunç facia, kapitalistlerin kâr uğruna işçileri göz göre göre ölüme göndermesi sonucunda yaşandı.

22

Rana Plaza adındaki bu sitede Mango, Benetton, Primark, Loblaw gibi ünlü Avrupa markaları için üretim yapan beş fabrikanın yanı sıra bir banka ve 300 dükkân bulunuyordu. İşçilerin çoğunun kayıtdışı çalıştırılması nedeniyle sitedeki işçi sayısı tam olarak bilinemeyip, yaklaşık 3200 işçinin çalıştığı tahmin ediliyor. Bangladeş, yüksek büyüme oranlarıyla ve buna kaynak teşkil eden yoğun işçi sömürüsüyle dikkat çeken bir ülke. Büyüme de esas olarak, işçilerin son derece ağır koşullarda çalıştırılıp sularının sıkıldıkları tekstil sektörüne dayanıyor. 24 milyar dolara ulaşan ülke ihracatının yüzde 80’ini tekstil ürünleri oluşturuyor. Çin’den sonra en büyük tekstil üreticisi olan Bangladeş’te 4 milyona yakın işçi bu sektörde çalışıyor. Günde 12 saatten fazla çalışan ve aylık 30-40 dolar civarındaki asgari ücrete talim eden bu işçilerin ezici çoğunluğunu ise kadınlar oluşturuyor. Tekstil devleri, sendikanın, yasanın, kuralın olmadığı ya da tanınmadığı bu ülkede, işçileri iliklerine dek sömürerek kârlarına kâr katıyorlar. Yüzde 80’e varan kâr oranla-


sayı: 98 • Mayıs 2013

rına ulaşan bu dev firmalar, bu sömürüyü, düşük bir pay verdikleri Bangladeş’teki taşeronları aracılığıyla gerçekleştiriyorlar. Böylece her türlü kötülüğün sorumluluğu Bangladeşli patronlara yıkılırken, Avrupalı ve Amerikalı sömürücüler “çağdaşlık” taslayarak sütten çıkmış ak kaşık pozları kesiyorlar. İşçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin hiçbir şekilde alınmadığı, patronların sendikaların örgütlenmesine kesinlikle izin vermediği, iş yasalarının son derece geri olduğu ve patronlara yönelik hiçbir ciddi yaptırımın bulunmadığı Bangladeş’te, hükümet “yatırımcılar için koşulların çok iyi olduğunu” söyleyerek “ucuz emek nedeniyle yatırımların artmasıyla” övünüyor. Bangladeş’in kadın başbakanı Şeyh Hasina’ya göre, çoğu kadın 1000’den fazla işçinin yaşamını yitirdiği Rana Plaza katliamı da “sadece bir kaza” ve “hiçbir işveren bir kazadan dolayı suçlanamaz”! Daha beş ay önce yine aynı bölgedeki bir tekstil fabrikasında çıkan yangında 112 işçi feci şekilde can vermiş, ancak fabrika patronuna ve diğer yöneticilere bu katliamdan dolayı hiçbir ceza verilmemişti. Rana Plaza faciası da burjuva devletin sermayeyi ne pahasına olursa olsun palazlandırma politikasının bir ürünü olarak yaşandı. Hükümetle ve yerel yönetimlerle yakın ilişki içindeki bina ve fabrika sahiplerinin bataklık bir zemin üzerinde inşa ettikleri bu site Savar belediye başkanının onayıyla faaliyete geçirilmişti. Sermaye, böylesine rahat bir şekilde at koşturduğu bir ortamda, binlerce işçiyi Rana Plaza gibi bir tabutluğa tıkıp sömürmekte de hiçbir engelle karşılaşmadı. Sonuç 1000’den fazla ölü! Bu katliamın ardından yükselen tepkiler sonucunda Rana Plaza’nın sahibi tutuklandı. Ancak mevcut yasalara göre, suçlu bulunsa dahi en fazla üç yıl hapis cezası alacak ve yeni katliamlar gerçekleştirmek üzere dışarı salınacak.

Bangladeşli işçiler öfke kusuyor Katliamın ardından Bangladeş’te on binlerce işçi sokağa döküldü. İş durduran işçiler fabrika önlerinde ve sokaklarda protesto gösterileri yaptı, ana yolları bloke etti, polisle çatıştı. Muhalefet partileri iki günlük genel grev çağrısı yaparken, BNP gibi burjuva muhalefet partilerinin asıl amacı işçilerin öfkesini yatıştırıp gazını almaktı. Hükümetin bu isyana tepkisi ise işçileri işten atılmakla tehdit ederek ve üzerlerine polisi salarak işe geri dönmeye

marksist tutum

zorlamak oldu. Ancak bu tehdit ve saldırılar işçilerin öfkesini yatıştırmak yerine daha da arttırdı. Patronlar grev ve protestoları engellemek ve fabrikalarının tahrip edilmesini önlemek için katliamı takip eden haftasonunda işyerlerini kapattılar. Fakat işyerleri yeniden açıldığında, sanayi bölgelerindeki on binlerce işçi yine iş durdurdu, üretimin durmasını engellemek isteyen patronların fabrikalarına saldırdı ve sokaklara dökülüp yolları bloke ederek polisle çatıştı. Bangladeş Tekstil Üreticileri ve İhracatçıları Birliği önünde toplanan 1500 işçi de patronları protesto etti. Tüm bu eylemlerde polisin cop, gaz ve basınçlı suyla gerçekleştirdiği saldırılarda onlarca işçi yaralandı. İşçiler fabrika sahiplerinin tutuklanıp en ağır şekilde cezalandırılmasını, tüm işyerlerinde güvenlik önlemlerinin alınmasını, ölen işçilerin ailelerinin kayıplarının karşılanmasını, yaralılara da tazminat ödenmesini ve tüm hastane giderlerinin karşılanmasını talep ediyorlar. Fabrika binalarının son derece çürük olmasından dolayı, dünya standartlarına uygun bir bina güvenlik yönetmeliği çıkarılmasını ve sıkı bir denetim yapılmasını istiyorlar. Kölelik koşullarında çalışmaya mahkûm edilen Bangladeşli işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için giriştikleri mücadele son yıllarda giderek kitleselleşip militanlaşıyor. Ne var ki mevcut örgütsüzlük koşullarında, bu mücadele düzen partileri tarafından kolaylıkla manipüle edilebiliyor. Devrimci bir örgütlülükten yoksun oluşları, işçileri ekonomik mücadelenin dar sınırlarına hapsediyor. Kapitalizmin yarattığı bu insanlıkdışı koşullardan kurtulmanın yolu, bu düzeni yıkmayı hedefleyen devrimci bir mücadeleden geçmektedir. İşçilerin canını alan, onları bu koşullara mahkûm eden, kapitalist sömürü sistemidir. İşçilerin kurtuluşu, işçi katili bu sömürü düzenini yıkmaktan ve sosyalist bir dünya kurmaktan geçiyor. n

23


Marksizmin Aydınl M

arx ve Engels’in kapitalizmin eleştirisi temelinde yürüttükleri analizler, sosyalizmin bilimsel tarzda kavranabilmesi bakımından birer temel taşı niteliği taşırlar. Gerek Engels gerek Marx, gençlik dönemlerinden başlayarak felsefe çalışmalarının yanı sıra ekonomi politik konusundaki çalışmalarını da ilerletmeye koyulmuşlardır. Marx’ın giderek yoğunlaşacağı bu çalışmalar, Avrupa’da yükselen 1848 devrimci dalgasının yüklediği siyasi görevler nedeniyle bir süre kesintiye uğrar. Marx ve Engels’in birlikte üstlendikleri siyasal ve örgütsel mücadele, 1847 Haziranında Komünistler Birliği adlı örgütün Engels’in öncülüğünde kuruluşuyla ivme kazanır. Bu çabalar temelinde döşenmeye başlanan devrimci temeller, 1848 yılında yine Marx ve Engels’in ortak eseri olan ve işçi sınıfının devrimci mirası içinde kilit bir role sahip bulunan Komünist Manifesto’da daha gelişkin ve sağlam bir düzeye ulaşır. 1848’de Avrupa’yı bir uçtan diğer uca sarsan siyasal devrimler dönemine, Marx ve Engels’in birlikte ya da ayrı ayrı kaleme aldıkları pek çok makale ve çözümleme eşlik eder. Bunların ve ilerleyen zaman içinde buna eklenecek olan bu tür belgelerin tümü, günümüz siyasal ve örgütsel sorunlarının çözümüne eşsiz biçimde ışık tutan zengin bir kaynaktır.

Ekonomi politik Engels Anti-Dühring’te, ekonomi politiğin insan toplumunda yaşam araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimi olduğunu belirtir. Ekonomi politik, 17. yüzyıl sonlarında gelişmeye başlamış ve İngiltere’nin kapitalizmde kaydettiği ilerlemenin de bir ürünü olarak 18. yüzyılda o topraklardan yükselen Adam Smith, David Ricardo gibi önde gelen düşünürlerin önemli eserleriyle yol almıştır. Ne var ki Marksizmin genelde Aydınlanma dönemi filozoflarına ve onların yöntemlerine yönelttiği eleştiriler, kapitalist topluma egemen olan iktisadi yasaları keşfetmeye çalışan bu düşünürler için de geçerlidir. Onlar bu yasalara, bir kez bulunduğunda toplumların iktisadi yaşamına ilişkin her şeyi açıklayacak, değişmez ve ölümsüz öğretiler şeklinde yaklaşmışlardır. Oysa bilindiği gibi, tarih boyunca çeşitli toplumlarda üretim tarzları değişikliğe uğramıştır. Buna bağlı olarak, üretim ilişkilerinden bölüşümün biçimine dek toplum-

24

sal yaşamı belirleyen pek çok temel faktör de değişmiştir. Hatırlanacağı üzere, çeşitli halk topluluklarının uygarlık tarihi öncesi, toprakta komünal (ortaklaşa) mülkiyetin hüküm sürdüğü köy topluluklarına, aşiret yaşamına dayanır. Bu toplumsal örgütlenme biçiminde, ürünlerin genelde eşitlik temelinde bölüşümü egemendir. Üretilen ürünlerin komünal topluluğun üyeleri arasında belirgin biçimde eşitsiz bölüşümü başladığında, bu değişim zaten komünal topluluğun dağılmaya başladığının da göstergesi olmuştur. Üretimin komün içi bölüşümünde farklılıkların ortaya çıkması, giderek bu topluluklar içinde sınıf farklılaşmasının doğmasını da getirmiştir. Böylece insan toplumu, sömürenlerle sömürülenler, bunun yansıması olarak egemen sınıfla egemenlik altına alınan sınıf şeklinde bir ayrışmaya uğramıştır. Bu noktadan sonra insanlık tarihi sınıflı toplumların tarihi olarak, çeşitli üretim tarzlarının doğuşuna, yükselişine, gerileyişine, çöküşüne ve yıkılışına sahne olmuştur. Marksizm, tüm bu insanlık tarihi boyunca görülen farklı üretim tarzlarının farklı yasalarını keşfetmeye çalıştığı kadar, bunların karşılaştırılmasıyla kavranabilen bazı sonuçları da çıkarsamaya çalışmıştır. Örneğin Engels’in belirttiği üzere, bir üretim tarzı ne denli hareketli, gelişime ve evrime yatkınsa o üretim tarzının uzantısı olan bölüşüm ilişkileri de bu verili tarza o denli daha kısa bir tarihsel dönemde başkaldırmaya başlar. Tarihsel gelişme içinde bu yasayı kanıtlayacak en somut örnek, asya tipi üretim tarzının egemen olduğu eski Doğu toplumları ile kapitalist üretim tarzının karşılaştırılmasıdır. Eski Doğu toplumları başka coğrafyalarda gelişmeye başlayan kapitalizmin dışsal etkisi nedeniyle çözülmeden önce, varlıklarını aynı asya tipi üretim tarzı temelinde değişmeden asırlarca sürdürebilmişlerdir. Oysa birkaç yüzyıllık geçmişe sahip bulunan kapitalizm ve özellikle de büyük sanayi temelinde dünyaya egemen olan modern kapitalizm, çok kısa bir tarihsel dönem içinde sarsıcı bunalımlarla yüz yüze gelmiştir. Günümüzde ise kapitalist sistem, dünyanın tümünde kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerinin dayanılmaz hale gelen eşitsizliğinin yarattığı yıkıcı bir tarihsel sistem kriziyle boğuşmaktadır. Ekonomi politik kapitalizmin gelişimine koşut olarak gelişen bir bilim dalı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak Marx’a gelinceye dek, iktisat bilimi adına ortaya konan


lattığı Gerçekler /3 Elif Çağlı her şey hemen tamamen kapitalist üretim biçiminin doğuşu ve gelişiminin incelenmesiyle sınırlı kalmıştır. Bu sınırlılığı içinde ekonomi politik en gelişmiş haliyle, üretim ve değişimin feodal biçimlerinden arta kalanların eleştirisiyle işe girişmiş ve bunların kapitalist biçimlerle değişmesi gereğine dikkat çekmiştir. Kapitalizmin eleştirisine giriştiği noktada ise ya ütopik düzeyde kalmış ya da kapitalizmin iyileştirilmesine yönelik reformcu veya ahlâkçı öğretiler ileri sürmüştür. Engels’in belirttiği gibi, burjuva ekonomisinin eleştirisini en son sınırına dek ilerletebilmek için üretim, değişim ve bölüşümün kapitalist biçimini bilmek yeterli değildir. Kapitalizm eleştirisini olması gereken ileri noktaya taşıyabilmek için, kapitalizmi önceleyen veya dünyanın farklı coğrafyalarında hüküm süren değişik üretim tarzlarını da hiç değilse ana çizgileri içinde irdelemek ve kapitalizmle karşılaştırmalı olarak değerlendirmek gerekir. İşte bu gerekli ama o derecede de kapsamlı işin üstesinden gelebilen Marx olmuştur. İnsanlık tarihi içinde burjuva gelişimin öncesinde yer alan çeşitli üretim tarzlarının işleyişine ve bunlara egemen olan farklı iktisadi yasalara dair teorik bilgiler, Marx’ın çözümleme ve değerlendirmeleri sayesinde elde edilebilmişlerdir. Buradan hareketle belirtecek olursak, insanların üretim ve bölüşüm koşulları ülkeden ülkeye ve her ülkede de kuşaktan kuşağa değişmektedir. O nedenle bütün ülkeleri ve bütün tarihsel dönemleri kucaklayan bir ekonomi politik bilimi olamaz. Eğer bir bilim olarak ele alınacaksa, ekonomi politik ancak insanlık tarihi biliminin bir bileşeni olabilir. Fakat bu geniş çaplı bilimsel niteliğiyle ekonomi politik, kuşkusuz bildik burjuva iktisadından çok farklı bir şeyi anlatır. Burjuva iktisat öğretileri anlamında ekonomi politik ise ancak kapitalist gelişimin başlangıç dönemlerinde görece bir bilimsel karaktere sahip olabilmiştir. Fakat bu niteliğiyle bile özel mülkiyet olgusunun sırlarını çözememiş, bir başka deyişle onu mahkûm edecek tarzda derinlere inememiştir. Özel mülkiyetin tarihsel kökenini, onun toplumsal yaşamda yarattığı sonuç ve sorunları ve burjuva ideolojisinin iddialarının aksine ölümsüz olmadığını ortaya koyan Marksizm olmuştur. Kapitalist toplumda üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, emekçinin durumuyla emeğin ürünleri arasında giderek büyüyen bir çelişkinin de yaratıcısıdır. İşçi ne kadar çok zenginlik üretirse, kendisi o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta üretirse, kendi işgücü o kadar ucuz bir meta olur. Kapitalizmde nesnelerin dünyası zenginleştikçe, insanların dünyası sığlaşır ve yoksullaşır. Kapitalizm işçiyi kendi emek ürünü karşısında, sanki yabancı bir nesne karşısındaymış gibi yabancılaştırır.

25


Mayıs 2013 • sayı: 98

marksist tutum

Kapitalist toplumda sınıf mücadelesinin henüz su yüzüne çıkmadığı bir süre boyunca, burjuva iktisadı yine de bir bilim olarak kalabilmiştir. Örneğin İngiltere’de iktisat bilimi anlamında ekonomi politik, sınıf mücadelesinin henüz az geliştiği bir dönemde doğmuş ve Ricardo (1772-1823) bu bilimsel iktisadın son büyük temsilcisi olmuştur. Onunla birlikte burjuva iktisat bilimi de, zaten aşamayacağı sınırlara gelip dayanmıştır. Ondan sonra, artık Avrupa ülkelerinde burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirdiği koşullarda, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin hem teorik hem pratik düzeyde düzen için tehdit edici boyutlara tırmandığı yeni dönem başlar. Burjuva iktisat öğretileri bir bilim olmaktan çıkmış ve burjuva ideologlar tarafından kılıktan kılığa sokulan bir politik iktisat, kapitalist ekonominin ideolojisi haline gelmiştir. O nedenle bu gerçeklikten hareketle Marksizm burjuva iktisadın bir bilim dalı olmayıp burjuvazinin ideolojisi olduğunu, politik iktisat olduğunu gözler önüne serer. Marx’ın kapitalist ekonomi üzerine tüm çözümlemeleri, bu politik iktisadın eleştirisidir. Marx bunu, Kapital’in birinci cildinin 1873 tarihli bir baskısına yazdığı sonsözde son derece açık biçimde ifade eder: “Bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanı çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştı.” Marx’ın takiben vurguladığı üzere, hâlâ bilimsel bir değere sahip olduklarını öne sürenler ise sermayenin emrindeki ekonomi politik ile proletaryanın artık görmemezlikten gelinemeyen istekleri arasında uyum sağlama çabasına düştüler. Ve işte bu, “burjuva ekonomisinin iflasının ilanıydı”. Böylece burjuva iktisat öğretileri bir bilim olmaktan çıkmış ve burjuva ideologlar tarafından kılıktan kılığa sokulan bir politik iktisat, kapitalist ekonominin ideolojisi haline gelmiştir. O nedenle bu gerçeklikten hareketle Marksizm burjuva iktisadın bir bilim dalı olmayıp burjuvazinin ideolojisi olduğunu, politik iktisat olduğunu gözler önüne serer. Marx’ın kapitalist ekonomi üzerine tüm çözümlemeleri, bu politik iktisadın eleştirisidir. Bu politik iktisatta gerçeklik burjuva ideolojisinin hizmetinde ters yüz edilmiştir, ileri sürülen tahliller olanı değil sermaye sınıfının olmasını istediklerini gösterir. O yüzden Marx’ın politik iktisat eleştirisi sözde burjuva iktisat biliminin aldatıcı nesnelliğini ortaya koyar ve onun temel çelişkilerine dikkat çeker. Burjuva iktisat teorileri üretici emeği insanla ilişkisi içinde değil, yalnızca bir kazanç kaynağı olarak dikkate

26

alır. Bu politik “iktisat bilimi”, işçide ödeme yaptığı bir üretim faktöründen başka bir şey görmez ve işçinin yoksulluğu onu ilgilendirmez. Sermaye için işçi, işletmenin çalışması bakımından gereken zorunlu giderlerden biridir yalnızca. O nedenle burjuva iktisadı işsiz işçiyi de toplumun bir unsuru olarak değil, polisin, mahkemelerin konusu bir suçlu nesne ya da en iyi ihtimalle dinin merhametine terk edilmiş bir zavallı olarak görür. Kısacası, burjuva iktisadı sermaye açısından bir zenginlik bilimiyken, işçiler açısından bir yoksullaştırma bilimidir.

Politik iktisadın eleştirisi Avrupa’da 1848 devrimlerinin yenilgiye uğramasının ardından Marx Almanya’dan sınır dışı edilir. 1849 yılı ortalarında İngiltere’ye yerleşir ve British Museum’da 1857 yılına kadar sürecek son derece kapsamlı bir araştırmaya girişir. Kapitalist ekonominin eleştirisi bağlamında yürüyen bu çalışma zaman içinde adeta derinlere inen kazılar gibi geliştikçe gelişir. Marx’ın deyişiyle, yaşamının en güzel 15 yılını kapsayan bu çalışmaların ürünü olan elyazmaları 1857 ve 1858 yılları boyunca nice defterleri doldurur. Almanca aslı itibarıyla 750 sayfalık asıl ve 230 sayfalık ekten oluşan bu muhteşem çalışmaya aslında Marx bir ad vermiş değildir. Ünlü defterler, Marx’a ait elyazmaları olarak Moskova’da Marx-Engels-Lenin Enstitüsünde yıllar boyunca saklanır ve ancak 1939 yılında Enstitü tarafından Moskova’da basılarak gün ışığına çıkartılır. Marx’ın politik iktisadın eleştirisine dair akıl almaz derinlik ve hacimdeki analizlerini gözler önüne seren bu elyazmaları, Enstitünün editörleri tarafından Almancada “taslak” anlamına gelen Grundrisse adıyla adlandırılmış ve o adla basılmıştır. Marx’a ait bu kadar büyük önemdeki elyazmalarının baskısının gecikmesindeki temel etmen ise, bu çalışmada yer alan pek çok tarihsel analiz ve tespitten ciddi biçimde rahatsızlık duyan Stalinist bürokrasinin tutumudur. Bu hususu geçerken kısaca belirtmek gerekirse, Stalinist bürokrasiyi rahatsız eden en önemli yön, Marx’ın asya tipi üretim tarzına ilişkin çözümlemelerinin Stalinist rejimin temel özellikleriyle çağrıştıracağı benzerliklerdir. Bu benzerlikler, Stalinist bürokrasinin egemenliği altında SSCB’nin modern çağda yer alan bir despotik-bürokratik diktatörlüğe dönüştüğünü, egemen bürokrasinin devletlû bir sınıf oluşturduğunu ve eski asyatik toplumlarda görüldüğü üzere devlet mülkiyetine dayanan tipte bir sömürülü toplumun ortaya çıktığını anlatmaktadır. Stalinist bürokrasi aynı nedenle, Kapital ciltlerinin basımı sırasında da bu gerçekleri çağrıştıran bazı kısımlarda tahrifata başvuracaktır. Grundrisse (Taslak) adıyla basılıp tanınan elyazmaları aslında Marx’ın deyişiyle “Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma”dır. Bu elyazmaları, burjuva iktisadın eleştirisi ve kapitalist üretim tarzının analizi kapsamında gerek Marx’ın sağlığında gerekse onun ölümünden son-


sayı: 98 • Mayıs 2013

ra basılacak pek çok esere kaynak teşkil etmiştir. Bu bağlamda anılması gereken bir ilk ürün, Marx’ın sağlığında yayınlamayı düşünmediği ve bu yüzden bir ad da vermediği ve daha sonra Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş adıyla yayınlanan 1857 tarihli yazıdır. Bunu 1859 yılında basılan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı kitap ve daha sonra da Kapital ciltleri takip eder. Bu arada, Grundrisse’nin içinde 40 sayfalık yer tutan ve Formen diye basılıp tanınan, asıl olarak da Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimlerini (Sermaye İlişkisinin ya da İlkel Birikimin Oluşumu Öncesi Süreci) açıklayan son derece önemli ve ünlü bölümü ayrıca belirtmek gerekir. Marx’ın 1857 iktisadi bunalımının ortasında hummalı biçimde yürüttüğü yazım faaliyeti Grundrisse diye bildiğimiz not defterlerini doldurduktan sonra, araya maddi sorunlar ve sağlık problemleri gibi bazı kesintiler girer. Fakat neticede Taslak elyazmalarının oluşumunu sağlayan zahmetli yılları takiben Marx, bu kez de 25 yıl sürecek muazzam bir çalışmaya girişir ve Kapital ciltlerini yazmaya koyulur. Böylece bir bakıma, yaşamının geri kalan kısmını da adeta Grundrisse’yi olgunlaştırıp tamamlama çabasına adayacaktır. Marx bu temelde altı bin sayfayı aşkın yazı yazmış, yayınlamaya karar verdiği kısımlardan vazgeçerek yeniden başa dönmüş ve böylece aynı bölümleri defalarca yazmaya girişmiştir. Ne yazık ki ölüm Marx’ın kapısını 1883 yılında, onca ter döktüğü Kapital ciltlerini tamamlayamadan çalar. Marx’ın sağlığında yayınlanan 1867 tarihli birinci cilt haricinde tüm taslak notları ve elyazmaları ise, onun vefakâr ve fedakâr yoldaşı Engels’in çalışma masasında yerlerini alırlar. Marx’ın elyazmaları Engels’in sebatlı çalışmasıyla yeniden can ve biçim bulmuş ve bu sayede Kapital’in ikinci cildi 1885 yılında, üçüncü cildiyse 1894 yılında basılıp gün yüzüne çıkmıştır. Ölümünden kısa süre önce üçüncü cilde bazı ekleri hazırlayan Engels, daha 1884 yılında Kautsky ve Bernstein’a yazdığı mektuplarda ve 1885 yılındaki bir yazısında ise, Marx’ın defterlerinde “Artı-Değer Teorileri” başlığıyla yer alan kısmı Kapital’in dördüncü cildi olarak yayınlamayı düşündüğünü ve bu metnin büyük ölçüde yayına hazır olduğunu belirtmiştir. Fakat bu tarihsel çalışma bu kez de Engels’in ölümüyle kesintiye uğramış ve elyazmalarının Kapital çalışmasının dördüncü bölümü olarak tasarlanan bir bölümü, Artı-Değer Teorileri adıyla Kautsky tarafından son biçimi verilerek 1910 yılında basılmıştır. Marx’ın elyazmalarından üretilmiş olan bu muazzam diziye bir de 1933 yılında Moskova’da hazırlanarak Kapital’in birinci cildine ek olarak basılan Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları adlı çalışmayı ekleyebiliriz. Politik iktisadın eleştirisi bağlamında önde gelen çalışmalar Marx’a ait olsa da, aslında Engels’in Marx’ın tarihsel materyalizm ve kapitalist toplumun analizi bağlamında derinleştirdiği görüşlerine ışık tutan erken bir çalışması mevcuttur. Engels’in 1843 yılında kaleme aldığı Bir Ekonomi Politik Eleştiri Denemesi adlı makalesine değinen

marksist tutum

Marx, bu çalışmanın, kendi görüşlerini geliştirmesi bakımından belirleyici bir etki yarattığını söyler ve kapitalizmin temel iki kategorisi olan emek ve sermaye konusunda Engels’in başlattığı analizi daha da geliştirmeye koyulur. Nitekim 1847 yılında Brüksel’de Alman İşçileri Birliği’nde verdiği ders notlarından derlenen Ücretli Emek ve Sermaye adlı kitabında yer alan satırlar, Marx’ın daha o zamandan itibaren artı-değer teorisine ilişkin görüşlerini geliştirmeye koyulduğunu gözler önüne serer. Marx’ın Giriş yazısını kaleme aldığı 1857 yılı, onun Engels’le yazışmalarından anlaşıldığı üzere her ikisinin de yaklaşan büyük ekonomik krize vurgu yaptıkları çalkantılı bir yıldır. Engels’e mektubunda (8 Aralık 1857), iktisadi incelemelerinin ürünü olan analizlerini tamamlamak için, tufan kopmadan hiç değilse genel çizgilerini aydınlığa kavuşturmak amacıyla her gece sabahlara kadar deliler gibi çalıştığından söz eder Marx. Onun Giriş yazısından başlayarak yıllar içinde ortaya koyduğu çözümlemeler, bu deliler gibi çalışmanın derinliği ve kapsamı hakkında fikir vermektedir. Daha Giriş yazısında burjuva iktisatçıların gerçeklikleri çarpıttıkları temel noktaları büyük bir başarıyla gözler önüne sermeye koyulmuştur Marx. Burjuva iktisatçılar üretimi bölüşümle diyalektik bir bütünlük içinde ele almazlar. Üretim olgusuna adeta tarih dışı ve sonsuza kadar geçerli olacak doğa yasaları benzeri bir nitelik atfederler. Böylece onlar, asıl olarak hizmetinde bulundukları kapitalizmi ebedi bir gerçeklik diye sunarlar. Burjuva yasalarının, insan toplumunun değişmez doğal yasaları olduğu fikrini kuşaklar boyu empoze etmeye çalışırlar. Keza bölüşüm söz konusu olduğunda da, burjuva

27


marksist tutum

iktisatçıları ilgilendiren temel husus toplumsal gerçekliklerin açıklığa kavuşturulması değildir. Onların derdi, özel mülkiyetin değişmezliğini savunmak ve bu mülkiyetin güvenlik altına alınmasını sağlamaktır. İşte bu nedenle, burjuva iktisadı bir bilim dalı olmaktan çok bir siyasi savunudur. Kapitalizm savunucusu bu politik iktisat çatısı altında çeşitli öğretiler ileri sürülmüş, fakat üretim, bölüşüm, değişim, tüketim gibi iktisadi kategoriler daima diyalektik birlikten yoksun, birbirinden kopuk unsurlar şeklinde ele alınmıştır. Oysa bu yaklaşım bütünüyle yanlış ve tarih dışıdır. Çünkü üretim sürecinde yatan temel sırları çözmeden, bölüşüme ve değişime, tüketime hükmeden yasaları anlamak mümkün değildir. Üretimde toplumun üyeleri, doğanın ve giderek gelişen tekniklerin sunduğu hammaddeleri insan ihtiyaçlarına uygun şekilde dönüştürür ve biçimlendirirler. Bölüşüm, bireylerin bu ürünlerin bölüşülmesine hangi ölçüde katıldığını belirler. Değişim ise bireye, bölüşümde payına düşen hisseye karşılık elde etmek istediği ürünleri (metaları) sağlar. Ve nihayet tüketimde ise ürünler bireylerin ihtiyaçlarını giderecek ve bireysel mülk edinmeyi sağlayacak metalar olarak hizmet görürler. Tüm bu momentlerin bileşkesi olan süreçte üretim bir hareket noktası olarak görünürken, tüketim ise bitiş noktası olarak belirmektedir. Bölüşüm ve değişim ise bu iki moment arasındaki orta süreç olarak görünür. Marx’ın analizi, burjuva iktisatçıların bir kısmının sosyal adalet adına diğer bir kısmına yönelttiği eleştirilerin kofluğunu ve yavanlığını da gözler önüne sermiştir. Böylesi “sosyal adaletçiler”, kapitalizmi sona erdirmek ve böylece gerçek yaşamdaki ilişkileri değiştirmek yerine, sınıflar arasında yalnızca laf düzeyinde kalan sözde bir denge savunusu içindedirler. Uzun bir dönem boyunca Avrupa ülkelerinden hareketle yayılmaya çalışılan “sosyal devlet” masalı da bu yaklaşımın bir uzantısıdır ve kapitalist üretim ilişkilerini ebedi bir gerçeklik olarak ele alıp, toplumsal yaşamdaki eşitsizlik ve adaletsizliğin bölüşüm alanında yapılacak birtakım reformlarla ortadan kaldırılacağını savunan görüşlere çarpıcı bir örnek oluşturur. Bu tür görüşler, kapitalist bölüşümün aslında kapitalist üretimin türevi olduğu gerçeğini gözlerden gizlemeye çalışır. Oysa bölüşüm ilişkileri ve bölüşüm tarzları, aslında verili üretim ilişkilerinin yalnızca görünen diğer yüzünden ibarettir. Örnekse, üretim sürecine ücretli emek biçiminde katılan bir birey, bu üretimin sonucunda bölüşümden de ancak ücreti kadar bir pay alabilir. Kısacası, bölüşümün yapısı tamamen üretimin yapısı tarafından belirlenir. Toplumsal yaşama egemen olan pek çok unsur arasında diyalektik bir ilişki vardır. Örneğin insan toplumunda işbölümü olmadan değişim denen şey olmaz ve değişimin yoğunluğunu ve tarzını ise üretimin gelişmesi ve yapısı belirler. Özetle, diyalektik bir bütünü oluşturan ögeleri keyfi biçimde bu bütünlükten kopartmak ve böylece içlerinden yalnızca bir veya bir kaçını değişikliğe uğratmak

28

Mayıs 2013 • sayı: 98

mümkün değildir. O nedenle, kapitalist üretim ilişkilerini aynen muhafaza edip kapitalist bölüşüm ilişkilerini daha adaletli kılma iddiası koca bir palavradan ibarettir. Üretim, bölüşüm, değişim ve tüketim kuşkusuz ayrı ayrı farklı içeriklere sahiptirler, fakat bunların hepsi neticede tek bir iktisadi bütünün ögeleridirler. Bir başka deyişle, bunlar aynı bütünlüğün içindeki farklı momentlerdir, iktisadi gerçekliğin farklı yönleridir. Engels artı-değer çözümlemesinin Marx’ın Kapital yapıtının en çığır açıcı başarısı olduğunu vurgular. Marx’ın, konuya nispeten daha tutarlı şekilde yaklaşan Ricardo gibi nitelikli burjuva iktisatçıların bile çözemedikleri bir sırrı aydınlatarak sosyalist düşüncenin üstünlüğünü kanıtladığı gün gibi aşikârdır.

Marx eşsiz bir çalışmayla, toplumsal olguların ve süreçlerin incelenmesinde doğru yöntemin ne olması gerektiğini açıklığa kavuşturmuştur. Bu yöntemi kapitalist ekonominin analizine en doğru tarzda uygulamak için çaba sarf etmiştir. Onun, kapitalist toplumun kavranabilmesinin hareket noktasını oluşturan çetin bir soruna açıklık getirebilmesi de bu sayede mümkün olmuştur. Bu sorun, yıllardır buna kafa yoran burjuva iktisatçıların bir türlü tatmin edici şekilde açıklayamadığı emek-değer ilişkisidir. Hatırlanacağı üzere, kapitalist toplumdaki gelişmiş şekliyle meta karşımıza ikili bir görünümle çıkar: kullanım-değeri ve değişim-değeri. Tüm metaların ikili bir karakteri vardır, bir yandan bir toplumsal ihtiyacı giderirler yani bir kullanım-değerine sahiptirler; diğer yandan birbirleriyle değişildikleri için metadırlar ve bu yönleriyle de bir değişim-değeri taşırlar. Engels’in dediği gibi, Adam Smith ve diğer otorite sayılan resmi iktisatçılar, yıllarca açıklama getireceğiz diye işte bu değişim-değeriyle kullanım-değerini türlü işkencelere tâbi tutmuşlardır. Oysa Marx başarılamayanı başarmış, yalın ve tatmin edici tahlilleriyle gerçekleri gözler önüne sermiştir. Onun uyguladığı bilimsel yöntem sayesinde, meta incelenirken burjuva iktisatçıların içine hapsoldukları yüzeysel soyutlamalar kıskacından çıkılabilmiştir. Geçmişten geleceğe ilerleyen üretim sürecinde yer alan tarihsel örneklerin ve tarihsel değişimin kavranması ile birlikte, Marksizm sonunda kapitalizmin gerçeklerini çözümleyebilmiştir. Böylece meta da bizzat değişim sürecinin içindeki ikili görünümünün birliği temelinde kavranabilmiştir. Kapitalist üretim tarzı genelleşmiş meta üretimine dayanır ve bir toplumda kapitalizm geliştiği ölçüde, insandan insana doğrudan kurulan ilişkilerin yerini metaların değişimi dolayımıyla kurulan ilişkiler alır. Bu durum üreticileri kendi yaratıcılıklarına ve kendi emek ürünlerine yabancılaştırırken, metayı da toplumun adeta gizemli ve fetiş amacı haline getirir. Kapitalist toplumda metalar kullanım-değeri olarak tüketilmeyecekleri ellerden çıkarak, nihayetinde son alıcılar tarafından tüketilecekleri noktaya


sayı: 98 • Mayıs 2013

dek birbirleriyle değişilip dururlar. Böylece kapitalist değiş-tokuş süreci metaların da toplumsal dolaşım alanını oluşturur. Kapitalist üretim tarzı, üreticilerin emek-gücünü de kendileri tarafından tüketilmeyen ve başkaları tarafından satın alınan bir niteliğe büründürmüştür. Bu nedenle işgücü, onun sahibi olan işçi için kapitalist pazara sürdüğü bir değişim-değerinden ibarettir. Fakat onu satın alan kapitalist için bu işgücü, satın aldığı bedelden daha fazlasını kendisine kazandıracak sihirli bir kullanım-değeridir. İşçilerin çalışmadan ücretlerini alamadıkları hesaba katılacak olursa, henüz ücretini almadan patrona işgücünü sunan bir işçi, aslında karşılığı ödenmemiş bir malı tüketiciye sunarak ona kredi açmış olmaktadır. Fakat bu gerçeklik burjuva ideolojisi tarafından tamamen tersyüz edilir. Oysa bu husus kurcalanacak olursa, işçilere kendilerini “onların ekmek paralarının sağlayıcısı”, “onlara ihtiyaçları için avans veren, kredi açan taraf ” olarak gösteren kapitalistlerin yalanı gözler önüne serilir. Açık ki, aslında kapitalistler işçilerin verdiği kredi sayesinde büyümekte ve kapitalist özel mülkiyet sistemine dayanarak başkalarının ürettiğine el koyup saltanat sürmektedirler. Marx’ın yaşamının en güzel yıllarını vererek yürüttüğü burjuva ekonomi politiğinin eleştirileri, bir burgu gibi giderek daha derine inen analizlerle ilerlemiştir. Katkı’dan Kapital’lere ilerleyen süreç de bizzat bu derinleşen bilimsel yolculuğa tanıklık etmiştir. Marx’ın 1859 yılında basılan Katkı adlı kitabı Engels tarafından çığır açıcı bir eser olarak tanımlanır. Bu kitabın içeriği öylesine yoğundur ki, Marx daha sonra aslında Kapital’in bu çalışmanın devamı niteliğinde olduğunu ve Katkı’nın içeriğinin Kapital birinci cildin ilk üç bölümünde özetlendiğini özellikle belirtecektir. Katkı, Marx’ın kapitalist üretim tarzının gizlerini ele veren sermaye olgusunu son derece kapsamlı biçimde incelemeyi amaçladığı muazzam bir çalışma planının yalnızca Meta ve Para bölümlerinin yazımını içerir. Katkı’da incelemenin olağanüstü soyutlamalarla ilerleyen karmaşıklığı nedeniyle, daha sonra sıra Kapital ciltlerinin yazımına geldiğinde, Marx değer ve para teorilerinin tarihi üzerine olan kısmı almamıştır. Böylece para bölümünün yazımını daha kısa tutmuş, meta üzerine olan incelemesini genişletmiş ve asıl ağırlığı ise sermaye bölümüne vermiştir. Bu muazzam çalışmaları temelinde Marx, artı-değer sorununun çözümünü de parlak biçimde geliştirmiştir. Onun bu analizler ve sonuçlar külliyesi, kapitalizmin sırlarını ele veren eşsiz bir derinliğe sahiptir. Bu bağlamda çarpıcı bir örnek olarak, Engels de artı-değer çözümlemesinin Marx’ın Kapital yapıtının en çığır açıcı başarısı olduğunu vurgular. Marx’ın, konuya nispeten daha tutarlı şekilde yaklaşan Ricardo gibi nitelikli burjuva iktisatçıların bile çözemedikleri bir sırrı aydınlatarak sosyalist düşüncenin üstünlüğünü kanıtladığı gün gibi aşikârdır. Bu noktada vurgulamak gerekirse, kapitalist üretimin

marksist tutum

amacı toplumsal ihtiyaçları karşılamak üzere kullanım-değerleri üretmek değil, kâr için değişim-değeri ve artı-değer ürettirmektir. Artı-değer üretimi olmaksızın kapitalizmin ayakta durması ve sermayenin büyümesi mümkün değildir. Artı-değer üretiminin sırrı, sermayenin işçinin üretim sürecinde sarf ettiği emeğin bir bölümüne hiçbir karşılık ödemeden el koymasında yatar. İşçinin, çalışılan bir işgününden sonra işgücünü tekrar patronun kullanımına sunabilmesi için onu yeniden üretmesi zorunludur. İşte düşük ya da görece yüksek, işçiye ödenen ücret aslında yalnızca bu yeniden üretim için gerekli olan emeğin karşılığıdır. Ne var ki, bir işgünü içinde işçinin bu gerekli zamanı tamamlamasıyla işgünü asla sona ermez. İşçinin o işgünü içindeki çalışması bu noktadan sonra da devam eder ve bu artı-zaman içinde işçi patron için bir artı-emek sarf eder. İşte bu artı-emek, patronun karşılıksız el koyduğu artı-değerin kaynağıdır. Kapitalist üretim sürecinde yaratılan bir değer nasıl ki şu kadar saatlik emeğin maddeleşmiş haliyse, artı-değeri de işçilerin karşılığını almadan çalıştıkları artı-emek zamanının maddeleşmiş hali olarak kavramak mümkün ve gereklidir. Marx kapsamlı çalışmalarıyla, burjuva iktisatçıların itiraftan kaçındıkları gerçekleri de birer birer gün yüzüne çıkartmıştır. Onun bu bağlamdaki muazzam tespitleri, toplumsallaşan üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkileri ve mülk edinme tarzı arasında giderek derinleşen ve keskinleşen çelişkinin bu sistemi kaçınılmaz olarak derin sarsıntılara sürükleyeceğinin açık bir habercisidir. Nitekim burjuva iktisatçıların kapitalist düzeni ayakta tutma çabasıyla ürettikleri bilim dışı iktisadî analizlere karşın, bu sistemin günümüzde yaşadığı tarihsel bunalımı kavrayabilmemiz Marx’ın ufuk açıcı çözümlemeleri sayesindedir.

Günümüz gerçeği Kapital’in üçüncü cildinde yer alan satırlarında, Marx, belirli bir olgunluk aşamasına ulaştıktan sonra bu özgül tarihsel biçimin (kapitalizmin) ortadan kalkacağını ve yerini daha yüksek düzeydeki bir üretim tarzına (sınıfsız ve sömürüsüz topluma) bırakacağını açıkça ifade etmişti. Kuşkusuz bu yaklaşım bir kehaneti değil, bilimsel bir çözümlemeyi yansıtıyordu. Aynı yerde Marx, kapitalizmin bu yıkılmaya yüz tutmuş köhnemiş ve çürümüş halinin kendini tarihsel bir bunalımla dışa vuracağına da dikkat çekmişti. Bu tür bir bunalım gelip çattığında, kapitalist bölüşüm ilişkileri ve bunların tekabül ettiği üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişme düzeyiyle girdikleri çatışma görülmemiş bir derinlik ve genişlikle kendisini belli edecekti. İşte kapitalizmin günümüzde yaşanan tarihsel bunalımı Marx’ın bu tespitlerinin doğruluğunu kanıtlıyor ve bunların önemini yüzlerce misliyle önemli ve yakıcı kılıyor. Yine Engels’in Anti-Dühring’te dikkat çektiği üzere, bir üretim biçimi evriminin yükselme çizgisi üzerinde

29


marksist tutum

bulunduğu sürece, bu düzenin bölüşüm ilişkilerinin zarara uğrattığı insanlar tarafından bile alkışlanıyor. Buna en tipik örneklerden biri, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yükseliş döneminde Avrupa işçi sınıfının “refah devleti” uygulamaları adı altında gözünün pek güzel boyanabilmesidir. Çünkü genelde belirtmek gerekirse, kapitalizmin görece olağan dönemlerinde kapitalist bölüşüm ilişkilerinin eşitsizliği sömürülen işçi-emekçi kitlelerin gözüne pek de batmaz. Bu durum devam ettiği sürece, geniş kitleler bu eşitsizliklere dikkat çeken öncülerin eleştiri ve çağrılarına fazlaca kulak asmazlar. Geniş kitleler toplumsal eşitsizlikleri ve bölüşümdeki haksızlıkları, ancak verili üretim biçimi tarihsel bir inişe geçtiğinde ve eski toplumun içinde gelişen üretici güçler artık verili üretim ilişkilerine isyan ettiğinde görmeye, dert etmeye başlayabilirler. Toplumsal yaşama ve tarihe dair bu değerlendirmelerden günümüz için pek çok önemli ders çıkartılabilir. Kapitalizmin görece olağan dönemlerinde kapitalist bölüşüm ilişkilerinin eşitsizliği sömürülen işçi-emekçi kitlelerin gözüne pek de batmaz. Bu durum devam ettiği sürece, geniş kitleler bu eşitsizliklere dikkat çeken öncülerin eleştiri ve çağrılarına fazlaca kulak asmazlar. Geniş kitleler toplumsal eşitsizlikleri ve bölüşümdeki haksızlıkları, ancak verili üretim biçimi tarihsel bir inişe geçtiğinde ve eski toplumun içinde gelişen üretici güçler artık verili üretim ilişkilerine isyan ettiğinde görmeye, dert etmeye başlayabilirler. Bu bağlamda altını çizerek belirtmek gerekirse, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki debdebeli yükseliş dönemleri artık tarih olmuştur. Gelişkin kapitalist ülkelerde vaktiyle yaşanan ekonomik yükseliş dönemi sayesinde uygulanabilen “refah politikası”, “sosyal devlet” benzeri göz boyayıcı kapitalizm günleri sona ermiştir. Kapitalizm günümüzde derin bir sistem krizinin tetiklediği büyük toplumsal sarsıntı ve çalkantılar dönemine girmiştir. Bu durum, belirli bir zaman dilimi boyunca “öldü”, “bir daha dirilmeyecek” denilen devrimci düşünce ve mücadeleler döneminin de yeniden yükselişe geçtiğinin habercisidir. Unutulmamalı ki, bir ideoloji ancak kitleleri harekete geçirebileceği nesnel koşullar olgunlaştığında cansız bir düşünce yığını olmaktan çıkıp yaşamda fiili bir rol oynamaya başlayabilir. Zamanı gelmemiş düşünceler ise, isterse geniş işçi-emekçi kitlelerin çıkarları açısından milyon kere haklı olsunlar, kitleler tarafından benimsenip maddi güce dönüşemezler. İşte tüm bu tarihsel gerçeklikler, Marksizmin asıl şimdi zamanının gelmeye başladığını müjdeliyor. Unutulmamalı ki, Marksist düşüncenin temellerinin atıldığı dönem işçi sınıfının ve onun devrimci eyleminin gelişimi bakımından erken bir dönemdi. Buna rağmen, bilimsel bir düşünce üretimi olarak Marksizm doğuşundan itibaren çağının tüm bilimsel ilerlemelerini devrimci

30

Mayıs 2013 • sayı: 98

düşünce potasında eriten üstün bir sentez gücüne sahip oldu. Bu sayede işçi sınıfının bu düşünce ve eylem kılavuzu, toplumsal gelişim yasalarını kavrama ve gelişimin ana eğilimlerini kestirme kudretini içerdi. Ne var ki sınıf mücadelesi tarihinin Ekim Devrimi benzeri sıçrama noktaları hariç, işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin zayıf düştüğü tüm dönemlerde Marksizm kitle mücadelesine fiilen önderlik etmekten ziyade akademik dünyanın bir uğraş alanı gibi göründü. Böyle olduğu ölçüde, Marksizm ne yazık ki adeta bir okumuşlar sultasına, tepedeki aydın elitler arasındaki söz dalaşlarına indirgendi. Marksizmin işçi-emekçi kitlelere yabancı ve uzak geldiği dönemler, aynı zamanda egemen burjuva ideolojisinin çok güçlü olduğu ve kitleleri kolayca etkisi altına alan güçlü saldırılar yürüttüğü dönemlerdi. Bunun yanı sıra, Sovyetler Birliği’nin bürokratik bir rejime dönüştüğü tarihsel kesit boyunca kendini hâlâ Marksist gösteren ama kitlelere haliyle itici gelen Stalinizm, dünya genelinde sosyalizm aleyhine olumsuz bir iklim yaratmıştı. Oysa günümüzde bu tür öznel faktörler bakımından da dünya büyük bir değişim sancısı içinde bulunuyor. Yakın tarihin, dünya işçi-emekçi kitlelerinin zihninde sosyalizm ve Marksizm adına kötü çağrışımlar yaratan Stalinizm egemenliğindeki Sovyetler Birliği bugün artık yok. Yine geçmişteki bu “reel sosyalizm” sayesinde adeta resmileşen ve küçük-burjuva okumuşların uğraş alanı, ikbal kapısı haline gelen sözde komünist hareketler de bugün nesnel temelini, inandırıcılığını ve cazibesini tamamen yitirdi. Bu durum, geçmişteki hatalardan gerekli dersleri çıkartarak günümüzde mücadeleye gerçekten yol gösterebilecek nitelikte Marksist sınıf devrimcilerinin ortaya çıkması ve güçlenmesi bakımından meydanın temizlenmesi anlamına geliyor. Fakat kuşkusuz günümüz koşulları, bu gibi olumlu faktörlerle bunların kısa sürede sıçramalı gelişimini engelleyen bir yığın olumsuz faktörün bileşkesi gibi. Özetle, sosyalizm mücadelesini sağlam temellerde yoluna koyabilmek için ihtiyaç duyulan sonuçlara bir çırpıda ve kendiliğinden ulaşılamayacağı açık. Ama hiç değilse bu uğurda çaba sarf edecek olanlar açısından geçmişin olumsuz koşulları değişikliğe uğramış bulunuyor. Kuşkusuz en önemli değişim kapitalist düzenin içine düştüğü durumdur. Burjuvazinin Marksizme karşı yürüttüğü ideolojik bombardıman, ne kadar devam ettirilmek istense de, kapitalizmi çıkmaza sürükleyen büyük bunalım tarafından güçsüz düşürülmüştür. İnsanlığı sınıfsız, sömürüsüz ve güzel bir geleceğe kavuşturacak olan mücadelesinde proletaryaya yol gösteren Marksizm, yeniden ve tarihsel deneyimle de beslenerek daha sağlıklı temellerde güç kazanma potansiyeline sahiptir. Şimdi teorinin önemini ve fakat onun bir dogmalar yığını olmadığını bilerek, tüm dikkatleri sınıfın devrimci tarzda örgütlenmesine ve devrimci eylemin doğru kanallardan akıtılmasına odaklamak gerekiyor. n www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Venezuela’da Seçim Sonuçlarının Gösterdikleri Suphi Koray

V

enezuela’da Chavez’in ölümünün ardından 14 Nisanda yapılan başkanlık seçimlerini, geçici olarak devlet başkanlığı görevini yürüten Nicolas Maduro kazandı. Chavez, ölmeden önce halefi olarak Maduro’yu seçmiş ve olası bir seçimde onun başkanlığa aday olmasını vasiyet etmişti. Karşısında ise, 2012’nin Ekim ayında yapılan başkanlık seçimlerine de Chavez karşıtı sermayenin temsilcisi olarak giren Henrique Capriles vardı. Seçim hazırlıkları bir ay gibi çok kısa bir süreye sıkıştı. Maduro, seçim mitinglerinde Chavez odaklı bir propaganda yürüttü. Venezuela halkının “Comandante”ye ihanet etmemesi ve Bolivarcı devrimi sürdürmesi gerektiğini, aksi takdirde lanetleneceklerini söylüyor; bu yüzden kendisine oy verilmesini istiyordu. Capriles ise artan suç oranlarına, yüksek fiyatlara ve enflasyona vurgu yaparak Bolivar yönetimini eleştiriyor ve Brezilya tipi bir sistemle bu sorunları ortadan kaldıracağını vaat ediyordu. Seçim öncesi anketlerde Maduro’nun %10 ile önde olduğu belirtiliyordu. Ancak Chavez endeksli propaganda Maduro’nun seçimleri kazanmasına yetse de, Chavezci hareket için tehlike sinyallerine son vermeye yetmedi. Katılımın %79 ile oldukça yüksek olduğu seçim sonuçlarına göre, Maduro oyların yüzde 50,7’sini, rakibi Capriles ise yüzde 49,1’ini aldı. Böylece, 235 bin oy gibi çok az bir farkla Maduro Venezuela’nın yeni devlet başkanı seçildi. Maduro’nun seçimi kıl payı kazanması, tartışmaları da beraberinde getirdi. Muhalefet seçim sonuçlarını kabul etmediğini açıkladı ve oyların tamamının yeniden sayılmasını istedi. Muhalefetin bu talebi CNE (Ulusal Seçim Konseyi) tarafından kabul edildi ama daha denetim sonuçlanmadan Maduro yemin ederek başkanlık görevine başladı. Capriles cenahının seçimlerde yolsuzluk yapıldığı iddiası sadece tartışmalara yol açmakla kalmadı, aynı zamanda kanlı çatışmalara da sebep oldu. Seçim sonuçlarına itiraz eden muhalefetin yaptığı protesto eylemlerinde 9 kişi

öldü, onlarca kişi ise yaralandı. Seçimlere hile karıştırıldığı için Maduro’nun başkanlığının meşru olmadığını savunan Capriles yanlıları, başta CNE binaları olmak üzere, hükümetle özdeşleşen sağlık merkezlerine ve PSUV bürolarına saldırdılar. Seçimlerin yapıldığı gece yapılan rutin denetimde oyların %53’ü kontrol edildi ve seçim sonuçlarına etki edecek bir farklılık tespit edilmeyince Maduro’nun başkan seçildiği ilan edildi. Venezuela’da seçmenler hem dijital ortamda oy kullanıyor hem de bilgisayarın verdiği oy pusulasını mühürlü sandığa atıyorlar. Rastgele seçilen oyların %53’ünün sandık ve dijital sonuçları karşılaştırılıyor. Bir farklılık yoksa dijital sonuçlar kesin sonuç olarak kabul ediliyor. Capriles ise oyların tamamının tek tek yeniden sayılmasını istiyor. Seçim sonuçlarının değişmesi çok düşük bir ihtimal olsa da CNE bir aydan uzun sürecek bu talebi kabul etti. Ancak bu da Capriles cenahını tatmin etmedi. Capriles CNE’nin denetimini boykot edeceklerini açıkladı ve seçimlerin iptali için ulusal ve uluslararası bütün hukuki yollara başvuracaklarını açıkladı. Muhalefet kanlı çatışmaların ardından protesto gösterilerini iptal etti. Ancak sular durulmadı. Muhalefet Maduro’nun başkanlığını tanımadığını ilan edince, Maduro’nun “başkanlığı kabul etmeyenlere konuşma yasağı”nı öngören yasa tasarısı meclise sunuldu. Tasarının kabul edilmesiyle meclis birbirine girdi ve vekiller birbirlerine saldırdılar. 1 Mayısta ise hem iktidar hem muhalefet, başta Caracas olmak üzere ülkenin çeşitli illerinde mitingler düzenledi. İki taraf arasında bir çatışma yaşanmaması için mitinglere katılımın kitlesel olduğu Caracas’ta farklı güzergâhlar belirlendi. Muhalefet seçim sistemini ve iktidarı protesto etti; özgürlük ve adil ücret talep etti. Chavezci hareket ise seçim sonuçlarını, asgari ücret zammını ve çıkarılan iş yasasını kutladı. Seçim sonrasında yaşananlar gösteriyor ki, bundan sonra muhalefet karşısında Bolivar yönetiminin işi daha da zorlaşacak.

31


marksist tutum

Maduro kimdir? 1962 yılında doğan Maduro’nun babası bir sendika lideriydi. Solcu bir ailede yetişen Maduro politik hayatına Caracas yakınlarındaki bir işçi mahallesindeki lisede öğrenci sendikası liderliği yaparak başladı. Sonraki yıllarda Sosyalist Birlik Partisinin saflarına katılan Maduro, Caracas Metro şirketinde otobüs şoförlüğü yaptı. Devlete ait olan bu şirkette sendikal faaliyet yasaklanmış olmasına rağmen, Maduro gayrıresmi bir sendikanın kuruculuğunu yaptı. Maduro 90’ların başında MBR-200 hareketine katıldı ve Chavezci hareketin önde gelen isimleri arasında yer almaya başladı. 1992’deki başarısız darbe girişiminin ardından tutuklanan Chavez’in serbest bırakılması için yürütülen kampanyaların yöneticiliğini yaptı. 1998’de, Chavez’in başkan seçilmesinin ardından başlayan yeni dönemde önce senatoya seçilen Maduro, bir yıl sonra da Kurucu Meclis içerisinde yer aldı. Ardından ise ulusal meclise seçildi. 2006’da Dışişleri Bakanlığına getirildi ve Kolombiya ile ilişkilerin düzeltilmesinde önemli rol oynadı. 2012’de Chavez yeniden devlet başkanlığına seçilirken o da başkan yardımcılığı görevini üstlendi. Chavez, hastalığının ilerlediği son dönemlerde yetkilerinin bir kısmını Maduro’ya devretti ve onu şu sözlerle kendinden sonraki dönemin başkanlığına aday olarak gösterdi: “Devrimci, gençliğine rağmen muazzam tecrübeleri olan, büyük bir fedakârlık ve çalışma kapasitesiyle en zor durumların dahi üstesinden gelebilecek bir adam!”

Sosyalist Venezuela? Venezuela’da yaşanan siyasi gelişmelerle ilgili olarak bugüne kadar çok sayıda yazı kaleme aldık. Bu yazılarda bir hususun altını kalınca çiziyorduk: Chavez Venezuela’daki devrimci sürecin önderi değil, tersine devrimin önündeki engeldir. Doktor ve öğretmen yüzü görmemiş, çocuklarının yetersiz beslenme yüzünden öldüğü, izbe konutlarda yaşamak zorunda kalan Venezuela halkının çoğunluğuna, Chavez’in reformları bir devrim olarak göründü. Eğitim, sağlık ve barınma konusunda yapılan reformlar, o güne kadar sefalete terk edilmiş halkı, ulusal ve uluslararası muhalefet karşısında Chavez’in en önemli koruyucusu haline getirdi. Zaten bu yüzden halk Chavez’i her defasında ipten almasını bildi. Ancak bu durum Chavez açısından aynı zamanda ciddi bir çelişkiyi de beraberinde getiriyordu. “İktidarda kalmasının tek güvencesi işçi ve emekçi kesimlerin desteğidir. Bu desteğin sürekliliğini sağlamak için, reform sürecini ilerletmek ve verdiği sözlerin arkasında durmak zorundadır. Fakat bu durum onu burjuvaziyle çatışmaya girmek zorunda bırakmaktadır. Chavez’in önündeki diğer seçenek ise reform sürecinden geri adım atmaktır ki, bu durum kitle desteğini yitirmesi anlamına gelecektir.” (Zeynep Güneş, Venezuela’da Neler Oluyor?, www.marksist.com) Nitekim 2004 yılında yazılmış bu satırlar adım adım

32

Mayıs 2013 • sayı: 98

doğrulandı. İlk olarak 2007 yılı sonunda yapılan referandum sonuçları Chavezcileri ve onların sosyalist destekçilerini hayal kırıklığına uğrattı. Anayasanın 69 maddesinin değiştirilmesine yönelik yapılan referandum %50,7’lik hayır oyu ile kaybedildi. Ağırlıklı olarak Chavez’in yetkilerini arttırmaya yönelik olan bu değişiklik paketinin emekçilerden geçer not alamaması, Venezuela halkının “21. yüzyıl sosyalizmi” retoriğine o kadar da itibar etmediğinin bir göstergesi oldu. Chavez’i iktidarda tutan sadece karizmatik kişiliği değildi, kitlelere devrim gibi gözüken reformlarıydı onu halkın gözünde bir kurtarıcı haline getiren. Bu reformlar yoksul halkın durumunu geçmişe oranla düzeltse de yeterli değildi. Kapitalist özel mülkiyetin devam ettiği, işçilerin konseyler aracılığıyla iktidarda olmadığı, yoksulluğun, yolsuzluğun, bürokrasinin devam ettiği bir düzene “21. yüzyıl sosyalizmi” demekle gerçeklerin üstünün örtülemeyeceği açıktı. Nitekim reformlar hız kaybettiği ve sorunlar çözülmediği ölçüde kitlelerin Bolivarcı harekete olan desteği azaldı ve anayasa değişikliği referandumu kaybedildi. Referandum öncesi Venezuela’daki tablo referandumun neden kaybedildiğini net bir biçimde açıklıyordu: “Dokuz yıldır «devrim» yaşandığı ve «sosyalist» önlemlerle «sosyalizme» yürüdüğü söylenen Venezuela’da, halkın %34’ü yoksulluk sınırının altında yaşamaya devam etmektedir. Ekonomide petrole endeksli büyüme rekorları kırılırken, enflasyon oranı resmi verilere göre %20, işsizlik oranıysa %9 civarındadır. Gerçek işsizlik oranının resmi açıklamaların çok üzerinde olduğu ise kimse açısından bir sır değildir. Bankaların en kârlı yıllarını yaşadıkları, zenginlerin daha da zenginleştiği, lüks otomobillerin satış rekorları kırdığı Venezuela’da, yoksul işçi ve emekçilerin en temel problemlerinden biri olan konut sorunu hâlâ çözülememiştir. Nüfusun aş ve iş umuduyla aktığı başkent Caracas’ın etrafı, tepeleri kaplayan sefil durumdaki gecekondularla çevrilmiş durumdadır. “Burjuvazi, son aylarda, temel besin maddeleri üzerinde uygulanmak istenen fiyat sınırlamasını kaldırtmak ve halkı yılgınlığa sürükleyerek Chavez karşıtı cepheyi güçlendirmek için, yapay bir kıtlık yaratmıştır. Bu kıtlık nedeniyle halkın %75’i et, süt, şeker, yağ gibi en temel ihtiyaç maddelerine ulaşamamakta ya da bu maddeleri fahiş fiyatlarla temin etmeye zorlanmaktadır.” (İlkay Meriç, Chavez’in Referandum Yenilgisi, MT, Ocak 2008) Bu tabloda bir değişiklik meydana gelmeyince 2010 yılında yapılan milletvekili seçimleri de Chavez’e olan desteğin düşüşüyle sonuçlandı. Her ne kadar PSUV (Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi) ve PCV (Venezuela Komünist Partisi) koalisyonu seçimlerden galip çıksa da meclisteki üçte iki oranındaki çoğunluğunu kaybetti. Böylece Chavez istediği değişiklikleri kanun hükmündeki kararnamelerle yapma gücünü de kaybetmiş oldu. 2012’deki başkanlık seçimlerinde de benzer bir durum ortaya çıktı. Chavez rakibi Capriles karşısında %55’lik oy oranıyla ipi önde göğüsledi. Ancak önceki seçimlerle kıyaslandığında muhalefetin oy miktarı Chavez’e göre çok daha


sayı: 98 • Mayıs 2013

fazla artmıştı.

Seçim sonuçları ne anlama geliyor? 2007’den itibaren Chavezci hareket kan kaybetmeye başladı. Yukarıda saydığımız tüm olaylarda bu durum kanıtlanmışken, oportünistler Chavez’in devrimci bir önder, Venezuela’da yaşananın ise sosyalist devrim olduğunu söylemeye devam ettiler. Kabahati kimi zaman beceriksiz bürokratlara attılar, kimi zaman da başarısızlığı ABD emperyalizminin “devrimci önder” Chavez’e karşı yürüttüğü kampanyalara bağladılar. Seçim öncesinde, Maduro’nun Chavez’in misyonunu yerine getirip getirmeyeceği Venezuela’da siyasi gündemin temel konularından birisiydi. Chavez-Maduro karşılaştırmaları yapılıyor ve özellikle muhalefet Maduro’nun yetersizliğini ön plana çıkararak fiziksel olarak kurtulduğu Chavez’den siyaseten de kurtulmak istiyordu. Yapılan anketlerde Chavez taraftarlarının %20’si Chavezsiz Chavezci hareket olmaz diyordu. Bolivar yönetiminin bu seçimleri kazanabileceğini geçen ay belirtmiştik. Nitekim çok az bir farkla Maduro başkan seçildi. Yukarıda Bolivarcı hareketin ana duraklarda nasıl bir grafik çizdiğini özetledik. 14 Nisan seçimleri de aynı çizgiyi devam ettirdi ve Bolivar yönetiminin kan kaybetmekte olduğu bir kez daha doğrulanmış oldu. Üstelik gidişat değişmezse bir sonraki raundu muhalefetin kazanması kuvvetle muhtemel gözüküyor. Nitekim Chavez destekçisi “venezuelanalysis.com” sitesinde seçim sonuçlarını değerlendiren bir yazı da bu tehlikeye işaret ediyor: “İnsanların politik bilinci geri düzeyde olduğunda, yağ veya diş macunu yokluğu yüzünden biraz yılgınlığa kapılmaları işten bile değildir. Ya da bira fiyatının bir ayda iki katına çıkmasından. Ya da seyrek de olsa elektrik kesintilerinden. Hükümetin halkla iletişiminin ciddi bir biçimde iyileştirilmesi gerekiyor. Bundan da önemlisi, 14 yılda çok söylendi –hepimiz bu muazzam başarıları tek tek sayabiliriz– ama bürokrasi, suç ve yozlaşma gibi bazı problemler varlığını koruyor ve öyle gözüyor ki bazı insanlar bu problemleri başka birinin çözeceğine inanıyor…. Dün gece teknik olarak seçimlerden galip çıkmış olsak da, Maduro bile kabul etti ki aynı zamanda kaybettik.” (Tamara Pearson, Understanding the Venezuelan Presidential Election Outcome, 15 Nisan 2013) Meclis Başkanı Cabello da dâhil olmak üzere Chavezcilerin de bu durumu kabullenmeleri ve şapkayı önlerine koyup seçim sonuçlarını düşünmeleri gerektiğini söylemeleri artık gerçeklerin saklanmayacağı bir noktaya gelindiğini gösteriyor. Elbette Bolivarcı yönetimin seçim sonuçlarını dikkate alarak esas sorunun kapitalizmde olduğunu kabul etmesini, kapitalizmin temel çelişki ve sorunlarının reformlarla ortadan kalkmayacağını itiraf etmesini ve “21. yüzyıl sosyalizmi” yerine gerçek bir işçi iktidarını hedeflemesini beklemek saflık olur. Tersine, Chavezci hareket gerek ulusal gerekse uluslararası sermaye ile daha da fazla uzlaşma siyasetine doğru kaya-

marksist tutum

caktır. Chavez’in kendisine göre daha ılımlı ve uzlaşmacı bir kişiliğe sahip Maduro’yu halefi ilan etmesi de bunun emaresidir. Her siyasi hareket dönemin ihtiyaçlarına uygun siyasetçisini de ortaya çıkarır. Nitekim Maduro, yemin töreninde yaptığı konuşmada “anayurdumuzun adayına oy vermeyenlere de zeytin dalı uzatıyorum” diyerek yeni dönem politikasının sinyallerini de vermiş oldu. Ayrıca kimi kaynaklara göre Maduro ABD ile ilişkileri de düzeltmeyi düşünüyor. Chavez’i Venezuela devriminin önderi olarak gören oportünistler ise görmek istediklerini görüyorlar, süreci farklı değerlendiriyorlar ve gelişmelerden farklı sonuçlar çıkarıyorlar. Örneğin PSUV içerisindeki kimi “Marksist” gruplar, Maduro’nun “burjuvazi ile anlaşma yapmayacağız, tersine devrimi radikalleştireceğiz” sözlerinden üretim araçlarının, bankaların ve büyük toprakların kamulaştırılmasını anlıyorlar. Burjuva devlet aygıtını yıkmaları gerektiğini ve bunun yerine işçi konseylerine dayanan yeni devrim yapılanmalarını geçirmek zorunda olduklarını da ekliyorlar. Evet, devrimci Marksistlerin uğrunda mücadele etmek zorunda oldukları hedef tam da budur: burjuva düzeni yıkıp yerine işçi iktidarını tesis etmek. Ama bugün Venezuela’da böyle bir devrimin önündeki engellerden biri de Chavezci hareketin kendisidir. Chavez yıllar boyunca radikal bir söylemle ve büyük beklentilerle Venezuela halkını kontrol altında tuttu. Reformistlerin anlamak istemedikleri husus da budur. Kapitalizme karşı radikal çıkışlar yapan Chavez icraata gelince aynı radikalliği gösteremedi. Özel mülkiyete dokunmadı. Şimdiyse halefi “devrimi” radikalleştirmekten bahsediyor ve onun sosyalist kuyrukçuları bu sözleri ve sahibini alkışlıyorlar. Oysaki devrimin kendisi zaten yeterince radikaldir, daha radikalleştirilmek isteniyorsa ortada devrim falan yok demektir. Sonuç olarak, 2012 seçimlerinden sonra söylediklerimiz bugün de geçerliliğini koruyor: “Venezuelalı işçi ve emekçiler, 2000’li yılların başından bu yana burjuvazinin karşı-devrimci saldırılarına var güçleriyle karşı koydular. Onlar, baskı ve sömürünün sona erdiği, eşitlikçi, adil bir Venezuela için mücadele ettiler ve kendi temsilcileri olarak gördükleri Chavez’in ardından gittiler. Ne var ki yıllar geçtikçe, değiştirilmesini istedikleri düzenin sacayaklarının yerli yerinde durduğunu görerek hayal kırıklığına uğradılar. 14 yıldır her seçimde, Chavez’i desteklememenin burjuvaziyi desteklemek anlamına geldiğini vaaz eden, Chavez’i devrimci bir lider olarak alkışlayıp melanetin kaynağını bürokraside gören reformistlerse, emekçi kitleleri Chavez’in kuyruğuna takmaya çalışmayı sürdürüyorlar. … Yıllardır Chavez’e kan veren bu reformist cephe, gerçekte proleter devrimin önündeki en büyük engel haline gelmiştir. Bunların desteğiyle Chavez (bugün Maduro, S.K.) altı yıl daha başkanlık koltuğunda oturarak emekçileri oyalayıp dizginleme şansını yakalamıştır. Venezuela’da devrimci durumun yolundan saptırılıp heba edilmesinin vebali Chavez’in olduğu kadar bunların da boyunlarındadır.” (İlkay Meriç, Chavez’e Endeksli Bir Sosyalizm Hikâyesi, MT, Kasım 2012)n

33


Lenin’i Anlamak /3 Utku Kızılok

Değişen koşulları kavramak 1905 Devrimi Devrimci bir partinin işçi sınıfı içinde yer tutması, geniş kitleleri örgütlemesi ve işçi sınıfına önderlik edebilmesi için yalnızca doğru teorik görüşlere sahip olması yetmez. Aynı zamanda, değişen toplumsal ve siyasal koşulları kavrayan, sınıf savaşımında olayların gelişimini öngören ve çalışmaları günün ihtiyaçları temelinde şekillendiren bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Değişen ya da değişmekte olan durumun kavranması, işçi sınıfının devrimci iktidar mücadelesinde hayatidir. Ne var ki işçi sınıfının mücadele tarihi, bir dönem için geçerli olan görüşlerin ve çalışma biçimlerinin kaskatı dondurulduğunun ve fikirlerin dogmalaştırıldığının örnekleriyle doludur. Meselâ Bolşevik Parti’nin üst düzey organlarında yer alanların büyük çoğunluğu, toplumu kökünden sarsan ve devrimcileşen kitleleri siyaset sahnesinin önüne fırlatan 1905 ve 1917 Şubat devrimlerine rağmen, eskiyen düşünceleri ve çalışma biçimlerini aynen tekrar edebilmişlerdir. Oysa her iki devrimle birlikte sınıf mücadelesinin seyri değişmiş ve devrim, yeni durumlar yaratarak eski düşüncelerin öngördüklerinin ötesine geçmişti. Teorik açılımların eylem kılavuzu olarak değil de her hal ve şartta aynen korunması gereken şablonlara dönüştürülmesi, işçi sınıfının ihtiyaçlarına zamanında yanıt verilememesine neden olmuştur. Her iki devrimde de bu durumu tersine çeviren Lenin idi. Lenin, neredeyse tüm ömrü boyunca, belirli koşullarda geçerli olan görüşleri ve çalışma biçimlerini donduranlara karşı mücadele vermiştir. Siyaset bilimcilerin ve

34

tarihçilerin de hakkını teslim ettikleri üzere Lenin, her zaman değişen koşulları anlamaya ve günün ihtiyaçlarına yanıt üretmeye çalışmıştır. Liderin ve liderliğin, devrimci ilkelerden ödün vermeden işçi sınıfının mücadelesine yanıt üreten esnek bir bakış açısına sahip olması gerekir ve Lenin’in bu özellikleri dikkat çeker. Lenin’de olayların kavranışı birbirinden kopuk ve parçalı değil, bütünlüklü bir oluş ve süreç halindedir. Bu kavrayışa sahip komünistler, toplumsal gelişmeleri bir bütün olarak ele alır, öncesi ve sonrasıyla analiz ederler; yeni durumların yeni sorunları ve yeni çözüm yollarını beraberinde getirdiğini görür ve çalışma biçimlerinin değiştirilmesi gerektiğini ortaya koyarlar. Lenin’in yaptığı da bu olmuştur. 1905 Devrimi patlak verdiğinde Lenin, yurtdışından yazdığı makale ve mektuplarında “biz doktriner değiliz” diyor ve eski çalışma biçimlerine saplanıp kalınmasını eleştiriyordu. Kavganın gerektirdiği doğru sloganlar ve uygun zaman kaçırılırsa diyordu bir vesileyle, yenilgi tam anlamıyla kaçınılmaz olacaktır. 1905 devrimi sosyalistleri hazırlıksız yakalamıştı. Çarlık despotizmi altında uzun yıllar illegal koşullarda faaliyet yürüten sosyalistler, adeta donup kalmışlardı. Bu nedenle, kendilerini devrimci koşullara uyarlamaları ve yeni çalışma biçimlerini devreye sokmaları oldukça güç oldu. Rusya’daki Bolşevik liderler, devrimin siyaset sahnesine ittiği proleter kitleleri nasıl örgütleyeceklerini bilemiyor, sovyet gibi ortaya çıkan yeni örgütlenme biçimlerine şüpheyle bakıyor ve güvensizlik duyuyorlardı. Lenin’in, esas olarak devrimci partinin nasıl örgütlenmesi gerektiğini ortaya koyduğu ve bununla beraber, sendikaların dahi


sayı: 98 • Mayıs 2013

yasak olduğu ve basın özgürlüğünün olmadığı illegalite koşullarında işçi sınıfıyla hangi araçlar üzerinden bağlar kurulacağı konularında Örgütsel Görevlerimiz Üzerine Bir Yoldaşa Mektup ve Ne Yapmalı’da yazdığı ve önerdiği çalışma biçimlerine takılıp kalmışlardı. Öncelikle, illegal yapının ve devrimci çekirdeğin korunarak devrimci ortamdan yararlanmak amacıyla çeşitli tipte yeni legal işçi örgütleri yaratmak, devrimci ortamda hızla yetişen ve pişen işçileri partiye almak gerekiyordu. Fakat neredeyse tamamını “okumuşların” oluşturduğu bölge ve yerel komite unsurları, üye sayısının artmasıyla partinin kitle içinde kaybolacağını söylüyor ve işçileri partiye almamak için direniyorlardı. Meselenin iki yönü vardı: Birincisi, devrimcileşen işçileri partiye çekecek araçların yaratılması, ikincisi ise partiye çekilen ya da zaten partili olan işçilerin yerel ve bölge komitelerine alınması. Devrimle birlikte işçiler muazzam bir bilinç dönüşümüne uğramış, devrim ateşi içinde hızla öğrenmeye ve sosyalist fikirleri benimsemeye başlamışlardı. Çara dilekçe vermek üzere giden işçilerin kurşunlandığı ve binden fazla insanın öldüğü 9 Ocaktan üç gün sonra Lenin şunları yazıyordu: “İşçi sınıfı büyük bir iç savaş dersi aldı; tekdüze, can sıkıcı ve korkuyla dolu günlük yaşamda aylar ve yıllar boyunca yapılanlara oranla, proletaryanın devrimci eğitimi bir günde çok daha büyük gelişme kaydetti.”1 Eski koşulların ortadan kalkmakta olduğunu ve proletaryanın kitlesel boyutlarda devrimcileştiğini gören Lenin, işçi kitlelerini partiye çekmek amacıyla çalışma biçimlerinin derhal değiştirilmesi ve partinin kendisini yeni koşullara uyarlaması gerektiğini düşünüyordu. Yeni Görevler ve Yeni Güçler adlı makalesinde, devrimci arenaya çıkmakta olan kitlelerin parti tarafından kazanılması gerektiğini belirtiyordu. Şimdi diyordu asıl sorun, bu güçlerin nasıl örgütleneceği ve nasıl yönetileceğidir. Ne Yapmalı’ya atıfta bulunarak, bir dönem, sendikal çalışmanın legalleşmesinin sosyalist hareketin sırtındaki yükü atacağını söylediklerini, devrimle birlikte ise kitlelerin hükümetin yasal zemin oluşturmasını beklemeden legal alanı kullanmaya başladığını dile getirmekteydi. Dolayısıyla kitlelerin devrimci enerjisine ayak uydurmak üzere eski çalışma biçimleri terk edilmeli, parti ve yan örgüt üyelerinin sayısı yükseltilmeliydi: Yeni çalışma yöntemlerine daha bir cesaretle eğilin, işçi gençliğinden daha fazla unsurlar kazanın, bütün parti örgütlerinin eskiden yerleşmiş olan iskeletini komitelerden fabrika gruplarına, sendikalara, derneklere, öğrenci gruplarına kadar her yerde geliştirin! Lenin, “insan sıkıntısı çekiliyor” söylemine de tepki göstererek, insan var, devrimci Rusya’nın hiçbir zaman şimdiki kadar yığınla insanı olmadı demekteydi.2 Şubat ayında Rusya’daki yoldaşlarına yazdığı bir mektupta, söylemini oldukça sertleştirmişti: “Geleneksel, iyi niyetli komite (hiyerarşik) aptallıklarını tamamen yeraltına iterek, kesinlikle yüzlerce çevre örgütlemeli, örgütlemeli, örgütlemeliyiz. Ya her yerde, bütün katmanlar içinde,

marksist tutum

her türden devrimci sosyal demokrat çalışmalar uğruna yeni, genç taze ve enerjik savaş örgütleri yaratırsınız ya da «komite» bürokratları halesine bürünerek batağa gömülürsünüz.” Ne Yapmalı’daki ilkeler kendisine hatırlatıldığında ise şöyle diyordu: “Bütün şemalar, bütün örgütlenme planları… kırtasiyecilik izlenimi yaratır… Formalite istemeyin ve Tanrı aşkına bütün şemaları unutun...”3 Ancak parti örgütleriyle Lenin arasındaki tartışma bitmedi. Tüm sorunların ele alınması ve partinin yeni dönemde çalışma perspektiflerinin ortaya konması amacıyla, Nisan sonu ve Mayıs başlarında Londra’da 3. parti kongresi yapıldı. Menşevikler katılmadığı için kongre, esas olarak Bolşevik fraksiyonun kongresi oldu. Bolşeviklerin önündeki en ciddi tartışma konusu, işçilerin partiye çekilmesi, yerel ve bölge komitelerinin işçi sınıfından unsurlara açılmasıydı. Kongrede tek bir işçi delege bile yoktu. Durumun komitelerde de benzeri şekilde olmasını parti yönetim organlarıyla işçiler arasındaki mesafenin bir ifadesi olarak değerlendiren Lenin ciddi olarak endişeleniyordu. Bu sorun gündeme geldiğinde Lenin, kelimenin tam anlamıyla çıldırmıştı. Gösterdiği tepki konusunda bulunmaşöyle diyordu: “Komite üyeliklerine uygun işçi bulunma dinleyemezdığını söyleyenleri, sakin bir şekilde oturup dinleyemez dim. Bu tamamiyle asıl konuyu saptırmaktır.”4 Lenin ekliyordu: “Açıkça söyleyeyim, bu partide bir hastalık var.” Delegelerden bazıları ve Lenin, sosyalist işçilerin komitelere alınması ve partinin güçlendirilmesi önerisinde bulunduklarında, Krupskaya’nın “komiteciler” diye adlandırdığı unsurlar, itiraz yükselttiler ve ihtiyatlı olunması gerektiğini söylediler. Bu şekilde genişlemenin ve parti içi demokrasiyi işletmenin, partiyi polis karşısında güç duruma düşüreceğini ileri sürüyorlardı. İşçilerin çoğunun okuma yazma dahi bilmediği, sınırlı sayıda işçinin mücadeleye çekilebildiği, buna karşın komünist bilinç dönüşümünün zaman aldığı, gizlilik koşullarında önceliğin parti örgütlerinin korunması ve temel faaliyetlerini yürütülmesi olduğu ve bu nedenle organlara yeni üyelerin alınmasında çok dikkatli olunması gerektiği düşüncesi “komite adamları”nın kafasında öylesine mekanik biçimde yer etmişti ki, koşullar değişmesine rağmen onlar eskide ısrar etmeye devam ediyorlardı. Diğer taraftan, okumuşların komitelerde kendi egemenliklerini sürdürmek istedikleri de bir gerçekti. Nitekim delegelerden birisi, “şu halde, uygulamada aydınlara pek az, işçilere ise çok daha fazla ihtiyaç duyulacak” dediğinde Lenin, “tamamen doğru” diye haykırır. “Komiteciler” ise koro halinde şöyle karşılık verirler: “Yanlış!”5 Konferansta yaşanan tartışmalar, bir dönem için zorunlu olan çalışma tarzının nasıl da amaç haline getirildiğini, faaliyeti yürütenlerin kendilerini söz konusu tarzla nasıl da özdeşleştirdiklerini gözler önüne sermektedir. Krupskaya, Odesa’dan kongreye katılan bir kadın delegenin şu sözlerini aktarır: “İşçiler, yerel komitelerden olanaksız bir şey istiyorlar, bizden propaganda yapmamızı istiyorlar. Nasıl yapabiliriz? Biz onlara yalnızca

35


marksist tutum

ajitasyon yapabiliriz!” Aslında bu ifadeler nasıl bir körleşme olduğunu, kısa zamanda değişen koşullarla uyumlu hale gelerek günün ihtiyaçlarına yanıt verememeyi net bir şekilde ortaya koyuyor. Lenin, değişen koşulları dikkate alarak kongrede, parti komitelerinin her iki aydına karşılık sekiz işçiden oluşturulmasını önermişti. Ancak genel grevin ülkeyi bir baştan bir başa sardığı, sovyetlerin tarih sahnesine çıkarak burjuvazi ve monarşi karşısında işçi sınıfının iktidar odağı olarak faaliyet yürüttüğü, devrimcileşen işçi kitlelerinin 8 saatlik işgünü uygulamasını fiilen hayata geçirdiği, matbaaları denetimine aldığı Ekim ayından sonra, önerisini daha da ileri götürecekti. 1905 Kasımının başlarında yazdığı bir makalede, “Şimdi yeni parti örgütlerinde sosyal demokrasiye mensup her aydına birkaç yüz sosyal demokrat işçinin düşmesini istemek gerekir” demekteydi. Aynı yazı çok önemli bir tespitle başlıyordu: “Partimizin faaliyet koşulları temelden değişiyor. Toplantı, basın ve dernekleşme özgürlüğünü kazandık… İllegal parti aygıtı korunmalıdır. Fakat aynı zamanda, şu an nispeten çok daha geniş olan faaliyet alanından en geniş ölçüde mutlaka yararlanmak gereklidir. İllegal parti aygıtının yanı sıra mutlaka gittikçe artan sayıda legal ve yarı legal parti (ve partiye dayanan) örgütler kurmak gereklidir. Son söylediğimiz bu çalışma olmadan, faaliyetimizi yeni koşullara uydurmak ve yeni görevleri çözmek imkânsız olacaktır.”6 Devamında, partinin devrimci işçi kitlelerine açılması konusunda hâlâ korku besleyenlere, umacı icat etmemelerini söylüyordu: “Hayali korkulara hayır, yoldaşlar. Her canlı ve gelişen partide her zaman kararsız, sebatsız ve yalpalayan unsurların bulunacağını unutmayın.”7 Lenin’in verdiği mücadeleyle kriz aşıldı ve Bolşevikler, gerçekten de devrimci işçi kitlelerini kucaklamaya başladılar. Henüz devrim patlamadan önce Bolşevik örgütlerdeki toplam üye sayısı 8400 olarak verilmektedir. Fakat 1906’nın başlarında üye sayısı 34 bine, bir yıl sonra ise 46 bine yükselecekti.8 Troçki’nin ifadesiyle, “her yeni durumda, parti ancak bir iç kriz yaşayarak adaptasyon sağlayabiliyordu.” Bu kriz, yeni ortaya çıkan sovyet gibi organların niteliğinin ve rolünün değerlendirilmesinde, parlamento ve seçimler konusunda da kendini gösterecekti. Neredeyse her devrim, granitten doktrinlerin karşısına hiç hesaplanmamış durumlar, ilişkiler ve biçimler çıkartarak onların keskinliğini silikleştirir. Rus devrimleri, bu konuda oldukça zengin bir içeriğe sahiptir. Karmaşık toplumsal yaşam ve sınıf mücadelesinin kendi iç dinamikleri dikkate alındığında bu oldukça doğal gözükür. Burada önemli olan örgütlerin ve kişilerin öğretinin katı çerçevesine hapsolmadan, gürül gürül akan toplumsal yaşamın getirdiği yenilikleri fark ederek tutum alabilmesidir. Zira aynı zamanda hayatı algılama biçimi olan Marksizm, düşüncelere somutluk kazandırılmasında bir eylem kılavuzu işlevi görür. Bu bakış açısına sahip olmayan ve sınıf mücadelesinin

36

Mayıs 2013 • sayı: 98

kafalarının içindeki düşünceler çerçevesinde gelişeceğini varsayanlar yanılırlar. Olayların gelişimi, çizdikleri çerçevenin dışına çıktığında şaşırır ve çoğunlukla yanlış tahlillere girişerek tutulması gereken halkayı kaçırırlar. Meselâ Bolşevik örgütün Rusya’daki önde gelen kadroları, sovyetin niteliğini ve rolünü kavrayamadıkları için partiye alternatif olarak görüp Menşevik icadı diye tepki gösterdiler. Birisi şöyle diyordu: “Menşevikler, yeni bir entrika çevirdiler: Parti dışında Zubatovcu bir komite seçiyorlar.” Bununla da yetinmeyip Petersburg’da, proletaryanın gelişimini geride tutabileceğini belirten bir karar aldılar. Kimileri ise sovyetlerin, programı kabul ederek partiye girmesi gerektiğini savunuyorlardı. Tabandaki komünist işçiler pratikte sovyetin işlevini görüp içinde yer alırken, üst düzey kadrolar ortaya çıkan olguya anlam veremiyor ve kuşku yayıyorlardı. Buna mukabil, çok uzakta olan ve sınırlı düzeyde bilgiye ulaşan Lenin, yeni ve beklenmedik bir şekilde tarih sahnesine çıkan sovyetleri anlamaya çalışıyordu. Liderin ve liderliğin, devrimci ilkelerden ödün vermeden işçi sınıfının mücadelesine yanıt üreten esnek bir bakış açısına sahip olması gerekir ve Lenin’in bu özellikleri dikkat çeker. Lenin’de olayların kavranışı birbirinden kopuk ve parçalı değil, bütünlüklü bir oluş ve süreç halindedir. Bu kavrayışa sahip komünistler, toplumsal gelişmeleri bir bütün olarak ele alır, öncesi ve sonrasıyla analiz ederler; yeni durumların yeni sorunları ve yeni çözüm yollarını beraberinde getirdiğini görür ve çalışma biçimlerinin değiştirilmesi gerektiğini ortaya koyarlar. Lenin’in yaptığı da bu olmuştur. Lenin, “Görüşlerimi hâlâ bu kahrolası uzak yerlerde ve bir «yabancı» gibi yazıyorum… İşçi Delegeleri Sovyetinin tek bir toplantısını görmeden, yoldaşlarımla tek bir fikir mübadelesinde bulunmadan” diyerek içinde bulunduğu koşulların zorluğuna dikkat çekiyordu. Bolşevik liderlerden Radin’in “işçi delegeleri sovyeti mi, yoksa parti mi?” sorusuna Lenin şöyle cevap veriyordu: “Bence, soru böyle konamaz, yanıtın da mutlaka şöyle olması gerekir: Hem işçi delegelerinin sovyeti hem de parti.” İkisi de mutlaka lazım diyen Lenin, sovyetten sosyal demokrat programı kabul etmesini ve partiye girmesini istemenin doğru olmayacağının altını çiziyor ve ortaya çıkan olgunun niteliğini şöyle tanımlıyordu: “Sovyetin, geçici devrimci hükümetin tohumu olarak kabulü gerekir.” Lenin, sovyetin kendisini kısa zamanda bütün Rusya geçici devrimci hükümeti olarak ilan etmek zorunda olduğunu söylüyordu.9 Ne var ki kalıpçı düşüncelerden kendilerini kurtaramayan Rusya’daki Bolşevik yöneticiler, sınırlı bilgisine rağmen henüz ilk evresindeki sovyet olgusunu son derece isabetli şekilde tanımlayan Lenin’in makalesini yayınlamayı reddettiler. Benzeri bir durum, 1917 Şubat devrimiyle başla-


sayı: 98 • Mayıs 2013

yan süreçte Uzaktan Mektuplar’ın da başına gelecekti. Değişen koşulların kavranamaması ve bir dönem için geçerli olan güncel politik çizginin amaç haline getirilmesi, özellikle Duma’ya karşı takınılacak tavır konusunda başlayan tartışmalarda ciddi ihtilaflara yol açtı; devrimci yükselişin geri çekilmesinin de etkisiyle parti hiziplere bölündü ve güç kaybetti. Devrimci yükselişi durdurmak ve kitleleri oyalamak isteyen Çar, Ağustos başında bir ferman yayınlayarak meclis oluşturulacağını duyurdu: Duma. Ne var ki bu meclis, yasama yetkisi olmayan ve esas olarak toprak sahiplerinden ve büyük burjuvaziden müteşekkil bir istişare kurumu olacaktı. Nitekim işçi ve köylülerin seçimlere katılmasının önüne pek çok engel konurken, mülk sahibi sınıflara ayrıcalıklar tanınıyordu. Çar’ın önerisi, burjuva demokratik devrim kapsamında olan ve tüm halk kesimlerinin eşit ve gizli oyuyla seçilmesi gereken Kurucu Meclis talebinden fersah fersah uzaktı. İçişleri Bakanı Buligin’in ismiyle anılan Duma’ya karşı nasıl bir tutum almak gerektiği tartışmaları, liberal burjuvaziyi ve sosyalistleri ikiye böldü. Menşevikler, fiili bir durum yaratmak ve böylece Kurucu Meclisin toplanmasını sağlamak amacıyla bir kampanyayı savunup, doğrudan boykotu gündemlerine almazlarken, Bolşevikler aktif boykotu ve bunun bir parçası olarak silahlı ayaklanmayı benimsediler. Liberal burjuvazinin sol kanadı da –özellikle aydınlar– istişareden öteye geçmeyecek bu Duma’yı boykot etmeye karar verdi. Lenin, Buligin Duması’nı Boykot ve Ayaklanma başlıbaşlığıyla bir makale yazarak Bolşeviklerin görüşlerini dile getirdi. Lenin, Çarlığın, göstermelik bir meclisle ve otokraotokra siye zarar vermeyecek sahte bir anayasayla emekçi kitleleri uyutmak, toprak sahipleri ve burjuvaziyle anlaşmak istediğini belirtiyordu. Burjuvazinin de bu anlaşmadan geri durmayacağını, en azından bir kesiminin buna tav olacağını dile getiriyordu. Fakat diyordu “proletarya partisinin görevi, anlaşma anını mümkün olduğunca geciktirmek, burjuvaziyi mümkün olduğunca bölmek, burjuvazinin halka yaptığı geçici çağrılardan devrim için mümkün olduğunca fazla yarar sağlamak ve bu dönem içinde devrimci halkın (proletarya ve köylülüğün) güçlerini otokrasiyi şiddet yoluyla yıkmak ve hain burjuvaziyi bir tarafa itmek-tarafsızlaştırmak üzere birleştirmektir.” Lenin, burjuvazinin otokrasiye karşı giriştiği tahripkâr faaliyetten mutlaka yararlanmak ve bu kapsamda boykotu bir ajitasyon aracı olarak kullanmak gerektiğine dikkat çekiyordu. İşçi sınıfının, politik ajitasyonun genişletilmesi ve keskinleştirilmesi için, burjuva demokrasisinin devrimci kesimini desteklemeye ilgisiz kalamayacağını söylüyordu. Boykot taktiğinin nesnel zemininin nasıl güçlü olduğunu şöyle anlatıyordu: “Duma’yı boykot, burjuvazinin halka yaptığı şiddetli bir çağrıdır, ajitasyonun gelişmesi demektir, bizim ajitasyonumuz için fırsatların çoğalması ve politik krizin, yani devrimci hareketin kaynağının derinleşmesi demektir.” Aksi durumu ise şöyle ifade ediyordu: “Liberal

marksist tutum

burjuvazinin Duma’ya katılması ise andaki ajitasyonun zayıflaması demektir, halktan çok Çarlığa hitap etmesi ve burjuvaziyle Çarlık arasında karşı-devrimci bir anlaşmanın oluşmaya başlaması demektir.” Lenin’e göre burjuvazinin sol kanadı Duma’yı boykot ederken, kendileri bundan geri duramazdı ve bu nedenle boykota omuz verilmeliydi. En geniş ajitasyonla boykotun aktif boykota dönüştürülmesi ve kitlelerin devrimci mücadeleye çekilmesi gerektiğini söylüyordu. Şiarları silahlı ayaklanma, hedefleri ise otokrasinin yıkılması ve demokratik devrimin hayata geçirilmesiydi. Ancak Ekim ayında tüm toplumu sarsan devrimci yükseliş, Buligin Duması’nı ıskartaya çıkardı. Çar, bu kez daha fazla taviz vermek zorunda kaldı ve İçişleri Bakanlığına getirilen Witte eliyle bir “özgürlükler” bildirisi yayınladı. Seçme hakkı genişletiliyor, Duma’ya yasama hakkı tanınıyor ve anayasa vaat ediliyordu. Lakin Çarlık yerli yerinde duruyordu ve devrimci işçi sınıfı getirilen güdük reformlarla yetinmek istemiyordu. Devrimci yükseliş ve işçi sınıfının iktidar odağı haline gelen sovyetler, burjuvaziyi derinden sarsmış ve korkutmuştu. Proletaryanın kendisini de süpüreceğinden korkan burjuvazi ve onun liberal kesimleri, otokrasiyle anlaşma yoluna gitti ve yasama hakkı tanınan Duma’yı boykottan vazgeçti. Yeni değişikliklerle birlikte Duma seçimleri 1906’nın baharında yapılacaktı ve dolayısıyla bir kez daha sosyalistlerin gündemine geldi. 1905 Aralığının ortasında Finlandiya’da toplanan Bolşevik konferansta mesele yeniden ele alındı. Bu konferansta Lenin, önce Duma’nın fikrin boykot edilmesine karşı çıktıysa da, daha sonra bu fikrinden vazgeçti. İlerleyen bir dönemde (1920) Lenin’in yaşgününde bu konuyu açan Stalin, şunları aktarmaktadır: “O zaman bizim şaştığımız, hepimiz konuşmalarımızı yaptıktan sonra, Lenin’in müdahale etmesi ve kendisinin seçimlere girmekten yana düşündüğünü açıklaması oldu.”10 Konferans ile Moskova ayaklanması neredeyse aynı günlere denk gelmişti. Devrimci kitleler, vaat edilen reformları hem yetersiz buluyor, hem de Çar’ın bildirisinin gereğinin yerine getirileceğine inanmıyorlardı. Troçki’nin ifadesiyle işçi sınıfı, anayasanın parşömen kâğıdına sarılmış bir kırbaç istemediği için mücadeleyi sürdürüyordu. Otokrasinin yıkılarak devrimin ileriye taşınmasının gündemde olması, Lenin’in geri adım atmasına neden olmuştu. Belli ki bir başka etmen, tam da böylesi bir siyasal eşikte parti içi yeni bir krizin patlak vermesinin önüne geçmekti. Konferansta Duma konusunda alınan kararı Lenin, Ocak 1906’da yazdığı Devlet Duması’nı Boykot Etmeli mi adlı kısa makalesinde savundu.11 Ne var ki, bu makale yazıldığında işçi sınıfı Aralık barikatlarından yenilerek çıkmış, sovyetler dağıtılmış, önderleri tutuklanmış ve devrimci yükseliş darbe almıştı. Siyasal tablo ve koşullar değişmişti. Lenin ilkbaharda, boykot konusundaki fikrini kesin olarak değiştirdi. Menşevik

37


Mayıs 2013 • sayı: 98

marksist tutum

ve Bolşeviklerin yeniden birleştiği Stockholm’deki Birlik Kongresi’nde, Menşevik önerge yönünde oy kullandı ve Duma seçimlerine katılmayı destekledi. Bir kez daha Bolşevik yoldaşlarını karşısına almıştı. Kongre kararının uygulanması için şöyle yazıyordu: “Kongre, nerede bir seçim varsa, orada hepimizin oy kullanması gerektiğini kararlaştırmıştır. Seçimler sırasında, bu seçime katılma konusu tartışılmayacaktır. Proletaryanın eylemi birleştirilmelidir.”12 Son baharda Boykot Üzerine başlıklı yazdığı makalede, aslında tutumunu neden değiştirdiğini de anlatmaktaydı. Boykot konusunun yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini söylüyor ve şöyle diyordu: “Bu yapılırken, bizim bu sorunu daima somut, o günkü politik duruma bağımlı olarak ele aldığımız göz önünde tutulmalıdır.” Çok açık ki, boykotu gerektiren toplumsal ve siyasal koşullar ortadan kalkmıştı; şimdi sınıf kitlelerini başka bir halkadan yakalamak için çalışmaları günün koşullarına uygun şekilde yürütmek gerekiyordu. Bu nedenle diyordu “gerçeklere gözünü kapamak gülünçtür. Tam da şimdi, devrimci sosyal demokratların boykotçuluğu bir yana bırakmak zorunda oldukları zaman gelmiştir.” Devrimci yükselişin geri çekilmesi göz önüne alınarak, Duma seçimleri ve parlamento kürsüsü mütevazı bir ajitasyon aracı olarak kullanılmalıydı. Lenin’in boykot tavrından vazgeçmesinde bir başka etmen ise, yoksul köylülüğün hareketlenmesi, özellikle seçimlerde toprak sorununu gündeme getiren köylü partisine, bağımsız sosyalist ve ilerici adaylara yoğun şekilde oy vermesiydi. Adı geçen yazıda Lenin, köylülüğün partisiyle (Trudovikler) seçim ittifakı yapmak istediklerini de açıklıyordu. Böylece Çarlığa karşı işçilerin ve köylülerin ittifakı sağlanacak, köylü partisi sola çekilecek, Duma’nın iş göremeyeceği gösterilecek ve bir Kurucu Meclis’in gerekli olduğu kanıtlanmış olunacaktı.13 Lakin Bolşevikler içinde tartışma yatışmadığı gibi alevlendi. Öyle ki Lenin’in karşı çıkmasına rağmen, seçimlerin yaptırılmaması ve bunun için ne gerekiyorsa yapılması yönünde bir karar bile aldılar. Lenin, 1907’nin yazında, bu kez de Boykota Karşı adıyla bir yazı daha yazmak zorunda kaldı. Burada, boykotun hangi koşullar için geçerli olduğunu, 1905’te neden bu taktiği savunduklarını açıklıyor ve şöyle diyordu: “Bütün çağrıların kitlelerde bir cevap bulmadığı, devrimin uyuşukluk” döneminde boykot savunulamaz.14 Gericilik yılları başlamıştı. Bu dönemde Lenin, çeşitli araçlar üzerinden işçi kitlelerine seslenilmesi ve bağlar kurulması için, parlamento kürsüsü dâhil yasal alanın mutlakla kullanılması gerektiğini savunuyordu. Duma, geniş kitlelere seslenmek için bir ajitasyon kürsüsü haline getirilmeliydi. Fakat devrimci dalganın geri çekildiğini ve koşulların değiştiğini anlamayan boykotçular, tutumlarında ısrar ettiler. Parti içinde bir hizip haline gelen ve “ültimatomcular” olarak da adlandırılan bu grup, partinin Duma’dan kopmasını ve yalnızca gizli çalışmalara yönelmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Lenin, hem boykot-

38

çulara hem de Duma’yı alabildiğine fazladan abartan ve işçi sınıfı nezdinde yanılsamalar üreten Menşeviklere karşı mücadele etti. Parlamento kürsüsü kullanılmalıydı, ama bir ajitasyon aracı olarak ve kitlelerin politik bilincinin gelişmesine hizmet ettiği ölçüde. Yıllar sonra Lenin, iki devrimin birikimine ve dünya işçi hareketinin örneklerine yaslanarak boykot meselesine yeniden geri döndü. III. Enternasyonal içinde sol sekter eğilimlerin sendikalarda çalışmayı ve burjuva parlamentoları kullanmayı reddetmelerini eleştirdiği Sol KomünizmBir Çocukluk Hastalığı adlı kitabında, 1905 ve 1906’daki tutumlarına da açıklık getiriyordu. Lenin, 1905’teki boykot kararını hatırlatarak şöyle diyordu: “O tarihte, bu boykot kararı, gerici parlamentolara katılmamanın genel olarak doğru bir davranış olduğu için değil, yığın grevlerinin siyasi greve ve sonra da devrimci greve ve en sonunda da Çarlığa karşı ayaklanmaya doğru hızla dönüştüğü nesnel durumun doğru olarak hesap edilmiş olmasından ötürü verilmişti.” Ancak bir yıl sonra benzeri bir durum yoktu ve koşullar değişmiş olmasına rağmen eski politik çizgi sürdürülemezdi. Lenin, açık yüreklilikle 1906’daki boykot kararının bir hata olduğunu kabul ediyordu: “Zaten Bolşeviklerin 1906’da Duma’yı boykot etmeleri, pek önemli olmasa da ve kolayca onarılsa da, gene de yanlış olmuştur.” Gericilik döneminin başladığı 1907’den sonra ise, boykot fikrinin savunulmasının vahim ve onarılması zor bir yanılgı olduğunu belirtiyordu. “1906’da yanlış yaptık” ifadesinin bulunduğu yere bir dipnot ekleyen Lenin, daima örnek alınması gereken şu sözleri sarf ediyordu: “Akıllı adam, yanlış yapmayan adam değildir. Böylesi yoktur ve olamaz. Akıllı adam odur ki, pek vahim olmayan yanlışlar yapar ve onları kolayca ve çabuk düzeltir.”15 (devam edecek) _________________ Lenin, “Rusya’da Devrimin Başlangıcı”, Seçme Eserler, İnter Yay., c.3, s.271, düzeltilmiş çeviri 2 Lenin, Seçme Eserler, c.3, s.406 3 akt. Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, c.1, Belge Yay., s. 99-100 4 akt. Krupskaya, Lenin’den Anılar, c.1, s.110 5 akt. Krupskaya, age, s.110 6 Lenin, “Partinin Reorganizasyonu Üzerine”, Seçme Eserler, c.3, s.429 7 Lenin, age, s. 432 8 akt. Marcel Liebman, age, s. 46 9 Lenin, “Görevlerimiz ve İşçi Delegeleri Sovyeti”, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine içinde, Sol Yay., s.248 ve 253 10 akt. Bertram D. Wolfe, Devrimi Yapan Üç Adam, c.2,, s.43 11 Lenin, Seçme Eserler, s.342 12 akt. Krupskaya, age, s.130 13 Lenin, Seçme Eserler, s.370 14 Lenin, Seçme Eserler, s.390 1

15

Lenin, age, Sol Yay., s.26-27


Kamu Emekçilerine 657 Saldırısı Ezgi Şanlı

A

KP hükümeti, iktidara geldiği günden bu yana, işveren örgütlerinin talepleri doğrultusunda pek çok fiili ve yasal düzenlemeyi aksatmaksızın hayata geçiriyor. Sendikalar Kanunu ile Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanununu değiştiren AKP, Ulusal İstihdam Stratejisi adı altındaki bir saldırı programıyla da özel istihdam bürolarını yaygınlaştırmayı, kıdem tazminatını bir fona devrederek yok etmeyi gündeminde tutuyor. Taşeronluk sistemini daha da yaygınlaştırmanın hazırlığını yapıyor. Tüm işçiler için iş güvencesini yok etmek isteyen ve kamu emekçilerinin haklarına yönelik olarak da pek çok saldırı gerçekleştiren AKP hükümeti, şimdilerde Devlet Memurları Kanunu’nu değiştirerek bu alanda geniş çaplı bir operasyona girişmiş bulunuyor. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun artık her yerinden su aldığını ileri süren hükümet, kamu personel sisteminde arzuladığı değişiklikleri Haziran ayına kadar tamamlamayı planlıyor. Ajandasını hem özel sektörde hem de kamu sektöründe sömürünün önünü daha da açmak ve kısa zamanda her iki sektörde işten atmayı daha da ko-

lay hale getirmek üzere planlayan AKP, milyonlarca kamu çalışanının ve onların bağlı bulundukları sendikaların taleplerini yine yok sayıyor. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun değiştirilmesi, 2011’den bu yana hükümetin gündeminde bulunuyor. Hükümet, yapacağı değişikliklerle kamuda esnek çalışmayı ve performansa dayalı istihdam uygulamasını yaygınlaştırmak ve kalıcı hale getirmek, memur statüsünde çalışan işçilerin kolaylıkla işten atılmasına hizmet edecek düzenlemeleri bir an önce yapmak istiyor. Seçim döneminde milyonlarca kamu emekçisinin hafızasında 657’nin değiştirilmesi ile yer etmek istemeyen AKP hükümeti, önümüzdeki seçimlere gerekli yasal düzenlemeleri yapmış ve kamu emekçilerinin öfkesini soğutmuş olarak girmek istiyor. Tam da bu nedenle, AKP hükümeti güçlü bir kadro ile konu üzerinde çok yönlü bir çalışma yürütüyor. Devlet Personel Başkanlığı’nın geçtiğimiz aylarda Abant’ta düzenlediği “Kamu Personel Sisteminin Sorunları, Çözüm Önerileri ve 2023 Vizyonu Çalıştayı” dev-

39


marksist tutum

letin 657 sayılı kanun ve kamu emekçileri konusundaki tutumunu netlikle ortaya koymaktadır. Hükümet, özel sektörle birlikte devletin ayağındaki “prangaları” da çözmek istediğini bu çalıştayda açıkça ilan etti. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Devlet Personel Başkanı Mehmet Ali Kumbuzoğlu ve Bolu Valisinin yanı sıra çalıştaya pek çok üst düzey bürokrat çağrıldı. KESK Genel Başkanı Lami Özgen, Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk ve Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu da çalıştayda hazır bulundular. Sözde sosyal taraflar arasında diyalog yoluyla kamu personel rejimini değiştireceğini iddia eden AKP, bu çalıştayda sendika genel başkanlarının ortaya koyduğu taleplere kulak tıkadı. “Üretken ve verimli kamu çalışanı kimliğini oluşturmak en önemli görevimizdir” diyen Kumbuzoğlu ve Çelik, iki günlük çalıştay boyunca milyonlarca kamu işçisinin sorunlarının nasıl çözüleceği üzerine tek kelime etmediler. Faruk Çelik çalıştayda yaptığı konuşmada kamu çalışanlarını şu sözlerle tehdit ediyordu: “Kamuda memur, sözleşmeli personel, geçici personel, işçi, geçici işçi gibi değişik ad ve statülerde personellerin istihdam edildiğini biliyoruz. Ücret unsurları bile sayılamayacak unsura ulaştı. Dağınık ve savruk bir mevzuat var. Devlet bütçesinin yaklaşık 3’te 1’i personel giderine ayrılıyor. (…) Niceliği değil, niteliği esas almalıyız. Türkiye’nin gelecek 50 yılına damga vuracak personel sistemini sosyal taraflarla diyalog çerçevesinde hayata geçireceğiz. İş güvencesi tabii ki kamu çalışanları için önemli. Verimlilik içeriyorsa, iş güvencesinin anlamı vardır. Verimliliği göremiyorsanız buna karşı önlem alınmalıdır. İş güvenliği verimlilikle birlikte ele alınmalı, masada tartışılmalıdır. Bu çalıştayda herkes kendi gerçeklerini söylüyor. Biz de söyleyeceğiz. Bu sistem yürümüyor. İhtiyaçlara cevap vermiyor.” Bakanın bu sözleri kamu emekçilerine karşı alınan sınıfsal tavrı açıkça dışa vurmaktadır. Bir kere, kamu emekçilerini “statülerle” ve “farklı mevzuatlarla” bölüp parçalayan devletin ve hükümetin kendisidir. Emekçileri bunun suçlusu ilan etmek ikiyüzlülüktür. İş güvencesini ortadan kaldıran, kamu emekçilerini geçici ve sözleşmeli çalışmaya zorlayan, bu emekçileri 657 kapsamına almayan hükümetin kendisidir. Bu nedenle 657’nin yıprandığını iddia ederek kamu emekçilerinin elde ettikleri kazanımları ortadan kaldırmak tam bir ikiyüzlülük ve emekçi düşmanlığıdır. Türkiye’de 3 milyonun üzerinde kamu çalışanı var. Tıpkı Bakan’ın söylediği gibi kamu çalışanları kendi içlerinde “kadrolu memur”, “sözleşmeli personel”, “geçici işçi” ve “sürekli işçi” olarak ayrıştırılıyorlar ve farklı mevzuatlara göre istihdam ediliyorlar. Ortada bir karmaşa olduğu doğrudur. Ancak bu karmaşanın bedelini kamu emekçileri ödemektedir. Hükümet, tüm kamu emekçilerinin standartlarını eşitlemek ve karmaşayı ortadan kaldırmak istiyor. Ancak bu standartları iyileştirip düzeltmeyi değil daha da aşağı çekerek eşitlemeyi arzuluyor. Türkiye’de kamu personeli sayısının çok fazla olduğu-

40

Mayıs 2013 • sayı: 98

nu ve sayının fazlalığına rağmen verimin az olduğunu ileri süren AKP açıkça yalan söylüyor. 63 milyon nüfusa sahip İngiltere’de 6 milyon kamu çalışanı bulunuyor. 75 milyon nüfuslu Türkiye’de ise bu rakam İngiltere’deki rakamın yarısı kadar. Üstelik bu rakamın azımsanmayacak bir kısmı, sözleşmeli ve geçici olduğu için iş güvencesi olmayan işçilerden oluşuyor. Türkiye’de 2012 yılına ilişkin kamu çalışanı sayıları şöyle: Kadrolu personel: 2.435.169 Sözleşmeli personel: 170.686 Sürekli işçi: 351.448 Geçici işçi: 19.673 Geçici personel: 21.946 Diğer: 112.738 Toplam: 3.111.660 Hükümet, yeni düzenlemelerle hem mevzuatı sadeleştireceğini hem de kamu çalışanlarının verimini arttırarak vatandaşların aldığı hizmeti daha kaliteli hale getireceğini iddia ediyor. Yani az ve ucuz işçiyle çok iş yapmayı hedefliyor. Kamu emekçilerinin haklarını ellerinden almayı ve iş yüklerini arttırmayı planlıyor. Hükümetin derdi gerçekten kamu hizmetinde verimi arttırmak olsaydı, her kademede bürokrasiyi azaltmakla işe başlayabilirdi. Ama belli ki hükümetin gerçek niyeti halka sunulan hizmet kalitesini arttırmak değildir. AKP’nin yıllardır ortaya koyduğu pratik, asıl amacının çok daha başka olduğunu gösteriyor. Görünen köy kılavuz istemiyor. Birkaç yıl önce hayata geçirilen norm kadro uygulaması, on binlerce kamu işçisinin yaşamını çekilmez kıldı. Çok sayıda kamu emekçisi, çalıştığı yerden ayrılmaya, evinden onlarca kilometre uzak bölgelerde çalışmaya zorlandı. Atanmak istediği bölgeye atanmadı. Hastanelerde yeterli personel olmadığı için sağlık çalışanlarının ve hastaların çektiği eziyet, bu topraklarda yaşayan herkesin malûmu. “Tasarruf ” gerekçesiyle sağlık kuruluşlarında doktor ve hemşire sayısı azaltıldı. Doktorlar hastaya bakmak dışında pek çok evrak işi yapıyorlar. Az doktorla çok iş yapılıyor. Hasta başına muayene süresi kısalıyor, hastalığa dönük teşhis geçiştiriliyor. E-devlet uygulamasına geçmekle övünen hükümet, personel azlığı nedeniyle hastanın hastaneden randevu alma süresinin ne kadar uzadığından bahsetmiyor. 4+4+4 uygulaması ile eğitim emekçilerinin de, küçücük çocukların da, velilerin de sıkıntıları kat be kat arttı. Okullarda öğretmen yetersizliği olmasına rağmen ataması yapılmayan on binlerce öğretmen var. Öğretmenler daha fazla derse girmeye, herhangi bir ek mesai ücreti almadan ekstra işler yapmaya zorlanıyorlar. Kamu çalışanları, bu sıkıntılarının giderilmesini, 657 sayılı kanunun kendi lehlerine düzeltilmesini beklerken ciddi saldırılarla karşı karşıya kaldılar. Yani AKP, yine bildiğinden şaşmadı. Kamu emekçileri ve bağlı oldukları sendikalar hükümetin uygulamalarından rahatsızlıklarını sık sık ifade ediyorlar. Hükümetin “kamu görevlisi” ve “kamu işçisi” şeklinde bir ayrıma gitmek istediğini vurguluyorlar. Buna


sayı: 98 • Mayıs 2013

göre hükümet, devletin yönetici düzeyindeki bürokratlarını, poSınıfın geri kalan lisleri ve bunun gibi “görevlileri” kesimleriyle pek çok ayrıcalıkla donatacak, bütünleşmeyen, bunun dışında kalan ve genel ola657’yi koruma ile rak memur diye adlandırılsa da sınırlı bir bakış açısı ve mücadele aslında işçi olan kesimleri ise iş anlamlı sonuçlar güvencesinden yoksun hale getivermeyecektir. recek. Hükümetin bu uygulaması Kamu emekçileri aslında zaten var olan bir durumu ancak diğer sınıf kardeşleri ile altını çizerek belirginleştirmekten birleşerek, aynı başka bir şey değildir. sendika altında KESK Genel Başkanı Lami örgütlenerek, Özgen, hükümetin söz konusu mücadeleyi çalıştayda ortaya koyduğu tutuortaklaştırarak yol alabilirler. mu şu sözlerle eleştirdi: “Vatandaş Kamu emekçileri yerine müşteri, kamu binası ye“devlet memuru” rine ticarethane mantığının egedeğil, işçi sınıfının men kılınmasıyla kamu hizmeti, neferleridir. Bu bilinçle donanan iş ahlâkı yıkılmak istenmektedir. ve buna uygun Kamuda esnek çalışma ve bireybiçimde örgütlenen sel performansa dayalı istihdam kamu emekçileri, biçimlerinin uygulanmak istenişçi sınıfının mücadelesine ivme diği, bununla doğrudan bağlanve güç katacaktır. tılı olarak kamu emekçilerinin iş güvencesinin kaldırılması için hazırlıklar yapıldığı artık sır olmaktan çıkmıştır. Kamu emekçilerinin istihdam biçimlerinde her geçen gün güvencesizliği dayatan çalıştırma statülerinde istihdam edilenlerin sayısı katlanarak artmaktadır. Kamu emekçileri için de kazanılmış en önemli hakların başında iş güvenliğinin tehdit altında olduğunu görüyoruz. Memurun işine son vermek için idareye oldukça geniş yetkiler verilirken, gerçek bir iş güvencesinden bahsetmek mümkün değildir.” Çalıştayda yeni anayasa hazırlığı sürecinde kamu emekçilerinin yok sayıldığını ifade eden Özgen, uzun yıllardır kamu emekçilerinin özlük haklarında, ekonomik ve sosyal haklarında sürekli bir geriye gidişin olduğunu hatırlattı. Özgen, oluşturulmak istenen kamu personel rejiminin kuralsızlık ve güvencesizliği arttırmaktan başka

marksist tutum

bir şeye yaramayacağını, kamu emekçilerinin sınırlı iş güvencesini bile ortadan kaldıracağını, bunu hedefleyen girişimlerin kendileri için grev sebebi olacağını açıkladı. Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk da çalıştayda kamu emekçilerinin sıkıntılarına değindi. Kamudaki terfi ve atamaların idarecinin keyfine göre yapıldığını dile getirdi. Kamudaki istihdamın geldiği aşamayı aktardı: “Kamuya 400 bine yakın sözleşmeli eleman alınmıştır. Kamudaki taşeron şirketlerde çalışan eleman sayısı 20 binden 500 bine dayanmıştır. Çağrı usulüne göre kısmi zamanlı, geçici, esnek istihdam modelleri dayatılmakta, kayıt dışı istihdam hızla artmaktadır.” Koncuk da tıpkı Özgen gibi iş güvencesinin kendileri için hassas bir konu olduğunu vurguladı: “İş güvencesini almak gibi bir keyfiyet yüzde kaç oy alırsanız alın hakkınız değildir. Bunun hesabını kamu çalışanları sizden sorar ve burnunuzdan fitil fitil getirir.” Elbette kamu sendikalarından gelen bu tepkiler haklıdır ve önemlidir. Elbette saldırılar ciddi saldırılardır ve bu saldırılara aynı ciddiyetle karşılık vermek gerekir. Ancak her mücadelede olduğu gibi bu mücadelede de itiraz noktalarını doğru belirlemek, örgütlülük ve hazırlık belirleyici olacaktır. Farklı mevzuatlar nedeniyle suni ayrımlara maruz kalan kamu emekçilerinin mücadelesi, 657’yi korumaya yönelik, sınırlı bir bakış açısıyla büyütülemez. Bir noktanın altını çizmek gerekiyor: Kamu emekçileri, yani “memurlar” aslında işçi sınıfının bir parçasıdır, işçidir. Kamu emekçileri kendilerini işçi olarak görüp adlandırmaktan rahatsız olmamalıdır. Sınıfın geri kalan kesimleriyle bütünleşmeyen, 657’yi koruma ile sınırlı bir bakış açısı ve mücadele anlamlı sonuçlar vermeyecektir. Kamu emekçileri ancak diğer sınıf kardeşleri ile birleşerek, aynı sendika altında örgütlenerek, mücadeleyi ortaklaştırarak yol alabilirler. “Memuruz, 657’liyiz” diyerek iş güvencesi talep etmek yetmez. İşçi sınıfının ortak mücadele bayrağı altında bir araya gelmek esastır. Ancak kamu emekçilerinin ve sendikalarının böyle doğru bir bakış açısı taşıdıklarını söylemek ne yazık ki mümkün değildir. Kamu sendikaları, grev hakkı için, idarecilerin baskılarına son vermek için, yeni işçi alımı yapılmamasının neden olduğu iş yükünü reddetmek için, her işyerine kreş hakkı için ve saldırılara dur demek için, kamu emekçilerini işçi sınıfının diğer kesimleriyle birlikte mücadeleyi yükseltmek üzere harekete geçirmelidir. Kamu emekçileri “devlet memuru” değil, işçi sınıfının neferleridir. Bu bilinçle donanan ve buna uygun biçimde örgütlenen kamu emekçileri, işçi sınıfının mücadelesine ivme ve güç katacaktır. n

41


Kır Proletaryasının Söyleyecek Sözü Var! Zehra Aras

D

emokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) çağrısıyla Mezopotamya Mevsimlik Tarım İşçileri Kurultayı 6-7 Nisan tarihlerinde Urfa’nın Viranşehir ilçesinde toplandı. Kurultay, mevsimlik tarım işçiliğinin dayandığı sosyoekonomik temelleri ve siyasal koşulları ortaya koymayı ve işçi sınıfının bu kesiminin yaşadığı sorunları ve talepleri belirleyerek mücadele araçlarını oluşturma yolunda bir başlangıç yaratmayı hedefliyordu. Şırnak, Adıyaman, Diyarbakır, Batman, Siirt, Urfa ve Mardin’den gelen yüzden fazla işçi delegesinin katılımıyla toplanan kurultayın açılış konuşmasını DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk yaptı. Tuğluk, tarım işçiliği sorununun Kürt sorununun görünen yüzü olduğunu, askerlerin ormanları yakması, hayvancılığın engellenmesi, köylerin boşaltılması sonucu Kürt köylüsünün ucuz işgücü olarak batıya taşındığını, devletin Kürdistan’a “güvenlik” ve bölge kaynaklarını sömürme amacıyla yatırım yaptığını vurguladı. Neolitik devrimin beşiği olan Mezopotamya’da devletin uyguladığı politikalar sonucu tarımın gerilediğini, Kürt sorunu demokratik çözüm yoluna girdiğinde ikinci tarım devriminin yine bu topraklarda gerçekleşeceğini ifade eden Tuğluk, devletin sermayenin çıkarları doğrultusunda maliyetleri düşürmek üzere sigorta ve vergi indirimleri getirdiğini, işçilere ise bölgesel asgari ücret ve dönemsel işçiliğin dayatılmak istendiğini belirtti. Tuğluk, Kürdistanlı emekçilere ekonomik ve toplumsal alanlarda örgütlenme ve Türkiyeli emekçilerle kardeşliklerini ilân etme çağrısı yaptı.

42

Anadolu’daki mevsimlik tarım işçilerinin durumu Anadolu’daki mevsimlik tarım işçilerinin dramatik yaşamları geçmişte köy romanlarına konu olmuştu. 1950’li yıllardan itibaren Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal gibi toplumcu gerçekçi romancılar, yoksul köylülüğün yaşadığı sömürüyü, çaresizliği, hayalleri ve ayakta kalmak için sarıldıkları umutları romanlarında anlatmışlardı. 60’lı ve 70’li yıllarda topraksız köylülerin ve mevsimlik tarım işçilerinin çeşitli örgütlenme çabaları ve toprak işgali eylemleri gerçekleşmişti. 12 Eylül ile birlikte kır emekçilerinin de sendika-birlik-kooperatif tipi örgütleri dağıtıldı. Kapitalist gelişme küçük ve orta köylülüğün tarımsal üretimdeki payını giderek eritti. Kapitalizmin hızlı adımlarla gelişmesi 80’li ve 90’lı yıllar boyunca kırsal nüfusun kentlere göç etmesine neden oldu. Kır yoksullarının büyük bölümü kentlere akarak yeni gelişen sanayi bölgelerinin işçileri haline geldi. Son 30 yıldır Kürdistan’da yaşanan savaş, mevsimlik tarım işçilerinin bileşiminde önemli bir değişikliğe yol açtı. Devletin binlerce Kürt köyünü yakması ve boşaltması, milyonlarca köylüyü topraklarından kopararak adeta sürgün etmesi, ormanları yakması ve mera yasaklarıyla hayvancılığı engellemesi, her şeyini geride bırakmak zorunda kalan milyonlarca Kürdü kapitalistler için ucuz işgücü haline getirdi. Mevsimlik tarım işçilerinin çoğunluğunu da topraklarından koparılan Kürtler oluşturmaya başladı. Yüz binlerce Kürt


sayı: 98 • Mayıs 2013

mevsimlik tarım işçisi nezdinde sınıfsal sorunla ulusal sorun iç içe geçti. İşçi sınıfının bu kesiminin durumunu ve taleplerini anlamak için Mezopotamya Mevsimlik Tarım İşçileri Kurultayı’nda işçilerin anlattıklarına kulak vermek gerekiyor. Kurultay’da kürsüye gelerek konuşan mevsimlik tarım işçileri, yaşadıkları sorunları, öfkelerini ve mücadele kararlılıklarını dile getirdiler. İşçilerin konuşmaları mevsimlik tarım işçilerinin durumunu tüm yönleriyle çarpıcı biçimde ortaya koyuyordu. Şırnak delegesi, domates, biber, patlıcan ve pamuğun kendi topraklarında da yetiştiğini, fakat evleri yakıldığı ve toprakları bombalandığı için başkalarının biberini, pamuğunu toplamak zorunda kaldıklarını söyledi. Diyarbakır delegelerinden bir kadın işçi, çoğunlukla mevsimlik tarım işçiliği yaptığını, İzmir’de bir dönem tekstil fabrikasında çalıştığını, en kötü ve ağır işlerin Kürt işçilere verildiğini, bunun nedenini sorduklarında “siz Kürtsünüz de ondan” denildiğini anlattı. “Emeğimizin değeri yok. Ne devlet, ne yasalar kimse bizi görmüyor, işçi bile saymıyorlar; bizim adımız ırgat” diyen Adıyaman delegesi Kamber Aydın, bütün illerde mevsimlik işçi dernekleri kurup tek çatı altında birleştirmeyi önerdi. Aydın şu talepleri sıraladı: Çalıştıkları günlerde sigortalı sayılmak ve primlerin devlet tarafından karşılanması, mevsimlik işçilere gittikleri yerlerde barınak sağlanması, 19 saati bulan çalışma sürelerinin sınırlandırılması, çalışma koşullarının uzman kurumlar ve işçi katılımıyla saptanması, ücretlerin işçi derneklerinin katılımıyla belirlenmesi… “Bir yandan bize muhtaç olduklarını söylüyorlar, bir yandan bizi en kötü şartlarda çalıştırıyorlar” diyen Mardin delegesi Kafiye Başakçı, dayıbaşı diye adlandırılan işçi simsarları (elçiler) tarafından kandırıldıklarını, günlük 35 lira yevmiye vaadiyle götürüldüklerini, gittikleri yerde 25 lira verildiğini anlattı. Diyarbakır’dan gelen bir mevsimlik tarım işçisinin konuşması Kürtler içerisindeki sınıfsal konum farklılığını ortaya koyuyordu: “Kendimizi de eleştirelim. Hepimiz Kürdüz, hepimiz fakiriz. Fakir, insan ayırmaz (…) Dayıbaşları da bizim adamlarımız, ama komisyonlarını alana kadar.” Diyarbakır’dan gelen bir kadın işçi, sınıfsal, ulusal ve cinsel ezilmişliği şöyle dile getirdi: “Köyümüzü yaktılar. Her şeyimiz vardı, şimdi hiçbir şeyimiz yok. Yıllardır Karadeniz’e gidiyoruz. Türkler de belki eziliyor ama Kürtler daha çok eziliyor. Kadınlar iki kat eziliyor. Kız çocuklarımız tacize uğruyor. Dayıbaşılığın kalkması lazım, 30 liranın 3 lirasını alıyorlar, hiçbir şey de yapmıyorlar. Birlik olmalı, örgütlenmeliyiz.” 200-300 dönüm toprağı varken köyünün yakılması nedeniyle 30-40 dönüm toprağı olanlara ırgatlık yaptığını anlatan bir işçi delege, bugün Türkiye’deki mevsimlik tarım işçilerinin çoğunluğunu neden Kürtlerin oluşturduğunu ortaya koydu. Aynı işçi devletten topraksız köylüye toprak vermesini de istedi. Toprak zenginlerinden ve toprağın dağılımındaki adaletsizlikten şikâyet eden mevsimlik tarım işçileri, gittikleri

marksist tutum

kimi bölgelerde ahırlarda yatırıldıklarını, kent merkezlerine sokulmadıklarını, çadır kurdukları yerlerin jandarma tarafından çevrildiğini, tecrit edildikleri için gittikleri illerde Türklerle iletişim kuramadıklarını dile getirdiler. Çocuklarını çadırlarda doğurmak zorunda kaldıklarını, ölen çocuklarını mezarlığa gömmelerine izin verilmediği için ormana gömmek zorunda kaldıklarını, fındık bahçelerinde çalışan çocukların fındık görmeye tahammül edemediğini, toprak sahiplerinin iş bitimine doğru sorun yaratıp paralarını ödemediğini anlattılar. Konuşmalar, sınıfsal sömürü ve ezilmenin, etnik baskı ve dışlanmayla katmerli hale geldiğini gösteriyordu. Çoğunluğu Kürtçe konuşan tarım işçilerinin “patron, zengin ve Türk” kelimelerini aynı anlamda kullanması, Kürt sorununun tarım işçilerinin yaşadığı gerçekliği nasıl etkilediğinin kanıtıdır. Tarım işçileri gittikleri illerde işçi örgütlerinden ve siyasi partilerden de destek göremediklerini açıkladılar. Mevsimlik tarım işçileri içerisinde en fazla ezilen kesim hiç şüphesiz kadınlardır. Kurultay’da söz alan kadınlar 1416 saat tarlada çalışmaya ek olarak, çadırda yemek yapmakla ve çocukların bakımıyla uğraştıklarını, erkeklerden daha fazla ezildiklerini anlattılar. Semiha Sürer cinsel, ulusal ve sınıfsal sömürüyü şu sözlerle anlatıyordu: “Köyümüz boşaltılmıştı. Köyde bağımız, bahçemiz, toprağımız vardı. Yaktılar yıktılar. Karadeniz’de çalışmak çok zor. Önceki yıl gittiğimizde kimliklerimizi topladılar. Sabah 7’den akşam 7’ye kadar çalışırdık. Molamız 15 dakikaydı. 15 dakikada nasıl dinlenilir? Bizde biraz sahiplenme ve birlik olsaydı bu kadar ezilmezdik. Benim önerim dayıbaşılık kalkmalı. Dayıbaşılar işçinin hakkını yiyor. Türk devleti bizi bilinçli olarak evsiz yurtsuz bırakıyor. Kadınlar iki kat fazla eziliyor. İşte çalıştıktan sonra evde yemek hazırlıyor, ev işleri yapıyor. Gece 11’e kadar çalışıyor. Sabah da kahvaltı için çok erken kalkıyor. Kadınlar erkeklerin baskısı altında. Öldürülenler oldu. Erkek işçilerin bilinçlenmesi lâzım. Çünkü oraya çalışmaya kadın-erkek birlikte gidiliyor. Örgütlenmeliyiz.” Mardin’den gelen Lebile Çiçek, ahır gibi yerlerde kaldıklarını, dayıbaşıların hak yediğini, çeşitli bahanelerle yevmiyelerini kestiğini, karşı çıktıklarında üzerlerine jandarmanın salındığını anlattı. Mehmet Selim Akkoyun’nun sözleri ise sınıfsal ayrıma vurgu yapıyordu: “Biz kendimize sahip çıkarsak sorunlarımızı çözebiliriz. Batıda Türkler içinde iyi insanlar da var, bize kötü davrananlar da. Bizim Kürt zenginlerimiz de bize kötü gözle bakıyor. 45 yıldır tarım işçiliği yapıyorum; sigortam olsaydı şu an emekli olmuştum. Ama hiçbir sosyal güvencemiz yok.” Urfa’dan gelen Emine Çizik yaşadığı baskı, sömürü ve aşağılanmayı şöyle dile getirdi: “Sigortasızız. Kendi memleketimizde işsiziz. Oğlum da sigortasız bir işte çalışırken parmağı koptu. Kendi aramızda Kürtçe konuşunca bize ‘niye Türkçe konuşmuyorsun’ diyorlardı. Biz de onlara ‘Siz Kürtçe konuşun’ diye karşılık veriyorduk. Bize çok insafsız davranıyorlardı. Yol masrafı ve oradaki masrafımız, tüm kazancımızı götürüyor. Burada iş olsa oraya gidip niye başkasının işinde çalışalım ki?

43


Mayıs 2013 • sayı: 98

marksist tutum

Fındığa gidince ‘köpekler geliyor’ derlerdi. Polis arabaları sürekli takip ederdi bizi. Kadın olarak daha çok sıkıntı çektik. Ev işi var, çocuklar var. Çok büyük zorluk bu. İşimiz kendi yaşadığımız yerde olsaydı daha iyi olurdu. Kaç yıldır yevmiye 20 lira. Hiç değişmiyor. Pamuğa gidenler hâlâ paralarını alamadı. Sigorta istiyoruz. Kendi toprağımızda iş istiyoruz.” İşçiler gittikleri yerlerde “Türkçe konuşun” diye uyarıldıklarını, jandarma baskısını, potansiyel suçlu muamelesi gördüklerini ve aşağılandıklarını anlattılar. “Adapazarı’nda Köpek Pazarı vardır. Orada en güçlü işçileri seçerler. Biz orada iş bekleriz. Çok aşağılayıcı bir durum bu” diyordu bir tarım işçisi. İşçiler toprak sahipleri tarafından karşılıksız çeklerle dolandırıldıklarını, kendi memleketlerinde iş bulduklarında da sömürüldüklerini, sigortasız ve güvencesiz çalıştırıldıklarını, bir yanda 100 binlerce dönüm arazisi olan toprak sahiplerinin olduğunu ama kendilerinin hiç toprağı olmadığını anlattılar. Tarım işçisinin sömürüsünden toprak sahiplerinin yanı sıra işçi simsarlığı yapan aracılar (elçiler, dayıbaşılar) da payını alıyor. Bu aracılar kendi köylülerini, hatta akrabalarını toprak sahiplerine pazarlıyorlar. Bir işçi, aracıların sömürüsünü şöyle anlatıyor: “Dayıbaşı 25 liraya anlaşınca bize 22’ye anlaştım diyor. Bu 3 lirayı cebe attığı gibi kendi komisyonunu da kesiyor. Dayıbaşı bizi kendi transit minibüsü ile götürüyor. 100 lira yol hakkı da alıyor bizden. Her açıdan sömürüyor bizi dayıbaşı. Biz örgütlenmemizi mahalle mahelle yapmalıyız. ‘Dayıbaşı benim akrabam, ona uyacağım’ diyecek bir sürü işçi ile karşılaşacağız. Örgütlenirken bu tür durumlara da hazırlıklı olalım.” Batıya çalışmaya giden Kürt tarım işçileri haklarını aramak istediklerinde reva görülen zalimlik, Türk milliyetçiliğinden güç alıyor. Bir Kürt işçisi yaşadıkları çaresizliği şöyle dile getiriyor: “En ufak bir itirazımızda ‘bunlar terörist, PKK’lı. Mağarada yaşıyor bunlar’ diyorlar. Polise, askere şikâyet ediyorlar. Asker Türk, polis Türk, devlet de Türk. Şikâyet olunca devlette lafımız para etmiyor. Paramızı isteyince çek veriyorlar. Kabul etmeyince gidip devlete şikâyet ediyorlar, çeki kabul edip memlekete dönmemiz için.” Mezopotamya Mevsimlik Tarım İşçileri Kurultayı’nın sonuç bildirgesinde, Türkiye işçi sınıfının en alt kesimini oluşturan mevsimlik işçilerin temel sorunları özetlendi. Zorunlu göç, küçük köylülüğün yıkımı, toprak mülkiyetinin eşitsizliği, sigortasız, güvencesiz çalıştırma, etnik ayrımcılık, kadın ve çocuk emeğinin dizginsiz sömürüsü, ilkel barınma ve sağlık koşulları, güvenliksiz ulaşım koşulları, düşük ve keyfi ücretler, kötü çalışma koşulları ve aracıların sömürüsü temel sorunlar olarak tespit edildi. Sonuç bildirgesinde tarım işçilerinin 10 temel talebi şöyle sıralandı: Mevsimlik ve gezici işçiliği zorunlu kılan koşulların kaldırılması; tarım işçilerine yönelik yasal düzenleme yapılması; dışlama, aşağılama ve şiddet politikalarının durdurulması; çocukların çalıştırılmasının önlenmesi ve eğitim koşullarının sağlanması için kamusal destek oluşturulması; kadın işçilerin üzerindeki ev işleri ve çocuk bakımı

44

yükünün kaldırılması; sağlık sorunlarının çözümü için sağlık politikası uygulanması; tarım işçileri için güvenli ve ücretsiz ulaşım düzeni oluşturulması; sağlıklı ve sosyalleşmeye uygun barınma alanları oluşturulması; ücret ve çalışma koşullarının devlet, işveren ve işçi örgütlerince belirlenmesi; sağlıklı yaşama hakkının güvence altına alınması… Kurultayın karar metninde barış ve çözüm sürecinin destekleneceği; Kürdistan’ın göç veren kent merkezlerinde Mevsimlik Tarım İşçileri Dernekleri kurulacağı ve bu derneklerin tek çatı altında toplanacağı; mevsimlik tarım işlerinin yapıldığı il ve ilçe merkezlerinde işçileri bir araya getirecek temsilcilikler oluşturulacağı; dernekler ve temsilcilikler aracılığıyla Türkiye’deki tüm mevsimlik tarım işçilerinin ekonomik ve demokratik mücadelesini yürütecek Mevsimlik Tarım İşçileri Sendikası kurma amacıyla çalışılacağı belirtildi. Urfa, Diyarbakır, Mardin, Batman, Siirt ve Şırnak’ta dernek kurmak amacıyla örgütlenme girişim komiteleri kuruldu. Bir sonraki kurultayın kurulacak dernekler tarafından Aralık ayında toplanması ve 1 Mayıs’a katılınması da karar altına alındı.

Kurultay üzerine Kurultay, Mevsimlik tarım işçilerinin örgütlenmesi ve mücadeleye girişmesi bağlamında önemli bir başlangıç oluşturma potansiyeli taşımaktadır. Türkiye işçi sınıfının en yoksul, en ezilen kesimini oluşturan tarım işçilerinin yaşadıkları koşullar, özellikle de kurultayda söz alan işçilerin anlatımlarıyla çarpıcı bir biçimde ortaya konmuştur. Örgütlenme yönünde atılan adımlar, yani yerellerde dernekleşerek tek çatı altında birleşme ve sendikalaşma hedefi de mevsimlik tarım işçilerinin sınıf mücadelesi içerisinde yerini alabilmesi doğrultusunda ileri doğru atılmış adımlardır. Toprakta mülkiyet sorunu söz alan işçilerce dile getirilmiş, ancak Kurultay’ın genelinde, sonuç bildirgesinde ve karar metninde yer bulamamıştır. Kurultay, kapitalist özel mülkiyeti karşısına almaksızın işçilerin örgütlenmesi, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi yönünde formüller bulmaya çalışmıştır. Dolayısıyla devletin siyasi uygulamaları Kürt sorunu bağlamında dile getirilen eleştirilerle sınırlı kalmıştır. Ancak bu kurultayın Kürt ulusal sorununun devam ettiği koşullarda ve Kürt ulusal hareketinin kanatları altında toplandığı unutulmamalıdır. Türkiye’nin batısındaki sınıf hareketinin ve sosyalist hareketin bu derece zayıf olduğu koşullarda, Kürt sorunu çözülmediği sürece Kürt işçilerin mülkiyet sorununu öne alarak bağımsız devrimci sınıf çizgisinde harekete geçmeleri için öznel ve nesnel koşulların daha fazla olgunlaşmasına ihtiyaç var. Ulusal sorun çözüldüğü ölçüde kaçınılmaz olarak ezilen ulus içerisinde de sınıfsal ayrışma ve saflaşmalar yaşanacak, Kürt işçi ve emekçileri siyasi mücadelelerinde bugünkü sınırlarını aşacaklardır. Mevsimlik tarım işçilerinin ekonomik demokratik haklar için giriştiği haklı mücadeleyi desteklemek Türkiye işçi sınıfının görevidir. n


Bir İşçi Sınıfı Ozanı: Pablo Neruda Dicle Yeşil

Ş

ilili komünist şair Pablo Neruda, ülkesinde 1973’te gerçekleştirilen faşist askeri darbeden 12 gün sonra ölmüştü. Resmi kayıtlara göre Neruda’nın ölüm nedeni prostat kanseri idi. Ancak sekreteri ve şoförü olan Manuel Araya Osario, onun prostat kanseri nedeniyle ölmediğini, Pinochet’in emriyle midesine belirlenemeyen bir zehir enjekte edildiğini söylüyordu. Geçtiğimiz günlerde Şili Komünist Partisi şairin ölüm nedeninin araştırılmasını istedi. Bunun üzerine Pablo Neruda’nın mezarı gerçek ölüm nedeni araştırılmak için açıldı. Pablo Neruda hayatı boyunca zalimlere ve zorbalara karşı işçi sınıfının, ezilenlerin yanında saf tuttu. Despotların, faşistlerin alçaklıklarını gözler önüne serdi. Bu doğrultudaki satırları korkuttu egemenleri. Şiirleri birçok kişiyi yüreklendirdi, birçok yüreğe umut ekti. Nice gönülleri fethetti. Onurlu bir şairin mücadelesini ve yükümlülüklerini açıklarken şöyle diyordu Neruda: “Belki de şairin yükümlülükleri tarihin her döneminde aynıdır. Şiir sokaklara taşmak, çarpışma üstüne çarpışmada yerini almak için saygı gördü. İsyancı diye anıldığında, şairin gözü korkutulamadı. Evet, şiir isyandır. Şair yıkıcı diye çağrılsa bile alınmaz.” Faşist Pinochet iktidarı, onu ve mücadelesini unutturmak istese de başarılı olamadı. Pablo Neruda’nın yazdığı şiirler kuşaktan kuşağa aktarılmaya, dilden dile dolanmaya devam ediyor hâlâ. “Şiir, tarlaları sulayacak ve açlara ekmek verecektir. O, olgun başaklar boyunca dolanacaktır. Seyyahlar susuzluklarını onda gidereceklerdir ve o, insanlar ne zaman

45


marksist tutum

Mayıs 2013 • sayı: 98

çalışsalar ve ne zaman dinlenseler şarkısını söyleyecektir. Onları birleştirecek, halklar arasında akacaktır. O, yaşamın üremesini köklere taşıyarak vadiler açacaktır.”

“Tüm insanlığa ait olmakla gurur duyuyorum” 12 Temmuz 1904 yılında dünyaya gelen Pablo Neruda bir lokomotif işçisinin oğluydu. Henüz 15 yaşında şiir yazmaya ve edebiyatla uğraşmaya başladı. Üniversite sıralarındayken de çeşitli öğrenci dergilerinde çalıştı. 1927’den sonra Güneydoğu Asya ülkelerindeki çeşitli konsolosluklarda görev yaptı. Bölgedeki toplumsal sorunlar yüzünden ömrünün “en çok acı veren dönemi” olarak nitelediği bu zaman içerisinde “Yeryüzünde Konaklama” adlı şiir kitabını yayınladı. 1936 yılında faşizm karanlık elini İspanya semalarında dolaştırmaya başladığında İspanya iç savaşına tanık oldu. Franco’ya bağlı Fas’taki askeri birlikler 17 Temmuz 1936’da İspanya’yı içine alacak bir silahlı ayaklanma başlattılar. Emperyalist güçler ve İspanyol burjuvazisi işçi ve emekçileri kanla bastıracak faşizmin ilerleyişine destek sundular. Üç yıl boyunca süren savaştan geriye yarım milyon ölü, bir milyon sürgün ve yıkılmış bir ülke kaldı. Neruda iç savaş patladığında Franco’ya karşı çıktığı için diplomatik görevinden alındı. “Kısacası, kendime bir yol seçecektim. İşte bu yolu, İspanya’nın yaşadığı kötü günlerde seçtim ve hiçbir zaman da pişman olmadım.” İspanya iç savaşında yaşananlar ve şair dostu Federico Garcia Lorca’nın faşistler tarafından katledilişi onu çok etkiledi. Yolunu seçmişti. Arkadaşının ardından yaptığı konuşmada faşistlerin ne yapmak istediklerini şöyle anlatıyordu: “Evet, iyi seçim yaptılar, onu vururken insan soyunun yüreğini hedeflemişlerdi. Onu, İspanya’ya boyun eğdirmek ve şehit etmek için seçtiler, onu en derin soluğunu tıkamak için seçtiler, onu özünü kurutmak için seçtiler, en solmaz kahkahasını susturmak için seçtiler. Bu ölümün yargılanmasında birbirleriyle uzlaştırılamaz iki İspanya vardı; korkunç, melun, çatal tırnaklı yeraltı İspanyası, lanetli İspanya; büyük hanedanın ve kiliseye ait cinayetlerin çarmıha gerilesi, zehirli İspanyası ve karşısındaki İspanya, yaşama onuruyla ve ruhuyla gülen, sezginin, geleneğin ve keşfin parıltılı İspanyası, Federico Garcia Lorca’nın İspanyası!” (“Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak” adlı kitabından) Önce İspanya ve sonra da Fransa’da Cumhuriyetçi harekete katıldı. Bu dönemde faşistlerin katliamlarını topladığı “Kalbimdeki İspanya” kitabını yayımladı. Çakalların bile tiksindiği çakallar, Kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar, Yılanları bile iğrendiren yılanlar! Yüz yüze gelince bunlarla Kanını gördüm İspanya’nın,

46

Neruda ve Nazım Hikmet

Kabarıyordu Bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri! Hain generaller. Gel de gör Caddeler kan revan Gel de gör Caddeler kan revan 1939 yılında Paris’te İspanyol göçmenler için konsolosluk görevine getirildi. Ardından Meksika’da konsolosluk görevi sırasında “Şili İçin Büyük Şarkı” adlı şiir kitabını yazdı. Güney Amerika kıtasını, doğayı, insanları ve tarihi anlattı dizelerinde. 1945’te Şili Komünist Partisi’ne girerek senatör oldu. Başkan Gonzalez Videla’nın grevdeki madencilere dönük baskıcı politikalarını protesto ettiği için hükümet tarafından 1948’de devlet düşmanı ilan edildi. Bir yıl boyunca kendi ülkesinde gizlenmek zorunda kaldı, ta ki Arjantin’e kaçıncaya kadar. Batı Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nde ve Çin’de yaşamını sürdürdü. Tüm bu süre boyunca Şili halkını anlattığı “Şili İçin Büyük Şarkı” adlı kitabını daha da genişletti ve bu genişletilmiş çalışmayı 1950 yılında “Evrensel Şarkı” adını vererek yayınladı. Amerika kıtasının tarihini, işçilerin yaşamını, Amerikan emperyalistlerinin Güney Amerika ülkeleriyle olan ilişkilerini, diktatörleri, halkların çektiği acıları anlattı. Yurtsever olduklarını söylediler. Kulüplerde nişanlar verdiler birbirlerine Ve tarihlerini yazdılar. Parlamento dolup taştı Şatafattan o günden beri Bölüştürüyorlar toprağı, yasayı, En güzel caddeleri, havayı, Üniversiteleri ve ayakkabıları Tıklım tıklım ziyafet sofrası zenginlere. Yoksullara çöpleri Zenginlere para Yoksullara iş


sayı: 98 • Mayıs 2013

Zenginlere büyük evler Yoksullara sefil baraka Ayrıcalık büyük hırsıza Hapis bir ekmek çalana. 1952 yılında Şili’ye döndüğünde Komünist Parti içinde aktif olarak çalışmaya başladı. 1970 yılında Şili’de sosyalist, komünist ve radikal partileri kapsayan Halk Cephesi seçimleri kazandı ve sosyalist Salvador Allende devlet başkanı oldu. Unidad Popular (Halk Birliği) hükümeti kuruldu. Pablo Neruda, Allende tarafından Fransa’ya büyükelçi olarak atandı. Halk Birliği iktidarı sanayide devletleştirmeler ve kırsal kesimde toprak reformuna başlamış ve bankaları kamulaştırmıştı. Bu yüzden yerli ve yabancı burjuvazi Halk Birliği’nden kurtulmanın yollarını aramaya başladı. Sıra bakır madenlerine geldiğinde ABD emperyalizminin de kârlı bir yatırım alanına el uzatılmış oldu. Halk Birliği hükümetinin bakıra uzanan elini kırmak amacıyla yerli ve yabancı finans kapital iyice alarm durumuna geçti. ABD, Allende hükümetini düşürebilmek amacıyla çeşitli ekonomik ambargoları devreye sokarken, Şili burjuvazisi de Halk Birliği hükümetinin ne pahasına olursa olsun devrilmesi konusunda sınıf tavrını ortaya koymuştu. İşçi sınıfı ise devrimci önderliğe sahip bulunmadığından ve Halk Birliği’nin yenilgiye yazgılı reformist politikalarının bütünüyle etkisi altında olduğundan, burjuvazinin hamlesine kendi bağımsız sınıf tutumuyla karşılık veremedi. 11 Eylül 1973’te yerli ve yabancı sermayenin desteğiyle general Pinochet’nin faşist diktatörlüğü işbaşına getirildi. Pinochet cuntası, başkan Allende’nin çarpışarak öldüğü Başkanlık Sarayı’ndan başlayarak devrimciler cephesine karşı vahşice bir saldırı yürüttü. Ancak Şili halkı faşizme kolayına teslim olmamış ve bir direniş sergilemişti. Faşistler bu direnişi kırmak, işçi sınıfını bir kere daha başını kaldırmamak üzere ezmek için onu işkencelerden geçirdi. Şili’de faşizm Victor Jara gibi işçi sınıfı ozanlarının da aralarında bulunduğu 35 bin kişiyi katletti. Oğullarınızı bilirdim, Unutmadım acılarınızı. Ölümleriyle nasıl kıvrandıysam, Hayatlarıyla da öyleyimdir. Onların gülüşleridir: Karanlık atölyeleri ışıtan. Her gün metroda, yanı başımda: Onların ayak sesleridir, Çın çın Akdeniz portakallarında, Güney ağları içinde; Yapılarda, Basımevi mürekkeplerinde; Kalplerini tutuşur gördüm onların,

marksist tutum

Allende ve Neruda

Güçle, yangınla. Ölümün ve tasanın Çemberinden geçmiş analar, Doğan ulu günün ortasına bakın: Bu topraktan güler ölüleriniz. Kalkık yumrukları titrer, Buğdayın üstünde, Bilesiniz. 11 Eylül’den yalnızca 12 gün sonra Neruda kaldığı hastanede hayata gözlerini kapadı. Ölümü resmi kayıtlara prostat kanseri olarak geçti. Ancak Pablo Neruda ölmeden önce şoförü Manuel Araya’yı arayarak, o uyurken bir doktorun midesine iğne yaptığını söyleyebilmişti. Aradan tam 40 yıl geçtikten sonra gerçekleştirilen otopsi eğer sonuç verebilirse gerçek ortaya çıkacak. Pablo Neruda yaşamı boyunca işçi sınıfının içinde yer almaktan, tüm insanlığa ait olmaktan gurur duymuştur: “Tüm insanlığa ait olmakla gurur duyuyorum, küçük bir parçaya değil çoğunluğa ait olmakla ve burada onların görünmez varlıklarıyla kuşatıldığımı hissediyorum.” O daima bu gururla, işçi sınıfının mücadelesine kattığı emeğiyle hatırlanacak, katilleri ve faşistler ise lanetle! n

47


Okurlarımızdan

Sermaye İşçilerin Kanıyla Yaşıyor M

adenlerde göçükler ve grizu patlamaları meydana geliyor, asit tankları bedenleri eritiyor, elektrik akımına kapılan bedenler tutuşuyor, dünün yorgunluğunu gözünde taşıyan başka bedenler evine veya işine varamadan devrilen servis araçlarının altında kalıyor, parmaklar preslerde eziliyor, işçiler inşaatlarda yüksek katlardan düşüyor, iş makinesinin altında kalıyor, ayaklarına ağır malzemeler düşüyor, toprak altında kalıyor, eziliyor, kesiliyor, yanıyor... Kömüre dönüyor bir beden, bulunamıyor bir diğeri... İş kazaları durmaksızın işçilerin canını ve sağlığını almaya devam ediyor. En temel iş güvenliği önlemlerini almaktan imtina eden patronlar, günde ortalama 3-4 işçinin hayatını kaybetmesine, onlarcasının yaralanmasına neden oluyorlar. İş kazalarında hayatını kaybeden ve yaralanan işçilerin sayısını aylık raporlar halinde yayınlayan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin basından ve çeşitli kaynaklardan derleyerek yayınladığı istatistikler, her ay 100’den fazla işçinin iş cinayetlerine kurban gittiğini gösteriyor. Oysa gerçek rakamların bunun da üzerinde olduğu düşünülüyor. 2012’nin Aralık ayında İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin Petrol-İş Genel Merkezi’nde gerçekleştirdiği panelde sunum yapan bir iş müfettişi, iş kazalarında günde 7-8 işçinin hayatını kaybettiğini, ancak kayıtların sağlıklı bir şekilde tutulmaması nedeniyle gerçek sayının tam olarak tespit edilemediğini ifade etmişti. İş müfettişinin altını çizdiği bu olgu, devlet katında işçinin sağlığına verilen önemi de gözler seriyor. AKP hükümetinin iş kazalarını “azaltmak” gayesiyle 2012 Temmuzunda yürürlüğe soktuğu İş Güvenliği Kanununun yetersizliği, aradan geçen zamanda net olarak ortaya çıktı. 6 ayı aşkın zamandır, basına yansıyan iş kazası sayısında dalgalanma olsa da, azalmak bir yana artıyor. Kanunun öngördüğü cezaların düşüklüğü, patronlar için caydırıcı olmaktan uzak. Belirlenen ceza miktarı, patronun maliyet hesabında küçük kalemlerden biri olarak kalıyor. Kanun kapsamında yer alan işyerlerinde iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi bulundurulması zorunluluğu, işçilerin yararına değil patronun işine gelecek şekilde düzenlenmiş. Patronların maaşlı elemanı olarak çalışan iş güvenliği uzmanlarının ve hekimlerin bağımsız tavır alamayacakları açık. Sosyal Güvenlik Kurumu, 2 yıl öncesine ait istatistikleri yeni açıkladı. Buna göre 2011 yılında hayatını kaybeden işçi sayısı 1700. İşçi sınıfının büyük çoğunluğunun sigortasız ve kayıt dışı çalıştırıldığı Türkiye’de, bu rakamın çok daha yüksek olduğundan emin olabiliriz. İstatistiklerin soğuk dili bir gerçeği daha ortaya koyuyor: Son 10 yılda gerçekleşen iş kazaları ve bu iş kazalarında hayatlarını kaybeden işçilerin sayısı sürekli arttı. Bu 10 yıllık dönem aynı zamanda taşeron çalışmanın iyice yaygınlaştırıldığı bir dönem. Sonuç, işçi için daha güvencesiz çalışma, daha uzun çalışma saatleri, daha düşük ücretler, cepte daha da büyüyen delik, daha da

48

zorlaşan yaşam koşulları, artan yorgunluk, dikkat eksikliği, artan iş kazaları, daha fazla ölüm ve sakatlanma... Yerli ve yabancı sermaye içinse daha fazla üretim, daha az maliyet, daha fazla kâr, büyüyen şirketler… Hükümetin yetkili ağızlarından, taşeronlaştırmayla ilgili düzenlemeler yapılacağı sıkça dile getiriliyor. Fakat basına yansıyan tartışmalardan taşeronluğu kaldırmaya ya da iş güvenliğini sağlamaya hiç de niyetlerinin olmadığı, bilâkis kamuda çalışanların da iş güvencelerini kaybedecekleri şekilde bir düzenleme yapacakları anlaşılıyor. Böylece kamuda bugüne kadar daha güvenceli çalışabilen işçilerin de haklarının çoğundan yoksun halde çalıştırılması söz konusu olacak. Sürekli azalan ücretler, artan iş saatleri, fazla mesailer ve iş kazalarına karşı işçi sınıfının tek güvencesi örgütlülüğüdür. Sağlıklı ve güvenceli koşullarda çalışmak, kapitalistlerin kâr iştahını kabartan ucuz işgücü olmamak için, ücretlerin arttırılması ve iş saatlerinin düşürülmesi için, işçilerin patronlar sınıfına karşı kendi sınıf çıkarları etrafında birleşmekten ve örgütlenmekten başka çıkar yolu yok. Çünkü kapitalistlerin işçilerin sırtında döndürmeye çalıştığı çark, onlara zenginlik ve sağlık, işçiye yoksulluk ve ölüm getiriyor. İşçiler çarkları kendileri için döndürdüklerinde, kapitalist toplumda sadece patronlara has bir ayrıcalık olan zenginlik, sağlık ve bol zamana, bu kez tüm emekçiler sahip olacaklar. Kartal’dan bir Marksist Tutum okuru




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.