Mt no 96

Page 1

Marksizm İnsanlığın Kurtuluş Mücadelesinin Yolunu Aydınlatıyor! • Kemalizmin şizofrenik milliyetçiliği

Mart 2013

• Irak, petrol ve Kürt sorunu • Kuvvetler ayrılığı tartışmaları

96

• Marksizmin aydınlattığı gerçekler /1 • Lenin’i anlamak /1 • Arap halkları gerçek devrimlerini bekliyor • Kapitalist kriz ve kadınlar


Kemalizmin Şizofrenik Milliyetçiliği Kerem Dağlı

CHP İzmir milletvekili Birgül Ayman Güler’in Mecliste sarfettiği sözler, Kürt sorununun çözümü önünde önemli bir engel oluşturan ve Kemalizme içsel olan Türkçü-ırkçı kavrayışın fütursuz bir ifadesi olması bakımından önemlidir. Bu ifşaatla, Kemalist zihniyetin gerçek yüzünü oldukça net açığa vuran bu ifadelerin ortaya dökülmesi bir bakıma iyi olmuştur. Kendini “solcu, sosyal demokrat” olarak yutturmaya çalışan ve her fırsatta “Kürt kardeşleriyle bir problemi olmadığını” söyleyen, demokrasiden ve insan haklarından dem vuran CHP’nin nasıl da ırkçı bir eğilimi içinde barındırdığı, 1930’lardaki anlayışın hâlâ yok olmadığı bir kez daha gözler önüne serilmiştir.

C

HP İzmir milletvekili Birgül Ayman Güler’in Ocak ayında Mecliste sarfettiği sözler, Kürt sorununun çözümü önünde önemli bir engel oluşturan ve Kemalizme içsel olan Türkçü-ırkçı kavrayışın fütursuz bir ifadesi olması bakımından önemlidir. Çünkü bu sözleri, ırkçılığı zaten malûm olan MHP’nin bir milletvekili değil, kendini “sosyal demokrat” addeden CHP’li bir vekil sarfetmiştir. Bu ifşaatla, Kemalist zihniyetin gerçek yüzünü oldukça net açığa vuran bu ifadelerin ortaya dökülmesi bir bakıma iyi olmuştur. Kendini “solcu, sosyal demokrat” olarak yutturmaya çalışan ve her fırsatta “Kürt kardeşleriyle bir problemi olmadığını” söyleyen, demokrasiden ve insan haklarından dem vuran CHP’nin nasıl da ırkçı bir eğilimi içinde barındırdığı, 1930’lardaki anlayışın hâlâ yok olmadığı bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Sarfedilen sözlerin içeriğinin yanı sıra bağlamı da önemlidir. Ocak ayında, mahkemelerde kısıtlı da olsa Kürtçe savunma yapma hakkını tanıyan yasa tasarısının görüşülmesi esnasında söz alan Güler, tasarıya karşı çıkmış ve CHP’nin Kürt sorunundaki gerici, statükocu ve şoven tutumunu dışavurmuştur. Bu tutum, yeni anayasa sürecinde “Türk milleti” ve “Türk vatandaşlığı” kavramları üzerinden yürüyen tartışma açısından da CHP’nin pozisyonunu ortaya koymaktadır. CHP ve MHP, Kürt sorununda atılmak istenen en küçük adımlara bile karşı çıkmaktadır. MHP pozisyonunu açıkça ortaya koymakta ve faşistliğini her fırsatta sergilemektedir. CHP ise sözde sosyal demokrat geçinmekte ama bu sorun bağlamında aslında sinsi bir biçimde, olası demokratik gelişmelerin karşı-

1


marksist tutum

sında durmaktadır. Hem AKP’ye karşı duran işçi-emekçi kesimlerini hem de solun önemli bir bölümünü etkilemesinden ötürü CHP’nin bu tutumlarının teşhir edilmesi önemlidir.

Şecaatini arz ederken sirkatini söyleyen CHP’liler Önce Güler’in tam olarak ne dediğine bakalım: “Burada herhâlde şimdiye kadar böyle konuşmalar duyulmamıştır. BDP grubundan Sayın Akat’ın yaptığı konuşma kanımızı dondurdu. Sanki başka bir devletin parlamenteriydi, bize «siz» diye diye inanılmaz şeyler söyledi. AKP’nin, Türk ulusunu tarihten silmeye, Türk vatandaşlığını tarihten silmeye dönük olan girişimlerinde BDP’yle nasıl işbirliği yaptıklarını onun konuşmasında gördük. Öyle bir şey nasıl yok? Anayasa Uzlaşma Komisyonuna vatandaşlık maddesi için partiniz ne önerdi arkadaşlar? «Türk vatandaşlığı»nı değil, «Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı»nı öneriyorsunuz. Başbakanınız Salı günü «Bizim temelimiz Anasırı İslam’dır» diyor. «Türklük ırkçılıktır» diyor. «Ve biz bunu tarihten sileceğiz» diyor. Burada büyük Türk milleti önünde yemin ettiniz. O büyük ulusa parti olarak, tek tek şahıs olarak ihanet ediyorsunuz. Sosyal demokrasiye «militarizm» demek ha? Kürt milliyetçiliğini bana «ilericilik» ve «bağımsızcılık» diye yutturamazsınız. (CHP ve MHP sıralarından alkışlar) Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz. Değerli arkadaşlarım, AKP ve BDP işbirliğinin yaptığı şey tektir. Türkiye’de Kürt sorunu yoktur. Türkiye’de siz sorunu Türk sorunu yaptınız. Bundan sonra biz savunmadayız, bundan sonra meşru müdafaa hakkı için saldırıdayız. (CHP ve MHP sıralarından alkışlar)” (23 Ocak, TBMM Tutanakları) Kastı ve anlamı gayet açık olan bu konuşmayı Güler, CHP grubu adına söz aldığı esnada yapmıştır. “CHP’nin bu konudaki görüşleri bellidir” diyerek Güler’e karşı çıkan

Mart 2013 • sayı: 96

Kılıçdaroğlu ise, beri taraftan “Etnik kimlik peşinde olmayan her yurttaşın başımızın üstünde yeri var. Etnik kimlik üzerinden kimse siyaset yapmasın” diyerek Kürtleri etnik kimlik üzerinden siyaset yapmakla suçlamaktan geri durmamıştır. Ama Güler, “Ben CHP’nin parti programında yazan şeyleri söylüyorum. Ulusal devlet yani Türk vatandaşlığına dayanan devlet” diyerek çıkışını sürdürmüştür. Hatta daha da ileri giderek, “Türk ulusu ve Türk vatandaşlığı sistemini savunduğum için, şahsımı ırkçılık, faşistlik ile damgalamaya girişmiş her kişi ve kurumdan hem şahsım hem partim hem de haksız yere incitilen tüm yurttaşlarım adına özür bekliyorum” diyebilmiştir. Son olarak da CHP grup başkanvekili Muharrem İnce bir basın açıklaması düzenleyerek CHP’nin bu konudaki tavrının altını iyice çizmiştir: “Hepimiz ulusalcı, hepimiz yenilikçiyiz. AKP, PKK anayasası yapmak istiyorlar, Tayyip Öcalan, Abdullah Erdoğan anayasası yapmak istiyorlar. Yapılmak istenen bu. Türk vatandaşlığı ve Türk milleti kavramını birlikte anayasadan çıkarmak istiyorlar. Demokratikleşme olarak görüyorsanız onların talepleri de bunlar. İkincisi, eğitim dilinin değiştirilmesini istiyorlar, bunda anlaşmışlar. Üç, yerelleşiyoruz, yerel yönetimlere yetki veriyoruz diye federasyona olanak tanımak istiyorlar. Dördüncü talepleri başkanlık sistemi altında bir diktatörlük kurmak istiyorlar. Bizim taleplerimizi reddettiler ama AKP, PKK talepleri bu 4 maddeden oluşuyor. CHP milletvekilleri olarak AKP, PKK anayasasını yaptırmayacağız. Tayyip Öcalan, Abdullah Erdoğan ittifakına CHP olarak geçit vermeyeceğiz.” Bu açıklamaların manası bellidir. CHP’nin ve bu noktada onunla aynı çizgideki MHP’nin ne kastettiği açıktır. Güler, “Kürt milliyetçiliğini bana «ilericilik» ve «bağımsızcılık» diye yutturamazsınız” diyor. Ulusalcı sol tarafından da gizliden gizliye sahiplenilen ve bugün CHP’li Güler’in sözlerinde cisimleşen bu Kemalist yaklaşım, güya “modern ve çağdaş” TC’nin her yaptığını “ilerici”, ona karşı duran veya hakkını arayan her şeyi “gerici” gören 30’lu Güler, millet ve milliyet kavramları arasındaki farklılığı suiistimal ederek, ırkçı yaklaşımlarına kılıf bulmaya çalışmaktadır. Ona göre Kürtler Türklerden daha aşağıdadır; çünkü Türkler devletlerini kurmuş oldukları için ulus ya da millet statüsüne ulaşmışlar, fakat Kürtler henüz devletlerini kuramadıkları için milliyet aşamasında kalmışlardır. Peki Kürtlerin millet düzeyine ulaşmalarını engelleyenler bizzat “Türkler” değil midir?

2


sayı: 96 • Mart 2013

yılların kafasının devamıdır. 1938’de Dersim’de Alevi Kürtleri “uygarlık götürüyoruz” diye katleden kafayla, Güler’in Kürtleri geri, feodal, çağdışı gelenekleri sürdüren, ilkel ve Türklerden aşağı bir halk olarak gören kafası aynıdır. Zihinsel kodları, 19. yüzyılın Batılı sömürgecileriyle aynıdır. Türk milliyetçiliğine hak gördüğü ilericiliği Kürt milliyetçiliğine hak görmemektedir. Bu yaklaşımının sebebini de yine kendisi açıklamaktadır: “Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz.” Güler, millet ve milliyet kavramları arasındaki farklılığı suiistimal ederek, ırkçı yaklaşımlarına kılıf bulmaya çalışmaktadır. Ona göre Kürtler Türklerden daha aşağıdadır; çünkü Türkler devletlerini kurmuş oldukları için ulus ya da millet statüsüne ulaşmışlar, fakat Kürtler henüz devletlerini kuramadıkları için milliyet aşamasında kalmışlardır. Peki Kürtlerin millet düzeyine ulaşmalarını engelleyenler bizzat “Türkler” değil midir? Kabul etmek gerekir ki, önce binbir türlü baskıyla, katliamla, zorbalıkla Kürtlerin özgürlük taleplerini bastıran ve en doğal hakları olan kendi kaderini tayin hakkını Kürtlere reva görmeyen, sonra da bu nedenle Kürtleri Türklerden daha aşağıda gören bir anlayış ancak ve ancak ırkçı bir kafa yapısının ürünü olabilir. Kürt sorununda bazı adımların atılması ihtimalinin doğmasıyla çileden çıkan Güler, “Türkiye’de Kürt sorunu yoktur” diyebilecek kadar kendinden geçmiştir. Bu yüzden atılan en küçük olumlu adım dahi “ABD emperyalizminin talimatlarıyla hareket eden AKP-BDP işbirliği” denilerek karalanmaya çalışılmaktadır. Bu söylem BDP’yi ve onun şahsında Kürt halkını aşağı gören, Kürtlere bağımsız siyaset yürütme hakkı tanımayan bir anlayışı içermektedir. Benzer şekilde sosyal demokrat geçinen Kılıçdaroğlu, Kürtleri etnik kimlik üzerinden siyaset yapmakla ve etnik kimlik peşinde koşmakla suçlamaktadır. Anayasada yer alan Türk milleti ve Türklük kavramları tastamam etnik bir kökene dayandığına göre Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri ne anlama gelmektedir? Türkler etnik kimlik siyaseti yapabilir ama Kürtler yapamaz! Türk etnik kimliğinin her şeyi yapmaya hakkı vardır, ama Kürt etnik kimliği kabul edilemezdir! Bu zihniyetin, ırkçı Mahmut Esat Bozkurt’un zihniyetinden farkı var mıdır? Zaten CHP ve MHP’nin “Türk milleti” ve “Türk vatandaşlığı” kavramlarının anayasadan çıkartılmasına ve yerine “Türkiye cumhuriyeti vatandaşlığı” ibaresinin konmasına bu denli itiraz etmelerinin ve adeta vatan elden gidiyor feryatlarıyla feveran etmelerinin altında yatan başka ne olabilir? Bu kadarcık bir tavize bile razı olmayanların zihniyeti ırkçı değil de nedir? Aslında Güler, sonraki beyanatlarından birinde, meselenin özünü tüm CHP’lilerin gayet iyi kavradıklarını ve tam olarak neye karşı olduklarını sarih bir dille ifade ediyor: “Bizim karşı karşıya olduğumuz sorun, Türk Ulusu’nu oluşturan «milliyetlerden biri»nin ulus olmak ve devletleşmek, yani ayrılmak istemesinden ibarettir. Kısaca, «Kürt Sorunu’nun çözümü, Türk ulusal yapısının ortadan kaldırıl-

marksist tutum

masında bulunmuştur. Ülkemin, babamın memleketi olan Yugoslavya gibi olmasını istemiyorum. Kimlik siyaseti eşitlik, özgürlük, barış değil; ayrışma, yabancılaşma, boğazlaşma getirir.” Demek istiyor ki, Kürtlerin haklı talepleri karşılanır, Kürt ve Türk eşit kabul edilirse, Türkiye Yugoslavya’ya döner. Oysa daha fazla eşitlik ve demokrasi, hiçbir zaman sorunları arttırmamıştır, tersine sorunların ortadan kalkmasını sağlamıştır. Asıl sorun yaratan şey, her zaman, kendini diğerinden üstün görenin ve aşağı gördüğü diğerinin haklarını gaspetmiş olanın, hak arama mücadelesi vereni ezme ve bastırma çabası olmuştur. Kemalizmin 80 yıllık pratiği de budur. Bu yüzden Kemalist ideolojinin savunucusu ve TC devletinin kurucu partisi CHP, MHP’yle el ele vererek ve adeta “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır ve o satıh TC devletinin milletiyle birlikte bölünmez bütünlüğüdür” misali, AKP’nin zaten gıdımla verdiği tavizler karşısında dahi ortalığı ayağa kaldırmakta, Kürt sorunu karşısında tamamen gerici bir pozisyona düşmektedir. Anadilde savunma hakkına bu denli karşı çıkması da bu satıh savunmasının bir parçasıdır. Kürt sorununda bazı adımların atılması ihtimalinin doğmasıyla çileden çıkan Güler, “Türkiye’de Kürt sorunu yoktur” diyebilecek kadar kendinden geçmiştir. Bu yüzden atılan en küçük olumlu adım dahi “ABD emperyalizminin talimatlarıyla hareket eden AKP-BDP işbirliği” denilerek karalanmaya çalışılmaktadır. Bu söylem BDP’yi ve onun şahsında Kürt halkını aşağı gören, Kürtlere bağımsız siyaset yürütme hakkı tanımayan bir anlayışı içermektedir. CHP, ilgili yasaya muhalefet ederken gerekçesini şöyle koyuyor: “Türkçe bilmeyene devlet tabii ki yardımcı olur, tercüman tutar. Ama Türkçe bildiği halde herkesin istediği dilde savunma yapması asla kabul edilemez. Bu bölücülüktür.” Meselenin basit bir Türkçe bilmeme durumu olmadığını elbette tüm CHP’liler bilmektedirler. Yapmaya çalıştıkları şey, Kürtlerin taleplerini görmezden gelmek ve geçiştirmeye çalışmak, AKP’yi de “neden bu kadar taviz veriyorsun” diyerek sıkıştırmaktır. Bu yaklaşım karşısında BDP’li Sakık’ın cevabı ise şuydu: “Biz, Türkçeyi de iyi biliyoruz, Türkçe de konuşuyoruz ama Kürtçeyi özgürleştirmek adına 10.000 mahkûm bugün eğer anadilde savunma istiyorsa, anadilini özgürleştirmek için bunları yapıyor. Yoksa biz Türkçeyi sizden daha iyi biliyoruz, Türkçeye bir itirazımız da yok; bütün itirazımız faşizme karşıdır, ırkçılığa karşıdır.” Açıktır ki, bu Kemalist, şoven ve hatta ırkçı kafaların yok saymak istedikleri önemli gerçekler vardır. Sorun cezaevindeki insanların Türkçe bilip bilmemesi değildir. Sorun onların Kürtçe konuşmak istemeleridir. Bu durum CHP’nin “vallahi Kürt sorunu yok, kardeş kardeş bir arada yaşıyorduk” tarzındaki demagojisi için de geçerlidir. Kürtler baskı ve eşitsizliği meşrulaştırmak ve üzerini ört-

3


marksist tutum

mek amacıyla kardeşlik söyleminin kullanılmasına haklı olarak tahammül edemiyor ve artık horlanan “küçük kardeş” olmayı kabul etmiyorlar. Eşit muamele görmedikçe birlikte yaşamanın mümkün olmadığını dile getiriyorlar.

Kemalizmin yedinci oku: ırkçılık Bazı uyanık geçinen ve tehlikenin farkında olan Kemalistler, gizlenmesi gereken bu zihniyeti açık eden Güler’e kızmakta ve Kemalist milliyetçiliğin barışçıl, eşitlikçi ve kapsayıcı olduğunu iddia etmektedirler. Ama ne dediğinin gayet de farkında olan Güler, görüşlerinin Atatürk’ünkiyle aynı olduğunu, sözlerinin Atatürk’ün ulus tanımıyla aynı olduğunu, zaten CHP programında yazanları söylediğini ifade ettiğinde yerden göğe kadar haklıdır. Çünkü Kemalist milliyetçilik bal gibi de ırkçıdır. Kemalist milliyetçiliğin neye tekabül ettiğini anlatan iki kısa alıntı hatırlatıcı olacaktır. 1930 yılında Ağrı’da patlak veren Kürt isyanı hakkında Başbakan İnönü şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” Ayaklanmanın bastırıldığı günlerde Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise, “bu iki ırkın savaşıdır, ne ilktir ne de son olacaktır” diyor ve dönemin yaygın ırkçı anlayışını şöyle dile getiriyordu: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta bu dağlar bu hakikati böyle bilsin.” Bu iki alıntı birbirini tamamlayan ve birbirinden kopartılamayacak bir içeriğe sahiptir ve tam da Kemalist milliyetçiliğin yansımalarıdırlar. Bu sözler hiç de Güler’in söylediği gibi Türk ulusunun üst kimlik olduğunu anlatmıyor, tam tersine, Türk etnik yapısına dayalı uluslaşmanın diğer etnik yapıları nasıl da aşağılayarak kendine köle yapmak istediğini ortaya koyuyor. Osmanlı’nın son döneminden itibaren geliştirilen Türk milliyetçiliğinin temelinde, Anadolu’daki diğer halklara karşı güvensizlik ve hatta düşmanlık vardır. Ermeni soykırımı, mübadeleler, Kürtlere yönelik katliamlar, azınlıklara uygulanagelen ayrımcılık bu milliyetçiliğin ürünüdür. “Türklük”, Osmanlı’nın çöküşünün travmatik etkisindeki Kemalist kadroların, yeni burjuva cumhuriyetin harcını oluşturmak için başvurdukları, Türk etnisitesine ve ırkına dayandırılan ulusal kimliğin adı olmuştur. Yani Kemalizminki paranoyak ve şizofrenik bir milliyetçiliktir. Bu apaçık gerçekliğe rağmen CHP’nin Türklüğü sözde tüm milliyetleri kapsayan bir üst kimlik gibi sunmaya çalışması tam bir aldatmacadır. Türk ve Türklük kavramlarının Osmanlı dönemine uzanan bir geçmişi olsa da, bugünkü halini cumhuriyet döneminde almıştır ve o dönemde bu kavramların içini doldurmak için icat edilen Türk Tarih Tezi yahut Güneş Dil Teorisi gibi saçmalıklar, Türklüğün tastamam Türk ırkına dayalı inşa edildiğini

4

Mart 2013 • sayı: 96

açık biçimde kanıtlamaktadırlar. O dönemde Anadolu halklarını oluşturan Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin veya Kürtlerin Türk olduğuna dair bir tez ileri süren veya iddiada bulunan yoktu. Aksine tüm bu milliyetlerin Türkten aşağı olduğu ve onun egemenliğine tâbi olmak zorunda olduğu savunuluyordu. Kürtlerin dağda yaşayan Türkler olduğu yönündeki zırvalıklar bile sonradan ortaya atılmışlardır. “Ne mutlu Türküm diyene” vecizesinde anlatılmak istendiği gibi, etnik kökenin Türk değilse bile, kendi kimliğini unutmalı, asimilasyona ve entegrasyona boyun eğmeli, kendini Türk saymalı, varlığını Türk varlığına armağan etmelisin. Ancak bu şekilde bu ülkede mutlu olabilirsin. Aksi durumda vay senin haline! Türk ve Türklük kavramlarının Osmanlı dönemine uzanan bir geçmişi olsa da, bugünkü halini cumhuriyet döneminde almıştır ve o dönemde bu kavramların içini doldurmak için icat edilen Türk Tarih Tezi yahut Güneş Dil Teorisi gibi saçmalıklar, Türklüğün tastamam Türk ırkına dayalı inşa edildiğini açık biçimde kanıtlamaktadırlar. Bu ırkçı söylem bir tarafa, TC’nin 80 yıllık pratiği, CHP’nin boş iddiasının amacını ele vermektedir. Onyıllardır bu ülkede Kürtler baskı altında tutulmuşlar ve zulme uğramışlardır. Hiçbir hakları tanınmamıştır. 29 Kürt isyanı sebepsiz yaşanmamıştır. Örneğin Türklüğe hakaret anayasal bir suçtur, ama Kürtlere veya Ermenilere hakaret suç görülmemek bir tarafa son derece yaygındır. Hatta Ermeni kelimesi bizzat hakaret etmek için kullanılabilmektedir. Türklük bir üst kimlik değil, tek izin verilen kimliktir. Diğer kimlikler yok sayılmıştır, inkâr ve hatta imha edilmiştir. CHP’nin “Türklük zaten üst kimliktir, yeni bir tanıma ihtiyaç yok” demesi, kendini dayatan süreci beyhude bir geçiştirme çabasıdır. İş zora gelince birtakım sözde tavizler verilmesine razı olmakta, fakat bunların kalıcı hale gelmesi anlamı taşıyacak olan anayasal ve hukuksal düzenlemelere ölümüne karşı çıkmaktadır.

Korkunun ecele faydası olmaz! Başta CHP ve MHP olmak üzere, Kürtlerin ülkeyi böleceğine, BDP’yle işbirliği yapan AKP’nin de buna göz yumduğuna ve tüm bunların aslında Amerikan emperyalizminin bir komplosu olduğuna inanan herkesin kabul etmesi gereken temel gerçeklik şudur; korkunun ecele faydası olmaz. Eğer niyet gerçekten de Kürtlerle kardeşçe bir arada yaşamaksa, yapılması gereken bu halka kendi kaderini tayin hakkını tanımak, haklı taleplerini karşılamak, özgürlüklerin ve demokrasinin önünü açmaktır. Ancak bu şekilde gönüllü bir birlikteliğin yolu döşenebilir. Eğer birliktelik gönülsüz ise ya da Kürtlerin gönlü ayrılmaktan yanaysa, o zaman da “illâ bir arada kalacağız” demek boşunadır. Sonuç kaçınılmazdır.


sayı: 96 • Mart 2013

Bu gerçeklik bir tarafa, Kürtlerin ısrarla ayrılmak istemediklerini vurgulamaları bile Kemalist kafaların korkusunu dindirmeye yetmemektedir. Kürt kimliğini de dışlamayan ya da etnik gönderme içermeyen bir tanımı anayasaya taşımanın, anadilde eğitimin, özerklik ve yerel yönetim hatta federatif bir sistemin hayata geçirilmesinin ülkeyi bölmeyeceği açıktır. Bir ülkede farklı kimliklerin kendilerine ait etnisite, kültür, din veya benzeri değerler temelinde kendilerini özgürce ifade etmeleri, o ülkeyi bölmez, tersine gönüllü birlikteliğe giden yolu döşer. Asıl baskıyla, zorbalıkla, inkâr ve imha politikalarıyla insanların kendilerini istedikleri temelde ifade etmelerini engellemeye çalışmak bölünmeyi çağırmaktır. Tarihteki tüm örnekler bunu göstermektedir. Ayrıca altını tekrar tekrar çizmekte fayda var: Ezilen ulusların ayrılmak ve kendi devletlerini kurmak hakkı da dâhil olmak üzere, kendi kaderlerini tayin hakları vardır. Bu evrensel bir normdur. Bu gerçeklerin karşısında durmak, tıpkı Türkiye örneğinde olduğu gibi, onyıllara yayılan acılara, onbinlerin ölümüne ve demokrasinin güdük kalmasına yol açmıştır. Birbiriyle geçinemeyen ve birbirlerine zarar veren bir karı-kocanın her şeye rağmen evli kalarak hayatlarını birbirlerine zehir etmeleri mi, yoksa medeni biçimde ayrılarak en azından kendilerine ve birbirlerine olan saygılarını yitirmeden dostluklarını devam ettirmeleri mi daha hayırlıdır? Değinmeden geçilmemesi gereken bir nokta da, ezilenin ve mağdur olanın pozisyonuyla, ezenin ve zalimlik edenin pozisyonunun aynı olmayacağı, bunların eş tutulamayacağıdır. Kendine sosyalist veya demokrat diyen herkes, eğer tutarlı olmak istiyorsa, bu noktada ezen ve ezilen ulus milliyetçiliği arasındaki ayrımı da yapmalıdır. Ezen ulusun milliyetçiliği olan Türk milliyetçiliğine sonuna kadar karşı çıkmak gerekir, hele ki ırkçılık boyutuna varıyorsa. Ama ezilen Kürt halkının milliyetçiliğinin tarihsel olarak meşru bir zemini vardır. Nihayetinde Kürtler ulusal kurtuluş mücadelesi vermektedirler. İşte CHP’nin ikiyüz-

marksist tutum

lü bir biçimde Kürtleri, Kürt kimliğinin ve beraberindeki hakların tanınmasını istedikleri için etnik milliyetçilikle suçlaması da bu temelde karşı durulması gereken bir tutumdur. Milli kimliği oluşturan harcın içinde etnik, dini veya ırksal unsurların hangisinin ağır bastığı tarihsel ve sosyolojik bir meseledir. Bugün dünyada varolan ulus-devletlerin, uluslaşma süreçlerinin farklılığı ve çeşitliliği incelendiğinde bu durumda bir gariplik olmadığı anlaşılacaktır. Etnik ve ırksal milliyetçiliğin en yakınımızdaki örneği de Kemalist milliyetçiliktir. Bu yüzden CHP’nin tutumu ikiyüzlülüktür. Ve bu yüzden gerek CHP’li Güler’in gerekse de diğer CHP’lilerin veya MHP’lilerin çıkışları, kimilerinin iddia ettiği gibi “fikir özgürlüğü” kapsamında değerlendirilemez. “Aman bir tatsızlık çıkmasıncı” tatlı su aydınları her seferinde arayı bulmaya çalışsa da, CHP-MHP çizgisinin bu ırkçı yaklaşımlarına asla prim verilmemeli ve pabuç bırakılmamalıdır. Bu, devrimciliğin, Marksizmin temel pozisyonudur. Oysa bizzat sosyalist hareketin içinden kimileri, yani gerçekte Kemalist olup kendini sosyalist zannedenler ya da gösterenler, CHP’nin bu söylemine prim vermektedirler. Kimisi bunu fikir özgürlüğü çerçevesinde değerlendirirken, kimisi de “aman Yugoslavya’ya döneriz” korkusunu öne çıkartıyor. Ezilen halkların mücadelesini emperyalizmin “böl, parçala, yönet” taktiğinin bir ürünü olarak göstermeye çalışmak, emperyalistlere karşı sadece ulusal birlik temelinde mücadele edilebileceğini iddia etmek, bizzat bu Kemalist solcuların artniyetini göstermektedir. Kürt sorunu karşısında CHP’li ırkçıların ve faşist MHP’nin bu ırkçı söyleminin ve içinden geçilen müzakere sürecini baltalamaya yönelik provokasyonların arkasının kesilmeyeceği açıktır. Bu ırkçı ittifak bir direniş hattı örmeye çalışmaktadır. BDP heyetinin çıktığı Karadeniz turunun daha başında Sinop ve Samsun’da yaşanan provokatif eylemler buna örnektir. Birkaç yüz kişiden oluşan lümpen kalabalığın çoğunluğunu CHP’lilerin oluşturuyor olması, gözlerden kaçırılmaması gereken bir ayrıntıdır. Bilhassa da CHP’yi sosyal demokrat sananların akılda tutmaları gereken bir ayrıntıdır. Gerek bu dozu artan şovenizm, gerek İmralı notlarının basına sızdırılması ve arkasından gelen yorumlar, gerekse de sınırötesi hava operasyonlarının “PKK içinden gelecek süreci sabote etmeye yönelik saldırıların önlenmesi” amacıyla yapıldığının söylenmesi, Kürtlerle hükümet arasında başlatılmış olan müzakere sürecinin ne kadar sancılı ve gitgelli olacağının göstergeleridir. İşçi sınıfı milliyetçi hezeyanlara prim vermemeli ve Kürt halkının demokratik taleplerini desteklemelidir. n

5


T Irak, Petrol ve Kürt Sorunu Oktay Baran

C’nin Irak politikasında son yıllarda önemli bir değişim sürecine girdiğini görüyoruz. Birkaç yıl öncesine kadar, TC’nin Irak’la ilişkisi esas olarak Bağdat hükümeti üzerinden yürüyor ve Federe Kürdistan Bölge Yönetimi resmi olarak muhatap alınmıyordu. Irak politikasının temelinde “toprak bütünlüğünün bozulmaması”, yani bağımsız bir Kürt devletinin kurulmaması için merkezi Bağdat hükümetine tam destek sunulması yatıyordu. Bu bağlamda Irak Kürdistanı’nın başkenti durumundaki Erbil’le (Hewler) ilişkiler esasen dolaylı olarak Bağdat üzerinden kuruluyordu. Dahası Türkiye’deki Kürt sorunu ve PKK’nin Kandil’deki varlığı nedeniyle Iraklı Kürt liderlerle zaman zaman hayli gerginleşen ve açıkça onları aşağılayan, hor gören ve çoğunlukla tehdit eden bir dil ağır basıyordu. Irak Kürdistanı Türk sermayesinin giderek artan oranda gözünü diktiği bir pazar ve yatırım alanı olsa da, durum buydu. Bugün TC halen bağımsız bir Kürt devletinin kurulmaması hedefini gütse bile bunun yol ve yöntemlerinde bir değişiklik olduğunu görüyoruz. 2007 yılından bu yana Irak Kürdistanı giderek artan ölçüde Türk sermayesinin faaliyet alanına dönüştü. AKP statükocu-devletçi Kemalist burjuvaziye karşı giriştiği mücadelede rakibini geriletebildiği ölçüde, Irak Kürdistanı’yla daha sıkı bağlar geliştirmenin de yolunu döşemeye girişti. Özellikle 2010 yılından bu yana durumda kayda değer bir değişim yaşanıyor. Bu değişim TC’nin Irak’tan kopacak bağımsız bir Kürdistan’ı kabul edeceği anlamına gelmiyor henüz. Ne var ki, bölgede yaşanan çok yönlü ve çok boyutlu gelişmeler bağımsız bir Kürdistan ihtimalini güçlendirdikçe, TC, Iraklı Kürtlerle ilişkiyi güçlendirerek, olası gelişmeler üzerinde diplomatik ve siyasi söz sahibi olabilmeyi, mümkün olduğunca süreci kendi hedef ve arzuları doğrultusunda yönlendirmeyi ya da en azından kontrol altında tutmayı amaçlıyor.

TC-Irak ilişkileri TC açısından politika değişiminin temel zorlayıcı unsurlarından birini, Bağdat’ta İran’a yakınlığıyla bilinen Nuri el-Maliki başbakanlığındaki yönetim oluşturuyor. Bilindiği gibi, İran ve Türkiye bölge üzerinde yalnızca son yıllarda değil ta-

6


sayı: 96 • Mart 2013

rih boyunca rekabet etmiş iki ülkedir. Bugün de bu rekabet sürmektedir. Bu perspektiften bakıldığında, İran’ın Maliki üzerindeki etkisinin giderek belirgin hale gelmesinin ardından, TC egemenleri, o güne dek izledikleri çok yönlü ve bütün taraflarla görüşmelere dayalı politikayı bir yana bırakarak açıkça Maliki karşıtı bir pozisyon seçmişler ve bunu gizlememişlerdir. TC, 2010 yılındaki seçimlerde açıkça Maliki karşısındaki Sünni bloku desteklediğinden ötürü, seçim sonrasında Maliki hükümetiyle TC arasındaki ipler giderek gerilmiş ve son dönemde kopma noktasına gelmiştir. Geçen yıl Maliki’ye güven oylaması sırasında da, açıkça Maliki’nin karşısında yer alarak ciddi bir kumar oynamış ama hedeflerine varamamıştır. TC’nin temel derdinin Maliki ya da Şiiler olmadığını, esas kaygısının İran’ın Irak üzerinde giderek artan nüfuzu olduğunu ve bu tedirginliğin ABD’nin kaygılarıyla paralellik arzettiğini vurgulayalım. Türkiye’nin bu politikası, Suriye’deki gelişmelerle de birleşerek Ortadoğu’da yaratılan Sünni-Şii karşıtlığında Sünni eksenli politik hatta oturmaktadır. Öte yandan, Erdoğan ve ekibinin Sünni İslami hareketten gelen arka planlarının da bu Şii karşıtlığında bir rol oynadığını ama bunun hayli tâli ya da ikincil bir rol olabileceğini de eklemekte yarar var. Çünkü Türkiye kapitalizmi, politikalarını mezhep çatışmalarının belirleyemeyeceği kadar gelişmiş durumdadır. AKP sözkonusu olduğunda bile, eğer işin ucunda milyar dolarlar, güç ve nüfuz kazanma fırsatı varsa, mezhepsel farklılık ve önyargıların bunların önüne geçmesine burjuva içgüdüleri izin vermeyecektir. Bağdat’la kopma noktasına gelen ilişkilerden ötürü, TC, Irak’taki bir diğer güç merkezi konumundaki Erbil’le yakınlaşmak zorunda kalmıştır. Bunda hiç kuşkusuz ABD’nin bu doğrultudaki telkinlerinin yanı sıra, Irak Kürdistanı’ndaki mevcut ve geleceğe dönük potansiyel çıkarlar da güdüleyici olmuştur. TC’nin Irak politikasındaki değişimin ve Irak Kürdistanı yönetimiyle yakınlaşmasının arkasında yatan nedenlerden biri de, çelişik gibi gözükse de Irak’ın birliğini korumaktır. Maliki’nin, Sünni liderlere dönük baskı ve sindirme manevralarını, Erdoğan hükümeti, Irak yönetiminden Sünnileri dışlamak olarak görüyor. Sünni Arapların Irak’ta bir çimento olduğu düşüncesiyle, onların dışlandığı bir Irak’ın birliğini korumanın mümkün olmadığı öngörülüyor. Bu nedenle de AKP, Maliki’ye yani İran’ın etkisine karşı, Sünni Araplarla çoğunluğu yine Sünni olan Kürtlerin ittifakını sağlamaya dönük girişimlerde bulunuyor. Türk burjuvazisi ile Maliki arasındaki sorunlardan bir diğeri de Irak’la ekonomik ilişkilerin detaylarında yatıyor. Türkiye’nin Ortadoğu’yla ticari ilişkileri özellikle 2007’den sonra büyük bir gelişme göstermiştir. Bunun içersinde Irak baskın bir yer tutuyor. Geçtiğimiz yıl, yalnızca on ay içerisinde Irak’a 9 milyar dolara yakın bir ihracat yapılırken (ithalat ise yalnızca 130 milyon dolardı), bunun çok büyük bir bölümü Irak Kürdistanı’yla gerçek-

marksist tutum

leşti. Irak’ın geri kalanında Türk burjuvazisinin beklediği atılımı yapamamasının ardında Maliki’nin engellemelerinin yattığı düşünülüyor. Bir başka deyişle, Türk sermayesi bugün Iraklı Kürtlere teveccüh göstersin ya da göstermesin, şimdilik onlarla çalışmaktan başka çaresi olmadığını düşünüyor. Yine TC’nin Bağdat’tan uzaklaşarak Erbil’le yakınlaşmasının uluslararası bir boyutu da bulunuyor. Amerikan petrol devi Exxon’un Kürdistan Bölge Yönetimiyle resmen anlaşarak Irak Kürdistanı’nda faaliyet göstermeye girişmesi, artık Irak Kürdistanı’nın resmi olarak yok sayılamayacağı bir noktaya varması anlamına geliyor. Bu gelişme sonrasında dünyanın en büyük petrol tekelleri bölgeye akarken, TC’nin Kürt yönetimine ilişkin görmezden gelme yaklaşımı hem siyasal olarak hem de ekonomik olarak artık sürdürülebilir bir politika olmaktan çıkmıştır.

Irak’ta kargaşa hüküm sürüyor ABD’nin Irak’ta tam arzu ettiği bir düzeni tesis edemeyip Bağdat üzerinde tek söz sahibi olma konumunu kısa sürede yitirmesi, Bağdat hükümetinin İran’ın açık etkisi altına girmesi, Bağdat ile Erbil arasında çözülmeyen sorunların kangrenleşmesinden ötürü yaşanan ayrışma, Sünni ve Şiiler arasında bitmek bilmeyen mezhep kavgası, Arap halklarının isyanının bölgedeki tüm dengeleri sarsıcı dinamiği, Suriye meselesi ve onun Irak halklarına uzanan boyutları… Bu kargaşa tablosunun içerisinde Bağdat merkezi hükümetinin, ülkenin yalnızca Kürdistan bölgesinde değil diğer bölgelerinde de duruma hâkim olduğunu söylemek mümkün değil. Bunun temel siyasi sebeplerinden biri 2010 yılı Mart ayında yapılan seçimlerin sonuçlarıdır. Siyasal ve sınıfsal fay hatlarına değil de etnik ve mezhepsel ayrımlara işaret eden seçim sonuçları nedeniyle aylar süren yoğun pazarlıklar sonrasında kâğıt üzerinde bir hükümet ancak çıkarılabilmiştir. Irak nüfusunun üçte ikisini oluşturan Şiilerin desteklediği partilerin bir ittifakla seçimlerden galip çıkması şaşırtıcı değildi. Ne var ki, Sünni cephenin ve Kürtlerin, Şii ittifakının lideri durumundaki Maliki’nin mutlak iktidarını kabul etmeleri de mümkün değildi. Bu durumda ülke ya etnik ve mezhepsel temelde bölünme ya da bir “ulusal uzlaşma” seçeneğiyle karşı karşıya kaldı. Özellikle ABD’nin baskısıyla, 9 ay süren bir karmaşadan sonra nihayet bir ulusal birlik hükümeti kuruldu. Kurulan bu hükümet, biri hariç, seçimlere katılan ve Mecliste temsil hakkı elde eden tüm partileri içinde barındırıyordu. Bir başka deyişle muhalefette hiçbir parti yoktu, hepsi iktidar ortağı konumundaydı, bakanlıklar çeşitli partiler arasında paylaşılmıştı. Bu durum kısa sürede bambaşka bir sorunu doğurdu: Muhalefet bizzat hükümetin içerisindeydi. Başbakan Maliki de dahil olmak üzere hükümetten ve onun işleyiş biçiminden memnun olan tek bir siyasal eğilim bile yoktu. Çeşitli bakanlıkları

7


Mart 2013 • sayı: 96

marksist tutum

ellerinde tutan partiler hem birbirleriyle hem de başbakan Maliki’yle sürekli bir güç savaşı içinde olmaktan geri durmadılar; adeta alınan kararların hayata geçmesini engellemek hükümetin ve hükümet bileşenlerinin asli görevi durumuna dönüşmüştü. Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık el-Haşimi’nin hakkındaki iddialar ve tutuklama kararı nedeniyle önce Kürtlere ve ardından da Türkiye’ye sığınması, hükümeti oluşturan gruplar arasındaki ipleri neredeyse kopartmış durumdadır. Maliki karşıtı muhalefet hem hükümet toplantılarını hem de Meclis toplantılarını boykot etmektedir. Bu şekilde işlerin yürümeyeceği açıktı ve tüm bunların üzerine Maliki’nin giderek daha fazla gücü kendi elinde toplama girişimleri eklenince, hükümet tamamen işlevsiz kalmaya, mezhepler, etnik gruplar ve bunların temsilcileri arasındaki ihtilaf ve çatışmalar büyümeye başladı. Maliki, bir yandan, iş Kürtlere karşı adım atmaya gelince Iraklılık veya Araplık temelinde bir söylemle Şii ve Sünni Araplarla Türkmenleri arkasında toplamaya çabalıyor, diğer yandan da Sünni liderleri giderek etkisizleştirmeye çalışıyor. Bu nedenle etnik ve mezhepsel gerilimler bazen birbirlerini takip ederek bazen de iç içe geçerek gündemden hiç inmiyor. Kürt ordusunun Bağdat birlikleriyle askeri olarak karşı karşıya gelmesi, Sünnilerin geniş kitle gösterileriyle isyan bayrakları açmaları gibi sertleşen çatışma dinamikleri bu temele dayanıyor. Irak’ta gerek Şiiler gerekse de Sünniler, Kürdistan’ın bağımsızlığı şöyle dursun, Federe Kürdistan Bölge Yönetimi’nin güç kazanmasını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Kerkük’ün Kürdistan yönetimine geçmemesi, her iki kesimin de ortak hedefi durumunda. Bu noktada Kerkük’teki Türkmenlerin de desteğini alıyorlar. Aralarındaki mezhep çatışması ve ihtilafını aşabildikleri ölçüde Arap milliyetçiliği temelinde Kürtlere karşı ortak davranıyorlar. Maliki’nin Iraklılık ve Arap milliyetçiliği söylemini zaman zaman öne çıkarmasının ardında bu yatıyor. Diğer taraftan Maliki’nin izlediği çizgi nedeniyle Iraklı Kürtler giderek Bağdat’tan uzaklaşıyorlar. Petrol zenginliğinden paylarına düşeni alamamanın ve Kerkük referandumunun sürekli ertelenmesinin yarattığı rahatsızlık, Iraklı Kürtlerin “yeni Irak” içerisinde diğerleriyle eşit bir kurucu olarak varolabilecekleri beklentisinin ortadan kaybolmasına yol açıyor. Öte yandan geçtiğimiz iki ay boyunca Irak, Sünni kitlelerin isyanı andıran kitlesel gösterileriyle sarsıldı. Musul, Anbar, Bağdat, Diyala, Selahattin ve Kerkük gibi büyük kentlerde onbinlerce Sünni’nin katıldığı ve haftalar boyunca süren gösteriler yer yer çatışmalara sahne olduğu gibi, ölümler ve yaralanmalar da yaşandı. Olayların fitilini, maliye bakanı Rafi İsavi’nin korumalarının terörist oldukları gerekçesiyle gözaltına alınması ve aynı günlerde Musul Cezaevindeki bir Sünni kadının tecavüze uğraması ve Diyala Cezaevinde Sünni bir tutuklunun işkenceyle katledilişi ateşlemiş görünüyor. Sünni gruplar, Haşimi

8

vakasıyla birebir benzeşen bu gelişmeyi Maliki’nin Sünnilere dönük tasfiye hareketi olarak yorumluyorlar. Irak’ın Suriye sınırındaki bölgelerde Sünni silahlı güçler giderek etkin hale geliyorlar ve Maliki bu durumu hem Esad rejimi hem de kendi iktidarı açısından bir tehdit olarak görüyor. Kürtlerle yaşanan gerilim sırasında Arap milliyetçiliği söylemiyle Sünni Arapların desteğini almaya çalışan Maliki’nin bu taktiği en azından şimdilik başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Ayrıca, Irak basınında son dönemdeki Sünni gösterilerin arkasında Türkiye’nin yattığı söyleniyor. TC’nin bu gösterileri güçlendirmeye çalıştığı apaçık bir gerçektir. Irak’taki hükümet seçimlerin sonucuna dayanmaktadır ve bir başka seçimle durumda bir değişim olabileceği düşünülebilir. Ancak Irak’ın mevcut gerçekleri, kapitalizmin geriliği, savaşın yıkıntıları ve onyıllara dayanan etnik ve mezhepsel ayrımcılık ve buradan türeyen husumet ve önyargılar hesaba katıldığında, bir sonraki seçimlerden de kategorik olarak farklı bir sonuç beklenemeyeceği açıktır. Yalnızca ülke içi dinamikler değil, bu dinamiklere burnunu doğrudan sokan ve kendi çıkarları doğrultusunda çatışmaları körükleyen bölgesel ve küresel güçlerin varlığı da bu kördüğümü güçlendiriyor. Bu durumda, Irak’ı kısa ve orta vadede etnik veya mezhepsel temelde bölünme ya da bir askeri despotun sopası altında tüm etnik ya da mezhepsel siyasal hareketlerin bastırılması ikilemi bekliyor.

Irak petrolleri Geçtiğimiz aylarda Uluslararası Enerji Ajansı’nın hazırladığı kapsamlı bir raporda önümüzdeki dönemde en büyük petrol üreticilerinin hemen hepsinde üretim artışının önce duracağı ardından da üretimin gerileyeceği belirtiliyor. Üretim artışı esas olarak ABD, Kanada, Brezilya ve Irak için öngörülüyor. Ajans, 2020 yılında dünya çapında ortaya çıkacak petrol açığını ancak Irak’ın kaynaklarının kapatabileceğini ve bu bağlamda da Irak’ın “dünya ekonomisinin kilit ülkesi” durumuna geleceğini belirtiyor. Irak, petrol rezervleri bakımından 145 milyar varille dünyada üçüncü sırada yer alıyor, hatta kimi uzmanlar bu rakamın aslında 200 ilâ 300 milyar varil olabileceğini söylüyorlar. Ama bu potansiyele rağmen günlük petrol üretimi bakımından dünyada 13. sırada yer alıyor. Sahip olduğu potansiyelle üretim miktarı arasındaki bu ciddi farklılığın temelinde Irak’ın yaklaşık otuz yıldır savaş bataklığından çıkamıyor oluşu yatmaktadır. Savaşın yarattığı etkiler giderilir, istikrar sağlanır ve gerekli yatırımlar yapılırsa, günlük petrol üretimi 2 ilâ 3 milyon varil arasında değişen Irak’ın, 10 yıl içerisinde günde 6 milyon varil, 2030 yılındaysa 8 milyon varillik bir üretim yapabileceği söyleniyor. Bu varsayımlarla yapılan hesaplamalar, dünya petrol talebindeki artışın yarıya yakınını Irak’ın karşılayacağı yönünde. Bu devasa potansiyel, dünyanın tüm petrol devlerini


sayı: 96 • Mart 2013

marksist tutum

bölgeye çekiyor. Emperyalist güçler Irak petrollerinin ve doğalgazının paylaşımı ve üretimi hususunda olduğu gibi, bu kaynakların Avrupa’ya, ABD’ye ve Çin’e nasıl ve hangi hatlardan taşınacağı konusunda da kıyasıya bir rekabet ve anlaşmazlık içerisindeler.

Bağdat’la Erbil arasındaki petrol sorunu Ama yalnızca büyük emperyalist güçler değil, Iraklı yerel güçler de birbirleriyle ciddi bir petrol kavgasına tutuşmuş durumdalar. Merkezi Bağdat hükümeti, Kürtlerin güç kazanmaması için yıllardır gündemde olan petrol yasasını netleştirip çıkarmakta ayak sürüdüğü gibi, Kerkük referandumunu da sürekli olarak erteliyor. Kürtler Irak’ın petrol gelirlerinin yüzde 17’sinin anayasa gereği Kürt yönetimine aktarılması gerektiğini ama Bağdat hükümetinin ödemeleri ya yapmadığını ya da sürekli olarak aksattığını söylüyorlar. Irak’ın kanıtlanmış 143 milyar varillik petrol rezervlerinin 45 milyar varillik kısmı Kürdistan bölgesinde bulunuyor. Ayrıca Kürdistan bölgesinde 3,5 trilyon metreküp doğalgaz mevcut ki, bu da Irak rezervlerinin yarısı anlamına geliyor. Kürt petrollerinin ihracında izlenmesi kararlaştırılan yöntem şöyle: Kürt petrolleri Bağdat yönetimindeki Kerkük-Ceyhan boru hattına pompalanıyor. Bu petrollerin pazarlama ve satışını doğrudan Irak milli petrol şirketi SOMO yapıyor, elde edilen gelir Bağdat hükümetine aktarılıyor, hükümet de petrol ihracatından elde edilen gelirin belli bir kısmını (anlaşmazlık noktalarından biri de bu oran) Kürt yönetimine ödüyor ve o da bölgede üretim yapan şirketlere ödemede bulunuyor. Ne var ki, merkezi hükümet geçtiğimiz yıl Kürdistan bölgesinde faaliyet gösteren şirketlere taahhüt ettiği ödemeleri yerine getirmediği ve getirmeyeceğini açıkladığı gibi, bölge için ayırdığı yatırım bütçesini de bir hayli kıstı. Sonuç, merkezi hükümet yönetimindeki Kerkük-Ceyhan boru hattından yapılan petrol ihracatının günde 4 bin varile düşerek neredeyse durma noktasına gelmesi oldu. Oysaki Eylül ayında Bağdat ile Erbil arasında varılan anlaşmayla bu miktarın günde 250 bin varil olması kararlaştırılmıştı. Buna karşı Kürt yönetimi de Bağdat’tan bağımsız olarak petrol şirketleriyle anlaşmalar imzalamaya başladı ve bu anlaşmalar Bağdat ile Erbil’i askeri bir çatışmanın eşiğine kadar getiren bir gerilime zemin hazırladı. Kürt yönetimi bu tarz anlaşmalar yapmanın Irak Anayasasına uygun olduğunu savunurken, Bağdat hükümeti bunu reddediyor. Kürt petrollerinin kalitesinin yüksek oluşu, bölgede

Irak’ın diğer bölgelerine göre daha istikrarlı bir ortamın bulunması ve işçi ücretlerinin düşüklüğü gibi nedenlerle, dev petrol şirketleri, Kürdistan bölgesinde yatırım ve üretim yapmayı tercih ediyorlar. Ama son dönemde petrol devlerinin Kürt bölgesine yatırım yapmayı tercih etmelerinin en temel nedeni, varil başına yapılan ödemenin çok daha yüksek olması. Bağdat hükümeti Basra bölgesindeki petrol için üreticilere varil başına 1,5-2 dolar arasında bir ödeme yaparken, Kürt yönetiminin 20-30 dolar arasında bir pay önerdiği söyleniyor. Bu iştah kabartan kâr payları, hemen tüm ülkelerin petrol şirketlerinin Kürdistan’a üşüşmesine yol açıyor. Özellikle geçtiğimiz yılın yaz ayları bu açıdan tam bir kampanya şeklinde geçti. Bu kampanyanın startını Amerikan petrol devi ve dünyanın en büyük şirketi olan Exxon vermiş oldu. Exxon’un Irak’ın güneyindeki petrol sahalarından çekilerek faaliyetlerini Kürt bölgesinde yoğunlaştıracağını resmi olarak açıklamasının ardından furya başladı. Bugün Irak Kürdistanı’nda 20’den fazla ülkeden 40 kadar şirket petrol ve doğalgaz yatırımı yapmış durumda. Kuşku yok ki bunların başında ABD, Fransa ve Rusya geliyor. Amerikan Exxon ve Chevron, Fransız Total ve Rus Gazprom bölgedeki en büyük petrol tekelleri. Yani şimdilik dünyanın en büyük 10 petrol tekelinden 4’ü Kürdistan’da faaliyet yürütüyor. İngiliz petrol devi BP de son haftalarda Bağdat hükümeti ile görüşmelere başlamış durumda. Onu bir diğer Rus devi olan Lukoil takip ediyor. Çin de devrede. Türk sermayesi de son dönemde hem devlet şirketleri olarak hem de özel sermaye olarak petrol üretimi alanına el atmış gözüküyor. Devlete ait TPAO Basra bölgesinde üretim yapıyor idiyken (son süreçte TPAO’nun sözleşmesi Maliki tarafından iptal edildi), Çukurova Holding bünyesindeki Genel Enerji de Irak Kürdistanı’ndaki 6

9


marksist tutum

sahada petrol üretimi yapıyor. Genel Enerji, çıkardığı petrolü Kerkük-Ceyhan boru hattına bağlayacak yeni bir boru hattının inşasına girişmiş durumda. Bu boru hattıyla başlangıçta günlük 400 bin varillik bir transfer mümkün gözüküyor. Sözkonusu yeni boru hattı tümüyle Kürdistan topraklarında ve Bağdat hükümetinin kontrolü dışında olacak. Ayrıca 2012 Mayısında TC, Kürt yönetimiyle kapsamlı bir enerji çerçeve anlaşması imzalamış, Kürt yönetiminden doğrudan ham petrol ve doğalgaz alınması ve bu çerçevede üretimden boru hatlarına, satıştan elektrik üretimine kadar birçok noktada işbirliği yapılması kararlaştırılmıştı. Diğer taraftan BOTAŞ aracılığıyla Irak Kürdistanı’nda yeni bir boru hattı inşası konusundaki anlaşma, Maliki’yle aranın daha da gerilmesine yol açmış gözüküyor. O kadar ki, ABD Dışişleri sözcüsü, TC’yi Bağdat’ın onayı olmadan Erbil’le petrol anlaşması yapmaması ve bu hususta tansiyonu yükseltmemesi doğrultusunda uyardı. Tam da Amerikan petrol devleri Exxon ve Chevron bölgede aynı doğrultuda adımlar atarken ABD’nin Türkiye’yi uyarması, bunun ciddi bir sonucu olmayacak ve Maliki’yi yatıştırmaya dönük bir geçiştirme manevrası olduğunu ortaya koyuyor. Maliki, Kürt yönetimi ile anlaşma imzalayan petrol şirketlerinin ülkenin diğer bölgelerindeki faaliyetlerine izin vermeyeceği tehdidiyle bu büyük petrol tekellerini geri adım atmaya zorluyor, ancak şu ana kadar başarılı olabilmiş değil. Olacak gibi de gözükmüyor. Ocak ayında Kürt yönetimi, Türkiye üzerinden kara yoluyla petrol ihracatına başladı. Tankerler aracılığıyla günde 30 bin varil petrol Ceyhan’a taşınıyor. Bağdat’tan bütünüyle bağımsız olarak gerçekleşen bu ihracat, miktar açısından olmasa bile Irak Kürdistanı’nın kendi adına ilk ihracatı olması bakımından sembolik bir önem taşıyor.

Irak bölünecek mi? Emperyalistlerin, en başta da ABD’nin Irak’ın bölünmesini istediği yönünde yaygın bir kanı mevcut. ABD emperyalizminin genel olarak Ortadoğu’daki sınırları değiştirmek istediği çok açık. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşıyla sınırlarını çizdikleri ve petrol akışını sağladıkları sürece destekledikleri otoriter rejimlerin artık yolun sonuna geldiğinin, bu statükonun daha fazla devam edemeyeceğinin onlar da farkındalar. Bölgede sürekli bir istikrarsızlık kaynağı olan etnik ve mezhepsel sorunlar bugün belli ki emperyalistlerin de ayağına dolaşmaktadır. Ne var ki, yıllar boyunca bölge üzerinde oynadıkları emperyalist oyunlarla etnik ve mezhepsel sorunların kangrenleşmesinin de, Kürt ve Filistin ulusal sorunlarının demokratik ve barışçıl bir çözüme kavuşmamasının da temel sorumluları, büyüğüyle küçüğüyle, küreseliyle bölgeseliyle emperyalist güçlerdir. Irak sözkonusu olduğunda, ABD başta olmak üzere büyük emperyalist güçlerin şimdilik Irak’ın bölünmesin-

10

Mart 2013 • sayı: 96

den yana oldukları söylenemez. Ama yalnızca şimdilik. Çünkü Batılı büyük emperyalist güçler, Irak’ın mevcut konjönktürde bölünmesinin İran’ı güçlendireceğini, Irak’taki Şii bölgesinin İran’ın en azından uzantısı durumuna geleceğini biliyorlar. Irak’ın güneyindeki Basra bölgesi dünyanın en zengin petrol bölgelerinden biri ve burada Şiiler hâkim durumda. Dolayısıyla Batılı emperyalist güçler, İran’da kendileriyle işbirliği yapacak bir rejim ortaya çıkıncaya kadar, Irak’ın bölünmesini istemeyeceklerdir. Bunu son dönemdeki tüm gelişmelerde görmek mümkündür. İngiltere, British Petrol’ün (BP) Irak’taki faaliyetlerini Bağdat hükümeti üzerinden yürütmek noktasında hassas bir çizgi izliyor. ABD ise tüm icraatına rağmen Maliki’yi henüz gözden çıkarmış değil, onu bir yandan Kürtlere destek vererek ehlileştirmeye çalışırken, diğer yandan da Maliki aracılığıyla Ortadoğu’daki Şii cepheyi çatlatmanın hesaplarını yapıyor. Erbil ile Bağdat arasındaki gerilimi, tavşana kaç tazıya tut diyerek istediği oranda arttırarak kendi çıkarlarına yontmaya çalışıyor. Bu arada TC’ye de Maliki’yi devre dışı bırakmayan bir yaklaşım sergilemesini “tavsiye ediyor”.

TC ve Irak Kürdistanı arasında yakınlaşma Türk egemenlerin Irak’ın bütünlüğü hakkındaki geleneksel yaklaşımlarının değişmediğini biliyoruz. Bağımsız bir Kürdistan, hele de TC’nin tümüyle denetimi dışındaysa, Türkiyeli egemenlerin korkulu rüyasıdır. Diğer taraftan TC, petrol ve doğalgaz konusunda Rusya ve İran’a bağımlılığını azaltmak için enerji kaynaklarını çeşitlendirip arttırmak ve bunun için de yanı başındaki Kürt yönetimiyle ilişkileri geliştirmek istiyor. Irak Kürdistanı’yla iktisadi alanda giderek artan ilişkilerin, Kürt yönetiminin siyasal güç ve itibarını arttırması ve bağımsızlık eğilimini güçlendirmesi ise TC’nin ikilemini oluşturuyor. Türk burjuvazisi bir yandan büyük bir iştahla dış pazarlara saldırırken yanı başında bulduğu bu cennet yatırım alanının keyfini sürüyor, bir yandan da genlerine işlemiş geleneksel korkuları nedeniyle uykuları kaçıyor. Bugün Irak Kürdistanı ile TC arasında artan iktisadi ilişkilerden her iki taraf da memnun gözüküyor ve bunun iktisadi bir ilişki olduğunu vurguluyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, Time dergisiyle yaptığı röportajda şunları söylüyor: “Türkiye’nin sahip olmadığı bir şeye ihtiyacı var, biz de sahip olmadığımız bazı şeylere ihtiyaç duyuyoruz. İki taraf arasındaki uygun anlaşma buradan kaynaklanıyor. Bunun siyasi bir yönü yok. Ekonomik bir konu. … Herkes, Türk politikasının ne olduğunu biliyor ve anlıyor. Türk politikası herhangi bir Kürt bağımsızlığına karşıdır. Bu, açıktır... Türkiye’nin her zaman, askeri olarak bizi engelleyecek gücü vardır. … Evet, [bağımsız Kürdistan için] gayet iyi bir fırsata sahip olduğumuz kanısındayım. Ama birçok zorluğumuz da var. Bir bağımsız Kürdistan için, en başta, çevremizdekilerden en az bir ülkeyi


sayı: 96 • Mart 2013

buna ikna etmeliyiz. Onları ikna etmeden bunu yapamayız. Denize çıkışı olmayan bir ülke olarak, bir ortağımız olmalı. Bölgesel güç olan bir ortağımız buna ikna olmalı ve uluslararası düzeyde, bir büyük güç de bunu desteklemeli. Tam şu sırada istediğimiz, Irak içinde ekonomik bağımsızlığa sahip olmak...” (akt.Cengiz Çandar, Radikal, 25/12/2012) Barzani’nin açıkça Türkiye ve ABD’ye yaptığı referans dikkate alınırsa, denetim altına alınmış, iktisadi bağlarla Türkiye’ye bağlanmış, siyasal olarak ehlileştirilip müttefik haline getirilmiş bir Kürt devleti olasılığı Türkiye burjuvazisi açısından giderek kabul edilebilir bir seçenek haline gelebilir. TC ideologlarının, böylesi bir yönetimin, Türkiye’deki Kürt sorununun kabul edilebilir sınırlara çekilmesi açısından da olumlu bir rol oynayabileceği, Barzani ve Talabani önderlikleri aracılığıyla PKK’nin de etkisinin sınırlandırılabileceği hesabını yaptıklarını biliyoruz. Bağımsız Kürt devleti seçeneğinin o kadar korkulacak bir durum olmadığını vurgulayan burjuva ideologların içini rahatlatan faktörlerden biri, Bağdat’tan kopması durumunda Kürt yönetiminin Türkiye’ye muhtaç hale gelmekten kaçınamayacak oluşudur. Bu hem Irak Kürtleriyle Türkiye Kürtleri arasındaki sağlam bağlardan dolayı, hem de petrol ihracı açısından Irak Kürdistanı’nın halihazırda yalnızca Türkiye üzerinden bir rotaya sahip olması nedeniyle böyledir.

Irak-Suriye-Kürtler ve İran Her ne kadar son dönemde Ortadoğu denildiğinde akla Suriye gelse de, Irak küçük bir Ortadoğu modeli olarak kalmaya devam ediyor. Bu ülkedeki sorunları, Ortadoğu’nun genelindeki gelişmelerden kopuk olarak anlamak mümkün olmadığı gibi tersi de doğru. Bugün Irak, Suriye, İran, Kürt ve Filistin sorunlarının birbirlerine

marksist tutum

kopmazcasına bağlı olduğu bir durumla karşı karşıyayız. Irak’ta Maliki hükümetinin son dönemde hem Kürtlerle hem de Sünnilerle giderek gerginleşen ilişkilerinin ciddi bir boyutunu Suriye’ye İran’ın ve dolayısıyla Maliki’nin verdiği destek oluşturuyor. Sünniler Suriye’deki muhalefetin asli unsuru durumundayken, Irak Kürtleri yine Suriye’de önemli kazanımlar elde eden Suriye Kürtlerini destekliyorlar. Maliki, İran’ın da yönlendirmesiyle, bu iki grubun da üzerine giderek, Suriye’deki muhalefete desteklerini kesmelerini sağlamaya çalışıyor. Suriye’deki durumun netleşmesi, Irak Kürdistanı açısından da önemli bir hareket noktası olacaktır. Burada Esad rejiminin düşmesi ve Suriyeli Kürtlerin haklarına kavuşmaları, Irak Kürdistanı’nın önüne bağımsızlık seçeneğini çok daha güçlü ve gerçekçi olarak koyabilecektir. Tam da bu noktada hatırlatalım ki, son dönemde Iraklı Kürtlerle yakınlaşan AKP hükümeti, Suriye Kürtleri sözkonusu olduğunda Irak’taki gibi bir duruma (bölgesel Kürt yönetimi, özerklik vs.) asla izin vermeyeceklerini, böyle bir girişimi askeri olarak ezeceklerini açık açık Erdoğan’ın ağzından dillendirmiş durumda. Bunlar kof böbürlenme ve mahalle kabadayılığıdır, ama yine de TC’nin Irak Kürdistanı’yla kurduğu ilişkilerin yanı sıra bizzat Türkiye’deki Kürt sorununda son dönem yaşanan “müzakere sürecinin” de ne denli pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermesi açısından bir anlam taşımaktadır. Asla akıldan çıkarmamız gereken bir husus var. Dünya kapitalist sistemi derin bir tarihsel kriz içerisinde debelenir ve emperyalist rekabet ve savaş giderek harlanırken, bugün mevcut siyasal ittifakların ve iktisadi işbirliklerinin hiçbirinin kesin kalıcılığından ya da geri dönülemezliğinden bahsetmek mümkün değildir. Kapitalistler arasındaki ilişkileri ilkeler ve doğrular değil, çatışan ve sürekli bir değişim halindeki çıkar kavgaları belirlemektedir. Bu noktada insan aklının gereği gibi görülebilecek birçok hususun kapitalistlerce çok rahatlıkla bir körleşme konusu olabileceği ve burjuvazinin insanlığı ve toplumları en akıldışı felâketlere rahatlıkla sürükleyebileceği asla unutulmamalı. Bunun örnekleri için çok gerilere gitmeye gerek yok. Daha düne kadar kardeş dediği Esad’ı bugün katil diye topa tutan ya da daha birkaç yıl öncesine kadar ortak bakanlar kurulu toplantısı yaptıkları Maliki hükümetiyle bugün kanlı bıçaklı hale gelen Türk burjuvazisinin tutumunu hatırlamak yeterlidir. Türk burjuvazisinin, eğer işler planladığı gibi gitmezse, Irak Kürdistanı’na karşı çok daha gaddarca davranacağını yakın dönemden biliyoruz.n

11


Kuvvetler Ayrılığı Tartışmaları Üzerine Serhat Koldaş

B

aşbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz Aralık ayı ortasında Konya Ekonomi Ödülleri töreninde yaptığı konuşma uzun tartışmalara neden oldu. Erdoğan umulmadık yerde karşılarına dikildiğini söylediği “bürokratik oligarşiden” şikâyetçi oldu. Erdoğan “benim yapacağım yatırımı bir kelimeden dolayı 3 ay, 6 ay erteletirsen, bu 1-2 seneye giderse, o zaman bu ülkenin kaybının bedelinin, ne tarihe hesabını verebilirsiniz ne de bu toprağın altında yatanlara hesabını verebilirsiniz (…) En başarılı olduğumuz alanlardan birisi olmasına rağmen sağlıkta bunu aşamadık. Niye? İşte bürokratik oligarşi ve yargı, bunlara takılıp kalıyoruz. Dışarıdan bakanlar da zannediyor ki, «326 milletvekiliniz var yine bahane» diyor. Ama kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, o geliyor sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor. Diyor ki «senin de bir oynama sahan var»” sözleriyle, burjuva demokrasisinin esası kabul edilen “kuvvetler ayrılığı” ilkesi üzerine hararetli bir tartışmanın başlamasına sebep oldu. Erdoğan hükümette yer aldıkları 10 yılı aşkın süreye rağmen halen iktidarın tüm iplerinin ellerine geçmemiş olmasından yakınıyor. Oysa meclis çoğunluğu, cumhurbaşkanlığı, valilikler ve emniyet teşkilatı büyük oranda AKP’nin elindedir. Sivil-asker bürokrasinin direnci büyük ölçüde kırılmış durumdadır. Darbeci generaller yargılanıyor ya da etkisiz kılınmış halde. AKP, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve HSYK üzerinde de güçlü bir etki oluşturdu. Eski statükocu bürokrasi kesimleri günden güne mevzi kaybederken, AKP devlet aygıtında

12

yeni mevziler elde ederek kendi statükosunu oluşturmaya girişti. Kemalistler tarafından dışlanan Anadolu sermayesinin önünü açan AKP şimdilerde geleneksel İstanbul büyük sermayesi ile Anadolu sermayesi arasında bir denge kurmaya çalışıyor ki, büyük devlet ihalelerinde de bunun yansımaları görünüyor. Tüm bunlara rağmen Erdoğan hiç kimseye hesap vermeden istediği anda istediği şeyi istediği gibi yapabilme yetkisi istiyor. Yargının önlerinde engel oluşturduğunu söyleyerek ve tüm sorunların kaynağını kendi ellerinde yeterince yetki ve iktidar olmamasına bağlayarak hem mutlak iktidar özlemini dile getiriyor, hem de keyfi uygulamalarının önünü daha fazla açmak için bürokrasiyi hedef göstererek halk desteği almaya çalışıyor.

Burjuva demokrasisi ve kuvvetler ayrılığı prensibi Kuvvetler ayrılığı, burjuvazinin mutlak monarşiye ve aristokrasiye karşı bir sloganı haline gelmiştir. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrışması ve tek elde merkezileşmemesi burjuva demokrasisinin temel prensibini oluşturur. Kapitalist devlette kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması ve iktidarın tek bir elde merkezileşmesi ancak olağanüstü burjuva rejimlerde gerçekleşir. “Parlamenter demokrasi esasen kuvvetler ayrılığını kabul eder ve yasamanın yürütme üzerindeki üstünlüğü prensibine


sayı: 96 • Mart 2013

dayanır. Parlamenter rejimin siyasal güç dağılımında, parlamento devlet başkanından ve hükümetten önde gelir. Olağanüstü rejimlerde ise parlamentonun üstünlüğü ve iradesi çiğnenir; siyasal iktidar baskıcı bir yürütme gücünün elinde merkezileşir. Siyasal erkin olağan ve olağanüstü kullanılış biçimleri arasındaki bu farklılık, yasama ve yürütme gücünün topluma yansıma biçimleri arasındaki ayrımdan da anlaşılabilir.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.60) Burjuvazi siyasal egemenliğini karmaşık, büyük ve bürokratik bir devlet aygıtı aracılığıyla yürütür. Burjuva sınıf sadece şirket sahiplerinden oluşmaz. Burjuva sınıf içerisinde maddi iş, zihinsel iş temelindeki işbölümüne denk düşen iki ayrı kesim bulunur: “Burjuva sınıfın yalnızca mülk sahibi burjuvalardan, kapitalist işletme sahiplerinden ibaret olmadığı açıktır. Burjuvazi kavramı ilk elde sınıfın bu asli kesimini akla getiriyor olsa da, bütün bir sınıf olarak burjuvazi, onun siyasetçi, ideolog ve bürokratlarından oluşan diğer kesimini de içermektedir.” (Elif Çağlı, age, s.56) Tüm toplumsal sınıfların üzerinde gibi duran karmaşık bir devlet aygıtı olmasaydı, toplumun mülk sahibi azınlığı, toplumun işçi ve emekçilerden oluşan çoğunluğunu kontrol altında tutamazdı. Burjuva iş âlemi kendi işlerini rahatlıkla yürütemezdi ve elbette birbirleriyle rekabet eden sermayedarlar ortak bir iktidar oluşturamazdı. Burjuva parlamenter rejimde iktidar yetkileri parlamento, hükümet ve yargı kurumları arasında işlevsel bir ayrıma tâbi tutulur. Devlet aygıtının her birimi diğer birimlerin güç ve yetkisini frenleyecek ve dengeleyecek yetkilere sahip kılınır. Parlamento yasa yapma, hükümeti onaylama, bütçeyi onaylama, savaş ilan etme, uluslararası anlaşmaları onaylama, hükümeti soruşturma gibi yetkileri elinde tutar. Burjuvazi, halkoyu ile seçildiği için parlamentoyu ulus egemenliğinin cisimleşmiş hali olarak kutsar ve parlamentoyu da kitlelerin iradelerinin yansıması olarak sunar. Oysa gerçekte burjuva parlamento seçimleri, burjuvazinin farklı kesimlerini temsil eden siyasi partileri aracılığıyla burjuvazinin iradesinin mecliste temsil edilmesini sağlar. Halkoyu burjuvazinin kendi siyasi temsilini onatma mekanizmasıdır: “Marx’ın belirttiği üzere, yasama gücünde, ulus, verdiği oylarla sanki genel iradesini yasalar katına yükseltmiş gibidir; siyasi otorite bizzat ulusun özerkliğinden kaynaklanıyormuş gibi görünür. Fakat kapitalist toplumda olup olabilecek en demokratik işleyişte bile, «ulusun özerkliği»nin anlamı, ulusun egemen sınıfın yasasını kabullenmesinden ibarettir. Bu nedenle, parlamenter demokrasi sanki ulusun egemenliğiymiş gibi yansıtılsa da, gerçekte burjuva diktatörlüğünün kitlelerce «gönüllü» kabullenilişi anlamına gelir.” (Elif Çağlı, age, s.61) Türkiye’de cumhurbaşkanı ve hükümet tarafından temsil edilen yürütmenin yetki ve görevleri yasalarca tanımlanmış ve sınırları çizilmiştir. Devleti temsil eden ve

marksist tutum

silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatını taşıyan cumhurbaşkanı; başbakanı, genelkurmay başkanını, büyükelçileri, yargıçları, YÖK başkanını, rektörleri ve başbakanın önerdiği bakanları atama; Milli Güvenlik Kurulu’nu toplama, meclisten geçen yasaları ve uluslararası anlaşmaları onaylama veya veto etme, anayasa değişikliklerini referanduma götürme, yasaların ve hükümet kararnamelerinin anayasaya uygunluğunu denetleme, belirli sayıda hükümlüyü affetme gibi yetkilere sahiptir. Başbakan ise yürütme organı olan Bakanlar Kurulunun başıdır. Bakanlar başbakana, bir bütün olarak hükümet de meclise karşı sorumludur. Türkiye’de 1982 Anayasası, cumhurbaşkanını başkanlık sistemine yaklaşan yetkilerle donatmıştır. Türkiye’deki başkanlık sistemi tartışmalarına kuvvetler ayrımı açısından bakıldığında, başkanlık sisteminin Batı’daki örneklerine göre çok daha otoriter bir burjuva rejimin önünü açacağı ortadadır. Başkanlık sistemi ABD’de böyle bir sonuca yol açmıyor. Çünkü ABD 50 eyaletten oluşan federal bir yapıdadır. Kuvvetler sert biçimde ayrılmıştır. Her eyaletin kendi meclisi, seçimle gelen valisi ve özerk yönetimi vardır. Mahkemelerde ise yargıçların yanı sıra halk jürisi bulunmaktadır. Tek ulus, tek devlet prensibine dayanan, valileri merkezden atayan, hiçbir bölgesel özerkliğe geçit vermeyen Türkiye’de kuvvetler ayrılığının son derece sınırlı bir uygulaması vardır. Böylesine merkeziyetçi bir devlet yapısının devam etmesi halinde başkanlık sistemi, yürütmeyi olağanüstü yetkilerle donatacak ve iktidarı kendi elinde merkezileştirerek burjuva anlamda bile demokrasinin boğazını sıkacak bir rejimin yolunu açacaktır. Tek ulus, tek devlet prensibine dayanan, valileri merkezden atayan, hiçbir bölgesel özerkliğe geçit vermeyen Türkiye’de zaten kuvvetler ayrılığının son derece sınırlı bir uygulaması vardır. Böylesine merkeziyetçi bir devlet yapısının devam etmesi halinde başkanlık sistemi, yürütmeyi olağanüstü yetkilerle donatacak ve iktidarı kendi elinde merkezileştirerek burjuva anlamda bile demokrasinin boğazını sıkacak bir rejimin yolunu açacaktır. Türkiye’deki gibi merkeziyetçi bir ulus-devlet aygıtına sahip olan 1851 Fransa’sında Louis Bonaparte’a diktatörlük yolu başkanlık seçimleriyle açılmıştı. “Günümüzde de sıkça tartışma konusu edilen ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine dayanan Başkanlık sisteminin anlamı işte budur. Bu sistem devlet başkanına, parlamentoyu gölgeleme, icabında anayasayı bile rafa kaldırarak mutlak anlamda egemen olabilme yolunu açmaktadır. Marx’ın dediği gibi, böyle bir sistemde devlet başkanı meclis karşısında bir çeşit tanrısal hakka sahiptir. Nitekim 2 Aralık 1851’de parlamentoyu bir kenara iterek iktidara çöreklenen Louis Bonaparte’ın yolunu açan da bu başkanlık sistemi olmuştur.” (Elif Çağlı, age, s.32-33)

13


marksist tutum

Mart 2013 • sayı: 96

Erdoğan hiç kimseye hesap vermeden istediği anda istediği şeyi istediği gibi yapabilme yetkisi istiyor. Yargının önlerinde engel oluşturduğunu söyleyerek ve tüm sorunların kaynağını kendi ellerinde yeterince yetki ve iktidar olmamasına bağlayarak hem mutlak iktidar özlemini dile getiriyor, hem de keyfi uygulamalarının önünü daha fazla açmak için bürokrasiyi hedef göstererek halk desteği almaya çalışıyor. Elif Çağlı olağanüstü burjuva rejimleri analiz ettiği Bonapartizmden Faşizme adlı eserinde kendisini sınıflar üstüymüş gibi gösteren Bonapartist rejimlerin sınıfsal özünü ortaya koyuyor. Fransa’da Louis Bonaparte’ın iktidarı, olağanüstü burjuva rejimlerin irdelenmesi açısından tarihsel bir örnek oluşturuyor. Louis Bonaparte kendisini yoksul halk kitlelerine çok iyi pazarlayabilmiş, egemenlerin siyasal krizine ve istikrar arayışlarına otoriter bir çözüm sunmuştu: “Fransa bir bireyin zorbalığı altına girmişti, fakat sınıf zorbalığından kurtulmamıştı. Olağanüstü rejimin tüfek dipçikleri, esasen kimlerin ense kökünde patlaması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bonapartist iktidar saldırılarını sinsice işçi sınıfına ve onun örgütlerine yöneltti. Burjuva düzenin bu yönetim biçimi mülk sahibi burjuvaları abat eder ve yeni zenginler yaratırken, işçi sınıfı ve emekçi kesimler kılıçların gölgesi altında derin bir yoksulluk girdabına sürüklendiler. Ülkeyi, zamanı ve adını değiştirmiş olsanız da, anlatılan genel hatlarıyla tüm olağanüstü burjuva yönetimlerin ortak hikâyesidir!” (Elif Çağlı, age, s.62) Türkiye’de yargı; Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay gibi birimlerden ve adli, idari, askeri ve özel mahkemelerden oluşur. Burjuvazi yargının bağımsız olduğunu-olması gerektiğini ileri sürer. Burjuvazinin sınıf iktidarının bir organı olan yargının sınıflar üstü, dolayısıyla da siyaset üstü olmadığı Marksistler açısından açık bir gerçektir. “Bağımsız” mahkemeler burjuva parlamentosundan çıkan yasalar doğrultusunda karar verir. Yani her şeyden önce burjuvazinin koyduğu yasalara bağımlıdır. Demek ki aslında burada kastedilen, yargının, yasama ve yürütmeden bağımsız olmasıdır. Ancak bu dar anlamdaki “bağımsızlık” bile pratikte tam manasıyla karşılığını bulamaz. Yüksek mahkeme üyelerinin kaç tanesinin hangi yasama ve yürütme organlarınca seçildiğini, kurulan özel mahkemelerde işlerin nasıl yürüdüğünü bir kenara bırakalım. Bazen tek bir örnek bile iktidar organlarının arasındaki ilişkiyi açığa vurabiliyor. Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz Eylül ayında yaptığı açıklama, yargının yürütmeyle nasıl paslaştığını açıkça ele veren çarpıcı bir örnektir. Yürütmenin başı olan Erdoğan BDP’li milletvekillerini açıkça hapse attırmakla tehdit etmişti: “Eğer kendilerine çok daha rahat yer arıyorlarsa ken-

14

dilerine adres verdim, Kandil’e gitsinler. Ama bu parlamentonun içinde mücadele edeceklerse Anayasa ne emrediyorsa, hukuk neyi emrediyorsa o çerçevede hareket etmeye mecburdurlar. Etmedikleri takdirde de şu anda kendileri... Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor, biz de parlamentoda gereği neyse onu yapacağız.” Başbakan bir yandan “bağımsız” yargıya BDP’li vekillere soruşturma açma talimatı verdiğini ağzından kaçırıyor, öte yandan yasama organının gereğini yapacağını garanti ediyordu. Bugün hükümet, attığı adımların herhangi bir biçimde yargı engeline takılmasından, denetlenmesinden ve sorgulanmasından hiç hazzetmiyor. Devletin 2013 yılı bütçesi bile, kamu harcamalarını TBMM adına denetleyen Sayıştay’ın bazı raporları olmaksızın görüşüldü ve onaylandı. Bugün iktidar organlarının ipleri AKP hükümetinin eline geçmiş bulunuyor. Yine de olağan burjuva parlamenter rejimin yerini olağanüstü bir rejime bıraktığını söylemek mümkün değildir. Unutulmamalı ki, olağanüstü rejimler olağanüstü koşulların ürünüdür. AKP iktidarı altında olağanüstü bir rejime şimdiden geçildiğini söylemek böyle bir tehlikenin gerçekten kapıya dayanması durumunda tehlikenin algılanmasını zorlaştıracak, işçi sınıfını silahsız bırakacaktır. Ancak şu da akıldan çıkarılmamalı ki, küresel ekonomik kriz ve emperyalist savaşlarla karakterize olan günümüz dünyasında, emperyalist basamakları tırmanma perspektifiyle Ortadoğu coğrafyasında at koşturan Türkiye’nin kendisini olağanüstü koşullar içerisinde bulması işten bile değildir. Son olarak, kuvvetler ayrılığının yürütmeyi mutlak bir iktidar gücünden mahrum bıraktığını, hareket alanını sınırlandırmakla da burjuva düzene bir esneklik ve dayanıklılık kazandırdığını vurgulayalım.

İşçi devletinde kuvvetler ayrılığı yoktur! “(…) burjuva demokrasisinin en genel özelliği, kitleleri hiçbir şekilde yönetime katmama ve pasifleştirme üzerine kurulmuş olmasıdır. (…) Temsili demokrasi ilkesi bu mekanizmaların başında yer alır. Bu ilkeye göre, halk yığınları vekillerini seçerek parlamentoya gönderecek ve bunlar da güya halkı temsil edecektir! Lakin kitleler dört-beş yılda bir seçim-


sayı: 96 • Mart 2013

lere katılıp «vekillerini» seçtikten sonra, hiçbir şekilde sürece dâhil edilmezler. Ne «seçtikleri» vekillerini geri çağırabilir, ne parlamentoda yapılan yasalara müdahale edebilir, ne de bu yasaların uygulanmasını denetleyebilirler. (…) mahkemeler, işçi-emekçi kitlelere parlamento kadar bile yakın değildir. Türkiye’de siyaset üzerinde belirleyici bir rolü olan Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve diğer mahkemelerin başkanları (…) bürokratik bir şekilde atanmaktadırlar. Tüm devlet kurumlarında yöneticiler halkın oyuyla değil, tepeden, bürokratik atama yoluyla göreve gelirler. Yani tüm devlet örgütlenmesi yığınların denetiminden uzaktır.” (Utku Kızılok, Burjuva Demokrasisi ve İşçi Demokrasisi, Marksist Tutum, sayı:27) İşçi demokrasisi gerek öz, gerek biçim açısından burjuva demokrasisinden tamamen farklıdır. İşçi devrimi bürokratik devlet aygıtını parçalar ve emekçi kitleler tüm iktidarı öz yönetim organları olan işçi meclislerinde yani kendi ellerinde toplar. Yasama, yürütme ve yargı tümüyle işçi yığınlarının elinde merkezileşir. Tüm kamu görevlilerinin her düzeyde seçimle işbaşına gelmesi, kamu görevlilerinin hiçbir ayrıcalığa ya da dokunulmazlığa sahip olmaması ve seçenler tarafından her an görevden geri alınabilmesi esastır. İşçi demokrasisi gerek öz, gerek biçim açısından burjuva demokrasisinden tamamen farklıdır. İşçi devrimi bürokratik devlet aygıtını parçalar ve emekçi kitleler tüm iktidarı öz yönetim organları olan işçi meclislerinde yani kendi ellerinde toplar. Yasama, yürütme ve yargı tümüyle işçi yığınlarının elinde merkezileşir. Tüm kamu görevlilerinin seçimle işbaşına gelmesi, hiçbir ayrıcalığa ya da dokunulmazlığa sahip olmaması ve seçenler tarafından her an görevden geri alınabilmesi esastır. İşçi devleti daha baştan sönümlenmek üzere kurulmuş bir yarı-devlettir ve sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte siyasal varlığı son bulacaktır. Kamusal işlerin yönetimini üstlenen işçi kitlelerinin örgütlenmelerine daha baştan sönmeye yüz tutmuş olsa da yine de “devlet” denmesinin sebebi onun siyasal işlevinin henüz ortadan kalkmamış olmasıdır. Burjuvazinin varlığının iktisadi temelleri tamamen yok edilene ve sınıfsız bir topluma erişene dek, karşı-devrim tehlikesi varlığını sürdürecektir. İşçi devleti milyonlarca işçi açısından demokrasi, karşı-devrimci burjuvazi için ise kahredici bir diktatörlük olmak zorundadır. Sınıflı toplumdan sınıfsız topluma uzanan bu geçiş dönemi her anlamda bir devrimci dönüşümler dönemi olacak, bu dönemin korunması gereken statükoları olmayacaktır. Dolayısıyla ne değiştirilmesi zor anayasa maddelerine, ne de sınıf ilişkilerini düzenleyen katı yasal çerçevelere ihtiyaç duyulacaktır. Yerleşik ve kalıcı bir hukuk sistemi olmayacağı için profesyonel hukukçulara da ihtiyaç olmayacaktır. Hâkim-

marksist tutum

ler, diğer kamu görevlileri gibi seçimle görevlendirilecek ve her an görevden alınabilecek, yargı asla ezilen sınıflardan bağımsız olamayacak, adalet ezilenlerden yana “taraf ” olacaktır. Burjuva sınıfın iki kesimden oluştuğunu söylemiştik. Bir yanda şirket sahipleri, üretim araçlarının ya da paranın yönetimi gibi maddi işlerle meşgul olurken; öte yanda profesyonel siyasetçi ve bürokratlar devlet yönetimini üstlenir. İşçi devleti ise milyonlarca işçi ve emekçinin örgütlenmesi ve üretim araçlarını, ekonomiyi ve tüm kamu hizmetlerini örgütlemesidir. Üreten-yöneten ayrımını ortadan kaldırdığı için işçi devleti bürokrasisiz bir devlettir. İşçi sınıfı adına yöneten bir yöneticiler zümresi yoktur. İşçi devleti kendisini iktidar olarak örgütleyen on milyonlarca işçi ve emekçidir: “Proletarya diktatörlüğü dönemi (geçiş dönemi) boyunca proletarya, tüm sınıflarla birlikte, kendisini de bir sınıf olarak ortadan kaldırma hedefine doğru ilerlemek zorundadır. Eğer proletarya bu tarihsel misyonunu başarıyla yerine getirebilirse, sınıfların ortadan kalktığı, sınıf savaşımının son bulduğu ve böylelikle proletarya diktatörlüğünün tarihsel misyonunun tamamlandığı yeni bir evreye ulaşacaktır. Bu evrede artık proletarya diktatörlüğü (devlet) öz işlevini (siyasal niteliğini) tamamen yitirir, gereksizleşir ve sönümlenir. Marx ve Engels’in dediği gibi: ‘Gelişimin akışı içersinde sınıf ayrımları kalktığında ve üretim tüm ulusun geniş bir birliğinin ellerinde yoğunlaştığında, kamu gücü siyasal niteliğini yitirecektir.… Sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.’” (Elif Çağlı, Marksizmin Işığında)

* * * Marksistler kuvvetler ayrılığı sorununa burjuva akademisyenlerin ve siyasetçilerin çizdiği şablonlar ya da soyut ilkeler temelinde yaklaşmazlar. İktidar organları arasındaki güç dağılımını yasalar ya da burjuva hukukçularının kutsadığı soyut ilkeler değil, egemen sınıf içerisindeki siyasal çatışmalar belirliyor. Yürütmenin gerek parlamento, gerekse de yargı üzerindeki etkisi siyasal mücadelelerin seyrine göre artıyor ya da azalıyor. Ancak şurası açık, bir burjuva hükümet iktidar gücünü ve otoritesini ne kadar arttırabilirse işçi sınıfına o kadar pervasızca saldırabiliyor. Hem bireylerin, hem de ezilen sınıfların demokratik hak ve özgürlükleri sınırlanıyor. Devlet aygıtının tüm birimlerini yürütmenin hegemonyası altına alan Bonapartizm ya da faşizm gibi olağanüstü burjuva rejimler düzen içi muhalefete bile yaşam hakkı tanımıyor. Devrimci işçi sınıfı, tüm ipleri kendi eline almak isteyen burjuva siyasi liderlerin iktidar hırsını görmeli ve bu durumun işçi sınıfını karşı karşıya bırakacağı tehlikelerin farkında olmalıdır. Demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etmek işçi sınıfının tarihsel ödevidir. n

15


Bir Baskı Yasası Daha Yürürlüğe Girdi Suphi Koray

“Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun” adı altında yürürlüğe giren yeni yasanın hedefinde başta Kürt hareketinin ve sosyalist hareketin olduğu açıktır. Terörün finansmanı olarak sıralanan şeyler en temel demokratik hakların kullanılması anlamına gelen sıradan etkinliklerdir. Yayın faaliyeti de, bahsi geçen etkinlik türleri de, hem Kürtlerin hem de sosyalistlerin doğal olarak kullandıkları mücadele araçlardır. Görüşlerini çeşitli araçlarla ifade etme, propaganda özgürlüğü, geçmişin büyük mücadeleleri sonucu kazanılmış olan haklardır. Anlaşılıyor ki Türkiye burjuvazisi halen bunları hazmedememiştir. Kullanılan ifadelerden açıkça anlaşıldığı üzere hükümet sadece gelir elde edilmesine karşı değil, propaganda yapılmasına da karşı!

16

G

eçtiğimiz Şubat ayında “Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun” adı altında yeni bir kanun yürürlüğe girdi. Bu kanun, 1999 tarihli Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bu sözleşme kapsamında aldığı kararlar doğrultusunda çıkarıldı. Türkiye bu uluslararası sözleşmeye 2002 yılında imza atmıştı. Hem bu uluslararası sözleşmenin gereğini yerine getirmek hem de Kürt hareketini ve sosyalist hareketi daha sıkı bir kıskaca almak amacıyla AKP hükümeti bu kanunu çıkardı. Böylece Terörle Mücadele Yasasında birkaç düzenlemeyle geçen bir hususu bağımsız bir kanun haline getirerek iyice güçlendirdi. AKP yasanın çıkarılma gerekçesi olarak uluslararası sözleşme boyutunu öne çıkardı. Aksi takdirde Türkiye’nin uluslararası platformlarda Kuzey Kore gibi “terörü destekleyen ülkeler” kategorisine girmiş olunacağı söylendi. Bu durum Türkiye burjuvazisi açısından handikaplara ve olumsuz mali sonuçlara yol açacağı için emperyalist politikalarına ters düşerdi. Kara listede olan ülkeler FATF’ın (Mali Eylem Görev Gücü) yaptırımlarına maruz kalıyor. Nitekim AKP yasanın gerekçelerini sıralarken bunlara da değiniyor: “(…) finansal kuruluşlar bu listedeki ülkelere ait şirketler ve finansal kuruluşlarla yapacakları iş bağlantıları ve ilişkilerinde daha dikkatli olmaları yönünde uyarılıyor; bu tür ülkelerde şubeleri veya hisse çoğunluğuna sahip oldukları iştirakleri olan finansal kuruluşların dikkatini çekmek gibi uyarılar olabilmektedir. Bu uyarıların yetersiz kaldığı durumlarda ise listede yer alan ülkelerdeki bankaların ya da şirketlerin diğer Mali Eylem Görev Gücünün ülkelerinde şube açmasının risk taşıyacağı ve bu ülkelerle yapılacak ticari ilişkilerde kara para aklama ihtimalinin var olduğu yönünde uyarılacağı hususunda tavsiye kararları bulunmaktadır.” Türkiye sermayesi açısından yeni uluslararası finans kuruluşlarıyla arasının bo-


sayı: 96 • Mart 2013

zulması, yeni ilişkiler kurmasının engellenmesi veya FATF üyesi ülkelerde banka ve şirketlerin şube açamamaları kabul edilebilir bir durum değil. Bu yüzdendir ki yasa son dakikada Meclisten geçirilip onaylandı. Elbette yasanın sadece uluslararası baskı sonucu çıkarıldığını söylemek doğru olmaz. AKP’nin otoriter çizgisinin giderek kalınlaştığını uzun zamandır yazıyoruz. Nitekim bu yasa da aynı siyasi çizginin ürünüdür. Hâlihazırdaki Terörle Mücadele Yasası ve Türk Ceza Kanunu birçok maddesiyle demokrasinin sınırlarını alabildiğine daraltıyor. Bu yasalar, düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde büyük bir engel teşkil ediyor. TMK’ya göre terör örgütünün propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılıyor. Bu propagandanın tanımı o kadar muğlâk ki, herhangi bir yazı, konuşma, basın açıklaması vb. terör kapsamında değerlendirilip faillerine hapis cezası verilebiliyor. Bazen “Q,W,X” harflerinden birisi, bazen bir şarkı sözü, bazen de poşu yüzünden insanlar aylarca hatta yıllarca hapis yatabiliyorlar. Dolayısıyla TCK ve TMK, Kürtler, sosyalistler ve ilerici aydınların tepesinde bugün zaten Demokles’in kılıcı gibi sallanıyorken, bunlara son derece anti-demokratik yeni bir yasanın daha eklenmesi, sosyalistler ve Kürt hareketi üzerindeki baskının daha da artmasına yol açacak. TMK’da 2006 yılında yapılmış olan değişiklikle “terörizmin finansmanı” başlığı altında şöyle deniliyordu: “Her kim tümüyle veya kısmen terör suçlarının işlenmesinde kullanılacağını bilerek ve isteyerek fon sağlar veya toplarsa, örgüt üyesi olarak cezalandırılır. Fon, kullanılmamış olsa dahi, fail aynı şekilde cezalandırılır.” Buna göre terörü finanse ettiği iddia edilen kişi örgüt üyesi gibi değerlendirilip 5 ilâ 10 yıl hapis cezası alıyordu. Yeni yasa ile birlikte bu madde kaldırıldı ve artık “terörizmin finansmanı” başlı başına bir yasayla ele alınacak. Yeni yasada da hapis cezası aynı şekliyle devam ediyor. Yasanın getirdiği en önemli değişiklik, hapis cezasına ek olarak “malvarlığının dondurulması” işleminin de bundan sonra bir yaptırım olarak uygulanacak olması. Üstelik terör suçlarına fon topladığı düşünülen gerçek ve tüzel kişilerin malvarlıkları yargı kararı olmaksızın dondurulabilecek. Malvarlığının dondurulması işlemi “Değerlendirme Komisyonu” adlı bir organa bırakılıyor. Bu komisyon bir derneğin, bir belediyenin, sendikanın ya da herhangi başka bir demokratik kitle örgütünün malvarlığını “teröre fon topluyorlar” gerekçesiyle dondurabilecek. Bu yasanın ucunun ne kadar açık olduğunu Maliye Bakanlığı’nın yayınladığı “Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşların Terörün Finansmanı Amacıyla Kötüye Kullanılmalarının Önlenmesine Yönelik Rehber” adlı kitapçıktan anlayabiliriz. Bu kitapçıkta “teröre finansman yöntemleri” olarak şunlar sıralanıyor: “Terörün finanse edilmesinde en çok kullanılan yöntemlerden biri de yayın organlarının işletilmesidir. Yayın organları (kitap, dergi, gazete, takvim, video-teyp, televizyon, radyo vb.) vasıtasıyla terör örgütleri

marksist tutum

hem propagandalarını yapmakta hem de yasal görüntü altında para toplayabilmektedir. Yine düzenlenen konser, şölen, sergi ve gösteri gibi sosyal etkinlikler yoluyla da yüksek tutarlı paralar toplanabilmektedir.” Bu yasanın hedefinde başta Kürt hareketinin ve sosyalist hareketin olduğu açıktır. Terörün finansmanı olarak sıralanan şeyler en temel demokratik hakların kullanılması anlamına gelen sıradan etkinliklerdir. Yayın faaliyeti de, bahsi geçen etkinlik türleri de, hem Kürtlerin hem de sosyalistlerin doğal olarak kullandıkları mücadele araçlardır. Görüşlerini çeşitli araçlarla ifade etme, propaganda özgürlüğü, geçmişin büyük mücadeleleri sonucu kazanılmış olan haklardır. Anlaşılıyor ki Türkiye burjuvazisi halen bunları hazmedememiştir. Kullanılan ifadelerden açıkça anlaşıldığı üzere hükümet sadece gelir elde edilmesine karşı değil, propaganda yapılmasına da karşı! Konser, şölen, gösteri gibi etkinlikler bu yasayla da terör suçu kapsamında değerlendirilebilecek. Yasanın mantığına göre, konser bileti alan bir kişi teröre fon sağladığı için “terör suçu” işlediği gerekçesiyle 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezası ile karşılaşabilecek. Yargının devre dışı bırakılarak doğrudan hükümete bağlı bir kurumun karar alması AKP’nin nasıl bir yönetim mekanizması istediğinin örneğidir. Hatırlayacak olursak Erdoğan Konya’da bürokratik oligarşiden şikâyet etmişti: “Sistem düzgün kurulmadığı için umulmadık yerde umulmadık şekilde bürokratik oligarşi karşınıza dikiliyor. Umulmadık yerde yargı ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Yasama-yürütme-yargı bu ülkede öncelikle bu milletin menfaatini düşünmemiz lazım, ardından da devletin menfaatini düşünmesi lazım.” Bu sözlerden sonra kuvvetler ayrılığı ve başkanlık tartışmaları alevlenmişti. AKP ve Erdoğan istedikleri gibi at koşturabilecekleri, kimsenin karşılarına engel olarak çıkmayacağı dikensiz bir gül bahçesi istiyor.

17


marksist tutum

Hayata geçirmek istedikleri projelerin yargı tarafından engellenmesi, durdurulması ya da geciktirilmesine tahammül edemiyorlar. Kürt sorunu bu engellerden birisidir. Bunun farkında oldukları için dönem dönem bu sorunu çözeceğiz denerek birtakım adımlar atılabiliyor. Ama AKP siyasi ve askeri baskı araçlarını da elinden bırakmıyor. Tersine bu konuda elini güçlendirecek yeni hamleler yapıyor. Bugün bir taraftan “çözüm sürecinin” varlığı, bir taraftan askeri operasyonların devam etmesi, diğer taraftan da bu yeni yasanın çıkartılması bunun sonucudur. Bu yasa, hükümete Kürt hareketine ve onu destekleyen Kürt işadamlarına mali bakımdan yargısız infaz hakkı tanıyor. PKK ile TC arasındaki çatışmaların şiddetlendiği 90’lı yıllarda, devlet her yönden Kürt hareketini baskı altına almaya çalışıyordu. Bu dönemin hafızalardan silinmeyen olgularından birisi de, PKK’ye yardım ettikleri iddia edilen Kürt işadamlarının listesinin hazırlanması ve peşi sıra Kürt işadamlarının katledilmesiydi. 90’lı yılların Türkiye’sinde Kürtler, fiziksel imha konusunda uzmanlaşmış kontrgerilla unsurlarının saldırılarına maruz kalıyorlardı. Ancak TC’ye bu da yeterli görünmüyordu. Devlet Kürt ulusal hareketine can verdiğini iddia ettiği damarları kesmeden, mali desteği durdurmadan Kürtlerden kurtulamayacağını düşünüyordu. O zamanın devlet aklı, Kürt işadamlarının fiziksel katliyle soruna çözüm buluyordu. Bugüne kadar köprünün altından çok sular aktı. Ne Kürt hareketi 20 yıl önceki gibi kaldı, ne de Türkiye. Kürt halkının örgütlü mücadelesi ve Arap coğrafyasında yaşanan halk ayaklanmaları sonucunda diktatörlüklerin yıkılması, Kürtlerin elini geçmişe oranla daha güçlendirmiş durumda. Dolayısıyla bugün TC’nin karşısında daha güçlü bir ulusal hareket var. Hakeza Türkiye de özelikle son on yılda yakaladığı büyüme trendiyle bölgesel bir güç düzeyine yükseldi. Dolayısıyla bugün Türkiye ile Kürt hareketi arasındaki mücadele farklı kulvarlarda da yürüyor. TC, çıkardığı yasayla Kürt hareketini mali bakımdan zayıf düşürmek istiyor.

FATF nedir? FATF (Mali Eylem Görev Gücü) 1989 yılında G-7 ülkelerinin kara para aklanmasını engellemek amacıyla kurdukları bir kuruluştur. OECD bünyesinde çalışan kuruluşun bugün 34 ülke ve 2 bölgesel organizasyon olmak üzere toplam 36 üyesi bulunmaktadır. Başlangıçta temel amaç kara paranın aklanmasının engellenmesiyken, konjonktürel değişimler yeni hedefleri ve çalışmaları da beraberinde getirdi. Dünya siyaset tarihinde önemli bir dönemeç noktası olan 11 Eylül, siyasi dengelerin değişeceği yeni bir sürece kapı açmıştı. “Uluslararası terörizm” adıyla kendine yeni bir umacı bulan ABD, bunu her alanda kullanmaya başladı. “Uluslararası terörizmle mücadele” adı altında Ortadoğu kan gölüne çevrildi. Bütün haksız-

18

Mart 2013 • sayı: 96

lıklar “terörle mücadele” kılıfı altında gizlendi. Doğal olarak, yeni dönemin ihtiyaçlarına göre FATF’ın çalışmalarının kapsamının da değişmesi gerekiyordu. Bu sebeple, daha 11 Eylül’ün üzerinden birkaç hafta geçmişken FATF olağanüstü bir toplantı düzenledi ve FATF’ın görevleri arasına “terörizmin finansmanını engelleme” de konuldu. Bu kapsamda 8 tavsiye belirtildi. Bunların arasında “Birleşmiş Milletler belgelerinin derhal onaylanması ve yürürlüğe konulması”, “terörizmin finansmanının, terörist eylemlerin ve terörist örgütlerin suç olarak kabul edilmesi”, “terörizmle bağlantılı şüpheli işlemlerin bildirilmesi” ve “kâr amacı gütmeyen kuruluşların istismar edilmesinin önlenmesi” gibi tavsiyeler yer alıyor. “Uluslararası terör”ün bahane edilerek faşizan uygulamaların arttırıldığı, işçi ve emekçi kitlelerin eylemlerinin ve demokratik haklarının kısıtlandığı aşikârdır. Üstelik bu gelişmeler karşımıza ilk defa çıkmıyor. Benzeri durumlar kapitalizmin tarihi içinde çeşitli ülkelerde defalarca yaşandı. Ve kitleler devrimci bir mücadelenin yükselişi içinde hızla değişime uğramadıkça, aynı şeylerin yine yaşanacağı çok açıktır. Bu tavsiyelerin asıl hedefinin “uluslararası terörizm” olmadığı yeterince açıktır. Ama bu gerekçeyle Amerika’dan Avrupa’ya hemen hemen bütün ülkelerde gerici yasalar hayata geçirildi. 11 Eylül’den sonra en sıradan eylemler bile “terör” kapsamında değerlendirilmeye başlandı. Demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de bile polis sokak ortasında adam vurmaya başladı. Yaratılan infialle kitleler sindirildi, pasifize edildi. Burjuvazinin amacı, derin bir sistem krizinde debelenen kapitalizme karşı işçi ve emekçilerin ayaklanmasını engellemekti. Terör bahaneydi. Halen de “terörizmin finansmanının engellenmesi” adı altında tehlikeli gördükleri muhalif hareketleri mali açıdan zayıf düşürmeye çalışmaktadırlar: “Neredeyse tüm kapitalist ülkelerde genel bir seferberlik çabasıyla yürürlüğe konulan «terörle mücadele yasaları»nın gerçek muhatapları bellidir. Burjuvazinin vurmayı amaçladığı esas hedef, bir anlamda zaten kendi kontrolü altındaki bazı «terör» örgütleri değil, işçilerin, emekçilerin kapitalist düzenle mücadele örgütleridir. «Uluslararası terör»ün bahane edilerek faşizan uygulamaların arttırıldığı, işçi ve emekçi kitlelerin eylemlerinin ve demokratik haklarının kısıtlandığı aşikârdır. Üstelik bu gelişmeler karşımıza ilk defa çıkmıyor. Benzeri durumlar kapitalizmin tarihi içinde çeşitli ülkelerde defalarca yaşandı. Ve kitleler devrimci bir mücadelenin yükselişi içinde hızla değişime uğramadıkça, aynı şeylerin yine yaşanacağı çok açıktır.” (Elif Çağlı, “Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler, MT, Ağustos 2005) n


Kapitalist Kriz ve Kadınlar Zehra Aras

E

şitsizlikler üreten kapitalist toplumda felâketler, toplumun en yoksul en çok ezilen kesimlerine en ağır bedelleri ödettiriyor. Kapitalizmin küresel ekonomik krizi tüm dünyada işçi ve emekçilerin yaşamını zorlaştırıyor. İşsizliğin artması, ücretlerin düşmesi, sosyal harcamaların kısılması en çok işçi ve emekçi sınıfın kadınlarını mağdur ediyor. İşsizlikten, açlıktan, güvencesiz ve kayıt dışı çalışmadan, düşen ücretlerden, eğitim ve sağlık hizmeti alma olanaklarını yitirmekten, bebek ölümlerinden, aile içi şiddetten, kadın cinayetlerinin ve cinsel tacizlerin artmasından emekçi kadınlar doğrudan etkileniyor. Dünya Bankası’nın kriz döneminde 59 ülkede yaptığı araştırmaya göre ekonominin %1 oranında küçülmesi kız bebeklerin ölüm oranını binde 7,4, erkek bebeklerin ölüm oranını binde 1,5 arttırıyor. Kriz döneminde kız bebeklerin ölüm oranındaki artış, erkek bebeklerin ölüm oranındaki artıştan 5 kat daha fazla. Kriz dönemlerinde işsizlik ve yoksulluk artarken, yoksul ailelerin çocuklarını okula göndermesi de zorlaşıyor. Çaresizlik içindeki aileler öncelikle kız çocuklarını okuldan alıyor ya da okula başlatamıyor. Rapora göre kriz döneminde kız çocuklarının ilkokulu bitirme oranı %29 oranında düşüyor. Ekonomik zorlukların yanı sıra kriz dönemlerinde annelerin daha düşük ücretlerle daha uzun süre çalışmak zorunda kalması, ev işlerine bakması beklenen çocukların okul hayatını sonlandırıyor. Öncelikle de kız çocukları ev işlerine baksın diye okuldan alınıyor. Bu olgular Türkiye için de geçerli. Türkiye’de kadınların %19’u okur-yazar değil. Okur-yazar olmakla birlikte herhangi bir öğrenim kurumundan mezun olmayan kadınların oranı %21. Sadece ilkokulu bitirmiş kadınların oranı ise %37. Türkiye’de tüm kadınların %77’si ya hiç okul görmemiş, ya okulu bırakmak zorunda kalmış ya da

ilköğrenim sonrası eğitim alma imkânı bulamamıştır. Kriz dönemlerinde çocuk yaşta evlendirilen kızların sayısında da artış yaşanıyor. Ekonomik yükünü azaltmak isteyen yoksul aile, kız çocuklarını erken yaşta evlendirmeyi tercih ediyor. Türkiye’de kadınların %28’i 18 yaşından küçükken evlendiriliyor. Yasalar ailesinin izni olsa bile 16 yaşından küçük çocukların evlenmesine müsaade etmiyor. 2011 yılında 20 bin aile, 16 yaşından küçük kızlarını evlendirebilmek için mahkemelere başvurdu. Kızların erken yaşta evlendirilmesi ile ailelerin yoksulluğu arasında paralellik var. Kız çocukları da ailesinin yanında yaşadığı maddi sıkıntılardan kurtulma hayaliyle evliliği çıkış yolu olarak görebiliyor. Eğitimsiz ve kendilerini koruyamayacak yaşta evlendirilen kız çocukları fiziksel, duygusal ve cinsel şiddete daha fazla maruz kalıyor. Plan International adlı kuruluşun yayınladığı raporda ekonomik kriz ve durgunluk dönemlerinde cinsel tacize, tecavüze ve şiddete uğrayan kadınların sayısındaki artışa dikkat çekiliyor. Krizle birlikte artan işsizlik, fahişeliğe zorlanan kadınların sayısını da arttırıyor. Çocuk yaştaki kızlar bile fuhuş batağına sürükleniyor.

Türkiye’de her dört kadından üçü çalışma yaşamının dışında kalıyor 2012 yılı verilerine göre Türkiye’de erkeklerin %72’si, kadınların sadece %30’u iş piyasasına katılıyor. AB 2020 yılı için kadın ve erkeklerde istihdam hedefini %75 olarak belirledi. OECD ülkelerinde kadınların işgücüne katılım ortalaması %62, dünya ortalaması ise %52’dir. AKP hükümetinin belirlediği 2023 yılı hedefi ise %35’tir. Türkiye’de hükümetin kadınlara biçtiği öncelikli görev en az 3 çocuk doğurarak genç işçi kuşaklarını yetiştirmektir.

19


Mart 2013 • sayı: 96

marksist tutum

Başbakan “Bir çocuk iflas, iki çocuk patinaj, üç eh… Bize 4-5 çocuk lazım” diyerek ailelere çocuk sipariş ediyor. Hükümet kürtajın yasaklanmasını gündeme sokuyor, çocuk yapan ailelere teşvik üzerinde çalışılıyor. Türkiye kapitalizmi genç, dinamik, ucuz işgücü avantajını uzun vadede de sürdürmek istiyor. Dünya Ekonomik Forumu Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporuna göre Türkiye, dünyada kadınerkek eşitsizliğinin en derin olduğu ülkelerden biridir. Raporda ülkeler “ekonomik katılım ve fırsatlar, eğitime erişim, siyasal güçlenme, sağlık ve hayatta kalabilme” gibi dört temel kritere göre değerlendirildi. Bu kriterlere göre Türkiye 2009 yılında cinsiyet eşitliğinin sağlanması açısından 134 ülke içerisinde 129. sırada yer aldı. Yani cinsiyet eşitsizliğinin en derin yaşandığı, en kötü durumdaki 6. ülke oldu. Sermayenin sözcüleri ekonomik büyümeyle, Türkiye’nin dünyanın 17. büyük ekonomisi haline gelmesiyle övünüyor. İşçi sınıfının acımasızca sömürüsü sayesinde gerçekleşen ekonomik büyüme, kadınlar ile erkekler arasındaki cinsiyet uçurumunu azaltmıyor. Bilâkis sermaye, pek çok sektörde erkek işçilere kıyasla daha düşük ücretlerle ve kayıt dışı çalıştırılarak ağır sömürü koşulları dayatılan kadınların sömürüsü üzerinde yükseliyor. Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in 2009 yılı başlarında “küresel mali kriz ve Türkiye ekonomisi” konulu bir konferansta yaptığı konuşma, hükümetin kadınların işgücüne katılımı meselesine yaklaşımını göstermesi açısından iyi bir örnek oluşturuyor. 2008’de başlayan kriz yüzünden yüz binlerce işçinin işten atıldığı ve işsizlik oranının resmi rakamlara göre bile rekor düzeyde yükseldiği bir dönemde bakan, “işsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz dönemlerinde işgücüne katılım oranı daha artıyor” demişti. Şimşek işsizlik oranının artmasından kriz döneminde iş aramaya başlayan kadınları sorumlu tutmuştu. Gerçekten de kriz dönemlerinde iş arayan kadınların sayısı artıyor. Çünkü anneleri, babaları ya da eşleri işsiz kalan kadınlar mecburen iş aramaya başlıyor. Yoksulluğa direnebilmek için kadınlar buldukları her işte çalışmak zorunda kalıyor.

20

Kriz, kadın, işsizlik… Kadınların işgücüne katılım oranlarının bu derece düşük olmasının en önemli sebeplerinden biri işsizliktir. Özellikle de kadın işsizliği oranı ortalama işsizlik oranının çok üzerinde seyretmektedir. Resmi rakamlara göre 2011 yılında kentlerde erkek işsizlik oranı %10,2 idi. Aynı yıl kadınlarda bu oran %16,5 idi. Devletin resmi rakamlarında “işsiz” olarak sayılabilmek için aktif olarak iş arıyor olmak gerekiyor. İş bulma ümidi kırılmış işsizler “işsiz” sayılmıyor. Türkiye İstatistik Kurumu yaptığı araştırmalarda insanlara “son 3 ay içinde iş arayıp aramadığını” soruyor. Son üç ay içinde iş aramamış olanları istatistiklere “işsiz” olarak dâhil etmiyor. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan geçtiğimiz günlerde TÜİK’in hesaplarının güncelleştirileceğini, böylelikle işsizlik oranının 1 puan daha düşeceğini açıkladı. Güncelleştirme yöntemi ise insanlara son 3 ay içinde değil “son 1 ay” içinde iş arayıp aramadıklarını sormak! Bu yöntemle işsizlik oranı resmi rakamlara göre daha da aşağı düşürülecek. Biz devletin hesaplama yöntemlerinde izlediği sahtekârlıklar dünyasını bir yana bırakıp işçi sınıfının yaşadığı gerçekler dünyasına dönelim. 2011 yılında “ümidi kırılmış” işsizler de hesaba katıldığında erkek işsizliği %13,7, kadın işsizliği ise %28,1 olarak karşımıza çıkıyor. İşsiz kalan kadınların uzun süre aktif olarak iş arama şansı erkeklere göre çok daha az. Çünkü kadınları evlerinde ücretsiz ev içi işleri, çocuklara ve yaşlılara bakma yükümlülükleri bekliyor. Yani işsiz kalan kadınların uzun süre iş aramaya zamanları yok. Bu ümidi kırılan kadın işsizler işgücü piyasasının dışına düşüyor. İşsizliğin yüksek olduğu Türkiye’de kadın, toplumun biçtiği rol gereği evindeki ücretsiz çalışmaya dönerek işgücü piyasasının kapısında bekleyen yedek işgücü ordusuna katılıyor. Ev içinde çalışan kadının emeği görünmez oluyor. Kadının ömrü boyunca ev içinde harcadığı emek ona ne emeklilik ne de sosyal güvence sağlıyor. Kadının doğal görevi sayıldığından, bu emek kadına aile içerisinde ne takdir ne de saygınlık kazandırıyor. Ümidi kırık işsizlerin yanı sıra uygun bir iş bulduğunda çalışmaya hazır olan işsizler de istatistiklerde “işsiz”


sayı: 96 • Mart 2013

sayılmıyor. Eğitimine ve mesleğine uygun iş bulduğunda çalışmaya hazır olan işsiz nüfusun büyük bir kısmını da kadınlar oluşturuyor. DİSK’in Kasım 2012’de yaptığı bir araştırmaya göre yüksekokul mezunu erkeklerde işsizlik oranı %7,6 iken kadınlarda bu oran %16,6; yani erkeklerin iki katından daha fazla. Yüksekokul diplomalı kadın işsiz sayısı bir önceki yılın aynı dönemine göre 110 bin kişi artış göstererek 342 bine yükseldi.

Kadına daha düşük ücret! Çalışan kadınların %42’si tarımda, %15’i çoğunluğu tekstil olmak üzere sanayide, %43’ü ise hizmet sektöründe çalışıyor. Kayıt dışı çalışanlar içerisinde kadınların oranı çok yüksek. Kayıt dışı çalışanların çok düşük ücretlerle çalıştırıldığı zaten bilinen bir durum. SGK’ya kayıtlı sigortalı kadın işçilerin ücretleri erkeklerin ücretlerine göre daha düşük. İş yasasında “Aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük ücret kararlaştırılamaz” yazmasına karşın, aynı ya da eşdeğer işlerde ücret yarı yarıya fark edebiliyor. Kadın-erkek arasındaki ücret farklılığının daha az olduğu AB ülkelerinde bile yapılan araştırmalar aynı işi yapan kadınların erkeklere göre ortalama %17 daha düşük ücret aldığını gösteriyor. Türkiye’de çalışan kadınların büyük bir kısmı çocuklarının bakımı için kreş hakkını kullanamıyor. İş yasasında yer almasına rağmen şirketlerin çoğu çalıştırdığı kadınlara kreş sağlamıyor. Bazen kadın evlendiği anda “kadının yakında çocuk yapacağı” öngörülerek işten çıkartılıyor. Bazı fabrikalarda patronlar kadın işçilere, çocuk yapacakları zaman önceden bildirmeleri ve izin almaları gerektiğini sıkı sıkı tembihliyor. Özellikle de kriz dönemlerinde şirketler kadın işçilerine kreş sağlamaktansa hamile kalan kadını işten çıkarmayı tercih ediyor. Evdeki çocukların ve yaşlıların bakımı için özel kreş ve bakımevlerine başvurulduğunda, çoğu durumda ailenin karşısına çıkan fatura, kadının iş bulup çalıştığında kazandığı ücretten daha fazla. Bu nedenle kadınların bir kısmı düşük ücretlerle çalışmaktansa ev işlerine dönmek zorunda kalıyor. Böylece çocuk doğuran kadın iş yaşamının dışına sürülüyor.

Kadınlar kayıt dışı çalıştırılıyor Kadınlar çalışma hayatında her bakımdan eziliyor. TÜİK verilerine göre 2007 Kasımından 2012 Kasımına kadar Türkiye’de kayıt dışı çalıştırılan erkek işçi sayısı 282 bin azalırken, kayıt dışı çalıştırılan kadın sayısı 989 bin artmıştır. 2008 krizinden bugüne kadınların kayıt dışı çalışması büyük ölçüde artış gösterdi. 2009’daki ekonomik daralmanın ardından işsizler yeniden iş bulabildiler, ancak çok daha düşük ücretlerle, esnek, taşeron ve geçici iş sözleşmeleriyle çalışma yaygınlaştı. 2009’da iş bulup çalışmaya başlayan kadınların %56’sı kayıt dışı işlerde istihdam edildi. Kadınlar kriz döneminin dayattığı ekonomik zorla,

marksist tutum

daha düşük ücretlerle, kayıt dışı ve güvencesiz olarak çalışmak zorunda kaldı. Araştırmalar iş bulabilen kadınların yaklaşık yarısının part-time çalıştırıldığını gösteriyor. Kadınlara yönelik mesleki eğitim veren kurslar marifetiyle kadınlara diploma ve “meslek” edindiriliyor ancak iş bulunamıyor. Meslek edindirme kurslarını bitirenlerin sadece %20’si edindiği meslekle ilgili iş bulabiliyor.

Kriz ve kadına yönelik şiddet Kriz sadece batan bankalar, şirketler, çürümeye terk edilen üretim araçları yaratmaz. İşsizlik ve yoksulluk artarken sermaye daha az sayıda kişinin elinde yoğunlaşır. Zengin ile yoksul arasında derinleşen uçurum, insanlarda gerginliğe ve huzursuzluğa da yol açar. Kriz, yoksullaşma, işten atılma kaygısı, gelecek kaygısı, uzayan iş saatleri, ağırlaşan çalışma koşulları öfke ve tepki biriktirir. Biriken tepkinin, burjuva sınıfa ve tüm bu olumsuzlukların kaynağı olan kapitalizme yönelmesi doğru ve sağlıklı olandır. Tepki, doğru yere yönelmediği takdirde öfke ve çaresizlik içerisindeki insanlar en yakınlarından başlayarak birbirlerini yemeye başlar. Saldırganlık en yakınındaki kendinden güçsüz olana yönelir. Aile içerisindeki gerginlik ve kavgalar artar. Şiddet kadınlara ve çocuklara yönelir. Eşlerin ya da sevgililerin ayrılmaları hem artar, hem de tahammül edilmez psikolojik yıkımlara dönüşür. Adalet Bakanlığı, TBMM’ye verilen bir soru önergesi üzerine kadın cinayetlerine ilişkin sayıları açıkladı. 2002 yılında öldürülen kadın sayısının 66, 2009 yılının ilk yedi ayında öldürülen kadın sayısının ise 953 olduğu ortaya çıktı. 2002-2009 arası dönemde kadın cinayetleri %1400 oranında arttı. Kadın cinayetlerinde yaşanan patlamanın 2008 sonunda başlayan küresel kapitalist krizin etkilerinin en ağır yaşandığı, işsizliğin rekor seviyede arttığı 2009 yılında yaşanmış olması tesadüf olabilir mi? Sermaye sınıfı, kadınları kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmak istiyor. Sermaye kadınların çoğunluğunu işsizliğe mahkûm ederek iş piyasasının dışına sürüyor. Onları çocuk doğurma makinesi olarak görüyor; bol bol çocuk doğurmalarını telkin ediyor. Sermaye kadını güvencesiz, esnek ve ucuza çalışmak zorunda bırakıyor. Kapitalizm kadınların bilincini teslim alarak, onları düşünmeyen, sorgulamayan, karşı çıkmayan, sömürü düzeninin birer kölesi haline getirmek istiyor. Emekçi kadınlar, kapitalist devletin, dayakçı erkeğin ve sömürücü patronun karşısına örgütlü mücadeleyle dikilmeli, aşağılanma, sömürü, işsizlik karşısında kendilerine biçilen rolü reddederek işçi sınıfının mücadele saflarında yerini almalıdırlar. Dünya işçi sınıfının mücadele tarihi unutulmaz kadın işçi önderlerinin, birbirinden yiğit işçi kadınların hatıralarıyla bezelidir. Clara Zetkin’den, Kızıl Kanatlı Rosa’dan, Paris Komünü’nün barikatlarında çarpışan yiğit kadınlardan, şanlı Ekim Devriminin kadın kahramanlarından çağımıza uzanan kızıl hat yolumuza ışık tutuyor. n

21


Sendikalar ve Yetki Krizi Ezgi Şanlı

22

12

Eylül 1980 askeri faşist darbesinin ürünü olan 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu adı altında birleştirildi. 7 Kasım 2012’de yürürlüğe giren yeni kanun, AKP hükümetinin patron örgütleri ile aylarca sürdürdüğü görüşme ve tartışmaların bir sonucu olarak ortaya çıktı. Sendikaların kritik talepleri tamamen göz ardı edilirken patron örgütlerinin tüm itirazları dikkatle dinlendi, bu doğrultuda gerekli düzenlemeler yapıldı. Patronların tüm talepleri kanunda kendine yer buldu. Bu nedenle kanundaki düzenlemeler işçilerin sendikal haklarını geliştirmekten, örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmaktan oldukça uzaktır. Esasında, 12 Eylül’ün temel bir ürünü olan ve 30 yıl yürürlükte kalan 2821 ve 2822 sayılı kanunların değiştirilmesi talebi uzun zamandır sendikaların ve işçi örgütlerinin gündemindeydi. Ancak AKP hükümeti, kanun değişikliğini gündemine aldığında, işçi sınıfının ve sendikaların basıncını üzerinde hissetmemiştir. Bu nedenle, 12 Eylül’ün işçi düşmanı ruhu yeni kanunda da korunmuştur. Yeni kanunda da sözde anayasal bir hak olan sendikal örgütlenme hakkı türlü yollarla zorlaştırılıyor, neredeyse fiilen engelleniyor. İşyeri ve işkolu barajları ortadan kaldırılmıyor. Bazı işkolları birleştirilirken, işçilere işkollarına bağlı kalmaksızın diledikleri sendikada örgütlenme hakları tanınmıyor. İşçilerin sendikaya üye oldukları için işten atılmaları yine engellenmiyor. Sendikalaştıkları için işçilerini işten atan patronlar için caydırıcı cezalar getirilmiyor. Yeni kanun eskisinden farklı olarak işkollarında hangi sendikaların yetkili olduğunu belirlemek için işçi ve sendikalı işçi


sayı: 96 • Mart 2013

sayılarında artık Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerini değil SGK verilerini esas alacak. Her 6 ayda bir hangi işkolunda ne kadar işçi çalıştığı ve bunların ne kadarının sendikalı olduğu açıklanacak, sendikaların yetki durumu buna göre yeniden belirlenecek. İşkolu barajı, Temmuz 2016’ya kadar %1, 2018 sonuna kadar %2 ve 2018’den sonra %3 olacak. (Ekonomik ve Sosyal Konsey üyesi bir işçi sendikaları konfederasyonuna bağlı olmayan bağımsız sendikalar kademeli baraj uygulamasından yararlanamıyor. %1 barajını geçtiği halde %3 barajını geçemeyen bağımsız sendikalar yetkisiz sayılıyor.) Bu rakamlar, her ne kadar eski kanundaki %10’luk barajla kıyaslandığında düşükmüş gibi görünse de aslında bu da bir aldatmacadır. Çünkü bazı işkolları birleştirilmiş ve o işkollarındaki işçi sayısı birden bire neredeyse iki katına yükselmiştir. Üstelik eskiden esas alınan Bakanlık kayıtlarındaki işçi sayısı SGK’da kayıtlı gerçek işçi sayısından oldukça düşüktür. Bu değişimle işçi sayısı 5 milyon 434 binden 10 milyon 884 bine yükselmiştir. Sendikalı işçi sayısı da rakamsal olarak 3 milyon 205 binden 1 milyona düşmüştür. Yeni düzenlemeye göre 1 Ocakta, 2009 yılından bu yana ilk kez yeni istatistikler açıklandı. 7 sendika, ilk kademe olan %1 barajını aşamayarak bulunduğu sektörde TİS yapma yetkisini kaybetti. Baraj yükseldikçe ve işçi sayısı arttıkça daha pek çok sendika yetkisini kaybetmekle yüz yüze kalacak. DİSK Araştırma Dairesi’nin (DİSKAR) yayınladığı bir rapora göre mevcut durum devam ederse 2018’den sonra 6 işkolunda işçiler, toplu iş sözleşmesi hakkını kullanarak çalışabilmek için üye olabilecekleri yetkili bir sendika bulamayacaklar. Pek çok işkolunda da işçiler tek bir sendika seçeneği ile karşı karşıya olacaklar. Toplamda sadece 22 sendika, bulunduğu işkolunda yetki alabilecek. Kayıtlı işçilerin %46’sı çalıştıkları işkollarında yetkili bir sendika bulamayacak ve toplu iş sözleşmesi ile çalışamayacak. AKP ve temsilcisi olduğu patronlar sınıfı, elbette sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı değil, kuvvetlendirerek işçilerin karşısına dikmeyi tercih ediyor. Çıkarları gereği işçileri her türlü yöntemle bölmek, dağınık ve böylelikle kolay kontrol edilebilir şekilde tutmak istiyorlar. Bu nedenle göz boyamak için düşürdüklerini ileri sürdükleri barajları, örneğin birleştirdikleri işkollarında fiilen arttırmış oldular. Meselâ yetkisini kaybeden sendikalardan Deri-İş, 2018 yılında yeniden yetki almak istiyorsa o zamana kadar şimdiki üye sayısının 16 katına çıkmak zorunda.

Yetki krizi sendikal hareketin krizidir Sendikaların içinde bulunduğu bu vahim durumun nedeni tek başına AKP’nin saldırıları değildir. Sendikaların fazlasıyla kan kaybettiği uzun yıllardır ortadaydı. AKP, 2009 yılından bu yana, yetki sorununu sen-

marksist tutum

dikaları tehdit etmek için kullanıyordu. Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası kabul edilinceye kadar aradan geçen zamanda Torba Yasa, SSGSS, İş Güvenliği ve Sağlığı Yasaları da tek tek Meclisten geçti. Yetki barajlarının açıklanması tehdidi altındaki sendikalardan bu sorunları aşmak üzere işçileri harekete geçiren anlamlı bir mücadele gelmedi. Saldırının büyüklüğüne uygun bir eylemlilik sürecine girilmedi. İşçi sınıfını dolaysız bir biçimde ilgilendiren bir konuda, kitle eylemlerine dayanarak süreci belirleme çabası gösterilmedi. Şimdi Ulusal İstihdam Stratejisi, kıdem tazminatının fona devri ve taşeronluk sisteminin yeniden düzenlenmesi konuları gündeme getiriliyor. Sendikalar yine sessiz. Hükümetin karşısında anlamlı bir mücadele yürütmeyen, işçileri bu uğurda örgütlemeyen, sendikaları birer mücadele örgütü olmaktan çıkarıp işlevsizleştiren sendikal bürokrasi, bu durumun sorumluluğunu AKP’ye yıkarak kendi suçunu gizleyemez. Sendikaların ve konfederasyonların üst yönetimlerinde yer alan ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına tamamen yabancılaşmış bürokratlar, patronlar sınıfının işçi sınıfı içindeki ajanları işlevini görüyorlar. Yerleştikleri sendika makamlarında, parlak bir ikbal karşılığında işçileri patronlar karşısında savunmasız bırakıyorlar. Burjuvazinin işçi sınıfının haklarına dönük saldırılarını püskürtmek için harekete geçmek yerine öfkeli işçileri oyalayan, demoralize eden, mücadeleden uzaklaştıran bir rol oynuyorlar. Kapitalistler, işçilerin mücadelesinin önünü kesmek istediklerinde sendika bürokrasisini harekete geçiriyorlar. İşçi sınıfının anlamlı eylem dalgaları sendika bürokrasisinin duvarına çarparak kırılıyor, zayıflıyor. Son yıllarda gerçekleşen tüm işçi eylemlerinde, grevlerde, direnişlerde sendika bürokrasisi bir paratoner gibi patronları işçilerin öfkesinden korumaktadır. Zonguldak madencilerinin ve Tekel işçilerinin mücadelesinin pörsütülmesi, kırılması, tatmin edici bir biçimde ilerleyip sonuçlanmaması hep sendika bürokratlarının eliyle mümkün olabilmiştir. Bu ihanete karşı koyabilmek için, çalışma barışını bozmamak adına patronlarla kol kola giren ve işçi sınıfına güven vermekten son derece uzak olan sarı sendikacılık anlayışı, sendikalardan defedilmek ve militan sınıf sendikacılığı anlayışı hâkim kılınmak zorundadır. Sendikalara düşen görev, yetki krizini ve sendikal hareketin krizini aşmak için militan sınıf sendikacılığı geleneğini var etmek üzere harekete geçmektir. Sendikalar öncü, militan işçileri bir tehlike olarak görmekten vazgeçmeli, kapılarını sınıf devrimcilerine açmalıdırlar. Tabandaki işçileri sınıf çıkarları temelinde sistematik bir biçimde eğitmeli, mücadeleyi yasaların sınırlandırdığı çerçevenin dışına taşırmalıdırlar. İşçi kitlelerinin kendilerine ve sınıf kardeşlerine güvenlerini arttıracak şekilde eylemlere girişmelidirler. Hükümetin sendikal barajları ve diğer yasal engelleri kaldırmasını sağlamanın, patronların işçilerin sendikalaşmasına darbe vurmasının önüne geçmenin yolu topyekûn örgütlenmekten ve mücadele etmekten geçmektedir. n

23


Marksizmin Aydınl S

ınıflı ve sömürülü toplumların en gelişkin ve son halkasını oluşturan kapitalizm, günümüzde bizzat kendi işleyiş yasalarından kaynaklanan derin bir tarihsel krizin içinde kıvranıyor. Bu gerçeklik, Marx ve Engels tarafından temelleri atılan Marksizmin kapitalist sisteme ilişkin görüş ve analizlerinin doğruluğunu da çarpıcı biçimde kanıtlamaktadır. Vaktiyle Marx, kapitalist üretim tarzına ilişkin analizlerini daha baştan bu sistemin eleştirisi temelinde geliştirmiş ve neredeyse bir ömür süren devasa Kapital çalışmalarıyla onun işleyiş yasalarını çözümlemiş, derinlerinde yatan sırları ifşa etmişti. Marx yalnızca kapitalist işleyişin gizlerini ele vermekle de kalmadı, insan toplumlarının tarihsel serüvenini çözümleyen diyalektik ve materyalist tarih anlayışını ortaya koydu. Ayrıca, bunun için gerekli olan yöntem sorununu da açıklığa kavuşturdu. Marx ve Engels’in geliştirdiği siyasal ve iktisadi çözümlemeler, dünden bugüne uzanan muazzam bir tarihsel miras oluşturuyor ve günümüze inanılmaz ölçüde ışık tutuyor. Marx’ın kapitalizm eleştirisi, bugün yaşanan krizi yıllar öncesinden aydınlatmış bulunuyor. Hatta bu durum günümüz burjuvalarını bile, yeri geldiğinde Marx’ın haklılığını itirafa sürüklüyor. Marksizm, insanlık tarihini bilimsel temellerde çözümleyebilmenin de yolunu açan bir dünya görüşüdür. Bu yolda ilerleyebilmek için, onun insan toplumlarının gelişim sürecine dair sunduğu tarihsel ve diyalektik materyalist bakış açısını lâyıkıyla kavramak gerekiyor. Özetle, işçi sınıfının devrimci mücadele yolunu aydınlatabilmek, kapitalizmin reel durumunu anlamak ve toplumsal yaşama, tarihe dair çözümlemeler yapabilmek için Marksizm günümüzde de ihtiyaç duyulan en büyük düşünsel kaynağı oluşturuyor.

24

Marx’ın devasa çalışmaları Marx’ın kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarını gözler önüne serdiği Kapital yazımlarını önceleyen derin ve çok yönlü araştırmaları, analiz ve eleştirileri vardır. Daha 24 yaşında genç bir insanken, Almanya’da Moselle köylülerinin çektiği iktisadi sıkıntıların kaynağında yatan nedenlere inmeye çalışmıştır. O dönemin ünlü gazetesi Rheinische Zeitung’da 1842 yılında yayınlanan bir makalesinde, yoksulluk nedeniyle ormandan kaçak odun kesmeye mecbur kalan köylülerin tepesine binen devletin niteliğini araştırır. Belirttiği üzere, devlete temel karakteristiklerini kazandıran başlıca husus iktidardaki şu ya da bu parti veya kişilerin iradesi değildir. Gerçek neden bunun çok ötesine uzanır. Verili üretim tarzı ve insanlar arasındaki iktisadi ilişkilerin nesnel durumu devlet sorununda belirleyici bir güce sahiptir. Bu kavrayış doğrultusunda, burjuva toplumun ona özgü mülkiyet ilişkileriyle açıklanması gereğine yoğunlaşır Marx. 1843 ve 1844 yılında Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisi bağlamında kaleme aldığı yazıların konusu bu olacaktır (bkz. K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay.). Bunlar henüz Marx’ın gençlik dönemine ait çalışmalardır, fakat buna rağmen devlet ile sivil toplum arasındaki ilişkilere daha önce Hegel’in bile başaramadığı bir doğruluk ve doyuruculukta bilimsel açıklama getirme çabasını yansıtırlar. Henüz 25 yaşında olan Marx bu çalışmasında, insan toplumlarının tarihsel serüveninin bilimsel tarzda kavranmasını mümkün kılacak o dahiyane çözümlemelerinin müjdesini verir. Kapitalizmin gelişimi karşısında Almanya’daki eski rejimin köhnemişliğine vurgu yaparken, günümüzdeki kapitalist düzen de dahil, tarihsel açıdan zamanını dolduran tüm düzenler için ge-


lattığı Gerçekler /1 Elif Çağlı çerli olan bir toplumsal tabloyu resmeder. 1840’larda artık tarihe aykırı bir nitelik arz eden Almanya’daki düzen, aslında hiçliğini herkesin gözleri önüne sermektedir. Büyük bir yanılsama içinde kendi kendine inanmakta ve herkesin de bu yanılsamayı paylaşmasını istemektedir. Fakat tarih çoktan hükmünü vermiştir ve kendi öz varlığına inancını yitirmiş olan eski düzen, kurtuluşunu artık yalnızca ikiyüzlülük ve safsatada aramaktadır. Marx’ın bu değerlendirmesi, sanki günümüz kapitalizminin içine sürüklendiği tarihsel tükeniş sendromunu dile getiriyor. Parlak gelişme ve yükseliş dönemlerini çoktan geride bırakmış olan ve bugün içinde debelendiği sistem kriziyle çürümüşlüğünü ele veren kapitalizm de kurtuluşunu artık yalnızca ikiyüzlülük ve safsatada arıyor. Kapitalizmin bu sistem krizinden çıkacağı yolunda yürütülen her propaganda, mevcut büyük bunalımın yarattığı yeni bir dip sarsıntısıyla çürütülüyor. Bu tefessüh etmiş sömürü düzeni, adeta insanlık tarihinin ondan büyük intikamını alırcasına, tam bir komedilik duruma sürükleniyor. İnsanıyla doğasıyla, muazzam üretim araçlarıyla, kısacası günümüz üretici güçleri tüm nesnel varoluş koşullarıyla, kapitalistlere artık zamanlarının tükendiğini ve sosyalizmin gerekli hale geldiğini haykırıyor. Açık ki, günümüz dünyasında kapitalizm devrimci işçi sınıfının tarihsel eylemiyle aşılmayı beklemektedir. Fakat Marx’ın genç yaşında dile getirdiği gibi, gerçekten de tarih işleri sonuna kadar götürüyor, eskimiş bir biçimi toprağa taşırken birçok aşamadan geçiyor. Çürümüş bir toplumsal düzenin son aşaması artık onun komedisini oluşturuyor. Marx’ın 1840’lardaki çalışmalarının bir ürünü de, sonradan 1844 Elyazmaları (kısaca “Elyazmaları”) olarak adlandırılan elyazmalarıdır. Bu eser, Marx’ın daha sonraki yıllarda geliştireceği devasa analizlerine gerçek bir giriş

niteliği taşır. Üç ayrı elyazmasından oluşan bu önemli çalışma, burjuva iktisadın eleştirisini içerdiği gibi, Marx’ın komünist topluma dair düşüncelerini ve Hegel diyalektiğinin, Hegel felsefesinin eleştirisini de kapsar. Marx, işçi sınıfının sömürüsünün nesnel temellerini açıklığa kavuştururken, emeğin yabancılaşması sorununa da değinir ve bu sorunun üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetten kaynaklandığını ortaya koyar. Böylece, bu yabancılaşmaya bir ortaklık ahlâkının geliştirilmesi sayesinde son verilebileceğini söyleyen Feurbach’ın idealist yaklaşımını da bilimsel anlamda çürütmüş olur. Aslında bu yabancılaşmanın sona ermesi ve insan cinsinin sömürücü toplumların prangalarından kurtulup kendine dönebilmesi için komünist bir devrim zorunludur. Marx kendi analizlerini geliştirirken, iktisadi ve felsefi düşüncenin ilerletilmesi bakımından o dönemlere damgasını vuran düşünürleri (A. Smith, D. Ricardo, Hegel, Feuerbach vb.) derinlemesine incelemiş ve bunları eleştirerek yol almıştır. Düşünsel gelişimine hizmet eden damarlardan tüm gerekli özü emmiş ve yanlış değerlendirmelere karşı da meydan okuyarak, toplumsal düşünce alanında yeni bir çığır açmıştır. İnsan toplumlarının tarihinin, üretim tarzlarının ve farklı tarzlara temel oluşturan mülkiyet biçimleri ve ilişkilerinin bilimsel temellerde kavranışını Marx’a borçlu olduğumuz açıktır. Bu büyük düşünür ve devrimci insan, Elyazmaları’ndan başlamak üzere diyalektik ve tarihsel materyalist dünya görüşünü geliştirmeye koyulmuştur. Toplumsal dönüşüm ihtiyacı Marksizm sayesinde teorisyenler arasındaki kalem dövüşü olmaktan çıkmış ve böylece kapitalizme karşı mücadele soyut düşünce alanından eylem alanına taşınabilmiştir. Marx’ın belirttiği gibi, özel mülkiyet kavramını düşünce dünyasında kaldırmak için komünizm kavramını benimsemek yeter. Oysa özel

25


marksist tutum

mülkiyetin fiilen kaldırılışı gerçek bir komünist eylemi gerektirir. İşçi sınıfının dünden bugüne uzanan örgütlü devrimci mücadelesi ve özellikle Ekim Devrimi örneğinde yaşanan özel mülkiyetin tasfiyesi deneyi, bu komünist eylemi somutlayan tarihsel halkalardır. Elyazmaları’nda Marx’ın değindiği son derece önemli hususlardan bir diğeri de, kapitalizme egemen olan üretim ilişkilerinin insan toplumunu nasıl bir tükeniş noktasına sürüklediğidir. Meta üretiminin genelleşmesi ve kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişip yayılması sonucunda, gerçekten de Marx’ın yıllar öncesinden büyük bir derinlikle çözümlediği gibi, insanlar arasındaki ilişkilerin yerini nesneler arasındaki ilişkiler almıştır. Her türlü aracılığa soyunan para zenginleştikçe, insan insan olarak o kadar yoksullaşmıştır. Bu çarpıcı analizleriyle yıllar öncesinden bugünün dünyasını tasvir eden Marx, insanı insanlıktan uzaklaştıran iktisadi ve toplumsal ilişkileri yaratan kapitalizmin, diğer yandan kendi tarihsel hareketi içinde nesnel olarak ve kaçınılmazlıkla kendi tükeniş koşullarını da hazırlamakta olduğunu ortaya koymuştur. Böylece Marx, ütopyacı, kaba ve reformist sosyalizm anlayışlarıyla hesaplaşarak bilimsel sosyalizm anlayışının temellerini atmıştır. Marksizm, kapitalizmi sona erdirecek devrimci proletaryayı bu tarihsel eylemi için düşünsel bakımdan tam anlamıyla silahlandırmıştır. Marx’ın klasik Alman felsefesiyle hesaplaşmasının sonuçları, 1845 yılının ürünleri olan Kutsal Aile ve Feuerbach Üzerine Tezler adlı çalışmalarında yer alır. Marx tezlerinde, dünyasal gerçekliğin kavranması ve değiştirilmesi için devrimci pratiğin belirleyici bir role sahip bulunduğuna işaret eder. Bu kapsamda ünlü 11. tez, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” der. Engels’e göre bu tezler, “yeni dünya anlayışının dahiyane tohumunun atılmış olduğu ilk belge”dir. Gerçekten de Marx bu çalışmayla, tarihin materyalist kavranışına dair görüşlerini genel çerçevesi itibarıyla oluşturmuştur ve böylece genelde materyalizm anlayışını artık insan toplumlarını da içerecek düzeyde geliştirmiştir. Marx’ın bu temelde derinleşen analizleri, Engels’le birlikte kaleme aldıkları ve Alman İdeolojisi adıyla bilinen metinlerde yansımasını bulacaktır. 1845-1846 yıllarında kaleme alınan bu metinler aslında iki ciltlik elyazmasından oluşmaktadır. Ne var ki, Türkçeye çevrilip basılan Alman İdeolojisi bütün metnin ancak birinci cildinin birinci bölümüdür. Bununla birlikte, “Feuerbach, Materyalist ve İdealist Anlayışların Karşıtlığı” başlığını taşıyan bu bölüm aslında tüm metnin en önemli kısmıdır. Bu bölüm, o zamana dek insan toplumlarının tarihinin açıklanmasında kullanılan soyut insanın yerine, kendi geçim araçlarını ve bununla birlikte maddi hayatlarını üreten gerçek insanları ve bu insanlar arasındaki gerçek toplumsal ilişkileri, buna kaynaklık eden maddi temelleri koymuştur. Buradan hareketle anlaşıldığı üzere, devrimci sınıfın ve devrimci fikirlerin de, kapitalist ilişki-

26

Mart 2013 • sayı: 96

lerin evrenselleşmesini ve büyük ölçekli sanayide çok yüksek bir işbölümü düzeyine ulaşılmasını gerektiren nesnel bir temeli vardır. Marx ve Engels’in yürüttüğü çalışmalar, o güne dek dünyayı baş aşağı edilmiş görüntülerden hareketle yorumlayan idealist felsefenin hesabını görmüştür. Bu sayede, toplumsal pratiğin doğru şekilde kavranmasına, bilimin genel anlayışına kaynak teşkil eden ve bilimsel sosyalizmin de teorik temelini oluşturan bir dünya görüşüne varılabilmiştir. Tarihsel materyalizm anlayışının doğum belgesi olarak değerlendirilen Alman İdeolojisi, yazarlarının sağlığında basılı hale gelmeyen ve yeniden gözden geçirilmeyen elyazmaları olarak kalmıştır. Her ne kadar Marx ve Engels, bu elyazmalarını farelerin kemirici eleştirisine terk ettiklerini söylemiş olsalar da, bu metinlerde geliştirilen fikirler ilerleyen yıllar içinde Marksist külliyatın çok önemli bir yapıtaşını oluşturmuştur.

Tarihin materyalist-diyalektik kavranışı Rosa Luxemburg, Marx’ın en değerli öğretisinin tarihin materyalist-diyalektik kavrayışı olduğunu belirtir. Marx’ın gelecek kuşaklara, “yepyeni bir dünyaya göz atmamıza imkân veren, bağımsız etkinliğe sonsuz bir perspektif açan, önceden keşfedilmemiş alanlara cesaretle uçma isteğimizi kanatlandıran bir araştırma yöntemi” armağan etmiş olduğunu söyler. İşte Alman İdeolojisi bu açıdan muazzam bir kaynaktır, tarihin materyalist-diyalektik kavranışının gizlerini gözler önüne serer. Marksist geçinen bazı akademisyenlerin, “bir gençlik ürünüdür” diye bu eseri olumsuzca didikleme merakları bizi ilgilendirmez. Bu onaylanabilecek bir tutum değildir ve genelde bu cinslere özgü bir aydın hastalığıdır. Kuşkusuz, yıllar içinde Marx ve Engels’in insanlık tarihinin sırlarını daha da de-


sayı: 96 • Mart 2013

rinden kavramaya koyulduklarını hesaba katmak gerekir. Buna rağmen, onlar Alman İdeolojisi ile Marksist dünya görüşünün temel unsurlarını yoğun bir öz formunda dokumuş ve gelecek kuşaklara armağan etmişlerdir. Bu önemli eserin, özellikle tarihsel materyalizm konusuna ışık tutan bazı kısımları daha da büyük bir önem taşır. Söz konusu kısımlarda, Marx ve Engels materyalist tarih anlayışının hareket ettiği öncüllere açıklık getirirler. Onlar bu bağlamda gerçek temellerden, yani gerçek bireylerden ve onların maddi varlık koşullarından hareket ettiklerini vurgularlar. Böylece idealistlerin yıllarca tekrarlayıp durdukları ve keyfi temellere, dogmalara dayanan tarih anlayışı aşılabilmiştir, insanlık tarihinin kavranışı bilimsel temellere oturtulabilmiştir. “Biz yalnız bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir” diyen Marx ve Engels, tarihin iki yönden incelenebileceğini belirtirler. Buna göre tarih, doğa tarihi ve insanlar tarihi diye ikiye ayrılabilir. Fakat insanlar var oldukça, insanların tarihi ve doğanın tarihi karşılıklı olarak birbirlerini koşullandırır. İnsanlık tarihinin ilk koşulu canlı insanın varlığıdır ve bu canlı insanların ilk tarihsel işi kendi geçim araçlarını üretmeye koyulmak olmuştur. Zaten insanları hayvanlardan ayıran ilk iş de, idealist felsefecilerin dediği gibi insanların düşünmeleri değil, kendi geçim araçlarını üretmeleridir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirlerken, dolaylı olarak kendi maddi yaşam koşullarını da üretirler ve böylece mevcut üretim tarzını belirlemiş olurlar. Bu üretim tarzını, insanların yalnızca fizik varlıklarının yeniden üretim tarzı olarak ele almak doğru değildir. Çünkü bir üretim tarzı, aynı zamanda, bu tarzı yaratan insanların belirli bir eylem tarzını, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Burada kastedilen üretim, ancak tarihte insan nüfusunun çoğalmasıyla ortaya çıkar ve o üretimi gerçekleştiren insanlar arasındaki ilişkileri önvarsayar. Ayrıca bu ilişkiler de bizzat o üretim tarafından koşullandırılırlar. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde bu ilişkiler konusunu açıklarken kullandıkları Almanca kavram (verkehr), çok geniş anlamda ilişkiler kapsamında kullanılmıştır. Ancak ilişkiler kavramı, daha sonra Marx’ın ilerleyen çalışmalarında üretim ilişkileri olarak netleştirilmiştir. Tarihsel ve diyalektik materyalizm, çeşitli uluslar arasındaki ilişkileri yüzeyde görünen sonuç mahiyetindeki olaylara bağlayan idealist tarih anlayışının hurafelerini de yıkmıştır. Aslında bu ilişkiler son tahlilde üretici güçler, işbölümü ve iç ilişkiler bakımından çeşitli ulusların bulundukları gelişim evresine bağlıdır. Üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyi, en açık biçimde, işbölümünün ulaştığı gelişme derecesinden anlaşılabilir. Çünkü yeni toprakların tarıma açılması gibi basit nicel değişimlerin dışında, üretici güçlerdeki her gelişme işbölümünde de yeni bir gelişmeye yol açmıştır. Bu bakımdan işbölümünün gelişiminin incelenmesi, insan toplumunun tarihsel gelişiminin kavranması bakımından büyük bir önem taşır. Nitekim Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde tarihsel

marksist tutum

materyalizmin temellerini döşerlerken bu konuları tarihsel örnekler temelinde incelemeye tâbi tutmuşlardır. Ancak metnin yazımını takip eden yıllar içinde Marx, insan toplumlarının gelişimine ilişkin çalışma, düşünce ve açılımlarını alabildiğine derinleştirmiştir. Bu açıdan, Marx’ın Kapital yazımına kaynak teşkil eden ve muazzam bir çalışma olan Grundrisse (Türkçedeki karşılığı Taslak) özellikle son derece önemlidir. Örneğin işbölümündeki tarihsel gelişimin, farklı mülkiyet biçimlerinin ve komünal mülkiyetin farklı tiplerde çözülmesiyle ortaya çıkan farklı üretim tarzlarının kavranması söz konusu olduğunda, Alman İdeolojisi’ndeki tarih incelemelerini aşan Grundrisse’yi ve Kapital ciltlerini esas almak doğru olur. Günümüzden geriye 2 milyon yılı aşan insanlık tarihi önce doğal işbölümüne sahne olmuştur. Cinse ilişkin davranış farklılığının gelişmesi ve gelişkin avcılığın erkek işi olmasıyla birlikte, vahşet döneminin son aşamasında, komünal toplulukta (kan bağına bağlı klanlar içinde) kadınla erkek arasında doğal işbölümü gerçekleşmiştir. Vahşet dönemi, bilimsel olarak paleolitik diye adlandırılan ve insan yaşamının avcılık ve toplayıcılığa dayandığı yontma taş çağıdır. Kendi içinde alt, orta, üst aşamalara ayrılan bu çağ günümüzden yaklaşık 2 milyon yıl önce başlamış ve yine yaklaşık M.Ö. 10.000 civarında son bulmuştur. İlk “işbölümü” kan bağına dayanan klanlar içinde gerçekleştiğinde henüz kadının klanın içinde gizli köle olması söz konusu değildir. Bu durum daha sonra ve çoban kabilelerde ataerkilliğin anaerkilliği ortadan kaldırmasıyla birlikte gerçekleşecektir. Üretim tarzlarının incelenmesi bağlamında konumuzu ilgilendiren doğal işbölümü değildir, toplumsal işbölümüdür. Çünkü insan topluluklarının tarihsel gelişimi bakımından ulaşılan gelişme derecesini, ancak toplumsal işbölümünün ulaştığı düzeyi inceleyerek anlamak mümkündür. İlk toplumsal işbölümü, insanlığın barbarlık diye adlandırılan döneminin orta aşamasında çiftçilik ile çobanlık işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. M.Ö. 10.000-3500 yıllarını kapsadığı tahmin edilen barbarlık dönemi, bilimsel olarak neolitik diye adlandırılan ve insanın tarıma dayalı yerleşik yaşamının başladığı cilalı taş devridir. İkinci toplumsal işbölümü, üst barbarlık aşamasında tarımla zanaatın birbirinden ayrılmasıyla gerçekleşmiştir. Yaklaşık M.Ö. 3500 yılları civarında yazılı tarihe geçilmesiyle ise, insanlığın yazılı tarih öncesi döneminin son halkası olan neolitik çağ da son bulmuş ve artık uygarlık dönemi diye nitelenen dönem başlamıştır. Üçüncü toplumsal işbölümü, insanlığın uygarlık döneminde ticari işin üretici işten ayrılması ve böylece üretimle ilgisi olmayan bir sınıfın, “tüccar”ın ortaya çıkmasıdır. İşbölümünün farklı düzeyleri, farklı mülkiyet biçimlerini ve farklı üretim ilişkilerini de belirler. Marx ve Engels, insan topluluklarının gelişim çizgisi boyunca görülen değişik mülkiyet biçimlerini incelemeye tâbi tutmuşlar ve bu sayede bilimsel tarih çözümlemesinin nasıl olması gerekti-

27


marksist tutum

ğini de örneklemişlerdir. Marx’ın ilerleyen çalışmalarının da ortaya koyacağı üzere, aslında dünya üzerinde değişik coğrafyalara yayılmış insan topluluklarının tarihi gelişimi bakımından iki farklı uygarlık çizgisi mevcuttur. O nedenle de insanlık tarihinin gelişiminde bu farklılığı göz ardı eden genellemeler yapmak doğru değildir. Burada bu konular üzerinde uzun boylu durmamız mümkün olmadığından, geçerken kısaca belirtmek gerekirse, Doğu tipi dediğimiz tarihsel gelişme çizgisinde uygarlık tunç kullanımıyla başlar. Bu uygarlık çizgisinde altta Asyagil köy komünleri (tarım komünleri) üstte despotik devlet yer alır. Asya Tipi Üretim Tarzını somutlayan bu tür toplumlarda toprak üzerinde devlet mülkiyeti egemendir. Batı tipi gelişme çizgisinde ise uygarlık demir kullanımıyla başlar. Toprak üzerinde özel mülkiyete yer veren ve Antik Köleci Üretim Tarzı olarak adlandırılan bu uygarlık antik köleci devlete dayanır; Antik Yunan ve Antik Roma medeniyeti örnekleriyle somutlanır. Uygarlığın bu gelişme çizgisinde, daha Antik toplum öncesinde kenti esas alan bir yerleşim mevcuttur. Kent yurttaşının taşınmaz mallar üzerinde özel mülkiyeti gelişirken, ortaklaşa kullanılan kamusal alanlarda ise komünal mülkiyet geçerlidir. Antik Roma ve Antik Yunan devleti neticede özel mülkiyeti içeren köleci üretim tarzıdır ve o nedenle de antik köleci mülkiyetin bazı araştırmacıların yaptığı gibi “devlet mülkiyeti” olarak tanımlanması yanlıştır. Uygarlığın iki ayrı gelişme çizgisinin bu şekilde ayırt edilmesi, komünal mülkiyetin değişik çözülme biçimlerinin incelenmesi noktasında da büyük bir önem taşır. Kuşkusuz, uygarlık dönemi öncesinde tüm insan topluluklarına egemen olan mülkiyet biçimi komünal (ortaklaşa) mülkiyettir. İşte bu komünal mülkiyet, Batı ve Doğu gelişme çizgileri boyunca farklı tiplerde çözülmüştür. Alman İdeolojisi’nde insanlığın uygarlık dönemindeki gelişmeler bağlamında, komünal mülkiyetin çözülmesinin farklı tipleri ele alınmıştır. Fakat özellikle belirtmek gerekir ki, burada Marx ve Engels konuyu, esasen uygarlığın Batı tipi gelişme çizgisinin taşıdığı özellikler çerçevesinde işlemişlerdir. Ancak Marx, Grundrisse çalışmasında tarihin materyalist kavranışını çok daha ileri bir noktaya taşımıştır. Böylece, insanlığın uygarlık döneminin özelliklerini Doğu ve Batı gelişme çizgileri arasındaki temel farklılıkları hesaba katarak kavramak da mümkün hale gelmiştir. O nedenle, bu konuyu Alman İdeolojisi’ndeki açılımların ötesine geçerek Marx’ın daha sonra ulaştığı ileri noktadan hareketle vurgulamak doğru olacaktır. Buna göre, komünal mülkiyet Asyatik, Antik ve Cermenik diye adlandırılan üç farklı tipte çözülmüştür. Eski Yunan ve Roma medeniyetlerini kapsayan Antikçağ kentten hareketle gelişmiştir. Komünal mülkiyetin Cermenik denen çözülme tipi ise, özellikle askeri örgütlenmede feodalitenin köklerini içermiş ve kırı öne geçirmiştir. Zaten Roma İmparatorluğu’nun barbar halkların fetihleriyle parçalanmasının ürünü olan

28

Mart 2013 • sayı: 96

Avrupa’nın Ortaçağı da (feodalizm) kırdan hareketle gelişmiştir. Marx ve Engels’in belirtiği üzere, gerileme halindeki Roma İmparatorluğu’nun son yüzyıllarında barbar halkların akınları bir zamanların parlak kentlerini yıkmış ve yerine kırı geçirmiştir. Barbar halkların fetihleri bir yığın üretici gücü tahrip etmiş ve o dönem tarım gerilemiştir. Sanayi de pazar yokluğundan dolayı gerilemeye uğramış, ticaret uykuya yatmış, kırsal ve kentsel nüfus azalmıştır. Roma topraklarına yönelik Cermenik fethin bu koşullarca belirlenen örgütleniş tarzı ve Cermenlerin askeri örgütlenişlerinin etkisi altında toprakta feodal mülkiyet ortaya çıkmıştır. Burada geçerken çok önemli bir hususun altını çizelim. Kent medeniyetini yaratan Antik mülkiyet tarzı, özel mülkiyetin ve dolayısıyla sivil toplumun gelişmesine fırsat veren bir içsel özelliğe sahiptir. Ancak, Roma İmparatorluğu’nu yıkan barbar Cermenlerin komünal örgütlenişleri de Asyatik komünlerden tamamen farklıdır ve kendi içinde özel mülkiyet ve dolayısıyla sivil toplum ögelerini içerir. Şunu da belirtmek gerekir ki, kent ile kır arasındaki karşıtlık ancak özel mülkiyet çerçevesinde var olabilir. Toprak üzerindeki feodal mülkiyet, toprak sahiplerinin serfleştirilmiş küçük köylüler karşısındaki ortaklaşa egemenliğini yansıtır. Bu yapı, hiyerarşik bir korumacılık sistemini ve buna eşlik eden silahlı yükümlülükleri doğurmuş, soyluları serfler üzerinde bu yolla egemen kılmıştır. Toprak mülkiyetinin bu feodal yapısına kentlerde ise lonca mülkiyeti, yani elzanaatlarının feodal örgütlenmesi eşlik etmiştir. Zamanla, daha geniş coğrafyaların feodal mülkiyet temelinde feodal krallıklar halinde birleşmesi hem toprak soylularının hem de kentlerin korunması açısından bir ihtiyaç haline gelmiş ve böylece feodal beylikleri birleştiren krallıklar ortaya çıkmıştır. Belirtmek gerekir ki, feodal krallıklar ve feodalizm diye adlandırılan üretim tarzı esasen Avrupa’ya özgüdür. Doğu’da ise, Avrupa’nın Ortaçağı olarak adlandırılan dönemi de içermek üzere, uzun yıllar boyunca Asya Tipi Üretim Tarzı ve bu üretim tarzına özgü sınıflı toplum üzerinde yükselen despotik devlet egemen olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu bu durumu somutlayan en gelişkin örneklerden biridir. Osmanlı İmparatorluğu, çözülme dönemi de dahil feodal bir toplum yapısına evrilmemiştir. Osmanlı’nın Asyatik toplum yapısını son tahlilde çözen kendi iç dinamiği değil, Batı’daki kapitalist gelişmenin yarattığı dışsal etken olmuştur. Zaten kapitalist gelişme, Avrupa’da feodal toplumun içinde gelişen yeni üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin sonucudur. Asyatik toplum yapısına sahip ülkelerde ise kapitalizm bir iç gelişme unsuru olarak değil, bir ithal malı olarak dışardan girip yayılmıştır. Materyalist tarih anlayışının bir diğer önemli yönü, toplumsal varlıkla toplumsal bilinç arasındaki diyalektik ilişkiyi doğru temellerde kavramasıdır. Toplumsal ve si-


sayı: 96 • Mart 2013

yasal ilişkilerin nesnel bir temeli vardır. Verili bir üretim tarzına göre üretim faaliyetinde bulunan ve buna denk düşen üretim ilişkileri içine giren insanlar, buradan kaynaklanan toplumsal ve siyasal ilişkiler de üretirler. Tarihsel materyalist anlayışın özlü bir ifadesi olarak, yaşamı belirleyen bilinç değildir ama bilinci belirleyen yaşamdır. Bilinç hiçbir zaman insanın varlığından başka bir şey olamaz ve insanların varlığı da aslında onların gerçek yaşam süreçleridir. Tarihin bu bilimsel temellerde kavranışı sayesinde insanların gerçek kurtuluşunun koşullarını aydınlatmak da mümkün hale gelmiştir. İnsanlığın kurtuluş koşullarını bir takım ahlâki ve felsefi kategorilerde arayan idealist felsefecilere, Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde verdikleri yanıt çarpıcıdır. Şöyle ki, insanlığın kurtuluşu bir zihin işi değildir, üretici güçlerdeki gelişmenin ürünü olarak olgunlaşan tarihsel (nesnel) koşullar bunu olanaklı hale getirecektir. O halde, pratik materyalist (komünist) için sorun, verili duruma hücum etmek ve mevcut dünyayı devrimci bir şekilde değiştirmektir. Alman İdeolojisi’nde toplumsal faaliyetin esas yönleri de sıralanır. Bunlar, geçim araçlarının üretimi, buradan türeyen yeni gereksinmelerin üretimi, insanların üremesi ve buna bağlı olarak toplumsal haberleşme aracı olan dilin ve bilincin gelişmesidir. İnsan toplulukları verili üretim araçlarıyla belirli bir elbirliği tarzı çerçevesinde üretimde bulunurlar ve bu elbirliği tarzının kendisi de bir üretici güçtür. Tarihin ilerleyişi içinde gelişen işbölümü, kafa eylemiyle maddi eylemi, üretimden yararlanma ile üretici çalışmayı ayrıştırıp toplumda değişik bireylere dağıtmıştır. Üretici güçler üzerindeki mülkiyet hakkını elde edenler, başkasının işgücünden serbestçe yararlanma yetkisine de sahip olmuşlardır. Burada Marx ve Engels’in işaret ettikleri önemli hususları özenle kavramak siyasal mücadele açısından büyük önem taşır. Şöyle ki, işbölümü ve özel mülkiyet tarihsel bakımdan özdeş deyimlerdir. Birincisinde faaliyete göre anlatılan şey, ikincisinde bu faaliyetin ürününe göre dile getirilmektedir. İşbölümü tek tek bireylerle bütün birey-

marksist tutum

lerin kolektif çıkarları arasındaki çelişkiyi de içerir. İşte bu çelişki, kolektif çıkarı devlet sıfatıyla bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya götürür. Bu kolektif denilen çıkar ise, işbölümü tarafından koşullandırılan ve böylece farklılaşan sınıflar temelinde, diğerleri üzerinde egemen olan sınıfın çıkarlarıdır. Zaten devlet içindeki bütün mücadeleler de, çeşitli sınıflar arasındaki gerçek çelişki, çatışma ve mücadelelerin büründükleri siyasal biçimlerden başka şey değildir. Alman İdeolojisi’nde vurgulandığı üzere, devlet, egemen sınıf bireylerinin kendi ortak çıkarlarını onun aracılığıyla üstün kıldıkları bir biçimdir. Bu durumun ifadesi olarak, bütün kamusal kurumlar devlet aracılığından geçer ve siyasal bir biçim alırlar. Yine aynı yerde Marx ve Engels, sivil toplumun ise, toplumu oluşturan bireylerin maddi ilişkilerinin hepsini birden kucakladığını belirtir. Tarihi, üstün kişiliklerle ve üstte cereyan eden büyük siyasal olaylarla sınırlayan idealist tarih anlayışının tersine, materyalist tarih anlayışı sivil toplumu bütün tarihin gerçek ocağı, gerçek sahnesi kabul eder. Sivil toplum kavramı, devletin ve üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenmeyi belirtir. Fakat insanı “devletin kulu” kılan Asyatik yapılarda altta sivil toplum diye bir gelişmenin yaşanmadığını da önemle vurgulamak gerekir. Sivil toplum olgusu özel mülkiyete dayanan ve bu nedenle insanı topluluğun bir üyesi, giderek yurttaş kabul eden Batı tipi gelişme çizgisine özgüdür. Bu kavram, 18. yüzyılda Avrupa’da mülkiyet ilişkileri ilkçağ ve ortaçağ ortaklığından kurtulur kurtulmaz ortaya çıkmıştır ve sivil toplum da esasen ancak burjuvazi ile gelişmiştir. Alman İdeolojisi, üreticilerin kendi emeklerinin ürününe yabancılaşmaları sorununa da değinir. Açık ki, sınıflı toplumların gelişimi içinde özellikle kapitalist toplum, üretici insanla onun emeği arasında derin bir yarılma, yabancılaşma yaratmıştır. Toplumsal güç, yani işbölümünün koşullandırdığı ve çeşitli bireylerin elbirliğinden doğan on kat büyümüş üretici güç bu bireylere kendi birleşik öz güçleri gibi görünmez. Tersine, bu güç bu bireylere kendilerinin dışında yer alan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilmedikleri, bu yüzden de artık hükmedemedikleri yabancı bir güç gibi görünür. Kendi emeğine, emeğinin ürününe ve diğer insanlara yabancılaşan insan, gerçekte kendine ve kendi doğasına da yabancılaşarak, kapitalizm altında durmadan genişleyen bir yabancılaşma küresinde yaşar. Kapitalizm işçi sınıfını, emeğiyle ürettiği dünyanın efendisi olacak yerde onun kölesi durumuna düşürür. İşte bu yabancılaşmanın ortadan kaldırılabilmesi akademik ve felsefi tartışmaların değil, devrimci siyasal mücadelenin konusudur. İşçi sınıfı kendini toplumun egemen sınıfı konumuna yükseltmedikçe, söz konusu yabancılaşma koşullarına son veremez. Uygarlık tarihi boyunca çeşitli sınıflar kendi öz çıkar-

29


marksist tutum

larını toplumun ortak çıkarı diye dayatmak üzere siyasal iktidarı ele geçirme zorunluluğuyla yüz yüze gelmişlerdir. Ve öyle de yapmışlardır. Bu toplumsal kural işçi sınıfı için de geçerlidir. O da tarihsel ilerleyiş içinde sıra kendine geldiğinde, başlangıçta siyasal iktidarı fethetmek zorunda kalacaktır. Ancak bunu başardığında, geçmişteki tarihsel örneklere benzemeyen muazzam bir değişim yaratacaktır. İşçi iktidarı ve aynı gerçekliğin bir başka ifadesi olmak üzere işçi devleti, daha baştan sönmeye yüz tutan farklı niteliğiyle sınıflı toplumların ve sınıflı toplumlara özgü olguların sonunu getirecektir. İşçilerin iktidarının kurulup sönümlenme süreci, dünyada özel mülkiyetin de, devletin de, ulusal sınırların da, insanlığın farklı milliyetlere bölünmüşlüğünün de, cins ayrımcılığının da, siyasal iktidarın da, siyasetin de bitiş süreci olacaktır. Ve zaten ancak bu yolla insanlık için yabancılaşma ve zorunluluk dönemi son bulacak ve gerçek özgürlük döneminin kapıları açılacaktır. Komünizm olmadan insanın özgürleşmesi mümkün değildir. Kişisel özgürlük, ancak her bireyin kendi yetilerini istediği doğrultuda geliştirmesine fırsat veren ortaklaşmacı toplumda (komünizmde) mümkün olabilir. Komünist toplumun kendi temelleri üzerinde gelişimiyle birlikte çalışma bir zorunluluk olmaktan çıkacak ve herkes hoşuna giden bir faaliyet alanında kendini geliştirebilecektir. İnsanlığın bu yola koyulabilmesi için önce kuşkusuz kapitalist toplumu sona erdirecek ve ancak işçi sınıfı tarafından başarılabilecek bir toplumsal devrim gereklidir. Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü eleştiri değil, devrimdir. İşte tarihsel materyalizm anlayışı, toplumsal yaşamdaki iyileştirme ve dönüşümleri seçkin düşünürlerin ürettiği ahlâki kategorilerde arayan idealist felsefenin yetersizliğini gözler önüne sermiştir. Marksist dünya görüşü devrimlerin nesnel temelini açıklığa kavuşturmuştur. İnsanlık tarihindeki bütün toplumsal çatışmaların kökeni, son tahlilde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiden kaynaklanır. Bir tarihsel dönem boyunca geçerli olan toplumsal düzen, artık üretici güçlerin verili üretim ilişkilerinin kabına sığamaması durumunda temellerinden sarsılmaya başlar. Bu durum en çok da kapitalist üretim tarzı için geçerlidir. Toplumsal devrimin maddi yaşamda fiilen olgunlaşan koşulları, zamanla ezilen ve sömürülen sınıfın bilincinde de yansımasını bulur. Ancak toplumsal yaşamın altüst olmaya başladığı devrimci dönemler dışında, normalde egemen sınıfın düşünceleri topluma egemen olan düşüncelerdir. Ve egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadelerinden başka bir şey değildirler. Toplumun maddi egemen gücü olan egemen sınıf aynı zamanda egemen ideolojik ve manevi güçtür. Tarihsel materyalizm anlayışı diyalektik temeller üzerinde yükselir. Marksist dünya görüşü, üretici güçler ve maddi üretim ilişkilerinin oluşturduğu sosyo-ekonomik temel (altyapı) ile devlet, siyaset, partiler, ideolojiler, fikirler alanı olan üstyapı arasındaki

30

Mart 2013 • sayı: 96

karşılıklı (diyalektik) ilişkiyi açıklar. Bunun bir ifadesi olarak, ortam ve koşullar insanları oluşturduğu gibi, insanlar da ortam ve koşulları oluştururlar. Fakat kuşkusuz son tahlilde belirleyici olan maddi temellerdir, yani nesnel koşullardır. Alman İdeolojisi’nde vurgulandığı üzere, şayet maddi temeller hazır değilse, devrim fikrinin ifade edilmiş olması pratik gelişme için henüz bir anlam taşımaz. Bir başka deyişle, eğer devrimin nesnel koşulları olgunlaşmamışsa, toplumsal düzeni altüst edecek devrim fikrinin binlerce kez dile getirilmesi bile eski düzeni yıkmaya yetmez. Ne var ki, nesnel koşullar olgunlaştığında da devrimin öznel koşulları, yani ezilen sömürülen sınıfın örgütlenme ve bilinç düzeyi tarihin gidişatını belirleyecek bir önem kazanır. Devrim sorununu proletaryanın tarihsel misyonu açısından ele aldığımızda belirtmek gerekir ki, toplumsal devrim yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için değil, komünist bilincin kitleselleşmesi, işçi sınıfına kapitalizmin bulaştırdığı pisliklerin süpürülmesi ve toplumun yeni temeller üzerinde kurulmaya elverişli hale getirilmesi için de zorunludur. İşçi sınıfını iktidara getirmekle kalmayıp, kapitalizmi dünya üzerinden tasfiye ederek sınıfsız topluma ilerleyecek bir devrim ancak bir dünya devrimi olabilir. Bu dünya devrimi, çeşitli ülkeler proleterlerinin, birbiriyle diyalektik etkileşim içindeki zincirleme devrimlerle dünya ölçeğinde egemen olabilmelerini anlatır. Böyle bir durum, dünya işçilerinin üretici güçleri, insanı, doğayı, teknolojiyi kapitalizmin prangalarından kurtararak özgürleştirmesini ve böylece sınıfsız toplumun yaşanmasını mümkün kılacak ölçek ve nitelikte bir gelişim sağlanmasını ifade eder. Şurası açık ki, tek tek ülkelerde birbirinden kopuk ve yalıtık devrimlerle sosyalizme geçmek bir yana, tek bir ülkede gerçekleşen bir devrimin ürünü olan bir işçi iktidarının korunması da mümkün değildir. İşçi iktidarları dünya devrimi zincirinin yeni halkalarıyla desteklenmedikçe, Alman İdeolojisi’ndeki o son derece isabetli tespitte ifade edildiği üzere, gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür. Söz konusu koşullar gerçekleşmemişse, “komünizm ancak yerel bir görüngü olarak var olabilir ve dünya üzerindeki değişimlerin her yayılması bu yerel komünizmi ortadan kaldırır”. Görülüyor ki, Alman İdeolojisi son derece isabetli tarihsel öngörüleriyle 20. yüzyılda yaşanan devrim deneyimlerinin akıbetine işaret ediyor. Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının yalnız kalması neticesinde başına gelenler, özetle işçi sovyetleri düzeninin Lenin’in ölümünü takiben içten yürüyen bir bürokratik karşı-devrimle yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin despotik-bürokratik bir rejime dönüşmesi bu öngörülerin doğruluğunu fazlasıyla kanıtlamış bulunuyor. Marksizmin ve onun insanlık tarihini kavrayışının üstünlüğü işte buradan da belli! (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Lenin’i Anlamak /1 Utku Kızılok

Lenin zafere ulaşmış devrimi, devrimi başarıya ulaştıran partinin teorik-ideolojik temellerinin atılmasını ve örgütlenmesini temsil etmektedir. Bu nedenle, dünya burjuvazisi Lenin’e çok öfkelidir. Burjuvazinin Lenin’i karalaması, küfretmesi, Stalinizmin günahlarını da kullanarak onu bir diktatör ve cani ilan etmesi boşuna değildir. Lenin, mücadele geleneklerinin ve devrimci teorinin kaybolmaması için tarih bilincinin canlı tutulmasına çok önem veriyordu. İşte bugün bizim yaptığımız da budur: Burjuvazinin bunca nefret beslediği ve ilendiği Lenin’e devrimci işçi sınıfı sahip çıkmalı, yaşamını öğrenmeli, önderinin öğretisinin peşinden gitmeli ve egemenlerin korkusunu gerçeğe çevirmelidir.

D

ünya kapitalizmi büyük bir buhran geçiriyor. Krizin, sistemin merkezindeki emperyalist ülkelerde patlak vermesi, küresel ölçekte yaşanması ve daha önemlisi kapitalizmin artık yaşlı ve tıknefes olması gibi olgular, sömürü düzeninin ne denli büyük bir çıkışsızlıkla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor. Kriz ve emperyalist savaş gerçeği, çürüyen kapitalizmin insanlığa umut olamayacağını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Değişik cephelerde yoğunlaşmış bulunan emperyalist savaşın ve hegemonya kavgasının, kapitalist bunalımın şiddetlenen evrelerinde daha da kızışacağı ve bugünkünden farklı biçimlerle yaşanacağı açıktır. Tarihsel deneyim de gösteriyor ki, kapitalist bunalım ve savaş, sistemin ve toplumsal yaşamın bünyesinde biriken çelişkileri her alanda keskinleştirmektedir. Lenin’in isabetli tespitiyle, savaşlar devrimlerin anasıdır. Zira kriz ve savaş, süregiden toplumsal yaşam biçimlerini sarsar, insanların düşünme tarzlarını ve alışkanlıklarını değiştirir, çelişkileri su yüzeyine çıkartarak karşıtlıkları körükler, kitlelerin hoşnutsuzluğunu arttırır ve onları yeni arayışlara iter.

31


marksist tutum

Doğada ve toplumda her şeyin karşıtıyla ve çatışma halinde olduğunu, kapitalizmin bunalımını aşmaya dönük her hamlesinin, onun temellerine darbe indirecek güçleri de harekete geçirdiğini unutmayalım! Kapitalist krizin ve çıkışsızlığın toplumu nasıl köklerinden sarstığını ve kitleleri nasıl harekete geçirdiğini yaşayarak görüyoruz. Kapitalizmin çelişkileri uzun bir dönemdir daha da keskinleşmektedir. Yaşlanan ve işçi sınıfına sus payı verme olanaklarını tüketen kapitalizm, bu çelişkileri yumuşatarak sistemi havaya uçurabilecek basıncı azaltamıyor. Meselâ, 2000’li yılların başında Latin Amerika’da ani ve şiddetli bir şekilde patlak veren kitle hareketleri ve ortaya çıkan devrimci durumlar, hem sınıf mücadelesinin yeniden yükselişinin bir işaretiydi hem de içinden geçtiğimiz dönemin karakteristik özelliğinin bir dışa vurumuydu. Aslında bu durum, kapitalist işleyiş yasalarının toplumsal çelişkileri üst seviyelere çıkartarak keskinleştirdiği emperyalizm döneminin özelliğidir. Lenin, yaklaşık yüz yıl önce “emperyalizm çağı devrimler çağıdır” tespitiyle bu hususa dikkat çekmişti. Kuşkusuz Lenin, emperyalist çağın ana eğilimine ve gidiş yönüne dikkat çekiyordu. Bir eğilimin ilk evreleri ile kendini olgunlaştırdığı ve tamamladığı dönem arasında farklar vardır. Lenin’in işaret ettiği gerçeklik, küresel kapitalizm koşullarında tam anlamıyla açığa çıkmıştır. Modern sınıf mücadelesi tarihi, aslında hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde şu gerçeği göstermiştir: Örgütlü, disiplinli ve işçi sınıfının en militan kesimlerini bünyesinde toplamış bir devrimci partinin yol göstericiliği olmadan, bu parti burjuvazinin oyunlarını ve reformizmin bilinç bulandırıcı rolünü teşhir etmeden, kitlelere dönemeç noktalarını göstererek ileriye çekmeden işçi sınıfı kendiliğinden kapitalizmi alaşağı edemez. Çelişkilerin yoğunlaşması ve nesnel koşulların bu ölçüde olgunlaşması, proleter devrimi geleceğe ilişkin bir tasarım ve beklenti olmaktan çıkartarak güncel hale getirir. Elbette devrimin güncelliği demek hemen yarın devrim olacağı anlamına gelmez. Fakat nesnel koşulların devrim yönünde olgunlaştığını, kapitalist sistemin bünyesinde yoğunlaşan çelişkilerin ani toplumsal patlamalar biçiminde açığa çıkacağını ve komünist güçlerin bu ana göre hazırlık yürütmesi gerektiğini ortaya koyar. Nitekim dün Latin Amerika ülkelerinde, bugün Yunanistan, Tunus ve Mısır’da beklenmedik anda kitle kalkışmalarının ortaya çıkardığı devrimci durumlar bu gerçeğe işaret etmektedir. Yunanistan’da patlak veren kriz, kitlelerin yaşamında adeta deprem etkisi yaratmıştır. Burjuvazinin, krizin bedelini işçi sınıfına ödetmek üzere ağır kemer sıkma programlarını devreye sokmasıyla, bir anda sınıf mücadelesi keskinleşmiş ve devrimci durumlar baş göstermiştir. Tunus’ta bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başlayan gösterilerin

32

Mart 2013 • sayı: 96

ani kitle patlamalarına ve halk isyanına yol açması, kısa zamanda Mısır’a sıçraması ve bu iki ülkede de devrimci durumların ortaya çıkması içinden geçtiğimiz dönemin karakteri hakkında çok şeyler anlatmaktadır: İşçi sınıfı çok kısa bir zamanda devrimle ve iktidar sorunuyla karşı karşıya gelebilmektedir! Ancak ne yazık ki, işçi sınıfına siyasal iktidar perspektifiyle önderlik edecek bir devrimci öncü parti olmadığı için, devrimci durumlar proleter devrime ilerletilememiş ve burjuva güçler tarafından şimdilik pörsütülebilmiştir. Modern sınıf mücadelesi tarihi, aslında hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde şu gerçeği göstermiştir: Örgütlü, disiplinli ve işçi sınıfının en militan kesimlerini bünyesinde toplamış bir devrimci partinin yol göstericiliği olmadan, bu parti burjuvazinin oyunlarını ve reformizmin bilinç bulandırıcı rolünü teşhir etmeden, kitlelere dönemeç noktalarını göstererek ileriye çekmeden işçi sınıfı kendiliğinden kapitalizmi alaşağı edemez. Bu, reformistlerin iddia ettiği gibi, kesinlikle işçi sınıfını ve onun devrimci gücünü küçümsemek anlamına gelmez; tam tersine, işçi sınıfının devrimci gücünün ancak örgütlendiğinde ve öncüleri tarafından yönlendirildiğinde kapitalizmi alaşağı edebileceği gerçeğine işaret eder. İşte tam da bu bağlamda Lenin ve Bolşevik Parti gündeme gelmektedir. İşçi sınıfının iktidar sorunu tartışmasında Lenin’in üzerinden atlanması mümkün değildir. Bolşevik Parti’ye temel özelliklerini kazandıran ve işçi sınıfının iktidarı için çarpışmanın sorumluluğunu alarak tarihsel rolünü oynamasını sağlayan Lenin’dir. Tarihsel deneyim incelendiğinde görülecektir ki, Lenin olmasaydı Ekim Devrimi zafere ulaşamazdı. Diyalektik düşünmeyen darkafalılar, buradan yürüyerek parti ve önderlik sorununu lidere indirgediğimizi söyleyebilirler, ama gerçek böyle değildir. İşçi sınıfı ile onun komünist öncüleri, komünist öncüler ile bir bütün olarak parti, parti ile lider ya da liderlik arasında organik bir bağ, canlı ilişkiler ve etkileşim vardır. Elbette tüm bu yapı olmadan lider ya da liderliğin öznel olarak devrimci durumu ilerletemeyeceği açıktır. Lenin, işçi sınıfının devrimci deneyimine ve devrimci kitlelerin toplumsal değişimden yana olduğunun bilgisine ve sezgisine sahipti. Kitlelerin yüzünü Bolşevik Parti’ye döndüğü o günlerde, sovyet biçiminde iktidar organları ve ikili iktidar yaratan devrimin burjuvaziyle uzlaşamayacağını ve uzlaşmaması gerektiğini düşünüyordu. Düzen güçlerinin zayıflığının farkındaydı; emperyalist savaşın bitap düşürdüğü dünya emekçilerinin, savaşın ilk günlerinden farklı olarak savaşa karşı çıktığını ve barış istediğini, Rusya’da devrimin başarıya ulaşmasının Batı proletaryasını da harekete geçireceğini derinden kavrıyordu. İşte tüm bağıntıları birleştiren Lenin, siyasal iktidarı almak için Bolşevik Parti’ye ve işçi sınıfına hücuma geçmek gerektiğini söylemiştir. Büyük olayların kesiştiği bir kavşakta ne yapması gerektiğini bilen ve yapan Lenin’dir. Lenin bağlamında lide-


sayı: 96 • Mart 2013

rin devrimdeki yerinin ne kadar hayati olduğunu Troçki şu değerlendirmeyle ortaya koymaktadır: “Aklıevvellerimiz Lenin 1917’nin başında yurtdışında ölmüş olsaydı da Ekim Devriminin «aynen» gerçekleşeceğini söyleyebilirler. Ama bu doğru değildir. Lenin tarihsel sürecin yaşayan unsurlarından birini temsil ediyordu. O, proletaryanın en faal bölümünün tecrübesini ve anlayışlılığını kişileştirmişti. Onun devrim arenasına vaktinde çıkması, öncüyü seferber etmek, ona işçi sınıfı ile köylü kitlelerini toparlama fırsatını vermek için gerekliydi. Savaşın kritik anlarında başkomutanlığın rolü ne denli belirleyiciyse tarihi dönüm noktalarının kritik anlarında siyasal önderlik de o denli belirleyici bir etken haline gelebilir. Tarih otomatik bir süreç değildir. Yoksa önderlere, partilere, programlara ve teorik mücadelelere ne gerek kalırdı.”1 Lenin zafere ulaşmış devrimi, devrimi başarıya ulaştıran partinin teorik-ideolojik temellerinin atılmasını ve örgütlenmesini temsil etmektedir. Bu nedenle, dünya burjuvazisi Lenin’e çok öfkelidir. Burjuvazinin Lenin’i karalaması, küfretmesi, Stalinizmin günahlarını da kullanarak onu bir diktatör ve cani ilan etmesi boşuna değildir. Lenin, mücadele geleneklerinin ve devrimci teorinin kaybolmaması için tarih bilincinin canlı tutulmasına çok önem veriyordu. 1905 devrimi yenilip de gericilik yılları başladığında, devrimci yükselişin yeniden geleceğini, bu ana kadar devrimin tecrübelerinin elden geçirilerek geleceğe aktarılması gerektiğini söylüyordu. Lenin’e göre görev, “devrimci mücadelenin geleneklerine bekçilik etmek, bu gelenekleri geliştirmek ve kuvvetlendirmek, geniş halk kitlelerinin belleğine yerleştirmekti.”2 İşte bugün bizim yaptığımız da budur: Burjuvazinin bunca nefret beslediği ve ilendiği Lenin’e devrimci işçi sınıfı sahip çıkmalı, yaşamını öğrenmeli, önderinin öğretisinin peşinden gitmeli ve egemenlerin korkusunu gerçeğe çevirmelidir.

Lenin ve işçi sınıfı Lenin, 24 Nisan 1870’te Rusya’nın Simbrisk kentinde doğdu. Asıl adı Vladimir İlyiç Ulyanov olan Lenin, oldukça kültürlü bir aile ortamında büyümüştür. Lenin’in babası, “Fiili Devlet Danışmanı” nişanı almış ve böylece bürokratik mekanizma tarafından yaratılan “asil”ler arasına girmiş önemli bir eğitim müfettişiydi. Alman köklere sahip annesi ise, toprak sahibi bir tıp doktorunun kızıydı, oldukça iyi Almanca biliyordu. Lenin’in hayatında büyük bir dalgalanmaya ve değişime yol açan şey, Çarlık despotizmini terör eylemleriyle yıkmayı hedefleyen Narodnaya Volya adlı örgütün üyesi olan ağabeyi Aleksandr’ın Çara suikast girişiminden suçlanıp idam edilmesidir. 20 Mayıs 1887’de ağabeyi asıldığında, geleceğin Lenin’i henüz 17 yaşındadır. Aynı yılın sonbaharında Kazan Üniversitesine giren Lenin, bir öğrenci gösterisine katıldığı gerekçesiyle okuldan atılır. Bir Marksist olarak aktif mücadeleye katıldığı 1893’ün sonbaharına değin, nasıl bir yoldan yürüme-

marksist tutum

Lenin, 1891

si gerektiğini düşünen, köylülerin ve kır proletaryasının yaşamını yakından inceleyen –bu arada dışarıdan okulu bitiren– Lenin, aktif mücadeleye katıldığında kendini oldukça iyi eğitmiş ve ne yapması gerektiğini bilen birisidir. Çarlık despotizminin tüm toplumu demir yumrukla baskı altında tuttuğu ve işçi sınıfının her türlü örgütlenmesinin yasak olduğu bu dönemde, devrimci çalışmalar gizlice yürütülmekte ve Marksist görüşler bu yolla işçi kitlelerine ulaştırılmaya çalışılmaktadır. Lakin tüm zor koşulların üstesinden gelecek bir devrimci irade ve yöntem de doğup gelişmekte, çeşitli biçimler altında işçilere ulaşılmaktadır. Meselâ Petersburg’da işçilere okuma yazma öğreten bir okul, sosyalist öğretmenler aracılığıyla devrimci görüşlerin işçilere ulaştırılmasının aracı haline gelebilmiştir. Lenin’in eşi Krupskaya, “o günlerde Akşam Pazarı Okulu işçi sınıfının günlük yaşantısını, çalışma koşullarını ve kitlelerin ruhsal durumlarını incelemek için bulunmaz bir olanaktı” demektedir. Lenin, işçilerin yaşam koşullarını anlamak, devrimci propaganda ve ajitasyon konusunda türlü yaklaşım yolları bulmak amacıyla en küçük ayrıntılarla dahi ilgilenmekteydi. İşçilerle sohbetler etmek, onların ne ve nasıl düşündüğünü öğrenmek, düzene karşı nabızlarını ölçmek Lenin için daima önemli olmuştur. Lenin, sürgün yıllarında Londra ve Paris’teki işçi semtlerinde tiyatrolara, işçi toplantılarına ve hatta kiliselere gider, sınıfın ruh halini yakından gözlemeye ve eğilimlerini anlamaya çalışırdı. Krupskaya, Lenin’den Anılar’da şöyle yazar: “Vladimir İlyiç, her zaman işçi kalabalıklarına kendini yakın hissederdi. İster yorgun işçilerin şehirden kaçmış olmanın mutluluğuyla gezindikleri ve çimenler üzerinde saatlerce yattıkları yerlerde, isterse bir bira evi ya da okuma salonu

33


marksist tutum Şubat 1897, Petersburg. Lenin “İşçi Sınıfının Kurtuluşu için Mücadele Birliği” üyeleri arasında

olsun, nerede bir kalabalık varsa mutlaka orada olurdu.” Lenin’in bu yönü, Rusya’da ve Batı’daki diğer Marksist liderlerden ve aydınlardan farklı olarak, işçi sınıfının düşünsel ve ruhsal dünyasını kavraması bakımından önemlidir ve ayırt edicidir. Böylece Lenin, işçi sınıfını teoride tanıyan, kapitalist üretim ilişkilerinin analizi bağlamında ne yapılması gerektiğini söyleyen, gerçekte ise sınıftan kopuk aydınlardan kendini ayırmış oluyordu. Bir dönem için gerekli ve geçerli olan çalışma biçimlerinin dondurulması, değişmez kalıplar haline getirilerek değişen koşullar karşısında eski bildik türkülerin söylenmesi işçi sınıfının devrimci mücadelesini ilerletmez. Bu bilinçten hareketle Lenin, kitabî olanın karşısına yaşamın canlı süreçlerini koyarak, teorinin pratik ile birleştirilmesi ve sınanması için mücadele verdi. Lenin, hayat en iyi öğretmendir özlü sözünü tüm yaşamı boyunca düsturu yapmıştır. Teorinin pratiğe nasıl uygulanacağı, yaşam karşısında yerinin ne olup ne olmadığı noktalarında işçilerin görüşlerine çok önem veriyordu. Ekonomizmi mahkûm ettiği ve işçi sınıfının devrimci partisinin örgütlenme modelini ortaya koyduğu Ne Yapmalı adlı çalışmasının işçiler nezdinde nasıl yankı bulduğunu ilgiyle incelemiştir. Sürgünde, yoldaşlarından birisine yazdığı mektupta, “işçilerle yaptığın konuşmalara ilişkin raporuna pek çok sevindim. Bu tür mektuplardan çok seyrek alıyoruz. Bu mektuplar gerçekten de korkunç şevklendirici oluyor” diyor ve işçilerin kendisine mutlaka mektup yazmasını salık veriyordu: “Kişisel olarak ben, özellikle işçilerin «Ne Yapmalı?»ya ilişkin düşüncelerini bilmek istiyorum.”3 Elbette bu satırları okurken, burjuva demokratik anlamda bile örgütlenmelerin yasak olduğu, sendikaların bulunmadığı, işçi sınıfının eğilimlerini yansıtamadığı, dolayısıyla işçilerin sendikal ve siyasal düşünceler karşısındaki tavrının çok bilinmediği Rusya koşullarını akıldan çıkartmamak gereklidir. Burada asıl önemsenmesi gereken

34

Mart 2013 • sayı: 96

husus, Lenin’in işçi sınıfı odaklı olmasıdır. Lenin, kapitalizmin ne olduğunu ve nasıl bir mücadele vermek gerektiğini işçilere derinlemesine kavratmak istemiştir. Meselâ, okuma yazma okullarından kazanılan işçilere Kapital’i anlatır, onların anlayabilmesi ve kendi yaşamlarıyla bağlar kurarak sonuçlar çıkartması için canlı bir tartışma ortamı yaratırdı. Lenin’in derslerine katılan işçilerden birisi şunları yazmaktadır: “Sık sık bizi sıkıştırır, konuşmaya veya tartışmaya başlamamızı sağlamaya çalışırdı. Daha sonra her birimizi, herhangi bir konuda kendi görüşümüzün doğruluğunu ispatlamak için diğerlerimizle tartışmaya zorlardı. Böylece derslerimiz çok canlı, anında gelişen ve çok canlı dersler olur, biz hepimiz insanlar önünde konuşmaya hazırlanır, alışırdık. Bu çalışma metodu, sorunların her öğrencinin gözünde aydınlanması için son derece yararlı olurdu… Bu çalışmalar, aynı zamanda bizlerin kendi başımıza araştırma yapmayı, materyal arayıp bulmayı öğrenmemizi sağladı. Dersleri yöneten hocamız bize durmadan araştırma konuları verirdi ve bu konular fabrika ve işyerlerindeki hayatımız üzerinde inceden inceye gözlem yapmamızı, düşünmemizi gerektirirdi.”4 Reformistler ve burjuva ideologlar, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin kapitalizmi yıkamayacağını belirten Lenin’i, işçileri küçümsemekle ve partinin işçiler üzerindeki diktatörlüğünü savunmakla suçlarlar. Kuşkusuz bu suçlamanın asıl amacı işçi kitlelerinin bilincini bulandırmak ve işçi sınıfının devrimci öncüsünün örgütlenmesine olan ihtiyacı karartmaktır. Lenin, hiçbir zaman işçi sınıfının kendiliğinden hareketini görmezlikten gelmemiş ve ekonomik mücadeleyi küçümsememiştir. Lenin, ekonomik mücadelenin siyasal mücadele ile birleştirilmesi gerektiğinin, siyasal sınıf bilinciyle donanan işçilerin kapitalizmi yıkmayı hedeflerine koyacağının altını çizer. Fakat Lenin, işçi sınıfının militan kesimlerini bünyesinde toplayan devrimci bir partinin yol göstericiliği olmadan kendiliğinden kabarmaların kapitalizmi alaşağı edemeyeceğini, burjuvazinin çeşitli yollar bularak gelişen hareketi düzen içi kanallara akıtmayı başaracağını belirtir. Bu nedenle Lenin, işçilerin kapitalizme karşı bilinçlenmesi ve örgütlenmesi için amansız bir çalışma yürütmüştür. Lenin, bir dönem Iskra (Kıvılcım) gazetesini birlikte çıkardıkları Menşevik liderlerden Akselrod’a yazdığı bir mektupta, hiçbir şeyi işçiler için yazmayı öğrenmekten çok arzu etmediğini ifade eder.5 İşçilerin bilinçlenmesi, haberler ve mektuplar yazması, özellikle bu yazılanların ruhunu koruması bakımından orijinalliğinin bozulmaması için partili aydınlara karşı mücadele vermiştir. Lenin, kapitalist düzenin değişmesi ve sınıfsız bir dünyanın kurulması gerektiğini tüm varlığıyla hisset-


sayı: 96 • Mart 2013

miş, işçi sınıfının davası için çalışmış ve hayatını insanlığın toplumsal kurtuluşuna hasretmiştir. Öyle ki, “satranç çok zaman alıyor ve çalışmalarımızı engelliyor” diyerek, tutkuyla oynadığı satrancı bırakabilmiştir. Şurası çok açık: Lenin devrimin, işçi sınıfının devrimci iradesinin, inancının ve yorulmaz çalışmasının tecessüm etmiş halidir. Bunu, Lenin’in mücadele içinde olduğu tarihsel şahsiyetler de itiraf etmekten geri durmamışlardır. İşçi sınıfını kendi bağımsız mücadelesinden alıkoymak amacıyla bizzat polis tarafından örgütlenen sendikanın arkasındaki kişi Zubatov, şöyle demektedir: “Bugün devrimde Ulyanov’dan daha büyüğü yoktur.” Zubatov, üstlerine verdiği raporda “bu devrimci vücudun başını kopartmak” gerektiğini söylemekteydi. Rus sosyal demokrasisinin (Marksist hareketinin) kurucusu Plehanov, Lenin için “Robespierre’ler işte bunun hamurundan yoğrulmuşlardır” demekteydi. Menşevik lider Akselrod ise, Lenin’in canlı kanlı devrimin cisimleşmesi olduğunu şu sözlerle anlatır: “Lenin’in her günü, günlerinin yirmi dört saatinin yirmi dördü devrime adanmıştı. Devrimden başka tek bir düşüncesi yoktu. Uykusunda bile uyuyup rüya görüyordu. Ama hiçbir rüyasının devrimden başka bir konusu yoktu. Böylesi adam az bulunur.”6

Ekonomizme karşı mücadele Lenin, özellikle Marksizmin sosyal demokrasi adıyla Rusya’ya girdiği ve geliştiği dönemde, işçi sınıfının mücadelesini iktisadi kazanımlarla sınırlayan eğilim ve yaklaşımlara karşı yılmaz bir kavga vermiştir. En gelişmiş biçimiyle 1890’ların sonunda Rusya’da tarih sahnesine çıkan ekonomizm reformizmle de birleşerek günümüz işçi hareketinde de büyük bir yer tutmaktadır. Zira reformizm ile ekonomizm bir bütünün değişik görünümleridir. Günümüzün sosyalist hareketinde, açıktan reformist olanların yanı sıra, devrimci etiketli reformist ve oportünist eğilimler de çok yaygındır. Elbette reformistler de siyaset yapmayı savunurlar; ancak onların siyaseti, hakikatte kapitalizmi hedef almayan, işçi sınıfını devrimci temelde kapitalizmi yıkmaya yöneltmeyen, iktisadi ve siyasi kazanımları esas alan bir siyasettir. Rusya’daki ekonomizm ile Avrupa’daki sosyal demokrat kitlesel işçi partilerinde cisimleşen reformizmin örtüştüğünün açığa çıkması zaman almıştır. Avrupa’da büyük işçi sendikaları ve geniş sosyal demokrat partiler vardı. Ancak Avrupa’dan farklı olarak Rusya’da ekonomik ve siyasal mücadelenin tüm yasal kanalları kapalıydı. Burjuvazi kadar işçi sınıfının da önünde Çarlık monarşisinin yıkılması ve siyasal özgürlüklerin kazanılması acil görev olarak duruyordu. Böylece Çarlık istibdadı altında burjuva demokratik görevler, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ve kapitalizme karşı yürüteceği mücadele iç içe geçmekteydi. Burada sosyalist hareket için siyasal mücadelenin iki yönü olduğunu belirtelim: Birincisi Çarlık monar-

marksist tutum

şisinin yıkılması, ikincisi ise kapitalizmin hedef alınması ve işçi sınıfının bu temelde mücadeleye çekilmesi. Lenin şöyle yazmaktaydı: “Birincisi, Sosyal Demokrasinin özü proletaryanın sınıf mücadelesinin siyasi iktidarın ele geçirilmesi, tüm üretim araçlarının bir bütün olarak toplumsallaştırılması ve sosyalist ekonominin kapitalist ekonominin yerini alması amacıyla örgütlenmesidir. İkincisi, Rus Sosyal Demokrasisinin görevi, acil hedefi otokrasiyi devirmek ve siyasal özgürlüğü elde etmek olan Rus devrimci işçi sınıfı partisini örgütlemektir.”7 Ne var ki sosyal demokrasinin bir kanadı, siyasal mücadeleyi işçi sınıfının iktisadi hakları için verilen mücadeleye tâbi kılıyordu. Özellikle 1890’ların ortasında gelişen ekonomik talepli grevler, ekonomizmin kalkış noktasını oluşturmuştu. Ekonomistler, iktisadi haklar için ajitasyonun daha kolay olmasının da cazibesine kapılarak, siyasal ajitasyonu bir kenara ittiler. “Hareketin ekonomik temeline, siyasi ülküyü hiçbir zaman unutmama eğiliminin gölge düşürdüğü” söylenmekteydi. Ekonomistler işçilerin yaşamındaki ekonomik düzelmeleri her şeyin önüne koyuyorlardı. Lenin, “ekonomik mücadele, işçilerin işgüçlerini daha uygun koşullarda satmak, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için işverenlere karşı yürüttükleri kolektif mücadeledir” demekteydi. Fakat diyordu Lenin, devrimci partinin yol göstericiliği olmadan ve işçiler devrimci siyasal bilinçle donanmadan bu iktisadi mücadele kendiliğinden sosyalizm bilincine varmaz ve kapitalist düzeni tehdit etmez. Meselenin bu yönü oldukça önemlidir. Zira işçi sınıfının kapitalizm altında yaşam koşullarını iyileştirmek için giriştiği mücadelenin kendiliğinden yönü alabildiğine yüceltiliyordu. Ekonomistler ve elbette reformistler, işçi sınıfının kendiliğinden eylemlerden öğreneceğini ve bu mücadele sayesinde kendiliğinden sosyalizm bilincine ulaşacağını iddia etmekteydiler. Buradan kalkılarak siyasal mücadele ile birlikte devrimci teori ve devrimci öncü partinin oynayacağı rol küçümseniyor ve dışlanıyordu. Aslında ekonomistler, kelimenin tam anlamıyla bir sendikal siyaseti savunuyorlardı. Ne var ki sendikaların yasak olduğu Rusya’da, ekonomik mücadelenin örgütlenmesi de esas olarak sosyalistlere düşüyor ve sendikal mücadelenin nerede bittiği ve kapitalizme karşı mücadelenin nerede başladığı noktasında bilinçler bulanıyordu. İşte bu nedenle, ekonomizm düşüncesinin işçi hareketinde doğurduğu tehlikeye karşı Lenin aktif bir teorik mücadeleye girişmiştir. Ne Yapmalı adlı ünlü eserinde ekonomizmi tüm yönleriyle çürütürken, işçi sınıfının nihai mücadelesinin ne olduğunu da ortaya koyuyordu. Lenin, öncelikle işçi sınıfının tek bir mücadele biçiminin olmadığını Marx ve Engels’ten hareketle hatırlatı-

35


Mart 2013 • sayı: 96

marksist tutum

yordu. Engels, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin üç yönü olduğunun altını çizmiştir: Teorik, siyasal ve pratik-iktisadi. Mücadelenin bu üç biçiminden birini mutlaklaştırmak, işçi sınıfının davasına büyük bir darbe vurmaktır. Lenin, ekonomizme karşı mücadele yürütürken, iktisadi mücadelenin önemini asla inkâr etmeden ve gerekliliğini vurgulayarak teorik ve siyasal mücadeleyi öne çıkartmıştır. Lenin, “ekonomik mücadele, işçilerin işgüçlerini daha uygun koşullarda satmak, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için işverenlere karşı yürüttükleri kolektif mücadeledir” demekteydi.8 Fakat diyordu Lenin, devrimci partinin yol göstericiliği olmadan ve işçiler devrimci siyasal bilinçle donanmadan bu iktisadi mücadele kendiliğinden sosyalizm bilincine varmaz ve kapitalist düzeni tehdit etmez. Egemen sınıf burjuvazi, bu kendiliğinden hareket üzerinde ideolojik hegemonyasını kurar ve onu bağımsız yolundan saptırır. Bu bakımdan Lenin’in şu sözleri çok önemlidir: “Eğer işçiler, somut ve güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların her birini entelektüel, moral ve politik yaşamlarının bütün tezahürleri içinde gözlemlemeyi öğrenmezlerse; nüfusun bütün sınıf, katman ve gruplarının yaşam ve faaliyetlerinin bütün yönlerinin materyalist tahlil ve materyalist değerlendirmesini pratikte uygulamayı öğrenmezlerse, işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olmaz. (…) çünkü işçi sınıfının kendisini tanıması, onun modern toplumun bütün sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkilere dair yalnızca teorik düşüncelerle değil, daha doğrusu teorik olmaktan çok, politik yaşamın deneyimleri temelinde edinilmiş düşüncelerle kopmaz biçimde bağlıdır.”9 Lenin, 1900’lerin hemen başındaki grevlerin önceki yıllara göre daha sert olduğunu, ama buna rağmen bu grevlerin sendikal mücadelenin taleplerinin ötesine geçemediğini dile getirir. Lenin, buradan yürüyerek çok önemli bir konunun altını çizer: “Bütün ülkelerin tarihi, işçi sınıfının kendi gücüyle ancak ve yalnızca trade-unionist bilince, yani sendikalarda birleşme, işverenlere karşı mücadele etme, hükümetten işçiler için gerekli şu ya da bu yasayı çıkarmasını talep etme vs. gerekliliği inancına ulaşabileceğini göstermektedir.”10 Lenin’in vurguladığı gibi, komünist politik bilinç ancak derin bilimsel bilgi temelinde üretilebilir ve “işçilere politik sınıf bilinci ancak dışardan, yani ekonomik mücadelenin dışından, işverenlerle işçiler arasındaki ilişki alanının dışından götürülebilir”.11 İşte işçi sınıfının devrimci partisinin gerekliliği ve onun burjuvazi karşısında teorikideolojik mücadele yürütmesinin önemi tam da burada berraklaşır. Marksizm, sadece işgücünün daha uygun şartlarda satılması için değil, aynı zamanda işçileri işgüçlerini satmaya zorlayan ve sömüren kapitalist düzenin değişmesi için de mücadele yürütülmesi gerektiğini söyler. Çok açık ki, örgütlü ve devrimci bir çabanın sürekliliği olmadan işçi sınıfına siyasal bilinç taşınamaz. Lenin’in de önemle belirttiği üzere burjuvazi, işçi sınıfının devrimci siyasal

36

mücadele vermemesi ve sendikalizme saplanıp kalması için ideolojik bir savaşım yürütmektedir. Lenin, işçilere İngiliz trade-unionculuğunu kabul ettirmeye kalkan ve işçilere sırf sendika mücadelesinin tam onlara göre ve çocukları uğruna bir mücadele olduğunu, belirsiz sosyalizm uğruna mücadelenin işçilere göre olmadığını propaganda eden, bu fikirlerle işçileri aldatmaya çalışan Batı burjuvazisinin görüşlerinin ekonomistler tarafından tekrar edildiğini söylemekteydi.12 Lenin, ne iktisadi mücadelenin önemini ne de işçi sınıfının kendiliğinden kalkışmalarını küçümsemiştir. Lenin, her seferinde, inat ve kararlılıkla ekonomizm eğilimi karşısında işçi sınıfının devrimci partisinin gerekliliğine ve siyasal mücadelenin önemine vurgu yapmıştır. Günümüzde ortaya çıkan devrimci durumlar da göstermektedir ki, kitlelerin kendiliğinden kabarması işçi sınıfının siyasal iktidarı fethetmesine yetmemektedir. Bunun olabilmesi için, proleter devrimci güçlerin işçi sınıfı içinde derinden kök salması, örgütlü, planlı ve bilinçli bir çalışmayla işçi sınıfının mücadelesinin liderliğini kazanmaları gereklidir. Elbette işçi sınıfının kapitalizme karşı savaşımında iktisadi mücadelelerin daima önemli bir yeri olacaktır ve olmaktadır. Ancak reformlar uğruna mücadelenin sosyalizm mücadelesine tâbi olduğunu unutmamak gereklidir. Lenin’in de belirttiği gibi, ekonomik ve siyasi mücadele madalyonun iki yüzüdür ve birbirinden ayrılamaz. Şu hususun da altını çizmek gerekiyor: Lenin, Rusya’da ekonomizme karşı uzlaşmaz bir şekilde mücadele vermemiş olsaydı, sosyal demokrasi içindeki reformist eğilimler kısa zamanda açığa çıkmayacak ve aynı Avrupa’daki gibi reformist eğilimler işçi sınıfının önderliğini ele geçireceklerdi. Devrimci sosyalizmden ekonomizm eğilimini ayrıştıran Lenin, Rus işçi sınıfının devrimdeki öncüsünü bulmasının da yolunu açmıştır. (devam edecek) ______________________ 1

Troçki, Sınıf, Parti ve Önderlik, Sınıf Bilinci, sayı 3, s.89

2

akt. Krupskaya, Lenin’den Anılar, Bibliotek Yay., c.2, s.15

3

akt. Krupskaya, age, c.1, s.57

4

akt. Bertram D. Wolfe, Devrimi Yapan Üç Adam, Kuzey Yay., c.1, s. 113

5

akt. Krupskaya, İşte Lenin, İnter Yay., s.218

6

akt. Bertram D. Wolfe, age, s.254

7

Lenin, Rus Sosyal Demokrasisinde Geriye Giden Bir Akım, Ekonomizm Taraftarlarıyla Konuşma içinde, Yurt Yay., s. 47

8

Lenin, Ne Yapmalı, İnter Yay., s.68

9

Lenin, age, s.77-78

10

Lenin, age, s.36

11

Lenin, age, s.87

12

Lenin, age, s.42-43


Arap Halkları Gerçek Devrimlerini Bekliyor İlkay Meriç

İ

ki yıl önce Arap coğrafyasını etkisi altına alan isyan dalgasının sonucunda Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de diktatörler devrildi ve bu durum emekçi kitlelerde köklü bir değişim beklentisi yarattı. Ne var ki, “ekmek, özgürlük, sosyal adalet” talebiyle ayağa kalkan, fakat devrimci bir örgütlülükten yoksun olan kitlelerin özlemleri bu süreçte yanıtsız kaldı. Rejim muhalifi burjuva güçler ortaya çıkan devrimci durumları sönümlendirerek baskı ve sömürü düzenini kaldığı yerden sürdürmeye giriştiler. Bu sürecin en şanslı aktörleri ise Mısır ve Tunus örneğinde görüldüğü üzere İslamcı burjuva hareketler ve özelde de Müslüman Kardeşler oldu. Doğuş yeri Mısır olan bu İslamcı hareket, 1930’lardan itibaren etkisini arttırarak büyümüş ve ilerleyen onyıllarda Suriye’den Tunus’a tüm coğrafyada organik bir örgütlülük yaratmayı başarmıştı. 2011 başlarında söz konusu coğrafyada emekçiler ayağa kalktığında, Mısır’da İhvan, Tunus’ta Ennahda (Diriliş Hareketi) adıyla anılan bu siyasi yapı, kendini güvenceye almak için önce çok çekingen davrandı. Ancak kitlelerin gücünü ve mevcut diktatörlerin bu güç karşısında direnemeyeceklerini fark ettiği andan itibaren isyan meydanlarında boy göstermeye ve kısa süre sonra da hareketin başını çekiyormuş izlenimini yaratmaya başladı. İşçi ve emekçi kitlelerin devrimci örgütlülükten yoksun olmaları, bu İslamcı burjuva harekete, en örgütlü muhalefet gücü olmanın avantajını sonuna kadar kullanma fırsatı sundu ve nihayetinde yapılan seçimlerde Mısır’da da, Tunus’ta da bu hareketin temsilcileri

işbaşına geldi. Fakat ilk başlarda demokratik söylemlerle kitlelerin taleplerinin temsilcisi pozları kesen Müslüman Kardeşler’in gerçekte “Kapitalist Kardeşler” olduğu ve sermayeyenin çıkarlarını temsil ettikleri kısa zamanda ortaya çıktı. İş, aş, sosyal adalet ve özgürlük isteyerek diktatörleri deviren emekçi kitleler, yeni egemenlerin de bu talepleri karşılamaya niyeti olmadığını gördüklerinde “devrimimizi çaldılar” diyerek yeniden sokağa dökülmeye başladılar. Geçtiğimiz aylarda Mısır’da İhvancı Cumhurbaşkanı Mursi’nin kendine firavunluk yetkileri tanıyan bir kararname yayınlaması ve ardından da İhvan’ın hazırladığı anti-demokratik anayasayı kitlelere dayatması isyan dalgasının yeniden yükselişe geçmesine yol açtı. Birbiri ardı sıra patlak vererek hızla yayılan grevlerle pekişen bu süreçte iktidardaki İhvan kitlelere azgınca saldırmaktan geri durmazken, Mursi, Mübarek rejiminin de sıkça başvurduğu klasik silaha sarılarak olağanüstü hal ilan edip kitle hareketini bastırmaya çalıştı. Ancak kitleler sokağa çıkma yasağını geceyi meydanlarda geçirerek fiilen işlevsiz hale getirdiler. Mısır’da bunlar yaşanırken Tunus’ta da kitlelerin Ennahda iktidarına duydukları tepki giderek yükseliyordu. İşsizlikten, yoksulluktan, baskıdan bunalan emekçiler, devrim diye adlandırılan şeyin gerçekte hiçbir köklü değişime yol açmadığını gördüklerinde, tepelerine çöreklenen yeni egemenlere karşı büyük bir öfke duymaya başladılar. Demokratik Yurtseverler Hareketi’nin lideri Şükrü Belaid’in 6 Şubatta evinin önünde vurularak öldürülmesi ise bardağı taşıran damla işlevi gördü. Sokağa dökülen yüz

37


Mart 2013 • sayı: 96

marksist tutum

binler, Bin Ali diktatörlüğünün yıkılmasının ikinci yıldönümünde, bu kez “devrim”in üstüne oturarak onu boğan Ennahda hükümetinin başbakanını istifa etmek zorunda bıraktılar. Tunus’taki gelişmelere biraz geriye de giderek daha yakından bakalım.

Yarı yolda kalan devrim Tunus’ta 2010 yılının son günlerinde patlak verip öngörülmedik bir şekilde yayılan halk isyanı, tek parti diktatörlüğü altında 23 yıldır cumhurbaşkanlığını yürüten Zeynel Abidin Bin Ali’nin 14 Ocak 2011’de ülkeden kaçmasına yol açmıştı. Bin Ali’nin alaşağı edilmesinin ardından hareket belli bir istim kaybına uğrasa da, Tunuslu kitleler tümüyle evlerine çekilmediler ve taleplerinin takipçisi olduklarını iki yıl boyunca gerçekleştirdikleri çeşitli eylemlerle sürekli gösterdiler. Ne var ki burjuva güçler, bu süreçte halkın tepkisini yumuşatmayı ve devrimci durumu pörsütmeyi başardılar. Bunda en büyük yardımcıları ise, ortaya çıkan devrimci durumu gerçek hedefine, yani kapitalizmi yıkmaya doğru ilerletmek yerine demokratik taleplerle sınırlandırma ve düzen içine hapsetme politikası izleyen sosyalist güçler oldu. Bu politikanın en trajik sonucu 2011 Ekiminde gerçekleştirilen Kurucu Meclis seçimlerinde görüldü. Maocu gelenekten gelen ve Tunus’un en köklü komünist partisi olmakla övünen Tunus Komünist İşçi Partisi, bir devrimci durumda bile seçimlere onyıllardır kitleler tarafından bilinen parti ismiyle girmekten çekinecek kadar reformist olduğunu ispatlarken, onun da dahil olduğu sosyalist güçler seçimlerde sadece %5 oy alabildiler. Bu durum, örgütsüzlüğün yanı sıra, izlenen politik çizginin işçi ve emekçi kesimlerin güvenini kazanamadığını da gösteriyordu. Sonuçta sosyalist solun bıraktığı boşluğu sağlı sollu burjuva güçler doldurdular. %50 katılımla gerçekleşen Kurucu Meclis seçimlerinde İslamcı Ennahda %41,4, sol liberal CPR (Cumhuriyet Kongresi) %13,8, sosyal demokrat Ettakatol %9,7, İlerici Demokrat Parti (PDP) %7,8 oy aldı. Oyların geri kalanını ise diğer partiler, bloklar ve bağımsız listeler paylaştı. 217 sandalyeli Kurucu Mecliste Ennahda 90, CRP 30, Ettakatol 21, Aridha 19, PDP 17 sandalye elde ederken, CRP ve Ettakatol partileri Ennahda önderliğinde bir koalisyon hükümeti oluşturdu. Böylece “sol” koalisyon ortakları aracılığıyla Ennahda hem meşruiyet görüntüsü vermeye çalıştı hem de kitlelerin tepkisini belirli bir süre yatıştırmayı başardı. Ancak Tunuslu emekçilerin durumu bu süreçte iyileşmek yerine daha da kötüye gitti. Enflasyon %10’a tırmandı. İki sene önce patlak veren isyanın en temel nedenlerinden biri olan işsizlik gençler arasında %35’ten %40’a çıktı. Emekçi kitleler mevcut hükümetin hiçbir taleplerine yanıt vermediğini ve hiçbir sözünde durmadığını gördükçe, grevler ve protesto eylemleri yeniden yaygınlaşmaya başladı. IMF’yle 1,8 milyar dolarlık borç görüşmeleri yapan

38

Ennahda, tıpkı Mısır’daki gibi, geniş bir saldırı planının hazırlıklarına girişti. İşçi ve emekçilerin hayatını daha da katlanılmaz kılacağı açık olan bu plan, kamu çalışanlarının sayısının azaltılması, temel ihtiyaç ürünlerindeki sübvansiyonların kaldırılması, özelleştirmeler gibi bildik saldırıları içeriyor. 2012 sonbaharından bu yana özellikle kamu çalışanlarının giderek yayılan grevleri, artan gösteriler, yol kesme eylemleri, işsizlerin oturma eylemleri, polisle çatışmalar ise kitlelerin hoşnutsuzluk düzeyini çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Bu durum, kitle desteğinden yoksun ve son derece istikrarsız olan Ennahda liderliğindeki koalisyon hükümetinin elini iyice zora sokuyor. Bu yüzden hükümet, bir yandan “ulusal diyalog” çağrıları yaparak muhalefet partilerini ve sendikaları “ulusal çıkar” adı altında burjuva politikalara tam destek vermeye ikna ederek toplumsal patlamanın önüne geçmeye çalışıyor, öte yandan da kitle hareketini her türlü baskı ve zorla engellemeye çalışıyor. “Devrimi koruma birlikleri” adı altında örgütlenen İslamcı faşist güçlerin Ennahda tarafından korunup kollanması da bu saldırıların bir parçasını oluşturuyor. Aralarında aşırı İslamcı Selefilerin de bulunduğu bu faşist çeteler, son birkaç aydır, polis koruması altında işçi eylemlerine, grevlere, sol partilerin ve sendikaların bürolarına, toplantılarına saldırıyorlar. Onlarca insanı yaralayan bu çetelerin Ennahda tarafından örgütlenip korunduğunu ifşa eden Şükrü Belaid’in tam da böylesi bir süreçte öldürülmesi, aslında kitle hareketinin tırmanmasından korkan egemenlerin sıkışmışlığının da bir göstergesidir. Demokratik Yurtseverler Hareketi’nin (MDP) genel sekreteri olan Şükrü Belaid, kendini Marksist olarak nitelendiren ve son süreçte sosyalist solun birliği için çaba harcayan bir siyasetçiydi. 49 yaşındaki Belaid, sosyalist solun seçimlerde başarı kaydedememesinin ardından, Maocu gelenekten gelen ve pek çok parçaya bölünen Demokrat Yurtseverleri tek parti altında birleştirmeye girişmişti. Bu girişimin başarısızlığa uğramasını takiben de, daha geniş bir sol cepheyi kucaklayacak bir Halk Cephesi’nin kuruluşu için çaba harcamıştı. Nihayetinde, 12 sol siyasi örgütten oluşan ve Hamma Hammami’nin İşçi Partisi’nin de içinde yer aldığı Halk Cephesi kuruldu ve Belaid de Hammami ile birlikte bu cephenin liderleri arasında yer aldı. Sosyalist solun bu birlik adımı İslamcı güçleri fazlasıyla rahatsız etti ve sosyalistlere yönelik saldırılar tırmanmaya başladı. Bu saldırıların doruk noktasını ise Belaid’e yönelik suikast oluşturacaktı. Ne var ki 6 Şubatta gerçekleştirilen bu suikast, beklenenden çok daha büyük bir tepkiyi de ateşledi.

“Halk yeni bir devrim istiyor” Suikast haberinin duyulmasının ardından pek çok kentte halk sokaklara akın etti. Bin Ali’nin devrilmesi sürecinde yükseltilen “halk rejimin devrilmesini istiyor” slo-


sayı: 96 • Mart 2013

ganı, iki yıl aradan sonra bir kez daha meydanları çınlattı. “Devrimimizi çaldılar”, “halk yeni bir devrim istiyor” diyen yüz binlerce emekçi Ennahda’ya öfke kusarken, iktidar partisinin büroları da bu öfkeden nasibini aldı. 7 Şubatta düzenlenen protesto gösterileri esnasında pek çok kentte yerel hükümet binaları basıldı. İki yıl önce işsiz genç Muhammed Buazizi’nin kendini yakarak isyan sürecini başlattığı kent olan Sidi Buzid’de polisle çatışan gençler karakolları basarken, hükümet ayaklanmanın yayılmasını engellemek için polisi geri çekip orduyu devreye sokmak zorunda kaldı. Şükrü Belaid’in öldürülmesinin ardından, aralarında Halk Cephesi’nin de bulunduğu muhalefet güçlerinin ve Tunus Genel İşçi Sendikasının (UGTT) çağrısıyla ilan edilen genel grev, 35 yıl aradan sonra gerçekleştirilen ilk genel grev oldu. Bin Ali’nin devrilmesinin ardından gerçekleştirilen en kitlesel eylemlere tanık olan Tunus’ta greve giden işçiler ve emekçiler hayatı felç ettiler. Mahkemeler, okullar, hastaneler, devlet daireleri, trenler, otobüsler, uçaklar çalışmazken, esnaf da kepenk kapayarak greve destek verdi. Muhalefet partilerinin Kurucu Meclisten çekildiklerini açıklamalarıyla siyasi kaos tırmanırken, Ennahda lideri ve Başbakan Hamadi Cibali, artan gerilimi hükümetin lağvedileceğini ve seçimlere kadar ülkeyi yönetecek bir teknokratlar hükümetinin kurulacağını açıklayarak gidermeye çalıştı. Fakat Ennahda Partisi kendi liderinin bu kararına karşı çıktı ve Genel Başkan Yardımcısı hükümetten çekilme yönünde bir kararları olmadığını açıkladı. Nihayetinde, önerisi reddedilen Cibali istifa etti ve yerine Ennahda’nın İçişleri Bakanlığını yürüten Ali Larayedh başbakan olarak atandı. Ne var ki, İçişleri Bakanlığı esnasında Şükrü Belaid’in katledilmesi de dahil olmak üze-

marksist tutum

re paramiliter İslamcı faşist güçlerin sol harekete, işçi hareketine ve aydınlara dönük saldırılarına göz yummakla ve teşvik etmekle suçlanan Ali Larayedh’in başbakan olarak atanması muhalefetin tepkisini daha da arttırmış bulunuyor. Gerek Mısır’da gerekse Tunus’ta, ortaya çıkan devrimci durumu sönümlendirmek için kitle hareketini kontrol altına alma misyonunu üstlenen Müslüman Kardeşler, bir yandan da iktidarı kaybetmemek için binbir oyuna başvuruyor. Tunus’ta Kurucu Meclis bir buçuk yıldır işbaşında olmasına rağmen henüz bir anayasa yapılmadı. 2013 Haziranında yapılması beklenen parlamento seçimleri öncesinde yeni anayasanın da hazırlanmış olması gerekiyor. Ancak yaşanan siyasal ve toplumsal çalkantı önümüzdeki birkaç aylık sürecin dahi nasıl şekilleneceği konusunda bir kestirimde bulunulmasını engelliyor. Benzer bir durum Mısır için de geçerlidir. İhvan’a yönelik protesto eylemlerinin arkasının kesilmediği, grevlerin artarak devam ettiği Mısır’da, olağanüstü hal ilanı emekçilerin sesini kesmeye yetmemiştir. İhvan hükümetinin Ocak ayında ABD’den 2,5 milyon dolar değerinde 140 bin gaz bombası satın alması da burjuvazinin sınıf mücadelesinin şiddetlenmesine dönük öngörülerinin bir göstergesidir. Üstelik Mursi’nin parlamento seçimlerinin ilk ayağının Nisan sonunda yapılacağını açıklamasıyla birlikte, burjuva muhalif güçlerden bile boykot çağrıları yükselmeye başlamıştır. Muhalefet partileri, İhvan’ın seçim bölgelerini keyfi bir şekilde belirlediğini, anti-demokratik seçim yasalarına dokunulmadığını, dolayısıyla bu halde yapılacak bir seçimin hiçbir meşruiyetinin olmayacağını dile getirmektedirler. O nedenle Tunus’takine benzer bir belirsizlik ortamı Mısır’da yaşanan süreç için de fazlasıyla geçerlidir. Bu süreçte burjuva güçlerin elini rahatlatan tek olgu ise, işçi ve emekçi sınıfların bağımsız çıkarlarını temsil eden ve onları iktidara yönlendiren devrimci bir örgütlülüğün henüz yaratılamamış olmasıdır. Ancak tarih hiçbir alanda düz bir çizgi üzerinde ilerlememektedir. Bu yakıcı eksikliğin giderilmesi sürecinin de hızlanacağı aşikârdır. Tunus’ta da Mısır’da da halk yeni bir devrim istemektedir. Bu istek ne kadar güçlü bir şekilde kendini gösterirse ve sosyalistler yaşananlardan ne ölçüde doğru dersler çıkarırlarsa, devrimin aracının inşa sürecinin de o kadar kısalacağı aşikârdır. n

39


Fukuşima Felâketinin İkinci Yılı Dicle Yeşil

B

undan iki yıl önce, 11 Mart 2011’de, Japonya’da 9 büyüklüğünde bir deprem ve ardından da yıkıcı bir tsunami yaşandı. Bu doğal felâketlerin peşinden, kapitalist sistemin kâr hırsının yarattığı bir felâket daha geldi. Fukuşima nükleer santralinin gerekli önlemler alınmadığı için tsunamiden zarar görerek patlamasıyla birlikte, Japonya tarihinin en acı olaylarından birine tanık oldu. İki hafta sonra ölü sayısının 10 bin, kayıplarınsa 17 bin olduğunu yazıyordu gazeteler. Aradan geçen süre boyunca ölü sayısı daha da arttı ve 20 bine yaklaştı. 250 binden fazla insan evsiz kaldı. Kimi bölgelerde yüz binlerce insan tahliye edildi. Ne evlerine dönebilen ne de başka bir yerde yeni bir hayat kurabilen bu insanların normal yaşama dönmesi pek de mümkün olmadı. Belki depremin ve tsunaminin yarattığı felâketlerin yaraları hafifletilebilir ya da sarılabilirdi. Ancak nükleer felâketin ardından yaşananların açtığı yaralar kolayına kapanmıyor. Sağ kalanlar ölenlere mi üzülsünler yoksa boğuştukları hastalıklarına mı? Birçoğu radyoaktif kirlenmenin sebep olduğu hastalıklarla uğraşmak zorunda kalıyor. Anneler çocuklarının her gün gözleri önünde eridiklerini görüyorlar. Nükleer santralin saçtığı sezyum ve diğer radyoaktif maddeler doğayı kirletmeye ve yaşamı yok etmeye devam ediyor.

40

Aradan iki yıl geçmesine rağmen henüz felâketin boyutlarının ne seviyede olduğu çıplak bir biçimde ortaya konmuş değil. Fukuşima’daki patlamanın ardından olayı önemsiz gibi göstermeye çalışanlar yine aynı politikayı devam ettiriyorlar. Aslında facianın etkilerine dair kayıtlar tutulmasına ve ayrıntılı istatistikler hazırlanmasına rağmen bu bilgiler açıklanmıyor. Uğranılan zarar olandan çok daha az gösteriliyor. İnsanların çektiği sıkıntılar, yaşadığı acılar ve daha da yaşayacakları hastalıklar önemsizleştiriliyor.

Fukuşima’nın ardından Fukuşima’nın ardından tüm dünyada nükleer felâketlerin lanetlendiği kitlesel mitingler, protesto gösterileri yapıldı. Özellikle Avrupa ülkelerinde işçiler sokaklara çıktılar. Kamuoyu baskısının ardından kimi hükümetler, nükleer enerji konusunda tedbir alacakmış gibi bir havaya büründüler. Kimileri nükleer santrallerden vazgeçeceğiz dedi. Kimileri testler yapacağız, elimizdekileri iyileştireceğiz dedi. Kimileri de zaten 2030 yılına kadar birçok nükleer reaktör ömrünü tamamlayacağı için kapatacak ya da revize edeceğiz dedi. Ancak söyledikleri ve yaptıkları baskıyı savuşturma, gerçekleri gizleme çabalarından başka bir


sayı: 96 • Mart 2013

şey değil. Örneğin Avrupa Birliği’nin Ekim 2012’de yayınladığı bir rapora göre, 134 nükleer reaktörde stres testi yapılmış, ancak bu testi başarıyla tamamlamış herhangi bir nükleer santral çıkmamış! Bu testlerin, ne kadar ciddiyetle yapıldığı da tartışılır. Göstermelik yapılan testlerde bile nükleer santrallerin güvenlik önlemlerinin yetersiz olduğu sonucu çıkıyorsa, yaşanacak herhangi bir felâkette insanlığın ve dünyanın ne hale geleceğini hayal etmek insanı korkutuyor. Kaldı ki radyoaktif kirliliğin temizlenmesi için çok uzun zaman gerekiyor. Örneğin Çernobil felâketinin ardından, radyoaktif kirliliğin ortadan kalkması için tam 48 bin yıl, bölgedeki insanların tekrar eski yaşamlarına dönebilmeleri içinse 600 yıl geçmesi gerekiyor. Fukuşima’nın yarattığı felâketin ne kadar sürede temizleneceği ise soru işareti olarak duruyor. Ne var ki nükleer felâketlerin insan sağlığında açtığı gediklerin kapanması kısa zamanda asla mümkün olamayacak. Örneğin, Çernobil kazasının ilk günlerinde 13 bin çocuk tiroit kanserine yol açan radyoaktif gazları solumuş, kemiklerine yerleşen kimyasallar ise bağışıklık sistemlerini yok etmişti. Kanser yapıcı birçok kimyasal madde ve radyasyon aynı zamanda mutasyona neden olarak DNA’da tahribata da yol açmaktadır. Radyoaktif maddeler yüzyıllar boyunca insanları zehirliyor, toprağı çürütüyor, besinler aracılığıyla vücuda girerek dokulara yerleşiyor. Böylelikle insanı ömür boyu içten içe çürütüyor. Çürümenin boyutlarını tespit etmek üzere Japon hükümeti, Fukuşima’da 18 yaşın altındaki 360 bin kişi üzerinde tiroit bezi taraması yapmayı planlıyor. Daha şimdiden yapılan araştırmalara göre 94 bin 975 çocuğun %44’ünde değişik boyutlarda tiroit kisti görüldü. Santralde çalışan veya santral çevresinde yaşayanların kanser hastalığına yakalanma oranı ise %30’a çıkmış durumda. Tüm bunlara rağmen kazanın faturasını önemsizleştirmeye çalışan Japon burjuvazisi, elbirliğiyle bütün kurumlarını bunun propagandasını yürütmekle görevlendiriyor. Japonya Ulusal Radyolojik Bilimler Enstitüsü’nden bir yetkili, Fukuşima’daki kazadan sonra radyasyona bağlı bir hastalık gözlenmediğini, ama buna karşılık insanların radyasyon endişesi nedeniyle korku duyup kendilerini hasta hissettiklerini söyleyebiliyor. Fukuşima’da öyle büyütülecek bir şey yokmuş! Bilimadamlarının kimin emrine amade olduğu bu vesileyle de bir kez daha görülüyor. Benzer şekilde Fukuşima Tıp Üniversitesi de burjuvaziye hizmet edecek açıklamalar yapıyor. Fukuşima Tıp Üniversitesi başkan yardımcısı profesör Yamaşita, 100 milisieverte çıkan radyoaktivite seviyesinin tehlikeli olmadığını söylüyor. Nisan ayında kendi grubuyla yaptığı bir çalışmada, 38 bin çocuk üzerindeki incelemelerinde tiroit nodül ve kistine rastlanma oranının %35 çıkmasının normal olduğunu açıklıyor. Eylül ayında 42 bin çocuk üzerinde yapılan araştırmada ise bu oran %43’e yükselmiş. Ama ne gam! Fukuşima Tıp Üniversitesi, aslında sermaye-

marksist tutum

nin ve Japon devletinin yan kuruluşu olarak insanları kandırma, öfkeyi yatıştırma işlevi görüyor. Oranları açıklıyor ama ciddi bir şey değil diyerek insanları aldatıyor. Bunun yanı sıra, söz konusu üniversite, ilaç tekelleriyle ortak bir kanser merkezi kurma kararı almış durumda. Burada temel amacın insan sağlığı değil tekellerin kâr arzusunu beslemek olacağı çok açıktır. Fukuşima anneleri ise Fukuşima’daki çocuklar için klinik açılması için çaba sarf ediyor. Çeşitli bakanlıkların önünde oturma eylemleri yaparak seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Fukuşimalı çocuklara güzel bir gelecek sağlayabilmek için mücadele ediyorlar. Fukuşima’da 360 bin çocuk tıbbi yardım bekliyor. Ailelerin birçoğu, başka bir yere taşınabilecek ve oralarda hayatlarını kurabilecek maddi olanak ve güce sahip değiller. Bu nedenle yoksul ailelerin çocukları radyasyon kirliliğinin içerisinde koşuyor, oynuyor. Fukuşima anneleri çocukların tedavi olabilmesi için hükümetten destek ve sosyal güvence talep ediyorlar. Ama Japon hükümeti çocukları ve ailelerini duymazlıktan geliyor. Bu yüzden de Fukuşima halkı kendi kliniklerini kendileri kurmak zorunda kalıyor. Doro-Çiba sendikasının Şubat ayında yayınladığı raporda, Fukuşima halkının desteğiyle kurulan Fukuşima İmece Kliniğinin açılışında Fukuşimalı çiftçi aileleri adına konuşan Saçiko Sato, güvenilir doktorlara ihtiyaçlarının olduğunu söyleyerek aslında Fukuşima’daki kliniklerin mantığının nasıl çalıştığını anlatıyor. Paralı sağlık düsturunun her yerde geçerli olduğunu belirten Sato şunları söylüyor: “Çocukların birçoğu hâlâ Fukuşima’da kalıyor. Her gün radyasyonun etkilerinden ve geleceklerinden kaygı duyarak yaşamak zorundalar. Dolayısıyla bu çocuklar ve anneleri için, her şeyi konuşabilecekleri güvenilir doktorlara ihtiyaç var. Hasta olmamaları için önleyici tedavi gerekiyor. Fakat birisi hasta olursa da ona doğal iyileşme yetisini arttıran bir tedavi sunmak önemlidir. Biz böyle bir klinik kurmak istiyoruz. Japonya’daki mevcut sağlık sistemi, nükleer santraller hadisesinde olduğu gibi, yapısal olarak en yüksek önceliği kâra veriyor. Doktorlar hastanelerin kârını yükseltmek için reçeteleri ilaçlarla dolduruyor. İnsanlar «iyi doktor çok ilaç verir» ya da «iyi hastaneler pahalı tıbbi donanıma sahiptir» diye düşünme eğilimindeler. Bu düşünme şeklini değiştirmek zorundayız. Aksi halde sağlık harcamaları arttıkça artar. Yalnızca ilaç firmaları, medikal malzeme üreticileri ve hastaneler kâr elde ederler. Biz, burada yaşayanların ihtiyaçlarını karşılayacak güvenilir bir klinik inşa etmek istiyoruz.” Sağlık alanında kitleleri kendi kaderine terk eden hükümet, işçi ve emekçiler için bilgilendirme çalışması bile yapmıyor. Nükleer Savaşları Engellemek İçin Uluslararası Doktorlar (IPPNW) adıyla bir araya gelen duyarlı doktorlar, Dünya Sağlık Örgütü’ne yazdıkları bir mektupta hükümetin ve nükleer temsilcilerinin Japon halkını bilgilendirmediğini ve hatta kandırdıklarını belirtiyorlar.

41


marksist tutum

Fukuşima’da yaşanan durumu özetleyen doktorlar, medyanın hiçbir zaman bu haberlere yer vermediğini söylüyorlar. Hükümetin 2012 yazında Fukuşima’da 20 km’lik şerit içinde 11 ayrı bölgede radyoaktif kirlilikten arındırma ve rehabilitasyon çalışmalarına başladığını, ancak bu alanın dar kaldığını ve radyasyon miktarının 1 milisieverte çıktığı 8 ayrı bölgede 104 mahallenin daha olduğunu ifade ediyorlar. Radyasyon seviyesinin yükselmesine rağmen, Japon hükümeti ve yerel yöneticiler, evlerini boşaltanların çocuklarıyla birlikte buralara geri dönmesini istiyorlar. Felâket yalnızca fiziksel olarak değil aynı zamanda ruhsal olarak da insanların dünyalarını altüst etti. Deprem ve nükleer felâketin ardından insanların ruh sağlığı bozuldu ve intihar vakalarında büyük bir artış yaşandı. 2010 ve 2011 Mayıs ayı karşılaştırıldığında Japonya’da intihar eden insan sayısında %20’lik bir artış olduğu görülüyor. Resmi verilere göre 2011 yılında 30 bin 651 kişi intihar ederek hayatına son verdi. Yani Japonya’da günde yaklaşık 80 kişi intihar ediyor. İnsanları aldatma ve kandırma işini üniversitelerin yanı sıra okullar da yapıyor. Okutulan kitapların birçoğunda nükleer enerjinin Japonya için tek ve ekonomik bir enerji kaynağı olduğunun propagandası yapılıyor. Yerel yönetimler, belediyeler, insanları kandırmak için halkla toplantılar yapıyorlar. Çevrenin radyasyondan temizlenebileceğini ve felâketi kontrol altına alabildiklerini söylüyorlar. Fukuşima’yı özel ekonomi bölgesi olarak ilan ederek de yeni bir yatırım alanı yaratmak istiyorlar. Hastane

42

Mart 2013 • sayı: 96

ya da klinik açmak kârlı olmadığı için bunu pek tercih etmiyorlar. İşin kötü yanı sendikaların bir kısmının da devletten yana tavır almasıdır. Japonya’nın en büyük sendika konfederasyonu RENGO, insanların ölmesini ve doğanın tahrip olmasını umursamayarak, nükleer enerjinin desteklenmesi gerektiğini savunuyor. Ülkedeki 50 nükleer santralin yeniden açılmasını destekliyor. Nükleer santrallerin yeniden açılması için çığırtkanlık yapan bu sendika, arındırma çalışmalarında yer alan, ancak hiçbir kaydı bulunmayan ve dolayısıyla da hiçbir sosyal güvenceleri olmayan, kanser ve diğer hastalıklara yakalanma riskiyle burun buruna çalışan on binlerce işçi için kılını dahi kıpırdatmıyor. Radyoaktif kirlenmeye maruz kalan bölgelerden 160 bin insan tahliye edildi. Ancak onlara gittikleri yerde hayatlarını yeniden kurabilmeleri için tazminat ya verilmedi ya da günlük ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak düzeyde bir tazminat ödendi. Ancak nükleer felâketin yaşanmasına sebep olan TEPCO firmasına her türlü yardım yapıldı. 2012 Haziran ayında ise firma kamulaştırılarak devletin himayesine alındı ve böylece patronları büyük bir zarardan kurtarılmış oldu. Bugüne kadar TEPCO’nun kasasına 36,5 milyar dolar para aktarıldı. Bu kaynağı yaratmak üzere vergileri arttırıp çeşitlendirerek işçilerin cebini boşaltan hükümet şimdi ise fonlardan kesintiler yapacak. Diğer taraftan Abe hükümeti milliyetçiliği yükseltmeye uğraşıyor. Yaşanan felâketin ulusal birliği pekiştirmesini hedefliyor. Yaşanan onca felâkete rağmen burjuva hükümet ya da partiler nükleer santralleri kapatmayı ya da doğaya ve insanlığa uyumlu, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmiyorlar. Aksine, izledikleri politikalarla dünyayı yok oluşa sürüklüyorlar. Platformumuz’da dediğimiz gibi; “Üstelik bu kara tablo, bir yeryüzü cenneti yaratmanın araçları insanlığın elinin altındayken oluyor. Bilim ve teknolojinin çığır açıcı başarıları, insanlığı özgürleştirmek yerine daha da köleleştiriyor. Üretici güçlerin gelişiminin önündeki özel mülkiyet ve ulus devlet engeli artık dayanılmaz bir cendereye dönüşmüştür. Bu durum insanlığın önündeki tek çıkış yolunun sosyalizm olduğuna işaret ediyor. Ya sosyalizm ya barbarlık! “İnsanlığı bu bataklıktan kurtaracak ve sosyalizme götürecek tek güç, artık «nesli tükendi» denilen işçi sınıfıdır. Gerçekler inatçıdır! İşçi sınıfı yok olmak şöyle dursun, büyümüş, gelişmiş ve nesnel olarak daha da güçlenmiştir. Bugün dünya nüfusunun çoğunluğunu işçi sınıfı oluşturmaktadır. Gerçekte işçi sınıfının «bitişine» kanıt olarak gösterilen olgular, sadece işçi sınıfının bileşimi ve kapsamındaki değişimleri göstermektedir. Bu değişim ise, sadece bugün değil işçi sınıfı varolduğundan beri vardır. Gerçek şu ki, dünya üzerinde işgücünü bir ücret karşılığında satarak yaşamaya çalışan milyarların yani işçi sınıfının bugün de zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kazanacakları ise koskoca bir dünyadır!” n


sayı: 96 • Mart 2013

marksist tutum

Avusturyalı Emekçiler Ruhsal Sorunlarla Boğuşuyor A

vusturyalı emekçilerin bedensel ve ruhsal sağlığının korunması ve bununla ilgili tüm giderlerin finanse edilmesi yükümlülüğünü taşıyan Avusturya Sosyal Güvenlik Kurumu, kamuoyuna açıkladığı yeni araştırma sonuçlarıyla ülkenin gündemini yine işgal ediyor. Avusturya kapitalizminin günah çıkarma hücresi gibi faaliyet gösteren RadyoTV kurumu ORF’nin halka ulaştırdığı bilgiler, ülke burjuvalarının ve onların sadık bürokratlarının hiç hoşlanacağı cinsten değil. Ezici bir çoğunluğunun tartışmasız işçi sınıfına mensup olduğu 130.000 insan acil olarak psikolojik terapi ve tedaviye muhtaç. Kâğıt üzerinde ruhsal sorun ve rahatsızlıkların tedavisiyle ilgili giderler de sosyal güvenlik sisteminin kapsamına giriyor. Ancak burjuva devlet ruhsal sorunları emekçi halka fazla “lüks” gördüğünden olsa gerek, bu alanda verilen hizmetlerin belli bir katkı payı var. Zaten sefil ücretler karşılığında çalışarak hayatını sürdüren ve harcadığı her euronun hesabını yapmak zorunda olan emekçiler için bu katkı payları, onları ruhsal sorunlarıyla ilgili olarak sağlık birimlerine başvurmaktan alıkoyuyor. Buna rağmen ülke nüfusunun %10,7’sini teşkil eden 900.000 insan ruhsal sorunlarının çözümü için ilgili sağlık kuruluşlarına başvurmuş durumda. Ancak bu insanların %92’sine reva görülen tedavi, emekçiler bu hapları yutup onları insanlıktan çıkaran kapitalist sömürü düzeninin çarklarını çevirmeye devam etsinler, bu arada ilaç endüstrisinin patronları da kasalarını doldursunlar diye, anti-depresan haplarından ibaret. Ruhsal terapi ve tedaviye yönlendirilenler ise bu dev kitlenin ancak %7’lik bir kesimini oluşturuyor. Tabii terapi masraflarının yarısı hastaya ödetilmek suretiyle! Avusturya Psikoterapistler Birliğinin tahminlerine göre, ülke nüfusunun %2,1’lik bir kesimi de ruhsal sorunlarının tedavisi için gerekli masrafların tamamını kendi karşılamak zorunda olduğundan, bu hizmetlerden hiç istifade edemiyor. İstatistik bilgiler ve yapılan araştırmalar Avusturya çalışan nüfusunun, yani ezici çoğunluğuyla işçi sınıfının %43’ünün “burn-out” sendromundan (tükenmişlik sendromu) muzdarip olduğunu ortaya koyuyor. Bu rahatsızlık tedavi edilmediği ve sebebiyet veren koşullar ortadan kaldırılmadığı takdirde hastayı bekleyen bir sonraki aşama depresyon. Rahatsızlığın sebeplerine ilişkin birçok faktör psikologlar tarafından dile getirilmekle birlikte, emekçinin üretim süreci içindeki faaliyeti sırasında kendisine baskı yapan faktörlerin belirleyici olduğu kesin. Kapitalist özel mülkiyet ve üretim ilişkilerine son verilmediği sürece, bu baskı faktörlerini ortadan kaldırmak veya azaltmak sadece bir ütopya. Yine istatistiklere göre ülkedeki her üç erken emeklilikten biri emekçinin ruhsal rahatsızlığı nedeniyle zo-

runlu olarak onaylanmış. Buna ilaveten ruhsal sorunlar nedeniyle emekçilerin rapor aldıkları günlerin sayısı da radikal biçimde artmış bulunuyor. Tüm bunlar burjuva devletin bütçesi için ek yük anlamına geliyor. Bu yüzden de Avusturya burjuva devleti bu trajik manzaraya bir çekidüzen vermek konusunda oldukça kararlı. Ama bunu emekçi halkı çok sevdiğinden, onu çok düşündüğünden yapmıyor. Burjuvazi kurnaz bir manevrayla bir taşla iki kuş vurmak peşinde. Bunu da şimdilerde “reform” adı altında hayata geçirmeye girişiyor. Amaç sosyal güvenlik harcamalarının sınırlarını ruhsal hastalıkların terapi ve tedavisini daha fazla kapsayacak şekilde görece genişleterek, bundan kaynaklı erken emeklilikleri ve işgünü kayıplarını zaman içinde azaltmak. Bu da yapılması öngörülen fazladan harcamaların uzun vadede devlet kasasına belki de fazlasıyla geri dönmesi demek. İkinci amaç da imaj parlatmak. Kapitalist devletin aslında halkın sağlık sorunlarına ne kadar duyarlı olduğu yanılsaması yaratılmak isteniyor. Emekçi kitlelerin psikolojik sorunları onyıllardır varolan bir gerçek. Burjuvazi bunu yeni keşfetmiş değil. Fakat özellikle 5 yıldır kapitalist sistemi pençesinde kıvrandıran ekonomik kriz, işçi sınıfının üzerindeki ruhsal ve fiziksel baskıyı katlanılmaz boyutlara ulaştırmış bulunuyor. Durumun vahametini görüp korkuya kapılan egemen sınıf, birtakım girişimlerde bulunarak halkın gözünü boyamaya çalışıyor. İstisnalar dışında çok büyük bir kısmı insan doğası ve ruhuna aykırı kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerinden kaynaklanan psikolojik rahatsızlıkların tedavisi konusunda bile burjuva kafasıyla hareket eden kapitalist devlet, sağlık harcamalarında dahi mali kaygılarını yüzsüzce dile getirebiliyor. Bu hayati sorunu mümkünse sıfır maliyetle çözmenin veya katlanılabilir boyutlara indirmenin formüllerini arıyor. Çünkü burjuvazinin yoğun propaganda ve manipülasyonu altında bilinç çarpılmasına uğrayan emekçiler, tıpkı burjuvalar gibi sağlıkları da dahil her şeyi bir meta olarak görüp algılamayı kanıksıyorlar. Ağır ve stresli çalışma koşulları, komik açlık ücretleri, işini yitirme korkusu, bunlardan kaynaklı aile içi huzursuzluklar, alkol ve uyuşturucuya sığınma, kendine ve topluma yabancılaşma, yalnızlık duygusu, daha ileri safhalarda depresyon ve nihilist eğilimler, hayatın anlamsızlaşması ve nihayet intiharlar, cinayetler. Emekçiler tüm bunları kader olarak algılamaya devam ediyor. Kimse neden çalışıp üreten her iki kişiden birinin ruhsal sorunlarla boğuşmak zorunda kaldığını sorgulamıyor. Sorgulayacak bilince ulaşmış devrimcilere ise tarihsel bir görev düşüyor: Sabırla ve inatla çalışarak bu düzenin maskesini düşürmek ve onun gerçek yüzünü emekçilere teşhir etmek... Avusturya’dan A.E.

43


marksist tutum

Mart 2013 • sayı: 96

Otoyol ve Köprüler Özelleşti, Peki İşçiler Ne Durumda?

O

toyollarda binlerce araç hızla yol alır. Bu her gün, her saat, her dakika böyledir. Bu araçlar geride sadece egzos dumanlarını bırakmazlar. Yollara atıkları, çöpleri, pet şişeleri ve kamyon tekerlerinden kopup trafik kazalarına meydan verecek lastik parçalarını da bırakırlar. Karayolu işçilerini, yol kenarlarında, turuncu elbiseleriyle, işte tüm bu insanların geride hızla bırakıp gittiklerini toplarken görürsünüz. Her gün binlerce poşet doldurup yol kenarlarına koyarlar. Başka bir kamyon ekibi yol kenarlarındaki bu poşetleri alıp götürür. Karayolu işçilerini sadece aşırı kar yağışlarında yollarda karla mücadele eden ve yolları tuzlayanlar olarak televizyonlardaki görüntüleriyle sınırlamayın. Yol kenarlarında büyüyen otların biçilmesi, ağaçların budanması, tıkanan mehvezlerin açılması, trafik kazalarında kapanan yolların açılması da onların eline bakıyor. Tonlarca yükle yüklü bir kamyonun ya da tırın yaptığı kazada yollara dökülen tonlarca domates, cam, demir vs’nin yollardan temizlenmesi de onların işi. Otoyolların aydınlatılması, bakımı ve onarımı için koşan, koşturan yine hep onlardır. Otoyollar hareketlidir, canlıdır. Araçlar su gibi akıp gider. Geride ölümlü kazalar, tonlarca çöp ve iş bırakır. Karayolu işçileri dur durak bilmeden tüm bu işlere koşar. Kepçe, platform operatörüdür. Bakım ve onarımda en ağır koşullarda koşan, koşturandır. Gişe memurudur. Trafik teknisyenidir. Tüm bu hizmet işleri için koşturan, ter akıtanıdır karayolu işçisi ve memuru. Sermaye hükümetinin temsilcisi AKP, otoyol ve köprüleri de özelleştirdi. Otoyol ve köprülerde bugüne kadar patron devletti. Şimdi bu değişiyor. Gişelerde daha önce KGS ve OGS ile geçişlere şimdi bir yenisi daha eklendi: HGS. Yani Hızlı Geçiş Sistemi. Diğer bir adı, patronlara hızlı para aktarma sistemi. Patron devletken bu para aktarma işleri zaman alıyordu. Otoyol ve köprüleri yirmi beş yıllığına alan patronların kasasına paralar HGS aracılığı ile bundan böyle doğrudan akacak su gibi. KGS, OGS ya da HGS’yi basit kelime ve harf oyunları olarak düşünmeyin. Artık kartlı geçiş yani KGS tamamen tarih oldu. Çok yakında OGS de yerini HGS’ye bırakacak. Yani patronlara hızlı ve sıcak para aktarmada Hızlı Geçiş Sistemi tüm otoyol ve köprü geçişlerinde tek geçerli sistem olacak. Bankası da hazır: PTT Bank. HGS ile birlikte tüm gişe memurlarının işleri bitti. Yıllarca bu yükü taşımışlardı. Gişe memurlarının ellerinden önce unvanları alındı. Düz memur yapıldılar. Sonra tayinleri başladı. Bu memurların çocukları var mı, okula gidiyor mu diye hiç düşünülmedi, insani ve ailevi durumları yok sayıldı. Memur sendikalarının bölüne bölüne güç kaybettiği bir süreçten geçtik, geçiyoruz. Memur yasası (657) değiştiriliyor. Otoyolda özelleştirilmeyle, insanların kadro statüleri el-

44

lerinden alınıyor. Gişe memurluğu dönemi bitti. Devlet memuru olarak güvenceli çalışma konusunda sermayenin topyekûn saldırısı her çalışanı vuracak şekilde adım adım gündeme alınıyor. Memur sendikalarındansa anlamlı bir ses çıkmıyor. Memurların durumu buyken, yıllarca kadrolu ve sendikalı çalışan işçiler rahat ve huzurlu mu? Özelleştirilen otoyol ve köprülerde kadrolu ve sendikalı işçileri de güvenli bir gelecek beklemiyor. Onlar da ne olacakları konusunda derin bir kuşku ve belirsizlik içinde. Tayin mi olacak? En emin şube neresi? Oraya mı gitsek? Yıllarca çalıştığı sendikalı ve kadrolu olduğu işinde emekli olabilecek mi? Tüm bu süreç nasıl işleyecek, ne olacağız, ne yapacağız sorularına yıllarca aidat verdikleri sendikalarından da tatmin edici ve anlamlı bir açıklama gelmiyor. Karayolu bünyesinde bir de yıllarca kadrosuz bir şekilde çalıştırılan taşeron işçileri var. Sayıları on bini buluyor. Her yıl ihale ile alınıp satılıyorlar. En ağır işlerde onlar çalıştırılıyor. Güvenceli bir işte çalışmak onlara uzaktır. Maaşlarını bazen iki üç ay alamazlar. Kredi kartlarına, eşe dosta yüklenirler. Yıllarca çalıştıkları yerde kadrolu ve güvenceli çalışmayı hayal ederler. Daha çok çalışır, en ağır işlere koşarlar. Sendika hayal ederler. Sendikaya üye olurlar. Ama üyesi oldukları sendika onlardan aidat kesemez. Bu işçiler için toplu sözleşmeye oturamaz. Sendika asıl işveren olan Karayolları’nı mahkemeye vermiştir. Açtığı davaları kazanmıştır. Ama hiçbir yargı kararları uygulanmamaktadır. Bu işçiler için pek çok belirsizlik mevcuttur. Şimdi özelleştirmeyle birlikte ihaleyi alanlar, onları çalıştıracak mı? Çalıştırmazsa, kıdem tazminatları güvencede mi? Belirsiz. Kaç yıl, kimden alacak? Alabilecek mi? Sendika “susun, kendiniz dava açmayın, bizi bekleyin” diyor. Kısacası otoyol ve köprülerdeki özelleştirme, tüm çalışanları doğrudan vuruyor. Memur, kadrolu işçi veya kadro bekleyen taşeron işçisi. Hiç fark etmiyor. Herkesi güvencesiz bir ortama doğru sürüklüyor. Tüm bunları geri püskürtmek, memur, kadrolu, kadrosuz tüm çalı-


sayı: 96 • Mart 2013

marksist tutum

şanların ortak duruşu ve mücadeleci hattıyla mümkündür. Özelleştirme yapılmadan hemen önce HGS kuruldu ve paralar ihaleyi alacak patronlara su gibi akıtılmaya hazır hale getirildi. Düşünün bir kere HGS kartı bulunmuyor. Bu konudaki talep karşılanmıyor. Eskiden gişe memurlarına bu konularda kök söktürenler, HGS satmakla görevli özel yerlerin gişelerini kapatıp gitmelerine hiç ses çıkarmıyorlar. Bu gişeler örneğin gece çalışmıyor. Akşam 11’de kapatıp gidiyorlar. Araç sahiplerine “HGS’den geçin, bir hafta içinde HGS çıkarın, ceza ödemezsiniz” deniyor. Burada da vurgun var. Çünkü HGS mevcut olsa kısa mesafelerde alınacak ücret 2,25 TL iken, sonradan ödenecek miktarsa 9,25 TL olacak. Dört katı! Ne güzel değil mi? Bu da tüketicilere kolaylık diye takdim ediliyor. Marx’ın 165 yıl önce Komünist Manifesto’da açıkladığı gibi bu bir sınıf savaşı. Patronlar ve işçiler arasında yürüyüp giden bir sınıf mücadelesi. Bu mücadele, kendini adanmışlık ruhu ile bu konulara kafa yoran, koşturan, ter döken sınıf devrimcilerinin işi olabiliyor ancak. Bu anlamda da saflar netleşiyor. Her sınıf kendi muhatabını arıyor. Peki ya sendikaların durumu ne? Memur sendikalarının durumu ortada. Bölünmüş, zayıflamış ve etkisizleştirilmiş durumdalar. Sesleri çıkmıyor. Bir ses sadece, otoyollarda örgütlü ve yetkili sendika olan Yol-İş sendikasından çıkıyor. O da işçileri bu saldırılara karşı seferber edecek bir tarzda değil. Özelleştirmeye karşı AKP

binaları önünde bir kez basın açıklamaları yaptı. O da işçilerin tam da iş saati çıkışlarına denk getirilerek. Şehir merkezlerinde yapılan bu basın açıklamalarına saat beş buçukta işleri biten işçilerin gitmeleri istendi. Saat beş buçuk yerine altı dense, bu mümkündü. Bu istenmedi. Zaten böylesi bir çalışma da, dert de yoktu. Özelleştirmeler yapılmadan önce, işçilerin sendika aracılığıyla seslerini yükseltmeleri beklenirdi, ama bu olmadı. Özelleştirmelerin bittiği, HGS’lerin kurulup paraların patronların kasalarına akmaya hazırlandığı bir ortamda, sendikanın aklına Ankara’da saat onda bir basın açıklaması geldi. Eh, bu da doğru ve anlamlı bir ses işçiden yana. Ama o kadar. Önce boy boy televizyon ekranlarında göründüler. Ankara’da bakanları ürkütmemek adına basın açıklamalarını kısa kesip, işçileri otobüslerine geri yolladılar. Bunda şaşılacak bir şey yok. Gücünü ya işçilerden alacaksın ya da bakanlardan medet umacaksın. Sendika bürokrasisi bakanlıklar nezdinde işi kotarmaya çalışıyor. Buna görüntü olarak biraz işçi sosu katıyor o kadar. İşçilerin sesine kulak verip, işçilerin sesini çoğaltacak durumda değil. Böylesi bir derdi de uğraşı da bulunmuyor. O günü kurtarma peşinde. Sendikalarımıza işçiler olarak sahip çıkıp, denetleyelim. En önemlisi, sınıfımızın öz örgütlerinde de örgütlenelim. Mücadele birliğimizi çoğaltalım. Bilgilerimizi, deneyimlerimizi birleştirip, yükseltelim. Unutmayalım, ancak örgütlü işçiler yenilmezler. Ankara’dan bir otoyol işçisi

4+4+4 Sistemi Kimin İçin? G

eçtiğimiz aylarda eğitim sistemi sermayenin çıkarlarına göre yeniden şekillendirildi. 4+4+4 üzerine çok tartışmalar döndü, çok konuşuldu ama meselenin özünün sınıfsal olduğu ısrarla gözlerden kaçırılmaya devam etti. Mesele bu özden ziyade başörtüsü tartışmalarına hapsedildi. Oysa bizler biliyoruz ki, 4+4+4 ile amaçlanan şey, geleceği sorgulamayan, düşünmeyen, bireyci, kariyerist zihinlerin yetiştirilmesinin önünü açmak, biat eden bir işçi kuşağı yaratmaktır. 4+4+4 ile birlikte sermayenin derdi çocuk işçiliğinin önünü açarak, artan genç nüfusla beraber ücretleri daha da aşağı çekmek, çalışma saatlerini uzatmak, çalışma şartlarını daha da zorlaştırmaktır. Ve bunun için verilenle yetinecek, hakkının peşinde koşmayacak insanlara ihtiyaç vardır. Bunun yanı sıra eğitim giderek daha fazla ticarileşiyor. Üniversitelerde zaten alabildiğine hız kazanan sermaye-üniversite işbirliği bu alanda yakıcılığını tüm işçi çocuklarında hissettirirken, üniversite öncesi eğitimde de soygun hız kazanıyor. Parasız eğitim talebinde bulunan öğrenciler haklarını aradıkları için hapis yatarken, ilköğretimin devlet okullarında parasız olduğu ibaresi

de yasadan çıkarılıyor. Geçtiğimiz günlerde “Yatırım Teşvik Programı 2012 Değerlendirmesi” adı altında bir toplantı düzenlendi. Toplantının içeriği emekçilerden toplanan vergilerin patronlara nasıl peşkeş çekileceği idi. Toplantıda konuşan Ekonomi Bakanı, eğitim alanında verdikleri teşvik belgesi sayısının 20 Haziran 2012’den önce 5 iken bu tarihten sonra 20 kat artışla 100’e çıktığını ifade ediyor ve bunda da 4+4+4’ün etkisinin büyük olduğunu dile getiriyordu. Tabii bununla da övünüyor bakanımız. Ama sermayeye alabildiğine eli açık davranan hükümet, sıra öğretmene, memura gelince bir o kadar cimri. Patronlar ceplerini alabildiğine doldururken onların ihtiyacına her alanda cevap veren AKP hükümeti, emekçilerin sırtından topladığı vergileri patronlara peşkeş çekiyor. Bu görevini sadece sanayi işkollarında değil eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinde de yerine getiriyor. Çelişkiler her geçen gün daha da keskinleşiyor. Sömürü düzeni siren çalıyor. Bize düşense bilinçlenmek, bilinçlendirmek. Bu düzeni bir olarak alt edebilir ve kardeşçe paylaşacağımız bir dünya yaratabiliriz. İstanbul Üniversitesi’nden bir öğrenci

45


Okurlarımızdan G

“5 Ölümüz Var, Neyse 8!”

aziantep… Türkiye sermaye sınıfı adına ekonomik alanda en çok büyüme gösteren şehirlerinden bir tanesi. Başbakan Erdoğan’ın devamlı övdüğü, her fırsatta “kalkınmak istiyorsanız Gaziantep’i örnek alın” diyerek sürekli kıyaslama yaptığı bir ilimiz. Gaziantep ve bölgedeki sermayedarlara yön veren HÜRSİAD (Hür Sanayici ve İşadamları Derneği) isimli bir patronlar örgütü de var. Durum böyle olunca Başbakan’ın patronlar için övünmesi normal tabii. Peki Başbakan’ın Gaziantep’teki işçiler için söylediği birkaç kelam var mı? Ben şahsen hatırlamıyorum ya da duymadım. Olsa da zaten “daha çok çalışın, daha çok kalkınalım” derdi herhalde. Buradaki kelime oyununu deşifre edersek de, demek istediği, “daha çok sömürülün, daha çok patronlar kazansın” olurdu. Ama Başbakan’ı söylemediği bir sözle itham etmek yerine söylediği sözleri kullanarak deşifre etmek daha uygun olur. Gaziantep 4. Organize Sanayi Bölgesinde bulunan ve HÜRSİAD’a üye olan bir galvaniz fabrikasında geçtiğimiz günlerde bir patlama oldu. 8 işçi kardeşimiz hayatını kaybetti. Dile kolay 8 can. 8 eve ateş düştü. 8 işçi kardeşimizin yakınları artık “baba” diyemeyecek, “abi” diyemeyecek, ölen işçinin eşi o boş yastığa sürekli ağlayarak bakacak. Peki niye? O fabrikada iş kazalarını önleyecek tedbirler alınsaydı ölür müydü o 8 işçi kardeşimiz? Bizi maliyet olarak ya da “neyse” olarak gören patronlar biz öldüğümüz zaman mı anlayacak bizim de bir hayatımız olduğunu?

Yukarıda Başbakan’ı söylemediği bir söz için itham etmek doğru olmaz demiştim. Peki o cinayet gibi kazadan sonra Erdoğan ne dedi biliyor musunuz? Mecliste milletvekillerine konuşma yaptığı sırada AKP’li milletvekillerinden gelen mesaj üzerine konuşmasına ara vererek kâğıda göz attı. Kafasını kaldırarak “Bir konunun da üzerinde duracağım. O da şudur: Gaziantep 4. OSB’de bir galvaniz fabrikasında patlama nedeniyle 5 ölümüz var” dedi. Etraftan gelen uyarılara kulak kabartan Erdoğan, söylediği ölü sayısının yanlış olduğunu anlayarak düzeltme yaptı. “Bu karışıklığın ne önemi var canım” edasıyla etrafına bir bakış attı ve “neyse 8” dedi. Evet dostlar. Bu kadar net. Biz işçiler onların gözünde sadece rakamlardan ibaretiz. Üreten biziz, inşa eden biziz, oraları kalkındıran biziz, ama onların gözünde karın tokluğuna hayatta kaldığımız sürece sadece “neyse” yiz. Doğru, tek başına hareket ettiğimiz sürece bunların gözünde “neyse” olmaya devam edeceğiz. Ama unutmamalıyız ki biz milyonlarız. Doğru bir bilinçlenme ve örgütlülük sayesinde, işçilerin hem üretim yapıp hem de kendi sınıf çıkarlarını savundukları bir siyaset yürütebileceklerini gösterebiliriz. Şunu iyi bilmeliyiz ki, sorunu ne başbakanda ne de A ya da B partisinde aramalıyız. Sorunu çözmek için, cinayet gibi kazaların olmaması için, her şey bizim örgütlülüğümüze bağlıdır. Ankara’dan bir taşeron işçisi

Kadınlar Neden Öldürülüyor? T

ürk polisi Amerika’dan Türkiye’ye fotoğraf çekmek için geldiği söylenen ve İstanbul’da kaybolan Amerikalı Sarai Sierra’yı bir ay boyunca aradı. Bu süre içinde her akşam ana haberlerde polisin kadını aramak için seferber olduğu anlatıldı. Büyük bir arama sonucunda Amerikalı kadının cansız bedenine ulaştılar. Başbakan da bu olayla bizzat yakından ilgilendi. Fakat ne kadar uğraşsalar da canlı bulamadılar. Çok acı bir durumdur ki, Sierra da Türkiye’de yaşamını yitirdi. Bu araştırma seferberliği biraz da Türk kadınları için yapılsa keşke. Her gün birkaç kadın öldürülüyor. Bir kadın kocası tarafından öldürülüyor. Ölen kadınlardan birinin annesi “biz devletten koruma talep ettik, ama kimse kızımı koruyamadı” diyor. Yine başka bir kadın cinayeti haberi: “30 Ocakta aftan yaralanan koca bir hafta sonra eşini öldürdü.” Şimdi ister istemez soruyoruz, neden Başbakan kendi ülkesindeki kadınlara da sahip çıkmıyor? Şiddet gören kadınlar kocalarını şikâyet ettikleri halde maalesef devlet ilgilenmiyor, kadınları ölümle baş başa bırakıyor. Bir haftada 5 kadın kocaları tarafından öldürüldü. Kapitalist bir sistemde yaşamak demek

46

ölüm ve vahşet demek. Bir insan ancak kokuşmuş bir sistemde katilleşir. Yoksa bir insan başka bir insanı neden öldürsün? Bu yozlaşmış düzen insanları delirtiyor, yalnızlaştırıyor. Bu sistemin kokuşmuşluğuna teslim olmayalım. Kapitalizmi yıkmanın tek bir yolu var, o da örgütlü mücadeleden geçiyor.

Avcılar’dan bir kadın işçi


Okurlarımızdan

Güven Bana! H

ayatta çok zor kazanılan ve bir o kadar da kolay kaybedilen şeyler vardır. Birçok örnek verebiliriz buna dair ama bir tanesi var ki olmazsa olmaz! Güven. İki insanın birbirine güvenebilmesi için öncelikle birbiriyle bir şeyleri paylaşması gerekiyor. Yeri gelir bir ekmeğin yarısını, yeri gelir üzüntüyü, yeri gelir mutluluğunu paylaşırsın güvendiğin kişiyle. Bir insana güvenmek için emek sarf etmen lazım. Ancak uzun bir emek, dayanışma ve paylaşmadan sonra işçi arkadaşının güvenini kazanabiliyorsun. Birbirini tanımayan iki insanın birbirine güvenmesi zordur. Tabii ki bizlerin birbirimize karşı bu kadar güvensiz olmamızın nedenleri var. Patronlar bunu o kadar sistemli yapıyorlar ki, yeri geliyor yanımızda çalışan işçi arkadaşımıza bile güvenmiyoruz. Fabrikada Sünni, Alevi, Kürt, Türk gibi ayrımlarla bizi bölüp parçalıyorlar. Bu da yetmiyor kendi evimizin içinde bile bize güvensizliği aşılamanın formüllerini buluyorlar. Bir gün uzun ve yorucu iş temposundan sonra eve geldim. Duş aldıktan sonra koltuğa oturup televizyonu açtım. Karnım çok açtı ama kalkıp yemek hazırlamaya takatim yoktu. Televizyonda ne var ne yok diye kanal değiştirirken, birinde bir bilgi yarışmasına denk geldim. İsmi dikkatimi çekti: “Güven Bana” İzlemeye başladım. Sunucu yarışmacılardan, daha önce birbirlerini tanımadıklarına dair yemin etmelerini istedi. Onlar da yemin ederek yarışmaya başladılar. Sunucu onlara sorular soruyor, onlar da birlikte bu sorulara cevap veriyorlardı.

Her sorudan sonra soruların para değeri de artıyordu. Yarışmacılar hem aynı ekipte hem de birbirlerine rakip olarak yarışıyorlardı. Ya birbirlerine güvenip birlikte paralarını katlayacaklar ya da önce butona basan, o ana kadar biriktirilmiş bütün parayı alıp gidecekti. Diğeri de ona güvendiği için havasını alacaktı. Bir zamana kadar birbirlerine güvenmeye devam ettiler. En son bir tanesi butona basarak o ana kadar birikmiş tüm parayı alarak gitti. Diğeri ise ekip arkadaşı parayı alırken şaşakaldı. Burada biri kaybetmiş, diğeri de kendini kazanmış olarak görmekteydi. Ama aslında bu ve benzeri programlarda, yarışmalarda vb. sadece yarışmada kaybeden değil izleyenler de eğer sorgulamazsa diğer insanlara güvenini kaybediyorlar. Bu işin aslında tek kazananı var. O da patronlar sınıfı. Çünkü onlar bu programlarda bize birbirimize güvenmememiz gerektiğini anlatmaya çalışıyorlar. Biz işçiler olarak uzun saatler boyunca, düşük ücretlere çalışıyor, iş kazalarında ve meslek hastalıklarında canımızdan oluyoruz. Hepimiz neredeyse aynı şartlarda çalışıyor, aynı koşullarda yaşıyoruz. Bizim birbirimize güvenmekten başka çıkar yolumuz var mı? Patronların bizi bölmek için kullandıkları ayrımları elimizin tersiyle itmeliyiz. Kendi çıkarları için kara kutudan bize aşılamak istediği güvensizliğe inat birbirimize güvenmeliyiz. Birbirimize güvenmeli ve patronların sistemine karşı mücadele etmeliyiz. Aydınlı’dan bir metal işçisi

Makine Dişlilerine Bir Çocuk Yetmez B

aşbakan geçtiğimiz günlerde yine 3 çocuk meselesini gündeme getirdi. Başbakanın ailelerin kendi meselelerine karışmakta ne kadar rahat olduğu dikkatinizi çekiyor mu? Kaç çocuk yapacağı ailenin kendi bileceği iştir. Başbakanın görevi ailelere, kadınlara akıl vermek, onların mahremine karışmak olamaz. Belli ki Başbakan, makine çarklarını döndürmek için daha da ucuz işgücü, yani yeni köleler istiyor. Devlet yetkilileri bir taraftan “kadına şiddetin ortadan kaldırılması gerektiği konusunda çalışmalar yapıldığı” nutukları çekiyorlar. Ama diğer yandan “3 çocuk, 5 çocuk yapın” diyerek asıl şiddeti kendileri uyguluyorlar. Politikacılar, patronlar, para babaları bize kaç çocuk yapacakları konusunda hiç danışmıyorlar. Ama 3-5 çocuk planını bizim adımıza onlar yapıyorlar. Patronlar, kâr hırsıyla ucuz işgücü ve örgütsüz işçi yığınları istiyorlar. Başbakan da biz işçileri ve çocuklarımızı patronların ucuz maliyet hevesine kurban ediyor. Kadınlar dünyaya üç çocuk getirse sanki hayat daha güzel olacakmış gibi sahte kandırmacalar yayıyor. Bizlerin ve çocuklarımızın temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir ücret verilmiyor. Sadaka verir gibi asgari geçim indiriminde çocuk başına birkaç kuruş veriliyor. Asgari ücret 774 lira. Acaba Başbakan, bir gecekonduda 774

liraya nasıl geçinilir biliyor mu? Bilse bile umursar mı? Başbakanı ne ilgilendirir bu durum! Onların bir eli yağda bir eli balda! Biz Emine Erdoğan’ın çocuk sayısına karar veremiyoruz. Başbakan da bizim çocuk sayımıza karışma hakkına sahip değildir. İşçilerin yoksulluk içinde çocuk doğurup göz önünde açlık, işsizlik çekmesine Başbakanın içi el verebilir ama bizim içimiz el vermez. Zaten son zamanlarda cinnet geçirip karısını ve çocuklarını öldürerek kendini de öldüren babalar gerçeği anlatıyor. O babalar ya da anneler cani değiller. İşsizlikten bunalıp, borçlardan bunalıp cinnet geçiriyorlar. Çocuklarına iyi bakamamanın acısını yaşıyorlar. Bu yoksulluğun pençesinde kıvranırken, aldığımız ücret daha ev kiralarına, faturalara yetmezken 3-5 çocuğa yetecek parayı nereden bulabiliriz ki? Başbakan işçilerle dalga geçiyor adeta. Bizler kadın, erkek, genç, yaşlı demeden örgütlenip, hayatımızın nasıl olması gerektiğine kendimiz karar vermeliyiz. Kadının mücadeleye atıldığı gün kapitalistler korkularından titreyecekler. Biz kadın işçiler mücadele edelim ki kapitalist sistemin bataklığını el birliği ile kurutalım, özgürleşelim. Gebze’den bir kadın otomotiv işçisi

47


Okurlarımızdan

İşçiler Nasıl Geçiniyor? B

iz işçiler zor şartlar altında gece gündüz çalışıyoruz. Çalıştığımız birçok yerde patronların maliyet olarak gördükleri güvenlik önlemlerinin alınmamasından kaynaklı nice arkadaşımızı yitiriyoruz. Uzun çalışma saatlerinden ne kendimize ne ailemize doğru düzgün vakit ayırabiliyoruz. Peki, bu kadar çalışmamız sonucu koca bir ayı devirdiğimizde elimize ne geçiyor? Buna değiyor mu acaba? Peki, açlık sınırının 1000 TL, yoksulluk sınırının ise 3000 TL olduğu bir ülkede bizler 773 TL asgari ücretle nasıl geçiniyoruz? Gece gündüz çalıştığımız halde ay sonunda elimize biraz daha fazla para geçsin diye mesailere kalıyoruz. İşten eve, evden işe bir mekiğe dönen hayatımız bir süre sonra bunu öyle bir rutine bağlıyor ki, kendi sağlığımızı bile düşünmeyi unutmuş halde buluyoruz kendimizi. Kış geliyor, sokaklar kar kıyamet, hava buz gibi ama doğalgazı yakmıyoruz. Yakmıyorsun çünkü yakınca ödeyemeyeceksin. Markete mutfak alışverişine gittiğimizde en ucuz yiyeceklerden alıyoruz. Hormonlu mudur kanserojen midir bilemiyoruz, ama yine de almaya mecburuz, aksi halde aç kalacağız. Et yemekten bahsetmiyoruz bile. Hepimiz ucuz kıyafetler, ucuz ayakkabılar giyiyoruz, bazen bir düğüne, cenazeye bile gidemiyoruz. 4 kişilik bir ailenin şehir içinde ortalama üç vesait değiştirerek gidiş dönüş bir yere gittiğini düşünürsek eğer, hesap içinden çıkılmaz bir hal

48

alıyor. Kaçımız eşimizi, çocuklarımızı alıp hadi bugün de bizim olsun diyebiliyoruz ki? İşten eve kendimizi attığımızda tek eğlencemiz televizyon oluveriyor bir anda. Bilincimiz burjuva medyanın dayattığı safsatalarla dolup taşıveriyor. Onların haberleri, onların dizileri ve umut satan yarışma programlarında yarışırken buluyoruz kendimizi çoğu zaman. Hal böyle olunca da dertleniyorsun. Ama çalıştığın işyerinde bir arkadaşına halini anlatmaya da çekiniyorsun. Çekiniyorsun çünkü yanlış anlaşılmaktan korkuyorsun. “Borç mu isteyecek acaba” bakışlarına maruz kaldığını hissediyorsun. Eskiden fabrikalarda, işyerlerinde dayanışma vardı. Hâlâ var tabii ama çok nadir artık. Birimizin düğünü oldu mu, askere gitti mi, başı sıkıştı mı aramızda gücümüz yettiğince para toplar dayanışırdık. Artık düzen buna bile izin vermiyor. “Git bankadan kredi çek, bankalar kredi dağıtıyor” diyor. Önceden bakkala, manava borçlanırdık, şimdi bankalara borçlanıyoruz. Aslında değişen bir şey yok. Borcu borçla kapatıp ay sonunu ancak görüyoruz. Kredi kartları olmasa market, manav bizi kaç ay idare ederdi ki? Bir ay, bilemedin iki ay. Kredi kartı çıkınca bu süre hayli uzadı tabii. Taksitler girdi hayatımıza. Aslında sahibi olmadığımız her şey bizim oldu bir anda. Hatta öyle bir hal aldı ki, taksitle evimiz bile oldu! Hani şu kira öder gibi olanlarından. Ya da kredi kartı limitlerimiz dolduğunda senetle alır olduk eşyalarımızı. Peşin fiyatına bir peşin fiyatı daha ekleyerek aldık senetle onca eşyamızı. Tabii kredi kartlarına yüklenince bu defa hesap kabardıkça kabarıyor, elimize geçeni icralık olmayalım diye kredi kartına yani bankalara yatırıyoruz. Biz işçiler işte aynen böyle geçiniyoruz. Faturalar, taksitler, masraflar derken, para elimize geçtiği gibi öyle bir bitiyor ki, bütün ay kara kara düşünüp duruyoruz. Bir de bu işin içinden çıkamayanlarımız var. Televizyonda, gazetelerin üçüncü sayfalarında hikâyelerini okuduklarımız, duyduklarımız intihar edenler, cinnet geçirenler. İnsanlara bunu yaptıran patronlar sınıfı ve onların

bitmek bilmeyen kâr hırslarıdır. Kapitalizmin biz işçilere reva gördüğü hayat işte budur. Ama dünya döndükçe sistemin mezar kazıcısı da bileniyor, sınır tanımıyor. Aynı kaderi yaşayan, aynı sorunlarla boğuşan her yöreden, her ülkeden işçiler bir oldukça, birlik oldukça kapitalizmi alt edeceklerdir. Sefaköy’den bir grup işçi

Doğalgaz Değil Kapitalizm Öldürür! B

ir gazete başlığı aynen şöyle diyordu: “Doğalgaz faturası zehirledi”, “Konya da iki çocuk annesi 74 yaşındaki Hasibe Aksen sobadan sızan gazdan öldü.” Komşuları Hasibe Aksen’in evinde doğalgaz olduğunu, ancak faturalarının yüksek geldiğini, bu yüzden yeniden kömür sobasına döndüğünü söylediler. Şimdi bu haberi okuyan insanlar direkt olarak “eceli geldi”, “kaderinde varmış”, “ecel aldı götürdü” vb. derler. Ama kimse kapitalist sistemi sorgulamaz. Bugün doğalgaza yapılan zamlarla insanlar doğalgaz yakamaz hale gelmiştir. Bir ay adam gibi ısınmak isteseniz maaşınızın yarısını doğalgaz faturasına vermek zorundasınız. Zamlar sadece doğalgaza değil elektriğe, suya, kiraya, gıdaya her şeye yapılıyor. Asgari ücrete yapılan zamma baktığımızda ise durum gerçekten trajikomik. Bu ölümlerin tek sebebi ne kaderdir ne de ecel. Ölümlerin sebebi insanlık dışı kapitalist düzendir. İnsanca yaşamak için işçi sınıfının örgütlü mücadelesine inanmak ve kapitalist sistemi yıkmak gerekiyor. Biz onu yıkmadıkça onun kâr hırsı biz işçileri yutmaya devam edecek. Sefaköy’den bir metal işçisi




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.