Mt no 105

Page 1

Aralık 2013

105


AKP’nin Makul ve Makbul Kürt Arayışı Suphi Koray

K

ürt sorununda hareketli günlerin yaşandığı bir ayı geride bıraktık. Ne var ki bu hareketliliğin sebebi “çözüm sürecinde” yeni bir aşamaya geçilmesi ve sorunun çözümü yönünde ilerleme kaydedilmesi değildi. Sürecin tıkanması üzerine yapılan kaarşılıklı açıklamalar, Barzani’nin Diyarbakır’a gelişi ve Rojava’da yaşanan yeni gelişmeler dikkatlerin Kürt sorununa yönelmesine yol açtı. Kısaca hatırlayacak olursak, “çözüm süreci” kapsamında PKK ilk aşamada kendi üzerine düşeni yaparak gerillaların sınır dışına çekilme sürecini başlatmıştı. Nitekim yapılan ateşkes sayesinde çatışmalar sona erdi ve son süreçte gerilla veya asker ölümü gerçekleşmedi. Ancak sorunu çözmesi gereken taraf olan hükümet, üzerine düşeni yerine getirmediği gibi mütemadiyen Kürt hareketini suçladı. Böylece süreç tıkanma noktasına geldi. Bizzat Başbakan Erdoğan tarafından açıklanan “demokrasi paketi” de fos çıkınca Kürt hareketinden sürecin bittiği anlamına gelecek açıklamalar peş peşe geldi. Hatta Cemil Bayık, talepleri kabul edilmezse sınır dışına çekilen militanların geri gönderileceğini söyledi. Öcalan da 9 Kasımda İmralı’ya giden heyete “süreç halen devam etmekle beraber bir sırat köprüsü üzerindedir” dedi. Hemen ardından da Barzani’nin ziyareti gerçekleşti ve AKP cenahı bunu “çözüm sürecinde” yeni bir atılım olarak lanse

etmeye başladı. Oysa aynı günlerde Rojava’da yaşananlar başka bir şeye işaret ediyordu.

Barzani hamlesi Geçtiğimiz yıl AKP’nin kongresi için Ankara’ya gelen Barzani, Erdoğan’ın davetlisi olarak bu sefer Diyarbakır’a geldi. Diyarbakır’da devlet erkânı, Şivan Perwer ve İbrahim Tatlıses ile büyük bir şov sahneye konuldu. Yerel seçimler öncesinde Diyarbakır’da gerçekleşen bu “buluşma” elbette birçok açıdan önemli bir olaydır. Bu girişimin yeri ve zamanı göz önünde bulundurulduğunda yerel seçimlerle bağlantısını anlamak işten bile değildir ama bunu sadece seçim manevrası olarak değerlendirmek de doğru değildir. Arka planda, seçimlerin yanı sıra ve daha önemli olarak Rojava’da yaşanan gelişmeler, “çözüm süreci” ve Türkiye’nin emperyal emelleri bulunuyor. Türkiye’nin emperyal emelleri iç politikasını da dışı politikasını da belirlemektedir. Hinterlandında daha fazla söz sahibi olmak isteyen Türkiye burjuvazisi ve onun temsilcisi AKP, adımlarını bu temelde atmaktadır. Ama Kürt sorunu bu noktada onun yumuşak karnıdır. O nedenle Kürtlerin taleplerini karşılamak yerine sorunu kendi istediği biçimde ve kendi istediği ölçüde “çözmeye” çalışıyor. Şark

1


marksist tutum

kurnazlığı ile Kürtleri kandırmaya ve oyalamaya çalışıyor. Barzani’nin Diyarbakır’da ağırlanması AKP’nin bu gayretinin son örneğidir. AKP, Diyarbakır’da böyle bir miting yaparak Kürt illerinde BDP’nin hegemonyasını kırmayı amaçlamıştır. Nitekim Erdoğan’ın Diyarbakır’da sarf ettiği sözler de buna işaret ediyor: “Tıpkı Cumhuriyet’in ardından olduğu gibi bir tek parti zihniyetinin, yeni bir tek parti döneminin, dayatmaların, zulümlerin, farklı formatlarda inkâr ve reddin oluşmasına asla izin vermeyeceğiz. Doğu Anadolu’da, Güneydoğu Anadolu’da yeni bir tek parti anlayışının hüküm sürmesine müsaade etmeyeceğiz.” Bu sözler AKP’nin, ulusal hakları için mücadele eden Kürtleri PKK çizgisinden uzaklaştırarak, devletin verdiği kırıntılarla yetinen işbirlikçi alternatiflere yöneltme niyetini ifade etmektedir. Diyarbakır’ın Kürtler için özel bir anlamı vardır. 1,5 milyonluk nüfusuyla Diyarbakır Kürtler için başkent mahiyetindedir. AKP bunun farkında olduğundan Diyarbakır kalesini fethetmek için büyük bir gayret içerisindedir. AKP Barzani’yi kullanarak Kürtleri bölmeyi ve BDP’den uzaklaştırmayı hedefliyor. TC’nin en ağır hakaretlerine maruz kalan Barzani’nin büyük bir coşkuyla karşılanmasının ve Kürdistan bayraklarının AKP’nin mitinginde Türk bayraklarıyla yan yana yer almasının sebebi budur. Burjuvazi çıkarları gereği düşmanıyla bile işbirliği yapar. Kürtleri boyunduruk altında tutan bölge ülkeleri her zaman kendi Kürtlerine karşı diğer ülkelerin Kürtlerini kullanmışlardır. Türkiye geçmişte PKK’ye karşı KYB ve KDP’yi kullanmıştır. 90’lı yıllarda Güney’e yapılan bazı sınır ötesi operasyonlarda peşmergeler TC ordusunun yanında yer almıştı. Aradan uzun yıllar geçti. Hem Türkiye’de hem de Kürtlerin baskı altında tutulduğu diğer ülkelerde önemli gelişmeler yaşandı. Irak’ta Kürtler federal bir yönetime sa-

2

Aralık 2013 • sayı: 105

hip oldular. Suriye’de Kürtler Kasım ayında geçici özerk yönetim ilan ettiler. Türkiye’de Kürt hareketi bu gelişmelerin de etkisiyle madden ve manen güç kazandı ve devlet karşısında oldukça önemli bir pozisyon elde etti. Nitekim “çözüm süreci” olarak adlandırılan ve Öcalan ile devlet arasında bir yıldır devam eden görüşmeleri başlatan da bu yeni durum olmuştur. Özellikle Rojava’da yaşananlar Türk tarafını büyük bir endişeye düşürmüştür. Bunun sonucu olarak da en az hasarla süreci atlatabilmek için Kürt hareketi ile görüşmeler başladı. Esen barış rüzgârlarından sonra AKP’nin hiçbir adım atmaması Kürt sorununun çözümünde yeniden bir belirsizliğe sebep olmuştu. Eskiden kendi Kürtlerine karşı KDP ile askeri işbirliği yapan TC, şimdi yeni konjonktüre uygun olarak yeni biçimler altında işbirliğini tercih ediyor. Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasına haddinden fazla anlamlar yüklendi. Erdoğan’ın ilk kez “Kürdistan” sözcüğünü kullanmasına büyük önem atfedildi. Oysa bugüne kadar Kürdistan sözcüğünün Başbakan tarafından kullanılmamış olması bile inkârcılığın ne kadar köklü olduğunu göstermektedir. Erdoğan’ın “Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını, 76 milyonun bir olduğunu, beraber olduğunu, birlikte büyük Türkiye yeni Türkiye olduklarını göreceğiz. Hiç endişeniz olmasın” sözleri de genel affın habercisi olarak görüldü. Aslında Erdoğan demagojik belagat yeteneğiyle somut adım atmadan Kürtleri kandırmaya çalışıyor. Nitekim hemen ertesinde grup toplantısında yaptığı konuşmada genel aftan bahsetmediğini, hayalini anlattığını söyledi. Demirtaş’ın buna cevaben söylediği “hükümetlere verilen görevler hayal kurmak değil iş yapmaktır, başbakanın işi hayal kurmak değil” sözlerinin üstüne çok fazla şey söylemeye gerek yok. Kürt halkı AKP’nin somut adımlar atmasını, taleplerinin karşılanması için gereken yasal değişiklikleri yapmasını ve Kürt halkının varlığının sadece şifahen tanınmasını değil anayasal güvence altına alınmasını istiyor. Oysa AKP bunları yapmakta ayak diriyor. TBMM Çözüm Komisyonunun hazırladığı rapor da bunun açık göstergesi. Rapor devletin Kürt sorununun çözümünde ayak dirediğini gösteriyor. Raporda Kürtlerin taleplerini karşılamaya yönelik somut çözümler yer almıyor, devletin militarist yaklaşımı ve “terör” vurgusu öne çıkıyor. BDP buna alternatif olarak hazırladığı raporda, demokratik bir anayasanın yapılmasını, anadilde eğitim yasağının tamamen kaldırılmasını, Siyasi Partiler Kanunu ve seçim sisteminin değiştirilmesini, hakikat komisyonlarının kurulmasını,


sayı: 105 • Aralık 2013

genel af ilan edilmesini, barış ve müzakere sürecinin yasal zemine kavuşturulmasını talep ediyor. Bunlar gerçek ve kalıcı bir barışın gerçekleşebilmesi için mutlaka hayata geçirilmesi gereken taleplerdir. Oysa AKP savaşın tarafı olarak üzerine düşen bu sorumluluğu yerine getirmek yerine Barzani’yi sahneye sürerek Öcalan’a alternatiflerinin olduğu mesajını vermek istemiştir. Kürt hareketini bölmek öteden beri TC’nin hedefidir. Her dönem farklı biçimlerde olsa da TC, Kürtleri bölerek zapturapt altına almak hayalinden vazgeçmemiştir. “Şahinler-güvercinler”, İmralı-Kandil gibi ayrıştırmalarla Kürt hareketini kendi içinde bölmekten alternatif yaratmaya kadar çeşitli yol ve yöntemler denendi bugüne kadar. Hatta çözüm süreciyle birlikte Kandil’e karşı yıllarca “bebek katili” diye hakaret edilen Öcalan’a methiyeler düzüldü. Son olarak Kemal Burkay Kürtleri bölmek için kullanılan isim olmuştu. Bizzat İçişleri Bakanı’nın çağrısıyla 31 yıllık sürgünden sonra Türkiye’ye dönen Burkay ile BDP’ye alternatif yaratmaya çalışan AKP hüsrana uğradı. Şimdi ise aynı niyetle Barzani’yi kullanıyorlar. Bu girişimin devamı niteliğindeki bir gelişme de, Türkiye’deki Barzanicilerin, KDP’nin Kuzey’deki uzantısı olacak bir Kürt partisi kurma kararı almış olmalarıdır. Öyle görünüyor ki, PKK’ye muhalif bir Kürt partisi kurma konusunda sürekli hüsrana uğrayan TC, şansını bu kez de Barzani ve Barzanicilerle denemeye girişiyor. Kürt hareketini bölmek öteden beri TC’nin hedefidir. Her dönem farklı biçimlerde olsa da TC, Kürtleri bölerek zapturapt altına almak hayalinden vazgeçmemiştir. Son olarak Kemal Burkay Kürtleri bölmek için kullanılan isim olmuştu. Bizzat İçişleri Bakanı’nın çağrısıyla 31 yıllık sürgünden sonra Türkiye’ye dönen Burkay ile BDP’ye alternatif yaratmaya çalışan AKP hüsrana uğradı. Şimdi ise aynı niyetle Barzani’yi kullanıyorlar. Türkiye ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki yakınlaşmanın en önemli sebeplerinden birisi de ekonomik çıkarlardır. Dışişleri Bakanlığı’nın internet sayfasında “Türkiye-Irak Siyasi İlişkileri” başlığı altında şu satırlar yer almaktadır: “2012 yılı itibarıyla, Irak Türkiye’nin ihracatında, 10,830 milyar ABD Doları’yla ikinci büyük partner konumuna gelmiştir. Ticari ilişkilerin yanı sıra, Türk şirketlerinin Irak’ta üstlendikleri müteahhitlik hizmetleri de önemli bir düzeye ulaşmıştır. Irak’la enerji alanındaki işbirliğimiz de güçlenmektedir. Türkiye, enerji kaynakları bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Irak’ın petrol ve doğalgaz kaynaklarının dünya pazarlarına ulaştırılması bakımından da ön plana çıkmaktadır.” Irak’la yapılan ticari ve ekonomik faaliyetlerin önemli bir bölümü Kürdistan bölgesi ile yapılmaktadır. BBC’nin verilerine göre Kürdistan bölgesindeki yabancı menşeli 2296 firmanın 1148’ini, yani yarısını Türk firmaları oluşturu-

marksist tutum

yor. Özellikle inşaat sektöründe Türk şirketleri pastadan büyük pay alıyor. Enerji piyasasında da Türkiye’nin büyük yatırımları mevcut ve hedefte yeni doğalgaz ve petrol anlaşmaları yapmak var. Barzani ile Diyarbakır’da konuşulan konulardan birisi de buydu. Nitekim Barzani’nin ziyaretinden hemen sonra Kürdistan Başbakanı Neçirvan Barzani de Ankara’da Erdoğan ile görüştü. Gündem enerji anlaşmalarıydı. Bu anlaşmalar doğrultusunda inşa edilecek yeni boru hatları ile petrol ve doğalgazın Türkiye’ye aktarılması planlanıyor. Bu konuda, Bağdat ve ABD’yi devre dışı bırakarak çeşitli anlaşmaların gizli bir şekilde imzalandığı da ortaya çıkıyor. Türkiye bunların Bağdat’ın onayı olmadan devreye girmesinin sorun yaratacağını gayet iyi biliyor ve Irak merkezi yönetimini ve ABD’yi bir şekilde razı edeceğini düşünerek bu adımları atıyor. Ancak gerek Washington gerekse Bağdat’tan yapılan açıklamalar Türkiye ve Kürdistan yönetiminin onay konusunda çizdikleri iyimser tablonun hiç de gerçekliği yansıtmadığını ortaya koyuyor. Bu bakımdan Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun, Maliki yönetimiyle ilişkilerin düzeldiği yollu açıklamalarının dezenformasyondan ibaret olduğu da görülüyor.

TC ve Barzani’nin Rojava korkusu Rojava’da 12 Kasımda 82 üyeli Kurucu Meclis ilan edildi. Bölgede hegemon güç olan PYD’nin başını çektiği bu mecliste KDP’yle ilişkili bazı Kürt grupları haricinde hemen hemen bütün oluşumlar yer alıyor. Mecliste Kürtlerin yanı sıra Arap, Çeçen ve Hıristiyan temsilciler de yer alıyor. Kurucu Meclisin ilanı Rojava’da bölgesel bir yönetimin kurulması yolunda önemli bir adımı teşkil ediyor. Bu durum bölgedeki dengeleri değiştirecek potansiyellere sahip. Suriye’de kurulacak özerk Kürdistan tüm Ortadoğu’yu etkileyecektir. Bundan en çok etkilenecek ülkelerin başında da Türkiye geliyor. Türkiye, bu yüzden Suriye Kürtlerinin otonomi yolunda ilerlemesinden büyük bir rahatsızlık ve korku duyuyor. Üstelik Rojava’da Kürtlere öncülük eden PYD’nin PKK’ye yakın olması Türk egemenlerinin korkularını iki kat arttırıyor. AKP Türkiye’nin hemen güneyinde özerklik ilan etmiş Kürtleri kırıntılarla kandıramayacağının farkında. Bu yüzden de Rojava’nın Türkiye Kürtleri üzerindeki etkisini azaltmak için her yola başvuruyor. Önce “Suriye’nin toprak bütünlüğünün bozulmasına izin vermeyiz” diye tehditler savuran Türkiye daha sonra geçici yönetime karşı çıkmayacağını açıklasa bile, el altından el-Nusra çetelerini destekleyerek PYD’nin gücünü kırmaya çalıştı. Ardından ise sınıra ördüğü duvarla Batı (Rojava) ile Kuzey arasındaki iletişimi koparmaya çalıştı. İsrail’i her fırsatta eleştiren, sözümona Filistin halkının yanında olduğunu iddia eden AKP’nin Nusaybin’de örmek istediği bu duvarın özde İsrail’in ördüğü duvardan farkı yok. İkisi de aynı zihniyetin ürünüdür. Nusaybin

3


marksist tutum

Aralık 2013 • sayı: 105

Türkiye, Suriye Kürtlerinin otonomi yolunda ilerlemesinden büyük bir rahatsızlık ve korku duyuyor. Üstelik Rojava’da Kürtlere öncülük eden PYD’nin PKK’ye yakın olması Türk egemenlerinin korkularını iki kat arttırıyor.

mesinden yana, diğerleri ise buna karşı çıkıyor. Eğer nüfusa göre temsiliyet olursa Kuzey Kürdistan’dan daha fazla delege çıkacak ve bu da PKK’nin kongrede daha çok delegeye sahip olacağı anlamına geliyor. Kongrenin toplanamamasının asıl nedeni Barzani’nin TC ile işbirliği halinde taş koymasıdır. Dört parçaya bölünmüş Kürt halkı özgürlük mücadelesi verirken, bölge ülkeleri ve diğer emperyalist güçler ise bu mücadeleyi bastırmaya ve kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyorlar. En büyük Kürt nüfusunu barındıran Türkiye’de Kürt sorunu karşısında AKP gün geçtikçe köşeye sıkışmaktadır. Erdoğan’ın Kürdistan demesi, Barzani’ye dostum diye hitap etmesi ve Kürdistan bayraklarıyla Diyarbakır’da karşılanması bu köşeye sıkışmışlığın sonucudur. Statükocu burjuva devlet güçleri yıllarca Kürtleri her fırsatta aşağıladılar. “Bölücübaşı”, “bebek katili”, “aşiret reisi”, “alçak” gibi sıfatları kullanmadan Kürt liderlerinin isimleri hiçbir zaman zikredilmedi. Kürt ulusunun demokratik hakları tanınmadı. Çünkü statükocu güçler devletin bekasının tehlikeye gireceğinden korkuyorlardı. 2009 yılında yazılan şu satırlar bugünkü durumu daha iyi anlamayı sağlayacaktır: “Statükocu burjuva devlet güçleri, bu tarihsel korkularının bir sonucu olarak, bir yandan işçi ve emekçi sınıfların mücadelesini bastıracak yöntemleri ve anti-demokratik yasaları kalıcı hale getirirken, diğer yandan da Kürt halkının ulusal kimliğine ve demokratik haklarına kavuşmasını engellemek için, şiddete dayalı, saldırgan, inkârcı ve imhacı uygulamaları resmi devlet politikası haline getirmişlerdir. Fakat burjuva devletin yıllardan beri süregelen yalana, inkâra, baskı ve şiddete dayalı bu kadim politikaları, ne sorunları ortadan kaldırabilmiş ne de tarihsel gerçekleri buharlaştırabilmiştir. Tam tersine, gerçekler daha da direngenleşirken, sorunlar daha da ağırlaşıp kangrenleşmiştir. Bugün artık bu sorunlar, baskıcı yöntemlerle daha fazla bastırılamaz ve daha fazla ertelenemez bir hale gelmiştir. Toplumsal ilerlemenin önünde gerçek bir engel teşkil eden bu sorunlar, mutlaka çözülmeyi beklemektedir. Dolayısıyla, bu sorunları çözmeyen ya da çözümüne engel olan burjuva partilerin bizzat kendilerinin çözüleceğinden hiç kuşkumuz olmasın. Bu bağlamda, AKP’yi bekleyen akıbetin de bundan başka bir şey olmayacağını söylemek bir kehanet olmayacak.” (Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /XV, MT, Haziran 2009) 

Belediye Başkanı Ayşe Gökkan’nın açlık grevi eylemi ve Kürtlerin direnişi ile karşılaşan AKP duvarın inşasını durdurmak zorunda kaldı. Ama adeta intikam alınırcasına 3 sivil Kürt 17 Kasımda Qamişlo sınırında Türk askerleri tarafından katledildi. Şimdi ise daha büyük bir oyun sahneye konuluyor. AKP, Rojava ve Kuzey Kürdistan Kürtlerine karşı Güney ile işbirliği yapıyor. PKK’nin bölgede güç kazanması hem KDP’nin hem de TC’nin çıkarlarına ters düşmektedir. Rojava’nın statü kazanmasından korkan zihniyet Diyarbakır’da buluşmuştur. Rojava’ya sınır kapılarını kapatan sadece Türkiye olmamıştır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi de sınır kapısını kapattı. Hatta KDP, Salih Müslim’im sınırdan geçmesine de izin vermedi. Bu süreçte KDP ile PYD arasındaki gerilim iyice arttı. Barzani Diyarbakır’a gelmeden önce yaptığı açıklamada PYD’nin devrim falan yapmadığını, Suriye’de Baas rejiminin teslim ettiği yerlerde söz sahibi olduğunu belirtti ve genel olarak da PYD’nin siyasi çizgisini sert bir biçimde eleştirdi. Ne var ki, bu ikiyüzlü açıklamalardan medet uman Barzani, Güney’de kendilerinin Körfez Savaşı ve sonrasında ABD işgaliyle oluşan durumdan yararlanarak nasıl “söz sahibi” oldukları gerçeğinden hiç söz etmiyor ve Rojava’daki gelişmeleri bu tarz karalamalarla gayrimeşru ilan etmeye girişiyor. Kürt Ulusal Kongresi’nin her seferinde ertelenmesinin arkasında da PYD ve PKK’yi safdışı bırakma niyeti vardır. Kongre Kürtler açısından tarihi bir anlam taşıyor. Gerçekleştiği takdirde, hem bölgede faaliyet yürüten Kürt örgütleri hem de dünyanın çeşitli yerlerine göç etmek zorunda kalmış Kürtlerin bir araya gelmesiyle kongre bir birlik kongresi anlamına gelecek. Bu kongrede ağır basan siyasi hareket Kürt ulusuna önderlik pozisyonunu da sağlama alacak. Kongrenin doğrudan bir karar alma yetkisi olmasa da alınacak kararların manevi ve politik bir anlamı olacak bu bakımdan. Dolayısıyla delegelerin kimler olacağı önem taşıyor. PKK nüfusa göre delege belirlen-

4


Dershane Kavgasının Perdeleyemediği İktidar Çekişmesi Serhat Koldaş

G

ülen Cemaati ile Erdoğan ekibi arasında uzun süredir devam eden çekişme, Erdoğan’ın Cemaat’e büyük bir darbe vurmak üzere gündeme getirdiği dershaneleri kapatma meselesiyle birlikte, kamuoyu önünde yürüyen açık bir savaşa dönüştü. Bu çatışma, bulutsuz bir havada birden bire başlayan bir sağanak yağış değil elbette. Daha önce sürekli bastırılan, geçici olarak yatıştırılan ve alttan alta yürüyen bir çekişme söz konusuydu. Ve nihayetinde, hükümetin izlediği iç ve dış siyaset, bu iki burjuva kesimin yakın zamana kadar devam eden ittifakını sarstı ve kurulan siyasi dengeleri sürdürülemez hale getirdi. Dershanelerin kapatılmasının ne anlama geldiğini doğru okumak için Erdoğan ile Gülen Cemaati ve diğer burjuva güçler arasında geçmişte kurulan ortaklığın hangi siyasi koşullarda gerçekleştiğini ve zaman içinde bu siyasi koşulların nasıl değiştiğini görmek gerekiyor. AKP’de somutlanan burjuva ittifak çözülüyor. Çatışmanın alevlenmesiyle birlikte taraflar birbirlerinin kirli çamaşırlarını or-

taya dökmeye başladılar bile. Öyle görünüyor ki, kapışma geçici bazı uzlaşmalarla yerel seçimlerin sonrasına ertelenmediği takdirde, yakın vadede her iki taraf da birbirlerinin ipliğini pazara çıkarmak için elinden geleni yapacak.

Dershaneler Gülen Cemaati için ne ifade ediyor? Dershaneler, Cemaat örgütlenmesinin en temel ayaklarından birini teşkil ediyor. Başbakan’ın emriyle MİT tarafından hazırlandığı ileri sürülen Gülen Cemaati raporuna göre Cemaat’in Türkiye genelinde 460 dershane ve kursu, 200’den fazla özel okulu, 500 kadar öğrenci yurdu ve binlerce “ışık evi” var. Türkiye dışında ise 134 ülkede 400’e yakın özel okul, 38 öğrenci yurdu ve çok sayıda üniversiteye hazırlık kursu bulunuyor. Gülen’in “altın nesil” yetiştirmek üzere açtığı bu eğitim kurumlarında 7 binden fazla öğretmen çalışıyor. Okulların mali portresi 5 milyar dolar olarak hesaplanıyor.

5


Aralık 2013 • sayı: 105

marksist tutum

Dershaneler, Cemaat’in kadrolarını devşirip yetiştirdiği en önemli havuzu oluşturuyor. Mütedeyyin ailelerin başarılı çocukları özenle seçiliyor. En iyi üniversiteleri kazanmalarını sağlayacak eğitim sunuluyor. Böylelikle bu gençler gelecek kaygısından kurtarılmış oluyor. Üniversiteye hazırlık eğitimleri dershaneyle de sınırlandırılmıyor. Cemaat’in “ağabeyleri” ve “ablaları” seçilmiş öğrencilerle “ışık evleri”nde özel olarak ilgileniyor. Hem sınavlarda başarılı olmaları sağlanıyor, hem de Gülen’in düşüncelerini benimsemeleri için ideolojik eğitim görüyorlar. Cemaat’e kazanılan öğrenciler üniversitede kazandıkları bölümlere göre değerlendiriliyor. Öğrencilerin bir kısmının ileride devlet bürokrasisi içerisinde yer alabilmeleri sağlanıyor. Dershaneler ve okullar, savcı, hâkim, kaymakam, vali, emniyet müdürü, uzman, denetmen, müfettiş, imam, istihbaratçı vb. olarak devlet bürokrasisi içerisine yerleşen Cemaat kadrolarının seçilip yetiştirildiği temel kaynağı oluşturuyor. Öğretmenlik mesleğini seçen Cemaat kadroları yeni dershaneler kuruyor ve örgütçü olarak görev üstleniyor. Cemaat örgütlenmesi uzun yıllardır devlet aygıtı içerisinde her kademedeki kadrolaşmasını, kendi denetimindeki eğitim kurumlarına ve buralarda yürüttüğü örgütlenme faaliyetine borçlu. Gülen’in bu stratejisi, hükümetler değişse bile, devlet aygıtı içerisindeki Cemaat kadrolaşmasını sürekli geliştirip güçlendiriyor.

Sıçramalı gelişen Cemaat sermayesi Diğer meslek gruplarında yer alan yeni mezun Cemaat kadroları da Cemaat’e bağlı şirketler içerisinde değerlendiriliyor. Bunlar Cemaat’in şirketlerinde yönetici oluyor ya da yeni şirketler kurmalarına yardımcı olunuyor. Cemaat’in 2005’te kurdurduğu sermaye örgütü TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) bugün 50 bin “girişimci”yi temsil ediyor. TUSKON’un Türkiye’nin yedi coğrafi bölgesinde işadamı dernekleri federasyonu var. Bu federasyonların altında da 200’ü aşkın işadamı derneği faaliyet yürütüyor. Cemaat’in “ticaret köprüleri” olarak adlandırdığı yurtdışı bağlantıları ve sağladığı ticari olanaklar, TUSKON’a bağlı işadamı derneklerini, Cemaat’e sonradan katılan sermayedarlar için büyük bir çekim merkezi haline getiriyor. Cemaat’in dershanelerinde ve okullarında yetiştirdiği öğretmen kadroları, yurtdışındaki Cemaat okullarında da görev alıyor. Bu ülkelerdeki özel okullarda kalburüstü ailelerin çocukları eğitim görüyor. Bu okullar aracılığıyla söz konusu ülkelerin işadamlarıyla ve bürokratlarıyla ticari ve siyasi bağlar kuruluyor. TUSKON, üyelerinin sadece küçük ve orta ölçekli şirketler olmadığını, dev sanayi işletmelerinin, özel uçağı olan büyük patronların da kendilerine üye olduğunu, Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşundan 100’ünün TUSKON üyesi olduğunu övünerek açıklıyor. Kısacası dershaneler ve okullar, Cemaat’i siyasi ve ticari olarak güçlendiren kadro yapılanmasının temelini

6

oluşturuyor. Gülen’in “altın nesil” diye adlandırdığı şey, Cemaat için her anlamda “altın yumurtlayan” bir nesildir. Hükümet dershaneleri kapatarak, kendisini “Hizmet” diye adlandıran Cemaat örgütlenmesinin kadrosal beslenmesinin can damarını kesmeye niyetlenmiştir. Zaman gazetesinden Hüseyin Gülerce yazdığı bir makalede bu durumu “boğazlarının sıkılması” olarak nitelendiriyor ve Cemaat’in direnişini şöyle tanımlıyor: “Hizmet kervanı eğitim üzerinden insanımıza ulaşıyor, gönüllere giriyor. Kendimiz kalarak dünyalara açılmak istiyoruz. Bir el, hem de dost bildiğiniz bir el gelmiş, boğazınızı sıkıyor. Yapma boğuluyorum, boğacaksın beni diye ikaz ediyorum, anlamıyor… Feryad ediyorum durmuyor…” Cemaat ile Erdoğan ekibi arasında kavganın alevlenmesinin özü elbette dershane meselesi değildir. Bu, çatışmanın yansıdığı alanlardan biridir. Devlet bürokrasisi içerisinde kimin hâkim olacağına ilişkin çelişkiler şüphesiz kavganın çok önemli bir kesitini oluşturmaktadır. Ancak çatışmayı sadece bu eksende tanımlamak eksik ve yetersiz kalacaktır. Bu kavga, bugüne değin AKP’nin ardında kümelenmiş olan MÜSİAD ve TUSKON gibi sermaye örgütlerinin ulusal ve uluslararası pazarlar üzerinde yürüyen rekabetinden Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı meselesine, Kürt sorunundan Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına, ABD ve İsrail ile ilişkilere kadar uzanan çok yönlü bir içeriğe sahiptir. Erdoğan ile Gülen arasındaki “al gülüm ver gülüm” ilişkisinin sonuna nasıl gelindiğini, Erdoğan’ın Cemaat’in “boğazını sıkma” kararını nasıl verdiğini anlamak için siyasi çelişkilerin nasıl derinleştiğine bakmak gerekiyor.

Gülen Cemaati ve AKP AKP’nin kurucu kadrolarının geldiği Milli Görüş geleneği ile Gülen Cemaatinin ideolojik geleneği geçmişten beri barışık olmadı. Fethullah Gülen’in siyasi geçmişi 1960’lı yıllarda ABD’nin Türkiye’de kurdurduğu “Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği”ne kadar uzanır. Gülen


sayı: 105 • Aralık 2013

başlangıçta Said-i Nursi geleneğinin takipçisi olarak görünüyordu. Ancak büyük bir kapitalist örgütlenme haline geldiği ölçüde Said-i Nursi’yi referans almaktan giderek uzaklaştı. Son yıllarda artık adını bile anmaz hale geldi. Başlangıçtaki taassup giderek yumuşatıldı. Örneğin Gülen’in ilk dönem vaazlarında yer alan, kadının sadece saçının değil yüzünün de örtülmesi, mutlak hicap ve tesettür kurallarına uyulması gerektiği telkinlerinden zaman içinde vazgeçildi. Gülen, başörtüsünün farz değil bir füruat meselesi, yani ikincil bir sorun olduğunu “keşfetti”. Cemaat’in ilk dönem yayınlarında fotoğraf bile günah sayılıyor, görsel medya, popüler kültürün yozlaştırma aracı olarak görülüyordu. İlerleyen yıllarda ise Cemaat’in Samanyolu Yayın Grubu popüler kültürün öğelerini kullanacaktı. Faiz ve bankacılıkla ilgili ilk dönem fikirler de Bank Asya’nın kurulmasıyla birlikte revize edilecekti. Kısacası Gülen Cemaati büyük kapitalist holdingleri kucaklarken, holdingleşen Cemaat sermayesinin çıkarlarına uygun bir İslam yorumunu da formüle ediyordu. Cemaat’in Türkiye kapitalizminin emperyalist yayılmacı emellerinin misyonerliğine soyunması ve küresel bir örgütlenme ağı oluşturmaya girişmesi bu değişim sürecinin yönünü tayin etti. Bugün gelinen noktada Cemaat’in elindeki sermaye örgütü TUSKON’un Washington, Pekin, Brüksel ve Moskova’da temsilcilikleri mevcut. Geçtiğimiz Kasım ayında örgüt, Türkiye-Dünya Ticaret Köprüsü etkinliklerinin 19.’sunu gerçekleştirdi. 140 ülkeden 1000’e yakın ithalatçı şirket ile Türkiyeli işadamlarını buluşturdu. Gülen’in “dinler arası diyalog” söylemleri, küresel kapitalizm ile Cemaat sermayesini kucaklaştırmanın ideolojik arka planını oluşturmaktadır. Büyük emperyalist güçlerle, özellikle ABD emperyalizmi ile girilen sıkı ilişkiler sayesinde onlarca ülke kapısını Cemaat’in okullarına açtı. Bunun karşılığında Cemaat, Türkiye’de ABD emperyalizminin politikalarına paralel tutumlar alageldi. Bir bakıma ABD emperyalizminin Türkiye siyaseti içindeki en önemli oyuncularından biri haline geldi. Gülen’in İslam yorumu, ABD’nin İslam ülkelerinin tümünde benimsenmesinden büyük memnuniyet duyacağı bir İslam yorumudur. Gülen’in ABD’nin bölge çıkarlarıyla uyumlu, İsrail ve Yahudi sermayesiyle

marksist tutum

dost, İslam dünyasının küresel kapitalizm ile entegrasyonunun önünü açan dini yorumları, başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçlerin ruhunu okşuyor. Geçtiğimiz yıllar boyunca AKP ile Cemaat arasındaki en ciddi sürtüşmelerin, Erdoğan’ın, İsrail ile ilişkiler başta olmak üzere ABD’nin hoşuna gitmeyen adımları konusunda yaşanması hiç de tesadüf değildir. İslami kesimlerin Gülen’e yönelik en önemli eleştirisi, Gülen’in ABD, AB ve İsrail lobileriyle ters düşmemeye büyük özen göstermesidir. Bu hususu akılda tutarak devam edelim. Gülen her dönemde siyasetin içerisindeydi ancak kendisinin siyaset dışı olduğunu iddia etti. Aslında amacı Türkiye siyasetinin “üstünde” olmaktı. Cemaat, işbaşına gelen her hükümetle iyi geçinmeye çalıştı. Turgut Özal’la, Süleyman Demirel’le, Mesut Yılmaz’la, Tansu Çiller’le ve Bülent Ecevit’le iyi ilişkiler kuruldu. Cemaat’in devlet bürokrasisi içerisinde kadrolaşması ve ordu bürokrasisine sızma çabaları ise Kemalistleri, özellikle de Genelkurmay’ı her dönem rahatsız etti. Gülen Cemaatinin Erbakan ve Milli Görüş’le yıldızı ise hiçbir dönem barışmadı. Cemaat her dönem Erbakan’a ve Milli Görüş’ün ileri sürdüğü politikalara mesafeli durdu. Türkiye’de rejimin, Milli Görüş’ü ve İslami kesimleri hedef tahtasına koyduğu dönemlerde Gülen, rejimle çatışmamak için “biz onlardan değiliz” söylemine sığınmış, söylemlerini o günün siyasi atmosferine uyarlayan pragmatist bir politika izlemişti. Erbakan Avrupa Birliği’ne soğuk bakarken ve İslam ülkeleri arasında ortak pazar kurma hayalleri taşırken, Gülen AB’ye sıcak bakıyordu. Gülen Cemaatinin yayınlarında ABD ile savaşan mücahit grupların terörist olarak nitelendirilmesi diğer İslami kesimleri çileden çıkarıyordu. 28 Şubat 1997’deki darbenin ardından bütün İslami vakıf ve dernekler baskıyla karşı karşıya kalırken Gülen Cemaatine dokunulmamıştı. Gülen, 28 Şubat sürecinde sekiz yıllık kesintisiz eğitime, imam-hatip okullarının önünün kesilmesine, Kur’an kurslarına yaş sınırı getirilmesine açıktan muhalefet etmemişti. Ancak 1999 yılında Gülen’in kendi Cemaat kadrolarına yönelik bir konuşmasının video kayıtları bazı televizyon kanallarında yayınlandı. Bu konuşmada Gülen, devlet bürokrasisindeki mevcudiyetlerini, kendilerini fazla belli ettirmeden, göze Cemaat’in Türkiye kapitalizminin emperyalist yayılmacı emellerinin misyonerliğine soyunması ve küresel bir örgütlenme ağı oluşturmaya girişmesi, onun değişim sürecinin yönünü tayin etti. Bugün gelinen noktada Cemaat’in elindeki sermaye örgütü TUSKON’un Washington, Pekin, Brüksel ve Moskova’da temsilcilikleri mevcut.

7


marksist tutum

batmadan, uygun ortam ve koşullar oluşana kadar devam ettirmelerini telkin ediyordu. Bunun üzerine Gülen’e TC’yi devirmek amacıyla yasadışı terör örgütü kurmaktan dava açıldı. Gülen ABD’ye yerleşti. Davalardan beraat etti ama Türkiye’ye geri dönmedi. Küresel Cemaat ağının merkezi çoktan ABD’ye yerleşmişti. 28 Şubat darbesinin ardından merkez sağ partiler çökmüş, Milli Görüş bölünmüş durumdaydı. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın başını çektiği bir ekip Milli Görüş kimliklerini geri planda tutarak merkez sağ kadroları, cemaatleri ve liberal kesimleri kucaklayacak bir parti kurmaya girişti. AKP hem İstanbul sermayesinin hem de Anadolu sermayesinin onayını almış olarak iktidara geldi. Sivil-asker bürokrasinin vesayetine ve darbe girişimlerine karşı kurulan burjuva ittifakı AKP’yi, Gülen Cemaatini ve diğer cemaatleri aynı cephede buluşturdu. Bu kutsal ittifak ABD’nin, AB’nin, Türkiye’deki sermaye örgütlerinin çoğunluğunun ve liberallerin desteğini arkasına aldı. Ergenekon davalarıyla nihayete varan süreçte, sivil-asker bürokrasi yenilgiye uğrayacaktı.

AKP’de somutlanan burjuva ittifakın büyüyen çelişkileri Halk desteği, ABD desteği ve hatta büyük sermayenin desteğine rağmen Türkiye’nin özgün koşullarında sivilasker bürokrasiyi salt bu kuvvetlerle alt etmek mümkün değildi. Devlet aygıtı içinde de sağlam dayanaklara, operatif-teknik desteğe ihtiyaç vardı. Bu noktada AKP gerekli desteği ancak polis teşkilatından ve yargıdan alabilirdi. Bu kurumlarda da kendisinin sadık kadro birikimi yeterli değildi. O nedenle buralarda yıllar içinde büyük bir kadro birikimi yapabilmiş olan Cemaatin yardımına başvuruldu. Cemaat de bir yandan kendisinin can düşmanı olan sivilasker bürokrasiden kurtulmak istiyor, bir yandan da bu savaşı yeni iktidar olanakları elde etmenin altın bir fırsatı olarak görüyordu. Bu süreç öncesinde ve süreç boyunca pek muhtemelen pazarlıklarla Cemaate birçok mevki ve olanaklar sunuldu. 2007 seçimlerinde Cemaat’in 30 kadar milletvekili adayı AKP listelerinden seçtirilmişti. Bu seçim döneminde sivil-asker bürokrasiyle kapışma tam gaz sürüyordu. 2011 seçimlerindeyse AKP’nin seçtirdiği Gülenci milletvekili sayısı 4’e düştü. 2007-2011 döneminde AKP, Cemaat’in bazı bakanlık taleplerini de geri çevirmemişti. Diyanet İşleri’nden sorumlu olan devlet bakanlığı da Gülen Cemaat’ine sunulmuştu. Çok kritik bir yer olan Emniyet İstihbarat Dairesi de Gülen Cemaat’ine emanet edilmişti. Valiliklere ve emniyet müdürlüklerine, yargı ve eğitimde kritik noktalara Cemaat’in sunduğu listelerdeki isimler atanmıştı. Erdoğan “Ne istediler de bugüne kadar geri çevirdik? İstedikleri her şeyi verdik” derken geçmişteki bu atamalara atıfta bulunuyordu. AKP ile Cemaat arasındaki ittifak Türkiye sınırlarının ötesinde de devam

8

Aralık 2013 • sayı: 105

ediyordu. TC burjuvazisinin Orta Asya’ya, Ortadoğu’ya ve Afrika ülkelerine yönelik yayılmacı ataklarında da Erdoğan-Gülen ittifakı işbaşındaydı. Kazakistan hükümeti Cemaat okullarını kapatmak istediğinde Erdoğan derhal Kazakistan’a giderek okulların kapatılmaması için ricada bulunmuştu. Türk burjuvazisinin Somali’ye adım atışı, Cemaat’in kamuoyuna “açlara yardım” olarak pazarladığı kampanyalarla gerçekleştirilmişti. 2010 yılındaki anayasa değişikliği referandumu, sivil-asker bürokrasiye karşı yürütülen mücadelenin son dönemeciydi. Hükümet en üst yargı kurumlarına yapılacak atamalar konusunda ağırlık kazandı. Artık bürokrasinin, kapatma davası gibi tehditlerle yargı darbesi yapması mümkün olamayacaktı. AKP’nin 2007’de %46 olan oy oranı 2011 seçimlerinde %50’ye yaklaşmıştı. AKP’de somutlanan kutsal burjuva ittifakı zafer kazanmıştı. Ancak görünen o ki Cemaat, destek ve hizmetlerinden elde ettiği kazanımları yetersiz buluyor ve daha fazlasını istiyordu. Burada özellikle orduya ve MİT’e yerleşme isteğinin önemli bir rol oynadığı ve Erdoğan’ın da buna razı gelmediği anlaşılıyor. Tüm bunlara iç ve dış politikada Cemaatin daha farklı politikalar yönünde bastırmasını eklediğimizde, bu istekler “aşırı” görülüyordu. Üstelik artık can düşmanı sivil-asker bürokrasi karşısında zafer elde edildikten sonra Erdoğan’ın talepkâr müttefiklere mecburiyeti de azalmıştı. AKP’nin artık zoraki demokrat olmaya da ihtiyacı yoktu. Otoriterleşme eğilimleri belirginleşen Erdoğan’ı eleştiren liberaller gözden çıkarıldı. Demokratikleşme ve Avrupa Birliği hayalleriyle AKP’nin kuyruğuna yapışan liberal yazarlar çalıştıkları gazetelerden kovulmaya başladı. 2008 krizinin ardından AB ile ilişkiler gevşemeye başlamış, dünya ekonomik krizi AB’nin geleceğini belirsiz hale getirmişti. AB’ye girme hayaliyle hükümeti destekleyen sermaye çevrelerinin beklentileri kırılmıştı.

AKP’nin dış politikası ve Cemaat Erdoğan ve Abdullah Gül ABD’nin 2003 yılındaki Irak seferine Türkiye’yi de katmak için ellerinden geleni yapmışlardı. Ancak o gün için güçleri meclisten tezkere geçirmeye yetmemişti. Tezkere krizinin ardından AKP, Türkiye’nin Irak seferine katılmasına taş koyan Genelkurmay’ı ve ulusalcı kanadı ABD’ye şikâyet etti. Erdoğan 2004 yılında ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi ve Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin eşbaşkanlarından biri oldu. Türkiye burjuvazisinin alt-emperyalist bir güç olarak ABD’nin bölgeye ilişkin planlarında yer alması, AKP’nin, ABD’nin desteğini arkasına almasını sağlamıştı. ABD’nin istihbarat desteğini ve siyasi desteğini arkasına alan AKP ordunun darbe girişimlerini savuşturabilmişti. ABD ile “iyi ilişkiler”, ordu içindeki cuntaların darbeci faaliyetlerine ilişkin bavullar dolusu belgenin AKP’ye sunulmasını sağlamıştı. CIA, belgeleri


sayı: 105 • Aralık 2013

Gülen Cemaatine teslim etmiş, Cemaat’in istihbaratçı olduğu ileri sürülen gazeteci mensubu Mehmet Baransu belgeleri Taraf gazetesinden parça parça yayınlamaya başlamıştı. Sivil-asker bürokrasinin belini kıran Ergenekon davası, bu belgeler üzerine kuruldu. AKP ile Cemaat, darbecileri yargılarken tam bir işbirliği içerisindeydi. Her iki tarafın savcıları ve hâkimleri davalar boyunca beraber hareket etti ve dalga dalga yayılan operasyonlarla darbeci generaller ve beraberindekiler tasfiye edildi. Ergenekon operasyonları ve davası AKP’yi Türkiye siyasetinde olağanüstü güçlü hale getirdi. Ergenekon’a sahip çıkmaya çalışan ulusalcı kanadın muhalefet partileri kamuoyu önünde rezil rüsva oldu. Bu süreç AKP’yi rakipsiz ve alternatifsiz bir güç haline getirdi. ABD’nin desteklediği bu süreç, nihayetinde ABD çıkarlarına karşıt bir durum ortaya çıkardı. Çünkü ABD emperyalizminin Türkiye’de AKP hükümeti ile çalışmaktan başka seçeneği kalmadı. Oysa koşullar ve dengeler değişiyordu. Bir yandan eşitsiz ve bileşik gelişme dinamiklerinin genel bir sonucu olarak, bir yandan da bu dinamiklere özel bir itilim veren kapitalizmin dünya ölçeğinde içine girdiği büyük krizi dolayısıyla, yeni olgular ortaya çıkmaya başlamıştı. İleri kapitalist ülkelerin dünya ekonomisi içindeki ağırlıkları göreli olarak geriliyor ve aralarında Türkiye’nin de olduğu yeni kapitalist güçler dünyada yükselmeye başlıyordu. Bu eğilimlere AB’nin Türkiye’yi iyiden iyiye dışlamaya yönelmesini de eklediğimizde, zaten İslam dünyasına açılma vizyonu ve faaliyeti olan AKP, bu vizyonuna daha büyük bir önem atfetmeye ve daha güçlü biçimde sarılmaya başladı. Daha bağımsız bir siyaset izleme konusunda cesaretlendi. Bu şartlarda ABD emperyalizminin planlarına dâhil olarak kendine düşen payı almak Erdoğan’a yetmemeye başladı. Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye burjuvazisi, bölgesel emperyalist bir güç olarak Ortadoğu’da kendi çapında oyun kurucu bir rol üstlenmeye kalkıştı. Türkiye siyasetinde AKP’nin alternatifsiz olması, Erdoğan’ın özgüvenini iyice şişirdi. AKP Türkiye’yi İslam dünyasının lideri konumuna yükseltmek istiyordu. Önceki yıllar boyunca “mükemmel” olarak tanımlanan Türkiye-İsrail ilişkileri, hükümetin 2009 Gazze savaşında İsrail’e karşı tutum almasıyla gerildi. 2009 yılı başında gerçekleşen Dünya Ekonomik Forumu’nda Erdoğan, İsrail’in Gazze’ye karşı tutumunu şiddetle eleştirdi. Toplantıda ünlü “one minute” vakası yaşandı. 2010 yılında İsrail ablukasındaki Gazze’ye yardım götürmek ve ablukayı delmek üzere yola çıkan 8 gemilik Gazze filosuna İsrail ordusu askeri operasyon düzenledi. İsrail, Mavi Marmara gemisinde 9 kişiyi katletti. AKP İsrail’i canilikle suçluyordu. Fethullah Gülen ise sonrasında çok tartışılacak bir açıklama yaptı. Gülen “Mavi Marmara Gemisi yola çıkmadan önce İsrail’den izin almalıydı” diyerek AKP’nin ve diğer İslami kesimlerin şimşeklerini üzerine çekti. Mavi Marmara olayı Erdoğan-Gülen ilişkilerinde önemli bir kırılma noktası oldu.

marksist tutum

ABD’den bağımsız bir şekilde Kuzey Afrika’da Müslüman Kardeşler’le ortaklıklar kuran, Mısır’da ABD’nin desteklediği askeri darbeye karşı tavır alan, Suriye’de El Kaide çetelerini destekleyen, Çin’den füze savunma sistemi alacağını açıklayan, Rusya’da Putin’le görüşürken Şanghay Beşlisi’ne göz kırpan Erdoğan, ABD emperyalizmine artık güven vermiyor. ABD son günlerde Irak Kürdistan’ı ile yapılan petrol boru hattı ve doğalgaz anlaşmalarına da tepki gösterdi. Erdoğan’ın Irak’taki Maliki hükümetinden bağımsız olarak Barzani ile bu tür anlaşmalar yapması ABD’yi ve bölgedeki güçleri tedirgin ediyor. Suriye’deki El Kaide bağlantılı radikal grupların Suriye Kürdistanı’na karşı kullanılmak üzere silahlandırılması da ABD’yi rahatsız ediyor. AKP’nin izlediği bu siyasetin yürütülmesinde önemli bir rol oynayan MİT müsteşarı Hakan Fidan da gerek ABD ve İsrail’in, gerekse Gülencilerin hedefi haline gelmiştir. Cemaat özellikle MİT’i ve Fidan’ı hedef alan bir hamle yaparak, MİT müsteşarını PKK ile yapılan gizli görüşmeleri bahane etmek suretiyle mahkemeye çıkarmaya kalktı. Bunun doğrudan doğruya Erdoğan’a uzanan bir girişim olduğu alenen ortadaydı. Bu hamle ters teptiği gibi iki odak arasındaki ipler de ciddi anlamda koptu ve Cemaat kadrolarının devlet içinde tasfiyesi süreci hız kazandı. Erdoğan, Cemaat’e teslim ettiği kritik noktaları tek tek geri almaya başladı. Emniyet İstihbarat Dairesi, Cemaat’in elinden alındı. Geçtiğimiz Mayıs ayında başbakanlığın kararnamesiyle 11 ilin valisi değişti. Bazı valiler merkeze çekildi. Erdoğan, Cemaat’in bürokrasideki kadrolarını tasfiye ederek ya da kendi yanına çekerek Cemaat’in altını boşaltmaya çalışıyor. Cemaat kökenli bürokratların önemli bir kısmının koltuklarını koruyabilmek ya da yükselmek için, iktidar gücünü, dolayısıyla atama yetkilerini elinde tutan Erdoğan’a biat etmeleri sağlanabiliyor. Cemaat’in yerel seçimlerde AKP’ye destek vermeyeceği uzun zamandır konuşuluyor. Cemaat’in kendi tabanını AKP’den başka bir seçeneğe razı etmesi oldukça zor görünse de, Mustafa Sarıgül, İstanbul sermayesinin güdümündeki medyanın yanı sıra Cemaat medyasında da parlatılmaya başlandı. Yerel seçimlerde AKP’nin karşısına güçlü bir aday çıkarılmasının ve AKP’nin yerel seçimlerde İstanbul’u kaybetmesinin, Erdoğan’ın gücünü zayıflatacağı öngörülüyor. Bu zafiyet durumunun en önemli sonucuysa Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı hayallerinin tehlikeye girmesi olacaktır. Giderek çok daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, gerek ABD, gerek AB, gerekse yerli büyük sermaye çevrelerinin ağababaları Erdoğan’sız bir Türkiye istemektedirler. ABD’yle çıkar ortaklığı yapmakta olan Gülen’in AKP’yle çatışması da tam da bu süreçte iyice sertleşmiştir ve gelecek yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde dananın kuyruğunun kopacağı görülmektedir.

9


Sıkışan AKP’nin Muhafazakârlık Salgısı Artıyor İlkay Meriç

Y

eni iktidar dönemiyle birlikte AKP, toplumsal muhalefeti bastırmak üzere hız verdiği otoriter uygulamalarına paralel olarak, din eksenli muhafazakâr dayatmalarını ve özel hayata müdahalelerini de arttırdı. Kürtaj konusundaki sınırlamalar, alkol konusundaki yasakçı düzenlemeler, mevcut zorunlu din dersine ilaveten “seçmeli” denilerek müfredata eklenen iki yeni dini dersinin pek çok okulda yukarıdan dayatmayla zorunlu dersler haline getirilmesi, imam-hatip okullarının sayısının sıçramalı bir şekilde arttırılması, bunu yaparken kimi yerlerde normal liselerin kapatılması, okullarda ve yurtlarda kızlarla erkekleri birbirinden yalıtma girişimleri, stüdyo tipi dairelerin “Türk aile yapısına uygun olmaması” gerekçesiyle yasaklanması vb. derken, bunlara bir de Erdoğan’ın kız ve erkek öğrencilerin birlikte kaldıkları evlerin denetlenmesine ilişkin gerici çıkışı eklendi. Erdoğan, bunun sadece muhalif kesimlerde değil AKP içinde de ciddi bir sorgulamaya yol açması üzerine geri adım atarak meseleyi gündemden düşürme yoluna gittiyse de, bu tür gerici adımların ve sansasyonel çıkışların arkasının kesilmeyeceği açıktır. Bu tartışma soğumadan AKP’li meclis başkanve-

10

kilinin, üstelik de Dünya Çocuk Hakları Günü vesilesiyle, “kız ve erkek öğrencilere birlikte eğitim yaptırılmasını büyük bir yanlışlık olarak değerlendiriyorum, inşallah bu yanlışlık önümüzdeki dönem içinde düzeltilecek” şeklinde sözler sarf etmesi de bunun bir göstergesidir. Kuşkusuz AKP toplumu zapturapt altına almak için İslami motiflere bezenmiş muhafazakâr dünya görüşüne uygun adımlar atmaya çalışmaktadır. Ne var ki, bu tür gerici adımları ve çıkışları Kemalist kesimde yaygın olan “AKP’nin gizli şeriat gündemini adım adım hayata geçirdiği, cumhuriyeti tasfiye ettiği” türünden irrasyonel değerlendirmelerle açıklamak, meselenin çok boyutlu yönlerinin gözlerden gizlenmesine hizmet etmekte ve diğer burjuva kampa yedeklenmenin yolunu döşemektedir. Dolayısıyla Marksistlerin yapması gereken şey, meseleyi tüm boyutlarıyla ve bağımsız sınıf perspektifiyle değerlendirerek, proletaryayı devrimci temellerde bir karşı duruşa yöneltmek olmalıdır. Her şeyden önce, iç ve dış siyasette yaşanan sıkışmışlığın, Erdoğan’ın başkanlık özlemlerinin ve Gezi sürecinde karşı karşıya kaldığı kitlesel protesto dalgasının, yaklaşan


sayı: 105 • Aralık 2013

seçimler öncesinde AKP’yi mevcut burjuva kutuplaşmayı daha da keskinleştirerek kendi safını tahkim etmeye yönelttiğini görmek gerekiyor. Bu tahkimat ihtiyacını doğuran bir başka önemli faktörse, kapitalizmin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı misyon edinen ve bu doğrultudaki politikaları dizginsizce hayata geçiren AKP’nin, kendi ayaklarının altındaki zemini de oyan önemli sosyal ve siyasal sonuçlarla karşı karşıya oluşudur. Burjuvazinin zenginleşme hırsını, ikbal avcılığını, açgözlülüğünü teşvik ve tatmin etmeyi merkezine alan kapitalist ekonomik politikaların ve hak gasplarının emekçi kitlelerde yarattığı hoşnutsuzluk giderek artmaktadır. Bunun yanı sıra, kapitalist gelişmeyle birlikte geleneksel ilişkilerin çözülme süreci hızlanıp, geleneksel değerler aşınıyor. Bunun yarattığı çelişkiyse, din eksenli bir muhafazakâr çizgiye sahip olan AKP üzerinde bir basınç oluşturuyor. AKP açısından kendi safını sıklaştırma ihtiyacının özellikle son iktidar dönemiyle birlikte iyice yakıcı hale geldiği açıktır. Uzun bir süre boyunca muhafazakâr tabanını darbe tehlikesi, türban yasağı vs. üzerinden yürüttüğü mağdurluk ve mazlumluk propagandasıyla kenetleyerek iktidarını sağlama alan AKP, artık bu propagandanın temeli kalmadığından yeni araçlara ihtiyaç duyuyor. Doğan boşluk ise, muhafazakâr adımlar ve sansasyonel çıkışlar daha aktif bir şekilde devreye sokularak doldurulmaya çalışılıyor. Muhafazakârlığı aynı zamanda çimento olarak kullanmak isteyen AKP, kanaatkâr ve itaatkâr olmalarını vaaz ettiği emekçi sınıfları da muhafazakâr bir söylemle illüze edip dizginlemeye ve kendi safında tutmaya çalışıyor. Bu arada, haris dünyevi tutkularıyla uhrevi inançları çatışan ve birincisi karşısında direnemeyen İslamcı burjuva ve küçük-burjuva kesimlere de çekidüzen verilmek isteniyor. Kendi çekirdek tabanında İslami hayat tarzının uğradığı bu ciddi erozyonun ideolojik erozyonla atbaşı gittiğinin farkında olan AKP, bir yandan gevşemekte olan ideolojik bağı sıkılaştırmaya çalışırken, öte yandan da bu kesimde alabildiğine yaygınlaşan zevk, debdebe ve sefahat düşkünlüğünün emekçi kitlelerde tepki uyandıracak şekilde sergilenmesini engellemeye uğraşıyor.

Gençliğe düşmanlık AKP’nin otoriter, dinci, muhafazakâr uygulamalarının son süreçte gençliği ve kadınları hedef alması da tesadüf değildir. Zira “Gezi” direnişi AKP açısından bir dönemeç noktası olmuştur. Bu süreçte doruğuna ulaşan toplumsal muhalefetle AKP ilk kez böylesine kitlesel bir aktif tepkiyle karşılaşmış ve harekete yönelik saldırganlığından da görüldüğü üzere ciddi bir ürküntüye kapılmıştır. Ardından da “Gezi”nin öcünü almak ve aklınca burun sürtmek için dört koldan harekete geçmiştir. Otoriter ve gerici dayatmalara tepkisini gösteren gençler alenen düşman ilan edilmiş, “Gezi” direnişine katılanlara yönelik olarak ma-

marksist tutum

hallelerde, okullarda, yurtlarda ve devlet kurumlarında açıktan bir cadı avı başlatılmıştır. Erdoğan’ın “kızlı-erkekli evler” açıklamasının ardından ise, öğrenci evlerinin yanı sıra bekâr kadınların kaldığı bazı dairelere de polis baskınları düzenlenmiş, tacizler artmıştır. Muhalif gençlik, okulunda, mahallesinde, apartmanında ve hatta stadlarda polis kuşatmasına alınmaktadır. Son olarak İçişleri Bakanlığının, YÖK’ten, devlet yurtlarında kalan tüm öğrencilerin bilgilerinin kendisine verilmesini istemesi de bu kuşatma ve sindirme harekâtının bir parçasıdır. Gençlik burjuva iktidarlar için her daim denetim altında tutulması gereken bir tehdit olarak görülmüştür. Çünkü yaşı gereği sosyal ve siyasal kimlik arayışında ve bireysel isyan halinde olan gençlik, politikleştiği takdirde bu isyanının düzen karşıtı kolektif bir tepkiye dönüşme olasılığı vardır. Bu yüzden burjuvazi her daim gençliği zapturapt altına almaya çalışır ve bunun için pek çok yönteme başvurur: resmi ideolojiye, ezbere ve ağır bir sınav yüküne dayalı eğitim sistemi, bireyci ideolojik bombardıman, din, futbol, magazin, alkol, uyuşturucu… Bütün bunlarla önüne geçilemeyip düzene karşı isyanın sinyalleri gelmeye başladığında ise bu kez açık şiddet, yani devlet terörü ve sivil faşist terör devreye sokulur ve bu da büyük bir ideolojik manipülasyon ve karalama harekâtıyla desteklenir. Din, ahlâk ve geleneksel değerler savunusu adı altında, gençler ahlâksızlıkla, namussuzlukla, teröristlikle, marjinallikle vb. suçlanıp yalıtılmaya ve başı ezilmesi gereken bir düşman olarak gösterilmeye çalışılır. Bugün AKP’nin yaptığı da budur ve yükselmeye başlayan gençlik muhalefetini, daha fazla tehlike arz eder hale gelmeden bastırıp ezmek istemektedir. AKP sadece muhalif gençlik kesimlerini değil, kendi tabanını oluşturan ancak hızlı kentleşme ve modernleşmeyle birlikte raydan çıkmaya başladığını düşündüğü gençlik kesimlerini de zapturapt altına almaya çalışıyor. Kapitalizmi geliştirmek için hırsla uğraşan AKP, bunun kültürel ve düşünsel sonuçlarına katlanamıyor ve bastırmaya çalışıyor. Muhafazakârlık ve din ise ideolojik cephaneliğin başlıca araçları olarak kullanılıyor. “Kızlı-erkekli evler” meselesi de bunun tipik bir örneğidir. Her kente üniversite açarak, en tutucu, en içe kapalı Anadolu kentlerinin bile hızlı bir ekonomik, sosyal, kültürel dönüşüme uğramasının önünü açan bizzat AKP hükümetidir. Bu kentlerin on binlerce öğrencinin gelmesiyle yaşadığı ekonomik canlanma, öğrencilere fahiş fiyatlarla ev kiralama fırsatı vb. muhafazakâr olanlar da dahil burjuva ve küçük-burjuva kesimlerin yüzünü güldürmektedir. Ancak paraya gelince el ovuşturan muhafazakâr kesim, üniversitenin yarattığı sosyal atmosferden ve dönüştürücü rolden fazlasıyla rahatsız durumdadır. Geçtiğimiz yıl tam da bu günlerde Mardin Yeşilay Cemiyeti başkanının sarf ettiği “üniversiteliler ilimize ahlâksızlık getirdi” sözleri tam da bu rahatsızlığın bir ifadesiydi. Çünkü bu kesimin gençliği de, ister bu kentlerde yaşasın isterse üniversite eğitimi

11


marksist tutum

Aralık 2013 • sayı: 105 Gençlik burjuva iktidarlar için her daim denetim altında tutulması gereken bir tehdit olarak görülmüştür. Çünkü yaşı gereği sosyal ve siyasal kimlik arayışında ve bireysel isyan halinde olan gençlik, politikleştiği takdirde bu isyanının düzen karşıtı kolektif bir tepkiye dönüşme olasılığı vardır. Bu yüzden burjuvazi her daim gençliği zapturapt altına almaya çalışır. Bugün AKP’nin yaptığı da budur ve yükselmeye başlayan gençlik muhalefetini, daha fazla tehlike arz eder hale gelmeden bastırıp ezmek istemektedir.

için diğer kentlere gitsin, söz konusu atmosfer nedeniyle modernleşme yönünde hızlı bir dönüşüm geçirmekte, bu gençler aileleri tarafından zaptedilemez hale gelmektedir. İşte AKP bu tür çıkışlarla bir yandan bu tabana seslenerek muhafazakâr hassasiyetlere oynamakta, öte yandan da otoriter, baskıcı uygulamalarını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Gençliğe potansiyel “terörist” gözüyle bakan ve apartman yöneticilerini, muhtarları, devlet kurumlarına yerleştirilen yöneticileri resmi ihbarcı olarak görevlendiren 12 Eylül faşizminin ardından şimdi de AKP aynı sopaya başvurmaktadır. Erdoğan, “oralarda karmakarışık şeyler oluyor” dediği kızlı-erkekli öğrenci evlerinin engellenmesi için gerekirse yasal düzenleme yapılacağından, polisin ve valiliklerin bu iş için seferber edileceğinden söz etmektedir. Aileler kışkırtılıp gençler bir de bu kanaldan baskı altına alınmaya çalışılmakta, bununla da yetinilmeyip polis ajanı haline getirilmeye çalışılan mahalle halkı fiilen gençleri lince teşvik edilmektedir. 2004’te AB’nin baskısıyla “zina”yı suç olmaktan çıkaran AKP, şimdi “zina”nın, yani evli kişilerin evlilik dışı ilişkisinin suç sayılmasının da gerisine giden adımlar atmaya girişerek, 18 yaşını doldurmuş reşit gençlerin evlerine, arkadaşlıklarına, özel yaşamlarına burnunu sokmaktadır. Kadın ve erkek öğrencilerin aynı evde kalmalarını gayrimeşru ilan edip evlere müdahale etmeye kalkan AKP’nin okulları ve yurtları boş bırakması elbette düşünülemezdi. Nitekim kız ve erkek yurtlarının aynı yerleşke içinde bulunmasına bile tahammül edemeyen AKP, yurt binalarını kızlarla erkeklerin bahçesinde bile birbirleriyle karşılaşamayacakları şekilde birbirinden uzaklaştırmaktadır. Erdoğan’ın bu gerici icraatı “kızlarla erkeklerin karışık olarak kaldıkları yurt uygulamasına son verdik” diyerek açıklaması ise koca bir yalan olmasının yanı sıra açık bir tahrik unsuru da taşımaktadır. Böyle bir uygulamayı hiç olmadığı halde varmış ve kendileri kaldırmış gibi gösteren

12

Erdoğan ve şürekası, bir yandan “yurtlar fuhuş yuvasıydı, biz bunun önüne geçtik” algısı yaratırken, öte yandan yurt binalarının yerinin değiştirilmemesini savunanları “ahlâksız”, “namussuz” olarak damgalayıp hedef tahtasına oturtmaktadır. Bu arada elbette tarikat yurtları da teşvik edilmiş olmaktadır. Okullarda ise karma eğitimin her fırsatta aşındırılmaya çalışıldığı görülüyor. Gerici okul müdürlerinin yemekhaneleri, kantinleri ve hatta merdivenleri haremlik-selamlık olarak ayırma girişimleri yaygınlaşırken, karma eğitime son verme düşüncesi artık AKP milletvekilleri tarafından yüksek sesle dile getirilir olmuştur. Kadın gördüklerinde akıllarına “karmakarışık işler”den başka bir şey gelmeyen muhafazakâr darkafalılar, karma okulları bile fesat yuvası olarak görebilmektedirler. Gençliği dinle kıskaca alıp itaatkâr kılmaya çalışan AKP, bir yandan da üniversite çağındaki gençleri başgöz ederek onları muma çevirmek istemektedir. Asi olmayın, evlenin, üç-beş çocuk yapın, kuzu gibi çalışın ve tüketin, tüketin, tüketin… Hükümetin gençlikten, özellikle de kadınlardan istediği budur. Bütün bunlardan sonra bile utanmadan “yaşam tarzına müdahale etmiyoruz” diyen Erdoğan ve şürekasının, gençliği cendereye alırken anayasanın devlete yüklediği sorumluluktan dem vurmaları ve yaptıklarını “ülkemizin çocukları bize emanettir” diyerek meşrulaştırmaya çalışmaları ise mide bulandırıcı bir ikiyüzlülüktür. Zira açlıktan ölen, küçücük yaşlarda en ağır işlerde çalıştırılıp acımasızca sömürülen, gece çalışma yasağı kaldırılan, iş kazalarında kurban edilen, polis ve asker tarafından katledilen, cezaevlerinde, karakollarda her türlü işkenceye maruz bırakılan, tecavüze uğrayıp tecavüzcüsüyle evlenmesi bizzat yargı tarafından teşvik edilen çocuklar, AKP hükümetinin bu “emanet” karşısındaki tutumunu net bir şekilde ortaya koymaktadır.


sayı: 105 • Aralık 2013

Düşen demokratlık maskesi Erdoğan topluma dayattıkları tüm gerici uygulamaları, demokratlık bunun neresinde bilinmez ama, “biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz” diyerek savunuyor. Yürüyen burjuva iktidar kavgasından zaferle çıkmak, iktidarını güvence altına almak ve kendi özgürlük alanını oluşturmak amacıyla liberaller de dahil mümkün olan en geniş toplumsal desteği arkasına almak isteyen AKP’nin, iktidara geldiği ilk günden itibaren demokratlık söylemine sarıldığı biliniyor. Ancak eski statükoyu yıkmak ve Türkiye kapitalizminin tıkanmışlığını aşmak için gerekli dönüşümleri gerçekleştirmek üzere birtakım demokratik adımlar atması, AKP’yi kesinlikle demokrat kılmıyordu: “Şurası açık ki, askeri vesayet olgusu karşısında kendilerini mağdur ve demokrat göstermeye çalışan Erdoğan ve AKP kesimleri tam ikiyüzlüce bir tutuma sahiptirler. Zaman zaman bir dış görünüm olarak parlatmaya çalıştıkları «demokratlıkları», içlerinde yatan demokrasi karşıtlığını örtmeye yetmemektedir. Yine son «Gezi» olaylarının sergilediği üzere, Başbakan Erdoğan’ın insanları provoke edici açıklamalarından tutun da o insanların tepkilerini sokakta ortaya koyması karşısında takındığı tutumlara dek, bu siyaset anlayışı ve çizgisi, burjuva parlamenter demokratik işleyişi kabul edemeyen ve içine sindiremeyen bir otoriterin eğilimidir. Nitekim içindeki gerçekliğin sıcak gelişmeler karşısında dışa vurmasıyla Erdoğan’ın demokratlık maskesi de iyice düşmüş ve altından onun otoriterce sırıtan gerçek yüzü ortaya çıkıvermiştir.” (Elif Çağlı, Burjuva İktidara Karşı Mücadelede Sınıf Çizgisi, MT, Ağustos 2013) Bugün bu gerçek, bir dönem AKP’ye destek veren liberallerce bile görülür hale gelmiştir. Daha da ötesi, yeni bir statükoyu oluşturma ve rantı paylaşma aşamasına gelindiğinde, İslamcı yol arkadaşları arasında da kıran kırana bir kavga başlamış ve bunun da sonucu olarak söz konusu gerçeklik son derece ikiyüzlü bir şekilde ve faydacı bir niyetle de olsa bu kesimler tarafından da dillendirilir olmuştur. Gülen cemaatinin yayın organlarından Today’s Zaman’da, üstelik bizzat genel yayın yönetmeni tarafından kaleme alınan aşağıdaki satırlar bunun çarpıcı bir örneğini oluşturuyor: “Ne hazindir ki, geçmişteki toplum mühendisliği çabalarının berbat sonuçları henüz tamamen ortadan kaldırılamadan yeni tarz bir toplum mühendisliğinin tüm ağır işaretleri ve belirtileri görülmeye başladı. Kemalistlerin topluma yeni bir şekil vermek için kullandıkları tüm araçları ve yöntemleri olduğu gibi benimseyen yeni toplum mühendislerimiz şimdi kafalarındaki o ideal toplumu harıl harıl inşa etmekle meşguller. Eski toplum mühendisleri Kemalist bir toplum yaratmaya çaba harcarken, ne demokrasiyi ne de gerçek laikliği içlerine hâlâ tam sindirememiş, farklılıklara saygı kültürünü ise teğet geçmiş olan bugünün toplum mühendisleri de toplumu baskı-

marksist tutum

larla kendilerine göre dizayn etmenin peşine düşmüş durumdalar. Eğitim alanında hiçbir kesimin beklentilerine kulak asmaksızın bir oldu-bittiyle gerçekleştirdikleri garip değişiklikler, devlet eliyle «dindar nesil» yaratma arayışları, en siyasi konularda bile kendi dini anlayışlarının dışında başka hiçbir referans kabul etmemeleri, en hassas dini mevzuları bile siyasi kazanımlar için istismar etmekten çekinmemeleri, kamu imkanlarını seferber ederek yetiştirmeye çalıştıkları yeni nesilleri ve yeniden şekillendirmeye çabaladıkları toplumu kendi siyasetlerinin neferleri haline getirme girişimleri, azıcık bile farklı yaklaşımları olan her türlü sivil toplum hareketini düşman belleyip yok etmeye çalışmaları, adeta dünyanın en olağan işini yapıyormuşçasına insanların özel hayatına müdahale etme hakkını bile kendilerinde görmeleri ve daha niceleri... Ne kadar farkındasınız bilmem ama işte bunlar hep toplum mühendisliği…” (Bülent Keneş, 7 Kasım 2013) Bu sözler, doğrusu AKP’nin demokratlığı konusunda daha fazla kelâma hacet bırakmıyor. Giderek otoriterleşen AKP, tüm demokratik hak ve özgürlüklere saldırarak toplumu dar bir muhafazakâr kalıba hapsetmeye çalışıyor. Fakat Türkiye kapitalizminin mevcut gelişmişlik düzeyinin yanı sıra kendine özgü sosyal-kültürel-politik eğilim ve dengelerinin şekillendirdiği toplumun böylesi bir gerici cendereye sıkıştırılmasının olanaksız olması nedeniyle bu politika eninde sonunda iflas etmeye mahkûmdur. Erdoğan liderliğindeki AKP’nin gerici girişimleri her seferinde nabız yoklayarak gündeme getirmesinin ve aldığı sinyallere göre kimi durumlarda geri adım atmak zorunda kalmasının sebebi de budur. Nitekim içine girilen otoriter, dinci yönelim toplumun önemli bir kesimi tarafından tepkiyle karşılanmasının yanı sıra, parti içinde bile çatlak seslerin artmasına, liberal demokratların gemiyi terk etmesine yol açmıştır. Yanı sıra, Batı dünyasında da bu tür adımlar öne çıkarılarak Erdoğan’a yönelik geniş bir yıpratma kampanyası başlatılmış durumdadır. Bütün bunlar nedeniyle Erdoğan alabildiğine sıkışmış vaziyettedir. Sıkıştıkça da muhafazakârlık salgısı artmaktadır. Kuyruğu dik tutmaya ve bu tür adımlarla “ben mutlak iktidarım, istediğimi yaparım” mesajı vermeye çalışarak sağa sola saldırması ise, aslında gücün değil bir güç yitiminin ifadesidir. Erdoğan partisiyle birlikte eğik düzleme girmiştir ve artık kaçarı yoktur. Erdoğan varsın “Bizim medeniyet düşüncemizde fakirin zengine zenginin fakire düşman olduğu bir yapı yoktur. Çünkü fakir şükretmeyi bilir. Zengin de zekâtıyla sadakasıyla o fakiri gözetir. Onun için arada düşmanlık kalmaz. Bunu yerine getirmeyenler hesabını ölüm ötesinde verir” diyerek kendini avutadursun. Karanlıkta çalınan muhafazakârlık ıslıkları “şeytan”ı kovmaya yetmeyecektir. İşçi sınıfının zenginin zekât ve sadakasıyla yetinip adaletsizliğin ve eşitsizliğin hesabını öteki dünyaya havale etmesini bekleyenler, bunun ne denli boş bir beklenti olduğunu bizzat bu dünyada göreceklerdir. 

13


Gezi Sürecini Doğru Okumak Kerem Dağlı

G

ezi süreci üzerine sosyalistler arasında epeyce tartışma yürümüş durumda. Bu tartışmaların ve yazılıp çizilenlerin ağırlık noktasını Gezi hareketinin niteliğinin analiz edilmesi ve açığa çıkan enerjinin devrimci muhalefet kanallarına aktarılması meseleleri oluşturdu. Herkes kendi sınıfsal ve siyasal meşrebine uygun tahlillerde bulundu. Hareketin devam ettiği süreçte eylem sarhoşluğundan gözleri körleşen küçük-burjuva sosyalizminin değişik fraksiyonları, ortalık durulmaya ve protesto gösterileri yükseldiği hızla geri çekilmeye başladığında bir süre daha dalgayı devam ettirmeye uğraştılar. Bugün gelinen noktada bunun çok da mümkün olmadığını “hissetmeye” başlamış durumdalar, ama halen süreçten gerçek anlamda ders çıkartmak yönünde ciddi bir değerlendirmeye rastlamak zordur. Sadece kimi çevrelerin “sürecin çok abartıldığı” yönündeki utangaç ve tutarsız eleştirileri söz konusudur. Aralarında nüanslar olmakla beraber küçük-burjuva sosyalist çevrelerin Gezi sürecinden çıkardığı sonucu şöyle özetlemek mümkündür: Gezi hareketi Türkiye tarihinin en önemli toplumsal olayıdır, bir devrime dahi ilerleyebilirdi ama örgütsüz olduğu için ilerleyemedi, çünkü sosyalist hareketin mevcut/klasik örgütlenme düzeyi, biçim ve tarzı yetersiz kaldı, dolayısıyla “Gezici” gençlerin eylem biçimlerinden ve tarzından ders alarak yeni örgütlenme biçimleri geliştirmeliyiz, tren hâlâ kaçmış değil, uğraşırsak buradan AKP’yi devirecek bir güç çıkartabiliriz! Bu tahlil tehlikeli yanlışlar barındırmaktadır. Çeşitli sol çevrelerin yaklaşımlarındaki ve tutumlarındaki sakat-

14

lıklara dair eleştirilerimizi önceki yazılarımızda ortaya koymuştuk. Burada ise sürecin geldiği nokta itibariyle bir değerlendirme yapmaya, sonuçları ve olasılıkları ortaya koymaya, devam eden yanlış kavrayışların barındırdığı tehlikelere işaret etmeye, alınması gereken doğru tutumların tekrar altını çizmeye çalışacağız. Çünkü gereken dersleri çıkarmamakta ısrar veya tahlillerde kısmi revizyonlarla yetinme, sosyalist hareketin geneli açısından son derece zarar vericidir. Bu hal, küçük-burjuva sosyalist çevrelerin önemli bir kesiminin burjuva muhalefetinin dümen suyuna kayması eğilimini daha da güçlendirecek bir etki yaratmaktadır. Böylece işçi sınıfının burjuvazinin iç kavgasına göre kutuplaştırılması ve bölünmesi de kolaylaşmaktadır. Gezi protestolarının sarhoşluğuyla asıl gözden kaçırılan budur. Gezi sürecinin sonuçları bugün itibarıyla çok daha net biçimde görülebilmesine rağmen, küçük-burjuva sosyalist hareketin çoğunluğu aslında başlangıçtaki yaklaşımını korumaktadır. Kuşkusuz, Haziran ayının ortalarında “devrim oluyor”, “devrimci durum oluştu” diyenler veya süreci Paris Komünü’ne, 68 hareketine benzetenler (ki sosyalist çevrelerin pek çoğu bu haleti ruhiyedeydi) bugün aynı yaveleri tekrarlayamıyorlar. Hatta bu çevrelerin Haziran ayında tavan yapan coşkusu, Ağustos ayıyla birlikte yerini görece bir sessizliğe bırakmıştır. Ama zihniyetin değiştiğini ya da gerçek anlamda doğru dersler çıkartıldığını söylemek zordur. Gezi sürecinin yarattığı sarhoşluğun kalıntıları halen devam etmektedir. Halen küçük-burjuva sosyalist hareketin çoğunluğu, Gezi’yi tekrar nasıl canlandırabile-


sayı: 105 • Aralık 2013

ceğine kafa yormakta veya Gezi’nin mirasına konmanın hesaplarını yapmaktadır. Sürecin başında sosyalistleri Gezi karşısında üç ana grupta toplamak mümkündü; tam da aradığımızı bulduk diyerek Gezi’nin çekimine kapılıp üstüne atlayanlar, ne bulduysak onunla idare edelim ve diğerlerinden geri kalmayalım deyip sürüden ayrılmaya cesaret edemeyenler ve Marksist sınıf bakış açısıyla değerlendirenler. Şimdilerde ise gruplandırma şu şekilde yapılabilir: hâlâ Gezi’den devrim çıkartmaya çalışanlar, bir yandan doğruları dillendirip bir yandan Gezici ruh halinden tam olarak kurtulamayanlar, son olarak da yine sınıf devrimciliğinden sapmayarak bu olguya Marksist bir gözle bakıp işçi sınıfı içinde çalışmaya devam edenler. Çeşitli küçük-burjuva sosyalist çevrelerin Gezi sürecinin başlarında ve sonlarında ne tür değerlendirmeler yaptığını, biraz da karşılaştırmalı olarak ele alalım. Örneğin “Gezi devrimi”nin şampiyonluğunu kimselere kaptırmayan Halkevleri, Gezi protestolarının arkasında yatan faktörün “iktidarın 11 yıldır tırmanan saldırıları ve ilerici muhalefet örgütlerinin yıllardır inatla sürdürdüğü direniş pratiklerinin toplumun kolektif hafızasında yarattığı birikim” olduğunu söylüyordu. Bu birikim sayesinde kitlelerin tepkisi “bütün örgütlü güçlerin boyunu aşan bir halk isyanında kendini açığa vuruyor”du. Yani Gezi’yi yaratan solun biriktirdikleriydi ve bu yüzden de sol Gezi’de direksiyonu hep elinde tutmuştu (!), “çünkü ana merkez Taksim’di ve orada ‘solcular’ vardı”. Halkevleri’ne göre “isyanın devrimcileri anlaması değil devrimcilerin isyanı anlaması” gerekiyordu. Ve isyanı anlayan devrimciler olarak Halkevleri, “solun birikimi”nden aldıkları enerjiyle Gezici gençlerin 9 Haziranda bir “ikili iktidar durumu”na kadar işi vardırdığını tespit etti. Artık yapılması gereken “proje ayrılıkları yaratmadan ve taklitçiliklere düşmeden, Sryza gibi, Chavez gibi yakın dönem sol yükseliş örnekleri” yaratmaktı. Ama “ikili iktidar” durumu altında günler geçmesine rağmen Halkevleri ve benzer şekilde düşünen solcuların istediği gerçekleşmiyordu. Sanki bir şeyler eksikti. Nihayet bu eksik de tespit edildi, “eksik olan şey, toplumsal muhalefetin örgütlü kesimlerinin bu hareketin yıkıcı potansiyelini devrimin enerjisi haline dönüştürebilecek müdahalesi”ydi. Bu müdahale yapılmalı ve “devrimci bir tarihsel blok” inşa edilmeliydi. Tabii Marksistlerin kafasına takılan şu gibi sorulara bir yanıtı yoktu Halkevleri’nin: Madem Gezi sürecine solun birikimi yol açmıştı ve başından beri hareketin dümeni solun elindeydi, neden bu “ikili iktidar durumu” başarılı bir devrime vardırılamadı? Üstelik solun hareket üzerinde muazzam bir inisiyatifi olması anlamına gelen bu ifadelerin ardından, Gezi’de eksik olanın devrimcilerin müdahalesi olduğu tespiti ne alâkadır? Sol başından beri Gezi’de hâkimdiyse devrimci müdahalenin eksikliğinden bahsedilmesi ne anlama gelmektedir? Bu soruların yanıtsızlığı aslında Halkevleri ve benzeri küçük-burjuva sosyalistlerinin

marksist tutum

nasıl bir hayal âleminde yaşadıklarının ve Marksizmden ne kadar kopuk olduklarının göstergesidir. Ama her şeye rağmen hareket geriye çekilip de ortada bir şey kalmadığında, Halkevleri çevresi de fazla ileri gittiğinin farkına varmış olacak ki, toparlama manevralarına girişmiştir. Tabii işi daha da batırarak. Bu kez de Gezi süreci 1848 ve 1905 dalgalarıyla bir tutulmuş, buradan hareketle Gezi’nin “kısmi ve küçük zaferlerle ve yenilgilerle son bulması”nın muhtemel olduğu söylenmiş, ama ne bu zaferlerden ne de yenilgilerin ne olduğundan bahsedilmiştir. Hatta aynı çevre, yavuz hırsız misali, örgütsüzlüğün başını alıp gittiğini, hatta bu örgütsüzlüğün bizzat aktivistlerin lidersizlik kültüyle yeniden üretildiğini, buradan bir 1789 ya da 1917’nin çıkmayacağını söylemiştir! Halkevleri, bu denli “derin ve isabetli” tahliller yaparken sürecin sınıfsal boyutunu analiz etmeyi de unutmamıştır elbet. Onlara göre “Türkiye’deki direnişin görünümü, bir sınıfsal başkaldırıdan çok ‘orta sınıf isyanı’ gibidir. Ancak ‘orta sınıf ’ görünümü taşıyan bu isyanın bileşenleri, ‘yeni işçi sınıfı’, ‘proleterleşen küçük burjuvazi’ şeklinde analizlere de konu olmaktadır”. Bu açıklamayla amaçlanan, hareketin sınıfsal karakteri üzerinden gelen Marksist eleştirileri göğüslemektir. Ama işte Halkevleri’nin Marksizm algısı da bu kadardır, harekete katılanların çoğunluğunu emekçilerin oluşturmasından hareketle (ki bu doğrudur) hareketin otomatik olarak işçi sınıfı hareketi karakteri kazanacağını zannetmektedir. Sonra da bu anlayışıyla tamamen çelişik biçimde, tabii hareket geri çekilip ortalık yatıştıktan sonra, şu itirafta bulunmuştur: “Devrimci hareketin sınırlarını belirleyen ve ayaklanmanın devrime dönüşmesini engelleyen en önemli nokta ise, devrimci hareketin işçi sınıfının mücadeleden uzak kalan, hatta karşı devrime yakın duran bu kesimlerine yeterince ulaşamaması oldu.” Halkevleri başta olmak üzere solun ezici çoğunluğunun işçi sınıfından bu kadar kopuk oluşunun temel nedeni, sınıf devrimciliğinden uzak olmalarıdır. İşçi sınıfının söz konusu kesimlerinin harekete kazanılamamasından

15


marksist tutum

Aralık 2013 • sayı: 105 Sosyalist hareketin çoğunluğunun Gezi sürecinde iyi bir sınav veremediği açıktır. Son on yıllık süreçte birçok kez ve farklı dönemeç noktalarında ortaya çıktığı gibi, sınıf devrimciliği temeline oturmayan anlayışlar her kritik dönemeç noktasında savrulmaktadırlar.

yakınan Halkevleri, onları devrimci saflara kazanmaya çalışmak yerine Gezici gençlerin peşine takılmayı daha cazip bulmaktadır. Bir başka örnek olarak SİP-TKP ise, bir yandan kitlelerin örgütsüzlüğüne dikkat çekmiş ve kendince sürecin abartılmaması gerektiği yönünde uyarılarda bulunmuş, diğer yandan ise zaten uzunca bir süredir üzerine oynadığı kentli-Kemalist-küçük burjuva tabanı Gezi’de görünce Taksim’den çıkmamıştır. Bu kesimlerin ilgisine mazhar olabilmek için Gezi’yi “boyun eğmeyenlerin büyük direnişi” olarak selamlamayı ihmal etmemiştir. İlerleyen süreçte ise bu hareketi Fransa’daki 68 dalgasına benzetmiştir. Üstelik de hangi benzerlikler üzerinden? Birincisi her ikisinin de öncesinde bazı kültür kurumlarının kapatılmaya çalışılması (Fransa’da Sinematek örneği ve Türkiye’de Emek Sineması örneği) ve ikincisi ise kızlı-erkekli aynı evlerde veya yurtlarda kalınmasına müdahale edilmesi üzerinden. Zaten başka bir “benzerlik” bulmak da zordur! Sırf Gezici gençlere hoş görünmek için yapılan bu güzellemelerle Gezi süreci 68 dalgasıyla bir tutulmuş, hatta abartının dozu iyice kaçırılarak Gezi’nin 68’i aşan bir potansiyele sahip olduğu ima edilmiştir. Gezi’yi Paris Komünü’ne benzeten kimilerini ise bu bağlamda anmaya dahi gerek yoktur. TKP üzerinden eleştirilmesi gereken bir husus da Gezi protestolarına katılan kitlelerin heterojenliğine düzülen övgüde ifrata kaçılmasıdır. Kendiliğinden hareketlerin doğasında olan bu heterojenlik, yani toplumun farklı sınıf ve katmanlarından insanların bir araya gelmeleri hali, elbette toplumun geniş kesimlerinin harekete geçmesi bakımından anlamlıdır. Ama ancak harekete yön verebilen sağlam bir örgütlülük varsa bu heterojenlik bir olumluluk haline gelebilir. Aksi takdirde, olayların sıcaklığı ve polisle çatışmak gibi durumların heyecanı kısa sürede geçecek ve kitleler büyük oranda eski ruh hallerine ve pozisyonlarına döneceklerdir. Nitekim Gezi’de de böyle olmuştur. Çok öne çıkartılan Türk bayraklı genç kızla BDP’li gencin polisin karşısında birlikte direndikleri fotoğrafa abartılı anlamlar yüklemek yanlıştır. Kimileri, süreçte ağırlıklı bir

16

yeri olan ulusalcı-Kemalist ve dolayısıyla Kürt karşıtı önyargıların kendiliğinden aşılacağını sansa da öyle olmamıştır. Benzer biçimde, sınıfsal talepler öne çıkmadığı ve işçi sınıfı ağırlığını ortaya koymadığı sürece tuzukuru küçük-burjuvalarla işçi-emekçi gençlerin bir süreliğine yan yana, aynı parkta sabahlamaları mümkündür. Ama işçiler kendi sorunlarını ve taleplerini dillendirmeye başladığı anda küçük-burjuva ukalalığı ve vurdumduymazlığı nüksedecek, ya işçiler ya da tuzukurular alanı terk edecektir. Bir başka örnek olarak ele alacağımız Kızılbayrak çevresinin değerlendirmeleri de ilk iki örnek kadar çelişkili ve tutarsızdır. Sol çevrelerden hiçbirinin Gezi’ye önderlik edecek kapasiteye sahip olmadığını ve devrimcilerin sadece en önde duran kararlı neferler olmaktan öteye geçemediğini ifade eden Kızılbayrak, hemen ardından “yine de toplamında ilerici-devrimci hareket 31 Mayıs patlamasından en büyük kazanımı sağlayan kesim olmuştur” diyebilmiştir. Peki, nedir bu kazanım? “…işçisi, emekçisi, genci ve kadınıyla sola açık önemli bir kitle politizasyonu yaşanmış” olması! Kuşkusuz harekete katılan kitlede belli bir politizasyon yaşanmıştır. Ama bunun sınırları da bellidir ve buradan devrimci hareketin hanesine yazılabilecek somut, elle tutulur bir kazanım çıkmamıştır. Nitekim hareket geri çekilmeye başladığı anda polisin karşısında bir avuç devrimcinin-sosyalistin kalması ve forumların 8-10 kişiye kadar düşmesi bunu açıkça göstermektedir. Son dönemde gerçekleşen mitinglerde de sosyalist grupların saflarında dikkat çeken bir artış yaşanmamıştır. Ancak Kızılbayrak çevresi doğru dersleri çıkartmak yerine, Marksist eleştirileri küçümsemekle işi geçiştirmeye çalışmıştır. En başından beri sürecin abartılmaması gerektiğini, hareketin küçük-burjuva bir sınıf karakteri taşıdığını (bunun anlamı Gezi’de işçilerin olmadığı değildir), aslolanın işçi sınıfının öncü kesimleri içinde örgütlenmek ve dolayısıyla onları mücadele alanına taşımak olduğunu, gücü ve vizyonu olmaksızın gözü kapalı Gezi’ye gidenlerin hareketin kuyruğuna takılmaktan kurtulamayacağını ve hatta burjuvazinin işçi sınıfı içinde yaratmaya çalıştığı kutuplaştırmanın-bölünmenin payandası konumuna düşeceğini söyleyenleri, saf proleter devrim beklentisi içinde olmakla itham etmiştir. Peki, sonra ne olmuştur? Yöneltilen Marksist eleştirileri alarak küçük-burjuva çevreleri eleştirmekte kullanmıştır.


sayı: 105 • Aralık 2013

Bu tutarsızlıkların sebebi arka planda yatan yanlış yaklaşımdır ve bu yaklaşım Gezi’nin sınıfsal karakterine ilişkin tahlillerde kendini açığa vurmaktadır. Kızılbayrak, uzun uzun Gezi’ye katılan kitlelerin çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğunu (sanki aksini iddia eden varmış gibi) ispatlamaya girişmekte ve bu yüzden de Gezi’nin sınıf karakterinin “orta sınıf ” yani küçük-burjuva olarak nitelendirilemeyeceğini iddia etmektedir: “Burada tartışmada iki temel yanlış var. Bunlardan ilki, Haziran Direnişi’ni bir ‘orta sınıf ’ hareketi olarak niteleyen yaklaşımdır. Hareket belirgin bir alt sınıflar katılımına dayandığı halde bunu ‘orta sınıf ’ hareketi olarak niteleyenler, özellikle medya üzerinden ön plana çıkan görüntüden hareket ediyor olmalılar. Ön planda görünen bir takım figürler genellikle burjuvazinin alt katmanlarına ya da küçük-burjuvazinin iyi halli kesimlerine denk düşüyor. Ama bu görsel medyanın getirdiği bir yanıltıcı görünümdür. Her şeye rağmen harekette etkin olan toplamında sol harekettir, bütün o çeşitliliği içinde sol hareket... Yılları bulan örgütlü mücadeleci süreçlerden gelen, harekete de bunun birikimiyle katılan sol parti, örgüt ya da çevrelerdir. Ve sol hareketimiz tüm yapısal zaaflarına rağmen hiç de salt bir ‘orta sınıf ’ hareketi değildir. Nesnel konumuyla genellikle küçük-burjuva bir kimliği temsil ediyor olsa bile, her şeye rağmen emekçi katmanlara yakındır ve işçi sınıfıyla açık bir gönül bağı içindedir.” (H. Fırat, Haziran Direnişi-I, www.kizilbayrak.net, 2 Kasım 2013) Gerçekten de ortada iki temel yanlış vardır. Birincisi bir toplumsal hareketin sınıf karakterini salt katılanların hangi sınıftan olduğuna göre belirlemek, ikincisi ise harekette etkin olanın sol olduğu ve Türkiye solunun da “orta sınıf ” hareketi olmadığını söyleyerek Gezi’nin sınıfsal karakterinin küçük-burjuva olduğuna karşı çıkmak. Türkiye solunun işçi sınıfıyla bağının sadece gönül bağı düzeyinde kaldığı ise belki tek doğru sözdür. Kızılbayrak, hareketin sınıfsal karakterinin ne olduğu sorusuna ise oldukça ilginç bir cevap vermektedir: “Haziran Direnişi’ne bu türden belirgin bir sınıfsal-siyasal damga vurulamadı. Şu veya bu sınıf ya da siyasal akım bu direnişi kendi amaç ve hedefleri doğrultusunda yönlendiremedi, ya da ondan bu doğrultuda yararlanmayı başaramadı. Bütün bunlardan çıkan sonuç, Haziran Direnişi’ni belirli bir sınıf ya da siyasal kimlikle tanımlamanın olanaksızlığıdır. Kendiliğinden patlayan ve yarattığı büyük sarsıntının ardından yine kendiliğinden sönümlenen bir halk hareketinin kendine özgü bir yönü oldu bu.” (age) Yani bazı toplumsal hareketler sınıf karakteri tahlil edilemeden, “heterojen”di deyip geçiştirilebilir! İyi de zaten sınıf karakteri sayıca hangi sınıftan insanların hareket içinde daha çok yer aldığına göre değil, harekete egemen olan çizginin hangi sınıfa ait olduğuna göre belirlenir. Bu açıdan bakıldığında harekete dibine kadar küçük-burjuvazinin damgasını bastığını bizzat Kızılbayrak da ifade etmektedir. Bir yandan harekette etkin olanın sol oldu-

marksist tutum

ğunu diğer yandan hiçbir siyasal akımın yönlendiriciliği olmadığını söylemek ise ayrı bir tuhaflıktır. Sonuç olarak Kızılbayrak’ın bu denli kıvranmasının sebebi şunu diyebilmektir: İşçiler oradaydı, biz de onun için gittik ve hareketin kuyruğuna da takılmadık, bilakis belirleyici olduk… Bir an için bunun doğru olduğunu kabul edelim, o zaman da Kızılbayrak’ın şu tespitine açıklık getirmesi gerekir, “Haziran Direnişi’nin en temel ihtiyacı tam da örgütlülüktü”. Evet, onca “etkin” sol örgüt ne yaptılar orada? Daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Sosyalist hareketin çoğunluğunun Gezi sürecinde iyi bir sınav veremediği açıktır. Son on yıllık süreçte birçok kez ve farklı dönemeç noktalarında ortaya çıktığı gibi, sınıf devrimciliği temeline oturmayan anlayışlar her kritik dönemeç noktasında savrulmaktadırlar. Bu yüzden de Gezi protestoları genelde sosyalistleri şaşırtmış, hazırlıksız yakalamış ve kuyruğuna takmıştır. Gezi patlamasını kimse önceden öngörememiş ve bu bağlamda hazırlık yapamamıştır. Sorun burada değildir ve kastettiğimiz hazırlık da anlık bir mefhum değildir. Bu çapta toplumsal hareketlere yön vermekte yetersiz olduğunu zaten bildiğimiz sosyalist hareket, en azından sürece daha soğukkanlı ve objektif yaklaşmayı başarabilir, böylelikle hareketin kuyruğunda sürüklenmekten kurtulur ve hiç olmazsa dersler çıkartarak deneyim kazanabilirdi. Ama böyle olmamıştır. Gezi süreci açıkça ve bir kez daha ortaya koymuştur ki, sosyalist hareket genel olarak bu tür toplumsal hareketlere karşı hazırlıklı değildir ve süreci doğru okuyamamaktadır. Oysa bu ciddi bir eksikliktir ve aşmanın en önemli şartı da bağımsız bir ideolojik-politik hattın varlığıdır. Elif Çağlı süreci doğru okumanın nasıl mümkün olacağını şöyle özetlemiştir: “Yeni gelişmelere hazırlıksız yakalanmamanın yolunun, yaşanan zamanı doğru algılamaktan ve doğru bir siyasal tutum geliştirmekten geçtiği asla unutulmamalı. Bunu başarabilmek için de, işçi sınıfının bağrından yükselen bağımsız bir sınıf çizgisini var edebilmek, bu uğurda gereken devrimci sınıf duygusuna ve bilincine sahip olabilmek gerekiyor.” (Burjuva İktidara Karşı Mücadelede Sınıf Çizgisi, www.marksist.com, 30 Temmuz 2013) Bağımsız sınıf çizgisini var edebilmek için burjuva siyasetlerden bağımsız davranabilmek ve sürekli yalpalayan küçük-burjuva devrimciliğine prim vermemek gerekiyor. Hele ki içinden geçtiğimiz siyasi konjonktür göz önüne alındığında, küçük-burjuva solculuğunun burjuva muhalefete payanda olması kaçınılmazdır. Gezi süreci bunun bariz bir örneğini daha oluşturmuştur. Hareketin kuyruğuna takılan küçük-burjuva solcular, yüzeysel bir AKP karşıtlığı üzerinden burjuva muhalefetin çizgisine eklemlendiklerinin farkında bile değillerdir. Sürüden ayrılmaya cesaret edemeyen ve süreci doğru okuyamayan, bu yüzden de bir yandan “olaylardan geri kalmayalım” diğer yandan da “belki biz de bir şeyler kaparız” duygusuyla hareket eden sosyalistlerin sınıf devrimciliğinden tamamen kopmaları da kaçınılmazdır. 

17


Marx, Cumhuriyetçilik ve Kemalist TKP Utku Kızılok

S

İP-TKP’nin önde gelen isimlerinden Kemal Okuyan, burjuva cumhuriyetin 90. yıldönümü kutlamalarının yapıldığı 29 Ekimde, “Marx Cumhuriyetçiydi” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Daha yazının girişinde Okuyan şöyle diyor: “Marx’ın ABD’deki Cumhuriyetçilerin destekçisi olduğunu bilir misiniz? Bush’un partisinin yani…” Marx önce Cumhuriyetçi Parti yanlısı ilan ediliyor, sonra da kaşla göz arasında ABD emperyalizminin azılı temsilcisi Bush gibilerin destekçisi gibi gösteriliyor. Peki bir buçuk asır öncesine ait bir meseleye dair herhangi bir not düşülmeden, bodoslamadan Marx’ın, Cumhuriyetçiliğin ve Bush’un yan yana dizilmesinin amacı nedir? Hiç kuşku yok ki, TKP liderinin amacı okuyucuda şok etkisi yaratarak kendi sosyal-şoven politik çizgisini meşrulaştırmaktır. Çünkü Okuyan, söz konusu yazısında Kemalist cumhuriyetin kazanımlarından dem vururken, aynı gün TKP, ulusalcı Kemalist yürüyüşünde önemli bir kavşağı daha geçti ve 29 Ekim Cumhuriyet kutlamalarına bir mitingle ortak oldu. Mitingin adının “sosyalist cumhuriyet” olması ise yalnızca zevahiri kurtarmak içindi. Nitekim mitinge katılanların ekseriyeti Kemalist duyarlılıkları nedeniyle oradaydılar; taşıdıkları Türk bayrakları ve kalpaklı Mustafa Kemal bayraklarıyla mitinge gerçek biçimini verdiler, böylece öz ile biçim örtüşmüş oldu. İşte Okuyan, son derece dramatik bir tarzda Marx’ı Cumhuriyetçi Parti destekçisi ilan ederek TKP’nin yeni Kemalist açılımını meşrulaştırmaya, parti tabanından ya da çevresinden gelebilecek tepkileri bu şekilde bir kalem darbesiyle savuşturmaya çalışmaktadır. Öyle ya, koca Marx Cumhuriyetçileri (Bush’un partisini!) desteklemişse ve bunda bir beis görmemişse, TKP’nin Kemalizme sahip çıkması ve burjuvazinin Cumhuriyet Bayramını kutlamasında ne sorun olabilirdi! TKP lideri, son derece düz bir akıl yürütmeye, çıkarsamaya ve elbette çarpıtmaya başvurarak insanları aldatabileceğini zannediyor. Ama yanılıyor. Her şeyden

18

önce Marx’ın destek verdiği Cumhuriyetçiler günümüz ABD’sinin muhafazakâr ve gerici emperyalist partisi değil, köleciliğe karşı demokratik cumhuriyet sloganıyla savaş yürüten bir partiydi. Marx’ın, burjuva devrimleri kapsamında olumlu bulduğu demokratik cumhuriyet ile TKP’nin sahiplendiği tepeden kurulan Bonapartist Kemalist “cumhuriyet” arasında hiçbir ilişki yoktur. Kaldı ki, Marx hiçbir zaman burjuva cumhuriyetçiliği mutlaklaştırıp savunmamış, onu feodal gericilik karşısında burjuvazinin ilerici bir rol oynayan egemenlik biçimi olarak görmüştür. Buradan da anlaşılacağı üzere kendinden menkul, mutlak bir cumhuriyetçilik yoktur ve olamaz. Nasıl ki genel ve sınıflarüstü bir hukuk yoksa aynı şekilde sınıf çelişkilerinden azade, sınıf damgası yemeyen bir cumhuriyet de yoktur. Önemli olan cumhuriyetin sınıf karakteridir. Gayet tabii olarak kapitalist toplumdaki cumhuriyet burjuvazinin egemenliğinin bir ifadesidir. Buna karşın, sovyet türü öz-örgütlülükler üzerinde yükselen işçi devleti de bir cumhuriyettir; ancak işçi sınıfının egemenliğinin ve doğrudan demokrasinin ifadesi olarak ve bir burjuva cumhuriyetle kıyaslanmayacak kadar demokratik bir cumhuriyet olarak. Bundan 150 yıl önce cumhuriyetçiliğin Marx ve komünist hareket için somut karşılığı bellidir: Feodal soyluluğa ve monarşinin egemenliğine karşı, ondan daha ileri bir toplumun temsilcisi olan burjuvazinin egemenliği! İktidarı elinde tutan ve iktidarın kaynağı olarak Tanrıyı gösteren feodal soyluluk ve kilise karşısında burjuvazi, geniş yoksul kitlelerin desteğini almak için demokratik cumhuriyeti savunuyordu. Ona göre iktidarın kaynağı Tanrı değil, insanların eşit olduğu bir toplum olmalıydı ve toplum kendi kendisini yönetmeliydi. Hatırlanacağı gibi 1789 Fransız Devriminin sloganı eşitlik, özgürlük ve kardeşlikti! Marx’ın dönemi, feodalizmin ya da pre-kapitalist ilişkilerin tasfiye olduğu ve burjuva devrimlerin devam et-


sayı: 105 • Aralık 2013 TKP, ulusalcı Kemalist yürüyüşünde önemli bir kavşağı daha geçti ve 29 Ekim Cumhuriyet kutlamalarına bir mitingle ortak oldu. Mitingin adının “sosyalist cumhuriyet” olması ise yalnızca zevahiri kurtarmak içindi. Nitekim mitinge katılanların ekseriyeti Kemalist duyarlılıkları nedeniyle oradaydılar; taşıdıkları Türk bayrakları ve kalpaklı Mustafa Kemal bayraklarıyla mitinge gerçek biçimini verdiler, böylece öz ile biçim örtüşmüş oldu.

tiği bir dönemdi. İşçi sınıfının görece bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine adım attığı Avrupa’da bile, henüz feodal soyluluk-kilise ile burjuvazi arasındaki mücadele sonuçlanmış değildi. ABD’nin güney eyaletlerinde modern kapitalist ilişkilerin yanında bir garabeti temsil eden kölecilik hüküm sürüyordu. Kapitalist gelişmenin önünü tıkayan üretim ilişkileri ve sınıfların varlığı, modern sınıf mücadelesinin burjuvazi ve işçi sınıfı arasında net çizgiler üzerinde gelişmesini geciktiren bir etmene dönüşüyordu. İşçi sınıfının gelişmesi ve kapitalizme karşı mücadeleye atılabilmesi için köhnemiş tüm üretim ilişkilerinin ve sınıfların ortadan kalkması gerekiyordu. İşte bu bakış açısından hareketle Marx, 1861’de patlak veren ABD iç savaşında, Güney’deki köleciliğe saldıran Kuzey’in cumhuriyetçi burjuvazisinin zaferinden yana olmuştur. Marx, Kuzey’deki cumhuriyetçi burjuvazinin lideri ve aynı zamanda ABD Başkanı olan Abraham Lincoln’e yazdığı mektupta, Güney’deki köleciliğin, çağın ana çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisini perdelediğini ifade ediyordu. Marx, çok önemli bir hususa dikkat çekiyordu: “Kuzey’in gerçek siyasal gücü olan işçiler, köleliğin kendi cumhuriyetlerini kirletmesine göz yumdukları sürece, kendi rızası olmaksızın egemen olunan ve satılan zencinin karşısında, kendisini satmasının ve kendi efendisini seçmesinin beyaz tenli işçinin en yüce hakkı olmakla övündükleri sürece, gerçek emek özgürlüğünü sağlayamıyorlar, ya da Avrupalı kardeşlerini kurtuluş uğruna verdikleri mücadelede destekleyemiyorlardı; ama ilerlemenin önünde duran bu engel, iç savaşın kızıl deniziyle kaldırılıp atılmıştır.” Marx, Güney’deki kölecilik sürdüğü müddetçe, siyah emekçiler karşısında efendisini seçmekle övünen “özgür” Kuzeyli işçilerin, kendilerini sömüren burjuvaların “eşit ve özgürüz” propagandasını aşamayacağının farkındaydı. Aynı yaklaşımla Marx, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmuş ve ezen ulus işçi sınıfının burju-

marksist tutum

vazinin milliyetçilik gözbağından kurtulmasının ancak bu şekilde mümkün olacağını belirtmiştir. Yani milliyetçi Kemalist açılımlarını meşrulaştırmak amacıyla Marx’ı yardıma çağıran TKP’nin tam aksini savunmuş ve hayata geçirmeye çalışmıştır. Günümüz dünyasında ve Türkiye’de, işçi sınıfının burjuva cumhuriyeti savunmasının hiçbir nesnel temeli kalmamıştır. Çünkü burjuvazi tüm dünyada egemen pozisyondadır ve bu egemenlik emekçi sınıflar üzerinde hüküm sürmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfının savunacağı ve uğruna mücadele edeceği şey burjuva cumhuriyet olamaz. Hele ki burjuva anlamda bile demokratik olmayan Kemalist tepeden inmeci bir cumhuriyeti hiç savunamaz! Devrimci işçi sınıfının hedefi, kendi doğrudan demokrasisinin ifadesi olan işçi sovyetleri iktidarını savunmak ve işçi sovyetleri cumhuriyetini bir devrimle hayata geçirmektir. Marx ve Engels’ten başlayarak Marksizmin kurucuları ve sürdürücüleri, bu hedef doğrultusunda mücadele etmiş, burjuva cumhuriyet konusunda işçi sınıfı saflarında yanılsama üretilmesine karşı çıkmışlardır. Meselâ, 1852’de Fransa’da monarşistlerle cumhuriyetçiler arasında kıyasıya bir kavga sürüp giderken Marx, Bonapart darbesini konu alan Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı kitabında şunları söylüyordu: “Parlamenter cumhuriyet, burjuvazinin lejitimist ve Orleancı iki kesiminin, büyük toprak mülkiyeti ile sanayinin, birbiri yanında, eşit haklara sahip olarak bir arada bulunabildikleri tarafsız alan olmaktan fazla bir şeydi. Parlamenter cumhuriyet bu kesimlerin ortak egemenliklerinin vazgeçilmez koşulu, onların genel sınıf çıkarlarının, hem bu ayrı ayrı kesimlerin hem toplumun bütün öteki sınıflarının istemlerine egemen olabileceği tek devlet biçimi idi.” Demokratik cumhuriyet konusu bilhassa 1917 Rus Devriminde sosyalistlerin gündemine oturmuştur. Sosyalistlerin ekseriyeti ve hatta Bolşevik Parti’nin önemli bir kesimi, önceliğin burjuva devrimi olduğu teorik varsayımından hareketle demokratik cumhuriyeti savunmuş ve işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesine karşı çıkmıştır. Bu anlayışa karşı mücadele eden Lenin, demokratik cumhuriyetin burjuvazinin bir egemenlik biçimi olduğunu ve işçi sınıfını bu sınırlarda tutmanın ihanet anlamına geldiğini belirtmiştir. Lenin, pek çok makalesinde ve özellikle de Devlet ve Devrim’de Marx ve Engels’e dayanarak bu mesele üzerinde durmuştu. Avrupa sosyal demokrasisinin sınıflar üstü bir cumhuriyet varmışçasına ürettiği yanılsamalara karşı şöyle diyordu: “Gerçekte demokratik cumhuriyet,

19


marksist tutum

kurucu meclis, genel oy vb. burjuva diktatörlüğüdür ve emeği kapitalist boyunduruktan kurtarmak için, bu diktatörlüğün yerine proletarya diktatörlüğünü geçirmekten başka hiçbir yol yoktur.” Lenin, işçilere, burjuva demokrasisinden, feodaliteye oranla çok büyük bir tarihsel gelişme olarak yararlanmalısınız, ama bu demokrasinin burjuva niteliğini, tarihsel bakımdan göreli ve sınırlı niteliğini bir an bile unutmamalısınız diye sesleniyordu. Burjuvazi, cumhuriyeti sırf soylu sınıflar karşısında üstün gelmek için savunmuyordu; aslında demokratik cumhuriyet, kapitalist üretim ilişkilerinin doğurduğu burjuva egemenlik biçiminin bir ifadesidir. Burjuva demokrasisinin en temel özelliği yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrışması, dolayısıyla olağan devlet yapısının monolitik olmaması ve burjuvazinin genel çıkarlarının temsilcisi olarak hizmet vermesidir. Bunu tamamlayan şey, hukuksal eşitlik ilkesi ve genel oy hakkına dayalı seçimlerin varlığıdır. Genel oy hakkının ve seçimlerin iki yönü vardır: Hem geniş kitlelerde yanılsama yaratarak onları düzen sınırları içinde tutar hem de burjuvazinin iç rekabetinin siyasal alanda bir çözüme kavuşması işlevini üstlenir. İşte demokratik cumhuriyet denen şey budur. Günümüz dünyasında ve Türkiye’de, işçi sınıfının burjuva cumhuriyeti savunmasının hiçbir nesnel temeli kalmamıştır. Çünkü burjuvazi tüm dünyada egemen pozisyondadır ve bu egemenlik emekçi sınıflar üzerinde hüküm sürmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfının savunacağı ve uğruna mücadele edeceği şey burjuva cumhuriyet olamaz. Hele ki burjuva anlamda bile demokratik olmayan Kemalist tepeden inmeci bir cumhuriyeti hiç savunamaz! Peki, TKP’nin gözyaşı döküp kazanımlarıyla birlikte tasfiye edildiğini söylediği Kemalist cumhuriyet, burjuva demokratik bir cumhuriyet miydi? Tarihsel gerçekler bunun böyle olmadığını gözler önüne seriyor. Savaştan yenik çıkan ve işgal edilen Osmanlı toprakları üzerinde, Kemalist liderlik öncülüğünde verilen Milli Mücadele sonucunda bir ulus-devlet kurulmuş ve demokratik olmayan bir cumhuriyet ilan edilmiştir. Devamında ise hilafet kaldırılmış ve kapitalist gelişmeye temel döşemek amacıyla kimi ekonomik adımlar atılmıştır. Monarşiye son verilerek cumhuriyet ilan edilmesi ve yukarıda sayılan unsurların hayata geçirilmesi noktasında Kemalizm tarihsel açıdan ileri bir rol oynamıştır. Ancak Kemalizmin ilericiliğinin de devrimciliğinin de sınırları buraya kadardır. Cumhuriyetin kuruluş sürecine geniş halk kitlelerinin hiçbir katılımı yoktur. Cumhuriyetin bir gecede nasıl ilan edildiği ve kabul ettirildiği malûm! Dolayısıyla ortaya çıkan şey, demokratik bir cumhuriyet değil, Bonapartist bir diktatörlüktür. Böyle olduğu için de acilen çözülmeyi bekleyen hemen hiçbir demokratik sorun çözülmemiş, Osmanlı’dan alı-

20

Aralık 2013 • sayı: 105

nan despotik devlet yapısı parçalanıp atılmamış, tersine, cumhuriyet yağına bulanarak varlığını devam ettirmiştir. Mehmet Sinan’ın şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan prekapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır. Yıllar yılı «Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme» söylemlerinin ardına saklanarak her türlü anti-demokratik uygulamaya başvuran bu rejim, gerçekte çağdaşlaşmaya da demokratikleşmeye de pek değer vermediğini ve bu konuda da samimi olmadığını defalarca göstermiştir.” Şeyhülislamlığın yerine Diyanet Başkanlığının kurulması, bir mezhebin resmi devlet dini haline getirilmesi, üstelik de bunun laiklik olarak sunulması, tepeden cebir yoluyla çarşafın, fesin ve sarığın yasaklanması ve buna “kılık kıyafet devrimi” denilmesinin vb. neresi devrimcilik, ilericiliktir! Cumhuriyeti kuran Kemalist liderlik Osmanlı bürokrasisinden gelmektedir ki, o bürokrasi devletlû despotik bir sınıftır. Gelişmiş bir sermaye sınıfının olmadığı koşullarda siyasal liderlik Osmanlı’dan gelen Kemalist bürokrasiye kalmış, zaten despotizmin bir parçası olan bu liderlik, halk kitlelerini sürecin dışına iterek ve baskı altına alarak bir burjuva devlet yaratmış ve burjuvazinin ve devletlû elitin ihtiyaçları doğrultusunda tepeden dönüşümleri dayatmıştır. Bu nedenle Kemalizm, olağanüstü rejim altında tepeden cebir yoluyla burjuva dönüşümleri dayatan Bismarkçılığın bir türüdür. Bu tür tepeden devrimler ve bunların önderlikleri konusunda Marksizmin tutumu gayet nettir. Lenin’in şu sözleri, bu konuda verilebilecek onlarca örnekten sadece biridir: “Bismarck, kendi junker tarzıyla, ilerici ve tarihsel bir görevi yerine getirdi, ama bu gerekçeyle sosyalistlerin Bismarck’ı desteklemesini haklı göstermeyi düşünen birisi, gerçekten ne âlâ bir «Marksist» olurdu!” Rejimin şeklen cumhuriyet olması, ona demokratik bir öz kazandırmamaktadır. İran’dan Çin’e, Suriye’den Kuzey Kore’ye pek çok ülke cumhuriyettir. Buna karşın İngiltere, İsveç, İspanya gibi pek çok ülke de cumhuriyet değil monarşidir. Herhalde hiç kimse kalkıp da örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin bu monarşilerden daha yetkin bir demokrasiye sahip olduğunu iddia edemez.

SİP-TKP’nin sol Kemalizme evrimi SSCB’nin sahneden çekildiği, işçi sınıfı hareketinin gerilediği ve burjuva kesimler arasında şiddetlenen iktidar kavgasının şekillendirdiği siyasal arenada, küçük-burjuva sosyalizminin bünyesindeki Kemalist eğilimler kabak gibi açığa çıkmıştır. Özellikle 28 Şubat sürecini bir dönemeç


sayı: 105 • Aralık 2013

noktası olarak tarihe kayıt düşmek ve AKP’nin hükümet olmasıyla Kemalizmin Türk solunda çok daha baskın bir şekilde öne çıktığını belirtmek gerekiyor. İşçi sınıfıyla herhangi bir ilişkisi olmayan SİP-TKP de, küçük-burjuva ulusalcı sosyalizm anlayışına uygun olarak Kemalizm yoluna girmiştir. TKP’nin Kemalizme doğru geçirdiği dönüşümün teorik temellerini daha önce birçok kere ortaya koymuştuk. Bilhassa 1990’ların ikinci yarısında belirginleşen sol Kemalist eğilimin, 2000’li yıllarda teorik temelleri döşenmiş ve son birkaç yılda ise TKP ait olduğu yeri bulmuştur. Devrimci işçi sınıfının hedefi, kendi doğrudan demokrasisinin ifadesi olan işçi sovyetleri iktidarını savunmak ve işçi sovyetleri cumhuriyetini bir devrimle hayata geçirmektir. Marx ve Engels’ten başlayarak Marksizmin kurucuları ve sürdürücüleri, bu hedef doğrultusunda mücadele etmiş, burjuva cumhuriyet konusunda işçi sınıfı saflarında yanılsama üretilmesine karşı çıkmışlardır. TKP’nin ideologları mevcut koşullarda sosyalist devrimin emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselemeyeceğini söylüyorlardı: “Sosyalist devrim emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselebilseydi, elbette her şey farklı olurdu.” Onlara göre, burjuvaziyle ve emperyalizmle mücadelede “soyut” bir emek-sermaye çelişkisi yerine yurtseverlik geçirilmeliydi! Emek-sermaye çelişkisi tâli, yurtseverlik başat derken, “vatan hainliği” suçlamasını yapma hakkının esas olarak solda olduğunu söyleme noktasına kadar varılmıştı. Marksizmin bu şekilde tahrif edilmesi, bizzat Lenin’in hedef seçilmesine kadar uzatıldı ve Lenin devlet ve devrim konusunda anarşizme açılmakla suçlandı. O günden bugüne TKP’nin sosyalist renkleri iyiden iyiye soluklaşırken, Kemalist renkleri koyulaşıp bütünü belirlemeye başladı. Tam da bu dönüşümün bir sonucu olarak, “30 Ağustos Taarruzu” ve onun “Başkomutanı” Mustafa Kemal artık rahat bir şekilde, utanıp sıkılmadan selamlanabilmekte, cumhuriyet mitingleri düzenlenebilmektedir. TKP yakın zamana kadar, AKP’nin cumhuriyetin kazanımlarını ortadan kaldırmaya giriştiğini söylüyordu. Meselâ şöyle deniyordu: “Bağımsızlık, laiklik, cumhuriyet gibi tarihsel ilerleme öğeleri artık birer yük sayılmaktadır.” Gelinen evrede ise artık AKP’nin Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyeti (birinci cumhuriyet) tasfiye ettiği ve ikinci cumhuriyeti inşaya giriştiği söylenmektedir. “Türkiye’de olan, en özet haliyle Birinci Cumhuriyetin yıkılmasıdır” diyen Aydemir Güler gibi TKP şefleri “laiklik, bağımsızlık ve kamuculuk” özelliklerini atfettikleri Kemalist cumhuriyet için gözyaşı dökmektedirler. Kemalist önyargılarla akıl sağlıkları bozulanlar, Kemalist cumhuriyeti efsaneye dönüştürerek ona tümüyle gerçekdışı değerler atfediyorlar. Oysa gerçek şudur: Türkiye ne dün hakiki anlamda laikti ne de bugün.

marksist tutum

TKP’nin sahip çıkılmasını istediği kamuculuk ise, tastamam devlet kapitalizmi uygulamalarıdır. Devrimci işçi sınıfının özelleştirmeleri savunacak bir politik pozisyonu olamaz. Ancak kapitalist özel mülkiyet karşısına kapitalist devlet mülkiyetinin çıkartılması, kutsanması ve bunun bir tür sosyalizm olduğu ya da devlet mülkiyetinden sosyalizme daha rahat geçileceği yönlü yanılsamaların üretilmesi de kabul edilemez. Devrimci Marksizm, küçük-burjuva sosyalizminin bu tür yanılsamalar üretmesine karşı daima mücadele yürütür. Diğer taraftan eğer siyasal bağımsızlıktan söz edilecekse, Türkiye 1923’ten beri bağımsızdır. Ancak emperyalistkapitalist dünyada mutlak bağımsızlık diye bir şey yoktur. Zira dünya ekonomisi organik bir bütündür ve tüm ülkeler şu ya da bu biçimde birbirlerine bağımlıdırlar. Ne var ki, bu gerçekliği anlamayan “Üçüncü Dünyacı” küçükburjuva sol, 1960’lardan beri Türkiye’nin emperyalizme bağımlı olduğundan ve bağımsızlık mücadelesinden dem vuruyor. TKP de aynı görüşleri yıllardır savunagelmiştir. Meğer Türkiye, AKP’ye kadar bağımsızmış! Kemal Okuyan’a göre “Kemalizm düşmanlığını bayrak yapandan solcu çıkmaz”. Niye? Çünkü TKP’ye göre Kemalizm ilerici, ama AKP gericidir! Burjuvazinin bir kesiminin ideolojisinin sahiplenilmesi gerektiğini vazeden bu sav, kocaman bir aldatmacaya dayanmaktadır. Kemalist rejimin işçi sınıfı, komünist hareket, Kürt halkı ve diğer azınlıklar üzerinde nasıl terör estirdiğini, tepeden dayatmalarla Türk esaslı bir ulus yaratmaya çalıştığını, işine geldiğinde dini sonuna kadar kullandığını vb. burada sayıp dökmeye gerek yok. Komünistlerin görevi, gericilik ve işçi sınıfına kan kusturma noktasında hiçbir ayrım ve farklılığı olmayan burjuva kesimler arasından birisini tercih etmek ve onu ilerici ilan etmek değildir. İşçi sınıfına, burjuvazinin egemenliğini yıkma ve iktidarı kendi ellerine alma mücadelesinde önderlik etmektir. TKP’nin iddia ettiği gibi ne Kemalist cumhuriyette sahiplenilmesi gereken ilerici değerler vardır ne de söz konusu cumhuriyet tasfiye edilmiştir. Eğer gerçekten de burjuva anlamda bile daha geriye bir gidiş olsaydı –meselâ, faşizmin iktidara yürümesi, cumhuriyetin ortadan kaldırılması, monarşinin getirilmesi, şeriat hükümlerinin egemen kılınması söz konusu olsaydı– devrimci Marksistlerin görevi elbette buna karşı çıkmak olurdu. Ancak bu karşı çıkışı Kemalizme atfedilen şeyler üzerine inşa etmezlerdi. İşçi sınıfının, AKP’nin ve İslamcı-muhafazakâr burjuvazinin karşısında tutunacağı dal, Kemalizm değildir. Devrimci işçi sınıfının Kemalist efsanelere ihtiyacı yoktur. Devrimci işçi sınıfı Kemalizmin kendisine yakıştırdığı “ilerici”, “laik”, “devrimci”, “halkçı” gibi sıfatları doğru kabul ederek onu sahiplenmez, sahiplenemez. Sınıfların ortadan kalkmasına ve müreffeh bir toplum yaratılmasına doğru değişimi içeren gerçek ilericiliği, demokrasiyi, laikliği ancak devrimci işçi sınıfı temsil eder. 

21


Ekim Devrimine Dair Levent Toprak

K

apitalizm derin bir sistem bunalımı içinde ve dünya genelinde emekçi kitlelere tatminkâr bir hayat sunamıyor. Bunalımın belirtileri olarak yoksulluk, toplumsal eşitsizlik, baskı artıyor, militarizm yükseliyor. Bu temelde kitlelerin düzenden hoşnutsuzluğu belirgin biçimde artıyor ve dünyanın dört bir yanında patlak veren kitle isyanlarının da gösterdiği üzere, sınıf mücadelelerinin kızışmaya başladığı yeni bir devrimci dönem açılmış bulunuyor. Bu yeni dönem, uzunca bir süredir hayaleti kovulmuş görünen devrimin yeniden hortlamaya başlaması anlamına gelmektedir egemenler için. Bunun dünyanın “nezih” bölgelerinde, Avrupa ve Amerika’da da telaffuz edilir hale gelmiş olması ise dünyanın efendilerini tedirgin etmekte ve bu nedenle en ufak bir çağrışıma bile aşırı tepki verebilmektedirler. Birkaç hafta önce yaşanılan ve kimsenin dikkatini pek çekmeyecek küçük bir hadise bunu ilginç bir biçimde ortaya koymuştur. İngiltere’nin dünyaca tanınmış genç komedyeni Russell Brand, mevcut partilerin ve politikacıların sermayenin hizmetinde olduğunu söyleyerek, halka oy

22

vermeme ve sosyalist eşitlikçi bir toplum düzeni için devrim çağrısında bulundu. İngiltere’nin ağırbaşlılığıyla meşhur efendileri, “komedyendir, olur” deyip geçiştirmediler nedense hadiseyi. Gecikmeden “skandal”a vaziyet ettiler. Sağlı sollu burjuva politikacılar ve medya kalemşorları, adeta Haçlı seferine çıkmışçasına, Brand’i kınama ve sağdan soldan yaylım ateşine tutma yarışına girdiler. Elbette bu “yaramaz” gence akıl vermeyi de ihmal etmedi medya köşeleri. En yavanından ahlak dersleri verecek kadar düşkün bir hal aldı bu vaazlar: “Genel olarak konuşursak, devrimler berbat fikirlerdir. Eğer bir şeyleri düzeltmek istiyorsan, Russell, seçeneklerin en az kötü olanı için oy ver, kanuna itaat et, ve neyin değişmesi gerektiğini düşünüyorsan onun için kampanya yürüten bir politik parti kur.” (The Telegraph) İngiltere gibi devrime genelde uzak durmuş bir ülkede hepitopu bir komedyenin devrim çağrısının bu kadar tepki uyandırması, fincancı katırlarını ürkütmesi, tam da yukarıda dile getirdiğimiz nedenledir. İşçi kitlelerinin gitgide katlanılmaz hale gelen ağır sorunları varken ve geleneksel politik partiler de genel bir itibar yitimi ve köhneme sü-


sayı: 105 • Aralık 2013

reci yaşarken, devrim kavramının olumlu bir içerikle ortalıkta dolaşması egemenleri huylandırmaktadır. Zira devrim kavramı eninde sonunda asıl olarak Ekim Devrimini akla getirmektedir. Ekim ölmemiştir. Hal buyken işçi sınıfı açısından Ekim Devrimini hatırlamak her zamankinden daha çok önem kazanmaktadır. Ekim devrimi sadece 20. yüzyılın değil, belki de sınıflı toplumlar tarihinin en büyük olayıydı. 20. yüzyılın tüm çehresini baştan aşağı belirledi. Devrimler tarihine bakıldığında, tüm devrimler içinde en büyüğü, en etkileyicisiydi. Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında sosyalist düşüncelerin yaşadığı itibar kaybının bir parçası olarak, Ekim Devrimi de popülaritesini görece yitirmiş gibi görünse bile, onun bıraktığı büyük iz de, canlılığı da yerli yerinde durmaktadır. Hatta daha da ötesi, onun bugün ifade ettiği anlam daha da büyük ve değerlidir.

Sömürülen ve ezilenlerin ilk başarılı isyanı Binlerce yıldır süren sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen ve ezilen kitleler sayısız kez isyan etmiş olmalarına rağmen, Ekim Devrimi tarihte ezilenler ve sömürülenlerin ilk başarılı isyanıydı. Bu yüzden de egemenler için asla kabul edilebilen, sindirilen bir şey olmadı. Sömürülenler ve ezilenler “problem” çıkarırlardı, hatta isyan bile ederlerdi, o nedenle onların sırtından sopa, akıllarından da uyutucu, oyalayıcı, itaat ettirici fikirler, önyargılar eksik edilmemeliydi ve zaten yönetim denen sanatın esası buydu. Ama bunların isyanının başarılı olması ve egemenleri alaşağı etmeleri… İşte bu anlaşılır ve kabul edilir bir şey değildi. İşte bu temel niteliği nedeniyle Ekim Devrimi tüm dünyada olağanüstü yankı uyandırdı. Yeryüzündeki ezilenler ve sömürülenler onda kendi özlemlerinin halis bir ifadesini, temsilini gördüler. Dünyanın dört bir köşesinde ezilenler, hem de kitlesel iletişim olanaklarının oldukça kısıtlı olduğu o günlerde, gündelik sohbetlerinin konusu haline getirmişlerdi Ekim Devrimini. Osmanlı ordusunun saflarındaki yoksul emekçi askerler bile cephelerde bunu konuşur olmuşlardı. Dido Sotiriyu’nun meşhur romanı Benden Selam Söyle Anadolu’ya’da kahramanın gözlemlediği bir sahnede askerler Rusya’da olanlar hakkında aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Bir sakallı varmış orda, başa geçmiş. Başa geçer geçmez de, savaş bitecek demiş. Ve savaş da bitmiş işte… Başka işler de görmüş o sakallı: ‘bundan böyle zengin de yok, fakir de…’ demiş. Herkes birmiş Rusya’da… Bütün tımar ve hasları alıp bölüştürmüş, saraylardan dışarı dehlemiş bütün prenslerle paşaları.” Bu satırlar roman kurgusu diye geçiştirilecek satırlar değildir. Tüm dünyada yoksul emekçi kitlelerin haleti ruhiyesini hakiki biçimde yansıtan satırlardır. John Reed ünlü Dünyayı Sarsan On Gün adlı eserinin önsözünde, Ekim Devriminden “serüven” olarak söz edilmesi üzerine şunları söyleme ihtiyacını hissetmişti: “Sovyet Hükümeti bir yıldan beri dayandığı halde Bolşevik

marksist tutum

İhtilalinden hâlâ bir ‘serüven’ olarak söz edenler var. Evet, bu bir serüvendir ve insanlığın bugüne kadar giriştiği serüvenlerin en büyüğüdür; bu, emekçi yığınların önünde tarihe geçen, geniş ve basit istekleriyle her şeyi sarsan bir serüvendir.” [Ağaoğlu Yay., s.12] Bu serüven milyarlarca emekçinin en büyük ve köklü ortak özlemleri yolunda bir serüven olduğu için emekçi kitlelerin gönlünde büyük bir yankı bulmuştur kendine. Devrimin çok uzağında olan John Reed’in ülkesi Amerika’da bile işçiler daha devrimin ilk günlerinden itibaren destek gösterileri düzenlediler. Örneğin bu ilk günlerde New York’ta yapılan bir gösteride yüzlerce işçi Alman istilasına karşı devrimi korumak üzere gidip Kızıl Muhafıza katılmak için gönüllü yazılıyorlardı. Keza aynı gösteride işçi kadınlar devrime destek olmak için yüzüklerini, küpelerini, kolyelerini, bileziklerini sahneye atıyorlardı. Ekim Devriminin tutuşturduğu umut ışığı ve ilham sayesinde benzer nice dayanışma ve kardeşlik sahneleri birçok ülkede yaşanıyordu. Emekçilerin kendileri sömürücü egemenleri alt etmeyi başarıyor ve kendi egemenliklerini kuruyordu. Binlerce yılın ezilmişliği, sömürülmüşlüğü, aşağılanmışlığı, yoksunlukları nihayet son mu buluyordu? Eşitlikçi, özgürlükçü, insanın insanın kurdu olmadığı, bolluk ütopyasına giden yol nihayet açılıyor muydu? Bu olabilecek miydi? İşte ezilenler ve sömürülenlerin binlerce yıllık özlemlerinin nihayet gerçekleşmeye başlaması anlamına geldiği için etkisi bu denli sarsıcı oldu Ekim Devriminin. Yüz milyonlarla sayılan yeryüzü emekçileri sınıfsal konumlarından gelen içgüdüleriyle yüzlerini ona döndüler. Sınıf güdüleri ve Marksist teori ışığında oluşturulmuş devrimci bir politika: İşte bu iki etmenin örgüt dolayımıyla birleşimi başarının sırrını verir. Tarihte Ekim’den önceki ve sonraki proleter isyanlarında ya da devrimlerinde başarılı olunamamasının temel nedeni, şu ya da bu biçimde eksik olan bilinçli örgütlü öncü ve liderliktir. Dünyanın dört bir köşesinde bu amacı simgeleyen komünist partiler emekçi kitlelerin teveccühünü gördüler. Hemen hemen tüm ülkelerde politika arenası köklü biçimde değişmek zorunda kaldı. Egemenler ezilenlerin taleplerinin ve mücadelesinin ifadesi olan politik güçlerle baş etme ve onları hesaba katma mecburiyetiyle yüz yüze geldiler. İtilip kakılanlar ve hiçbir bağımsız politik inisiyatife ehil görülmeyenler artık egemenlere kök söktürüyorlardı. Gelmiş geçmiş en güçlü egemen sınıf olan burjuvazi için Ekim Devrimi, aldıkları en büyük darbeyi temsil ediyordu. Ezilen ve sömürülen o cahil kitleler nasıl olup da kendi iktidarlarını kurmaya girişebilmişlerdi? İşçilere ve onların öncü temsilcilerine egemenlerin ne gözle baktıklarına ve buna inanamadıklarına dair sayısız enstantane

23


Aralık 2013 • sayı: 105

marksist tutum

mevcut. Ekim Devrimi günlerini olağanüstü bir canlılıkla anlattığı eserinde John Reed ayaklanmanın arifesinde burjuvaların partisi olan Kadet Partisinin ileri gelenlerinden bir profesöre rastlar ve ona Bolşeviklerin bir ayaklanmaya kalkışacaklarına dair yaygın söylentiler konusunda ne düşündüğünü sorar. Profesör alaycı biçimde omuz silkerek “Davar onlar… canaille [ayaktakımı]!” der, “Buna cüret edemezler, etseler bile ortadan silinirler.” Reed’in kitabında benzer başka anekdotlar da var. Örneğin Reed o günlerde Rusya’da burjuva aydınlar arasında “İşçi Delegeleri (Raboçi Deputatov) Sovyeti’ne Sabaçik Deputatove, yani Köpek Delegeleri” demenin olağan bir durum olduğunu belirtiyor. Bu, egemenlerin binyılların yönetmişlik kibirinden gelen tipik bir aşağılamaydı. Ama aynı zamanda egemenlerin ne büyük bir körlük içinde olduğunu da gösteriyordu. Taze bir örnek olarak başbakan Erdoğan’ın da işçilere ilişkin olarak “ayaklar baş mı olacak” dediğini, sokaklara dökülen kitlelere “çapulcu” dediğini hatırlayacak olursak, zaman ve mekân farkı olmaksızın tüm egemenlerin nasıl da benzer bir kibirle malûl olduğunu görmek kolaylaşır. O aşağılanan yoksul emekçi kitleler tam da devrimci dönemlerde adeta bir yaratıcılık patlaması yaşarlar. Toplumun bağrında birikmiş olağanüstü yaratıcı potansiyel gürül gürül akmaya ve toplumsal yaşamın dört bir yanından canlılık fışkırmaya başlar. Cehaletle suçlanan o kitleler birçok toplumsal, siyasal, örgütsel soruna yüce kafaların bulamadığı çözümler üretirler. Örneğin bir işçi devletinin temel özelliklerini ve örgütsel formlarını o “cahil” işçi kitleleri keşfetmişlerdir, nice yeni sanat akımları devrim dönemlerinin yaratıcılığa verdiği güçlü ilhamla ortaya çıkmıştır, vb. İşçi kitleleri kendilerine doğru bir kılavuzluk yapıldığında mucizeler yaratmaya yetenekli olduklarını Ekim Devrimiyle parlak biçimde göstermişlerdir. Ekonomiden tutun, eğitim ve kültüre kadar toplumsal yaşamın her alanında kolektif zekânın parlak örneklerini sergilemişlerdir. Böylesi dönemler aynı zamanda bilgiye, kültüre olan talebin de patladığı dönemlerdir. Kitleleri siyasal yaşamın odağına çeken büyük toplumsal altüst oluşlar, onların, başta bu süreçlerin kendisi olmak üzere tüm bir insanlık mirasını anlama ve öğrenme hevesini kamçılar. John Reed devrim günlerini anlatırken bu bakımdan da bir kesit verir: “Siperlerde ayaklarında ayakkabı olmayan sıska insanlar gördük. Onlar bizi görünce ayağa kalktılar. Istıraplı yüzleri, yırtık pırtık elbiselerinin içinde mavileşen derileriyle, sabırsızlıkla üzerimize atıldılar: Okuyacak bir şey getirdiniz mi? Rusya her okunacak şeyi kızgın toprağın suyu emmesi gibi emiyor, bir türlü suya doymuyordu. Dağıtılan bu şeyler masal, yalan yanlış tarih, halk için din ya da insanları dejenere eden ucuz cinsten romanlar değildi. Bunlar sosyal, ekonomik kuramlar üzerine, felsefe üzerine yazılmış kitaplardı. Tolstoy’un, Gogol’un ve Gorki’nin eserleriydi.”

24

Ekim’in sırrı Sömürülen emekçi kitlelerin sınıfsal dürtüleri ve sezgileri önemli bir etmen olmakla birlikte, bu dürtü ve sezgilere biçim verecek bir liderlik ve politik örgütlülük olmadan bu sezgilerin devrimleri kendi başına başarıya ulaştırması mümkün değildir. Sınıf güdüleri ve Marksist teori ışığında oluşturulmuş devrimci bir politika: İşte bu iki etmenin örgüt dolayımıyla birleşimi başarının sırrını verir. Tarihte Ekim’den önceki ve sonraki proleter isyanlarında ya da devrimlerinde başarılı olunamamasının temel nedeni, şu ya da bu biçimde eksik olan bilinçli örgütlü öncü ve liderliktir. Proletarya devriminin tarihin göreceği en bilinçli devrim olacağı Marksizm tarafından en başından tespit edilmiştir. Zira tarihte ilk kez en alttaki sömürülen sınıf başka bir sömürücü sınıfın egemenliğini değil kendi egemenliğini kuracaktır ve onu da geçici bir süre için kuracaktır, çünkü asıl hedef kendisi dâhil tüm sınıfları ortadan kaldırmaktır. Bir sınıflı-sömürülü toplum biçiminden diğerine geçiş değil, sınıflı-sömürülü toplum düzenlerinin tüm biçimlerinin kaldırılması söz konusudur. Böylesi bir kapsamlı dönüşümün ve hareketin geçmiş devrimlere göre daha yüksek bir bilinç öğesi içereceği kendiliğinden açıktır. Tarihin ilk ve hâlâ tek başarılı proleter devrimi olan Ekim Devriminde bilinç unsurunun olağanüstü bir rolünü görürüz. Ekim Devrimine öncülük eden Bolşevikler işçi sınıfının en bilinçli öncü unsurlarını içeriyordu ve bu haliyle dünya işçi sınıfının tüm tarihsel deneyimini bağrında kristalize ediyordu. Bolşevik kadrolar yıllar süren kahırlı çabalar ve mücadeleler sonucu bu olağanüstü sonucun elde edilmesini sağlamışlardı. Keza bir başka düzeyden bakıldığında da, Bolşevikler kuşaklar boyunca çeşitli ülkelerde işçi sınıfı davası için mücadele eden devrimcilerin tüm olumlu mirasının ve büyük özlemlerinin bir ifadesiydi. Ekim Devrimi günlerine gelindiğinde Marksizm bir düşünce akımı olarak yarım yüzyıldan fazla bir süreyi (Komünist Manifesto’yu esas alırsak 70 yıldan söz edebiliriz) geride bırakmıştı. Aslında daha da geriye uzatılabilir bu süreç. Zira bir işçi devrimi, bir proletarya diktatörlüğü fikri için mücadelenin kökleri ilk olarak Fransız devriminin sonrasında filizlenmiştir. Babeuf ’leri, Buonarroti’leri, Blanqui’leri ve bu temelde çeşitli gizli örgütlenmeleri anabiliriz bu bahiste. Sonuç olarak, devrimciler açısından bakıldığında kuşaklar boyunca süren ve sonucu büyük bir özlemle arzulanan kahırlı bir mücadele söz konusudur. Bu kuşaklar boyu mücadele etmiş sayısız devrimci açısından baktığımızda Ekim Devriminin olağanüstü bir deneyim anlamına geldiğini görmek zor değildir. Ömür boyu verilen zorlu mücadelenin sonunda, başarılması hiç de kolay olmayan büyük idealin gerçekleşmesine bizzat tanık olmak… Bu-


sayı: 105 • Aralık 2013

nun coşkun deneyimi bir yana, egemenlerin ve sağlı sollu sayısız fikir adamının, akımlarının saldırılarına uğramış ve buna rağmen sıkı sıkıya sarılınmış bir dünya görüşü olarak Marksizmin en cüretli öngörüsünün doğrulanışı görmek… İşte Ekim Devrimi tüm bunları ifade ediyordu aynı zamanda. Ekim Devrimi öylesine inanılmaz bir şeydi ki, Lenin bile Çarlığın yıkıldığı Şubat devriminin birkaç hafta öncesinde kendisinin devrimi muhtemelen göremeyeceğini söylüyordu. Aynı Lenin Rusya’da işçi iktidarı 72 günü tamamladığında karlar içinde çocuklar gibi sevinçle zıplıyordu. Zira Rusya’da işçi iktidarı Paris Komününün 72 günlük ömrünü geçmişti.

Dünya devriminin ve liderliğin önemi Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının 1920’li yıllar içinde içten yürüyen bir bürokratik karşı-devrimle yıkılıp yerine Stalinist bir diktatörlüğün kurulması, insanlığın büyük özlemleri için ağır bir darbe oluşturdu. Bu darbenin büyüklüğü esasen bürokratik despotik diktatörlük 1990 dönemecinde yıkıldığında ortaya çıktı. Zira bürokratik diktatörlük tüm ömrü boyunca Ekim’in ve sosyalist ideallerin sürdürücüsü pozunu kesmişti. SSCB’nin büyük bir dünya gücü haline gelmesi bu iddiaya belli bir inandırıcılık kazandırmıştı. Fakat yine de başta Rusya’daki işçi sınıfı olmak üzere dünya işçi sınıfının Sovyetler Birliği’ne beslediği umutlar giderek zayıfladı ve SSCB’nin cazibesi gitgide azaldı. Çöküş ise sosyalist ideallerin çöküşü olarak görüldü genel olarak. Oysa çöken, işçi sınıfının, sosyalizmin ve Marksizmin düşmanı olan bir bürokratik diktatörlüktü gerçekte. Ne Marksizm ne sosyalizm ne de Ekim Devriminin temsil ettiği değerler çökmüştü. Rusya’da proleter devrimle kurulan işçi iktidarı, iç savaşta Rus proletaryasının en iyi unsurlarının kırılması, sanayi işçisinin fiilen erimiş olması, köylülüğün boğucu ağırlığı ve tabii, en önemlisi, tüm Avrupa’da işçi hareketinin yenilip geri çekilmiş ve devrimci durumun sönümlenmiş olması nedeniyle yenilgiye uğradı. Yine de dünyanın değişik bölgelerinde tekrar tekrar devrimci yükselişler yaşandı. Ama bu yükselişler başarılı proleter devrimlerle sonuçlanmadı, bu da asıl olarak öznel faktörden, yani devrimci önderlikle ilgi-

marksist tutum

li sorunlardan kaynaklanıyordu. Gerçek şu ki, insan hayatında olduğu gibi toplumların hayatında da ve dolayısıyla tarihte de kritik dönüm noktaları vardır. Böylesi dönüm noktalarında tarihsel aktörlerin iradi müdahalelerinin belirleyicilikleri artar. Bazen bu aktör tek bir lidere bile indirgenebilir. Örneğin Ekim Devrimi söz konusu olduğunda bizzat Troçki’nin de ifade ettiği gibi, eğer Lenin olmasaydı o günlerde iktidarın işçi sınıfı tarafından alınması çabası başarıya ulaşamazdı. Devrimci durum bir süre daha, ve belki uzunca bir süre daha, tüm gelgitleriyle sürer ama sonuç çok büyük olasılıkla başarılı bir proleter devrim olamazdı. Devrim günlerinin ayrıntılı tarihini ve bunun içinde parti içi mücadelelerin gelişimini ve değişik liderlerin rolünü bilenler bunu açıkça görmekten geri duramazlar. Hiç şüphesiz aktörler dediğimizde kişilerden ziyade örgütlü hareketleri, örgütleri, partileri anlıyoruz. Zira siyasal mücadeleler, hele de modern zamanlarda, bu kurumlar aracılığıyla yürütülür ve sonuca bağlanırlar. Bir ülkenin tüm siyasi kaderinin belirli bir siyasi örgütün kararına bağlı hale geldiği kritik anlar vardır. Tarih keskin biçimde bir yol ayrımını getirip ortaya koymuştur. Öznel ağırlığını şu ya da bu yoldan yana koymak tarihin sonraki akışını radikal biçimde belirler. İşte kitleleri yönlendirme gücünde olan bir örgütün aldığı karar böylece sonuç belirleyici olur. Eğer Ekim günlerinde parti, Şubat devrimi sonrasındaki ilk aylarda olduğu gibi Kamenev ve Stalin gibilerin elinde kalsaydı Bolşeviklerin genel hareket tarzı Menşeviklerinkinden ya da sol-Menşeviklerinkinden pek fark-

Bolşevikler devrimci kalkışmayı örgütleyip işçi sınıfının iktidarı almasına öncülük ettiklerinde bunu salt Rusya dahilinde kendi başına yaşayabilir bir sosyalist düzen kurabileceklerini düşündükleri için yapmadılar. Marksizm tümüyle bunun aksini öğretmektedir. Bolşeviklerin dayandıkları tek şey dünya devriminin kıvılcımını çakacak olmalarıydı. Rus işçi sınıfı, özellikle de devrimin kalbi konumundaki Petrograd işçi sınıfı, kendisini tüm dünya devriminin bir öncü müfrezesi gibi görüyor ve devrimin diğer ülkelerdeki zaferini büyük özlem ve heyecan içinde bekliyordu. Çünkü kurtuluşun tek gerçek yolunun bu olduğunun bilincindeydi.

25


Aralık 2013 • sayı: 105

marksist tutum

lı olmazdı. Diğer tarihsel deneyler bir yana, özellikle adı anılması gereken 1918 Alman devriminin ve 1919 Macar devriminin akıbeti, bize olabileceklerin genel seyri hakkında fikir vermektedir. Şimdi aynı metodu dünyanın değişik bölgelerinde patlak veren sonraki kalkışmalara ve devrim süreçlerine uyguladığımızda tabloyu daha iyi anlayabiliriz. 1923 Alman devrimi, 1927 Çin devrimi, 1934 Fransa, 1936 İspanya ve 2. Dünya Savaşı süreci ve bitiminde Fransa, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerdeki devrimci durumlar ve daha sonraki niceleri… Bu süreçlerin birçoğunda Ekim’deki gibi devrimci bir çizgi izlenerek yeni proleter devrimlerle işçi sınıflarının iktidara gelmesi sağlanabilirdi. Ancak SSCB’deki egemen Stalinist bürokrasinin kontrolü altındaki komünist partiler devrim süreçlerini dizginlemek, burjuvaziyle anlaşmalar yapmak yolunu izleyerek sonunda bu devrimleri boğazladı. Böylece bir dünya devriminin yeniden ateşlenmesi yolunda birçok yeni fırsatlar doğmasına rağmen, bunlar asıl olarak Stalinist bürokrasinin tutucu hesapları doğrultusunda boğuldu. Tekrar tekrar beliren tarihin bu tür çatallanma noktalarında doğru iradi müdahalelerle ibrenin tekrar devrim yönüne çevrilmesi mümkündü. Dünya devrimi tüm meselenin kalbini oluşturmaktadır. İnsanlığın sömürüsüz, sınıfsız, eşitlikçi, özgür bir bolluk toplumu özlemi, yani bir yeryüzü cenneti özlemi tümüyle buna bağlıdır. Bolşevikler devrimci kalkışmayı örgütleyip işçi sınıfının iktidarı almasına öncülük ettiklerinde bunu salt Rusya dahilinde kendi başına yaşayabilir bir sosyalist düzen kurabileceklerini düşündükleri için yapmadılar. Marksizm tümüyle bunun aksini öğretmektedir. Bolşeviklerin dayandıkları tek şey dünya devriminin kıvılcımını çakacak olmalarıydı. Rus işçi sınıfı, özellikle de devrimin kalbi konumundaki Petrograd işçi sınıfı, kendisini tüm dünya devriminin bir öncü müfrezesi gibi görüyor ve devrimin diğer ülkelerdeki zaferini büyük özlem ve heyecan içinde bekliyordu. Çünkü kurtuluşun tek gerçek yolunun bu olduğunun bilincindeydi. Buna dair canlı bir enstantane devrimin birinci yılı kutlamaları sırasında yaşanmıştır. Büyük bir tiyatro salonunda yapılan çeşitli kutlama etkinlikleri sırasında Almanya’dan gelen ayaklanma haberinin salona duyurulması ile doğan atmosferi şöyle aktarıyor orada bulunan bir Bolşevik: “Sonrasında olanları aktarmak zor… Duyuru adeta bir tür gök gürültüsüyle karşılandı ve çılgınca alkışlar dakikalarca tiyatro salonunu salladı… İşte, sonunda gelmişti, Batı Avrupa proletaryasından destek gelmişti. Bundan böyle artık her şey farklı gelişecek gibi görünüyordu. Sahnede olup bitene yönelik ilgi tümüyle kaybolmuştu… Oradakiler hâlâ kendi metinlerini okuyorlardı… Fakat bizim düşüncelerimiz çok uzaklarda, Berlin’deydi, kızıl bayrakların sokaklarda dalgalandığı Berlin’de, bir işçi delegeleri sovyetinin toplantı yapmakta olduğu Berlin’de, dünya proletarya devrimine yeni bir düğümün atıldığı Berlin’de.” Ne yazık ki Alman proletaryası o sırada henüz yeterli

26

hazırlığa ve örgütlülüğe sahip değildi. O nedenle 1918 Alman devrimi her ne kadar imparatorluğa son verip cumhuriyeti getirse de, sovyet denemesi kısa ömürlü ve zayıf içerikli olabildi. Ancak asıl hayıflanılacak şey, devrimi yapan işçilerin Bolşevik öncülerinde mevcut olan ve keza ilk dönemde dünya komünist hareketine de yayılan bu güçlü enternasyonalizmin, daha sonra Stalinist bürokrasinin çarpıtmalarıyla bozulması ve yerini milli sosyalizm anlayışının almasıdır. Bu gerici ütopik anlayışın dünya komünist hareketine yerleştirilmesinin sonuçları, yukarıda değindiğimiz üzere çok ağır oldu.

Yeni bir dönem Sonuç olarak fırsatlarla dolu büyük bir tarihsel dönem kabaca 1980’lerle birlikte kapandı. Bir anlamıyla çok büyük bir fırsat, bir tarihsel moment kaçırılmıştır denebilir. Bütün dünya baştan aşağı değişebilir ve bugün bambaşka bir iklim altında yaşıyor olabilirdik. Bu ihtimal boş bir spekülasyon değildir. Bunun olanağı çok güçlü bir biçimde kendisini ortaya koymuştu. Ne yazık ki hain önderlikler nedeniyle bu fırsat tepilmiştir. Bütün bu yenilgiler sonunda çok önemli şeyler kaybedildi. Örgütler, adanmış kadrolar, işçi sınıfının genel özgüven düzeyi, ideolojik özgüven, ideal inancı vb. tüm bu cephelerde ciddi erozyonlar yaşandı. Bu birikimin bir kez daha yaratılması gibi ağır bir görev önümüzde durmaktadır. Bu görev ağır olmakla beraber umutsuz olmak için hiçbir sebep yoktur. Şunu çok iyi biliyoruz, insanlığın idealleri ve umut asla son bulmaz. Böyle olduğu için de bu idealler gerçekleşene dek mücadele devam edecektir. Bunun temelleri de insan kaynakları da daima mevcuttur. Bugün dünyada toplumsal-politik hareketler yeniden filizlenmekte. Bunlar henüz el yordamıyla ilerliyorlar. Ama onları güdüleyen temel sorunlar yeni sorunlar olmayıp Marksizmin ele alıp çözümler üretmiş olduğu sorunlardır. Bu yeni hareketler geçmişin devrimci mücadele birikimlerinden yeteri kadar haberdar değiller. O nedenle yanlış yollara sapabiliyorlar. Ancak bunların içinden Marksizme yönelenler muhakkak olacaktır. Dahası kitle hareketi kimi zaman pahalıya da patlayan deneme yanılmalarla gitgide tarihsel olarak daha önce keşfedilmiş biçimlere daha fazla yaklaşacak ya da en azından fikren bunlara daha açık hale gelecektir. Dünya-tarihsel açıdan yeni bir devrimci döneme girilmiştir ve Ekim Devriminin mesajının ve derslerinin doğal muhataplarını bulacağı mücadeleler her gün dünyanın bir başka yerinde kendisini göstermektedir. Dünya genelinde egemenlerin telaşı da, her geçen gün yeni biçimler altında arttırdıkları baskı önlemleri de bundandır. Bu bakımdan güvenle söyleyebiliriz ki, Ekim Devriminin kitle imgeleminde yeniden hak ettiği yeri alacağı günler uzak değildir. 


A

KP hükümeti, Türkiye kapitalizminin kısa ve uzun vadeli ihtiyaçları doğrultusunda işgücü piyasasını yeniden düzenliyor. İşgücünün daha da ucuz hale getirilmesi ve esnekleştirilmesi için atılan adımların önemli bir ayağını da kadın işgücünün kullanımının ve kadının toplumsal rolünün düzenlenmesi oluşturuyor. Bu amaç doğrultusunda hazırlanan Kadın İstihdam Paketi’nin yerel seçimlerden önce Meclis’ten geçirilmesi planlanıyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının ve Çalışma Bakanlığının kadın örgütlerine ve işçi örgütlerine sormadan hazırladığı Kadın İstihdam Paketi, “demokratikleşme” paketinden sonraki en iddialı ve güçlü çalışma olduğu yönündeki ısmarlama haberlerle medyaya servis edildi. Kadın İstihdam Paketi, doğum izninin uzatılması, kreş zorunluluğunun getirilmesi gibi argümanlarla süslenmeye çalışılıyor. Gerçekte ise paket, işveren örgütlerinin yıllardır istediği iş yaşamının esnekleştirilmesinin, özel istihdam bürolarının kurulmasının zeminini döşeyen, Ulusal İstihdam Stratejisi’nin uzantısı durumundaki bir saldırı paketidir. Burjuvazi Türkiye kapitalizminin orta ve uzun vadede ucuz işgücü sorunu yaşayacağını hesaplıyor. Kentleşme süreci, toplumun yaşam tarzını ve alışkanlıklarını değiştiriyor. Aileler geçmişe kıyasla daha az çocuk yapmayı tercih ediyor. Geçmişten günümüze sermaye, ucuz işgücü ihtiyacını köyden kente göç sayesinde karşılıyordu. Türkiye’de köyden kente göç süreci de büyük ölçüde tamamlandı. Burjuvazi ilerleyen yıllarda işsizlerden oluşan yedek işçi ordusunun azalmasını ve işçi ücretlerinin yükselmesini istemiyor. Bu yüzden

AKP’nin “Kadın İstihdam Paketi” Zehra Aras

27


marksist tutum

Aralık 2013 • sayı: 105

Başbakan her fırsatta ailelere 3-5 çocuk yapmayı salık veriyor. Kadınları çocuk yapmaya özendirmek için çeşitli yöntemler uygulanıyor. TRT dizilerindeki kadın karakterlerin hamile kalmasından, televizyonlarda çeşitli vesilelerle şirin bebeklerin sergilenmesine kadar çocuk yapmayı özendirici çeşitli yayınlar yapılıyor. Anneliği kadınların asli görevi, hatta varlık sebebi olarak gören zihniyet sermayenin çıkarlarıyla örtüşüyor.

Kadın işçileri neler bekliyor? Burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda yapılan yeni düzenlemelerde kadın işçileri ilgilendiren pek çok husus bulunuyor. Öncelikle uzaktan çalışmayı teşvik edecek yeni düzenlemeler söz konusu. El işine dayalı imalatın bir kısmını evde gerçekleştiren çok sayıda kadın işçi zaten var. Hediyelik eşya, aksesuar, el işlemesi, montaj gibi işler “ev kadınlarına” yani sigortasız, güvencesiz, ucuza çalışan kadın işçilere sipariş ediliyor. Evden yürütülebilecek büro işlerinde de özellikle kadın işçiler tercih ediliyor. Bunlar emek sömürüsünün yoğunlaştığı, işçilerin çok çok düşük ücretlerle çalıştırıldığı işlerdir. Sigortasız ve sendikasız olarak çalışılan bu işler, patronları servis ve yemek gibi maliyetlerden de kurtarıyor. İşçilerin bir işyerinde yan yana gelmelerini ve örgütlenmelerini imkânsız kılan, yoğun emek sömürüsüne dayalı bu çalışma biçimleri yasal bir statüye kavuşacak. Kadını eve hapseden ve emeğini görünmez kılan çalışma biçimi, hükümet tarafından burjuva medyada “evden çalışma imkânı” diye pazarlanıyor. Bu biçimdeki çalışma; saatleri belirsiz, tamamen güvencesiz, işçilerin her türlü haktan tamamen muaf tutulduğu bir istihdam biçimidir. Çağrı üzerine çalışma ve özel istihdam büroları denen kölelik büroları da en çok kadın işçilere reva görü-

28

lüyor. Bu esnek ve güvencesiz çalışma biçimleri yasallaştırılırken hükümet sözcüleri büyük bir ikiyüzlülükle kadınlara yeni istihdam olanakları yaratıldığını söyleyebiliyor. Hükümetin bu paketle iyi bir şey gibi pazarladığı esnek çalışma, kadının öncelikle evde çalışması, daha ucuza çalışması, 3-5 çocuk yaparak geleceğin işçi kuşaklarının yetiştirilmesini üstlenmesi ve emeğinin görünmez kılınmasıdır. Kadının tam zamanlı ve süreklilik taşıyan, nispeten daha güvenceli ve yüksek ücretli işlerden uzaklaştırılması, toplumsal konumunu daha da geriletici niteliktedir. Kadın, erkeğe daha fazla bağımlı hale getirilecektir. Yasa taslağı part-time/kısmi çalışmayı tüm çalışanlar için tanımlıyor. Ancak yeni işçi kuşakları doğurma rolü biçilen kadınlar bu tip çalışma biçimlerine özel olarak teşvik ediliyor. Kamuda çalışan kadınlara “doğum sonrasında 69 ay boyunca günde 4 saat yani part-time çalışabilirsiniz” denerek sözde bir lütufta bulunuluyor. Oysa bu, çocuk doğuran kamu çalışanı her kadının part-time memur haline getirilmesi, yani yarı yarıya işsiz bırakılması demektir. Kamuda başlanacak bu uygulama ileride özel sektöre de genişletilmek isteniyor. Özel sektörde çalışan kadınlar ilk çocuklarını doğurduktan sonra 2 ay, ikinci çocuktan sonra 4 ay ve üçüncü çocuktan sonra 6 ay parttime işçilik yapacak. Patronlar bu part-time kadın işçilere ücretlerinin yarısını ödeyecek. Diğer yarısı ise işsizlik sigortası fonundan karşılanacak. Öncelikle şunu görmek gerekiyor ki, bu tip bir çalışmayı tercih eden kadın işçilerin büyük


sayı: 105 • Aralık 2013

bir kısmına derhal kapı gösterilecek ve siz evde “annelik mesleğini” icra edin denecektir. Kadın işçileri part-time çalıştırmaya çıkarları gereği sıcak bakan patronların ise nasıl bir uygulamaya gideceklerini tahmin etmek zor değildir. İşyerlerinde patronların işçileri kaç saat çalıştırdığını denetleyen hiçbir mekanizma yok. Zaten olsaydı patronlar, 12-16 saatlere varan yasadışı fazla çalıştırma düzenini bu kadar rahat yürütemezlerdi. Patronların çoğu, kadın işçilerin yarım gün çalışıp eve gitmelerine müsaade etmeyecek, servis ayarlamayacaktır. Part-time olarak gösterilip gerçekte 2/3 gün ya da tam gün çalışan kadın işçilere yarım ücret verilecek. Geri kalanı nasıl olsa her fırsatta işsizlik sigortası fonunu yağmalayan devlet tarafından ödenecek. Hükümet, İşsizlik Sigortası Fonu’nu yağmalamak ve patronların yararına kullanmak için her fırsatı değerlendiriyor, hatta yeni fırsatlar üretiyor. Patronlar da peşkeş çekilen fon paralarını iç etme fırsatlarını kaçırmıyor. Kurulmak istenen özel istihdam büroları, esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırmanın en önemli aracı olacaktır. Doğum iznine giden kadınların yerine istihdam bürolarından birkaç aylığına işçi kiralanacak. Bu bürolar genel olarak emeğin, özelde de kadın emeğinin sömürüsünü derinleştirecek. Hükümet ise bürolar sayesinde kayıt dışı çalışmanın kayıtlı hale geleceğini ileri sürüyor. İstihdam bürolarının, yani işçi simsarlığı bürolarının kimi hangi işyerine gönderdiğini denetlemek üzere yapılmış hiçbir düzenleme yok. Patron örgütleri istihdam bürolarını kadınların, yaşlıların ve engellilerin emeğini sömürebilmek için vazgeçilmez görüyor. Patronlar istihdam bürolarının bir an önce kurulmasını istiyor. Sermaye sınıfı bu büroların grev, iş yavaşlatma, toplu işten çıkarma gibi durumlarda rahatlıkla işçi kiralayabilecekleri kurumlar olacağını çok iyi biliyor. Kölelik bürolarının iş yaşamında önemli rol oynadığı ülkelerde işçi sınıfının atomize edildiği, örgütsüzleştirildiği, sürekli ve düzenli işlerde çalışma imkânlarının daraldığı, ücretlerinin düştüğü ve işçilere kölelik koşullarının dayatıldığı biliniyor. Özel istihdam bürolarına bağlı olarak part-time işlere gönderilen işçiler, birkaç işte çalışmalarına rağmen geçinemiyor. Emeklilik yaşını 65’e kadar yükselten yasal düzenlemeler işçilerin emekli olmasını zaten zorlaştırmış durumda. Esnek, part-time ve geçici işlerde çalışmanın yaygınlaştırılması, işçilerin geçim sıkıntısını arttıracağı gibi emekli olmalarını daha da imkânsız hale getirecektir. Hazırlanan yasa taslağı medyada pazarlanırken “işverenlere kreş zorunluluğu getirileceği” müjdeleniyor. Oysa mevcut yasalarda ve yönetmeliklerde de zaten kreş zorunluluğu kâğıt üzerinde var. 100 ilâ 150 arası

marksist tutum

Mersin Uluslararası Hal Kompleksinde, düşük ücretleri ve yevmiye usulü güvencesiz çalışmayı protesto etmek için iş bırakan kadın işçiler

kadın işçi çalıştıran işyerlerinde emzirme odası, 150’nin üzerinde kadın işçi çalıştıran işyerlerinde ise patronların kreş yükümlülüğü var. Patronların çoğu işçi sınıfının örgütsüz ve bilinçsiz olmasından yararlanarak bu yükümlülüklerini yerine getirmiyor. İşyerlerinin kreşi olup olmadığı denetlenmiyor. Kreş yükümlülüğü olduğu halde bunu yerine getirmeyen patronlar üzerinde hiçbir yaptırım uygulanmıyor. Kreş talep eden kadın işçiler ise işten atılıyor. Bazı işyerleri kadın işçilere sahte formlar imzalatarak dışarıdan kreş hizmeti satın alıyormuş gibi göstererek, işçilerin kreş hakkını gasp ediyor. Hükümet ise patronlara kreş açmayı zorunlu tutmak bir yana, kamu kreşlerini bile kapatıyor. Maliye Bakanlığı, kamu kreşlerine harcama yapılmasını engelleyen tebliğler yayınlıyor. Kadın İstihdam Paketi taslağında, başlangıçta doğum izni süresinin 16 haftadan 24 haftaya çıkarılması da öngörülüyordu. Ancak patron örgütlerinin itirazı üzerine bu süre derhal 18 haftaya çekildi. Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir’in “Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Doğum yapan kadına sağlanacak ek haklar, kadınları iş hayatından etmesin” sözlerine, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, “Genç nüfusu kalkınmanın parçası yapmazsanız başkanın çocukları, çalıştıracak erkek bile bulamayacak” diye cevap verdi. Şahin, patronların maliyetini arttıracak hiçbir çalışma yapmadıklarını neredeyse yemin billâh açıkladı. “Ben de özel sektörden geldim. (…) Özel sektöre ekstra yük değil. Onların işini kolaylaştıracak katı çalışma hayatından esnek çalışmaya geçilecek. Başkan yeterince bilgi sahibi değil. Bilgi sahibi olursa bunu sahiplenecektir. İş dünyasının önündeki engelleri kaldırıyoruz, asla yeni engel koymayız” sözleriyle sermayeye bağlılığını ortaya koydu. Şahin’in bir “varlığım Türk patronlarına armağan olsun” demediği kaldı. Hükümetin politikasını ziyadesiyle ortaya koyan Bakan, patronların yüreğine su serpti: “Bu paketi hazırlarken temel noktamızın başında şu geliyor: Hem nüfusu arttırmak, hem aile hayatıyla çalışma hayatını desteklemek. Kadının bütün bu hayatlardaki faaliyetini desteklemek. İkinci temel ilke işletmelere ilave yük getirmemek. Bir şey yapılacaksa bunu da

29


marksist tutum

kamu yapsın. Kadınlara iyilik olsun diye yapılan adımların aleyhlerine sonuçlanacağını değerlendirdik. İşletmelere yük getirirsek elbette daha az kadın istihdam ederler. İşletmelere yük getiren hiçbir tedbire yer vermedik. Kamunun destek ve teşvikiyle iyileştirme yapılacak. Konu açısından endişe edilecek bir durum yok.” Aslında Bakanın, patronlara güvence vermek için kendini bu kadar paralamasına lüzum yok. Özel sektörde doğum yapan kadın işçilerin 16 haftalık izin hakkı bile zaten genellikle kullandırılmıyor. Patronlar bu hakkı kullandırmamak için çeşitli yöntemlere başvuruyor. Genç kadın işçiler evlendikleri anda “sen şimdi çocuk da yaparsın” denilerek işten çıkartılıyor. Bazı patronlar işe alırken kadınlara çocuk doğurmayacaklarına dair kâğıt imzalatıyor. Bu kâğıdın yasal bir geçerliliğinin olmadığını bilmeyen çoğu kadın işçi ya çocuk yapmayı erteliyor ya da hamile kaldığında işten atılmasının normal olduğuna inandırılıyor. Hamile kalan kadın işçiler, işten atılmamak için hamile kaldıklarını uzun süre gizlemek zorunda kalıyorlar. Taslakta hamile ve emziren kadınlara 1 yıl boyunca fazla mesai yaptırılamayacağı ve gece çalıştırılamayacağı da yazıyor. Oysa yeni bir şeymiş gibi pazarlanan bu hüküm mevcut yasa ve yönetmeliklerde de var ve uygulanmıyor.

Kadın işçiler ne istemeli? İşçi sınıfı örgütsüz olduğu müddetçe mevcut yasalardaki haklarını bile kullanamamaktadır. Esnek çalışmayı, kölelik bürolarını dayatan, düşük ücretli parttime çalışmayı, evden çalışmayı teşvik eden, kadını düzenli ve güvenceli işlerden uzaklaştıran düzenlemeler, işçi sınıfının örgütsüzlüğünü daha da derinleştirecektir. İşçi sınıfı örgütsüzleştiği ölçüde kölelik koşullarına daha

30

Aralık 2013 • sayı: 105

fazla boyun eğmek zorunda kalacak, yasalarda tanımlanan bazı haklar kâğıt üzerinde kalmaya devam edecektir. Çocuk bakımı sadece kadınların yükümlülüğü olmaktan çıkarılmalıdır. Çocuk bakım izinleri hak ya da ücret kaybına yol açmamalı, çocuk bakımı sadece kadınların üzerine yıkılmamalıdır. İzinler düzenlenirken erkek ve kadın işçilerin eşit görev ve sorumluluk taşıması gerektiği unutulmamalıdır. Amaç aile içerisinde kadınla erkek arasındaki eşitsizliğin giderilmesi olmalıdır. Herkesin yararlanabileceği ücretsiz kreşler ve bakım evleri kurulmalı, bu kamu hizmetlerinin maliyeti de işçi sınıfının sömürüsüyle zenginleşen patronlara yüklenmelidir. Kapatılan kamu kreşleri derhal açılmalı, her semte ihtiyacı karşılayacak yeni kreşler kurulmalıdır. Çalışma süreleri kısaltılarak ücretler yükseltilmeli, kadın ve erkek işçilerin kendilerine ve ailelerine zaman ayırabilmeleri sağlanmalıdır. Kadın ve erkek tüm işçilerin esnek çalışma biçimlerine son verilmelidir. Tüm çalışanların iş güvencesi ve tam istihdamı sağlanmalı, bu şekilde işsizlik ortadan kaldırılmalıdır. Tüm işlerde ve mesleklerde kadın ve erkeğin eşitliğini sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır. Kadınları çocuk doğurma makinesi, ev hizmetçisi ve ucuz işgücü olarak gören yasalar kaldırılmalıdır ve bu anlayış temelindeki politikalara son verilmelidir. Kadın-erkek tüm işçi sınıfının işgününün kısalması ve ücretlerinin yükselmesi, tam zamanlı ve güvenceli işlerde çalışması, eğitim ve sağlık sorunlarının çözülmesi, gelecek kaygısı olmadan çocuklarını yetiştirebilmesi, çocukların bakımını üstlenen kreşlerin olması… Bunların hiçbiri imkânsız değildir. Bunların elde edilmesi için gereken şey, işçilerin örgütlenmesi ve mücadeleye girişmesidir. 


Genel Sağlık Sigortasının Kapsamı Daraltılıyor Hakan Sönmez

B

urjuvazinin işçi sınıfına yönelik saldırıları ekonomik kriz koşullarında artarak devam ederken, gerek emeklilik gerekse sağlık ayaklarında yapılan yeni düzenlemelerle sosyal güvenlik sistemi her geçen gün biraz daha devre dışı bırakılıyor. Emeklilik yaşı ve prim gün sayısı arttırılarak mezarda emeklilik dayatılmışken, her ay ödenen SGK primlerine rağmen sağlık hizmeti de kalem kalem paralı hale getiriliyor. İşçi sınıfının sağlık hakkına yönelik saldırılar Özal dönemiyle başlatılmıştı. AKP hükümeti dönemine kadar pek çok tasarı hazırlandı ve sağlığı paralı hale getirmenin altyapısı döşendi. Bu işi hızlandırma ve sonuçlandırma işini ise AKP hükümeti üstlendi ve ilk icraatlarından biri de “sağlıkta dönüşüm” planını açıklamak ve bu doğrultuda bir dizi yasayı yürürlüğe koymak oldu. Sağlıkta dönüşüm projesinin ilk adımlarından biri SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığına devredilmesi ve SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’nın tek çatı altında birleştirilmesiydi. Yıllardır muayene ve ilaç kuyruğun-

da bekleyen milyonlarca emekçi için, hastanelere ve ilaca ulaşmanın kolaylaştırılması açısından bu oldukça önemli bir adımdı. Ancak buna paralel olarak atılan ilk adımlardan biri, muayene ve ilaç için katkı payı uygulamasının başlatılmasıydı. Tüm bunlar yapılırken, sağlık emekçilerine yönelik saldırılar da bunlarla atbaşı gitti. Sağlık sektöründe kuralsız, esnek çalışma ve taşeronlaştırmanın önü açıldı. Aile hekimliği uygulamasıyla sağlık ocakları özelleştirilirken, 2012 yılında yürürlüğe giren zorunlu genel sağlık sigortası (GSS) uygulamasıyla birlikte SGK’lılar ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler dışında herkes GSS primi ödemek zorunda bırakıldı. AKP hükümeti şimdi de “tamamlayıcı sağlık sigortasını” devreye sokarak özel sağlık sigortasını dayatmış oluyor. Tamamlayıcı Sağlık Hizmetleri Genelgesi 28 Haziranda yayınlandı. Buna göre, SGK’nın genel sağlık sigortası kapsamında karşıladığı sağlık giderlerine ek masraflar ile SGK tarafından karşılanmayan tüm gider-

31


Aralık 2013 • sayı: 105

marksist tutum

ler, özel sağlık sigortası olarak yaptırılacak “tamamlayıcı sağlık sigortası” tarafından karşılanacak. AKP hükümeti yılsonuna kadar GSS kapsamındaki hizmetlerin tanımlandığı temel bir teminat paketi oluşturacak. Belli hastalık ve tedavi masrafları teminat paketi içine alınırken, bir kısmı da kapsam dışı bırakılacak. Yani genel sağlık sigortasının kapsamı daraltılarak özel sağlık sigortasının yaygınlaştırması sağlanacak. Şimdilik göz ve dişten başlamak üzere çeşitli branşlarda muayene, tedavi ve ilaç masrafları teminat dışı tutulacak, yani bu giderler SGK tarafından karşılanmayacak. Bu durumda işçilerin ve emekçilerin önüne iki seçenek konulmuş olacak: Ya özel sağlık sigortası şirketlerine her ay düzenli prim ödeyerek “tamamlayıcı sağlık sigortası” yaptıracaklar ya da SGK’nın karşılamadığı bedeli ceplerinden ödeyecekler. Milyonlarca işçi-emekçi, sağlık hakkından yararlanmak için GSS primi ödediği yetmezmiş gibi bir de tamamlayıcı sağlık hizmetleri sigortası ödemek zorunda kalacak. Çok açık ki, sermaye ve emrindeki AKP hükümeti için bu adım, sağlık hizmetlerinin tümüyle paralı hale getirilmesinin sadece başlangıç aşamasıdır. “Tamamlayıcı sağlık sigortası” zorunlu olmasa da, zamanla birçok sağlık harcaması teminat dışı bırakılacağı için fiilen zorunlu hale getirilmiş olacak. Genelgenin yayınlandığı Haziran ayından bu yana geçen sürede 25 bin kişi “tamamlayıcı sağlık sigortası” yaptırmış bulunuyor ki, SGK’nın ödeme kalemlerini daraltmasıyla birlikte bu sayı katlanarak artacaktır.

32

Özel sağlık sigortası nedir? Nasıl işliyor? Devletin emekçilerin ödedikleri sağlık primleri karşılığında sağlık harcamalarını karşıladığı genel sağlık sigortası sisteminin olmadığı başta ABD olmak üzere birçok ülkede, sağlık hizmetleri tamamen paralı ve özel sağlık şirketlerinin insafına terk edilmiş durumdadır. Bu ülkelerde, sağlık hizmetlerinden yararlanmak için özel sağlık sigortası yaptırılması gerekiyor. Özel sağlık poliçeleri ödenen prim oranına göre düzenleniyor ve tedavi bedelleri de buna göre karşılanıyor. Örneğin birinci sınıf bir poliçe yaptırmışsanız bu bütün hastalıkları ve tedavileri karşılarken, ikinci veya üçüncü sınıf bir sigorta poliçesi birçok hastalığı ve tedaviyi kapsam dışı bırakıyor. Bu primleri ödeyemediği için sağlık sigortası yaptıramayan milyonlarca yoksul insan ise kaderiyle baş başa kalıyor. Örneğin ABD’de 47 milyon insanın sağlık sigortası yok ve bunların hastalıklar karşısında hiç şansları bulunmuyor. Bıraktık kalp, kanser gibi ağır hastalıkları, en sıradan hastalıkların bile tedavisini sigortaları olmadığı için yaptıramıyorlar. Sağlık sigortası olan 250 milyon insanın 50 milyonu ise sigorta kapsamı son derece sınırlı olduğu için pek çok hastalığın masrafını cebinden ödemek zorunda kalıyor. Yönetmen Michael Moore’un çektiği Sicko (Hasta) adlı belgesel, ABD’de özel sağlık sigortasının nasıl işlediğini, burjuvazinin insanların hayatları pahasına nasıl milyar dolarları ceplerine indirdiğini çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Örneğin sağlık sigortası olmayan bir emekçi odun keserken iki parmağını kesiyor. Hastane kopan orta parmağı dikmek için 60 bin dolar ve yüzük parmağını dikmek için 12 bin dolar istiyor. Ancak bu emekçi özel sağlık sigortası ve yeterli parası olmadığı için orta parmağından vazgeçmek zorunda kalıyor ve 12 bin dolar karşılığında sadece yüzük parmağını diktirebiliyor. ABD’de her yıl sağlık sigortası olmayan 180 bin kişi yaşamını yitiriyor. Ancak sağlık sigortası olanlar için de durum pek farklı değil. Sağlık sigortası prim borçlarından veya sağlık sigortası tarafından karşılanmayan masraflardan dolayı, her yıl binlerce insan varını yoğunu satarak sefalet koşullarında yaşamak zorunda kalıyor. Özel sağlık sigortası şirketleri birçok hastanın tedavisini çeşitli bahaneler öne sürerek karşılamadıkları gibi, şeker, kalp, kanser gibi ağır hastalıklara sahip olanların sigortasını yapmayı da reddediyorlar. Sigorta şirketle-


sayı: 105 • Aralık 2013

rinde tıp eksperleri çalıştırılıyor, bunların görevi raporları inceleyerek daha çok insanın sağlık hizmetini reddetmek. Bu eksperler ne kadar çok insanın tedavi masrafını reddederlerse o kadar yüksek primle ödüllendiriliyorlar. Eğer hastanın başvurusu sonucunda tedaviyi geri çevirecek bir bahane bulamadılarsa ve şirket gerekli ödemeyi yaptıysa, bu durumda da parayı geri almak için olmadık yöntemlere başvuruyorlar. Sicko adlı belgeselde, bu eksperlerden biri, her bir vakayı bir “cinayet vakası” titizliğinde didik didik incelediklerini belirterek, işlerin nasıl yürüdüğünü şöyle anlatıyor: “Tüm bir ekip son 5 yıl içinde sağlık geçmişinizi inceler, izlediğiniz veya yanlış bildirdiğiniz bir şey olup olmadığına bakar. Bu şekilde poliçeyi iptal edebilirler ya da poliçe dilimini o kadar yükseltirler ki ödeyemezsiniz. Eğer başvuru belgenizde açıklamadığınız hiçbir şey bulamazsak bile hâlâ önceden kalan hastalık açısından tuzağa düşürülebilirsiniz… Sigorta şirketlerinin adil ve tarafsız olmaları gerekir ama sigorta şirketleri için sadece kendi paraları söz konudur.” Genel sağlık sigortası sisteminin bulunmadığı diğer ülkelerde de sistem böyle işliyor. Birinci sınıf poliçeye dahi sahip olmanız yetmiyor, sigorta şirketleri kârlarını artırmak için bir bahane ile tedavinizi reddedebiliyorlar. İşçi-emekçilerin ezici çoğunluğunun yaptırdığı 2. veya 3. sınıf poliçelerle ise insan gibi sağlık hizmeti alabilmek hiç mümkün değil. Bugün AKP’nin “tamamlayıcı sağlık sigortası” adıyla uygulamaya koyacağı sistemin gideceği nokta da burasıdır. Amaçlanan şey genel sağlık sigortasının kapsamını zamanla daraltmak ve özel sağlık sigortasını azami ölçüde yaygınlaştırmaktır. Böylece bir yandan burjuva devlet yük olarak gördüğü sağlık harcamalarından kurtulmuş olacak, diğer yandan da özel sağlık sigortası şirketleri ve özel hastaneler ihya edilecek.

Kapitalist saldırılara karşı mücadeleye! İşçi sınıfının vermiş olduğu mücadelenin sonucu olarak kazandığı haklar burjuvazinin neo-liberal saldırılarıyla bir bir gasp ediliyor. Burjuvazi dünyanın birçok ülkesinde bunu başarmış durumda. Türkiye’de de bu saldırı politikası AKP hükümeti eliyle yürütülüyor. Bir taraftan GSS ile herkes prim ödemek zorunda bırakılıyor, diğer taraftan sağlık hizmetlerinin kapsamı sürekli

marksist tutum

daraltılıyor ve özel sağlık sigortası zorunlu hale getirilmek isteniyor. Öte yandan buna paralel olarak bireysel emeklilik sistemi teşvik edilerek kamusal emeklilik tasfiye edilmeye çalışılıyor. 2012 yılı Haziran ayında çıkan bireysel emekliliği teşvik yasası 1 Ocak 2013 tarihi itibariyle yürürlüğe girmişti. Burjuvazinin amacı kamusal emekliliği yok ederek işçi sınıfını tamamen güvencesiz bırakmak ve bireysel emeklilik sistemi aracılığıyla emekçileri soymaktır. Bütün bu saldırılar karşısında Türkiye’de ne yazık ki anlamlı bir mücadele örgütlenememiştir. Kuşkusuz burada sendikalara büyük sorumluluk düşmektedir. Ne var ki işçi sınıfının haklarını savunması gereken sendikalar, sendika bürokratlarının elinde can çekişiyor. AKP hükümeti kıdem tazminatını gasp etmeye kalkarken, taşeronlaşmanın önündeki tüm engeller kaldırılırken, iş cinayetleri katliam boyutuna ulaşmışken, esnek çalışma adı altında çalışma süreleri 12-14 saate çıkarılmışken ve sağlık hizmetleri tamamen paralı hale getirilmeye çalışılırken, bütün bunlar karşısında sendika bürokratlarının yaptığı tek şey nutuk atmak ve içi boş genel grev tehditleri savurmaktır. Fabrikalarda, işyerlerinde, işçi havzalarında sabırlı bir mücadele yürütmeden, kapitalist saldırılar işçilere anlatılıp teşhir edilmeden, ne AKP hükümetine ne de burjuvaziye karşı anlamlı bir mücadele yürütmek mümkündür. İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu bu yakıcı sorunların üstesinden gelmek için, sendikaları mücadeleci bir çizgiye zorlama ve işçi sınıfını harekete geçirme görevi ise sınıf devrimcilerinin üzerindedir. 

33


Kapitalizmde S Felâketler Yoksulları Vuruyor Gülhan Dildar

34

on yirmi yıldır dünyadaki “doğal” felâketlerin ardı arkası kesilmiyor. Depremler, tsunamiler, seller, kasırgalar… Yaşanan felâketler giderek sıklaşıyor ve insan hayatında yarattığı yıkımlar onmaz acılara yol açıyor. Bizzat burjuva kurumların yayınladıkları raporlara göre de dünyadaki doğal afetlerin sayısı son 20 yılda 4 kat arttı. Özellikle 2000’den sonra bu tür felâketlerin yol açtığı yıkımı pek çok acı örnekte gördük. “Doğal” denilen bu felâketlerin daima yoksul kesimleri başta olmak üzere emekçileri vurduğunu da görüyoruz. 2004 yılının Aralık ayında Güney Asya’da yaşanan büyük deprem sonucunda oluşan tsunami nedeniyle Endonezya ve Sri Lanka’da 300 binden fazla insan hayatını kaybetti. 2005 Ekiminde meydana gelen 7,6 büyüklüğündeki deprem Pakistan’da 90 bini aşkın insanın yaşamını yitirmesine, bir o kadarının da yaralanmasına ve sakat kalmasına yol açarken, Hindistan’da da yaklaşık 1500 kişinin yaşamına mal oldu. Yine 2005’in Ağustos ayında ABD’de Katrina kasırgası sonucunda New Orleans’da 1000’i aşkın insan yaşamını yitirmiş, binlercesi yaralanmış ve evsiz kalmıştı. 2008 yılında Çin’in Siçuan eyaletinde meydana gelen 7,8 büyüklüğündeki depremde 60 bin insan yaşamını yitirmişti. Aynı yıl, Myanmar’da, “Nargis” adıyla anılan kasırga, 60 binden fazla insanın ölümüne, 100 binden fazlasının kaybolmasına, 2 milyon kişinin evsiz kalmasına neden olmuştu. 2010 yılında bu kez Haiti’de 7 büyüklüğünde deprem gerçekleşti ve Haiti yerle bir oldu. 200


sayı: 105 • Aralık 2013

marksist tutum

bin insan hayatını kaybetti, 190 binden fazlası yaralandı, 1,5 milyon kişi evsiz kaldı. Ardından Pakistan’da sel yüzünden 1600 kişi yaşamını yitirdi, 8 milyon insan evsiz kaldı. 2010 ve 2011’de yoğun yağışlar nedeniyle yaşanan sel ve heyelan Brezilya’da yüzlerce insanın canını aldı ve binlerce insanı yine evsiz bıraktı. 2012’de yine Haiti’de yaşanan Sandy Kasırgası sonucu 200 bin kişi evlerinden oldu.

Kapitalizmin yarattığı felâket bu kez Filipinler’i vurdu Bu acı tablo bir korku filmini andırıyor adeta. Ama ne yazık ki her geçen gün bu korkunç tabloya bir yeni felâket Filipinler’de kibrit çöpleri gibi etrafa saçılan evler, yine yoksul daha ekleniyor. Şimdiye kadar görüişçi ve emekçilerin evleriydi. Nüfusun yüzde 20’sinin yoksulluk lenlerin en şiddetlilerinden biri olan sınırında yaşadığı Filipinler’de de sağlıksız koşullarda, sağlam Haiyan tayfunu 8 Kasımda Filipinleri olmayan zeminler üzerinde, dere yataklarında, tehlikeli sahil vurdu. 7 bini aşkın adadan oluşan şeritlerinde, ucuz malzemeyle yapılan evlerde yaşayanlar elbette ki yoksullardı. Filipinler’de en büyük darbeyi Leyte Adası ve kıyı yerleşim bölgeleri aldı. Leyte Adası’nda yer alan 220 bin nüfuslu Tacloban kenti, tayfundan en çok etkilenen yerleşim için özellikle bölgeye gönderilen benzin de azaltılmıştı. yerlerinin başında yer alıyor. Şehrin, tayfundan önceki ve Filipinler İçişleri Bakanı Manuel Roxas, Leyte Adası sonraki halini gösteren uydu fotoğrafları arasındaki fark, üzerinde helikopterle uçtuktan sonra gördüğü korkunç felâketin ne kadar korkunç boyutlarda olduğunu çarpımanzara karşısında felâketin boyutlarını gizleyemedi: “Sacı bir şekilde ortaya koyuyor. Saatte 300 km’yi aşan hızla hilden 1 kilometre içeri kadar ayakta kalmış herhangi bir esen ve 600 km’lik bir alanı kapsayan bu tayfun, ardında bina yok. Gördüklerimi nasıl tarif edebileceğimi bilmiyoyıkılmış binalar, cesetlerle dolu caddeler bıraktı. Hayatta rum... Korkunçtu. Düşünün tüm gecekondu mahalleleri, kalanlar şehri terk etmeye çalışırken, geride kalanlar ise her şey yıkılmış. Kibrit çöpleri gibi dağılmışlar.” Aslında açlık ve salgın hastalıklar tehlikesiyle karşı karşıyalar. Manuel Roxas, konuşmasında tayfunun kimleri vurdu105 milyon nüfuslu bu Güneydoğu Asya ülkesinğunu da itiraf ediyordu. Kibrit çöpleri gibi etrafa saçılan de yaşanan bu tayfunun ardından her yer harabeye dönevler, yine yoksul işçi ve emekçilerin evleriydi. Nüfusun müş, milyonlarca insanın hayatı altüst olmuş durumda. yüzde 20’sinin yoksulluk sınırında yaşadığı Filipinler’de de Şimdiye dek 5 bini aşkın insanın cansız bedenine ulasağlıksız koşullarda, sağlam olmayan zeminler üzerinde, şılırken, ölü sayısının 10 binin üzerine çıkabileceği tahdere yataklarında, tehlikeli sahil şeritlerinde, ucuz malmin ediliyor. Filipinler hükümetinin verdiği bilgiye göre zemeyle yapılan evlerde yaşayanlar elbette ki yoksullardı. tayfundan 4 milyon 300 bin insan zarar gördü. 800 bin Ve yine felâketten kaçamayanlar yoksullar olmuştu. Tıpkı, kişi evsiz kaldı. İnsanlar temiz su, ilaç ve yiyecek dahi buABD’deki Katrina kasırgasından kaçamayan yoksul siyahlamayacak durumdalar. Çığlıklarını duyuramayan yoksul lar ve işçiler gibi… halk, “ekmek ve yardım” taleplerini tepelerinde gezinen Filipinler’de yaşanan trajedi ve insanların doğa olayları helikopterlerin görmesi için caddelere büyük harflerle yazkarşısında çaresiz kalışı, ne ilktir ne de kapitalizm altındılar. da son olacaktır. Doğa olaylarının yol açtığı yıkımlar göz Açlıkla boğuşan ve hayatta kalabilme savaşı veren milgöre göre yaşanmaktadır. İnsan, tarihi boyunca doğa olayyonlarca insana yeterli yardım sağlanmazken ve bu duruları karşısında kendisini korumaya ve çeşitli yöntemler ma dünyanın diğer ülkelerinde bir tepki yükseltilmezken, geliştirerek önlemler almaya çalışmıştır. Kapitalizmle birinsanların buldukları marketlerden, dükkânlardan ihtiyaçlikte bilim ve teknolojideki gelişimin boyutları düşünüllarını karşılamaya çalışması alçakça bir tutumla “yağmacıdüğünde bu çaresizlik pekâlâ sınırlı boyutlara indirilebilir. lık” olarak sunuldu. Üstelik büyük bir tehlike olarak görüYaşanacak doğa olayları ve şiddetleri, teknoloji ve bilimin len bu “yağmacılığa” ve olası bir isyana karşı ordu seferber gelişmesiyle birlikte önceden belirlenebilirken, halk zamaedildi. İşçi ve emekçilerin ayaklanmasından korkulduğu nında uyarılmıyor, uyarılsa bile yeterli önlemler alınmıyor,

35


marksist tutum

Aralık 2013 • sayı: 105 Açlıkla boğuşan ve hayatta kalabilme savaşı veren milyonlarca Filipinliye yeterli yardım sağlanmazken ve bu duruma dünyanın diğer ülkelerinde bir tepki yükseltilmezken, insanların buldukları marketlerden, dükkânlardan ihtiyaçlarını karşılamaya çalışması alçakça bir tutumla “yağmacılık” olarak sunulmuştur. Üstelik büyük bir tehlike olarak görülen bu “yağmacılığa” ve olası bir isyana karşı ordu seferber edilmiştir.

bulundukları bölgeden kaçıp kurtulma imkânları olmayan insanlar bir başlarına bırakılıyor. Bunun örneğini defalarca yaşanan tsunamilerde, kasırgalarda gördük. Burjuvalar, arabalarına, uçaklarına atlayıp afet bölgelerini terk ederken, onların yarattığı cehennemde yaşam savaşı verenler yoksullar oluyor. Binlerce hatta on binlerce işçi ve emekçinin bir anda hayatlarını yitirmesi, yüz binlercesinin sakat kalması, milyonlarcasının evsiz kalması, içecek temiz su dahi bulamaması, tatlı kâr alanlarını bırakmak istemeyen kapitalistlerin umurlarında bile değildir. Hatta işçiler ve emekçiler için tarifsiz acılar anlamına gelen bu tür felâketler, tıpkı savaşlar gibi, burjuvazi için yeni yatırım ve iş alanları anlamına gelmektedir. Kapitalistler bıraktık yaşanan doğa olayları karşısında önlem almayı, kapitalist üretim sistemiyle doğayı katlediyorlar. Çevre, hava kirleniyor, ikilimler değişiyor, küresel ısınma gerçekleşiyor. Bununla birlikte buzullar eriyor, tayfunların şiddeti ve sayısı artıyor, dünyanın kimi bölgeleri aşırı yağışların kimi bölgeleri ise kuraklığın yol açtığı felâketlerle boğuşuyor, canlı türleri yok oluyor, balıklar kıyılara vuruyor, kuşlar toplu halde ölüyorlar… Tüm bu yaşananlar artık üstü ötülemeyecek boyuta gelince, uzun yıllar sonra kapitalistler, iklim değişiminin doğal nedenlerden kaynaklanmadığını kabul etmek zorunda kaldılar. Lakin durumu kabul etseler de, doğanın katlinin önüne geçecek ve küresel ısınmayı önleyecek hiçbir ciddi adım atmış değillerdir. Nisan 1997’de, Kyoto’da düzenlenen konferansa katılan ülkeler, atmosfere karıştıklarında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, asitoksit gibi gazların emisyonunu (salım) engelleyecek ya da azaltacak koşulların altına imza atmışlardı. Keza, 2010’un hemen başında toplanan Kopenhag İklim Zirvesinde, küresel sıcaklık artışının 2 santigrat derece ile sınırlanmasını hedefleyen çalışmalar yapılmasını, “ge-

36

lişmekte olan” diye tanımlanan ülkelere yılda 100 milyar dolar yardımda bulunulmasını ve devletlerin gaz salımlarına dair kendi yaptıkları gözlemlerin sonuçlarını iki yılda bir Birleşmiş Milletler’e bildirmelerini içeren bir mutabakat metni ilan edilmişti. Ancak her iki metin de gerçek anlamda hayata geçirilmemiş, sadece bir şeyler yapılıyormuş görüntüsü çizilmiştir. Sera gazı salımının azaltılması konusunda lafa gelince tüm dünya kapitalistleri hemfikir görünüyor, ancak hiçbirisi bunun maliyetini üstlenmek istemiyor. Kendi güvenliklerini tehlikeye atmayan kapitalistler, iş yoksulların hayatına gelince gerekli önlemleri görmezden gelmekteler ve maliyet olarak gördükleri bu önlemleri almamaktalar. Bu nedenle de geçmişten bugüne değin her türlü felâketin acısını emekçilere yaşatmaktalar. 100 yılı aşkın bir süre önce, 1902 yılında, Martinik adasında günler öncesinden sinyaller vererek patlayan ve 40 bin kişinin ölümüne yol açan bir volkan faciası üzerine kaleme aldığı bir makalede Rosa Luxemburg şunları söylemekteydi: “Öfkeli dev, bu insan cüretine, iki bacaklı cücelerin kör kendini beğenmişliğine karşı bir süredir gürleyip köpürüyordu. Gazabında bile iyi yürekli, vefalı olan bu dev, ayaklarına çıkmış sürünen bu fütursuz yaratıkları uyarıyordu. Dumanlar çıkarıyor, ateşten bulutlar kusuyordu, bağrında fokurtular, kaynamalar ve tüfek mermileri ve top gümbürtüsü gibi patlamalar oluyordu. Fakat insanın kaderine hükmeden yeryüzünün efendileri, kendi bilgeliklerine sarsılmaz bir inanç duyuyorlardı.” (Martinik, www.marksist. com) Rosa’nın sözleri üzerinden 100 yılı aşkın bir süre geçmiş olsa da, ne yazık ki, yerküre üzerinde yaşayan milyarlarca işçi ve emekçinin yaşam hakkı ve geleceği hâlâ bir avuç asalak burjuvanın alacağı kararlara bağlıdır. Ama Rosa’nın dediği gibi, “… bir gün gelecek başka bir volkanın gümbürdeyen sesi yükselecek: fokurdayan ve kaynayan bir volkan, isteseniz de istemeseniz de, yeryüzünden tüm sahte sofuluk taslayan, kan lekeli kültürü süpürüp atacak. Ve ancak onun kalıntıları üzerinde uluslar gerçek insanlık halinde bir araya gelecekler ve onun da kör, ölü doğadan başka ölümcül bir düşmanı olmayacak.” 


Kapitalizm Kadına Şiddeti Körüklüyor Ezgi Şanlı

K

adına yönelik şiddetin giderek yaygınlaştığı dünyada ve Türkiye’de, 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü”, bu yıl da çeşitli kadın örgütlerinin ve sosyalist çevrelerin eylemlerinin yanı sıra kadınlara uygulanan şiddet haberleriyle de gündemdeydi. Çeşitli eylemlerin yapıldığı hafta boyunca, basına pek çok dehşet verici vaka yansıdı. 25 Kasım tarihinin mücadele günü olarak seçilmesine vesile olan Mirabel Kardeşler’in katledilmesi gibi… 25 Kasım 1960’ta, Dominik Cumhuriyeti’nde, bir uçurumun kenarında üç kadın cesedi bulundu. Kısa süre içinde bu cesetlerin ülkedeki zalim diktatör Rafael Leonidas Trujillo’ya karşı örgütlü mücadele yürüten üç kız kardeşe ait olduğu anlaşıldı. Egemenler araba kazası nedeniyle öldüklerini öne sürse de, mücadelede simgeleşen Patria, Minerva ve Maria Mirabel Kardeşler, diktatörlük tarafından katledildiler. Üstelik katledilmelerinden önce işkence gördükleri ve tecavüze uğradıkları da açığa çıktı. Bu katliam, Dominik Cumhuriyeti’ndeki diktatörlük rejiminin karşıtı mücadelenin yükselmesine ve Trujillo’nun devrilmesine neden olsa da, devletin de erkeğin de kadına yönelik şiddeti son bulmadı. Bu insanlık dışı olayın anısına, 1981’de Dominik’te toplanan Latin Amerika Kadın kurultayında, 25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü” olarak kabul edildi. 1985 yılında, Birleşmiş Milletler de 25 Kasımı “kadına yönelik şiddetin yok edilmesi için uluslararası mücadele” günü ilan etti. 1981’den bu yana dünyanın dört bir yanında kadın-

lar 25 Kasım tarihinde, cinsiyet eşitsizliğine, ayrımcılığa, ataerkil toplumsal şiddete, aile içi şiddete, savaşa, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadele ediyorlar. Ne yazık ki 21. yüzyılda, en demokratik görüneninden en baskıcı rejimlerle yönetilenine kadar tüm ülkelerde kadına yönelik şiddet dehşet verici boyutlarda devam etmektedir. Meselâ Almanya’da her yıl 20 bin kadın şiddet gördüğü için kadın sığınma evlerine başvuruyor. ABD’de her yıl 4 milyon kadın şiddete maruz kalıyor. Hindistan’da her gün 5 kadın çeyiz kavgaları yüzünden ölüyor. Güney Afrika’da her 90 saniyede bir kadına tecavüz ediliyor. Çin’de 1 milyon kız çocuğu sadece kız oldukları için anne karnında öldürülüyor. Irak’ta savaşın ilk aylarında 20 bin kadına tecavüz edildi. İç savaşa sürüklenen Suriye’de de durum farklı değildir; kadınlara tecavüz etmek, bir günlük evlilikler yapmak, kadınları savaşan tarafların askerlerinin cinsel ihtiyaçlarını karşılamaya zorlamak sıradan uygulamalar haline gelmiştir. “Kapitalizmin insanlık dışı koşulları altında dönen dünyamızda, yoksulların yüzde 75’i kadındır. Dünyada okuma-yazma bilmeyen insanların yüzde 65’i kadındır. Dünya çapındaki mültecilerin %80’ini kadın ve çocuklar oluşturuyor. Dünyadaki savaş ve çatışma noktalarında milyonlarca kadın, sistematik olarak tecavüze uğruyor veya şiddet görüyor. Bunlar arasında küçük yaştaki kız çocukları da vardır. Dünyada her gün 6 bin kadın sünnet edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. 10 ilâ 17 yaş arasında olan 82 milyonu aşkın kız çocuğu, 18 yaşına gelmeden evlendirilmektedir. Dünya yüzünde her 5 kadından biri, taciz ya da tecavüz mağduru. Sadece 51 ülke, yasalarında

37


marksist tutum

aile içi tecavüzü suç sayıyor. 79 ülkede, aile içi şiddete karşı hiçbir yasa yok. Şu anda yaşıyor olması gereken 60 milyonun üzerinde kız çocuğu, ya cinsiyet tercihli kürtaj ya da erkek çocuklara göre yeterince bakılmadıkları için yaşamıyor.” (Ezgi Şanlı, Kapitalizmde Emekçi Kadın Olmak, MT, Mart 2012) Türkiye’de de durum içler acısıdır. Yapılan araştırmalar, son 6 ayda 26 bin kadının şiddete uğradığı için polise başvurduğunu ve yine son 6 ayda 130 kadının katledildiğini ortaya koyuyor. Hükümetin, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın muhafazakâr dayatmaları, eğitim sistemindeki çürüme, artan yoksulluk, ağırlaşan iş koşulları, işsizlik gibi nedenlerle kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık daha da derinleşiyor. Çocuk yaşta evlendirilen, henüz ergenlik döneminin başında olmasına rağmen tecavüze rıza gösterdiği iddia edilen kız çocukları, ailelerinin seçtiği kişiler ile değil sevdikleri insan ile evlendikleri için takip edilerek katledilen, hayatı karartılan kadınlar bu ülkenin gerçeği olmaya devam ediyor. Türkiye’de kadın cinayetleri son on yılda %1400’ün üzerinde artış gösterdi. Rakamların vahameti öyle bir boyuta ulaştı ki, bu şiddetin önlenmesi için pek çok kurum harekete geçti. Kampanyalar yürütüldü, eylemler yapıldı. Kadına yönelik şiddet, ayrımcılık ve taciz davaları geniş bir kesim tarafından takip edildi. Şiddet mağduru kadınlarla dayanışma içine girildi. Erkeklere yönelik eğitimler, atölye çalışmaları hayata geçirildi. Kadın örgütleri konuyu sürekli gündemde tutma çabası içinde oldular. Hükümet destekli bazı devlet kurumları ve kadın örgütleri bile konuya el attıkları görüntüsü vermeye çalıştılar. Ancak tüm bunlar erkeğin kadına uyguladığı şiddeti azaltmadı. Kadının uğradığı ayrımcılığı azaltmadı. Çünkü kadın sorunu kapitalizmden bağımsız değildir ve kapitalizm bu sorunu körüklemektedir. Bu nedenle kapitalizm yıkılmadan kadınların kurtulması mümkün değildir. Elbette kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet kapitalizm-

38

Aralık 2013 • sayı: 105

le sınırlı değildir. Bu sorun, daha önceki sınıflı toplumlarda da var olan, tarihsel kökleri olan derin bir sorundur. Ancak sınıflı toplumların en gelişmişi olarak kapitalizm bu sorunu derinleştirmiştir. Çalıştığı işte en düşük ücreti alan, tüm sosyal hakları budanan, haksız savaşlarda en büyük acılara itilen, değersiz görülen, küçümsenen, tacize, tecavüze uğrayan, namus gerekçesiyle katledilen kadının asıl düşmanı kapitalist sömürü düzenidir. Toplumların henüz sınıflarla ve insanın insanı sömürmesiyle tanışmadığı ilkel komünal toplumlarda kadın sadece insan türünün dişi bireyi idi ve doğal işbölümü dışında tanımlanmış, erkekten keskin sınırlarla ayrılmış bir toplumsal kimlik değildi. Bu durum elbette erkek için de geçerliydi. Ancak sınıflı toplumlarda kadın olmak artık bir toplumsal kimlik taşımak, o kimliğe bürünmek anlamına geliyordu. Kadın, türün dişi bireyi olmak dışında giderek karmaşıklaşan ve artan toplumsal roller üstleniyordu. Bu toplumsal roller, doğal işbölümünün sınırlarını epeyce aşıyordu. Sömürülü toplumların sonuncusu olan kapitalizm altında kadına biçilen toplumsal kimlik, görüntüde kadını erkek karşısında eşit kılsa da aslında gerçek hiç de öyle değildir. Kadının işgücüne katılması, oy ve miras hakkına sahip olması, yasalardaki biçimsel düzenlemeler onu ezilmekten ve şiddet görmekten kurtarmamaktadır. Kapitalizmde sömürü ve iktidar ilişkileri tüm toplumsal yapının iliklerine kadar işlemiştir. Toplumsal değer yargıları bu düzen ekseninde şekillenmektedir ve ezelden ebede bu şekilde var oldukları, olacakları iddia edilmektedir. Bu ilişkiler elbette dolaysız olarak kadınla erkek arasındaki ilişkilere yansımaktadır. Erkek, kadın üzerinde söz sahibi olmanın, yani iktidar kurmanın ayrıcalığını yaşamaktadır. Kadın üzerinde kurduğu iktidar sayesinde tattığı üstünlük duygusu, erkeğin yetersizlik, güçsüzlük, tatminsizlik, aşağılık kompleksi gibi psikolojik bozukluklarına ilaç gibi gelmektedir. Erkek bu iktidarı pek çok farklı biçimde hissetmektedir. Ailesindeki ve çevresindeki kadınların giyimine karışmak, kaba davranma hakkını kendinde görmek, kadını aşağılamak, sözüne ve fikrine değer vermemek, yasaklar koymak, hatta cinsel zorbalık, erkek iktidarının yasalarca da geleneklerce de onaylanan biçimleridir. Giyim kuşamının toplumun genel değer yargılarıyla uyuşmadığı düşünülen kadına yaftalar yapıştırmak, sokakta olmasının uygun olmadığı iddia edilen saatlerde dışarıda olan kadına tacizde bulunmak, evli ya da


sayı: 105 • Aralık 2013

beraber olmanın kadına tecavüz etmek için hak sağladığını var saymak, kadına yönelik baskının ve şiddetin belirgin biçimleridir. Kadının bedeni üzerinde tek başına söz sahibi olmasını engellemeye çalışmak yaygın ve ağır bir şiddet biçimidir. Sağlıklı doğum kontrol yöntemlerine ulaşması, kürtaj hakkı, gerekli durumlarda sezaryen hakkı engellenen, her türlü muayene sonucu ailesi ile paylaşılan kadınlar bu şiddetin doğrudan mağdurlarıdır. Erkeklerle aynı evi paylaştıkları için Başbakan’ın hedefi haline gelen, komşuları tarafından ailelerine ihbar edilmeleri istenen kadınlar bu şiddetin doğrudan mağdurlarıdır. Başörtüsü giydiği ya da giymediği için tenkit edilen kadınlar bu şiddetin doğrudan mağdurlarıdır. İstihdam politikaları ile eve hapsedilmeye ve çocuk doğurmaya zorlanan kadınlar bu şiddetin doğrudan mağdurlarıdır. Şiddetin en yaygın ve belirgin biçimi olarak dayak ise erkek iktidarının, fiziksel şiddet ile kadına dayatılmasından başka bir şey değildir. Kadının erkeği terk ederek şiddete son vermek istemesi pek çok durumda kurtuluşu için yeterli olmuyor, hatta şiddetin artmasının gerekçesi haline getiriliyor. Mülkü olarak gördüğü kadını kaybetmeyi hazmedemeyen, iktidarını yitirmenin öfkesiyle saldırganlaşan erkek, kadına yönelik şiddetin dozunu arttırabiliyor, hatta onu öldürmeye yönelebiliyor. Bunu yaptığı zaman erkekliğini koruduğunu düşünüyor. Bir toplumsal kimlik olarak erkeklik tüm insani ve ahlâki değerlerden üstün tutulması ve korunması gereken bir değer olarak sahipleniliyor. Aslında erkek daha çok “erkek” oldukça daha az “insan” oluyor. Elbette erkek bir toplumsal kimlik olarak erkeklikten tek başına kurtulamaz, “insanlaşamaz”. Hastalığın kendisi iyileştirilmeden semptomlarını yok etmek nasıl mümkün veya yararlı olmazsa, kapitalizmi yok etmeden erkeğin

marksist tutum

kadına uyguladığı şiddet de engellenemez. Bu nedenle kadına yönelik şiddeti engellemek için bazı feminist akımların öğütlediği gibi sınıfsal ayrımları silikleştirmek ve erkeğe karşı mücadele etmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bu, bataklık dururken sinek kovalamak gibi beyhude bir çabadır. Kapitalizm var oldukça insanları sınıflarına, uluslarına, cinslerine göre ayırmaya devam edecek. Egemenler kendi çıkarlarını toplumun çıkarları olarak gösterebilmek için işçi sınıfını bölüp parçalamaya devam edecek. Erkeği kadından üstün tutacak ve kadını ezmeye devam edecek. İşte başta erkeği olmak üzere tüm insanları insani değerlerden uzaklaştıran kapitalist sömürü düzenine karşı mücadele bu nedenle olmazsa olmazdır. Fabrikalarda, işyerlerinde çalışırken yaşadığı sağlık sorunları, ev işlerini yaparken emeklerinin görülmemesi, ev-iş çemberinde sıkıştırılmış hayatlar yaşaması, çocuk bakımının sırtlarına yüklenmesi, aşağılanma, taciz, şiddet ve daha nice soruna karşı kadın işçiler bir araya gelmeden kadına yönelik şiddet sorununun çözümü yolunda adım atılamaz. Erkek işçiler mücadele içinde eğitilmeden, kadınlarla aynı saflarda mücadele etmeyi öğrenmeden değişemezler. İşçi sınıfı tüm suni ayrımları yok ederek bir araya gelmeden, kadın ve erkek neferleri beraberce ezilmekten kurtulamazlar. İşçi sınıfının kadın ve erkekleri, işçi mücadelesi içerisinde eşitliğin, dayanışmanın, omuz omuza geleceğe yürümenin güzelliğini yaşama şansı elde edebilirler. Ancak mücadeleci kadın ve erkek işçiler mevcut sömürü düzenini ve her tür eşitsizliği sorgulayabilirler. Sınıflı toplumun varlığının devamını sağlayan değer yargılarıyla hesaplaşabilirler. İşçi sınıfının mücadelesi içerisinde ter akıtanlar, eşitliğin ve dayanışmanın tadına varabilirler. İşte bu nedenlerle kadın işçi ve emekçiler kendi sınıflarının erkeklerine karşı değil, sömürü düzenine karşı mücadele etmek zorundadırlar. Bu mücadeleyle kurulacak sınıfsız, sömürüsüz toplumda erkek egemenliği de son bulmuş olacak, kadın ve erkeğin özgürlüğü ve gerçek eşitliği o zaman hayata geçecektir. Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden Bu ekmek ve gül türküleri Ve yineliyoruz hep bir ağızdan “Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”

39


marksist tutum

Aralık 2013 • sayı: 105

Yasak Yaşamlara Adanan Roman! Yaşamak Yasak, Hasan Kıyafet’in 1986 yılında yazdığı romanın adı. Komünist İmam’dan bu yana yazdığı romanlarda Kıyafet, kalemiyle işçi ve emekçilerin sorunlarına eğilmiş, yaşamın dahi yasak edildiği bu sömürü düzeninde mücadele ve kurtuluşun umudunu satırlarına taşımıştır. Kıyafet, romanını fındık zamanı bizzat işçilerin arasında çalışarak tasarlamaya başlar. İşçilerle birlikte fındık toplar, elleri şişer, parmakları kanar. Karadeniz’in incisi fındığın başındaki toprak sahipleri çok kötü koşullarda işçileri çalıştırırlar. Ne yedikleri yemek yemektir ne de yatıp uyudukları yer yatıp uyunacak bir yerdir. Bu kötü koşullara rağmen gerek Kürt illerinden gerekse Karadeniz civarından gelen köylüler, kafile kafile fındık toplama işinde çalışarak yaşarlar. Roman 1976’lı yılların direngen ruhunu yansıtıyor. Olaylar birbirini takip ettikçe görürüz ki, büyük sanayi merkezlerinde başlayan sınıf kavgası Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yansımıştır. Sınıf kavgası yangın olup yayıldıkça, yarı köylü olan fındık işçileri arasında da zulme, haksızlıklara ve kör talihe karşı meydan okumalar filizlenmeye başlar. Kırsal kesimde fındık toplayan işçiler kent merkezinde yaşanan yürüyüş, sendikalaşma, grev vb. mücadelelerin havasını soluyarak, kendi aralarında nefes nefese yeni bir yaşamın uyanışıyla tanışırlar. Romanda, büyük toprak sahipleri Fındıkzadeler ve Temeloğulları’nın, düzenlerini köylüler arasında yıllardan bu yana süregelen kan davalarıyla, sahte düşmanlıklarla nasıl sürdürdükleri de anlatılıyor. İşçilerin dededen kalma kan davaları birbirleriyle konuşmalarına dahi engel olmaktadır. Romanda Kara Ziya ve Aslan arasında da süren kan davası gerilimi her sayfada daha da artmaktadır. Kara Ziya ve Aslan şahsında tarım işçileri birbirine düşman iki kampa ayrılmış, aynı kaderi paylaşan emekçiler anlamsız kavgalarla birbirinden uzaklaşmışlardır. Miting, eylem ve örgütlenmeler fındık işçilerinin diyarlarına kadar girince Fındıkzadeler ve Temeloğulları işçileri bölüp parçalamada yeni yol ve yöntemler aramaya başlarlar. “Komünizmle mücadele etmek şart” diyen patronlar, gerek faşist köpekleri aracılığıyla gerekse ABD’de aldıkları eğitimle sistemlerini güvencede tutmak için yeniden örgütlenirler. İşçiler karşısında arala-

40

rındaki rekabeti dahi bir kenara iterek, provokasyonlar tertipler, acımazsızca saldırıya geçerler. İşçi sınıfı karşısında sermaye sahiplerinin rekabeti bir kenara bırakarak ittifaklar kurmaları, yazarın, olmazsa olmaz bir gerçeği romanın sayfalarında dile getirmesine neden olur: 70’lı yıllarda yükselen örgütlü devrimci mücadelenin eksikleri. Dili devrimci gençleri suçlamaya varmasa da şöyle yazar: “Onlar, kötülükleri tezden ve kendi zayıf güçleriyle yok etmeye kalkıştılar. Oysa kötülüklerin dibini bucağını, halka anlatmalıydılar. Kendilerini anlatamadılar, anlattırmadılar. Aralarına ajanlar, kışkırtıcılar sızdı. İşi iki tabanca üç tüfek oyununa döktüler. Döktürüldüler. Bu nedenle gençleri peşin suçlayamayız.” Hasan Kıyafet, romanında, kırın çözülüşünü, eski geleneklerin yitirilişini ve gençlerin kentlerde işçilik hayatına atılmasıyla geleceğe olan umudunu sayfa sayfa işler. Kara Ziya ve Aslan birbirinin kanlısı olmasına rağmen işçileşerek, devrimci mücadeleyle tanışarak Türkiye işçi sınıfının yaşayacağı o büyük dönüşümün iki küçük sembolü olurlar. Kapitalist sömürü düzeninde yaşamanın, sevmenin, doymanın, bilinçlenmenin, örgütlenmenin yasak olduğunu öğrenerek yeni bir yaşama adım atarlar. Roman sayfalarında, yasakları yenmenin işçi sınıfının mücadelesinden geçtiği tarihsel olaylara dayanarak işlenir. Romana serpiştirilen türküler de Anadolu insanının umut haykırışları olur. Yeni gelin Elif’in fındık tarlasında saldırıya uğramasıyla başlayan Yaşamak Yasak romanı, finalini 1 Mayıs günüyle yapar. Temeloğulları ve Fındıkzadeler’in birbirine düşman kıldığı iki sınıf kardeşi, alanda birbirine sarılarak yeni bir yaşama adım atarlar. Ufukta her ne kadar kanlı katliamın gölgesi belirse de, gerek içine girilen yol, gerekse uğruna feda edilecek hayat işçi sınıfının tek kurtuluşudur. 12 Eylül darbesiyle işçi sınıfına bir kez daha yaşamak yasak edilir. 1980 öncesinin mücadele ve dayanışma atmosferinin yerini yeniden sahte düşmanlıklar ve kardeş kavgaları dolduracaktır. Kıyafet 1986 yılında romanını “gökyüzü MAYIS güneşine ulaşmak isteyen renklerle allandı…” diyerek noktalarken İstanbul Netaş’ta grev sesleri fındık dalları gibi yeşermeye başlamıştı. İşçilerin yeni bir hayata, yasaksız yaşamlara ulaşma mücadelesi o gün bugün devam ediyor. Gebze’den bir işçi


sayı: 105 • Aralık 2013

marksist tutum

UİD-DER üyesi işçilerden mektup

İş Kazaları Kader Değildir, İşçi Ölümlerini Durduralım! M

arksist Tutum emekçisi ve okuru tüm sınıf kardeşlerimize merhaba, Bizler, işçi sınıfının uluslararası dayanışmasını ve birliğini güçlendirmek için kurulan ve bu uğurda anlamlı mücadeleler yürüten Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği üyesi bir grup işçiyiz. UİD-DER’li işçiler adına siz mücadeleci sınıf kardeşlerimizi en derin dayanışma duygularımızla selamlıyoruz. Sınıfımızın sorunlarının çözümü yolunda örgütlü mücadele yürüten UİD-DER’in, yaklaşık bir yıldır yürüttüğü ve başarılı bir finale taşıdığı “İş Kazaları Kader Değildir, İşçi Ölümlerini Durduralım!” kampanyasını ve bu kampanyanın sonuçlarını sizlerle paylaşmak istiyoruz. Bildiğiniz gibi iş kazaları ve iş cinayetleri, Türkiye’de ve dünyada işçi sınıfının en can yakıcı sorunları arasında yer alıyor. Türkiye, yılda 77 bin iş kazası ile Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada bulunuyor. Türkiye’de her gün ortalama 4 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitiriyor. İşçi sınıfının gerçek bir mücadele örgütü olan UİD-DER, elbette işçi ölümlerine sessiz kalmayacak, iş kazalarına karşı mücadeleyi yükseltecekti. İş kazalarını, iş cinayetlerini, meslek hastalıklarını daha güçlü bir biçimde gündemimize alıp buna karşı bir kampanya örgütlemeye başladığımız tarihlerde, AKP hükümeti iş kazalarını sözde önleyeceği vaadiyle İş Güvenliği ve Sağlığı Yasasını Meclis’ten geçirmişti. Ancak bu, patronlara dönük hiçbir ciddi yaptırım içermeyen, son derece güdük bir yasaydı. Bugün bu yasanın hiçbir işe yaramadığı, iş cinayetlerine kurban verdiğimiz işçi kardeşlerimizin sayısının hiçbir şekilde düşmeyip aksine artmaya devam etmesinden net bir şekilde görülüyor. Bizler mücadeleci işçiler olarak biliyoruz ki, kapitalist sömürü düzeni yıkılmadan ne iş kazaları son bulacak ne de işçilerin geri kalan sorunları çözülecek. Yine biliyoruz ki, patronları bu sorunların çözümü doğrultusunda adım atmaya zorlayacak ve bunu başaracak tek güç örgütlü işçiler ve onların yükselteceği mücadeledir. İşçilerin yaşadığı sorunları, işçileri kapitalist sömürü düzenini yıkma mücadelesinin içine çekebilmek için teşhir etmek, bir mücadele konusu haline getirmek tam da bu nedenle temel hedefimiz oldu. Kampanyamız, sen-

dikaların iyice güçsüzleştiği ve anlamlı mücadeleler yürütme konusunda tam bir mecalsizlik içinde olduğu bir dönemde, işçilerin iş kazalarına ve meslek hastalıklarına duyarlılıklarını arttırmayı ve onların mücadeleye sevk edilmesini amaçlıyordu. Kampanya boyunca ulaştığımız yüz binlerce işçi bizlere işyerlerinin mezbahaya döndüğünü anlattılar. İş saatlerinin çok uzun olduğunu, buna rağmen çok düşük ücret aldıklarını, ücretlerini üç kuruş arttırabilmek için fazla mesailere mahkûm olduklarını anlattılar. Hiçbir güvenlik önlemi olmadan çalışmak zorunda kaldıklarını anlattılar. Daha 16 yaşında iş kazası geçirmiş, 17 ya-

41


marksist tutum

şında meslek hastalığına yakalanmış işçilerle karşılaştık. Babasını, kardeşini iş cinayetlerinde kaybeden gençlerle karşılaştık. İki evladını iş kazalarında kaybeden annelerle karşılaştık. Günde 12 saat boyunca aynı hareketleri yaptığı için elleriyle bebeğini hatta bir bardak çayı kavrayamayan kadın işçilerle karşılaştık. İşçiler kampanyamıza imzalarıyla destek oldular, işyerlerine davet ettiler bizleri. Sendikalaşmak istedikleri için çaldılar kapımızı. Örgütlenmek için yardımımıza başvurdular. UİD-DER’li işçilerin bu azimli çalışması işçilere güç ve güven verirken patronları ve onların hizmetkârlarını rahatsız etti. Bazen polis, bazen özel güvenlik, bazen işveren temsilcileri engellemeye çalıştı bizleri. Ama bizler karşılaşacağımız her zorluğa hazırdık ve hiçbir şey bizi haklı mücadelemizden alıkoyamazdı. İş kazalarına karşı mücadelemizi de, taleplerimizi de yükseltmeye devam ettik. Çalışma yürüttüğümüz bazı işçi bölgelerinde patronlar servisleri fabrika bahçelerine çektirirken, bir başka işçi bölgesinde ise bir sendikanın engelleme çabalarına tanık olduk. Bölgede binlerce işçinin tepkisini çeken Türk Metal sendikası şube yönetimi, örgütlü olduğu tüm işyerlerini gezerek UİD-DER’in kampanyasına büyüyen desteği engellemeye çalıştı. Ancak bu çabalar boşa çıktı. Sendikanın binlerce üyesi imzalarıyla bizlere destek oldular. Kendi işyerinden yüzlerce imza toplayan, kampanyamızı işçi arkadaşlarına anlatan işçi kardeşlerimiz bizlere güç verdi. Mersin Limanı işçileri, Amylum Gıda işçileri, Hacettepe Hastanesi işçileri, Arçelik işçileri, Cam Elyaf işçileri… Yüzlerce işyerinden binlerce işçi UİD-DER’in kampanyasını sahiplendi. Onlar da “İş Kazaları Kader Değildir, İşçi Ölümlerini Durduralım!” sloganını yükselttiler kendi işyerlerinden. Mücadeleci sendikalar ve benzer konularda çalışmalar yürüten emek örgütleri kampanyamızı takdirle karşıladılar ve desteklerini sundular. Yakınlarını iş cinayetlerinde kaybetmiş aileler, kampanya için teşekkür ettiler bizlere. İş kazası mağduru işçiler destek oldular, kampanyamızı yaygınlaştırdılar. Derneğimizin internet sitesine Türkiye’nin dört bir yanından mesajlar geldi. Bu mesajlarda işçiler destekleri-

Aralık 2013 • sayı: 105

ni sunuyor, sorular soruyor, hukuksal yardım istiyor ve örgütlenme çabalarını anlatıyorlardı. Bize ulaşan tüm işçilere yanıt verdik ve yardımda bulunduk. Kampanyamız yaygınlaştıkça sokak etkinliklerimizi arttırdık. UİD-DER İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Komiteleri her bölgede ve merkezde işçi buluşmaları gerçekleştirdi. Onlarca işyeri ile İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Buluşmaları düzenledik. İşçilerin çalıştığı ve yaşadığı her yere; kahvelere, semt pazarlarına, evlere gittik. Tüm temsilciliklerimizde, her birine yüzlerce işçinin katıldığı eğitim çalışmaları ve seminerler düzenledik. İşçileri bilinçlendirmeye, örgütlemeye ve mücadeleye katmaya devam ettik. Pek çok işçi UİD-DER çatısı altında yürüttüğümüz bu faaliyetin neferi oldu. İşçilerin desteği ve katkısı ile kampanyamız da UİD-DER de büyüdü. 100 binin üzerinde imza toplanması bunun somut bir göstergesi oldu. Topladığımız 100 bin 640 imzayı Meclis’te HDP Milletvekili Levent Tüzel, BDP Milletvekili Erol Dora ve derneğimizin temsilcilerinin katıldığı bir basın toplantısı ile Meclis Dilekçe Komisyonu’na ulaştırdık. Bu imzalarla burjuva politikacılara ve burjuvaziye, işçilerin yaşadıkları bu yakıcı sorun karşısında sessiz olmadıklarını ve sessiz kalmayacaklarını duyurmuş olduk. İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde Marksizmi rehber edinen sınıf devrimcileri olarak bir kez daha ilan ediyoruz ki, işçi sınıfından ümidini kesenler, “işçi sınıfı öldü” palavralarına prim verenler yanılıyorlar. İşçi sınıfı tüm heybetiyle ve daha da büyüyerek varlığını koruyor. İşçi sınıfının örgütsüz oluşuna bakarak kendilerine başka mecralar arayanlar, toplumsal dinamikleri, işçi sınıfının yapısını ve sınıfsal çelişkileri anlamaktan uzak olanlar tarihin akışını değiştiremezler. Biz, sınıfımızın içinden mücadeleye atılmış işçiler olarak diyoruz ki; vardık, varız ve sınıfsız toplumu yaratana kadar mücadelemizle var olacağız! Marksizmin ışığını kendisine rehber edinen Marksist Tutum emekçisi ve okuru sınıf kardeşlerimiz, kavga yoldaşlarımız: Bizler daha önce yürüttüğümüz “Kıdem Tazminatımızı Gasp Ettirmeyelim!” kampanyamızın sonuçlarını da sizlerle paylaşmıştık. Aradan geçen bir yılı aşkın sürede kat ettiğimiz yol, bize, sınıfımıza duyduğumuz güvenin haklılığını ve işçileri örgütleme görevinden kaçılmadığında nelerin başarılabileceğini gösterdi yeniden. Bizler sınıfımıza ve örgütümüze güveniyoruz. İşçi sınıfının iktidarı için mücadele etmeyi sürdürüyoruz. Bütün işçi kardeşlerimizi UİD-DER’e güç vermeye çağırıyoruz ve sizleri mücadelemizin tüm sıcaklığıyla selamlıyoruz. UİD-DER üyesi bir grup işçi

42


sayı: 105 • Aralık 2013

marksist tutum

Bir “İş Kazası” ve Ömür Boyu Acı Çekerek Yaşamak T

arih 1989’du. Aylardan Mart. 1980 askeri faşist darbesinden 9 yıl sonra pek çok sektörden on binlerce işçinin alanlara çıkmaya başladığı, adına Bahar Eylemleri denilen günlerdi. Ben daha 23 yaşında genç ve sağlıklı bir deri işçisiydim. Biz üç ayrı fabrikada çalışan yaklaşık 1000 işçi, işyerimize sendikayı sokmak için bir yıldan fazla bir zamandır gizlice örgütleniyorduk. Ben dikim bölümünde çalışıyordum. 200 makineci, 200 ayakçı, 30 kesici, 30 kadar el işçisi ve 20’den fazla çırağın çalıştığı bir bölümdü bu. Diğer bölümler olan tabakhane, boyahane ve yaş işlerde ise 400’den fazla işçi çalışıyordu. Etrafımızdaki büyük fabrikaların çoğu sendikalıydı. Bu nedenle gizli örgütlenmemiz yetki belgesi gelene kadar açığa çıkmamıştı. Yetki belgesi patronun eline geçtikten sonra ilk işi bizi fabrikayı kapatmakla tehdit etmek olmuştu. Bir yandan da örgütlenmenin başını çeken “çıbanbaşlarını” tespit etmek için ustabaşları, müdürler, yalakalar aramızda fır dönüyorlardı. Fakat koca fabrikada çalışan 1000’e yakın işçinin büyük çoğunluğunu örgütlemeyi başaran bir ağabeyimizi ve bir ablamızı açığa çıkaramamışlardı. Patronun fabrikayı kapatıp başka yere taşıması riskine karşı giriş kapısını arkadan kilitlemiştik. Kapının arkasına barikat kurmuştuk. Çevredeki fabrikalarda çalışan işçilerden de ciddi destek görmüştük. Direnişin ilk gecesi, saat 3 sularında, fabrikayı terk etmemiz için fabrikaya yakın bir yerlerden silah sesleri gelmeye başlamıştı. Gündüzden hepimiz yorulmuştuk. Giriş kapısında, beş ayrı katta ve fabrikanın en üst katında bekleyen nöbetçiler dışında herkesin uykuda olduğu bir saatti. En üst katta, ben ve benim gibi genç bir arkadaşım nöbetteydik. Silah sesi geldiğinde ikimiz de çatı katına koşup dışarı çıkmıştık. Binanın üstüne çıkmamızla birlikte, üzerimize doğru açılan yaylım ateşinin ortasında kalmıştık. Geri dönüp içeri girmek istesek kurşunların hedefi olurduk. Koşup binanın ön tarafından beşinci katın üstünden aşağı atladık. O anki heyecan ve korkudan dolayı yere nasıl düştüğümü hâlâ anımsamıyorum. Ama sayısını bilmediğim kadar rüyada yüksekten düştüğümü gördüm, hâlâ da görüyorum. Kendime gelip gözlerimi açtığımda iki kolum, iki bacağım alçı içinde ve evdeydim. Aileme beni kimin eve getirdiğini sorduğumda, tanımadıkları “iyi insanlar” oldukları yanıtını almıştım. Bunlar, bir miktar para verip, patronun çok üzgün olduğunu ve “geçmiş olsun” dediğini söylemişler. O “iyi adamlar” ve bana “geçmiş olsun” diyen patronum sayesinde ben 7 ay sırt üstü yatalak kaldım. Kollarımdan ve bacaklarımdan iki ay sonra alçı çıkartılmıştı ama ayakta duramıyordum. Olaydan 10 ay sonra omurgalarımda da ciddi hasar olduğunu öğrenmiştim. 7 ay sonra öğrendim ki patronun adamla-

rı beni düştüğüm yerden özel bir hastaneye götürmüşler. Kırılan iki bacağıma platin takılmış, kollarım ve bacaklarımı alçıya almışlar. Omurgalarımdaki zedelenme ve kıkırdak ezilmesine ise bir röntgenle bile bakılmamış. Ameliyattan sonra yarı baygın bir halde eve bırakıp gitmişler. Uyanık patron kendilerinin sesi olan iki gazeteye; Yeni Asır ve Hürriyet’in Ege ekine, iki işçinin intihar etmek için binanın üstünden atladığını, “insanlık namına” kendisinin ve ailesinin çok ünlü doktorların çalıştığı özel bir hastanede onları ameliyat ettirdiğini ve işten çıkışlarını da yapmadığını söylemiş. Oysa bizim ameliyatlarımızı özel bir hastanede yaptırmış olmasının asıl nedeni, parayla satın aldığı adamların ellerine silah vererek kendi fabrikasını kurşun yağmuruna tutturduğunun üstünü örtmekti. İşten çıkışımızın yapılmamasını ise arkadaşlarımız iş durdurarak sağlamışlar, iş kazası tutanağını da tutturmuşlardı. 7 ay sonra fabrikaya gittiğimde vizite kâğıdı ve iş kazası tutanağını almıştım. Bu arada patronun sendikayı kabul etmek zorunda kaldığını da 7 ay sonra arkadaşlarımdan öğrenmiştim. İşçilerin hemen hemen hepsi bir hafta gece gündüz fabrikayı terk etmeden mücadele ederek sendikayı fabrikaya sokmuşlardı. Patronun adamları her ay eve gelerek aylığımı babama veriyormuş. Patronun adamlarının tembihlemesi ve biraz da korku salması nedeniyle ailem ziyaretime gelen arkadaşlarımdan kimseyi eve almamış. Getirdikleri hediyeleri de almamış. Bunları 7 ay sonra bir dede gibi koltuk değneklerine dayanarak, on dakikalık yolu bir saatte yürüyerek, daha doğrusu sürünerek fabrikaya gittiğimde öğrenmiştim. Aradan aylar geçmişti. Kollarım ve bacaklarım iyileşmeye başlamıştı. Ama belimde dinmeyen bir ağrı devam ediyordu. Aylarca da SSK hastanesi kuyruklarında koltuk değnekleriyle sürünmüştüm. Beni sözde muayene eden doktor, röntgende bir şey görmemiş, “benden sağlamsın” diyerek beni başından savmıştı. Üç ay sonra özel bir klinikte bir maaşım kadar para ödeyerek MR çektirdim. Sonuçta omurgaların arasındaki kıkırdaklarda ezilmeler olduğu ve kemik veremi başladığı anlaşılmıştı. Bana “benden sağlamsın” diyen doktorlar sonuçları görür görmez hastaneye yatırmışlardı. Bu kez de yerimden kalkamadan aylarca hastanede yatmıştım. Aylarca süren ilaç tedavisinden sonra ardı ardına dört ağır ameliyat geçirdim. Arada ufak lokal ameliyatlar hariç yıllar sonra 2007’de ağır bir ameliyat daha geçirdim. Bu olayın üzerinden 24 yıl geçti. Ben hâlâ acı içinde yaşıyorum. 23 yaşımdan beridir ağrısız, acısız bir gün dahi geçirmedim. Ömrümün sonuna kadar da bu ağrıları, bu acıyı çekerek yaşayacağım. Benim geçirdiğim “iş kazası” biraz farklı olsa da bugün her ay yüzden faz-

43


Okurlarımızdan

la işçinin canını alan ve yüzlerce işçinin bedeninin bir parçasını yok eden, sakat bırakan “iş kazaları” yüzünden işçi kardeşlerimin ömürlerinin sonuna kadar nasıl acı çektiğini biliyorum. Patronlara ve onların suç ortaklarına nasıl kin duyduklarını kendimden ve aynı fabrikada presin arasında sıkışarak iş cinayetinde yitirdiğimiz işçi arkadaşımın ailesinden biliyorum. Patronumuz o iş cinayetinin ardından “yiyecek ekmeği bu kadarmış” demişti pişkince. Bugün Tayyip Erdoğan’ın iş cinayetleri için gözümüzün içine bakarak ikiyüzlüce “kader” demesi gibi. Bu tarifi zor acıları bunlara maruz kalan işçilerin kendileri, aileleri iliklerine kadar yaşıyorlar.

Patronlar, gerekli iş güvenliği önlemlerini maliyet sayıp işçilerin ölmesine ve sakat kalmasına neden oldukları gibi, hak arayan, sendikalı olarak çalışmak isteyen işçilerin üzerine polisi, jandarmayı, bazen de eli kanlı katillerini salıyor, kurşun sıktırarak örgütlenmeyi engellemeye çalışıyorlar. Bugün iş cinayetlerinde yok olup gitmek ve sakat kalmak en can alıcı sorunlardan biri haline gelmiş durumda. Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği (UİDDER), işçilerin katledilmelerinin ve sakat kalmalarının ne demek olduğunun bilincinde olarak aylarca süren bir kampanya yürüttü ve bu kampanyayla yüzbinlerce işçiye ulaştı. UİD-DER’li işçiler, iş kazalarının ve cinayetlerinin acısını kendi başlarına gelmişçesine yüreklerinin en derin noktasında hissediyorlar. Bir işçinin daha başına böyle korkunç bir olay gelmesin, işçiler ölmesin ve sakat kalmasın diye işçilerin bilinçlenmesi, bedenine ve haklarına sahip çıkması için mücadele veriyorlar. Bu mücadeleyi büyütelim ve kâr uğruna canımızı kanımızı hiçe sayan kapitalist sömürü düzenini yerle bir edelim. Marksist Tutum okuru bir işçi

Sağlıklı Yaşam İçin Önkoşul: Örgütlü Olmak! T

elevizyon programlarında her gün çıkıp sağlıklı yaşam, sağlıklı beslenme üzerine yorum yapıyorlar, nasihatta bulunuyorlar. Bu programlara özellikle tuzukuru kadınlar çıkıyor ve izleyicilere sağlıklı nasıl beslenilir diye akıllar veriyorlar. Bir kere sabah zengin bir kahvaltı yapmalıymışız. Öğlen sebzeli-etli yemekler yemeliyizmişiz. Akşam da çok fazla yememeli, meyve tarzı şeylerle yetinmeliymişiz. İyi hoş şeyler diyorsunuz da işçilerin evinde bu saydıklarınızdan acaba hangileri var? İşçiler sabahın köründe işe gitmek için kalkıyor. Evde kahvaltıya vakit bulabilenler ucuz peynir ve ucuz zeytine talim ediyor. Çoğunluk ise bırak kahvaltıyı servisine zor yetişiyor. Poğaça-simit gibi şeylerle karnını doyurmaya çalışıyor. Öğlene gelince, eğer işyerinde yemekler düzgün gelmişse birazcık karnı doyuyor. Ama bazen yemekler yenilemeyecek kadar kötü oluyor, o zaman akşama kadar aç karınla çalışmaya devam. Akşam eve dönüldüğünde işçilerin evinde fiks mönü oluyor. Öncelikle vazgeçilmeyen gıda ekmek, sonra da mercimek çorbası, bol bol makarna-pilav, patates gibi yemekler yeniliyor. Şimdi bu durumda nasıl sağlıklı besleneceğiz? Bir kere ekmek yemeden doyulmuyor maalesef. Bir de ek-

44

mek yemeyin diyorlar. Ama işçinin aldığı ücret ekmekten başka bir şey yiyemezsin diyor. Bazen de kırmızı et yiyin diyorlar. İnsanın televizyonun içine atlayası ve şunları söyleyesi geliyor: “Be insafsızlar, burada böyle rahat rahat konuşuyorsunuz. Dışarıdaki gerçeklerden uzak yaşıyorsunuz. Kırmızı et artık işçilerin çok az yediği, hatta birçoğunun yiyemediği bir besin oldu, haberiniz yok mu? Kırmızı etten de geçtik yeri geliyor sebze, meyve girmiyor evlere, bunu biliyor musunuz acaba?” Tutturmuşlar sağlıklı beslenme, sağlıklı yaşam diye. İşçiler pestili çıkıncaya kadar çalışıyorlar, patronlar da işçiler adına sağlıklı yaşıyorlar. Uzun iş saatleri zaten sağlıksızlaştırıyor işçileri, beslenme de yetersiz olunca sağlığın yerini hastalıklar alıyor. İşçi biraz daha rahat geçineyim diye 12-14 saat çalışıyor. Fakat gene de yetmiyor. Patronlar egemen oldukları sürece aldığımız ücretler ne yetecek ne de sağlıklı yaşayabileceğiz. Sağlıklı yaşamak sadece yemeyle içmeyle olmuyor. İnsanın dinlenmesi, sosyalleşmesi, temiz hava solumasıyla oluyor. Sağlıklı olmak için işçiler olarak bu sömürü düzenini yıkmak için örgütlenip mücadele etmeliyiz. Sağlıklı yaşamın önkoşulu bu. Marksist Tutum okuru bir kadın işçi


Okurlarımızdan

Lenin’den Kızıl Ekim’e E

kim Devriminin yaktığı ateş işçi sınıfının mücadelesinde hâlâ yanmayı sürdürüyor. Dünyanın her yerinde, bugünkü işçi kuşaklarının yoluna ışık tutan tarihin bu ilk muzaffer proleter devriminin kızıl bayrağı dalgalanmaya devam ediyor. Biz komünistlere düşen görev ise bu ateşi körükleyip, insanlığı kapitalizm cehenneminden kurtarmak ve bu sömürü sistemini yeryüzünden silip atmaktır. Aşağıdaki şiiri Ekim Devrimine önderlik eden Bolşeviklere ve işçi sınıfının devrimci önderi Lenin’e atfediyorum: Bilincimizin aydınlığını ve kıvraklığını Kızıl fenerin rehberiyle yolumuza ışık tutan Ekim 1917’nin cesaretine borçluyuz Yüreğimize ekilen cesaretin gürleyen sesini Bilincimize ekilen kızıl başakların tohumlarını Vladimir İlyiç’e ve onun yılmaz öğretisine borçluyuz Uzun patika yolları adım adım yürürken Tırpanı çekerken tarlada Demiri döverken fabrikalarda Ya da bir hastanın nabzını yoklarken Uykusuz düşmüş bedenimizi vardiyalara esir bırakırken Çileyle işlerken ömürlerimizi Kararlı ve inatla yürümenin inancını taşıyoruz Söylediğimiz ezgilerde Tutkuya dönüşen ritimlerimizin sevinci ve çoşkusuyla, Tüm dünya halklarına seslenişimizdir Lenin’den Ekim 1917’ye

Ve yeni bir dünya özleminin rüzgarları eserken ağır ağır İşçilerin birliğini serperken dört bir yana Enternasyonalin uzağa düşen gölgesini daha da yakına çekerken adım adım Haykıralım! Şan olsun Lenin’e ve işçilerin Ekim Devrimine! Ankara’dan bir Marksist Tutum okuru

Avusturya’dan Kısa Haberler

A

vusturya’da işsizlik tırmanıyor ve artık burjuva siyasetçiler bunu açıkça itiraf ediyorlar. Resmi rakamlara göre 360 bin olan işsiz sayısının önümüzdeki yıl 450 bine kadar tırmanacağı ifade ediliyor. Sebep olarak genel ekonomik büyümedeki durgunluk, kış aylarında inşaat sektöründeki faaliyetlerin yavaşlaması ve diğer AB ülkelerinden gelen işgücünün ülke iş piyasasında oluşturduğu basınç gibi demagojik argümanlar ileri sürülüyor. ARKA sitesinde konuyla ilgili yayınlanan bir yazıda, ülkede yaklaşık 250 bin civarında da gizli işsiz bulunduğu ifade ediliyor. Burjuva devlet emeklilik yaşını aşağıya çekip mevcut iş alanlarını gençlerin istihdamı için kullanmak yerine, tam tersini yapıp emeklilik yaşını daha da yükseltmeye çalışıyor. Yani yangına körükle gidiyor. Bu arada metal sektöründe toplu sözleşmeler tamamlandı ve ortalama %2,8 oranında ücret artışı sağlandı. Bu oran aslında ülkedeki yıllık reel fiyat artışlarını bile karşılamıyor. Metal sanayiinde 180 bin işçi istihdam ediliyor. Metal patronları bu yıl “mesai saatleri kontosu” adında yeni bir uygulama devreye sokarak fazla mesai saatleri için yapılan zamlı ödemelerden kurtulmaya ve fazla mesai saatleri için yapılan ücret hesaplamalarını “esnekleştirmeye” çalıştılar. Ancak sendika bürokrasisi alttan gelen basıncın da etkisiyle buna şimdilik engel oldu. 27 Ekim tarihinde Viyana’nın 1. lig futbol kulüplerinden olan Austria Wien taraftarlarının oluşturduğu neo-Nazi “Unsterblich Wien” (Ölümsüz Viyana) adlı holigan grubuna mensup yaklaşık 30 kişi, sosyalist Türk ve Kürt göçmenlerin faaliyet gösterdiği ATİGF (Avusturya Türkiyeli İşçi Gençlik Federasyonu) binasına taş ve sopalarla saldırarak dernek lokalindeki toplantı salonuna girdi. Saldırının yapıldığı saatlerde KOMintern (Komünist Sendika İnisiyatifi - Enternasyonal) toplantısı gerçekleştiriliyordu ve önde gelen bir KOMintern aktivisti yaralandı. Faşist saldırganlar her iki kuruluşun dernek lokalinde bulunan üyeleri tarafından geri püskürtüldüler. Saldırganlardan dokuzu polis tarafından yakalanarak gözaltına altındı. Önümüzdeki dönemde göçmenlere ve sosyalist çevrelere yapılan faşist saldırıların artması muhtemelken, buna ancak işçi sınıfının birleşik ve örgütlü gücüyle yanıt verilebileceği de açıktır. Avusturya’dan A.E.

45


Okurlarımızdan

P

İşçi Sınıfının Gündemi Ne?

atronlar işçileri bir taraftan geçim sıkıntısıyla çepeçevre sarıp başka bir şey düşünemez hale getirirken, diğer yandan yaşamlarını her geçen gün daha katlanılmaz hale getiren sorunların çözümüne yönelmelerini engellemek için işçilere sahte gündemleri dayatırlar. Burjuvaların gazete ve televizyonlarının işçileri sanal dünyalara taşıyıp, hayal âlemlerinde kaybolmaları için yapamayacakları hokkabazlık, uyduramayacakları gündem yok gibidir. 10-12 saat çalıştıktan sonra, işçinin kendine ayıracak birkaç saati kalmışsa onu da paparazzilerden evlendirme programlarına, ünlülerin yaşamlarından spor programlarına sürükleyerek tükettirir. Mesaiden sonraki zamanlarımızda da burjuva propaganda ve beyin yıkama faliyeti devam eder. Günlük yaşamlarını ve geleceklerini karartan sorunların çözülemezliğine olan inanç arttırılırken, işçilere daha kolay tüketilebilen, gerçek sorunlarını düşünüp tartışmaktan uzak tutan gündemler dayatılmaktadır. Örgütsüzlük ve kolektif hafızasızlıktan faydalanan sermaye politikacıları, işçileri, istedikleri an istedikleri biçime sokan oyun hamuruna dönüştürürler. Henüz politik alanda yeterince güçlenmiş temsilcilere sahip olmayan işçilerin, burjuva parti liderlerinin ve politikacılarının dalaşmalarını kendi günlük yaşamlarına taşımaları kaçınılmazlaşır. İşçiler bu dalaşın tozu dumanı içinde yönünü kaybederken, diğer taraftan patronların asıl gündemleri burjuva parlamentolarında mezarımızı kazan yasalar olarak karşımıza dikilir. Patronların parlamentodaki temsilcisi olan burjuva politikacılar, kitlelerde bilinç açılmasına yol açacak gerçek sorunları gündeme taşımaktan özenle kaçınırlar. Eğer meseleyi kamuoyuna taşımak zorunda kalırlarsa asıl niyetlerini gizleyerek tartışırlar. Ama her koşulda ya dini ya milliyetçiliği kullanarak ya da yapılmaya çalışılanın kitlelerin yararına olduğunu söyleyerek kandırmaya çalışırlar. Burjuva politikacıların işi budur; kitlelerde bilinç çarpılması yaratıp temsilcisi oldukları sınıflara hizmet etmek. Çünkü her sınıfın temsilcisi o sınıfın kolektif hafızası, kolektif bilinci ve çıkarlarının savunucusudur. İşçi sınıfı yıllardır kendi taleplerini ve sorunlarını gündemleştirememiş, burjuvaların oluşturduğu gündemlerin peşine takılıp yönünü kaybetmişse, bunda sınıfın dışına düşmüş solun da büyük etkisi vardır. Örneğin son dönemlerde Türkiye’de patronlar işçileri kolayca işten atmanın, kıdem tazminatlarına el koymanın, sendikalaşmalarının önüne daha büyük engeller

46

dikmenin, kölelik bürolarının yolunu açmanın hesabını yaparken, küçük-burjuva solun aklı sınıfın sorunlarına uzak duran “Gezi”de kalmıştır. Günde 10-12 ve hatta 14 saat sefalet ücretine çalışan işçilerin gerçek gündemleri küçük-burjuva solun ilgisini çekmemiştir, çekmiyor. Onlar kendi fantastik hayallerinin peşinden gitmeye devam ediyorlar. Solu bu hale düşüren ve onun politik kısırlığına yol açan, sınıfın güncel sorunlarından uzak tutan şey ise onun sınıftan kopukluğu ve Kemalizmden ve Stalinizmden devraldığı üstten dayatmacılık hastalığıdır. Aslında küçük-burjuvalıkla malûl solun kısaca söylemeye çalıştığı şey şudur: “Burjuvalar sizi kötü yönetiyor, biz iyi yöneteceğiz.” Kadrolarını çok büyük oranda küçük-burjuva sınıf ve onun ideolojik etkisiyle deforme olmuş işçi sınıfı katmanlarından devşiren solun başka türlü bir politika yapması da beklenemez. Ayrıca onu bu sınıf ve katmanlara iten şey, kolay yoldan “adam kazanma” anlayışı yüzünden sınıf içinde uzun ve sabırlı bir çalışma yapmaya gelememesidir. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen, işçi sınıfının sorunlarını, acılarını, taleplerini gündemleştirmeye çalışan bir işçi örgütü de vardır. Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği (UİD-DER), kıdem tazminatlarının fona devredilmesine karşı fabrikalarda, işçi semtlerinde sokaklarda stantlar açılmış, yüz binlerce işçi ile yüz yüze görüşülmüş ve 65 bin imza toplamıştır. Bu imzalar meclise gönderilmiş, meclis kürsüsünden işçilerin talepleri haykırılmıştır. İş cinayetlerine karşı ise 100 binden fazla imza toplanmış, iş cinayetlerinin kader olmadığı, patronların güvenlik önlemlerini bir maliyet olarak gördüğü, uzun çalışma saatlerinden dolayı binlerce işçinin canından olduğu, sokaklarda, fabrikalarda işçi semtlerinde yüz binlerce işçi ile yüz yüze görüşülerek duyarlılık yaratılmaya çalışılmıştır. Burjuvalar bizlere kendi gündemlerini dayatırken, küçük-burjuva sol da başka bir kulvardan kendi hayal dünyalarının peşine düşmüştür. Ancak işçilerin gerçek gündemi, kapitalizmin her gün yaşattığı sorunların, acıların içinden çıkmaktadır. İşçilerin derdini dert edinen komünistlerin yapması gereken şey, işçi sınıfını sahte değil gerçek gündemleri tartışıp konuşur hale getirmek ve onu ücretli kölelik sistemini yıkmaya yöneltmektir. Kurtuluşun başkaca bir yolu yoktur. Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadele Birliği! Adana’dan Marksist Tutum okuru bir işçi


Okurlarımızdan

Kızlı Erkekli Mücadeleye

G

ünlerdir televizyonlardaki tartışma programlarında, gazetelerde, manşetlerde Başbakan’ın öğrencilerin kızlı-erkekli bir arada kalamayacakları ve bu evlere baskınlar yapılacağı sözleri konuşuluyor, yazılıp çiziliyor. AKP seçimler yaklaşırken muhafazakâr tabandan oy alabilmek için türlü girişimlere başvuruyor. Bir yandan da suni gündem yaratıp, arka tarafta işçilerin kazanılmış haklarına saldırıyor. Elini cebimize sokup var olan üç kuruşu da çalıyor. Bunu yaparken de kafamızı, gözümüzü, beynimizi başka bir yere odaklıyor. Bizler Karabük Üniversitesinde okuyan, yazları harç paramızı çıkarabilmek için taşeronlarda çalışan, okuyabilmek için devlete kredi ile binlerce lira borçlanan işçi-öğrencileriz. Bizler ay sonunu getirebilmek için inşaatlarda, sokak tanıtımlarında ve her türlü part-time işte sigortasız çalışan işçi-öğrencileriz ve sorunun muhatapları olarak bir cevabımız var. AKP kıdem tazminatını kaldırıyor, “fona devredeceğiz” diyor. Eski sistemi kötülerken yeni sistemin neler götüreceğini söylemiyor. Fona devredilen para 10 yıl boyunca çekilemeyecek, askerlik veya evliliklerde tazminat hakkı kaldırılıyor. İşçi bir yılı doldurduğunda 30 gün brüt ücret üzerinden kıdem tazminatı alırken, AKP şimdi bu hakkımızı da 12 ilâ 20 gün arasında telafuz edilen bir gün sayısına indirmek istiyor. Kadrolu işçiliği hayal haline getirip güvencesiz, esnek çalıştırmayı getiriyor. GSS ile borçlandırıp sonra faizi ile para istiyor. Meselâ 18 yaş üstü okumayan herkese “sen artık reşitsin, ailenin sigortasından yararlanamazsın” diyor ve gelir testi yaptırıp prim yatırmasını istiyor. Ama hesaplarken de ailenin yanında kalan, çalışmayan birinin gelir testi için, ailede çalışan kim varsa hepsinin maaşını toplayıp kaç kişi ise ona bölüyor, geliri ona göre tespit ediyor. Bugünlerde GSS kapsamında borçlu 2,5 milyon insan bulunuyor. Şimdi soruyoruz size, bizim gibi işçi çocukları, işçiler, bugün haklarımız için mücadele mi etmeliyiz yoksa dindarlar ve dindar olmayanlar diye yaratılan bu suni gündem ile tam da patronların istediği gibi ayrışmalı mıyız? Tabii ki var olan haklarımızı korumak ve genişletmek için mücadele etmeliyiz. Patronlar dünya genelinde işçi sınıfının kazanılmış haklarını gasp ederek sermayelerini büyütmeye çalışıyorlar. Fransa’da emeklilik yaşını yükseltip mezarda emekliliği getiriyorlar, Yunanistan’da kamu emekçilerinin maaşları düşürülüyor, Peru’da grev yasakları getiriliyor, İtalya’da asgari ücret düşürülüyor. Bütün dünyada işsizlik bir çığ gibi büyürken, hayat pahalılığı artıyor, iş saatleri uzuyor. Bütün bunlara bir dur diyebilmek için patronların ve onların temsilcilerinin yarattığı suni gündem temelinde bölünmemeli, kendi sınıf çıkarlarımız etrafında birleşip örgütlü mücadele etmeliyiz. İş kazalarına, işçi ölümlerine karşı, düşük ücretler, uzun çalışma sürelerine karşı, var olan haklarımızı korumak ve genişletmek için, parasız sağlık, parasız ulaşım, parasız, eşit, anadilde eğitim için kadınıyla erkeğiyle örgütlenelim ve mücadele edelim. Savaşa Değil Eğitime Bütçe! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!

Hayatımız Taksit! M

erkez Bankası’nın açıkladığı verilere göre kredi kartı borçları son bir yılda %28 oranında artış göstermiş. En çok artış ise %45 ile taksitli borçlarda olmuş. Buradan da anlaşılıyor ki, en temel ihtiyaçlarımızı bile taksit yaptırmadan alamaz duruma geldik. Bırakın lüks alışverişi, çocuklarımızın okul ihtiyaçlarını, giyim ve gıda ihtiyaçlarımızı karşılamak için dahi taksit yaptırır olduk. Hatta taksit yapılmayan bir şey aldığımızda alışverişin hemen ardından telefonumuza “bu alışverişinizi isterseniz 6 aya bölelim” mesajları geliyor bankalardan. Tabii ki belli bir faiz karşılığında yapılıyor bu taksitler. Eskiden sadece beyaz eşya, mobilya gibi yüklü meblağlı alışverişlerde taksit yapılırdı. Bugünse ekmeği bile taksitle alır hale geldik. Peki, neden bu kadar taksitlere daldık? Çünkü bize reva görülen asgari ücretle yaşayabilmemizin başka olanağı yok. Bankalar da bunu çok iyi bildiklerinden bu çaresizliğimizden bile kâr etmenin yollarını buluyorlar. Faizli krediler vadeden telefonlar, taksit öneren mesajlar yakamızı bırakmıyor. Sonuçta olan biz işçilere oluyor. Sürekli bitmek tükenmek bilmeyen bir borçla yaşamaya mahkûm ediliyoruz. İnsan gibi yaşayabilmek için sürekli bir borcun altına girmek zorunda mıyız? Kapitalizm bizi böyle bir yaşama mahkûm ediyor. O halde biz işçilerin yapması gereken kapitalizme karşı örgütlü mücadeleyi yükselterek insanca yaşayacağımız bir dünya kurma yolunda hızla yürümektir. Çekmeköy’den bir Marksist Tutum okuru

Karabük’ten bir işçi-öğrenci

47


Okurlarımızdan İşçi Çocuklarının Hayalleri

B

ir süredir işçilerin yoğunlukta olduğu bir mahallede öğretmenlik yapıyorum. Girdiğim ders gereği, çocuklarla uzun uzun sohbet edip onları tanıma fırsatı bulabiliyorum. Bugün derste onlardan şunu istedim: “Çocuklar sadece hayal kurun. İstediğiniz konuda, istediğiniz kadar çok olabilir. Sıralayın bana bunları. Bu hayali gerçekleştirmek için projeler üreteceğiz.” Dersin sonunda hepsinin kâğıdını aldım. Hayaller şöyle: “Para vermeden ev alabilsek, bakkala gittiğimizde her şey bedava olsa, villalarda oturabilsek, çok param olsa ve arkadaşlarıma yardım edebilsem, bir icat bulsam ve dünyada barış olsa...” Ama bir tanesi beni bütün gün düşündürdü: “İnşaat sektörünün temelli kalkmasını istiyorum.” “Neden peki?” diye sordum. “Çünkü öğretmenim, çok fazla insan ölüyor inşaatlarda” dedi. “Nasıl olduğunu biliyor musun, var mı tanıdığın inşaatta ölen biri?” dedim. “İki gün önce babamın arkadaşı düşüp öldü. Aynı mahallede oturuyorduk. Babam da boya işi yapıyordu orada. Arkadaşı ölünce babam çok üzüldü” dedi. Sonra yanındaki arkadaşı, mahallelerinde bu tür olayların çok olduğunu söyledi. Hayalimiz belli olmuştu: “İşçiler ölmemeli!” Sıra bu hayali gerçekleştirmek için proje bulmaya geldi. Birisi fırlayıp ayağa kalktı: “Ben buldum öğretmenim. Zırhlar yapalım elbise gibi olsun ya da binalar yüksek olmasın. Ölmezler belki o zaman.” İşçilerin çocukları, yani geleceğin işçileri umut dolular. Hayallerini kurdukları şeyler, bizim hayatımızdan uzak değil. Tersine bugün, belki de farkında olmadan en can alıcı sorunlarımızın çözümü için hayal kuruyorlar. Bizler de onlara daha güzel yarınlar bırakmak için örgütlü mücadelemizi yükseltelim. Aydınlı’dan bir eğitim işçisi

F

Patron Kazanırsa İşçiler de Kazanır mı?

arikada paydos aralarında kadın işçi arkadaşlar fabrikadaki sorunları birbirlerine anlatıyorlardı. Patronlar hiçbir şeyi düzeltmiyor diye sohbet ederken bir kadın işçi şunları söyledi: “Ben sekiz yıldır bu fabrikada çalışıyorum. İlk işçilik yaptığım sıralarda, patronumuz daha çok para kazanırsa biz işçiler de kazanırız diyordum. Şimdi bakıyorum patron büyüdükçe biz işçiler daha fazla çalışıyoruz, bize kazandığından hiçbir pay vermiyor. Tabii ben bunu biraz geç anladım. Sekiz yıldır bu fabrikada ömrüm bitti. İki çocuğum var, akşam sadece yüzlerini görüyorum. Sosyal hayat diye bir şey yok ve ben kendimi hayvan gibi hissediyorum. Sabah gir fabrikaya akşam çık.” Evet, bu işçi gibi diğer işçiler de aynı durumda. Patronların biz işçileri üç kuruşa mahkûm ettikleri fabrikalar mezbaha gibi, ölüm yuvası gibi, cezaevi gibi. Patronlar işçileri insanlıktan çıkarıyor. Çalış babam çalış, ama ne elde var ne de avuçta. Sırtımıza yüklenen yük o kadar ağır ki, pek çoğumuz iş kazalarında yaralanıyor ya da ölüp gidiyor. Patronlar biz işçilere insan gözüyle bakmıyorlar, sünger gibi işçilerin kanını emiyorlar. Patronlar işçilerden tepki görmedikleri için istediklerini yapıyorlar. Biz işçiler haksızlıklara sesimizi çıkarmıyoruz. Hâlbuki daha nereye kadar sesiz kalacağız? Biz sessiz kaldıkça patronlar daha çok haksızlık yapıyorlar. Her insanın içinde muhakkak haksızlıklara karşı bir tepki vardır. Biz işçiler içimizdeki bu tepkileri dışarıya vuralım, patronların bu insanî olmayan düzenine dur diyelim! Kıraç’tan bir kadın işçi

Bireysel Değil Toplumsal Kurtuluş İçin Örgütlenelim!

S

izlere birkaç zamandır rast geldiğim bir reklâmdan bahsetmek istiyorum. Bir bireysel emeklilik şirketinin reklâmında, ilk işgününün aslında emekliliğin ilk günü olduğunu söyleyen ve emekli olduğu için boş zamanlarını değerlendirmek istediğini belirten bir adam var. Öncelikle çevresindeki arkadaşlarını telefonla arıyor, çalışan arkadaşlarına emekli oldum diyor ve sonrasında babasını arayıp emekli olduğunu söylüyor. Babası “ulan ben daha emekli olamadım sen nasıl emekli olursun” diye bağırıyor ve telefonu kapatıyor. Reklâmın kahramanı, erken emekli olduğu için çevresindekilerden şanslı olduğunu söylüyor ve kendisine boş zamanlarını değerlendireceği hobiler aramaya başlıyor. Bu reklâmı izledikten sonra biz işçilerin yaşamını ve reklâmı kıyaslamaya başladım. Öncelikle ilk iş gününün emekliliğinin ilk günü olduğu söyleniyor, oysa Türkiye’de emeklilik yaşı 65 ve çoğu insanın çocuk yaşta işe başladığını düşünürsek emeklilik için daha çok çalışmak ge-

48

rektiği açık değil mi? Nerede kaldı ilk günden emeklilik! Peki diyelim ki emekli olabildik, gerçekten de boş geçirebileceğimiz zamanımız olacak mı? Babam emekli olduğu gün yeni işine başlamıştı, tıpkı birçok işçi emeklisinin yaptığı gibi. Bireysel emeklilik biz işçilere iyi bir şey gibi gösterilerek cebimizdeki üç kuruş paraya da göz dikiliyor. Biz işçilere televizyonda, işyerinde, hayatın her yerinde tek kurtuluş yolunun bireysel kurtuluş olduğu söyleniyor. Hâlbuki yaşadığımız düzen sömürü düzenidir ve sebebi de toplumun sınıflara bölünmüş olmasıdır. Patronlar sınıfı biz işçileri sömürür. O yüzden de bir işçinin bu sistemde tek başına, hele ki para tuzağı olan bireysel emeklilik gibi aldatmacalarla geleceğini kurtarması imkânsızdır. Bireysel değil toplumsal kurtuluş için örgütlenmekten başka bir çaremizin olmadığını anlayalım ve örgütlenmekten korkmadan insanlığın kurtuluşu için mücadele edelim. Yenibosna’dan bir takı işçisi



Fiyatı: 3 TL


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.